Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1351 Okunma
2006 Kasım

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

KASIM-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye -ve İstanbul- ne yapmalı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.11.2006

Türkiye ikiyüz yıldır Batı tipi sanayileşme çabası içindedir.

“Türkiye sanayileşmede nerededir?” derseniz; benim vereceğim not koskoca bir ‘sıfır’dır.

Okuma yazmayı öğrenmemiş veya toplama ve çıkarma bilmeyen bir öğrencinin, üniversite giriş imtihanlarında arkadaşından aşırdığı test kâğıdına soruları işaretlemesi gibi bir şeydir bizim sanayimiz.

Batılılar da tarımda en küçük bir ilerleme kaydedememişlerdir.

Uygarlık iş bölümüne dayanır.

-Tarım ülkeleri tarımda derinleşmeli; sanayiye özenmemelidirler.

-Sanayi ülkeleri de sanayileşmedeki hızlarını sürdürmeli, tarımla ilgilenmemelidirler.

Uygarlaşma budur.

Gözün işitmeye, kulağın görmeye kalkışması ilkelliktir, irticadır.

*

Ülkemiz açısından bakıldığında, bu konudaki çözüm İstanbullulara düşmektedir.

Tarım ülkelerini sanayi ülkelerinin tasallutundan kurtarmak, tarımla sanayi arasındaki dengeyi kurmak İstanbullulara kalmıştır.

Ne yapılacaktır?

İstanbul Anadolu demektir.

Anadolu’daki her beş kişiden biri İstanbul’a göç etmiştir ama memleketleri ile ilişkileri devam etmektedir. Türkiye’nin her ilçesine İstanbul’da bir bucak tekabül etmekte; hattâ iki bucak tekabül etmektedir. Anadolu’nun her köyü için İstanbul’da bir apartman vardır.

İstanbul’da en az 2000 “MALA-MAL MARKETİ” oluşturulmalıdır. Bunun onda birine yani 200 tanesine bizler yani Millî Görüşçüler tâlip olmalıyız. Biz, Adil Ekonomik Düzen Çalışanları olarak, hâlen bunun deneme çalışmalarını yapmaktayız. Diğer marketleri de diğer dünya görüşü sahibi olanlar, mesela sosyalistler, mesela kapitalistler, mesela liberalistler, mesela diğer görüş sahipleri kursunlar...

Çoğulculuk nedeniyle biz onda birden fazlasına talip değiliz.

*

Bu Mala-Mal Marketleri neler yapacaktır?

1. Her biri en az bir kamyon veya TIR alacaklardır. İstanbul’dan Anadolu’daki kendi ilçe merkezlerine haftada en az bir defa gidip-geleceklerdir. Anadolu halkının satacak bir şeyi varsa, en geç bir hafta içinde İstanbul’a ulaştırılmalıdır. Anadolu halkının eğer bir şeye ihtiyacı varsa, en geç bir hafta içinde o mal onlara ulaşmalıdır. Bunun en ideali bu ihtiyacın günlük olarak karşılanmasıdır. Bu taşımada masraflar ticaret mallarının satışına konmamalı, Genel Hizmet Payları ile karşılanmalı, taşıma karşılıksız olmalıdır.

2. İstanbul’da her İstanbul bucağının ortak ambarı olmalı, Anadolu ilçelerinden gelen mallar buralarda depolanmalı; birer ambar da Anadolu’daki ilçelerinde olmalı, İstanbul’dan giden mallar oralarda depolanmalıdır. Bu ambarların giderleri de satılan mallara konan Genel Hizmet payından karşılanmalı, mallara depolama masrafları yüklenmemelidir.

3. İstanbul’da teşhir mahiyetinde satış mağazası, her ilçede de yine teşhir mahiyetinde satış mağazası olmalıdır. Alınacak ve satılacak mallar burada vitrinlenmeli/sergilenmeli, halk görerek istediği malı alabilme şansına ulaşmalıdır. Tüccarlar da öyle olmalıdır. Burada çalışanlara cirodan pay verilmeli, yani mal satıldıkça bir pay almalıdırlar.

4. Üreticiler malları ambara teslim ettiklerinde kendilerine “Mal Belgesi” verilmelidir. Üretici “Mal Belgesi”ni İstanbul’da oluşturulan ve her ilçede temsilcisi bulunan “Mal Belgesi Borsası”nda serbest fiyatla satabilmelidir. Mal Borsası’nda Mal Belgeleri bu marketler zincirinin İşletme Senedi ile alınıp satılarak “Mala-Mal Sistemi” geliştirilmelidir. Bu İşletme Senedi Türk Lirası ile de alınıp satılarak Mala-Mal Marketleri normal marketler gibi çalışabilmelidir.

Bu sistemde mevcut ekonomi düzeni rahatsız edilmemekte, aksine güçlendirilmektedir.

Tüccar mal alıp satmak yerine, mal belgesini alıp satacak; yahut mal belgelerini toplayıp sonunda toptan ambarlardan çekerek ihracat yapacaktır. Bu da aracı masraflarını düşüreceği ve ticaret yapma imkânını genişleteceği için serbest rekabetli bir piyasayı oluşturacaktır. Tarım üreticisi ürettiği her malı aracı masrafları olarak sadece yüzde on-yirmi ilavesiyle tüketiciye ulaştıracaktır. Bu da Türk tarımını koruyacak ve yaşatacaktır.

İstanbul’un ikinci bir şansı veya görevi daha vardır. İstanbul yalnız ülke içinde alışveriş yapmayacak, ayrıca dünyanın 2000 yerinde Mala-Mal Marketleri kuracak, benzer teşkilatı dünya üzerinde oluşturacaktır. Böylece dünya tarımını örgütlemiş olacak, bu sayede dünya ve insanlık sanayinin tasallutundan kurtulacaktır.

“Adil Ekonomik Düzen” işte budur.

Kuvveti üstün tutan ülkelerin çıkar çatışmasına dayanan çözümleri yanında; “Adil Ekonomik Düzen” sanayi ve tarım ülkeleri arasında işbölümü ve çıkar beraberliğine dayanan bir çözümü getirmektedir.

Bizim İstanbul’daki küçük MİLAD MARKET’imizde bunu denemeye çalışıyoruz...

İlgilenen dostlara haber ve selâm olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Birinci Uluslararası Millî Görüş Sempozyumu - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.11.2006

Malumunuz olduğu üzere, 28-29 Ekim 2006 günleri ESAM tarafından I. Uluslararası Millî Görüş Sempozyumu yapıldı. İki yıldır İstanbul’daki bir ekip tarafından ön hazırlıkları yapılan sempozyumun, son bir yılki çalışmalarına bizzat katılmam ve katkıda bulunmam nasip oldu. Bu yüzden oluşturulan altyapının adım adım şahidi oldum. Millî Görüş Hareketi, bir defa daha çapıyla mütenasip uluslararası bir organizasyona Erbakan Hocamızın önderliğinde ev sahipliği yaptı.

Bu toplantıdan önce, geçtiğimiz Mayıs ayı sonunda “Müslüman Topluluklar Birliği Toplantısı”nda “Millî Görüş Sempozyumu”nun yapılmasına karar verilmişti. D-8’lerin ana çekirdeği oluşturduğu 60 Müslüman ülke için I. Uluslararası Millî Görüş Sempozyumu dünya başkenti İstanbul’da gerçekleştirilmiş oldu.

Muhterem Necmettin Erbakan Hocamız tarafından bu sempozyumun “Adil Düzen”e gidiş sempozyumu olduğu vurgulanarak ifade edildi. Hedef, bu 60 ülkede “Millî Görüş Teşkilâtları” kurulmasıdır. Bilhassa İran, Pakistan, Bangladeş, Mısır, Malezya, Endonezya, Nijerya gibi yedi ülkede öncelikle olmak üzere, ilgili ülkelerde “Adil Düzen”e gidişi sağlayan “Millî Görüş Enstitüleri” kurulmalıdır dendi.

Sempozyumda bazı önemli yenilikler gördük. 1- Türkiye Millî Görüş Teşkilatı’nda kadınlar da erkekler kadar yer almışlardır. 2- Yine Türkiye Millî Görüş Teşkilâtı mensubu kadınların yanında, gençlerin çoğunlukla yer almaları dikkat çekici olmuştur. 3- Değişik dünya ülkelerinden gelen Millî Görüş Sempozyumu katılımcılarının İslâmî duyarlılık ve anlayışlarının ileri seviyelerde olması, toplantının kalitesine artı katkı sağlamıştır. 4- En önemli husus; artık tüm konuşmacılar İngilizce değil, Türkçe ve Arapça konuşuyorlar. İngilizce konuşan olmadı. Bu durumda İslâm ülkelerinin artık kendilerine gelmekte ve özlerine dönmekte oldukları anlaşılıyor.

Sempozyum vesilesiyle oluşturulan komisyonlarda, çalışma arkadaşlarımızla görev aldık, görüşlerimizi dile getirdik. Bu görüşlerimizin özünü ve özetini şöyle bir paragrafla sunabilirim:

“İnsanların sosyal yapısı dine, siyasete, ekonomiye ve ilme dayanır. Dünya hayatının ilk başlangıç döneminde insanları din yönetti. Sonraki dönemde insanları siyaset yönetmeye başladı. Çağımızda ise ağırlıklı olarak ekonomi yönetiyor. İnsanlığın bundan sonraki dönemlerinde ilim yönetimde hep ön planda olacaktır. Beş yüz yıldır hakimiyeti ele geçiren sermaye ilmi, dini ve siyaseti tahakkümüne almıştır. Bizim onların sömürüsünden kurtulmamız için önce onlar kadar zengin olmamız ve ekonomimizi güçlendirmemiz gerekmektedir. O halde, bizim yapacağımız çalışma nedir? Biz öyle bir düzen getirmeliyiz ki, “ilim” diğer din, siyaset ve ekonomiye yol gösterici olsun. İşte “ADİL DÜZEN” yönetim ve medeniyet projesi budur.”

*

Muhterem Necmettin Erbakan Hocamızın özellikle kapanış konuşmasını dinlediğimizde, kesin olarak şu anlaşılmıştır ki; Erbakan ulusal örgütlenmeden sonra uluslararası örgütlenmeye gitmekte, bunu da “Millî Görüş” adı altında yamaktadır.

Çünkü; “ADİL DÜZEN” insanlığın ortak malıdır. Ancak oraya gidiş ve o hedefe varış her ülkede aynı usulle olamaz. Zorunlu olarak her ülke kendi Millî Görüşü ile “Adil Düzen”e doğru ilerleyecektir.

Mesela, İran’ı ele alalım, İran lâiklik ilkesi içinde “Adil Düzen”e gidemez. Suudi Arabistan demokratik düzen içinde “Adil Düzen”e gidemez. Çin sosyalist bir ülkedir, liberalizm kuralları içinde “Adil Düzen”e gidemez. Her ülkenin kendi şartları içinde örgütlenmesi gerekir. Dolayısıyla her ülkede “ADİL DÜZEN”e ancak kendi Millî Görüşleri içinde varılabilir.

ADİL DÜZEN” demek, her ülkenin kendi içtihat ve icmaları ile yönetilmesi demektir.

Türkiye’de geliştirdiğimiz “ADİL DÜZEN” yönetim ve medeniyet projesi, kırk yıllık bir çalışma ve emeğin mahsulü olarak Türkiye Millî Görüşçülerinin eseridir.

*

Değişik ülkelerde oluşan Millî Görüşçülerin görevleri neler olacaktır?

a) Bütün insanlığın benimseyeceği “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı oluşturacak olan “Adil Düzen”in ortaya konmasında ve gelişmesinde yardımcı olmak. Çünkü “ADİL DÜZEN” kıyamete kadar evrimleşecek, gelişecek ve her dönemde hep daha ileriye gidecektir. Onun içindir ki “ADİL DÜZEN” bir yönetim ve medeniyet projesi olarak daima kendinden öncekilerden daha ileri bir uygarlığa hitap etmektedir.

b) “Adil Düzen” baskı ile olmamak ve halkın rızasına uygun olmak şartıyla, her türlü yönetime izin verir. Nasıl İngiltere’deki krallık “ADİL DÜZEN”e aykırı değilse, Suudi Arabistan’daki rejim de aykırı değildir. Nasıl ABD’deki iki partili rejim “ADİL DÜZEN”e aykırı değilse, İran’daki tek partili rejim de “ADİL DÜZEN”e aykırı değildir. Nasıl liberalist bir ülke olan Almanya’da “ADİL DÜZEN”e aykırılık yoksa, sosyalist ülke olan Çin yönetimi de “ADİL DÜZEN”e aykırı değildir. “ADİL DÜZEN”de düzeninin adil olması ve halkın kendi istekleri ile bu düzeni benimsemeleri gerekir. İşte bundan dolayı “ADİL DÜZEN”in ülkelerde uygulanışı farklı olacaktır. Zaten “ADİL DÜZEN” de o demektir. O halde Millî Görüşçülerin asıl ikinci, -hattâ birinci görevi,- “ADİL DÜZEN”i ülkelerinin şartlarına göre uyarlamaktır.

Bu önemli uluslararası konuya yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Birinci Uluslararası Millî Görüş Sempozyumu - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.11.2006

 

Dün de özetlemeye çalıştığım üzere, hareketin başından itibaren görülmektedir ki, Muhterem Necmettin Erbakan Hocamız “Millî Görüş”ü “Adil Düzen”e, “Adil Düzen Medeniyeti”ne, “III. Bin Yıl Medeniyeti”ne gidiş için şart koşmakla uygun adımı atmıştır.

Tek bir Millî Görüş değil de, Millî Görüşler olmalıdır. “Adil Düzen” tektir, ama “Adil Düzen”e varışlar çoktur, uygulaması farklıdır; o da her ülkenin kendi özel şartlarına göre Millî Görüşlerdir.

Meselenin özünü bu şekilde tesbit ettikten sonra, şimdi de özetle “Millî Görüş Hareketi”nin kısa bir kronolojik tarihçesini -bu hayırlı vesileyle- tekrar hatırlamakta yarar vardır.

*

ÖZETLE MİLLÎ GÖRÜŞ HAREKETİ

-Necmettin Erbakan İstanbul Teknik Üniversitesi’nde sanayi profesörü olunca, ülkeyi sanayileştirmek için “Gümüş Motor”u kurdu ve dünyada ilk defa sömürü sermayesi dışında bir fabrika kuruluşunu gerçekleştirerek, engellemelere rağmen bir ilki başardı. Ancak, hemen işbirlikçiler ortaya çıktı ve Gümüş Motor’u elinden aldılar ama, bu hareketi durduramayınca, kendileri -montaj sanayi olarak da olsa- Türkiye’nin sanayileşmesine izin vermek zorunda kaldılar.

-Necmettin Erbakan yılmadı, o teşebbüsü orada bıraktı ve önce Türkiye Odalar Birliği Genel Sekreteri, sonra Başkanı oldu. Bu görevlere Anadolu Hareketi ile seçimlerle geldi. İşbirlikçiler tekrar harekete geçtiler ve Erbakan’ı Odalar Birliği’nden polis zoru ile uzaklaştırdılar! Ne var ki, Erbakan sayesinde artık Odalar Birliği’ne demokrasi girmiştir. Bundan sonra Masonlar oraya istedikleri gibi hakim olamayacaklarını anladılar ve alternatif olarak TÜSİAD’ı oluşturdular.

-Necmettin Erbakan bundan sonra siyasete atıldı.

Bağımsız olarak milletvekili olup Meclis’e girdi ve arkadaşlarıyla Millî Nizam Partisi’ni kurdu ama parti kısa zamanda kapatıldı.

Ardından Millî Selâmet Partisi kuruldu ve kısa zamanda iktidar ortak oldu.

Millî Görüş partileri defalarca kurulup kapatıldı; Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi.

Ama onlar yine de Millî Görüş partileri ile baş edemediler, şimdi de Saadet Partisi var.

Sonunda işbirlikçi AKP sayesinde onu devre dışı bıraktılar ama, bugünküler işbirlikçi olsalar da, Müslüman -ya da muhafazakâr- yöneticiler- anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar.

-Necmettin Erbakan bu arada MÜSİAD’ı kurdurmuş, işbirlikçiler onu da elinden almış ama, bu sayede TÜSİAD’a rakip Müslümanların bir teşkilatı daha ortaya çıktı ve ardından ayrıca ASKON kuruldu.

-Necmettin Erbakan işçi kuruluşu olarak HAK-İŞ’i kurdurdu. İşbirlikçiler cephe değiştirdiler ve Erbakan’ı bıraktılar ama, Müslümanların bugün büyüklük olarak ikinci seviyede sendikaları vardır.

-Necmettin Erbakan bir ilki daha gerçekleştirdi ve Kanal 7’yi tesis ettirdi. İşbirlikçiler karşıya geçtiler ve Erbakan’ı bıraktılar ama, sonuçta her şeye rağmen Müslümanların güçlü bir televizyon kanalı vardır.

-Necmettin Erbakan’ın kurduğu Millî Gazete, TV 5, MGV, ESAM gibi daha nice işbirlikçiler tarafından bertaraf edilememiş onlarca KURULUŞLAR vardır…

-Necmettin Erbakan şimdi de Uluslararası Millî Görüş faaliyetleri için harekete geçmiştir.

Erbakan Hoca, bundan önce olduğu gibi bu teşebbüsünde de muvaffak olacaktır.

Geçmişte yapılanlar, gelecekte yapılacakların garantisidir.

*

Zulüm çöküyor, “ADİL DÜZEN” geliyor…

Türkiye ve dünyada bu davaya gönül verenlerin görevi, Necmettin Erbakan Hocanın önderliğindeki uluslararası bu Millî Görüş faaliyetlerini desteklemektir.

Olay nedir?

İşbirlikçilerin engellemelerine ve onları kullananların oyunlarına rağmen, Millî Görüş Hareketi olanca azmi ve gücü ile bugüne kadar yoluna devam ettiği gibi; Allah’ın izniyle bundan sonra da sıratı müstakim üzere yürümeye devam edecektir…

Artık, kökleri insanlık tarihi kadar kadim olan “Millî Görüş Hareketi”nin ve de ağacının en önemli meyvesi “ADİL DÜZEN”in asıl aslî hüviyeti ile ortaya çıkıp “zalim dünya düzeni” karşısında hakim olması zamanı yaklaşmıştır. Aslında işbirlikçilerin faaliyetleri de “ADİL DÜZEN”e hazırlıktır.

Neden?

Durum gösteriyor ki, zalimler artık yerli işbirlikçiler olmadan ayakta duramamaktadırlar.

O malum işbirlikçilerine rağmen zulüm, uzun zaman hükümranlığını kaybetmek üzere son demlerini yaşamaktadır. Millî şairimizin dediği gibi;

“Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,/

Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.”

“Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın,/

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”

 

 

***

 

 

 

 

 

500 milyar dolar ihracat hayali

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.11.2006

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı, Cumhuriyet’in 100. yılında yani 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat hedefi ile birlikte, Türkiye’nin 2 trilyon dolarlık bir ülke hâline geleceğini söyledi!

Söylemesine söyledi de, söylediği ne kadar doğru ve gerçekçi? Kısa bir hesap yaparsak, o rakamlara ulaşmak için ihracatımızın her yıl yüzde 10’dan fazla artması gerekiyor. İyi de, ithalatımız ne olacak? Yani, önemli bir problem olarak önümüzde duran dış ticaret açığımız ne olacak? Şöyle ki, bu yılsonunda 135 milyar dolar olacağı tahmin edilen ithalatımız, böylesi bir gidişatla 2023 yılında 800 milyar dolar miktarına ulaşacaktır. Mesela, bu yılsonundaki ticaret açığı 50 milyar doları aşacak gibi görünüyor. O zaman 2023’teki ticaret açığımız “500 (beşyüz) milyar dolar” olarak çıkar ki, böyle bir açığa hangi ülke dayanabilir?!.

İhracat ve ithalat dengesizliği bugünkü hâliyle devam ederse, düşünülen hiçbir şeyi oluşturmak ve sürdürmek mümkün değildir. Böyle giderse, fahiş faizlerin etkisiyle kartopu misali artan dış borçlarımız sebebiyle, 17 yıl sonra ülkemiz tam bir çıkmaz içinde olacaktır; iyi biline ve unutulmaya! İthalatımız bu seviyelerdeyken, ihracatımızı artırmak ülkenin dış borçlarını artırmak dışında ne işe yarar?!.

Bugünkü kafayla ve bu gidişatla, Cumhuriyet’imizin 100. yılında üç büyüklerden olan futbol kulüplerimizin 100. yıllarında düştükleri duruma düşeriz ki; diğer kulüplerimizin durumunu hiç sormayın!..

Buna rağmen ümit yok mu?

Elbette var!

Bakınız, kimilerinin pek itibar ettiği ve bugünlerde ülkemizde konferanslar veren Harvard Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Partha Ghosh, neler söylemiş:

“Bir ülkeyi tek şehir üzerine inşa edemezsiniz. Beş tane daha İstanbul yaratmanız gerekiyor. Çünkü her bölgenin kendine özgü avantajları var, bunların devreye sokulması gerekiyor. Ekonomik olarak güçlü küçük şehirlere de ihtiyaç var… Türkiye çok önemli bir stratejik konuma sahip. Ortadoğu’da çok önemli bir rol oynayabilir. Aynı zamanda kültürel bir birleştirici. Ayrıca çok genç bir nüfusa sahip. Bu genç nüfusu bir avantaj olarak kullanıp ekonomik gelişmişlik düzeyinin artırılması mümkün. Çinliler bunu iyi yaptılar… Ayrıca ihracata daha fazla ağırlık verilmeli. Ben Türkiye’nin önümüzdeki 5 yıl içinde 250 milyar dolarlık ihracat hedeflemesi gerektiğini düşünüyorum…”

Alın size, bu görüşleri destekleyen bir örnek daha. Yine bugünlerde, İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) 5. Sanayi Kongresi’ne gelip konuşma yapan The Economist Dergisi eski Genel Yayın Yönetmeni Bill Emmott, dünyayı ve Türkiye’yi geniş bir perspektiften süzdükten sonra, özetle şunları söylüyor:

“Türkiye, Avrupa Birliği olmadan da yapabilir... Eğer müzakereler kesilirse, yazık olur fakat bu dünyanın sonu değil... Türkiye ekonomik ve politik olarak AB’nin dışında da iyi şeyler yapabilir ve politik ve ekonomik istikrara kavuşabilir... AB disiplinine ihtiyaç duyacağını sanmıyorum... Türkiye açık bir ekonomi olmak niyetini zaten belli etmiş durumda. Türkiye, AB ile müzakerelere devam etsin etmesin, gelecek 10 yıl içinde ekonomisini ve hayat standartlarını ikiye katlayacağına inanıyorum. İşte o zaman da öyle bir yere gelecek ki, AB ona üye olması için yalvaracaktır...”

Sonuç olarak, [her konu bir makale olması gerekse de] bence;

-500 milyar dolarlık ihracat için önce 500 milyon nüfusa,

-Sonra, ülkemizin tamamının serbest bölge olmasına;

-Yani, dünyanın önemli ekonomi merkezi olmasına…

-En önemlisi, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e ihtiyacı var.

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji sorunu ve çözümü - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.11.2006

Doğa “madde” ve “enerji”den oluşur. Doğa olaylarında “madde” artıp eksilmez, sadece yer, şekil ve özellik değiştirir, ayrılıp birleşir. Maddenin aksine “enerji” ise kullanıldığı zaman tükenir.

Aslında enerjide de azalma olmaz ama enerji yapma gücünü kaybeder. Işık enerjisinden ısı enerjisine dönüşür. Işık enerjisi tek yönlü akan enerjidir. Isı enerjisi ise dağınık enerjidir.

Doğada Hidrojen olarak yaratılan enerji deposu Helyuma dönüşerek tüketilmektedir. Güneşte enerji böyle elde edilir. Bir de radyum gibi ağır metallerde depo edilmiş ilk potansiyel enerji, atomun parçalanmasıyla dinamik enerjiye dönüşmektedir. O da tükenmektedir. Yerin içi de bu enerji ile sıcak kalmaktadır.

Güneşten gelen enerji denizlerde “buhar” hâline gelip “mekanik enerji”ye dönüşmekte, aero hidro dinamik enerjisi olarak işler yapmaktadır. Kısmen depolanmaktadır. Bir de gelen ışık bitkiler tarafından “kimyasal enerji”ye dönüştürülerek depo edilmektedir. Biz insanlar bu enerjilerden yararlanmaktayız.

*

Enerjinin dört temel sorunu vardır. 1. Enerjinin depolanabilmesi için depolanabilecek tür enerjiye dönüşmesi gerekir. Mesela, güneş enerjisi kimyasal hidrolik enerjiye dönüşerek depolanabilir. 2. Depolanan enerjinin saklanması, gerektiği zaman kullanılması söz konusudur. Mesela, uranyumda depolanan enerji atom bombası yapılıp patlatılacağı zaman kullanılması istenir. 3. Enerjinin çok önemli bir sorunu da nakil sorunudur. Yani, enerji kullanılacağı zaman kullanılmalı, bir de kullanılmayacak yerde kullanılmamalıdır. 4. Kullanılacak yerde bulunan enerji, depolanmış şekli ile değil, bizim istediğimiz şekle dönüştürülmeli ve kullanılmalıdır.

Enerjilerin kıymeti bu dört özelliği gerçekleştirmesi nisbetiyle ölçülür. Bunların içinde dönüşme bakımından, ister depodan kendisine dönüşmesi ve kendisinin istenilen yerde kullanılması için en elverişli enerji “elektrik enerjisi”dir. Ne var ki hiç depolanma kabiliyeti yoktur. Pratikte yoktur.

Bütün bu sorunları çözmek için teknik bilgi ve becerilere kesinlikle ihtiyacımız vardır. Bu teknik sorunları insanlık 20. yüzyılda çözmüştür. Batı uygarlığının bunda büyük katkısı vardır. Bundan sonra da keşifler devam edecek ve yeni teknolojiler oluşturulacaktır. Ancak bu bir gelişme içinde olacak, enerji inkılâbı olamayacaktır. Yeni tür enerjiden ziyade, mevcut enerjilerin daha iyi bir şekilde düzenlenmesi söz konusudur. Asgari olarak meseleyi ele aldığımızda, III. bin yılın “teknik sorunları” temelde çözülmüştür.

*

Ne var ki, “teknik” ancak “hukuk” ile birleştiği zaman insanların işine yarar hâle gelir. Eğer “teknik”le sağlanan imkânlar “hukuk düzeni” içinde insanlar tarafından ortaklaşa kullanılamıyorsa, o zaman o imkânın bir yararı yoktur. Batı uygarlığı sorunun teknik kısmını çözmüştür ama; hukuk kısmını çözememiş ve Nuh Nebi’den kalma “hukuk sistemi”yle bu işleri yürütmeye çalışmaktadır.

Bu sorunun çözümü -tarihte olduğu gibi bugün de- Doğu’ya kalmıştır. İnsanlık tarihinde daima Doğu Medeniyetleri hukuk sorunlarını çözmüş, Batı Medeniyetleri bu çözümlere dayanarak teknik sorunları çözmüştür. İnsanlık böylece bu iki ayak üzerinde, hukuk ve teknik ayakları üzerinde adım adım ilerleyerek bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmıştır. Şimdi adım atma sırası hukukta ve Doğu’dadır.

Bu yazı serisinde, enerjinin hukuki yapısını ele alacak ve bu hukuki yapının nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışacağım. Bunu yaparken dayandığım kaynak, Batı dünyasının ulaştığı “müsbet ilimler”le ortaya konacak sorunların, “Kur’an”ın ve Kur’an’ın anlaşılması amacıyla geliştirilmiş bulunan “Fıkıh Usûlü”nün verilerine dayanmış olacaktır.

*

Öncelikle şunu belirtelim ki enerji, kolaylıkla elektrik enerjisine dönüşebilmekte ve elektrik enerjisi diğer enerjilere de kolayca dönüştürülebilmektedir.

Batı bugüne kadar bu sorunları çözmüştür ve hâlen de çözmektedir. Ayrıca, elektrik enerjisi kolay bir şekilde bir yerden diğer yere götürülebilmektedir. Bu sorun da çözülmüştür ve çözülmektedir.

Bütün bunlar insanların emeği ile üretilmiş araçlarla ve insan emeği harcanarak yapılabilmektedir.

Hukuki sorun” ise milyarlarca insanın ortak emeği ile oluşan bir ürünün ortaklar arasında bölüşülmesi sorunudur. Şöyle ifade edelim. Odamızın lamba anahtarını çevirdiğimiz zaman odamız aydınlanır. Biz buna bir ücret öderiz. Bu ücret milyonlarca insanın emeği ile oluşmuş bu aydınlığın karşılığıdır. Bu emeği birleştiren ve sonunda ışığa çeviren tekniktir. Teknik bilgilerimiz olmasaydı Sibirya’da yeraltından çıkan gaz evimizin ışığına dönüşemezdi. Teknik demek, insanların emeklerini organize edip insanın yararına bir yerde kullanılır hâle getirmektir.

Bıçağın bilenmesi için bilemeyi bilen bir ustanın var olması gerekir. Bunu sağlayan teknik eğitimdir. Ne var ki ustanın bilemeyi bilmesi, bilemenin olması için yeterli değildir. O ustanın o bıçağı bilemesi gerekir. Bunu yapması için de ona bir ücret verilmesi gerekir. Bunu da çözen “hukuk sistemi”dir. İşte bu sebepledir ki hayat için gerekli üretimin olabilmesi için tekniğe ve hukuka eşit derecede ihtiyaç vardır.

Bunlar paralel değil, seri bağlıdır. Biri olmazsa diğeri hiç bir işe yaramaz.

Matematikte bu toplama ile değil çarpım işlemine bağlıdır denir. Yani, hayat -teknikle hukukun toplamı değil,- teknikle hukukun çarpımı ile oluşur.

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji sorunu ve çözümü - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.11.2006

Dikdörtgen şeklinde bir tarlanın çevrilmesi için en az malzeme kullanalım, ama çevrilen alan en büyük olsun diye düşünürsek, dikdörtgenin kenarlardan birini uzatmakla elde edilen dikdörtgen verimli olmaz. En verimli alan, yani en az malzeme kullanarak bir tarlanın çevrilmesi, tarlanın kare şeklinde olması ile mümkündür. Yani kenarlar birbirine eşit olmalıdır. Bunun konumuzla ilgili uygulaması, hukuk” ve “teknik” eşitlik içinde gelişmezse verimsiz bir hayat olur. Bundan beş yüz sene evvel “hukuk” ileride, “teknik” geride idi. Batı teknik adımını attı. Şimdi “teknik” ileride, “hukuk” geridedir. Biz hukuk adımını hemen atmalıyız.

Sorunu çözmek için yalnız “teknik bilgi”ye sahip olmak yetmez, aynı derecede “hukuk bilgisi”ne de sahip olmak gerekir. Çünkü her sorunun iki yüzü vardır: teknik yüzü ve hukuk yüzü.

Bir kumaşı tek yüz olarak dokumak mümkün değildir. Bir işi yaparken ustanın hukuk bilmesi gerekmeyebilir. Kendisine verilecek ücret sonucu gösterir. Yahut evde ışık yakarken elektrik bilgisine sahip olması da gerekmez. Mevcut düzenin yürütülmesi için ihtisas bilgileri yeterlidir. Ama inkılâp yapacakların mutlaka tekniği ve hukuku birlikte bilmeleri gerekmektedir. Bu sebepledir ki 20. yüzyılın sorunları çözülürken mühendisler ön sırada yer almışlar ama sorunları çözememişlerdir, çünkü hukuk bilgileri yeterli değildi.

O halde, III. bin yılın sorunlarını çözmek isteyenler, ilâhiyat mezunu iseler, bir de mühendislik eğitimini almaları gerekir; mühendis iseler, bir de hukuk eğitimini almaları gerekir.

Bu yazılar, bu iki eğitimi aynı derecede geliştirmiş birilerinin kaleminden çıkmaktadır.

*

Batı düzeni hukuk sorununu çözemediği için askeri düzenle sorunları çözmektedir. Yani, merkezi yönetim emir komuta zinciri içinde enerji sorununu çözmektedir.

Kapitalistler sermayenin yönettiği çözüm, sosyalistler siyasetin yönettiği bir çözüm önermektedirler.

Bu çözüm geçici olarak zorunlu bir çözümdür ama kalıcı bir çözüm değildir. Çünkü bu çözüm insanı insan olmaktan çıkarıp kitleyi iradesizleştirmektir. Yani, insanların büyük ekseriyetini hayvanlar mertebesine indirmektedir. Sonuç olarak bu durum verimin durmasıdır. İkinci ayak olan hukuk ayağını atmayan, birinci ayak olan teknik ayağını da atamaz.

Hukuk düzeni” herkesin kurallara uyması ve kendi içtihadı ile hareket etmesi, sonunda yine kendisinin sorumlu olmasıdır. Sorumluluk amirlere karşı değil hukuka, yargıya karşı olacaktır. Böylece insan topluluğun kuralları içinde hür olacak ve kendi iradesini kullanarak, insan olarak yaşayacaktır. İnsan demek iradesiyle yaşayan varlık demektir. Kurallar içinde olmak zorunda olduğu içinde buna cüzi irade deniyor.

Gelecek düzende, “merkezi yönetim”in yerini “halk yönetimi” alacaktır. Güçlü bir “hukuk düzeni” merkezi yönetimi ortadan kaldıracaktır. Şimdi bunu anlatabilmek için bir örnek verelim. Mesela, elektrik enerjisinin kilovat saati olarak değeri ne olmalıdır? Vatandaşa elektriği kaça vermeliyiz? Tabii ki bunun cevabı kaça almalıyız veya kim üretmelidir? Patates alır satar gibi elektriği alıp satamazsınız. Çünkü depolamıyorsunuz. Aniden alıp satmak zorundasınız. Yine patatesi nakleder gibi kamyonlarla nakledip götüremezsiniz. Elektrik şebekesi ile ulaştırmanız gerekir. Bunda da yollarda olduğu gibi tekel olma zorunluluğu vardır. Tekel olunca alış ve satış fiyatları tekel tarafından belirlenmektedir. Bu da “hukuk düzeni”nin ortadan kalkması, elektrik işletmesinin bütün siyasi ve ekonomik hâkimiyetinin sağlanması demektir. Bunun için karma ekonomide işletme tekel tarafından yapılmakta, ancak fiyatlar siyasi kararlarla belirlenmektedir. Bu da ekonominin kurallarına aykırıdır. Sorunları çözmez. İşte “yeni hukuk düzeni” bu sorunu çözmelidir.

*

Bu sorunun çözülmesi için şu kurallar konuyor.

1. Tüm enerji üretimi ve depolanması yaygın olarak halk tarafından yapılır. Tekelin enerji üretimi yoktur.

2. Tüm elektrik tüketilmesi halk tarafından yapılacaktır. Tekelin genel kullanım dışında ve öz ihtiyacından fazla elektrik enerjisi tüketimi yoktur.

3. Tüm üreticiler elektriği tekele satacaklar ve tüm tüketiciler elektriği tekelden alacaklardır. Herkese eşit fiyatla satılacak, eşit fiyatla alınacaktır.

4. Fiyat ise tekelin yöneticileri tarafından değil, bilgisayarlara öğretilen formüllerle hesaplanacaktır. Öyle hesaplanacaktır ki, üretilen enerji tüketilen enerjiye eşit olacak, elektrik nakil dağıtım işletmesi, sattığı her enerji başına sabit bir fark alacaktır. Bu sabit fark, ihalelerle siyasiler tarafından belirlenecektir. Ayrıca fiyatı ayarlayan formüllerdeki hat sayılarda siyasiler tarafından tespit edilecektir. Formüller aynı zamanda kurallar olduğu için, artık müdahale söz konusu değildir.

Bu mekanizmanın çalışması için tekelin bütün arz ve taleplerini karşılaması gerekir.

Bu sorunun çözülmesi de fiyat formüllerinde ortaya çıkacaktır.

Formüller teknik kadar hukuk, hukuk kadar da tekniği ilgilendirir.

Bugün bir sorun çözülürken “teknik çözüm”ün yanında “ekonomik sorun” da çözülmektedir. O da tekel firmalarının kârlarıdır. “Halk ekonomisi”nde ise sorun makroda ekonomik olarak değil, hukuki bakımdan çözülmelidir. Firmaların kârlılığı değil de, tüm ülke ekonomisinin mikroda liberallik içinde gelişmesi hedeflenecektir. Kârlılığı o düzende halk düşünecek, onlar kendi işletmelerinin sorunlarını kendileri çözecektir. Kanunlar veya hükümetler firmaların ayrıcalıklı çözümleri üzerinde durmayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji sorunu ve çözümü - 3

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.11.2006

Bir firma nasıl kendi tesislerini kurarken kendi kârlılığını düşünürse, “hukuk düzeni”nde kurallar insanlığın kârlılığı olarak düşünülür. Ama insanlığın kârlılığı ile kişilerin kârlılığı paralelleştirilir. Öyle kurallar koymalıyız ki, ondan tüm insanlık yararlansın, ama o kurallar içinde kendi çıkarlarını düşündükleri zaman topluluğun da çıkarı oluşsun.

İnsanlıkta ana hedefler nelerdir?

  1. İnsanların sayılarını artırmak ve daha çok insanı besleyebilmek.
  2. İnsanların ortalama ömürlerini azami seviyede tutabilmek. Ömürlü makine gibi ömürlü insan üretmek.
  3. İnsanların bilgi seviyelerini artırmak, daha bilgili olmalarını sağlamak.
  4. İnsanlar arasında adaleti sağlayıp güven içinde yaşamalarını sağlamak. Hürriyetlerini korumak.

Burada görülüyor ki makroda hedef de yine insandır. Ama insanın bir tanesi değil de onların birlikteliği değerlidir. Mikroda ise herkes kendi varlığı için çaba gösterecektir. Kurallar öyle gelişmelidir ki, kişinin çıkarları ile topluluğun çıkarları eşit olmalıdır.

Bu hususu iyi kavramak için birkaç örnek verelim.

  1. Bir toplulukta hukukçuların görevi insanlar arasından nizaları kaldırmaktır. Ama böyle bir şey yaparlarsa kendileri aç kalırlar. O halde bugünkü avukatlık sistemi adil çözüm değildir.
  2. Doktorların işi insanların sağlığını korumaktır. Ama eğer hasta olmazsa doktorlar aç kalır. O halde bu çıkar paralelliğine aykırıdır.
  3. Eğer bakımcılar tamiratları sağlam yaparlarsa makineler arıza yapmaz, kendileri aç kalır. Bu da çıkar paralelliğine uygun değildir.
  4. Tekel için en kârlı durum, fiyatlar arasında o kadar fark yapılmalıdır ki, üretim yarıya inmelidir. Bu da insanlığın yarısının aç kalması demektir.

Demek ki, ekonomide tekel, çıkar paralelliğine aykırıdır.

*

Bu durumda tekniği öyle geliştirmeliyiz ki, halk ekonomisinde istenen serbest piyasa ve vakıf düzenlemesi yapılabilsin. Şimdi de meseleye bu pencereden bakarak bazı teknik bilgileri vermeye çalışalım.

1. Enerji tarıma benzer, bulunduğunuz yerde üretmek zorundasınız. Ham maddesini taşıyıp merkezi yerde üretemezsiniz. O halde enerji üreticileri enerjilerini üretip depo etmeli, istedikleri zaman da onu elektrik enerjisine çevirebilmelidirler. Tüketiciler de elektrik enerjisini istedikleri yerde alabilmeli ve kullanabilmelidirler. Demek ki, hukuk düzenini çözebilmemiz için dünyanın her yerine elektrik telleri ulaşmalı, insanlar gerekli enerjiyi çekebilmeli ve gerekli enerjiyi satabilmelidirler. Bu teknik geliştirilmelidir.

2. Enerjinin kalitesi standart hâle getirilmeli ve herkes o kalitede enerji üretmelidir. Elektrikte kalite iki yerde aranır. Frekansı sabit kalmalı, gerilim de standartlar içinde değişmelidir. Frekans birleşik şebekede zorunlu olarak sabit kalmaktadır. Frekans ayrı ayrı değişmemektedir. Bu da tüm elektrik araçlarının o frekansta çalışacak şekilde üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Voltaj ise standartlaştırılmalıdır. Bize göre onlu sistemi kullanmalıyız. Zayıf akımda 6 volt, evlerde 60 volt kullanılmalıdır. 60 voltta elektrik çarpma tehlikesi yoktur. Semtlerde 600 voltluk, ilçelerde 6000 voltluk, bölgelerde 60 000 voltluk, kıtalarda 600 000 voltluk hat ve trafolar kullanılmalıdır. Bunların yarıları ve katları da ek olarak kullanılabilir.

3. Her gerilim biriminde tek fiyat uygulanmalıdır. Uzaklık ve yakınlık fiyat farkını oluşturmamalıdır. Alt şebekeler üst şebekelere enerji satmalıdır. Fiyat uygulaması hep formüle göre yapılmalıdır.

4. En önemli husus ise sayaçların kart sistemine geçirilmesidir. Elektrik bedelleri karta şarj şeklinde ödenmelidir. Aboneler, tahakkuk, tahsilât, kesmeler artık kalkmalıdır. Halk bakkalda şarj ettiği kartı kullanarak elektrik çekebilmeli, şarj bitince elektrik otomatik olarak kesilmelidir. Semtler ilçelerden kartla enerji çekebilmelidir. İlçelere bölgelerden kartla enerji çekebilmedir. Bölgeler kıtalardan kartla enerji çekebilmelidir. Böylece tüm kaçakçılık da kendiliğinden önlenmiş olur. Saatte iki taraflı yazılacak, yani sen enerji verirken kartı şarj edecek, çekerken boşaltacak. Ancak katsayıları farklı olacak, giriş ve çıkış arsındaki fark işletmeye kalacaktır.

5. Trafo ve hatların bakımı ehliyetlilere ihale yoluyla verilecektir. İhaleyi alanlar teminatlı ehliyetli olacaklardır. En ucuzdan başlayıp gün gün artırılacak, en erken evet diyene kalacaktır. Hizmeti iyi yapmaması hâlinde hakemlere gidilecek ve ehliyeti elinden alınabilecektir. Teminatlı ehliyeti seçimle oluşan şuralar verecektir. Hatların bakım ve işletmelerini yapanlara sabit ücret değil, hatlardan geçen veya trafolardan geçen elektrik miktarı ile değerlendirilen bir ücret verilecektir.

6. Devletler kendi ülkelerinde üretilen enerjiden bir pay alacaklardır. Bu pay yeraltı fosil artıkları veya uranyum gibi tükenen enerji kaynaklarından yararlananlardan beşte bir, hidrolik ve rüzgâr gibi kaynaklardan beşte bir, gel git gibi kaynaklardan yirmide bir alacaklardır. Onun dışında elektrik dağıtım ve tüketiminden dolayı bir vergi almayacaklardır. Savaş sırasında enerji kaynaklarının dağıtım ve tüketim yerlerini tahrip edenler suçlu sayılacak, savaş bittiğinde savaşı kazansalar bile bu tahribatı tazmin etmek zorunda bırakılacaklardır. Enerji, siyasi baskı aracı olmayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

“HAVF, CÛ’, NAKS…” [1]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.11.2006

Kur’an’a göre, insanlar imtihan olunurlar, müslimler de imtihan olunurlar;

HAVF/KORKU, CÛ’/AÇLIK, NAKS/MALDA EKSİKLİK” (Bakara, 2/155) ile imtihan olunurlar.

İmtihan olunurlar ve imtihanı kazanan müslimler mü’min olurlar.

HAVF” siyasi baskıdır, “CÛ’” ise ekonomik baskıdır. Gelirlerin az olması, hattâ bazen insanın işsiz kalıp yiyecek dahi bulamamasıdır. Kur’an’ın bu haberi inananları sevindirecek bir haberdir. Çünkü mü’minler arasında zengin olana pek rastlayamazsınız. Rastlasanız bile onlar müslim seviyesindedirler. İnananların pek çoğu günlük giderlerini zor karşılamaktadır. Hele gerçekten “mü’min” olacaklar için bu durum çok daha ileri safhada olabilir. Buradaki “Bi Şey’in/ Bir şeyle” den anlayacağız ki, bazen o duruma düşerler demektir. Yoksa her zaman aç olurlar anlamında değildir. O duruma düştükleri zaman imtihanı kazanmışlardır, sınıfı geçmişlerdir. Artık imtihan korkusu kalmamıştır. Bunlar çok zengin hâle de gelebilirler. Çünkü sınıflarını geçtiler.

HAVF/KORKU, CÛ’/AÇLIK, NAKS/MALDA EKSİKLİK” (Bakara, 2/155) yani üçlü sistem kullanılmıştır. Aslında havf cû’u da kapsamaktadır, cû’ da naksı kapsamaktadır. Fakat bunlar farklıdır.

Havf” psikolojiktir. Olmamışlardan korkmadır. “Cû’” ise fiilen yaşamadır, bedenîdir. Üçüncü olarak da “mal” yani “malda eksiklik” gelmiş oluyor. Psikolojik imtihan, biyolojik imtihan, mâli imtihan budur işte.

İmtihanı beklememiz gerekir. Korkunun en ağırı siyasi baskıdır, tehdittir. Açlık ondan sonra gelir. Mal ise en hafif olanıdır. Kaideye göre, hafiften başlayıp şiddetlisine gitme sözkonusu iken, Kur’an’da ters sıra takip edilmiştir. İlk bakışta bu belagata aykırı gibi görünür. Oysa insanlar siyasetten en az korkarlar. Açlıktan daha çok korkarlar. Hele eğer malları varsa, onu kaybetmekten canını kaybetmekten çok korkarlar.

Allah burada bize insan psikolojisini anlatmaktadır. Bunun böyle olduğu, bundan sonra gelen mal ile ilgili imtihanda üçlemenin yapılmasından anlaşılmaktadır. Böylece bu âyette üçlü sistem uygulanmıştır. Aslında bu da ikilidir. Çünkü siyasi baskı ve açlık bedene ârız olan imtihandır. Diğeri ise mala ârız olmaktadır. Hakeza, mala ârız olanlarda da üçlü değil ikili sistem vardır.

Emvâl ve enfüste noksanlık mevcut olanların kaybıdır.

Halbuki semerâttaki noksanlık kazançta noksanlıktır.

Bu da, insanların en az üzülecekleri bir şey olması gerekirken, en şiddetli olarak Kur’an’da yer almaktadır. Çünkü insan sosyal varlıktır, ekonomik varlıktır, dolayısıyla insan sosyal ve ekonomik seviyesini düşürmek istemez. İntiharların çoğu bun[lar]dan dolayı olmaktadır.

***

“EMVÂLDE NOKSANLIK.” (Bakara, 2/155)

Zengin iken fakir olabilirsiniz, elinizdeki servet gidebilir. Hiç umulmadık bir zarara uğrayabilirsiniz. Günümüzde darbe hiç beklemediğiniz bir yerden gelebilir. Hiç borcunuz olmadığı halde sahte senet ile borçlu kılınabilirsiniz. Mahkemeye verir, rüşvet kullanır, sizden alacakları paranın yarısını avukatlara verir, sonunda mahkum olur ve ödeme yapabilirsiniz. Yahut vergi borcunuz olmadığı halde, birden size bir vergi tahakkuk eder, altında ezilip gidersiniz. Sigorta cezaları gelebilir. Makineniz çalınabilir. Kaza geçirebilirsiniz. Bütün bunlar beklemediğiniz mal noksanlığı olabilir. İmtihandasınız…

Bakalım ne yapacaksınız? Bu durumları nasıl karşılayacaksınız?

***

“NEFİSLERİNİZE BİR ŞEY GELEBİLİR.” (Bakara, 2/155)

Kolunuz kırılır, hasta olursunuz, kör olursunuz, beklenmedik hastalık gelebilir, aranızda ölenler olur. Bunların yanında en önemlisi aynı partide, aynı cemaatte birlikte çalışırken, bir de bakarsınız ki bir arkadaş[lar]ınız sizi terk edip gider. Bütün çalışmalarınız, gayretleriniz, ümitleriniz birden yıkılır. İşte bu da nefislerde eksilmedir.

Cemaatleşmek zordur ama dağılmak kolaydır.

III. bin yılın başında, aramızda bir peygamber olmadan, sadece Kur’an’a dayanarak bir uygarlık/ yeni bir uygarlık kurulacaktır. Bunu kuracak olanlar bizim gibi sade insanlardır. Bizim hâlimiz de işte böyle olacaktır. Ama bu uygarlık kurulacaktır. Çünkü onu biz kurmayacağız, O kuracaktır, O’nun kaderinde vardır.

Biz sadece bu kuruluşta görev almak için okula devam ediyoruz, imtihanlara giriyoruz. Sınıfta kalabiliriz ama Allah hiçbir zaman amellerimizi zayi etmez. Üst sınıfa geçemesek de, mü’min olamayıp müslim olarak kalsak da, yine de kazançlı olacağız. Çünkü bir şeyler öğreniyoruz.

 

 

***

 

 

 

 

 

“HAVF, CÛ’, NAKS…” ve

“Sabredenleri müjdele” - [2]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.33.2006

“Semerelerin noksanlığı ile sizi imtihan eder.” (Bakara, 2/155)

SEMERE” meyve demektir, ama aynı zamanda kazanç demektir. Yani, mallardaki artmadır. Hattâ nüfustaki artma da semeredir. Bunun için enfüsten/ nefislerden sonra getirilmiştir.

Yeryüzü insanlarındır, çalışır ve yaşarlar. Nüfus artar. Kişi başına üretim de artarsa uygarlaşma olur.

Mesela, bir kimse günde bir kilo şey ile geçinir. Bunu iki kilo kabul edelim. Bu iki kiloyu yemek için kaç saat çalışılmalıdır? Hayvanlar bunun için tam gün çalışırlar. Bu sebeple onlarda uygarlaşma yoktur. Oysa insan kullandığı araçların yardımı sayesinde bu geçinme için çalışma saatini çok azaltmış, belki bir saate, belki yarım saate indirmiştir. Kalan saatlerini nüfusu artırmak ve daha fazla nüfus besleyebilmek için  kullanmaktadır.

İşte bu “SEMERE” olmaktadır.

***

Bir başka gözle bakacak olursak, bir insanın yaşaması için belli büyüklükte yere ihtiyaç vardır.

Mesela, buğdaydan hareket edelim. Acaba insan bu buğdayı kaç metrekarede yetiştirmekte, bir dönümden kaç kilo buğday alabilmektedir? Ne kadar az yerde o miktarda buğday elde ederseniz, semereniz o kadar geniş olur. Çünkü o yer o kadar fazla nüfusu besler hâle gelir.

Bununla beraber yeni yerler keşfetmek de semeredir.

Eskiden susuzluktan ekilmeyen yerler şimdi sulama ile ekilir hâle gelmiştir. Eskiden soğuk sebebiyle ekilmeyen yerler şimdi sera sayesinde ekilir hâle gelmiştir.

İşte bu semeredir.

Deniz tarımına henüz başlanmamıştır. Başlansa bile, henüz yeterli büyüklüğe ve verimliliğe ulaşılamamıştır. III. bin yıl deniz tarımının yapıldığı bir uygarlık olabilir.

Henüz göklere gidilip oralarda kentler oluşturulmamıştır. Bir gün gelecek, insanlar hidrojen enerjisini doğrudan kullanacaklar, böylece uzaya yayılma imkânını bulacaklardır.

İnsanlar her zaman semerelerini artırabilir, yeni üretim yerleri üretebilirler. İnsanlardaki bu genişleme ve yayılma hırsı o kadar fazladır ki, aç kalmaktan daha çok bu konudaki başarısızlıklarına üzülürler. Nitekim Allah da insanları bu duyguları ile imtihan eder.

Bu arada başarı gösterenler sınıfı geçmiş olurlar.

***

“SABREDENLERİ TEBŞİR ET/ SABREDENLERİ MÜJDELE.” (Bakara, 2/155)

Daha önceki bir âyette, “Sabır ve salâtla istiane edin. Allah sabredenlerle beraberdir.” denmişti.

Burada ise “SABREDENLERİ MÜJDELE” (Bakara, 2/155) denmektedir.

Böylece sabır üç defa teyid edilmiştir.

Her üç yerde de topluca sabırdan söz edilmektedir.

En zor sabır arkadaşların, dava arkadaşlarının birbirine sabretmesidir.

İnsanlar birbirine yaklaştıkça dikenler daha çok batmaya başlar.

Ancak o dikenleri söküp atabilmek için yakınlığımız devam etmelidir.

Canımız sıkılınca hemen canımızı sıkanın çekip gitmesini isteriz.

Onun gitmeyeceğini anladığımızda biz çekip gitmeye kalkışırız.

İşte sabır burada biter.

Oysa, öyle topluluk oluşturmalıyız ki, birbirimize sabretmeliyiz, sabırlı olmalıyız.

Cemaatimiz, topluluğumuz, partimiz sabır ve sebat üzerine oturmalıdır.

Arkadaşımızdan gelen üzücü bir durumla karşılaştığımızda sevinmeliyiz.

İmtihana alındık demektir.

Sabredebiliyorsak, o zaman mü’minlerden olacağız demektir.

Yaşadıklarınızı düşünün; olaylar sizi bu konularda imtihan etmektedir.

Sabredenler kazanacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yönetim ve zaman - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.11.2006

Yaşadığımız çağda insanlar, özellikle yönetici konumunda olan insanlar, en çok zamansızlıktan veya zamanın yetmediğinden şikâyet ediyorlar.

Birçok şeyin zengini olduk ama aynı zamanda zaman fakiri olduk! Zaman iyi kullanılıp değerlendirilmediğinde alınması gereken verim alınamıyor, işler aksıyor veya yürümüyor.

İşletme sahipleri ve yöneticiler, konumları gereği zaman yönetiminin önemini çok iyi kavramış durumdalar. Yönetenler bunun farkında da, acaba yönetilenler ne durumda veya iki taraf yani yönetenler ve yönetilenler zamanı en verimli ve koordineli bir şekilde iyi kullanabiliyorlar mı?

[Yazı genel hatlarıyla kafamda oluşmuş olmasına rağmen, bu yazıyı gündüz ve sabah yani öğleden önce yazmaya çalışıyorum (22.11.2006 Çarşamba). Normal günlük mesai akışı içinde planlaması önceden yapılmış günlük randevulu görüşmelerimizi yaparken, -elbette gelen telefon görüşmelerini yaparak- zamanı en iyi şekilde değerlendirerek aralarda bu yazıyı yazıyorum. Demek istediğim şu ki, bu yazıyı yazarken bile zamanı en iyi şekilde değerlendirme meselesini bizzat kendim de şu anda yaşıyorum.]

***

Bu kadarcık girizgâhtan sonra, gelelim asıl meselemize ve belki de makaleler dizisi hâline dönüşmesi muhtemel “yönetim ve zaman” ya da “zaman yönetimi” konumuza. Bu yazının yazılma vesilesi, Dünya gazetesi (21.11.2006) ‘yorum-inceleme’ sayfasında yayımlanan “Zaman yönetimi” başlıklı yönetim danışmanı Fevzi Kostak’ın yazısı oldu. İş arkadaşım yazıyı önce bana gösterdi. Diğer arkadaşım iş arasında yazıyı okurken, bazı bölümlerin altını çizdi. Bu vesileyle zaman zaman gündemimize gelen “yönetim ve zaman” ile ilgili notlarımıza tekrar tekrar baktık, aramızda kısa kısa değerlendirmeler yaptık.

Çağımızda, daha doğrusu son yıllarda, özellikle büyüyen firmalarda “zaman yönetimi” kavramı ön plana çıkmaktadır.

Zaman yönetimi eğitimi ile çalışanlara zamanı nasıl daha iyi kullanabileceklerini öğretmek başta işletme sahiplerine, işletme yöneticilerine ve yönetilenlere önemli katkılar sağlamaktadır.

Bu katkıları gören işletme sahipleri zaman yönetiminin önemini daha iyi kavrıyor ve sürekli eğitimlerle bu bilinci oluşturmaya çalışıyorlar.

Zaman kavramı herkes için aynı anlamı taşır.

Yıl 365 gün, hafta 7 gün, gün 24 saat, saat 60 dakika, dakika 60 saniye.

Dolayısıyla zamanı çoğaltmak, üretmek, depolamak, geri almak mümkün olmamaktadır. O halde önemli olan zamanı en iyi ve en verimli şekilde nasıl kullanırız, ona bakmalıyız.

***

İşletmelerde gördüğümüz en belirgin zaman kaybı, plansızlıktan kaynaklanmaktadır. Yapılacak işlerin, görüşmelerin, yazışmaların, toplantıların, denetimlerin ve yönetimlerin plansızca, belirsizlikler içinde yapılması zaman kaybının temelini oluşturmaktadır. Çözülmesi çok da zor olmayan plansızlık sorununu ortadan kaldırmak zor değildir. Büyük firmalarda işletme yöneticilerinin plan ve programını genelde asistanları yapmakta ve yönlendirmektedir. Diğer küçük ve orta ölçekli kuruluşlarda yöneticiler planlarını ve programlarını kendileri yapmak zorundadırlar.

Ülkemizde gözlemlediğimiz olay, yöneticilerin, yazmayı ve not almayı sevmedikleridir. Bu da unutmaya ve yoğun iş ortamında birçok şeyin gözden kaçırılmasına sebep olmaktadır. Özellikle yöneticilerin halının altına süpürdükleri sorunların tekrar karşılarına çıkmasıyla büyük zaman kayıpları oluştuğunu görüyoruz. Sorunları zamanında, etkili ve net bir biçimde çözemeyen, kendini sorunun çözümünde alacağı kararda yeterli görmeyen yöneticiler bu tür sorunları erteleyerek zamanlarının çoğunu boşa harcamaktadır. Yöneticiler için en önemli zaman kayıplarından biri de şirket sahiplerinin yetkilerini devretmek istememeleri nedeniyle oluşan zaman kaybıdır.

Yöneticiler her şeyi kontrol etmek ve her işi kendileri yapmak ister. Günümüzde bu tür istekler yerini iyi planlanmış görev tanımlarına, iş talimatlarına ve çalışanlara yetkilerin verilmesine bırakmıştır. Özellikle üst yönetim yetkilerinin bir kısmını alt personele dağıtmak zorundadır. Örneğin çalışanların yemekhanede hangi düzende oturacaklarının belirlenmesi şirket sahiplerinin ve üst yönetimin sorunu olmamalı. Bu tür işleri ya personel müdürüne ya da yemekhane görevlisine bırakabilmelidirler. Önemli olan işlerin bırakıldığı kişinin, işi yapabilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Gelişen toplumlarda çalışanların talepleri her geçen gün artmaktadır. Üst yönetim, çalışanların istek ve taleplerine olumlu ya da olumsuz cevap verebilmelidir. “Meşgulüm, bitirmem gereken bir işim var, yapamam…” gibi kavramları birçok şeyi göze alarak söyleyebilmelidirler.

İşletmelerde zaman yönetimi konusu ne zaman gündeme gelse, ilk akla gelen, her nedense masa düzeni oluyor. Hâlbuki bu denizde damladır. Masanızın düzenli olması zamanınızı iyi yöneteceğiniz anlamına gelmez, sadece bir nebze olsun size yardımcı olur.

Yönetim ve zaman” konusuna devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Yönetim ve zaman - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.11.2006

Yönetim ve zaman” ya da “zaman yönetimi” konumuza, kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Üst yönetim ve şirket sahipleri zamanlarının çoğunu telefon görüşmeleri ve yazışmalarla geçirmekteler.

Acaba olan ve yapılan doğru mudur?

Hayır!

Peki, olması ve yapılması gereken nedir?

Burada sekreteryaya önemli görevler düşmektedir. Telefon bağlantılarını yetkili birimlere yönlendirmek onların görevidir. Her bağlantıyı genel müdüre aktaran sekreter, şirketin verimliliğini yarıya düşürür. Buradan da anlaşılacağı üzere zamanı yönetmek, kaliteli yönetim anlayışı, kurumsallaşma gibi kavramları başarmak isteyen firmalar bunu işini bilen, verilen her görevi en iyi şekilde başaracak, sizleri anlayabilecek ve yeri geldiğinde kararlar alabilecek yetkin çalışanlarla başarabilecektir.

Edindiğimiz tecrübelerden öğrendiğimiz ve tavsiye edeceğimiz şudur; Pareto analizini her işinizde uygulayın. Sorunları belirleyin, önem sırasına göre sıralandırın ve çözmeye en önemliden başlayın. Az önemlilerin çözümünü alt personele bırakırsanız, hem onların kendilerine olan güvenleri güçlenecek, hem de işletme içinde motivasyonları artacaktır.

-Her işi kendiniz yapmaya çalışmayın, zaman en pahalı gerçektir.

-Zamanı boşa harcamayın, çalıştığın ortamlarda bürokratik yapılanmayı en aza indirin.

-Boşa kırtasiye işlemleri oluşturmayın. Fazla çalışarak zamanı iyi kullanamazsınız.

-Fazla çalışmak sizi ailenizden, çevrenizden ve birçok olgudan geri bırakacaktır. Belki de sağlığınızdan olacaksınız.

-Unutmayın; önemli olan fazla çalışmak değildir, zamanı verimli kullanmaktır.

***

Zamanı kullanmanın en önemli anahtarlarından biri de teknolojik altyapının yeterli olmasıdır.

Günümüz dünyası, yenilik yapamayan ve yeniliklere ayak uyduramayanların silineceği bir dünyadır. Bu yüzden teknolojiyi sonuna kadar kullanmak gerekir.

Teknoloji bize o kadar çok şeyi o kadar büyük bir hızla sunuyor ki, artık organizasyonlar yenilik birimi kurup yenileşme hareketinde bulunmak zorunda hissediyorlar kendilerini.

Örnek verirsek;

-İşe giriş-çıkışın parmak izi okuyucuları ile yapılması denetimi azaltacak ve zaman kaybını önleyecektir.

-İç iletişimde e-posta ortamı veya sesli mikrofon iletişimi maliyetleri düşüreceği gibi zamanı verimli kullanmaya vesile olacaktır.

-Personelin yemek, ulaşım ve tuvalet ihtiyaçlarının kolay ulaşabilecek yerlerde olması da zaman kaybını azaltacaktır.

-Ayrıca depo, arşiv gibi birimlerin kolay ulaşılabilen yerlerde olması ve bu birimlerin düzeni, aranılan ürünün ya da belgenin kolayca bulunabilmesi de zamanı etkin bir biçimde kullanmayı sağlayacaktır.

***

Yapılması gerekenleri şöyle özetleyebiliriz;

- Her işi planlayın ve plan yapmaktan korkmayın.

- Her işi ya da birimi düzenleyin.

- Her işi bir standarda bağlayın.

- Yetkilendirmeden korkmayın, aksine teşvik edin.

- Şirketinizdeki eğitimleri çok farklı konularda da olsa artırın. Bilgi verimi artırır.

- Zamanım yok, zamanım yetmiyor gibi kavramları kullanmayın. Bu sizin yetersiz olduğunuz kanaatini uyandırır.

- Gereksiz her türlü görüşmeden kaçının. Kim, hangi konuyu, kiminle görüşecek belirleyin.

- İş hayatı her geçen gün gelişen rekabet ortamında daha da zorlaşıyor. Yeniliklere açık olun ve iş hayatınızı kendinize zor bir görev olarak yüklemeyin. Sosyal yaşamınızdan ödünler vermeyin ve akıl sağlığınızı koruyun. Para her şey değildir.

Sonuç olarak; zamanınızı iyi değerlendirin ve verimli yönetin. Zaman sizi yönetmesin (veya esiri yapmasın), siz zamanı yönetin.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

11. MÜSİAD FUARI – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.11.2006

Millî Gazete de Uluslararası 11. MÜSİAD FUARI’na katılıyor...

Yazımın başında -sonunda not olarak da hatırlatacağım üzere- yazayım, yarın inşaallah gazetemizin fuardaki standındayım. Fuara gelip de görüşmek isteyenlerle görüşmek dileğiyle…

Fuarın başlangıcında Uluslararası İş Forumu (İBF) bir organizasyon gerçekleştirdi.

Bu forumun platform olarak önemli bir gayesi var:

Afrika, Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan coğrafyada ortak sosyal değerler ve kültürel miras olarak tarihî “İpek Yolu” birikimini “Afro-Avrasya Ortak Pazarı”na dönüştürmek.

***

“Milliyet, Medeniyet, Nübüvvet”

Uluslararası İş Forumu’nun açılışında “Milliyet, Medeniyet, Nübüvvet” adlı bir sinevizyon gösterisi yapıldı ve bir bölümünde şu ifadeler kullanıldı:

“II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da düşünce, doğuda SSCB, batıda ABD yükselmeye başladı. Bu dev yaratıkların oluşturduğu düzen 50 yıl ayakta kalabildi. Soğuk savaş bitti, sıcak savaş başladı. İslâm dünyası yeni dönemin muharebe alanı seçildi. Bosna’da 250 bin Müslüman öldürüldü. ABD’nin Irak işgali ile İslâm dünyasına karşı yürütülen saldırı arttı. Katliamların ve işgallerin gerekçesi hep aynıydı, Müslümanları medenileştirmek! Nasıl bir nimetse, bu medeniyet hep yıkım ve ölüm getirdi. ‘Uygarlık’ diye tanıtılan şeyler insanlığın ortak değerleri değil, Avrupalı düşünürlerin fikirleri. Bu ‘uygarlığı’ yaymak için dünyanın beşte dördü sömürgeleştirildi. Şimdi Alman ve İtalyanlar birleşip Avrupalı olurken, Türkler, Araplar ve Farslar kendi içinde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya... Düştüğümüz yerden kalkmalı, Batı uygarlığının parçaladığı İslâm toplumlarını birleştirilmeliyiz.”

Doğrudur; düştüğümüz yerden kalkmalı, İslâm topluluklarını -başta ticarî ilişkiler olmak üzere- her türlü ilgili araçları kullanıp değerlendirerek birleştirmeliyiz.

Evet, birleştirmeliyiz ama nasıl?

Hazreti Adem’den çağımıza kadar kurulan bütün medeniyetler Allah tarafından görevlendirilen peygamberler tarafından kurulmuştur. Son Nebi ile nübüvvet kapısı kapandığına ve “El-ulemâu veresetü’l-enbiyâ/ âlimler nebilerin vârisleri” [Hadis] olduğuna göre, bundan sonra kurulacak medeniyetlerin kurucu önderler âlimler/bilginler olacaktır demektir.

İşte, Millî Görüşçülerin yaklaşık olarak kırk yıldır üzerinde çalışmakta oldukları “Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen” projesi aynı zamanda bir “medeniyet projesi”dir.

***

Safları sıklaştıralım…

Uluslararası İş Forumu (IBF) Başkanı Erol Yarar açılışta bir konuşma yaptı ve önemli şeyler söyledi. Söylediklerinin bir kısmını siz değerli okuyucularımla aynen paylaşmak istiyorum:

-Gelişmiş ülkelere para yollayıp onları zengin etmeyelim...

-Sadece camide değil, her platformda safları sıklaştıralım…

-Onlar sadece dünya için yaşayıp çalışıyor...

-Biz ise dünyayı, âhirete ulaşmak için yaşıyoruz…

-Sadece gelişmiş ülkelere para yollayıp onları zengin etmeyelim...

-Sadece camide değil, her platformda safları sıklaştıralım…

-Uluslararası sermayenin tahakkümünden kurtulmak için İslâm ülkeleri arasında IMF benzeri bir yapı kurulması gerekir.

Aynen katılıyorum.

Zaten, malumunuz olduğu üzere bu köşede hep bu minval üzere “tesbit-teşhis-tedavi/çare” önerilerimi yazıyorum; yazıyorum ama…

Başta MÜSİAD ve ASKON olmak üzere, bu yazılanlara ilgi -veya daha çok ilgi- bekliyorum; hattâ “bekliyoruz” diyorum ve bunu da bütün çalışma arkadaşlarım adına yazıyorum…

 

Önemli Not: Yarın 11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı’nın Millî Gazete standında olacağım. Gelen ziyaretçilerle görüşmek duâ ve dileklerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

11. MÜSİAD FUARI - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.11.2006

MÜSİAD FUARI yıllar önce memleketim İzmir’de başlamış. 1993 yılında “İEF/İzmir Enternasyonal Fuarı” alanında başlatılan “MÜSİAD Güçbirliği Fuarları” üç yıl İzmir’de düzenlenmiş, 1996 yılından itibaren uluslararası hâle getirilmiş.

O “İEF/İzmir Enternasyonal Fuarı” ki; 1960’lı yıllardaki 32’incisinden yani çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan itibaren, her yıl fuar mevsimini hep dolu dolu yaşardım. Bu yaşama da, daha sonraki hayatımın her bölümünde yararlanacağım ve hâlen yararlanmakta olduğum “esnaflık” veya küçük çaplı “ticarî faaliyetler” şeklinde cereyan etmiştir. İlk yıllarda çalışmalar yapan büyüklerimin yanında çalışırken, daha sonra yaşımla mütenasip ilk ekonomik faaliyetlerimi müstakil olarak yapmam şeklinde gerçekleşmiştir.

İzmir Enternasyonal Fuarı çalışmalarım, maceralarım ve hatıralarım pek çoktur.

Burada onları anlatacak değilim.

Asıl demek istediğim, iş hayatımın ilk yıllarından itibaren fuarın ne demek olduğunu ve fuarcılığın ekonomik hayata etki ve katkılarını, bizzat yaşayarak öğrenmişimdir…

MÜSİAD kurulup da İzmir’de teşkilatlanmaya ve bu fuarları organize etmeye başladığında, MÜSİAD İzmir Şubesi Sekreteri Kazım Erten arkadaşımın heyecan ve çalışma gayretini bu vesileyle bir kere daha hatırladım…

Nerden nereye?..

- Bir, iki, üç.. sekiz, dokuz, on…

Ve;

- 11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı…

Ve de;

- Millî Gazete 11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı’nda…

Ama beni en çok duygulandıran, heyecanlandıran ve düşündüren şey;

- Millî Gazete köşe ve ekonomi yazarı olarak, gazetemizi temsilen gazetemizin standında gelen misafirlere hizmet etmek ve çok yönlü görüşmeler yapmak…

Nerden nereye?..

***

Ana hedef yurtdışına açılmak…

11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı ile ilgili haber ve değerlendirmeleri günlerdir medyadan takip ediyoruz. Yapılanları yazmak veya konuşmak kolay ama yapmak yani organize etmek zordur.

Dile kolay;

- 55 ülkeden 1500’den fazla işadamı…

Ve;

- MÜSİAD üyesi 2700 işadamı…

Ve de;

- İstanbul CNR Expo Fuar Merkezi’nde açılan fuarda 350’si yerli 852’si yabancı firma ürünlerini sergiliyor…

- İslâm ülkelerinden çok sayıda firmanın standının yer aldığı fuarda otomotivden elektroniğe, inşaattan tekstile, gıdadan ambalaja kadar birçok sektör bir araya geliyor…

- Hedef, “Anadolu Aslanları”nı, “Anadolu Kaplanları”nı yurtdışına açmak…

***

Partner ülke Suriye’den “Şam Köyü”

1993 yılında İzmir MÜSİAD’ın başlattığı “MÜSİAD Fuar Kervanı” 11. defa yola çıkmış durumda…

MÜSİAD Genel Başkanı Dr. Ömer Bolat’ın fuarın açılışında dediği gibi; “Daha kurumsallaşmış, modernleşmiş ve gelişmiş bir konuma kavuştuk... Burada Türkiye’nin yükselen değerlerini temsil eden işletmelerin ürünleri ve hizmetleri ile Avrasya’nın ürünleri ve işadamlarının büyük buluşması gerçekleşiyor... Fuarımız bu yıl metrekare itibariyle yüzde 50 büyürken, yabancı firma katılımcı sayısı ve yabancı ziyaretçi sayısı önceki fuarlarımıza kıyasla 3 katı bir artışla 2006 yılı rekorlar yılı olarak tescil edilmiştir…”

Bu seneki fuarda en çok hoşuma giden oluşum ve gelişme, komşumuz ve kardeş ülkemiz Suriye’nin “partner ülke” olarak “Şam Köyü” ile katılıyor olması. Şam Köyü 395 metrekarelik bir alanı kaplıyor. Suriye fuara 120 kişilik resmi ekiple katılıyor.

Suriye Ticaret ve Sanayi Bakanı Dr. Amir Hüsnü Lütfü de katıldı. Fuarda Suriyeli işadamları 395 metrekarelik bir alanda “Şam Köyü” kurdular. Fuarın ilk gününden itibaren “Şam Köyü”nde yoğun iş görüşmeleri yapıldı; son gün olan bugün (Pazar) de yapılıyor olacak…

Tekrar Hatırlatıyorum!

Bugün ben de fuardayım…

Millî Gazete standında buluşmak üzere!..

 

 

***

 

 

 

 

 

ÇAĞLAYAN MİTİNGİ ve MÜSİAD FUARI;

‘Bu Müslümanlar da çok oluyor!..’ (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.11.2006

Hafta içini yoğun iş temposunda geçirdikten sonra, insan hafta sonunu yani Pazar gününü dinlenme ve ailesi ile geçirmek ister. Genel olarak böyle yapılır. Nitekim ben de öyle yapıyor gibi olsam da; Pazar günlerim ilmî çalışmalarımızla ilgili haftalık metinleri derleyip toparlama ve redakte ettikten sonra son şeklini verme günümdür. Evet, öyledir ama, bu Pazar günü öyle olmadı.

Haftanın tamamını yoğun iş görüşmeleri ve çalışmaları ile geçirdikten sonra, Pazar günü ilmî çalışmalarıma hiç vakit ayıramamacasına, farklı bir hafta sonu yaşadım:

ÇAĞLAYAN MİTİNGİ

ve

MÜSİAD FUARI…

-Saadet Partisi’nin “Papa Gelmesin Mitingi”

ve aynı gün

-11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı’nın son günü...

*

Pazar sabahının erken saatlerinden itibaren arkadaşlarla iş yerinde buluştuktan sonra başlayan yoğun tempo, günün geç saatlerine kadar devam etti.

Reklamcılık mesleğimin verdiği alışkanlıkla olsa gerek, o gün kendi kendime -malum meşhur ‘Bu Türkler de çok oluyor!..’ reklamından mülhem- bir slogan geliştirdim ve her önüme gelene gün boyu tekrarlayıp durdum:

-“Bu Müslümanlar da çok oluyor!..”

Müslümanlar, bırakınız hafta içini, artık hafta sonlarını bile yoğun, canlı, hareketli ve bereketli geçiriyorlar… Gün boyunca kırk yıldır yurt içinde ve yurt dışında tanıştığım o kadar çok dostumla karşılaştım ki, anlatılır ve yazılır gibi değil…

İsim, kurum, kuruluş ve dostları saymaya ve de yazmaya kalksam, sayfalar ve sütunlar yetmez; yine de hepsini yazamayacağım için de yazamadıklarım gücenir…

En iyisi isim yazmamak ama olanları yeniden yaşarcasına hatırlamak…

Evet; -“Bu Müslümanlar da çok oluyor!..”

*

Bu satırları gece TV5’ten ÇAĞLAYAN MİTİNGİ’nin tamamının tekrarını baştan sonuna kadar dinlerken yazıyor ve günün bir bölümünü adeta yeniden yaşıyorum…

Pazar günü 11. Uluslararası MÜSİAD FUARI’nın son gününde Millî Gazete standında görevliydim. Sağ olsunlar, ‘gazetedeki yönetici arkadaşlar dış görev yazmış’ esprisi yaptım.

İyi ki yazmışlar. Başta MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat ve YİMPAŞ Başkanı Dursun Uyar olmak üzere, yurt içinden ve yurt dışından pek çok dostumla görüşme fırsatı buldum.

Bazı görüşmeleri, fuarın en güzel ve kapsamlı (180 sayfalık ve birinci hamur kâğıt baskılı ‘MÜSÜAD Fuarı Dergisi’ yani) ilavesini hazırlayan ekibe önderlik eden Millî Gazete köşe yazarı ve ilave editörü Nedim ODABAŞI ile birlikte yaptık. Akşamın finalindeki son görüşmelerimizi Genel Müdürümüz Yılmaz BAYAT’ın katılımı ile gerçekleştirdikten sonra, fuardan birlikte ayrıldık.

Sonuç itibariyle, gün boyu yaşadığım yoğun görüşme tempo ve trafiğinin ardından, duygu ve düşüncelerimin sıcaklığında yazıyorum ve diyorum ki…

Doğrudur; -“Bu Müslümanlar da çok oluyor!..”

Saadet Partisi’nin ÇAĞLAYAN MİTİNGİ

ve MÜSİAD’ın 11. Uluslararası FUARI…

Dış medyadan “Çağlayan Mitingi”nin etkilerini izliyorum: Telegraph, Newsweek, Le Monde, Times, Le Figaro, The Independent ve diğerleri… İngiliz The Independent Gazetesi, diğer tüm açılardan Papa’nın Türkiye ziyareti’nin “cehennem yolculuğuna” benzemeye başladığını öne sürdü. Fransız Le Monde Gazetesi ise, “16’ıncı Benedikt için Türk Tehlikesi” başlığı ile bir analiz yayınladı. The Sunday Times da, “Papa bir Türk kazanına uçuyor” başlıklı haberinde, Türkiye ziyareti sırasında Papa’ya yönelik protestoların olacağını yazdı…

Ne diyorduk?

“Bu Türkler/ Bu Müslümanlar da çok oluyor!..”

 

 

***

 

 

 

 

 

PAPA MİTİNGİ, MÜSİAD FUARI

ve MOTİVASYON (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.11.2006

Yazımın dünkü bölümünde Saadet Partisi’nin “Papa Gelmesin Mitingi” ve aynı gün 11. Uluslararası MÜSİAD Fuarı’nın son günü ile ilgili izlenimlerimi yazdım.

Gün bitip de bu yoğun günün özünü, özetini ve sonucunu tek bir kelime ile anlat diyenlere “motivasyon” kelimesini gayri ihtiyari söyleyerek cevap verdim.

Sonra düşündüm, bu kelime zihnime nereden geliverdi? Birden hatırlayıverdim, hafta içinde “motivasyon” başlıklı bir yazı okumuştum, oradan kafama takılmış olsa gerek.

‘Damlacıklar’ köşesinde Berna Sağlam Naipoğlu “motivasyon” makalesinde bazı hatırlatmalarda bulunmuş: “Bir şeyi yapma isteğini, yabancı dilden kazanılmış ama dilimize yerleşmiş olan “motivasyon” kelimesi ile tanımlarız. Yapılacak birçok şey var hayatımızda. Bazısı iş, bazısı eylem, bazısı da söylenecek söz niteliğinde.

Ne olursa olsun yapılacak şeyi yapmak için motivasyon gerekmektedir.

Bu motivasyonu elde etmek ise ya insanın kendi kendine kazandığı ya da başka insanlar veya başka olaylardan aldığı güçle olabilmektedir…

Motivasyon gerçek bir başarı ve mutluluk anahtarı gibi…

Kendimizi ve çevremizdekileri yüksek motivasyonda tutmak, iyi hissettirmek, bir şeyi yapma isteğini sağlamak için her şeyden önce hayata olumlu bakma konusunda gayret göstermeliyiz.

Sonra da enerji ve neşe katmalıyız her anımıza.

“Işık Habercileri” diye bir kitap okumuştum. Bu kitap her insanın yardımcı melekleri olduğunu ve bizim hayatımızı kolaylaştırmak için çalıştıklarını anlatıyordu. Bizim yapacağımızın ise sadece onlardan istekte bulunmak ve isteklerimize de gerçekten inanmak olduğunu söylüyordu. Bu meleklerin bile neşeli, eğlenceli insanları sevdiklerini; kasvetli, vesveseli ve hep olumsuz bakan insanları sıkıcı bulduklarını yazıyordu. Görüyor musunuz, düşük ve isteksiz hissettiğimizde sadece insanlar değil meleklerimiz bile mutsuz oluyor…”

“Papa Gelmesin Mitingi” ve “MÜSİAD Fuarı” siyasi ve ticari açıdan motive olmamızı sağladı.

*

Motive edici sözler

Mümin Sekman’ın derlemesiyle bir araya gelmiş “Dünyanın en motive edici sözleri” kitapçığından birkaç alıntı, motivasyon meselesini anlamamıza katkı sağlayacaktır:

-Motivasyon, insanlara yaptırmak istediğiniz şeyleri, kendileri öyle istiyorlarmış gibi yaptırma sanatıdır. Dwight Eisenhower   

-Aerodinamik yasalarına göre tombul ve tüylü arının uçamaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona kimse söylemedi ki uçuyor! Bir anne.   

-Başarı azim gerektirir, azim ise irade. Bazı hedefler, başarısız olmaya da değer. Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenebilmektir. P.Sweeney   

-Onların peşinden gidecek cesaretiniz varsa, bütün rüyalar gerçek olabilir. Walt Disney   

-Hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz. Claude Pepper   -

Bazıları her şeyi olduğu gibi görür, “Niçin” diye sorar. Ben hiç var olmamış şeyleri düşünürüm “neden olmasın” diye sorarım. Bernard Shaw   

-Başarısızlık, yeniden ve daha zekice başlayabilme fırsatından başka bir şey değildir. Henry Ford   

-Ne düşünürsek oyuz. Biz her neysek, düşüncelerimizden doğar, düşüncelerimizle biz dünyamızı yaparız. Buda   

-En korkulu anlarda bile ümidini kırma, unutma ki en lezzetli ilik, en sert kemikten çıkar. Sadi-i Şirazi   

-Hiç kimse sizin izniniz olmadan size kendinizi değersiz hissettiremez. Eleanor Roosevelt   

-Zorluklar, zamanında yapmamız gerekip de yapmadığımız kolay şeylerin birikiminden oluşur. Henry Ford   

-Eğer ağaca tırmanmak istiyorsanız yıldızlara çıkmaya niyet edin, başarırsınız. Konfüçyüs   

-Büyük insanlar bilirler ki, gönül gücü fiziksel güçten daha zorludur ve düşüncedir dünyayı döndüren. R. Waldo Emerson

-İki günü birbirine müsavi (eşit) olan ziyandadır. Hadis.

 

 

***

 

 

 

 

 

YİMPAŞ gerçeği nedir? - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

YİMPAŞ’a çok yönlü saldırılar var...

Acep nedendir?!.

Değerlendirmeler çok farklı. Bu hafta ben de YİMPAŞ gerçeğini kendi açımdan ele alacağım.

Çok Ortaklı Halk Holdingleri”nin YOZGAT yakasında en dikkat çekeni YİMPAŞ oldu.

Dursun Uyar’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu şirketin 41 mağazası, 17 fabrikası, 3 hastanesi, 12 oteli, Avrupa’dakilerle (97 bini Türkiye’de) 120 bin ortağı bulunuyor.

28 Şubat sürecine kadar bu “halk holdingi” ve bağlı şirketleri de hızlı büyüdü; tıpkı diğer 77’si gibi. Ancak bu sürecin sonunda ‘yeşil sermaye’ damgası yiyen “çok ortaklı halk holdingleri”nin büyümesine izin verilmedi, teşvikleri alenen engellendi. 1982-87 yılları arasında 21 defa sermaye artışı yapan YİMPAŞ, farklı bir darbe olan 28 Şubat 1997’den sonra sadece bir kez sermaye artırabildi!..

Bugün öncelikle YİMPAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar’ı dinleyelim.

Saldırı ve şikâyetler herkesin mâlumu…

Söz önce savunmanın, yani Dursun Uyar’ın.

-“YİMPAŞ kurulurken gaye ve hedefiniz neydi?” sorusuna Dursun Uyar şöyle cevap veriyor:

“1980 yılında işçiler, öğretmenler, memurlar bir araya gelerek tüketim kooperatifi kurduk. 1982’de 7 arkadaşla YİMPAŞ yani Yozgat İhtiyaç Maddeleri Pazarlama Anonim Şirketi kuruldu. 1984’te SPK’ya kaydolarak halka açık şirket hâline geldik. Gayemiz, Yozgat ve civarındaki vilayetlerde mağazalar zinciri kurmaktı. İhtiyaç deyince önce gıda, arkasından giyim ve konut geliyor. Bunların fabrikalarını kurduk. 1988’den itibaren kendi fabrikalarımızın bugün bulunduğu sahayı almaya başladık. 2 bin dönüm arazi alarak özel bir organize sanayi bölgesi meydana getirdik. 1 milyon metrekarelik mağazalar zincirine ulaştık. Sağlık ve otel ihtiyaç oldu, restoranlar ortaya çıktı. Tuğla, plastik, mobilya, tavukçuluk, ayçiçeği yağı fabrikaları kuruldu. Böylece YİMPAŞ sadece gıda maddeleri satan bir yer değil de, hem üreten hem ürettiğini satan, hem de insana hizmet eden bir şirket oldu.”

-“YİMPAŞ zarar mı ediyor?”

“Zarar edenler var ama öbür şirketler onu kaldırıyor. Konfeksiyonda zarar var. Ama genel olarak kâr ediyor. 1982’den 2005’e kadar 42 şirket kurulmuş, bunların üçü halka açık: YİMPAŞ AŞ, YİMPAŞ Holding ve YİMPAŞ Gıda Sanayi. Bunlar tepe şirketleri. Çok ortaklı bir şekilde sermayeleri topluyor, alt şirketlere veriyorlar. Nora, Yimteks, Aytaç gibi şirketler yıl sonu kârını konsolide olarak merkezî şirkete aktarıyor. O da halkla paylaşıyor. Bu şirketler bugüne kadar 296 trilyon vergi vermiş. Ortaklarına 136 trilyon lira kâr dağıtmış. Üç şirketin nominal parası 2 trilyon 423 milyara gelmiş. Bunun karşılığında 1 milyar 234 milyon marklık hisse almış. 170 gayrimenkulü var. Topladığı paranın en az iki katı değerinde gayrimenkule sahip…”

-“2001 krizinde şirketin zararı ne oldu?”

“Şirketten çok çalışanlarımızın zararı oldu. İnşaat şirketimiz çok iyi çalışıyordu, 5-6 bin işçi vardı. Kriz o dönemde en çok inşaatı vurdu. Mobilya, konfeksiyon sektörlerini vurdu. 15 binden fazla çalışanımız vardı, 9 bine indi. Halkın alım gücünün azalması bizi de vurdu.”

-“28 Şubat sürecinin olumsuz katkısı nedir?”

“Medyanın yayınlarından etkilenen bürokrasi bizi “Yeşil veya İslâmî sermaye” kategorisine ayırarak bu tip şirketlerin önünü kesmek için çalışmalar yaptı. Bürokrasideki insanların etkisi hem bize hem diğer şirketlere kötü bir şekilde yansıdı. Teşviklerimiz bir kanunname ile iptal edildi. Her yıl 15-20 tane açılışımız oluyordu. Sermayemizin yüzde 40’tan fazlası 28 Şubat’tan sonra girmiştir. Bürokrasi ters davranmıştır ama bunları duyan insanlar her yerde bize destek olmuştur. Medyanın bu tip şirketlere 1997’den beri vurması onları büyüttü aslında, onlara sahip çıkılmasını sağladı. Bu model yaralandı ama halk katında kötülenmedi, desteğin artmasına sebep oldu. Özellikle SPK o dönemde bu tip şirketlere hiçbir zaman kolay kolay artış vermedi. 1982-1997 arasında 21 defa sermaye artışı yaparak büyüdük. 1997’den 2000’e kadar üç yıl uğraştık ve bir defa çok zor izin alabildik. O zaman 21 günde 34 bin kişi kaydoldu. Bu şirketin yüzde 40’ına denk geliyor. 600 milyon marklık sermaye bankalar kanalı ile geldi. Üç defa artış yapacaktık, ona göre ayarlanmıştı. İkinci ve üçüncü izinleri alamadık ve ek sermaye girmedi. İzinleri alabilseydik 1 milyar 800 milyon marklık bir sermayeye ulaşacaktı... Kötü yapanlar ayakta kalsın demiyoruz ama iyi yapanların da önü açılarak bu modelin bütün Türkiye’ye yayılması lazım.

-Biz küçülmeyi düşünmüyoruz, çoğaltmayı düşünüyoruz. Bu modelin önü açılarak 120 bin ortaktan milyonlara ulaşılabilir...

-Yüzde 90 gibi bir paramızı mülklere bağladık. Nakdi az tuttuk. Enflasyon yüksekti, millet döviz olarak ortak oluyordu...

-Kredi kullanmıyoruz. Hiçbir banka (yurtdışı dâhil) ile anlaşmamız yok. Yurtdışından kredi almayı da düşünmüyoruz. Nakit sıkıntısını ihtiyacımız olmayan gayrimenkulleri satarak gideriyoruz…”

 

 

***

 

 

 

 

 

YİMPAŞ gerçeği nedir? - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı değerli dostum Dr. Burhan Özfatura, 8 Kasım günü Dünya ekonomi gazetesindeki köşesinde (arşivden bütünü okunabilir), YİMPAŞ meselesini gündemine aldı ve önemli değerlendirmelerde bulundu. YİMPAŞ mağduru olduğunu iddia edenler dâhil, YİMPAŞ aleyhine yazılan onlarca değerlendirmede haklı, insaflı, sağlıklı ve aklıselim sahibi tek bir yazı bile göremediğim için; Dr. Burhan Özfatura dostumun görüşlerini önemsiyor ve özetliyorum.

“Son günlerde, YİMPAŞ konusu, gündemi fazlaca işgal etmeye başladı. Ve kendi adıma, bunun gerekçesini analiz etmekte zorlanıyorum. Zira: -Konu, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Niçin, bugünlerde manşete taşınmaktadır? -Bu tür para toplayan holding sayısı çok fazladır. YİMPAŞ ve KOMBASSAN, bunların içinde, ortadan kaybolmayan ve “bir kasa-bir masa-bir de tabela” tarifine giremeyen; mevcutları -büyük ölçüde- topladıkları parayı karşılayabilecek; önemli sayıda kişiye istihdam imkânı sağlamış bulunan, iki kuruluştur... Gerçek kapkaççılar varken, niçin YİMPAŞ hedef seçilmiştir? -Şimdi feryat eden ve mağdur olduğunu iddia edenler, gerçekten mağdur mudur? Hem de mark bazında vaat edilen, yüzde 20-30 kâr payının, nasıl karşılanabileceğini hiç düşünmemişler midir? Paraları verirken, hangi garanti ve teminatlara güvenmişlerdir? Faizden kaçtık bahanesine sığınırken; garantili kâr payının, tam anlamı ile faiz kavramı içine girdiğini bilmiyorlar mıydı? Acaba, ara dönemde, kâr payı adı altında, ne kadar faiz almışlardır? Bu kadar çok kötü örnek varken, hiç ibret almamışlar mıdır? (1970 öncesi, -CHP Senatörü Suphi Baykam'ın başrolde olduğu- HASTAŞ olayı. 1980 öncesi banker faciası. 1980 sonrası, başta İmar Bankası ve Ege Bank olmak üzere, banka hortumlamaları. Yine, 1980 öncesi, yurtdışında, ismi var-cismi yok, halka açık şirketler kanalıyla vurulan vurgunlar.) Üç kuruş fazla alacağım hırsı ile hareket edenler masum sayılabilir mi? Hele hele, zararları karşılanacak diye, saçı bitmemiş yetim hakkı olan Hazine'den ödeme yapılabilir mi? İktidarın -oy avcılığı uğruna- bu davranışa tevessül etmesi, tasvip edilebilir mi?..

Peki suçlu kimdir? 1- Öncelikle, tamahkâr davranıp, aşırı hırsa kapılıp, parasını kaptıranlardır. Bile bile bu tuzaklara düşenlerdir. (Bunların çoğu da kültürlüdür!) 2- Türkiye'yi bir vurguncu, kapkaççı, hırsız, dolandırıcı, sahtekar merkezi haline getiren, “mevzuat düzenidir.” Bu düzeni, “hukuk düzeni” hâline getiremeyen, (bugünkü iktidar dahil) tüm iktidarlardır. 3- Elbette, vurguncu holdinglerin de suçu büyüktür. YİMPAŞ ve KOMBASSAN ise; profesyonel kadrolar kurmadığı, hep aile fertleri ve tanıdıkları kullandığı, “fizibilite” diye bir kavramı ciddiye almadığı, çok yanlış yatırımlar ve gereksiz harcamalar yaptığı, tek adam sistemi ile çalıştığı için, vebal sahibidir. Ancak; özellikle 28 Şubat döneminden sonra, bu kurumlara karşı (İstanbul dükalığının da koordinasyonu ile) “yeşil sermaye batırılmalıdır” uygulamasının etkilerini de ihmal etmemek gerekir. Zira, kanunlar ihlal edilmiş, çifte standart uygulanmıştır. (Mesela; KOMBASSAN, PETLAS’a İstanbul dükalığının -bedavaya- sahip olmasını önledi diye, her türlü zulme ve engellemeye maruz kalmıştır. Satış sözleşmesinde olmasına rağmen, sermaye artırımına izin verilmemiş, teşvik belgesi talebi de geri çevrilmiştir. Hatta, İzmir Seferihisar’da -yabancı yatırımcılarla beraber gerçekleştireceği- çok büyük bir termal sağlık merkezi de engellenmiştir. Bu zulümler, AKP döneminde de devam etmiştir ve etmektedir.)”

*

Gazeteci Nazlı Ilıcak Kanal 7’de YİMPAŞ ile ilgili bir program yaptı. İlgiyle izledim...

1967’de kurulan ve kırk yıldan beri Türkiye’de bu tür saldırılara en çok uğrayan “çok ortaklı Akevler topluluğu olarak” biz bu oyunları çok iyi biliyoruz. 1977 yılında Millî Selâmet Partisi’nin kongresi olmuştu. “Derin Güçler” malum sebeplerle Necmettin Erbakan’a karşı Turgut Özal’ı hazırlamış ve o da İzmir adayı olmuştu. Akevler olarak olaya müdahale edildi ve bu operasyon başarılı olmadı. “Derin Güçler” ile Akevler’in arası o tarihte açıldı. Akevler kurucularından birinin de ortağı olduğu, çok ortaklı Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’nın iflas ve tasfiyeden kurtarılması için Akevler’e başvuruldu. Ortaklar bularak onları kurtarmaya çalışırken büyük bir “İflas Şebekesi” ile karşılaştık!..

Sömürü sermayesi, Sanayi Kalkınma Bankası aracılığı ile Türkiye’ye krediler veriyor, sonra “Derin Güçler” aracılığıyla kurduğu iflas şebekeleri ile kredi alan firmayı batırıyor, böylece Türkiye’yi Osmanlı Devleti gibi borçlandırarak yıkmak istiyor. Önce İzmir’de deşifre ettiğimiz bu şebekenin tüm Türkiye’de organize olduğunu, görevinin de Türkiye’deki işletmeleri borçlandırarak iflas ettirmek olduğunu öğrendik. “Derin Güçler” ve işbirlikçileri karşımızda cephe almış ama Sanayi Kalkınma Bankası ve Yerel Mahkemeler bizimle beraber olmuş, çok ortaklı Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’nı da iflas ettirememişlerdi. “Derin Güçler” bu defa Akevler karşısında mağlup olmuştu. Fabrikayı iflastan kurtarmıştık, ancak çalıştıramıyorduk.

Ekip olarak Almanya’ya gittik ve yüz gün dolaşarak ortaklar aradık. Bize, ortak oldukları şirketlerin iflas ettiklerini söyleyerek ortak olmadılar. Camianın 50, Türkiye’nin ise 500 kadar şirketi batmıştı.

1980’li yılları anlatıyorum. Biz kendilerine; “Yemek yeseniz, mideniz bulansa ve kussanız, bir daha yemek yemez misiniz?” dedik ve onları ikna etmeye çalıştık. Dernekleri ve toplulukları gezerek, toplantılarda şemalar çizip faizin ve sömürünün kötülüklerini anlatıp ortaklığa çağırdık. Yüz gün tüm Almanya’yı dolaşarak yüzlerce/binlerce insanı ikna ettik.

Dursun Uyar ile Akevler işte o zaman karşılaşmıştır. Bundan sonrasını yarın anlatacağım.

 

 

***

 

 

 

 

 

YİMPAŞ gerçeği nedir? - 3

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Almanya’da tam yüz gün, biz adım adım “çok ortaklı faizsiz halk ortaklıklarını” anlatıp yerlerimizi değiştirirken, Dursun Uyar ertesi gün gelip bizi dinliyordu. Sonradan öğrendik ki; biz ekiyorduk, o biçiyordu…

“Derin Güçler”in Akevler’e hasımlıkları, bir yerden beş kuruş kredi almadan, sermaye koymadan, çok ortaklı Özdemir Çelik Döküm Fabrikası sorununu çözmemizdir. Çözümü çok basit şekilde yaptık. Alacaklılarla hissedarları anlaştırdık. Alacaklıları sermaye tezyidi yapmadan ortak ettik, herkese adalet içinde paylarını verdik. Hepsi bize gelip teslim oldular. Fabrika Akevler’in uhdesinde bugün de hâlâ çalışıyor...

İşte bu çözüm sömürü sermayesinin sömürmesine engel olmaya giden yolun ilk adımı olmuştur.

O tarihten sonra Dursun Uyar Beyi bir daha göremedik. Bir-iki defa görüşme talebinde bulunduk ama görüşemedik. Bu sebeple olsa gerek, geçen akşam kendisini dikkatlice dinledik. Başarılarını takdir ettiğimiz için gerek onu, gerekse Haşim Bayram Beyi severiz. “Adil Ekonomik Düzen”e giden uzun ve çileli yolda, onların faizsiz çok ortaklı halk ekonomisine büyük katkıları vardır.

Konuşmasını izlerken kendisinden emin, son derece güçlü, oturaklı ve ikna edici gördük. Haşim Bayram Beyi de, onu da sevdiğimiz içindir ki, onlara yardım etmek istedik. “Faizli düzen içinde batacaksınız, gelin adil ekonomik düzen işletmelerine gidelim” diye defalarca anlatmaya çalıştık; kulak vermediler!.. Allah’a hamd olsun, batmadılar ama kendilerine yapılmayan zulüm kalmadı. Biz kendilerinden fazla üzülüyoruz ama…

Yeterince görüşemediğimiz için çözüm önerimizi burada tekrar ediyoruz:

Allah “Zalim Düzen”de mü’minleri muvaffak etmez. “Zalim Düzen”de adalet olmaz. Gelin “Adil Ekonomik Düzen”e göre işletmeler kuralım; siz de kurtulun, ortaklarınız da. Şunu kesin olarak ifade etmek isteriz ki, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında “Adil Ekonomik Düzen İşletmeleri”ni kurmak için tek menfi madde toktur. Sorunumuz, -olsa olsa,- kanunları bilmeyen ve anlamayan, hattâ kötü niyetli bürokratlardır. Ama artık onları yenecek -başta bilgi olmak üzere- her türlü gücümüz vardır. Onlara kanunları öğretiriz.

Evet, Sayın Dursun Uyar Bey ve Sayın Haşim Bayram Bey! Gelin, sizi zengin eden halkın arasına dönün. Sömürü düzeninin içinde sömürenlerle mücadele etmeyin, sömürü düzenine karşı mücadele edelim, sömürülenleri ve sömürenleri bu beladan kurtaralım. Varlıkları onların olsun ama, sömürüden vazgeçsinler.

Hedef elbette Dursun Uyar/ YİMPAŞ, Haşim Bayram/ KOMBASSAN değildir, -hattâ AK Parti de değildir;- asıl hedef “Adil Ekonomik Düzen”dir. Biz kırk yıldır bizzat yaşayarak bunu bildiğimiz için sizin yanınızdayız. Artık bu gerçeği siz de anlayın ve Hakka giden yolda bizimle beraber olun. Vesselâm…  

*

DEVLET VE ADALET BAKANI NE YAPMALIDIR?

1. Devlet bankerzedeleri kurtardı. Banker Kastelli’nin hâlâ kâşaneleri var. Devlet bankerzedeleri ve bankazedeleri kurtardı, 48 milyar dolar borcu yüklendi. Bu yanlıştı. Holdingzedeleri kurtarmak da yanlıştır. Devlet hazinesinden 1 kuruşu bile bunlar için ayırmamalıdır. “Paranı verirken bana mı sordun?” sorusu, çok doğru bir sorudur. Ama bu soru bankerzedelere ve bankazedelere de sorulmalıdır. Faizi koruyup ticareti devre dışı bırakmak zulümdür, zulümdür, zulümdür…

2. Devlet bir kanun çıkarmalıdır. Borcunu ödeyemeyen işletmelere devlet el koymalıdır. Şöyle ki, hemen hakemlerden oluşan bir bilirkişi heyeti oluşturulmalıdır. Şirketin mevcut gerçek mal varlıklarını, borç ve alacaklarını, hisse sahiplerini tesbit etmelidir.

3. Devlet tüm kayıtlı ilgililere yazı yazarak alacaklarını bildirmelerini istemelidir. Yine başka bilirkişiler tarafından bunların gerçek hakları tesbit edilecektir. İsteyen sonra mahkemeye gider ama şimdilik devlet hakemlerin tesbit ettiği alacakları esas almalıdır.

4. Devlet, eğer şirketin mal varlığı borçlarından fazla ise borçluların borçlarını ödeyerek, o şirkete ortak olmalıdır. İşletmeler de yine borçlarını ödeyemeyen sahiplerine bırakılmalıdır. Sahibi işletme mülkiyetine sahip olmalı, yararlanma mülkiyeti ise ortakların ve devletin olmalıdır. Devlet hisselerini aldığı değerle (enflasyon varsa ilave edilecek) halka arz edecektir. Halk senetleri satın alınca özelleştirme de gerçekleştirilmiş olacaktır.

5. Şayet şirketin mal varlığı, borçları ve ana sermayesi karşılanırsa (enflasyon göz önüne alınarak değerlendirme yapılacaktır), o zaman sahibinden işletme mülkiyetini alacaktır. Payı varsa o da ortak olarak katılacaktır. Devlet değeri ile fabrikayı satın alacak, yine çıkacaklara ödeme yapacak ama değerdeki pay ile ödeme yapacaktır. Hissedar ile alacaklı tefrik edilmeyecektir. İşletmek için yeni yönetim oluşturulacaktır. Eski yönetici devlete olan borçlarını kapatmazsa, artık bir işletme yetkisine sahip olamayacaktır.

YİMPAŞ’a ve Dursun Uyar’a yapılan saldırı, “Derin Güçler”in sömürü sermayesi adına tezgâhladığı oyundur. Devletin görevi bu tezgahı bertaraf etmektir. DEVLET bunun için vardır. ADALET BAKANLIĞI bunun için vardır. Yozgatlı Cemil Çiçek bunun için Adalet Bakanı’dır…

Evet, Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek Beyefendi! Ya AKEVLER, YİMPAŞ, KOMBASSAN ve diğer çok ortaklı Türk halk şirketlerinin üzerindeki sömürü sermayesinin “Derin Güçler” aracılığı ile yaptığı bu zulümleri kaldırın, ya da orasını terk edin! Zulmedenlerin aracı olmak için oralarda oturmayın… Hemşeriniz Dursun Uyar Türk vatandaşıdır. Anayasaya göre siz onu başka devlete teslim edemezsiniz. Her gün basın ve yayın yoluyla ona hakaret edilmesine izin veremezsiniz. Ya bakan olun, muktedir olun; ya da gidin...

 

 

***

 

 

 

 

 

Cami, tekke, tarikat…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Ramazan ve oruç ayında olmamız münasebetiyle, gazetelerde önemli çalışmalar yayımlanıyor. Nuriye Akman röportajları da genellikle önemlidir. 24-26 Eylül günleri yayımlanan son röportajını, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile yaptı ve kimi bölümlerde çok önemli konulara temas etti. Geçtiğimiz günlerde bu köşede yazdığım bazı yazılardaki görüşlerimle örtüştüğü için bu önemli röportajın bazı bölümlerini aynen aktarıyorum.

-Diyanet İşleri’nin İslâm yorumu hakkında ne dersiniz?

-Diyanet’inki pozitivist İslâm yorumudur. İlâhiyat fakültelerindeki pozitivizm fen fakültelerinde yoktur. Bu da insanların manevi ihtiyaçlarını gidermekten uzaktır. Camilerimiz adeta soğuk, resmi devlet daireleri gibi olmaktadır. Minaresi bir futbol takımının rengine boyanmış bir caminin kutsallığı kalmaz. Orada başka bir şey vardır. Bundan dolayı bir manastır ile, bir meditasyon merkezi ile mukayese edildiği zaman camide o manevi havayı teneffüs edemeyen insanlar, camiden soğuyarak bu tür bazı spiritüel akımlara gitmektedirler. Bunu düşünsünler...

-Geçenlerde bir gazete haberi vardı. İlkokul öğrencileri yoga ile streslerini atıyorlar diye, dehşet içinde kaldım.

-Evet. Ve bu kanunen yasak değil. Aslında yoga, Hindu dininin bir tarikat pratiğidir. Olay bilimsel olarak budur. Ve Rene Guenon’a göre Hindu ırkından olana ancak manevi açılımı olabilecek bir şeydir. Her isim kendi enerjisini taşır. İslâm dini son vahiy olması sebebiyle içinde son Tanrısal formülasyonları barındırır. Bugün “om mani podme hum” deseniz, ki ‘Tanrı’ya hamd olsun’ demektir. Bu sözü bu şekilde söylemek ilericilik, son formülasyonuyla yani “elhamdülillah” demek gericilik olur. Oysa “Allah” kelimesinin taşımış olduğu spiritüel enerji “om” kelimesinin taşıdığı enerjiden çok çok fazladır.

-Tarikatlardaki çözülme Cumhuriyet dönemi yasaklarından önce mi başlıyor?

-Aslında 1925 yılı yani tekkelerin kapatılma hadisesi (yasaklanması değil) soğukkanlı bir şekilde hâlâ incelenmiş değil. Bu bir total, felsefi bir ret miydi? Bakınız tasavvuf yasaklanmıyor. Tekke ve Zaviye Kanunu ile beraber yasaklanan belirli işler var. Yani negatif bazı özellikler yasaklanıyor. Tekke ve Zaviye Kanunu’nun çıkması aslında tasavvuf ehline yardım etmiştir gibi bir görüş de var. Bazı Melamiler böyle düşünür. Meclis’te kapanmaları yönünde oy kullanan şeyhler vardır, Şeyh Saffet gibi. Neden, çünkü bir pıhtılaşma, tasavvufun ruhuna aykırı müesseseleşmeler oluşmaya başlamıştı. Bunun en tipik özelliği, özellikle Rumeli ve Doğu Anadolu tarikatlarını harap eden evladiyelik” usulü. Yani beşik şeyhi dediğimiz olay. Sizin babanız şeyhse otomatik olarak onun yerine geçiyorsunuz. Bu, tasavvufun ruhuna aykırı bir şeydir. Osmanlı’nın son devir büyük ariflerinden Kuşadalı İbrahim Halveti, Bediüzzaman’dan çok önce, biz dergahları kapattık, artık zaman dergah zamanı değildir demiştir. Çünkü dergahlarda sorunlar var. Zaman şimdi maneviyat zamanıdır dediler. Yani erkanlarını başka yerlerde ve başka şekillerde sürdürdüler. Ben Mustafa Kemal’in dergahları kapattığı esnada beyninin arka planında yatan zihniyetinin tasavvuf felsefesini külliyyen reddetmek olduğu kanaatinde değilim. Bakıyorsunuz, Sivas’ta falanca şeyh ile oturabilmekte. Kendi yakın arkadaşlarından tarikat mensubu insanlar olabilmekte, onlara bir şey demiyor. Yakın arkadaşı Mustafa İzzet Paşa, tarikat hizmetini ölünceye kadar sürdürdü. Cumhuriyet kadrolarında tarikat mensubu insanlar da yer alabilmiştir. Bu bağlantılarından dolayı dışlanmamışlardır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, bir Mevlevi dervişidir; ve saklamaz bunu, Konya’daki Mevlevi asitanesi bazı ayrı muamelelere uğrayabilmekte. Demek ki ortada mutlak bir redden ziyade bir düzenleme yapma ihtiyacı var. Dini hukuktaki kurallar burada da geçerli. Yani bu hüküm mutlak mıdır, mukayyed midir? Ben ilki olarak yorumlamayı tercih edenlerdenim.

-Mevleviliğin de biraz daha folklorik bir renge indirgenerek bu açığı kapatmak üzere devlet tarafından desteklendiğini düşünürüm.

-Değişik dönemlerde değişik tarikatlar gözetilmiştir politikada. Abdülhamid gözetmiştir, Kurtuluş Savaşı’nda kullanılmıştır, bu hep olmuştur ve olmaktadır. Aynı problemlerle ülkemizin Alevi maneviyat ocakları da karşılaşmaktadır. Ki Alevilik, bir dedeye bağlı olmak, bir tür bir tarikat faaliyetidir. Semah töreni bir zikir ayinidir.

-Mevleviyim demek tepki çekmez. Ama Nakşiyim, Cerrahiyim vs. demek soru işaretleri doğurur.

-Sebebi yine aynı şey. Bu konu bilimsel olarak bir zemine oturtulmadığı için her zaman manipülasyonlara açıktır. Bazen bir tarafa bazen diğer tarafa meylederler. Sonra da başları döner. Prensipler ve doktrinin olmadığı yerde kaos vardır, kargaşa vardır. Türkiye, felsefesini buluncaya, metafizik referans noktalarını buluncaya kadar bu konudaki tartışmalar sürer gider...

Tekke yasağı bugün anlamsız

-Tekkelerin kapatılmasında hiç mi hayır unsuru yok sizce?

-Belki başlangıçta iyi bir amaca hizmet etmek için düşünülmüş bir şey olabilir tekkelerin kapatılması. O esnada buna ihtiyaç görülmüştü belki. Ama üzerinden seksen sene geçtikten sonra bir yasak (kapatma) kendi içinde zararlı bir hâle de gelebilir. Tekkelerin yerine açılan halkevleri o ihtiyacı karşılayamadı. O ihtiyaç ölmedi, kılık değiştirdi… Dinden duygu boyutunu kaldırdığınız zaman kupkuru ve soğuk bir din anlayışı çıkar ortaya.

 

 

***

 

 

 

 

 

Din, devlet ve düzenimizi yaşatmak istiyorsak… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Arapçada “din” demek aynı zamanda “düzen” demektir. Hep yazıyorum, dünyanın bu kritik çağında “İslâm” yani “barış” beni “din” yönünden çok, “düzen” yönüyle daha çok ilgilendiriyor. Kırk yıldan beri, çalışma arkadaşlarımla birlikte hiç bıkıp usanmadan üzerinde çalışmamız ve üzerine basa basa vurgu yaparak “Adil Düzen” dememiz bundandır. Sadece Türkiye değil, bütün dünya çok yönlü olarak dinî, ilmî, iktisadî ve sosyal tufanlara gark olmuşken, her akıl ve inanç sahibinin böyle olması ve bizim yaptığımız gibi yapması gerekmiyor mu? Zaten olan ve yapılan da odur. Herkes bildiğini ve inandığını ortaya koyuyor; biz de…

Bugün söze din/düzen ile başladım, din/düzen ile devam edeyim…

Şahin Alpay’ın en son okuduğum makalesi (24 Ekim) “Dünya niçin daha dindar?” başlığını taşıyor ve şöyle başlıyor: ‘Auguste Comte, Karl Marks, Emile Durkheim, Max Weber başta olmak üzere 19. yüzyıl sosyal bilimcileri sanayileşme ve modernleşmeyle birlikte dinsel inançların giderek zayıflayacağını; dinsel düşüncenin yerini “akılcı ve bilimsel” düşünceye bırakacağını ileri sürdüler. 20. yüzyılın sonlarına kadar sosyal bilimcilerin dine bakışına hakim olan yaklaşım da buydu: Modernleşme ilerledikçe toplumların dinden uzaklaşacağına, dinsel inanışların toplumsal bir rolü kalmayacağına, dinin en iyi olasılıkla kişilerin özel dünyalarıyla sınırlanacağına inanılıyordu.’ Ama özellikle 1990’lardan itibaren durum hiç de öyle olmadı…

Bu konuda ‘çağdaş sosyal bilimcilerin modernleşme ve lâikleşme konusunda değişen görüşlerini en iyi yansıtan kişinin Amerikalı din sosyoloğu Peter L. Berger olduğu söylenebilir. Eski görüşlerini tamamen terk eden Berger’a göre, modernleşmeyle birlikte rasyonel bilimsel düşüncenin hakim olacağına (Weber), dinin toplumsal işlevlerini yitireceğine (Durkheim) ve etkisinin giderek kişilerin vicdanlarıyla sınırlanacağına dair teori, içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklerine uymuyor; [darısı bizim lâiklerin başına] çünkü Bugün dünya, geçmişte herhangi bir zamanda olduğu kadar ve bazı yerlerde tarihte hiç olmadığı kadar kuvvetle dindardır.” Çağdaş din sosyologları arasında şimdilerde hakim olan anlayış, insanlar var oldukça dini inanışların var olmaya devam edeceği yönünde...’ (Peter L. Berger, “Secularism in Retreat/Lâikliğin Gerileyişi”, 1996.)

İki tanınmış Amerikalı sosyal bilimci olan Pippa Norris ve Ronald Inglehart’ın “Sacred and Secular/ Kutsal ve Seküler” (Cambridge University Press, 2004) başlıklı kitaplarında, 1981 ile 2001 arasında, aralarında Türkiye, Cezayir, Azerbaycan, Bangladeş, Mısır, İran, Fas, Nijerya ve Pakistan gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerin de yer aldığı 80 dolayında ülkede yapılan Dünya Değerler Araştırması ile Uluslararası Gallup ve Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programı’nın bulgularına dayanarak, modernleşme ile lâikleşme arasındaki ilişki konusunda yeni bir teori ileri sürüyorlar. Norris ve Inglehart’e göre, ABD hariç tutulursa bütün kalkınmış, sanayi sonrası toplumlar son 50 yıldır giderek lâikleştiler. Buna karşılık, bugün dünyada dinsel inanışlara sahip insanların sayısı her zamandan daha çok ve dünya nüfusunun giderek daha büyük bir kısmını oluşturmakta. Neden?’ Bence, nedeni gayet açık; “ADİL DÜZEN”i kabul edip benimsemek için…

Son zamanlarda din/düzen açısından durum böyle.

Şimdi, biraz da insanlık tarihine kısa bir gezinti yapalım…

Avrupalı Dorlar MÖ 700 yıllarında Yunanistan’ı işgal ederler. Yunan halkı oradan kaçmak zorunda kalır. Kimi Anadolu’nun Ege Bölgesi’ne gelir, kimi Trakya’ya gider, kimi de İtalya’ya göç eder. O zaman Anadolu Perslerin satraplığı (valiliği) şeklinde yönetilmektedir. Yani onların bir eyaletidir. Persler, insanlığın ilk uygarlığı olan Sümer uygarlığının vârisi olarak o çağın iki süper gücünden biridir. Pozitif ilimlerde ileridir. İkinci süper güç ise İbranilerdir. İbraniler hukukta çok ileri durumdaydılar. Ayrıca gemicilikle de Akdeniz’i göl hâline getirmişlerdi. İyonya dediğimiz Batı Anadolu’da Yunanlılar siteler kurarlar. Tevrat’ı okuyan Yahudilere özenirler; ancak Yahudi olmadıkları için Tevrat okuyamazlar. Onun yerine Perslerden öğrendikleri Sümerlerin müsbet ilimlerini tedris etmeye başlarlar. Bu tedrislerini Trakya ve İtalyan Greklerine İbranilerin gemi seferleri ile ulaştırırlar. Sonra yasaklar kalkar ve Grekler Yunanistan’a dönerler. Böylece İtalya’dan, Trakya’dan ve Anadolu’dan gelenler büyük uygarlığa adımlarını atarlar. Bu arada Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, istekleri yenmek ve acılara dayanmak demek olan Stoa ekolünü kurar. Bu ekol Tevrat’ın lâikleştirilmiş şeklidir. Yani, İsrail oğulları dışındaki Tevrat’ın hükümlerini içerir. Bu ekol İtalya’ya intikal eder. İtalya’da Anadolu’dan gelen Etrüskler vardır, bunlar Kafkas kökenlidir. İşte, Zenon’un lâik Tevrat öğretilerine dayanarak Stoa yani sütunlar ekolünü benimseyen Roma, hukuk düzeni ile büyümüş ve imparatorluk olmuştur. Önceleri Hıristiyanlara çok büyük zulümler yapan Roma/Bizans, sonunda Hıristiyanlığı devlet dini yapmıştır.

Avrupa’nın kuzeyinde Cermenler, bir de Orta Asya’dan gelen Türk ırkından olan kavimler yaşıyordu. Bunlar Roma İmparatorluğu’nu tehdit ediyorlardı. Bir müddet sonra Roma İmparatorluğu’nu ikiye ayırdılar; Doğu ve Batı Roma. Doğu Roma’ya “Bizans” denmiştir. Böylece bir taraftan savunma gerekçeleriyle, diğer taraftan da zaten ayrı kökenli olan Lâtinler ile Yunanlılar birbirlerinden ayrılmışlardır.

Batı Roma Cermenler tarafından yıkılmış ama Cermenler Hıristiyan olmuşlar ve dine bağlı devletlerini kurmuşlardır. Bizanslılar da devlete bağlı din esasına dayanan devletlerini kurmuşlardır.

Bizans bin yıldan fazla yaşamış ve Osmanlılara birçok bakımdan örnek olmuşlardır. Mesela, devlete bağlı din anlayışı Osmanlılara oradan intikal etmiştir. Bugünkü Cumhuriyet yönetiminde diyanet işlerinin devlete bağlı olması, o geleneğin devamı mahiyetindedir.

Devamı yarına kaldı.

 

 

***

 

 

 

 

 

Din, devlet ve düzenimizi yaşatmak istiyorsak… - 2

REŞAT NURİ EROL

Doğu Roma yani Bizans sonunda yaşlanmış bir pir-i fani olmuştur. Yaşlanan çınarın yıkılması nasıl mukadderse, Bizans’ın da tarihten silinmesi mukadderdi. Bizans’ı tehdit eden üç düşmanı vardı. Bunlardan biri Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan henüz Hıristiyan olmamış barbar kavimlerdir. Diğeri Batı Roma İmparatorluğu uzantıları idi. Üçüncü düşmanları da doğudan gelen Selçuklu İslâm Devleti idi.

Gerek Bizans halkı, gerekse Bizans yöneticileri yönetici olarak Müslümanları daima tercih etmişlerdir. Osmanlılar Trakya’ya imparatorun dâveti ile çıkmış ve imparatorluk Katoliklerden bu sayede korunmuştur. Kosova Savaşları da bu amaçla yapılmıştır. Ayrıca, Anadolu tekfurları da sarılan kaleleri yenilmiş göstererek Müslümanlara teslim ediyorlardı. Mâlum hikâye; Rum beyinin kızı muhasara eden Müslüman kumandana âşık olur, kalenin kapısını gizlice açar ve kale teslim edilir. Komutan da kentin yönetimini kayınpederine bırakarak sorunu çözerdi. Anadolu’daki bir kısım fetihler böyle olmuştur.

İstanbul asırlar sonra Fatih Sultan Mehmet zamanında fethedildiğinde, tüm Bizans halkı huzura kavuşmuştur. Manastırlara kapanmış olan din adamları dışarıya çıkmış ve hiçbir baskıya uğramadan güvenlik içinde yaşamışlardır. Anadolu’da yaşayan Ermeniler de kendi dini liderlerine kavuşmuş, onlar da huzur içinde yaşamaya başlamışlardır. Orta Asya’dan gelen Türklerden Yörük olanlar yazın yaylalarda sürülerini yayarlar, kışın ovalara iner Rumların tarlalarında hayvanlarını otlatırlardı. Tarlalar böylece hem gübrelenir, hem de otlardan temizlenirdi. Yazları ise yaylalara çekilirlerdi. Rumlar yaylacılığı bilmezlerdi. Oğuzlar ise asker olarak devletin emrinde çalışırlardı. Rumlardan cüzi olarak haraç alınırdı. Rumlar bu sayede bir taraftan askere gitmekten ve tekfurlar tarafından alınan ağır vergilerden kurtulmuş, diğer taraftan tarlalarını gübreletmiş, temizletmiş; bunun dışında sanayi ve tarım ürünlerine müşteri bulmuş, refahlarını artırmışlardır.

Böylece Türkler ve Rumlar huzur içinde sekiz-dokuz asır birlikte yaşadılar.

*

Bu arada Yahudi sermayesi büyümüş, dünyayı tek devlet hâline getirme hayaline kapılmış, eline geçirdiği büyük ekonomik imkânları barışı ve huzuru bozacak şekilde kullanmış, Anadolu’daki Rum ve Ermenileri kışkırtarak imparatorluğa isyan ettirmiş, Trakya, Balkan ve Kafkasya halklarını imparatorluktan ayırmış, gayrimüslim Anadolu halkını da silahlandırarak imparatorluğu yıktırmıştır...

Sömürü sermayesi, gerek Rumları, gerekse Ermenileri ihanet ettirerek Anadolu’dan tehcir ettirmiştir. Bunu yapmış olmasının sebebi, ileride Anadolu’yu büyük İsrail imparatorluğuna katacağı zaman, engel olarak Anadolu’da Hıristiyan halkın bulunmamasını sağlamaktır. Böylece Hıristiyanlarla anlaşarak dinsizleştirilmiş Türkleri ortadan kaldırmak kolay olacaktı. Rumlar ve Ermeniler Anadolu’yu terk edip Avrupa ve Amerika’ya göç ettiler. Kafkasya’da da Ermenistan devletini kurdular. Yunanlılar da Yunanistan devletini kurdular.

Osmanlılara özenen Ruslar ve İngilizler de aynı adalet ve hoşgörü anlayışı içinde dünyanın süper gücü hâline geldiler. Karada Ruslar, denizlerde İngilizler büyük imparatorluklarını kurdular.

Kapitalizm ve sosyalizm oyunu ile sömürü sermayesi bunları birbirlerine takıştırdı. Bunların hâkimiyetleri de zamanla Osmanlılar gibi sona erdi. Şimdi ABD ile Çin sömürü sermayesinin iki ayağını oluşturmuş durumdadırlar.

Osmanlılar, çökmüş olan Selçuklu devleti içinde küçük bir beylik iken, adil siyaset yürüterek Viyanalara kadar gittiler. Yaşlanan her devlet gibi Osmanlı Devleti de yaşlandı ve yediyüzlü yaşlarında iken öldü. Ama yerine güçlü Türkiye Cumhuriyeti’ni bıraktı...

İşte, tüm dünya şimdi bu “Türkiye Cumhuriyeti” denen devletin üzerine gözlerini dikmiş; ne yapacaklarını düşünmektedirler... Aralarında anlaşamadıkları ve paylaşamadıkları için biz yaşıyoruz...

Bütün bunları niçin anlattım?

İbraniler Tevrat’la uygarlık kurdular. Sümerler şeriatla iki bin yıl uygarlıkları ellerinde tuttular. İranlıları yücelten Avestalardır. Hintliler ve Çinliler hep din kitaplarına dayalı olarak uygarlaştılar. Romalılar hukukla imparatorluk kurdular. Müslümanlar fıkıhla bugüne kadar geldiler...

Bunların hepsi kendi çağlarında kurdukları adil düzen sayesinde ortalama biner yıl yaşadılar.

*

Tarım döneminde toprak önemliydi, devlet olmak için geniş topaklara ihtiyaç vardı. Bugün ise süper güç olmak için “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır. Adil bir düzene değil, “ADİL DÜZEN”e ihtiyaç vardır, çünkü “ADİL DÜZEN” tektir, “ADİL DÜZEN” çoklu düzendir. İki çeşit çokluluk olmaz. Çoklu düzen tektir; düzenin içi çokludur. Küme teorisini bilenler bu sözlerimi iyi anlarlar. Onun için adil bir düzen olmaz, “ADİL DÜZEN” olur.

Devletimizi yaşatmak istiyorsak, devletimizin dünyaya hâdim süper bir devlet olmasını istiyorsak; gelin ülkemizde “ADİL DÜZEN”i tesis edelim. Yani, Kur’an ve ilim düzenini tesis edelim.

Askerler arada sırada “irtica”ya diyerek “Müslümanlar”a çatmış oluyorlar! Onlar bunun farkında mıdırlar, bilemiyorum ama; -onların bu sözlerini her iki taraf da öyle anlıyor ve- anlaşılan odur ki, kendi bindikleri dalı/devleti/milleti kesiyorlar!..

Sonuç olarak diyoruz ki; gelin, Kur’an’ı, diğer semavi kitapları ve müsbet ilimleri birlikte öğrenelim ve III. bin yıl uygarlığını hep beraber kuralım...

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kur’an, kâinat ve insan - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Kur’an kâinatı büyük bir fabrika şeklinde görmektedir.

Orada çalışan insanlar, melekler, cinler ve ruhlar vardır. Bunlar bu fabrikada çalışır ve geçinirler. Bu fabrikanın kazancı kendilerine aittir. Başka bir yere kira veya kâr ödemezler.

Kur’an bunlardan insana; bazen insanlarla beraber cinlere de hitap eder.

Kur’an’ın esas muhatabı insandır.

Kur’an yaratılan insana; bu kâinat fabrikası içinde, bilhassa bulunduğu yeryüzünde kendisine en yakın çevresinde ve topluluğunda başlayarak, tüm insanlara ve kâinata karşı görev ve yetkilerinin neler olduğunu anlatır. Birkaç bölümden oluşacak bu yazılarımın konusu genel olarak o “görevler ve yetkiler” olacaktır.

Bugün ise Kur’an insanı nasıl tanıtmaktadır; konuyu o yönü ile ele alacağım.

Önce Kur’an’ın anlatma usûlünü ele alalım.

Kur’an her şeyi anlatmaz; Kur’an örnekler vererek anlatır.

Siz verilen örnekten yola çıkarak ve karşılaştırarak ona benzeyenleri de öğrenebilirsiniz. Buna “mesel” denmektedir. Bu mesel/benzetme de sistematiktir. Şöyle ki, Kur’an’a göre her şey çift yaratılmıştır. Çift demek, birbirine bağlı, birbirini tamamlayan iki varlık demektir. Erkek ve kadın gibi birer eşleri vardır. Kâinatta bu “bilen ve yapan varlık insan” ile “bilinen ve yapılan varlık âlem” şeklinde ifadelendirilmiştir.

Madem ki her şey çifttir, öyleyse eşlerden her biri de çiftlerden oluşur. Kâinat “atom” ve “dalga” çiftinden, insan ise “kişi” ve “topluluk” çiftinden oluşuyor. Böylece üç çift kutup oluyor. Bu kutupların altı tane merkeze bağları vardır. Ayrıca oniki de yan bağları vardır.

Kur’an’a göre insan kâinata benzemektedir.

Kur’an insanı “âfak” ve “enfüs” olarak ele almaktadır.

Şimdi de insandaki neyin neye benzediğini sayarak “Kur’an’a göre insan”ı anlatmış olacağız.

İslâm düşünürleri insana “küçük âlem” demektedirler. Kur’an da ‘kâinatın yaratılışı sizin yaratılışınızdan üstündür’ diyerek buna işaret etmektedir.

Kâinatın “bilineni” vardır, “bileni” vardır. “Âlem” dediğimiz “bilinen”in karşılığı insanda “beden”dir. Bilenin karşılığı “insan”dır. Burada da insanın ruhu vardır. Kâinatın atom, dalga, kişi ve topluluk kutupları vardır. İnsanın orada gösterilen fikir, his, irade ve ünsiyeti vardır. Kâinatta insan ile diğer kutuplar arasında bağ olan fikir, his irade ve ünsiyet insanda kutup olmuştur.

Kâinatta “hayvan” vardır, “bitki” vardır. Hayvan karşılığı insanda “arzu”, bitki karşılığı “muhakeme” vardır. Hislerde arzu oluşur. Fikirlerde muhakeme vardır. Kişide eğitimin yerini fiiller alır. Kişi iş yapar. Topluluğun kuralları yerine konuşma gelir. Âlemin mekân, zaman, madde ve enerjisi vardır. İnsanda da sırasıyla bilinç, zevk, zekâ ve diyalog yani görüşme vardır. İnsanın fikir, his irade ve ünsiyeti ile oluşan duyuları alma, bellek, hareket ve lafızlar yani söz söyleme kabiliyeti vardır. Kâinattaki “doğal kurallar” karşılığı insanda “karar mekanizması” vardır; “sosyal kurallar” karşılığı “hükümler” vardır. Kâinattaki “entropi” karşılığı “alışkanlık” vardır. Kâinattaki “evrim” karşılığı “uyum” vardır; içtihat ve ittibâ vardır.

Görülüyor ki, “insan” ile “kâinat” birbirine benzemektedir.

Kur’an’ın metodu nedir?

İnsan neyi kolay anlayacaksa Kur’an onu orada anlatır ve diğerinin ona kıyas edilmesini ister. Yani, Kur’an bazı yerlerde “kâinat”ı anlatır; biz de “insan”ı anlamak için “kâinat”a başvururuz. Bazı yerde de “kâinat”ı anlatır; biz de orada “insan”a başvururuz. Böylece her konuyu anlamakta kolaylık içinde oluruz.

Kur’an sadece insana tek tek hitap etmez, topluluklara da birden hitap eder.

Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık birer muhataptır. Kur’an onlara da neler yapacaklarını ve haklarının neler olduğunu anlatır. Orada da “kıyas sistemi” geçerlidir. Bazı yerde “topluluk” anlatılır, biz “kişi/insan”a kıyas yaparız; bazı yerlerde “kişi”yi anlatır, biz “topluluğa” kıyas ederiz. Mesela, bir canlıyı anlatırken insan topluluğuna benzediğini, böylece bir canlının hücrelerden oluştuğunu söyler. Burada canlı topluluğa benzetilmiştir. Topluluk fertleri ile görülmektedir. Oysa canlının hücreleri ancak son asırlarda görülebilmiştir.

Kur’an’a göre insan fabrikanın sadece işçisi değildir; aynı zamanda “işveren vekili”dir.

Kişi kâinat fabrikasında önce “işveren” sıfatı ile karar alır, sonra o kararı bir “işçi” imiş gibi uygular. Bu özellik yalnız insana mahsustur. İnsan yeryüzünde işte bu şekilde “halife” olmuştur.

İnsanın meleklerden üstünlüğü vardır. Melekler sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirirler. Meleklerin kâinatın sahibi adına karar alma yetkileri yoktur. Oysa insan O’nun yerine önce karar alır, sonra uygular. İnsan kararları kendisi için tek başına kendisi alır ve yine kendisi uygular. Birçok konularda kararlar toplulukça birlikte alınır ve kişi isterse uygular. Uygulamazsa hakemlerin nezdinde hesap verir. Doğanın kanunları ve sosyal kanunlar onu cezalandırır.

Kur’an insanların nasıl örgütlenmeleri gerektiğini ve “düzen”in nasıl kurulacağını önerir ve öğretir. Ne var ki, Kur’an zorlama yapmaz. İsteyenler uygular, isteyenler uymazlar. Uyanlar “uygarlık” kurarlar, uymayanlar yok olup giderler. Kur’an bu tezi savunmuş ve “I. Kur’an Uygarlığı” döneminde bu gerçekleşmiştir. İnsanlık yeni Kur’an medeniyetini kurmak için bu gerçekleri bilmeli, gereğini yapmalıdır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Kur’an, kâinat ve insan - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Kur’an’a göre insanın bedeni topraktan var edilmiştir. Hidrojen atomunun birleşmesinden yüze yakın eleman ortaya çıkar. Canlı bunun en hafif olanlarını kullanarak “beden”i oluşturur. Kur’an canlıyı “insan” örneğinde anlatır. Kur’an’a göre bedende topraktan başka herhangi bir şey yoktur. Canlının yapısı ile cansızların yapısı aynıdır. Canlı topraktan var edilir, tekrar toprağa döndürülür. İnsan bedeni de böyledir.

Topraktaki maddeler önce canlının hücrelerindeki faaliyetlerle organik hâle getirilir. Ancak kendi kendini çoğaltamadığı için canlı değildir. Kendi kendine çoğaltan “SALSAL” yani kromozom dizisi de oluşur. Bunlar da kendi başlarına yaşayamazlar. Dolayısıyla bunlara canlı denmeyebilir. Kur’an bunlara “BAUDE” demektedir. Parça anlamındadır. Sonra bu DNA zincirleri sayesinde hücre olur. Kur’an’da döllenmemiş hücreye “NUTFE” döllenmişe ise “ALAK” denmektedir.

Döllenmekle” kişilik” başlar. Beden artık vardır. Yumurtada veya anne karnında oluştuktan sonra dışarıya çıkar ve artık bağımsız varlık olur; gelişir, olgunlaşır yaşlanır ve yaşlı olur. İnsanın bu halleri Kur’an’da anlatılmaktadır. Sonunda ölür ve tekrar toprağa döner. Canlı bu esnada toprakta değişiklik yapar ve onu canlılara daha çok yarayacak hâle getirir. Hâsılı, Kur’an’a göre insanın bedeni diğer canlılardan farksızdır.

Canlının diğer varlıklardan farkı, her şeyden önce kendisini yenileyebilmesi, varlığını sürdürebilmesi için madde, enerji, sıvı ve havaya ihtiyacı olması, belirlenmiş bir ömrünün bulunmasıdır. Canlı bir makine gibidir. Dışarıdan gerekenleri alır ve iş yapar, atıkları dışarıya atar.

Bitkilerdeki canlılığın yanında hayvanlarda “sinir sistemi” vardır. Bu sistemin merkezinde “beyin” oluşmuştur. Beyin bizim yaptığımız bilgisayarın çok gelişmiş şeklidir. İnsan beyninin hayvan beyninden farkı vardır. Hayvanların beyinleri simetriktir, iki tarafta aynı şeyler vardır. İnsanda ise beyin hem büyümüş hem de bir taraf hayvanlarınkine benzer işler görür, diğer taraf insana ait işleri görür, fikir ve muhakemeye ayrılmıştır.

İnsanda ayrıca “ruh” vardır ve insan ruhu beden ile buradan temasa geçer. Nasıl radyo veya televizyon antenlerle birbirine ilişki kurarlarsa, ruh da insanın beynindeki antenlerle irtibat kurar. Ruh bilgileri oradan edinir ve bedene emirleri oradan verir. Ruh topraktan yani maddeden değildir. Canlılık diye bir madde yoktur, ama insanın ruhu vardır ve bu görünür âlemden değildir. Nasıl insan bedenleri kâinatın görünen parçası ise, ruh da görünmeyen âlemin ruhlar dünyasına mensuptur. Kumaşın nasıl bir iç bir de dış yüzü varsa, kâinatın da “bâtın” ve “zâhir” yönü vardır.

Biz ruhumuzun varlığından haberdarız. Ancak Kur’an’a göre ruh kendisini ancak aynada olduğu gibi kâinatın içinde görebilmektedir. Kâinatla ilgisini kestiği zaman ruh artık kendi varlığından habersizdir, onun için zaman geçmemektedir. Kur’an ölümü uykuya benzetmektedir. Uykuda iken daha beden dağılmadan geri gelmekte, ölümde ise beden değiştirilmektedir.

İnsanı bir arabaya benzetirsek, ruh arabanın şoförüdür. Şoför arabadan ayrıldığı zaman kendisinden habersiz hâle gelmekte, arabaya geldiğinde tekrar kendisini hatırlamaktadır. Ölüm ise araba değiştirmedir. Ne var ki bu araba da büsbütün başka araba değildir. Cep telefonunuzu değiştiriyorsunuz ama kartınız devam ediyor. Aynı kart kullanılacaktır.

Kur’an burada çok önemli bir şey iddia etmektedir. İnsanın dünyada her yaptığı filme alınmakta ve saklanmaktadır. Ayrıca, hareketler bunun için kâinat görevlileri tarafından yazılmaktadır. İnsanlar öldükten sonra kâinatın da sonu olacak, yerine yeni kâinat oluşacaktır. İşte insan orada tekrar dirilecek yani yeni arabasına gelecektir. Herkesin muhasebesi orada yapılacak, zerre kadar iyilik yapan orada karşılığını görecek, zerre kadar kötülük yapan da orada onu bulacaktır.

Kur’an’ın “âhiret” diye bahsettiği âlemde insan artık ölmeyecek, hep var olarak kalacaktır. İyiler meyvelikli ve hastalığın olmadığı yere gideceklerdir ki; oraya “cennet” denmektedir. Kötüler ise “cehennem” denen ıslahevine gönderilecek, orada eğitildikten ve yetiştirildikten sonra hayat sürüp gideceklerdir. Dünyada suç işleyenler orada cezalarını çekeceklerdir.

Kur’an insanları, “iyilik” ve “kötülük” yapan varlık olarak tasnif etmektedir. Kur’an insanın nasıl iyi olduğunu anlatmaktadır. Kur’an iyi olmak isteyen insana nasıl iyi olacağını öğreten kitaptır. Kur’an sadece doğru yolu gösteren, ama zorlamayan kitaptır. İsteyen cennet, isteyen de cehennem yolunu tutabilmektedir.

İnsan canlı olduğundan ihtiyaçları vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz. İnsanın beslenmeye ihtiyacı vardır. Bitkilerin üretip depoladığı güneş enerjisini almaktadır. Ayrıca su almaktadır. Havadan oksijen almaktadır. İnsan bunları kullanarak büyümekte ve yaşamaktadır. Sonra aldığı bu varlıkları dışarı atmaktadır. İnsanın yiyeceğe ihtiyacı olduğu kadar, artıkları dışarıya atma ihtiyacı vardır. İnsan temel ihtiyaç olarak besinleri alıp depo etmekte, zamanı gelince tüketmektedir.

Yiyeceklerin yanında insanın giyeceklere de ihtiyacı vardır. İnsan çıplak yaratılmıştır. Kur’an’a göre insan çıplaklaşınca kendisinde “utanma” denen his gelmiştir. Hayvanlarda postlar ne hizmet görürse, insanların kullandığı giysiler de onu yapmakta; insanı soğuktan, sıcaktan, mikroptan ve diğer etkenlerden korumaktadır. İnsanların tanınmasını ve gizlenmesini temin etmektedir. Cinsel duygularının düzenlenmesine yaramaktadır.

İnsanın bir de barınma ihtiyacı vardır. Çünkü insan her türlü şartlarda yaşamak durumundadır. Sıcakta soğutucuya, soğukta ısıtıcıya ihtiyacı vardır. Bu konuya devam edeceğiz, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

“LÂİKLİK” tartışmaları - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Son zamanlarda gündemden düşmeyen konuların başında ‘lâiklik, irtica, başörtüsü, bölücülük, af tartışmaları’ geliyor.

Bana sorarsanız, bunların en önemlisi ‘lâiklik’ gibi görünüyor.

-Lâiklik neden önemli?

Çünkü lâiklik diğer tartışma konuları ile doğrudan veya dolaylı ilgili ve ilişkili olmasının yanında, doğru dürüst tanımlanmamasından dolayı en fazla istismar edilenlerin de başında geliyor.

Lâiklik tartışmalarına bu köşeden ben de katılıyor, katkıda bulunuyor; ama en önemlisi, ‘lâikliğe tanım ve çözüm getirilmesi’ yolunda üzerime düşen görevi yerine getirmeye çalışıyorum.

*

İnsanlığın yönetim serüveni

Ele alacağımız konuyu iyi kavrayabilmemiz için insanlık tarihi açısından biraz geriye gitmemiz gerekiyor. İnsanlık için “cahiliye dönemi” diyebileceğimiz devlet aşamasına geçmeden önceki dönemde “kişi yönetimi” vardı. Kabile reisleri, bir babanın evi yönettiği gibi istedikleri gibi kabilelerini yönetir, aldıkları kararlarla topluluklarını idare ederlerdi. Kabile seviyesindeki bu yönetim o dönemde yeterli iken; insanlık devlet aşamasına geçince, birbirini tanımayan insanların yönetilmesi bu yolla mümkün olmadığı için “kurallı yönetim” dönemine geçildi. Beş bin yıldır insanlar kurallarla yönetilmektedir.

Kurallı yönetim iki türlüdür:

1- Tekel yönetiminde bir topluluk için bir tür kurallar konur ve herkes o kurallara uymak zorunda bırakılır. Buna “kanun sistemi” diyoruz.

2- Bir de çoklu yönetim vardır. Özel hukukta kişiler mezheplerini kurar ve herkes kendi mezhepleri ile yönetilir; yani “içtihat sistemi” geçerli olur.

Kamu hukukunda da “yerinden yönetim” geçerli olur. 3000 ile 10000 arasında nüfusu olan topluluk kendi kamu hukukunu oluşturur ve orada onunla yönetilir. Kişiler için mezhebini yani hukuki ekolünü ve bucağını değiştirme imkanı vardır. Buna “hicret demokrasisi” diyoruz. Yeter sayıyı bulanlar kendi mezheplerini kurarlar ve kendi ocaklarında farklı özel kurallar içinde yaşarlar. Burada yeter sayıyı bulanlar ayrı bucak kurar ve istedikleri gibi yaşarlar.

Buna karşılık Batı dünyasının geliştirdiği demokraside “merkezi sistem” ve “ekseriyet sistemi” yani çoklu değil, çoğunluklu sistem vardır.

*

Cumhuriyet’i kuranlar neler yaptılar?

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Batı demokrasisinin aslında bir çıkmaz olduğunun farkında idiler. Çoklu sisteme geçmeyi denediler, başaramadılar; ama vazgeçmediler. İlk yaptıkları iş adil yönetimin ilkelerini tesbit etmek olmuştur. “Cumhuriyet”i temel ilke aldılar, “istiklâl” ile bir tuttular. Cumhuriyet demek, ekseriyet demek değildir, galip çoğunluktur. İki taraf parmak kaldırdığı zaman, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar bir çoğunluk bir tarafta ise ona “cumhur” denir. İslâm âleminde ilk cumhuriyet yönetimi Türkiye’de oluşmuştur. Osmanlılar bu kelimenin anlamını çok iyi biliyorlardı. Bunun yine de eksik olduğunun farkında idiler. Bundan dolayı karşısına “lâikliği” koydular. Böylece cumhura karşı azınlık korunacaktır. Nasıl korunacaktır? Müsbet ilmin verileri ile korunacaktır. Yani; tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı eğer cumhurun kararını uygun bulmazsa, müsbet ilme dayanarak o kararı iptal edecektir. Ne var ki, böyle bir yargının oluşması için çok gayret sarf etmiş ama bunda da başarılı olamamışlardır.

Cumhurun kararları ile ülke yönetilecektir. Burada “devletçiliği” esas aldılar. Halkın yapamayacağı ekonomik işleri sermaye tekelleri değil, devlet tekeli halledecek, KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) çözecektir. Buna karşılık halkın serbestçe iş yapabilmesi için devletçiliğin karşısına “halkçılığı” koydular. Halkçılık bir tür liberalizmdir. Halkın serbest rekabet içinde yapacağı işlere devlet karışmayacaktır. Böylece “devletçilik” ile “halkçılık” arasında denge kurulmak istenmiş, kısmen başarılmıştır.

Lâikliğin de dayandığı iki temel vardır. Halk kendi istediği gibi yaşayacak, yani, atalarından tevarüs ettiği değerleri sürdürecektir. Buna “milliyetçilik” dediler. Ancak bunun tutuculuğa ve gericiliğe dönüşmemesi için de karşısına “inkılâpçılığı” koydular; milliyetçiliği inkılâpçılıkla dengelediler.

Böylece altı kutuplu bir yönetim ortaya çıktı. Bu durum Kur’an’ın ‘her şeyi çift yarattık’ ilkesine uygundur. Çiftin çiftleri bir arada 6 kutup ortaya çıkar. CHP’nin mânâsını bilmediği altı ok budur. Bunların yan bağlarla tamamlanması gerekir. Daha 18 ilkeye gerek vardır. Bunların kurumsallaşması ve bu kurumların tanımlanması, bunların işleyebilmesi için mekanizmanın getirilmesi gerekir.

CHP ve onunla aynı zihniyette olanlar, önlerinde yükselen ve çözüm bekleyen Himalaya Dağları gibi sorunları çözmekle uğraşacaklarına, bugünlerde “irtica” ile meşguldürler!..

Ne iktidar, ne de muhalefet, bugüne kadar getiremediği gibi bundan sonra da bu devasa sorunlara çözüm getiremez… Milletin tek ümidi Millî Görüş camiasıdır… Öyleyse, haydi göreve…

 

 

***

 

 

 

 

 

“LÂİKLİK” tartışmaları - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

LÂİKLİK” tanım ve tartışmaları konusuna, kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Yazımın dünkü bölümünde anlattığım altı temel kurumun tanımı yapılmadığı için öylece kaldı.

Tek parti döneminde, büyük zorluklardan sonra, devlet aşaması öncesine benzer bir yönetimden, demokrasiye doğru adımlar atılmıştır. Bugünkü demokrasi o dönemin armağanıdır.

Asıl bozulma ve karışma bundan sonra başlamıştır. Kanunları çoğaltma, birbiriyle çelişen kanunları çıkarma, “yargı bağımsızlığı” adı altında yargı dağınıklığı yahut yüksek mahkemelerdeki hakimlerin keyfi yorum ve yönetimleri ortaya çıktı!..

Batı dünyasından okumadan ve anlamadan aktarılan kanunlarla Batılı olacağını zanneden zavallılar, ülkeyi hukuk kaosu içine sokmuşlardır...

Mahkemelerdeki davalar onlarca sene sürüyor...

Mahkemelerin kararları da infaz edilemiyor...

*

Kim tasnif edecek, kim yorumlayıp tarif edecek?

İlim demek, tasnif ve tarif demektir.

Önce tasnif yaparsınız, sonra da tariflere girişirsiniz. Çoğu zaman başarılı olamazsınız, tarifiniz hayata uymaz. Olaylar sizin tanımladığınız şekilde gelişmez. Yeniden tanım yapmak zorunda kalırsınız. Beş bin yıllık insanlık tarihi bu tasnif ve tanımları geliştirmekle oluşmuştur. Uygarlık da böylece oluşuyor.

Kur’an tasnifler yapar, tanımlar yapmaz; tanımları âlimlere bırakır.

1924 Anayasası, ‘kanunları Türkiye Büyük Millet Meclis’i yorumlar’ diyordu. Bu çıkar bir yol değildi. Çünkü yorumları kim yorumlayacak? 1961 Anayasası’nda bu madde kaldırıldı. Ama kimin yorumlayacağı da ortaya konmadı.

Boşluktan istifade eden yüksek yargı organları kendileri yorumlamaya başladılar. Halbuki bu durum kanun vazetme anlamındadır, yasamadır. Oysa, Anayasa mahkemelerin yasama şeklindeki kararlarını yasaklamıştır. O halde, ortada çözülmemiş bir sorun vardır.

-Kanunları kim yorumlayacak, yani tanımları kim yapacak?

Aslında “lâiklik” en açık bir şekilde Anayasa’mızın 24’üncü maddesinde yorumlanmıştır. Ama uygulamada o madde ile bir ilişki kurulmamaktadır. Sonunda hâkimler işin kolayını buldular; ‘Anayasa Mahkemesi tarif etmiştir’ diyorlar ama, onun ne olduğunu sorduğunuzda, Anayasa Mahkemesi’nin başkanları da bilmiyor! Zaten bilinmesi istenmiyor. Derin güçler -ki bu asla ordu değildir- istedikleri kimseyi mahkûm edebilmek için tanımsız ve belirsiz kavramları yaşatmaktadırlar. Mesela; lâiklik, üniter devlet, irtica, bölücülük böyle belirsiz kavramlardır.

Kur’an bu konuyu çok açık şekilde çözmüştür. Kur’an’ı yorumlayan bir müessese yoktur. Herkes uygulama yaparken kendisi yorumlayacak ve uygulayacaktır. Farklı anlayışlar, farklı sosyal grupları ve yerel yönetimleri oluşturacak, yarışta kazananlar taraftarlarını artıracaklar ve böylece hayat sürüp gidecektir. Farklı yorumların karışıklığa neden olmaması için de hakemlerden oluşan yargı üstünlüğü getirilmiştir. Yorumlardan dolayı mağdur olanlar varsa; hakemlerden (hâkimlerden değil) oluşan tarafsız, bağımsız, yansız ve etkin yargıya başvurup mağduriyetlerini giderirler. Herkes yargıya hesap vermek zorunda kalacağı için yorumlarını yaparken dikkat eder. Yargı da yargı denetimindedir; yani, yargının haksız hükmetmesi hâlinde karşı hakemlere gidilebilir ve hakemler mahkûm edilebilir.

*

‘Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.’

Demek ki, kanunları görevli olsun-vatandaş olsun herkes kendi içtihadıyla yorumlayacak ve uygulayacak, bu uygulamanın hesabını da yargıya verecektir. Lâiklik tarif edilmeyecek, yargı lâikliği yanlış anlayanları mahkum edecektir.

Ne var ki, Türkiye’de yargı bağımsız değildir. Yargı Yargıtay’ın denetiminde olduğu için tarafsız değildir. Davalar yıllarca sürdüğü için yargı etkin değildir. Etkin olmayan yargı saygınlığını da koruyamamaktadır. Sorun tanım sorunu değil, yargı sorunudur.

Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek’e yargının bağımsız, tarafsın, saygın ve etkin olması için proje önerisi götürdük. Dinlemek lütfunda bulunduğu için teşekkür ederiz, ama; “Bu öneri Adil Düzendir, bu parti bunu yapmaz!” demiş; “Siz halka anlatın, halk oy versin, o zaman siz yapın.” demiştir...

Demek ki, Millî Görüş gömleği çıkarılınca böyle oluyormuş. Hele Bülent Arınç; “Başörtüsü sorunu bizim namus borcumuzdur, çözeceğiz.” demiştir ama çözememiştir. Tek çözüm vardır; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı sistemini getirmek. Başka türlü çözemezsiniz. Ne anayasa ekseriyetli Meclis, ne de partiniz bu sorunu çözememiştir ve siz hâlâ o partide duruyorsunuz; bundan sorumlu değil misiniz?!.  

Geçmiş için ibret almak dışında yapabileceğimiz pek bir şey yoktur; biz sadece geleceğe bakmalı ve yapılması gerekenleri yapmalıyız… Şairin dediği gibi; ‘Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.’

 

 

***

 

 

 

 

 

Lâikliğin ilmî tanımı - (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Kanunlarda tanım yapılmaz. Çünkü tanımın da tanımlanması gerekir. Kanunlarda kelimeler öyle kullanılır ki, tanımı cümlelerin ifadesinden çıkar. Bunu da ancak ilim adamları yapabilirler. Bu ihtiyacı gidermek için İslâmiyet’te “Fıkıh Usûlü” diye bir ilim gelişmiştir ve en yüksek ilim kabul edilir. Kelimelerin tanımları gramer kuralları ile yapılır. Tüm mevzuat içinde o kelimenin kullanılmış yerlerine bakarak tanımlar yapılır. Sonra müsbet ilimle sistemler oluşturulur, hikmetleri yani yararları ortaya konur. Görevliler, halk ve hakemler, bu ilmî tanımlara dayanarak kendileri kendi içtihatları veya seçtikleri müçtehitlerin içtihatları ile amel ederler.

Bir taraftan Devlet Başkanı ve askerler lâikliğin tanımlanmış olduğunu, ayrıca tanımlanmasına gerek olmadığını söylüyorlar ama; kendileri o tanımlanmış lâikliğin ne olduğunu ilmî bir dille bir türlü ifade etmiyorlar. Diğer taraftan Meclis Başkanı ve Başbakan da lâikliğin tanımlanması gerektiğini söylüyorlar ama...

İki taraf da hatalıdır. Lâikliği herkes kendine göre tarif etmeli ve ‘Lâiklik budur’ demelidir. Bu tarifler ilmî usullerle tartışılmalıdır. Halk ve görevliler bu tariflerden yararlanır, mahkemeler yararlanır; zamanla tanım oturmaya başlar. Biz de lâikliği bizim anladığımız şekliyle tanımlıyoruz.

Genel olarak lâikliği şöyle tanımlayabiliriz: “Laiklik: Bir şey dinî olmakla bir ayrıcalığa sahip olmaz. Fiil suç ise dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse dinî olduğu için de suç olmaz.”

Bu tanıma göre, Anayasa’mızın 24’üncü maddesi ile tarif edilen lâiklik bu tarife uymamaktadır. Anayasanın 24’üncü maddesi kamunun değil de, devletin; düzeni değil de, temel düzeni, dinî fikriyatı değil de, dinî hissiyatı istismar etmeyi veya kötüye kullanmayı değil de, istismar etmeyi ve kötüye kullanmayı suç saymıştır. Oysa, Türkiye’deki laiklik uygulaması tümüyle buna aykırıdır.

Biz lâikliği başka türlü tanımlıyoruz ama biz yürürlükte iken mevzuata uyarız. Ama lâikler öyle yapmıyorlar ve Anayasa’nın açık tanımını hiç kâle almadan istedikleri gibi uyguluyorlar!..

***

Yukarıda yaptığımız lâiklik tanımı genel uygulama bakımındandır. Pratikte ise lâikliğin başka mânâları da vardır. Yalnız dine değil, bütün müesseselere uygulanır. Bunu da dört noktada toplarız.

1. Din iyi ile kötüyü birbirinden ayırır ve neyin yapılacağına karar verir. İlim doğru ile yanlışı birbirinden ayırır ve nasıl yapılacağına karar verir. Ekonomi yararlı ile zararlıyı birbirinden ayırır ve kimin yapacağına karar verir. Yönetim adil olan ile zalim olanı birbirinden ayırır ve ürünlerin kimin olacağına karar verir. Her birinin görevi ve yetkisi vardır. Bunların birbirilerinin işlerine ve yetkilerine müdahale etmesi lâikliğe aykırıdır. Demek ki; denetleme, yasama, yürütme ve yönetme erklerinin dengeli biçimde kullanılması lâikliktir.

2. Topluluk ilmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu sosyal gruplarla yaşar. Bir sosyal grubun, bir dinin veya bir partinin diğer sosyal gruplara, dine veya partiye tahakküm etmesi, devleti birisinin lehine kullanması lâikliğe aykırıdır. O halde lâiklik, devletin tüm sosyal gruplara eşit yakınlıkta olmasıdır. Devlet parti veya mezhepler arasında ayrıcalık yapamaz. Bu anlamda ekseriyet partisinin iktidar olması lâikliğe aykırıdır. Diyanet işleri teşkilatı lâikliğe aykırıdır. Tek oda (tek ticaret odası, tek sanayi odası) ve tek baro da lâikliğe aykırıdır. Tekele götüren her şey lâikliğe aykırıdır. Lâiklik, çoklu düzenin dengesidir. Bundan dolayıdır ki ekseriyet sistemi lâiklikle çelişir.

3. Her insan hürdür, kendi işleri hakkında kendisi karar verir. İnsanlar sözleşmelerle topluluk oluştururlar. Hicret demokrasisi ile hür yaşama şansına sahiptirler. Bunun yanında akrabalık, komşuluk, emekle ilgili haklar sözleşmeden önce vardır. Sözleşme yapma hakkı da sözleşmeden önce vardır. Bunlara “doğal haklar” denir. Doğal haklar kanunlarla düzenlenemez. Çünkü kanunlar onlara dayanır. Doğal hakların belirlenmesi müsbet ilmin kuralları içinde ilimle sağlanır. O halde lâiklik, müsbet ilmi hukukun üstünde görmek ve müsbet ilme aykırı mevzuatı geçersiz görmektir. Kur’an bunlara “müteşabih” der ve “muhkemat” ile bunların yorumlanacağını söyler. O halde lâiklik, mevzuatı müsbet ilmin denetimine vermektir. Dinlerin müsbet ilme aykırı inanışlarından yani hurafelerden kurtulmalarıdır. Kur’an buna “müslim” diyor, diğerine de “kâfir” diyor ama küfrü yasaklamıyor, sadece yönetimde yer vermiyor.

4. İnsanlar iyiyi, doğruyu, yararlıyı ve adil olanı ararlar ve uygularlar. Bunlara “hak” denir. Ancak, hakkın ne olduğu çok açık olmadığı için; lâiklik, başkalarına zarar vermeyen her şeyi kişilerin bâtıl da olsa yapabilmeleridir. Falcılık yanlıştır ve yalandır ama başkalarına zararı olmadığı için yasaklanamaz. Bu anlamda lâiklik, herkesin kendi sınırları içinde hür olmasıdır. 1924 Anayasası bu tanımı şöyle yapmıştı. Kişilerin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetleridir. 1924 Anayasası bu sınırın kanunlarla belirleneceğini söylemiştir. İşte bu lâikliğe aykırıdır. Laik düzende bu sınır, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemelerce belirlenir. O halde lâikliği şöyle tanımlayabiliriz: Lâiklik, kişilerin hak ve hürriyetlerinin sınırlarını tarafların seçeceği tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı tarafından belirlenmesidir.

Bütün bunların hepsi sosyal gruplara ayrıcalık tanımama içinde saklıdır. Yani, genel olarak lâiklik bir toplulukta ve insanlıkta, yargı önünde soysal gruplardan herhangisine diğerlerinden ayrıcalık tanımaz. İnsanlar kuralların sağladığı imkânlardan eşit şekilde yararlanabilirler. Belirlenen bir fiili yapan faile bakılmaksızın fiili yapana aynı karşılık verilir. Böyle düşündüğümüzde lâiklik hukuk düzeninin kendisidir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Papa nereden geliyor ve kimdir?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

İnsanlar başlangıçta göçebe hayatı yaşıyor, peygamberler kitap getirmiyor, kabileler onların sünnetiyle yönetiliyordu.

Sonra Hazreti Nuh Peygamber geldi ve sünneti “yazılı” hâle getirdi.

Yazı sayesinde Mezopotamya Medeniyeti doğdu.

Bu medeniyetin etkisiyle Mısır Medeniyeti doğdu.

Ardından Hazreti Musa geldi ve Allah’tan aldığı kitabı yani Tevrat’ı insanlara tebliğ etti.

Tevrat sayesinde artık şeriat yani anayasa düzeni doğmuştu.

Bu düzen sayesinde İbrani Medeniyeti doğdu.

Daha sonra bu medeniyetten yararlanan Yunanlılar Yunan Medeniyeti’ni kurdular.

Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon Tevrat’ı lâikleştirerek bunlara öğretti. Romalılar bu öğretiden çok yararlandılar ve tüm Akdeniz’e hakim oldular.

Hazreti İsa işte bu Romalıların zamanında dünyaya geldi. O’nun görevi Tevrat’ı beşerileştirmek ve tüm dünyaya yaymaktı.

Hıristiyanlar başlangıçta 300 yıl çok zulüm gördüler ve yeraltında yaşamak zorunda kaldılar.

Sonunda Roma Hıristiyanlığı devlet dini yaptı.

Bizans’ta ise devlete bağlı din modeli sürüp gitti.

Daha sonra da bu sistem devam etti, hâlen de devam ediyor…

*

İnsanlık tarihinde bu gelişmeler olurken, Batı Roma İmparatorluğu’nda beklenmedik bir olay oldu.

Cermenler kuzeyden gelerek Roma’ya girdiler ve imparatorluğu yıktılar ama kendileri de Hıristiyan oldular. Böylece yeni bir yönetim modeli doğdu. Siyasi bakımdan imparatorluk parçalandı ama dini bakımdan çoğalarak gelişti.

Kilise yani Papalık yaklaşık olarak 1000 yıl Avrupa’yı yönetti. Bu dönemde doğu ve batı imparatorluklarının gücü ile tüm Akdeniz havzası Hıristiyan yapılmıştır.

Doğu Roma İmparatorluğu bir müddet sonra yıkıldı ama Kilise ve Papalık varlığını devam ettirdi.

Sermaye işte bu Kilise’ye karşı savaş açtı.

Sermaye önce Kilise ile birlikte olan derebeylerini yıktı, ulusal dinler ve devletler icat etti. Sonra krallıkları yıktı. Sonra demokrasiyi yıktı, diktatörlükler icat etti. Daha sonra o diktatörlükler de yıkıldılar.

Dolayısıyla günümüzde “düzen” boşluktadır.

-Buhar gemilerinin bulunması ve barutun yaygınlaşması ile sermaye denizaşırı ülkelere yayıldı. Bu arada Katoliklik zayıfladı, Avrupa dinsizliğe doğru gitti.

-Ama sermaye dünyaya bir şey götürmek zorunda olduğu için Katolikliğin alternatifi olarak Protestanlığı dünyaya yaydı.

-Bu sayede Hıristiyanlık iki defa büyük genişlemeye uğradı.

-Birincisinde imparatorlar, diğerinde sömürü sermayesi bunu geçekleştirdi.

Yazımın başlığından “Papa nereden geliyor?” diye sordum.

Papa insanlık tarihinin işte bu geçmişinden geliyor.

*

Papa 6. Paul 1967’de, Papa 2. Jean Paul ise 1979’da Türkiye’ye geldiler ve iyi bir şekilde ağırlandılar.

-Türkiye’ye gelen son papa olan Papa 16. Benedikt ise -Almanların genel karakteri olan- sivri dili, kırıcı üslubu ve katı anlayışı ile temayüz ediyor. Tartışmalara sebebiyet veren görüşleri bunun kanıtıdır.

-Papa olup “16. Benedikt” ismini almadan önce, yani henüz “Kardinal Ratzinger” ünvanını taşıdığı günlerde bir demeç vermiş ve Türkiye’nin AB’de işinin olmadığını söylemişti. Ona göre AB bir Hıristiyan birliği ve kuruluşu idi…

-Papa 16. Benedikt sadece bununla da yetinmemiş, Türkiye’nin Müslüman ülkelere yaklaşmasını ve onlarla birlik kurmasını istemişti…

-Hatırlanacağı üzere, kendisi de Papa gibi Alman asıllı olan Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verhaugen tepki göstermiş ve ‘Brüksel’de işler Papa’nın istediği gibi yürümez’ demişti…

Papa 16. Benedikt bu ve benzeri özellikleriyle işte böyle birisidir.

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1371 Okunma
2-2006 Şubat
1161 Okunma
3-2006 Mart
1244 Okunma
4-2006 Nisan
1190 Okunma
5-2006 Mayıs
1220 Okunma
6-2006 Haziran
1141 Okunma
7-2006 Temmuz
1461 Okunma
8-2006 Ağustos
1400 Okunma
9-2006 Eylül
1409 Okunma
10-2006 Ekim
1269 Okunma
11-2006 Kasım
1351 Okunma
12-2006 Aralık
1181 Okunma

© 2024 - Akevler