|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
EYLÜL-2006 |
|
|
|
Asıl merkez Washington mu? (1)
REŞAT NURİ EROL
01.09.2006
Geçen ay TCMB’nın (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası) bazı operasyonları ve özellikle ‘faiz artırma kararları’ üzerine, bu köşede ‘Merkez Bankası’nın görev ve işleyişi’ ile ilgili yazılar yazdım. Merkez Bankası beklenmedik şekilde faizleri tekrar artırınca yine Temmuz sonunda ‘Faizler yine artırıldı!’ başlıklı bir yazı daha yazdım ve bu ekonomi politikalarını eleştirdim. Akşam gazetesinden Gülay Atlan 13.08. 2006 günü yayımlanan röportajında, genel olarak eleştirdiğim konularla paralellik arz eden görüşler beyan eden Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Osman Altuğ ve İstanbul Üniversitesi Bankacılık Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Targan Ünal’ın görüşlerine yer vermiş.
Malum olduğu üzere, Devlet Bakanı Ali Babacan aniden bir açıklama yaptı ve dedi ki: ‘Merkez Bankası idari merkezi İstanbul’a taşınacak.’ Hükümetin planına göre İstanbul, sadece Merkez Bankası değil aynı zamanda BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) ve SPK’nın (Sermaye Piyasaları Kurulu) merkezlerinin de taşınmasıyla finansal başkent olacak!
Merkez Bankası ise önce ‘şimdiye kadar bu yönde alınmış bir karar yok’ dedi! Sonra bu dediğinden çark etti ve bu durum Hükümet ile Merkez Bankası arasında bir zıtlaşma şeklinde yorumlandı.
Tartışmaya işadamı derneklerinden banka yöneticilerine kadar herkes dahil oldu.
Bu tartışmalar arasında ‘bari başkent de İstanbul olsun’ diyenler de çıktı!
Sizleri röportajın bazı önemli bölümleri ile baş başa bırakıyorum.
***
Aslında merkez Washington’dadır!
-Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması kararı gerekli ve isabetli mi?
Prof. Dr. Osman Altuğ: Merkez Bankası’nın merkezi Ankara mıdır? Aslında merkez Washington’dadır! Dolayısıyla Merkez Bankası’nın bulunduğu yer coğrafi olarak o kadar da önemli değil. Zaten önümüzdeki 10 yıllık süreçte merkez bankaları işlevlerini de kaybedecek. Çünkü dijital para sistemine geçilecek, şimdi Merkez Bankası olarak kasılan yöneticilerin bir anda işlevsiz kaldıklarını göreceğiz. Teknoloji Merkez Bankası’nın önünde gidiyor.
Prof. Dr. Targan Ünal: Merkez Bankası’nın taşınması yeni alınmış bir karar değildir, bana kalırsa uzun süredir planlanan bir bütünün parçası…
***
-Sadece yüz yüze görüşmeleri kolaylaştırması mı hedefleniyor?
T.Ü.: Hükümet BMSV (Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi) gibi bazı idari kesintiler ve fonların ileride düşürüleceğini ve bunların da yabancı yatırımcılar için cazip olacağını açıkladı. Merkez Bankası’nın İstanbul’a gelmesiyle yabancılara bir kolaylık daha hedeflenmiş olabilir...
***
Merkez Bankası’nın temel görevleri nedir?
-Merkez Bankası ekonomi haberlerinden çıkıp güncel haberlerin baş aktörü oldu. Başkanının atanmasından taşınmasına çok fazla konuşulmaya başlandı. Merkez Bankası’nın temel görevleri nedir?
O. A.: Merkez Bankası’nın temel görevi emisyon hacmini yani dolaşımdaki para miktarını ayarlamak. Merkez Bankası son dönemde büyük bir rekor kırdı. 2002 sonunda yaklaşık 7 katrilyon olan emisyon hacmini bugün 25 katrilyona çıkardı. Demek ki Merkez Bankası’nın matbaaları çok iyi çalışıyor. İkincisi bankalar arası para piyasalarında faiz oranlarını şekillendirmek ama onu da ‘üçkâğıt ekonomisinin’ verdiği yöne göre yapmak, faizleri indirmek, faizleri yükseltmek ve kurları buna göre ayarlamak. Faizler yükseldikçe kurlar düşüyor, kurlar yükseldikçe faizler düşüyor gibi bir mantık içinde hareket ediyorlar ve halkımız zannediyor ki ‘Merkez Bankası paraya yön veriyor.’
***
-Vermiyor mu?
O.A.: Hayır, bu kurumların fonksiyonları sanıldığı gibi üretime yönelik değildir. Bir ülkede paranın değerini belirleyen esas unsur ‘üretimin gücü’dür. Bizim gibi ülkelerde paranın değerini belirleyici unsur olarak tamamen parasalcı bir ekonomik model seçilir, yönetimi Merkez Bankası’na verilir, o da kendini her şeye kadir görmeye başlarsa şenlik olur.
T.Ü.: Avrupa Birliği içindeki bankacılık sistemi faiz oranlarına uyum, ardından da AB içindeki Merkez Bankası’nda toplanma hedefi var. Düşününce 10 yıl içinde Merkez Bankası fonksiyonunu kaybedecektir.
***
İşsizin enflasyonu yüzde yüz!
-Merkez Bankası tüm ülkelerde fonksiyonel mi?
O.A.: Türkiye’de 12 Aralık 1999 güçlü ekonomiye geçiş programıyla Merkez Bankası çok fonksiyonel hâle getirildi ve bu programla Türkiye aslında bir deli gömleği giydi. Doların kafasına bas, dolar fiyatları düşsün, düştükçe ithalat artsın, ithalat arttıkça ülkedeki işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlik daha da yaygınlaşsın. Sanki tek hedef enflasyonu aşağı çekmek. Evet enflasyonu düşürürsünüz ama herkesin enflasyonu kendine. İşsiz adamın enflasyonu kafadan yüzde 100, Merkez Bankası nutuk atıyor! Bu tip kurumlar daha çok şov kurumlarıdır.
İki ekonomi profesörünün önemli tesbitleri bitmedi; yarın da devam edeceğiz…
***
TCMB Yassıada’ya taşınsın! (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
02.09.2006
-Son aylarda dövizde ani fiyat değişiklikleri yaşandı, buna kriz diyenler de var. Merkez Bankası bu krizi yönetmede başarılı oldu mu sizce?
Prof. Osman Altuğ: Devalüasyon millî paranın, yabancı para karşısında değerini kaybetmesidir. Türk parası hesapta değerliydi ama bu değer göreceli, spekülasyona ve manipülasyona dayalı. Doların TL cinsinden yükselmemesinin sebebi döviz rezervlerimizdir. Merkez Bankası’nın canı sıkılırsa dolar alır, dolayısıyla fiyatlar yükselir. Yüzü gülerse, döviz satar fiyatları düşürür. O arada da birileri kazanır. Kamusal güç Merkez Bankası’nın elinde, bankalar ona bağlı. Türkiye’de özel bankacılık yoktur, yabancı tabelalı bankalar da özel banka değildir, alayı kamu bankası niteliğinde. Niye dolar düştü, niye yükseldi? Sebebi vade çatışması. Borçlarınızın vadesiyle alacaklarınızın vadesi uymuyorsa dolar ihtiyacınız artar. Döviz rezervlerinize dokunmanıza da Washington izin vermez. Piyasadan para alın talimatı verir. Merkez Bankası isterse doları 1 lirada da, 75 kuruşta da tutabilir. Bu da açıkları büyütür. İhracatımız kur politikası nedeniyle düşüyor ama amacı ihracatın yükselmesi değil, ithalatın artması. Son aylarda yaşadığımız faiz artırımı ve dolardaki hareketleri Merkez Bankası’nın spekülatör zihniyetiyle gerçekleştirdiğini düşünüyorum.
Prof. Dr. Targan Ünal: Benzeri iniş ve çıkışlar arz-talep uyumsuzluğuna bağlı olarak önümüzdeki dönemde de yaşanacak. İthalata bağlı bir büyüme var. Cari açık ciddi büyüyor…
***
Dışarıdan alıp Merkez Bankası’na satıyorlar!
-Şimdi döviz düşüş trendine girdi, bu bir toparlanma mı?
T.Ü: Son 12 ayda 50 milyar dolarlık döviz girişi var, bunun 31 milyar dolarlık kısmı bankalardan geliyor. Bankalar yüzde 7 faiz ile gidip dışarıdan borçlanıyor. Türkiye’de ise borçlanmanın bedeli yüzde 20, birikimli olarak yüzde 22. Dışarıdan alıp Merkez Bankası’na satıyorlar! Şu anda dolar 1,50 YTL’den, 1,44’e düştü, yüzde 3’lük bir değer kaybı. Bir anda bankalar son derece kazançlı hâle geldi. Bu bir politika hâline gelince döviz rezervlerimiz şişmeye başladı. Bu bir hükümet politikası gibi görünüyor. Faizin düşmesi için ciddi bir çaba var ama bunda da enflasyon hedeflemesi sonrası başarılı olamıyoruz. Şu anda Merkez Bankası son derece riskli bir ortamda hareket ediyor. Üretmediği bir parayı yönetmeye çalışıyor.
O.A.: Merkez Bankası döviz toplayıp rezervi oluşturuyor ve kullanmadan faiz ödüyor! Bir yandan da sıcak paraya faiz vererek ikinci ödemeyi yapıyor! Sonra döviz rezerviyle iftihar eden bir ülke halindeyiz!
***
-Cari açık konusunu açar mısınız?
O.A.: İthalat gider, ihracat gelir demektir. 115 milyar dolar ithalat, 75 milyar dolar da hayalisi dahil ihracatın varsa, aradaki fark zarardır. Yani bu ülke 40 milyar dolar zararda. Bir şirket zarar ederse öz sermayesini arttırır, bunu kapatır ya da borç alıp zararı finanse eder ve sonra öderim diye üzerine faizi bindire bindire sürdürür. Buna da ‘borç yönetimi’ dersin... Bütçe, ödemeler dengesi, dış ticaret dengesi, bankaların, Merkez Bankası’nın, hazinenin ve özel sektörün pozisyonları açık. Özel sektör Türkiye ne kadar borçlu bilmiyor. Türkiye kimden, ne kadar borç aldığını da bilmiyor. Türkiye ekonomisi hamiline yazılı. Önü de, arkası da açık...
***
Fert başına düşen taş!
Osman Altuğ: “2005’te fert başına 4 bin dolar gelir düştü. 2006’da 5 bin 139 dolar olacak” diyorlar. Peki kardeşim, Türkiye’deki gelir dağılıyor mu ki? Adamın kafasına taş düşüyor, sen ona diyorsun ki ‘başına 5 bin dolar düşüyor!’ Yüzsüz yönetim, yüzsüz politikacı, yüzsüz teknokrat halkın karşısında bu verilerle yorum yapıyorlar. Merkez Bankası’nın yokluğu, varlığından daha iyidir. Yeri önemli değil ‘anca gider...’
***
Yassıada’yı tavsiye ediyorum..
Sözün özü dobra bilim adamı Prof. Dr. Osman Altuğ’dan: Merkez Bankası yöneticileri bu kadar çok para basma, enflasyon, gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluğun olduğu bir ülkede akşam rahat yatamıyorlardır. O zaman huzur içinde işi yürütmeleri için, İstanbul Boğaz’a nâzır güzel bir yere taşımak lazım. Daha başka bir önerim var. Merkez Bankası İstanbul’a gelecekse Yassıada’yı tavsiye ediyorum...
***
‘MB’nin İstanbul’a taşınması kanıma dokunuyor’
Son söz de bir Ankaralının olsun! Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan da TCMB’nın İstanbul’a taşınmasına ‘kanıma dokunuyor’ cümlesi ile tepki gösteriyor ve devam ediyor: “Ankara’dan Şekerbank gitti, İş Bankası gitti, TMSF gitti… Şimdi SPK gitsin, BDDK gitsin, Merkez Bankası, Halk Bankası, Ziraat Bankası gitsin!..” Özellikle Ziraat Bankası’nın gidecek olmasını şaşkınlıkla karşılayan Çağlayan, “Herhalde bundan sonra İstanbul tarım kenti olacak!” dedi. Halk Bankası’nın ani yapılacak blok satışının esnaf ve sanayiciyi kendi mekanizmasının dışında bırakacağına işaret eden ASO Başkanı Çağlayan, küçük ve orta boy işletmelere (KOBİ) kredi desteği için altyapının oluşturulup bankanın belli miktarda halka açılması gerektiğini kaydetti.
***
Kur’an, mabet, eğitim - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
03.09.2006
Yaz ayları başlayınca mabetlerimiz adeta ‘eğitim seferberliği’ ilan etmekte, gencecik çocuklarımız buraları şenlendirmekte, cami görevlileri ile gönüllü Kur’an öğreticileri olanca gayretleriyle hizmete koşmaktadır. Allah Kur’an öğrenen ve öğretenlerden razı olsun...
Kur’an kursu öğretmeni olan yakınlarım var. Uzun yıllardır zaman zaman onların hizmet heyecanlarını yaşar, kimi gayretlerini paylaşır, engellemelerle karşılaştıklarında yardımcı olmaya çalışırım.
Bu yaz, Sakarya Üniversitesi’nde okuyan oğlum Ahmet Yasir Erol da bu hizmet kervanına, Sakarya AGD bünyesinde katıldı. Çalışma arkadaşlarıyla birlikte onun Kur’an merkezli hizmetlerindeki heyecan, gayret, çalışma ve yorgunluklarından haberdar oldukça; 1970’li yıllarda Millî Gençlik Vakfı bünyesindeki mütevazi imkânlarla yapmaya çalıştığımız hizmetleri hatırladım... Nerelerden nereye geldik, elhamdülillâh…
Ümraniye ve Üsküdar AGD’deki arkadaşların çok yönlü eğitim çalışmalarına şahit oldukça; gıpta ile karışık, şükrediyorum… Hele hele son haftalarda her gün Türkiye’nin dört bir tarafında, bu yaz dönemindeki eğitim faaliyetlerinin ‘hitamuhu misk’ program haberlerini Millî Gazete’de okudukça, öylesine keyifleniyorum ki; Allah’a hamd olsun… ‘Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerdir’ müjdesine mazhar olan bütün bu güzel hizmet ehli kardeşlerimizi canı gönülden tebrik ediyorum…
Bu arada meraklılarına not: Son on yıldır, çalışma arkadaşlarımla birlikte yürütmekte olduğumuz ‘Kur’an ve İlim Seminerleri’ 373. haftaya merdiven dayadı. Bu seminer notlarımıza ulaşmak gayet kolay; ‘www.akevler.org’a tıklamanız yeterli, ondan sonrasında gerçek Kur’an ve ilim ziyafeti başlıyor…
***
Ayasofya hâlâ işgal altında
İnsanlığı dinsizleştirerek kendisine taptırmayı ve köleleştirmeyi hedefleyen zalim sömürü sermayesi, en azgın yıllarını 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. Sömürü sermayesi ‘komünizm/sosyalizm saldırısı’ ile yeryüzündeki dinlere ve mabetlere saldırmış, dinleri müntesipsiz, mabetleri cemaatsiz bırakmıştır...
Sömürü sermayesi daha da ileri giderek bazı mabetleri müzelere çevirmiş, fırsatını bulduklarını değişik bahanelerle yıkmış, kimi zaman da zulmünde azgınlaşarak ahır olarak bile kullandırmıştır.
Balkanlar’daki memleketlerimde ve diğer bazı ülkelerde, birkaç asırlık Osmanlı camilerinin meyhane ve gazino olarak kullanıldıklarını gördüm ve kahroldum…
Ayasofya gibi kadim bir ‘mabet’ ise ‘müze’ adı altında hâlâ işgal altındadır…
Ayasofya İstanbul’u fetheden ecdadımızın dönüştürmesiyle yüzyıllarca cami olmuştur. Daha önce kilise idi.
Oysa Ayasofya’yı yapanlar ve yüzyıllardır tamir ederek onun ayakta kalmasını sağlayanlar, o mabedin içinde ibadet edilsin diye bunları yaptılar; sokaklarda sürten hippilerin ziyareti için müze yapılsın diye değil. Ama mabet düşmanlığı günümüzde Ayasofya’yı hâlâ o halde tutuyor...
***
Yenibosna Mevlana Camii
Yirminci yüzyılın ikinci yarısının başlangıcından itibaren, bütün dünyada ve ülkemizde ‘yeniden dine dönüş hareketi’ başladı. Bu dönüşe paralel olarak yeni mabetler yapılmaya başlandı. Ama o zalim sömürü sermayesinin yönlendirdiği veya bizzat yönettiği o meşum zihniyet, her zaman olduğu gibi halkın yeni mabetler yapmasına karşı çıkmış, bu arada ülkemizde de yeni camilerin yapılmasını önlemeye çalışmıştır.
İstanbul’un Yenibosna semtinde, dere yolu caddesi üzerinde büyük bir cami vardır: Mevlana Camii. Bu caminin yapımını merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal başlatmıştı. Ölümünden sonra vârisleri ilgilenmemiş, caminin betonarmesi bile bitmeden yarım kalmıştı. Uzun zaman garip garip bekledi…
Sonra ne oldu?
Yenibosna halkı harekete geçti, adını değiştirdi, Mevlana Camii yaptı. Yavaş yavaş cami tamamlanmaya başlandı. Şimdi İstanbul’un en büyük ve en şirin camilerinden biri hâline geldi.
Mevlana Camii’ne gerek dışardan baktığınızda, gerekse içine girdiğinizde, haşmetli ve huzurlu bir manzarası vardır. Estetiği ile de harikulade bir yapıdır. Bunlar dışında, son derece üstün akustiği vardır. Yankı yapmıyor. İçeri girdiğinizde, en arka yerinden bile ses seçilebilmektedir. Ayrıca adeta doğal klima hâlindedir. En sıcak mevsimde içeri girerseniz serin, kışın da sıcaktır. Hülâsa, Mevlana Camii, İstanbul’daki diğer selatin camilerimiz kadar huzurlu ve geniş bir cami olmuştur. Bu büyük camimizin alt tarafında geniş işyerleri vardır. Bu işyerlerini değerlendirebilse, cami masraflarını kendi kendine finanse edecek durumdadır.
Cami ve çevresinin en önemli özelliği, Yenibosnalılar yani halk buralara sahip çıkmakta, Mevlana Camii ve çevresini boş bırakmamaktadır. Günlük beş vakit namazlarda bile hatırı sayılır topluluk cemaate katılmakta, ama Cuma günü büyük Mevlana Camii tamamen dolmaktadır. Sevindirici olan taraf, yalnız emekli ve yaşlılar değil, her yaştan insanlar beş vakit namazlarını bu büyük camide kılmakta, çocuklardan seksenlik ihtiyarlara kadar, her yaştan insanlar safları doldurmaktadır…
Buraya kadar anlattıklarım gayet güzel, değil mi? Ama her şey göründüğü gibi değil.
Yarın, Kur’an, mabetler ve eğitim ile ilgili önemli meselelere temas edeceğim…
***
Kur’an, mabet, eğitim - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
04.09.2006
Dün, yaz aylarındaki Kur’an eğitiminden meseleye girdim… Sonra, din ve mabet düşmanı zalim sömürü sermayesi zihniyetinin yaptıklarını özetledim… Bilahare, İstanbul Yenibosna’daki, selatin camileri büyüklüğünde olan muhteşem Mevlana Camii örneği ile anlatacaklarımı yazmaya devam ettim…
Evet, o meşum mabet düşmanı zihniyet, Mevlana Camii yöneticilerini ve halkını rahat bırakmıyor. Efendim, neymiş? Caminin yeri hazineye ait imiş, o sebeple cami yöneticileri caminin altındaki büyük işyerlerini gelir getiren yerlere veremezmiş! Verirlerse, hazine alacakmış!
Onlar da, hazineye gideceğine ,sosyal amaçlarla kullanalım diye bekletiyorlar...
Bu durumdan yararlanan istismarcılar da işi uzatıp duruyorlar...
Her şeyden önce, Yenibosna Yenibosna’da yani o semtte oturanlarındır. Gerek kanun, gerekse şeriata göre bir arazide bina yapan olursa, bina araziden daha kıymetli ise, arazi onun olur ve sahibi bedelini öder.
Kaldı ki; Yenibosna halkı olmazsa, halk oraları şenlendirmezse, o yerin fiyatı tarla fiyatıdır, değeri birkaç bin lirayı geçmez. Kirası da yıllık birkaç liradan fazla olmaz.
Dolayısıyla, bu mantık sakat ve yanlıştır.
Yer hazinenin ise mabet de hazinenindir.
Mabetler gelir kaynağı değil, gider kaynağıdır.
Yani, sömürü sermayesinin zulmü, bürokratik zihniyet aracılığıyla devam etmektedir.
Dün de kısaca yazdığım üzere, hâlâ mabet düşmanlığı yapılmakta, halkın serbestçe ibadet yapması ve muhtaç olduğu faaliyetlerde mabetlerden gerektiği gibi yararlanması önlenmektedir.
Neden böyle yapılmakta, halk neden engellenmektedir?
Mabedin geliri olmamalıdır ki; ora halkı mescitlere bakamasın, mabetler harap olup gitsin!..
AK Parti hükümeti dört yıldır iktidardadır ama, hâlâ bu zulmün sona erdirilmesi için yapılması gerekenleri yapmamakta veya yapamamaktadır. Biz, yine de tebliğ görevimizi yerine getirelim, çare ve çözümleri yazalım, bu kardeşlerimizin de görevlerini hatırlatalım. Elbette, görevlerini yapmayan veya yapamayanların yerine, bir gün yapacak olanlar gelir…
***
Çare ve çözüm olarak neler yapılmalıdır?
1. Herhangi bir yer, her şeyden önce yollara ayrılmıştır. Yol olmadan hiçbir şey olmaz. Güzergaha engel teşkil ediyorsa, yolu uzatıyorsa, o zaman orada olan ne varsa kaldırılır, istimlak edilir ve yol geçirilir. Cami, okul, kışla, pazaryeri de olsa, kaldırılır ve yol geçirilir.
2. Yoldan sonraki öncelik ve tercih toplantıların yapıldığı yerlerindir. Bu sıralamada önceliği kışlalar alır. Bir topluluk için savunma her şeyden önce gelir. Sonra mabetler, sonra okullar ve en sonunda mezar yerleri gelir. Özel mülk de olsa, bedeli verilip istimlak edilir ve bunlara tahsis edilir. Bu yer kamu mülkü ise, bedelsiz bırakılır.
3. Ondan sonra sıralamada mesken ve işyerleri alanları ayrılır. İskan yerlerinde meskenler öncelik taşır, çalışma alanlarında da işyerleri öncelik taşır. İskan yerinde çevreye ve yaşayanlara rahatsızlık veren işyerleri kaldırılır ve daha uygun bölgelere taşınır.
4. Bütün bunlardan sonra da sıra park, bahçe, spor alanı gibi açık yerlere gelir. Buralardan yararlanmak herkesin hakkıdır.
***
Mabet ve dernekler için kanun çıkarılmalı
Bu genel hukuk kavramlarını geliştirdikten sonra, mabet ve kurslar ile buralardan özellikle eğitim başta olmak üzere, her alanda yararlanmak için AK Parti iktidarı (veya AKP’den sonra o dönemdeki iktidar partisi) hemen bir kanun çıkarmalıdır. Bu kanun taslağının ana maddeleri şöyle olmalıdır.
Madde 1- Yol ve sokaklara zarar vermeyen mabet ve okul yerleri başka amaçla kullanılamaz. Kamuya ait ise derneklere karşılıksız terk edilir. Özel mülk ise peşin bedel ödenerek istimlak edilir ve derneğe terk edilir. Bedeli dernekten tahsil edilir.
Madde 2- Mabedin müştemilatı olan yerler dahil, mabetlerle ilgili bütün yer ve yapılar emlak vergisinden muaftır. Bu mülk teminat olarak gösterilemez. Dernek borcundan dolayı haczedilemez. Başkalarına satılarak temlik edilemez.
Madde 3- Dernek, mabet müdavimlerinin temsilcileri tarafından yönetilir.
Madde 4- Cami/mabet dernekleri ile müştemilatın idaresi hususunda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teklifi ve Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilecek tüzüklerle denetlenir.
AK Parti hükümeti acele etmeli ve Meclis açılıp yeni çalışma dönemi başlar başlamaz, hemen mabetler ve mabetleri yöneten dernekler ile ilgili kanunu çıkarmalı, devleti mabetlere zulmetmekten kurtarmalıdır. Bu hükümler yalnız mescitlere değil; kilise ve havra gibi diğer mabetlere de teşmil edilmelidir.
Bize düşen sadece açık tebliğ yapmaktır… Biz sadece bu tebliğ görevimizi yapıyor ve hatırlatıyoruz…
***
Piyasalar hareketleniyor…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.09.2006
Okullar açılıyor…
Ramazan geliyor…
Seçimler yaklaşıyor…
Piyasalar hareketleniyor…
***
Olumlu gelişmeler yok değil ama…
Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, 24 Ağustos’ta yaptığı olağan toplantısında, şükürler olsun ki faizleri artırmadı. Şükrediyorum, çünkü toplantı öncesi yapılan anketlerde, yüzde 17,50 olan kısa vadeli faizin çeyrek baz puan artırılması bekleniyordu. Faizin yüzde 17,75’e yükseltileceğini bekleyenlerin sayısı, ankete katılanların yüzde 75’ini oluşturuyordu. Ama beklenen olmadı ve faizler artırılmadı. Olumlu bir gelişme...
İnsan ister istemez faizlerin sıfırlandığı veya hiç olmazsa iyice azaldığı günleri özlüyor...
Neden olmasın?
Bir gün o faizsiz ekonomi politikalarının uygulandığı bir sabaha uyanırız, inşaallah...
Türkiye ekonomi piyasalarında hep tedirginlik olur. Piyasa aktörleri her türlü havadan nem kapmaya hazır ve amadedir. Hele dışa bağımlı olanlar öylesine edilgendirler ki, dışarıdan bir hapşırma duydukları anda, her nedense derhal nezle oluverirler!..
Her neyse, yaz rehavet sona erdi. Ağustos ayı, çok yönlü ekonomik gelişmeler açısından bakıldığında, dış ve iç piyasalardaki genel yaz ve tatil rehavetinde geçti. Şimdi sonbahar başlangıcındayız…
Eylül ayına girdik... Önümüzde Ekim ve Kasım ayları var... Ardından uzun bir kış dönemi…
Mevsimlerden bahsetmişken, hayırlı olması duâ, dilek ve temennilerimle, içinde bulunduğumuz üç ayları hatırlayıp sizlere de hatırlatmam gerekiyor. Hele Ramazan ayının o muhteşem çok yönlü atmosferi yok mu; Allah cümlemize sıhhat ve âfiyet üzere en verimli şekilde yaşamayı nasibi müyesser eylesin, inşaallah…
Ramazan deyince çok yönlü bir hazırlıkların başlıyor olması herkesin malumudur. Maddi-manevi, ekonomik-sosyal boyutları olan bu hazırlıkların ekonomi piyasalarını nasıl etkilediğini, özellikle içinde yaşadığım ticaret hayatında her yıl yoğun bir şekilde bizzat yaşarım. İşte o malum yoğunluk yine başladı...
Piyasalar hareketlenmeye ve canlanmaya başladı bile. Cumartesiyi pazara bağlayan dün akşam bile, gıda şirketimizdeki çalışma arkadaşlarım ve büyük ölçekli şirket yöneticisi misafir müdürlerle, Ramazan Kumanyalarını tüketicilerimizin lehine oluşturmak için yoğun bir çalışma içinde olduk. Düşünebiliyor musunuz, Pazar günü bile yoğun bir uygun fiyatlandırma mesaisi içinde olacağız...
***
Seçimler yaklaşıyor, piyasalar etkileniyor…
Hani, piyasada neredeyse ‘ekonomik kriz’ denilen bir dalgalanmayı yaşadıktan sonra, yeniden ‘suni istikrar’ diyeceğim bir döneme girdik ya; şimdi içinde bulunduğumuz bu dönem ve daha sonrasını yavaş yavaş ana gündemimize alma ve yorumlayıp değerlendirme merhalesine girdik. İç politikaya baktığımızda, erkeni olmasa bile, önümüzdeki yıl normal seçimler var... Onun öncesinde de cumhurbaşkanlığı seçimi... Bazı değerli yorumcular aksini söyleyip yazsa da, ben cumhurbaşkanlığı seçimini çok önemsiyor, etkisinin de son derece fazla olduğunu düşünüyorum. Gündemimde o konuyu bazı ince ayrıntı ve detayları ile yazmak var...
Biz yine asıl ekonomi gündemimize dönelim.
Yaşanan ekonomik dalgalanmadan sonra, doğrudan yabancı yatırımcılar yine piyasalardaki yerlerini almaya başladı… Son iki ayda dışarıdan sıcak para girişinde hissedilir artışlar oldu... Hazine yani hükümet, iç ve dış borç yapısı ile boğuşmaya devam ediyor ve maalesef ‘denk bütçe’ hesaplarını bir türlü tutturamıyor, bilindiği kadarıyla da tutturacak gibi görünmüyor… En önemli dertlerimizin başında gelen ‘cari açık meselesi’ nasıl çözülüyor diye sual edecek olursanız; ben de bazı ekonomi yorumcuları gibi ‘doğrudan yabancı yatırımcıdan ve yüksek reel faiz cazibesiyle sıcak para olarak giren dövizle sağlanıyor’ derim...
Ekonomimiz bu kadar faiz politikaları ile yönetilip yönlendirilmenin yanında, böylesine dışa bağımlı olunca, ekonomi piyasalarında ‘ekonomik kriz senaryoları’ üretiliyor olması tabiîdir ve bütün bu etkenler bir araya geldiğinde, piyasalarda mevsim dalgalanmalarının olacağı beklentileri oluşuyor…
Başta da dediğim gibi;
Okullar açılıyor…
Ramazan geliyor…
Seçimler yaklaşıyor…
Piyasalar hareketleniyor…
Bu arada, bugünlerde dışa bağımlı siyaset de hareketli;
Meclis toplanıp papatya falı açıyor; Lübnan’a ‘gidelim’ mi, ‘gitmeyelim’ mi?..
Yöneticilerimiz konuşacak, vekillerimiz sabırla dinleyecek ve sonunda oy kullanacak…
Hadi hayırlı traşlar!..
***
Terör sorunu ve Millî Görüş çözümü
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.09.2006
Gün geçmiyor ki terör bir veya birkaç can almasın. Kimi zaman haftada bir-iki şehit verirken, bazen bir-iki günde 10-15 şehit veriyoruz. Bu arada bugünlerde iyice artan orman yangınları misali, ateş düştüğü yerleri/evleri/aileleri yakıyor. Ülkemizi kasıp kavuran bu yangın her an nereyi yakıp kavuracak, belli değil. Hiç kimsenin, hiçbir ailenin terör mağduru olmama garantisi yok…
Nitekim, geçtiğimiz gün Türkiye tam dört noktadan, Şırnak, Hakkari, Van ve Diyarbakır’dan gelen 7 şehit (ertesi gün bir yaralının vefatı ile 8 şehit) haberiyle yasa boğuldu.
O gün ilk şehitlerimizin haberi Şırnak’tan geldi. Terör örgütü PKK tarafından uzaktan kumandalı patlayıcı ile yapılan saldırı sonucu ikisi subay 3 asker şehit oldu.
İkinci hain saldırı ise Hakkari’deydi. Çukurca ilçesinde Köprülü Jandarma Tabur Komutanlığı’na uzun namlulu roketatarla saldırıda bulunan teröristlerle çıkan çatışmada 2 asker şehit olurken 2 asker de yaralandı.
Van’ın Özalp ilçesinden ise İran sınırında bulunan Kapıköy’ü denetlemeye giden bir birliğe İran sınırından uzaktan menzilli silahlarla ateş açılması sonucu bir er şehit düştü.
Aynı gün akşam saatlerinde Diyarbakır’ın Dicle İlçesi’nde, teröristlerce döşenen mayının patlaması sonucu da Tokat doğumlu bir uzman çavuş şehit oldu. Diyarbakır’ın Dicle ilçesinin kırsal kesiminde güvenlik güçlerince yürütülen arazi tarama faaliyeti sırasında, terör örgütü PKK’nın döşediği mayının patlaması sonucu yaralanan 4 askerden biri de bir gün sonra şehit oldu.
Dört ilimizde çatışmalar… Bir günde toplam sekiz şehit... Terör can almaya devam ediyor… Ateş düştüğü yerleri yakmayı sürdürüyor…
***
Teröre çözüm üreten Millî Görüş olmuştur
Dış destekli terör Doğu Anadolu’da yuvalanmış bulunuyor.
İsterseniz bu meseleyi irdelemeye bu bölgeyi inceleyerek başlayalım.
Doğu Anadolu’nun İslâmlaşması Hazreti Ömer zamanında başlamıştır. İlk Müslüman olan halk bugün ‘Kürt’ dediğimiz ‘Doğu Anadolu halkı’dır. Türklerin, özellikle de Anadolu Türklerinin tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan Malazgirt Meydan Muharebesi Bizans topraklarında değil, İslâm topraklarında olmuştur. Biz değil, Bizanslılar saldırmışlardır. Müslüman Doğu Anadolu halkı başından itibaren Selçukluların Anadolu’ya yayılmasına hep yardımcı olmuşlardır. İran halkı ise Abbasi hakimiyetine karşı direnmiş ve Şii olmuştur. Doğu Anadolu halkı Şafii ve Hanefi mezheplerini kabul ederek Abbasilerin yanında yer almışlardır. Türkler Abbasileri İranlılara karşı korumuşlardır. Tarih boyunca Kürt isyanı diye bir olay görülmez, görülmemiştir. Türkler ve Kürtler bin yıldan fazladır bu bölgede aynı kaderi eşitlik içinde paylaşmışlardır.
Türklerin bu bölgede tarih boyunca Şii-Sünni sorunu olmuştur, ama Kürt-Türk sorunu veya Kürt-Arap sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Aslına bakılırsa son zamanlarda da yoktur, fakat suni olarak böyle bir sorun oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Kürtlerin sözde bağımsızlık hareketi Batılıların kışkırtmaları sonucu ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyete karşı çıkılmış, bu karşı çıkma bölücülük amacı ile olmamış, cumhuriyetin ilk yıllarındaki dinsizlik şeklindeki lâiklik anlayışı nedeniyle körüklenmiştir. Buna eklenmiş ikinci ve belki de asıl sebep vardır. Nedir bu asıl sebep? Güneydoğu Anadolu ortaçağın ‘derebeylik tarım dönemi’ni yaşıyordu. Bugün ‘bucak’ veya ‘ilçe’ diye tabir ettiğimiz coğrafi çevrelerin birer aşiret reisleri vardı. Onlar tarım araçlarını sağlar, halk da onlara mahsulü ortak ederdi. Güvenlik de onlar tarafından sağlanırdı. ‘Sanayi dönemi’nin günümüzdeki merkezî yönetiminde ise ilçe kaymakamları ve nahiye müdürleri atandı. Halkın ihtiyacını karşılayamayan kaymakamlara karşı direnme başladı. Yeni düzen kurulmadan eski düzen yıkıldı. Boşlukta kalan halk isyana sürüklendi. Bu sorun hâlâ çözülememiştir ve PKK’nın ana kaynağı hâlâ budur.
CHP yönetimi zamanında bu sorun kanlı bir şekilde bastırıldı. Şeyhler oradan sürüldü. Halk Türkiye devletinden ayrılma şeklinde değil de, Türkiye devletinin zulme son vermesini istemiştir; hâlâ istemektedir. Buna karşı devlet baskı yapmış, baskı halkı devletten daha da soğutmuştur. Demokrat Parti de sorunları çözememiştir. Çünkü DP de Batılıların dümen suyunda gitmiş ve PKK’nın oluşmasına MİT yardımcı olmuştur.
Bu duruma karşı en etkin tedbirleri “Millî Görüş Hareketi” almıştır.
Doğu halkımız Batı dünyasının desteklediği PKK’lı solcu teröristlerin yanında değil de, Millî Görüş partilerinin yanında yer almıştır. Böylece kimi Cumhuriyet hükümetlerinin gafleti ile birleşen Batı dünyası Millî Görüş sayesinde başarıya ulaşamamıştır. Demek ki, tek çözüm üreten Millî Görüş olmuştur.
Bu arada Çekiç Güç konuşlandırılmış ve PKK’yı resmen beslemiştir...
Bu gaflet veya ihanete de Başbakan Erbakan son vermiştir...
Hülâsa, Türkiye’nin terör ve PKK sorunu vardır...
Bu sorun üzerinde durmaya devam edeceğiz…
*
*Bayram Hocaefendi şehit edildi. Hocamıza Allah’tan rahmet niyaz ediyor, herkese sabırlar diliyorum…
***
Terör, bölücülük ve yapılan hatalar
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.09.2006
Türkiye’nin terör, bölücülük ve PKK sorunu vardır...
Ancak bu sorun sunidir...
Asıl tehlike başkadır...
PKK terör belası, içteki gafil veya hain odaklarla birlikte dış güçlerin organize ve finanse ettiği bir musibettir. Yirmi seneyi aşkın süreden beri bu sorun çözülememiştir, çözülememektedir...
Maalesef ordumuzu da yıpratmıştır, hâlen de yıpratmaya devam etmektedir...
Aslında Kürtçülük hareketi diye bir şey yoktur. Olsa bile, bu hareket şayet silahsız olsa, bertaraf edilmek üzere buna karşı alınması gereken tedbirler ‘hukuk düzeni’ çerçevesinde alınır.
Oysa PKK silahlıdır. Bu durumda PKK’nın üzerine Türk Silahlı Kuvvetlerinin yürümesi kadar doğal bir olay olamaz. Ancak, bu müdahale ve mücadele sürdürülürken bazı hatalar yapılmaktadır.
Nedir bu hatalar?
***
PKK sorununun aslı nedir?
1. PKK sorunu iç sorun değildir, tamamen dış sorundur.
CIA başta olmak üzere, Batılı istihbarat örgütleri tarafından finanse edilip desteklenmekte, bu yolla Türkiye ve Irak’ın parçalanması hedeflenmektedir. PKK’ya bulunan elemanlar ekonomik zaruretlerden dolayı Kürtlerden olabilir, ama birçoğu Kürt asıllı değildir; başta Ermeniler olmak üzere değişik kavimlerdendir.
Bunları Kürtlerle karıştırmak hatalıdır.
2. PKK sorunu Kürt sorunu değildir.
Demokrasiyle yönetilen bir ülkede, Kürtlerin Türk halkı olarak kendi dileklerini dile getirmek için örgütlenerek faaliyetlerde bulunmaları en doğal haklarıdır. Parti kurarlar ve Meclis’e girerler. Partide bölücülük dâhil herhangi bir suç işleyen olursa, suçlu veya suçlular cezalandırılır. Parti/ler kapatılmaz.
Oysa olmayacak hatalar yapılmış ve parti/ler kapatılmıştır.
Suni seçim barajları ile Kürtlerin temsil edilmeleri önlenemez. Bunu yapmak hatanın ötesinde, tek kelimeyle gaflettir. Böyle uygulamalar yapmak, devletin zoru ile Kürtleri PKK’nın kucağına itmektir.
Ülkemizdeki Kürtçülük henüz bölücülük seviyesinde değildir. Ama bu hatalı siyaset uygulamaları sürdürülmeye devam ederse, her gün Kürtleri biraz daha PKK’nın yanına itmiş olabilir...
3. PKK askeri bir sorun değildir.
PKK henüz cephe kurarak Türk ordusunun karşısına çıkmış durumda değildir. Dolayısıyla biz PKK’yı askeri muharebelerle ortadan kaldıramayız. PKK şimdilik eşkıya durumundadır. O halde onu eşkıyalara yapacağımız muamele ile tenkil ve bertaraf etmeliyiz. Bu da iç güvenlik güçlerinin işi, yani polis ve jandarmanın işidir; ordunun işi değildir. Bu mesele askere havale edilerek hata yapılmaktadır.
Kişiler aleyhinde kararlar alınır ve mahkûm edilir veya tenkil edilir. Suçlu olmayanın çok yakını olsa, hattâ onu silah dışı imkânlarla desteklemiş olsa da, suçlu olmayan cezalandırılamaz. Mesela, bir terörist gelse ve evinize misafir olsa; ona yemek yedirir, hasta ise ilaç verir, çıplaksa giydirir, zaruri ihtiyaçlarını giderirsiniz... Bu durumda o teröristi desteklemiş olmazsınız. Çünkü herkesin insan olarak yaşama hakkı vardır.
Meşru yoldan yaşayamayanların saldırma hakkı doğar.
Ama siz ona silah ve cephane temin etmezsiniz. Ederseniz, o zaman suça iştirak etmiş olursunuz. Doğu Anadolu halkı bunların günlük ihtiyaçlarını karşılıyorlarsa, onları suçlu saymamak gerekir.
Bu kural cephe savaşlarında geçerli değildir.
Cephe savaşlarında düşmanı bulduğunuz yerde öldürürsünüz.
4. PKK’nın oluşumunun kaynağını kurutmadıkça, PKK ortadan kaldırılsa bile yine türer.
Sıtma ile savaş bataklıkları kurutma ile olmaktadır.
Bunun için de herkesin aş bulabildiği, iş bulabildiği, eş bulabildiği, isteği ve kabiliyeti varsa okuyabildiği bir düzeni, yani “Adil Düzen”i getirmek gerekmektedir.
Merkezî yönetimin yerini yerinden yönetime bırakmak ve iç güvenliği bağımsız küçük vilayetlere vermek gerekir. Yani, bizim hazırlamış bulunduğumuz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın devreye sokulması ve uygulanması gerekir.
***
Bir hususa daha işaret edelim. Diyelim ki, Türkiye’de bulunan birkaç vilayet ayrılıp bağımsızlık kurmak istiyor. Farz edelim ki bu hedefe ulaştılar ve küçücük bir sözde Kürt devletini kurdular. Hattâ Iraklı Kürtlerle de birleşip dört-beş milyonluk, karalarda hapsolmuş devletçiklerini kurdular...
Bu durum bizim belki bir parmağımızı koparmış olur ama devletimiz 70 milyon nüfusu ve geniş topraklarıyla yaşamaya devam eder. Bunda büyük bir tehlike yoktur. Türkiye devletinin yıkılması veya ikinci bir Sevr’in dayatılması da sözkonusu değildir.
Oysa, Türkiye’yi bekleyen Sevr’den daha tehlikeli akıbetler vardır.
Asıl büyük tehlike konusundaki görüşlerimizi okumak için yarını bekleyin…
***
Terör, bölücülük ve
asıl büyük tehlike
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
08.09.2006
Terör ve bölücülük meselesini iki gündür yazıyoruz.
Birinci gün, dört vilayetimizdeki çatışmalarda şehit düşen askerlerimizi andık. Konuya tarihî bir perspektiften bakarak geniş boyutlu bir açıklık getirdik. Çözüm sadedinde ise sadece “Millî Görüş”ün köklü çareler üretebildiğini hatırlattık…
İkinci yazımızda, PKK sorununun iç değil tamamen dış kaynaklı olduğunu, Kürt sorunu olmadığını, askerî bir mesele olmadığından bu yolla çözülemeyeceğini, asıl bataklık kurutulmadıkça PKK’nın ortadan kaldırılamayacağını hatırlattık…
En önemlisi, sorun çözülmeye çalışılırken yapılan hatalara işaret ettik…
Son olarak bu yazıları yazmamıza vesile olan acı haberler birbiri peşisıra geldi:
Dört ilimizde çatışmalar oldu…
Bir günde toplam sekiz şehit verdik...
Maalesef terör can almaya devam ediyor…
Terör ateşi düştüğü yerleri yakmayı sürdürüyor…
***
Asıl büyük tehlikeler nelerdir?
1. Türk tarımı yok ediliyor, araziler işlenmiyor, halkımız tarım yapmayı unutuyor.
Böyle giderse, on sene sonra ülkemizdeki topraklar artık ekilemez hâle gelecek, bu toprakları ekmeyi bilen halkımız yani köylümüz de artık kalmayacaktır. Ondan sonra biz nasıl geçineceğiz ve ne yiyeceğiz?..
Kentlerimizde de Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT’ler) özelleştiriliyor, fabrikalar kapatılıyor… Halkımız işsiz bırakılıyor... İşsizler ve açlar devletçe besleniyor... Gençler de işe alınamıyor...
Özel teşebbüsler de ağır vergi ve korkunç yasalar nedeniyle bir bir kapanıyor... Ağır faizler ve istikrarsızlık işyerlerini teker teker öldürüyor... Çok değil, on sene sonra elinden hiçbir iş gelmeyen, fabrikada çalışmayı da unutmuş işsiz insanlar topluluğu hâline geleceğiz. İşte asıl sorun o noktada ve o zaman başlıyor...
Demek ki, işsizlik sorunu PKK’dan belki yüz misli daha büyük bir tehlikedir; hem de yakın tehlikedir.
2. Tarım yasaklanmış, fabrikalar kapatılmış, halk işsizliğe mahkûm edilmiştir.
Türkiye dıştan alınan borçlarla yaşar hâle getirilmiştir. Biz iki sene önce, ‘onbeş yıl sonra Türkiye borcun içine boğulacaktır’ demiş ve yazmıştık. O zaman dış borç için % 30’luk bir artış hesaplamıştık. Hâlbuki iki yıl içinde borç yüzde yüz artmıştır. Böylece 15 sene 5-10 seneye inmiştir.
Kim size ilânihaye borç verip yaşatır?
Ekonomisi çökmüş bir ülkede ordumuz ülkeyi nasıl koruyacaktır?
Bölücülük, terör ve PKK’dan daha beter asıl korkunç ve yakın tehlike budur.
3. Türk adalet sistemi çökmüştür.
Bir dostumun on yıldır süren bir davası var, 1997’de açılmış. On sene sonra davayı kazandı ama ondan hâlâ para kesiyorlar! Karşı tarafta bir şey olmadığı için parasını değil, havasını alıyor! Dava açıldığında 20 bin dolarlık mesele 60 bin dolara çıktı ve o miktarı tahsil ettiler, ama şimdi o alacak tahsil edilemiyor!..
İşte böyle bir yargı sistemi içindeyiz.
Bu yargılama sistemi sadece eşkıyaların işine yaramaktadır. Avukatlar para kazanmaktadır, o kadar.
Devletin asıl görevi adaleti tesis etmektir. Adaleti kuramayanların topluluğu devlete değil, eşkıya teşkilatına dönüşür. Türkiye bugün böyle bir duruma düşmüştür. Büyük bir tehlikenin içindedir.
4. Türkiye’de millî medya yoktur.
Medya yani basın ve yayın, ulusun ve devletin gözü ve kulağıdır.
Kör ve sağır şoför tehlikeli değildir, çünkü arabayı kullanmaya kalkışmaz. Ama ters gören bir şoför düşünün; sağdan gelen bir arabayı bazen solda, bazen de doğru gören arabayı süren şoförün hâli nice olur?
Ulusal basın tesis edilememiştir. Yarın basın işbirliği yapıp ‘filan öldürüldü’ dese, herkes inanacaktır.
Buna çare bulunmalıdır. Millî basın ve yayının olmayışı ülke için en büyük tehlike teşkil etmektedir.
Bu tehlikeler yalnız devlet için tehlike değildir, aynı zamanda ulus için de en büyük tehlikedir.
Türk halkı yavaş yavaş soykırımına götürülmektedir. Bu gidişle 40-50 senede büyük bir yüzdesi gayri Türk olanlar Anadolu’da dolaşacaklar, Sevr’den daha beter bir tehlike oluşacaktır.
Sayıp sıraladığımız yukarıdaki asıl büyük tehlikeler yanında, PKK terörü devede kulak bile değildir.
İşte, bütün bunlara karşı direnme yükü Millî Görüş ve Adil Düzen Çalışanlarına yüklenmiştir.
Başaracaklardır, çünkü arkalarında Allah vardır; Allah onlara zafer vadetmiştir.
Birileri isteseler de istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Sonuç olarak, ‘bölücülük ve terör’ elbette büyük bir beladır ve ülkemiz için tehlikelidir. Ama tek kelimeyle ‘yıkıcılık’ dediğimiz ve ülkemizin ana temellerini sarsan musibetler daha büyük tehlikedir.
Vesselâm…
***
Lâiklik, irtica ve tehlike (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
11.09.2006
2006-2007 adli yılı açıldı…
Bayram Ali Öztürk Hocaefendi şehit edildi…
Askeriyede komutanlarımızın görev devir-teslim törenleri yapıldı…
Yargıtay her yönüyle provokasyon olduğu ayan beyan belli olan saldırıya uğradı…
Ülkemizde bu gibi vesilelerle en çok ‘lâiklik’ ve ‘irtica’ tartışmaları yapılır…
Nitekim, sıraladığım olaylar vesilesiyle de ilgili-ilgisiz, doğru-yanlış, haklı-haksız, tutarlı-tutarsız tartışmalar yapıldı… Bundan sonra da, bu iki kavram açıklıkla tanımlanmadıkça, tartışılmaya devam edecektir…
Yargıtay Başkanı Osman Arslan, yeni adli yılın başlangıcı münasebetiyle düzenlenen toplantıda ‘dindarları çeşitli sıfatlarla suçlamayın’ uyarısında bulundu. Başkana bu hassas uyarısından dolayı teşekkür ederim. Kendimi bildim bileli, ‘lâiklik’ ve ‘irtica’ kavramları gündeme gelip de ilim, Kur’an, İslâm ve insaf ölçüleriyle alâkası olmayan yorumlar yapıldıkça, bu yazımda yazamayacağım duygulara kapılırım... Burada konu ile ilgili duygularımı değil ama, düşüncelerimi yazacağım...
Devletin zirvesini (Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, TBMM Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile bazı bakanlar ve yargı mensuplarını) Yargıtay’daki törende ağırlayan Yargıtay Başkanı, lâiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğünün, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa hükümlerinin birlikte değerlendirilerek tanımlanmasında zorunluluk olduğunun altını çizdi. Lâikliğin dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması anlamına geldiğini hatırlatan Yargıtay Başkanı Arslan, bu tanımın iki öğeyi içerdiğini belirterek, lâik devlette yöneticilerin dini, din adamlarının da devleti yönetemeyeceklerini söyledi. Lâikliğin ikinci öğesinin, kişilerin iç dünyasıyla ilgili olduğunu ve kişilerin din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığını belirten Başkan Arslan, şunları söyledi: “Bu kuralın doğal sonucu olarak, hiç kimse ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz…”
***
Lâiklik ve irtica nedir?
Adil devlet düzeninde merkezden yönetmek yoktur, yerinden yönetmek vardır.
Bundan dolayı halkın kendi kendilerini yönetmesi için ortamın tesisi, yani, ‘yerinden yönetimin sağlanması’ ve sağlanan bu ortamın korunması sözkonusudur. Bu ortam da önce içtihatlarla, serbest seçimlerle, ocak ve bucak başkanlıklarıyla, hakemlerin kararları ile tesis edilir. Siyasi dayanışma ortaklıklarından oluşan jandarma tarafından iç güvenliğin, ordu tarafından dış savunmanın gerçekleştirilmesiyle, adına ‘hukuk düzeni’ denen bu yapı korunur. Buna daha geniş şekliyle ‘demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni’ denmektedir. Arapça olarak ‘şeriat, İslâm/barış, hak ve adil hükümler düzeni’ olarak ifade edilir.
Kuvveti üstün tutan Batı devlet düzeninde ise yönetim merkezîdir.
Kuvvete dayalı merkezî düzende halk kendi içtihatlarıyla değil, serbest sözleşmelerle değil, merkez tarafından çıkarılan kanunlarla yönetilir. Seçilmişlerin yerine merkezin atadığı yöneticiler yönetir. Merkez de, temsilcilerin oluşturduğu meclislerin denetiminde olduğu söylenen hükümetler tarafından yönetilmektedir. Bir taraftan bucaktan ile/vilayete, ilden devlete, devletten süper güçlere ulaşan merkezî yönetimin işi uygarlaşmanın ve nüfusun çoğalması sonucunda çok artmıştır. Meşru yollardan bu devasa, girift ve hantal düzenin çarkı dönmediği için birtakım meşru olmayan araçlara başvurulmaktadır. Bunların başında karşılıksız para, faiz, enflasyon, sendika gibi ekonomik araçların yanında; basın-yayın yani malum millî olmayan menfi medya, okul ve üniversite gibi kurumlarla halkı şartlandırarak yönlendirme yollarına başvurulmaktadır...
-Baskı ve yönlendirme nasıl yapılmaktadır?
Tanımlanmamış kavram ve kelimelere kutsallık verilemekte veya lânetlenmekte, istenmeyen kişi ve gruplar o kelimelerin ithamı ile suçlanmakta, baskı altına alınmakta ve zulümler yapılmaktadır.
Bu kelime ve kavramların başında ‘lâiklik’ gelmektedir. Tanımlanmayan lâiklik güçlülerin elinde baskı unsuru ve sömürü sermayesinin çatıştırma aracı olmaktadır. Yine tanımlanmamış ‘irtica’ kelimesi de her konuşmada halkı korkutmak, birbirine düşürmek, baskı altına almak, sindirmek için araç olarak kullanılmaktadır.
-Lâiklik nedir, irtica nedir, mürteci kimdir?
Bunun düşünülmesine bile gerek görülmez!..
Başta da belirttiğim üzere, kendimi bildim bileli hep aynı şey yapılır; anayasamızın emrettiği demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletini korumak için irticaya saldırılır!..
Her şeyden önce, anayasamız devleti üç vasıfla değil, tek vasıfla tavsif etmiş; ‘hukuk devleti’ olma vasfıyla tavsif etmiştir. Diğer üç vasıf devletin değil, ‘hukuk düzeni’nin vasfıdır. Yani, devlete tek görev verilmiştir, o da hukuk düzeninin korunmasıdır. Nitekim Mustafa Kemal de, ‘yegane vazifen Türk cumhuriyeti ve istiklâlini korumaktır’ diyor; ‘lâikliği korumaktır’ demiyor.
Yarın, hukuk devletinin temel dayanaklarından yola çıkarak, meseleyi aydınlığa kavuşturmaya ve bu konudaki tartışmalara katkıda bulunmaya devam edeceğiz…
***
Hukuk devleti ve irtica (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.09.2006
Hukuk devletinin iki temel dayanağı vardır:
1. Biri, suç ve cezaların kanunilik ilkesidir. Kanunlarda açıkça tanımlanmayan fiillerden dolayı kimse suçlanamaz ve kanunlarda açıkça belirtilmeyen cezalarla kimse cezalandırılamaz. ‘İrtica’ Türk mevzuatında tanımlanmamış ve suç sayılmamıştır. İrticayı tehlikeli görüp mürtecilerin üzerine saldırmak hukuk düzenine yüzde yüz aykırıdır. Meclis dışında kimse suç icad edemez ve o suçtan dolayı vatandaşların üzerine yürüyemez.
2. Yine hukuk devletinin ikinci temel dayanağı, yargısız infazın olamayışıdır. Yani, kimin suçlu olduğu icra odaklarında değil, mahkeme salonlarında belirlenir. ‘İrtica’ suç olsa bile, kimin suçlu olduğu istihbarat raporları ile ortaya konmaz. Yargının aşamaları vardır. O aşamalardan geçip mahkum olan suçludur, ona ve yalnız ona kanunda belirtilen ceza verilir. Böylece ‘irtica tehlikesi devam etmektedir, görmezlikten gelirsek hüsran olur’ demek, bir askeri düzende doğru olabilir, ama ‘hukuk düzeni’nde doğru olmaz.
O halde normal mantık şunu gerektirir.
(a) Ordu ülkenin korunması için hukuk düzenini askıya alır ve kendisine göre tehlikeli gördüğü irticaya karşı cephe savaşı açar. Bu arada suçsuzlar da ezilip giderler ama vatan kurtulur.
(b) Ya da; ben hukuk devletinin bekçisiyim, hâkimlerin suç saymadığı fiilleri yani irticayı suç sayamam ve mahkeme kararı olmayan kimseye ‘mürteci’ deyip suçlayamam denmesi gerekir.
Ama bu konudaki konuşmalar kelime ve kavramların mânâları düşünülerek yapılmamakta, sadece bilinen klasik sloganlar tekrar edilmektedir. Geçici olarak bu yolla devlet idare edilmekte ise de; bu böyle gitmeyecek, köklü çözümler getirilmedikçe, yani, adil bir devlet ve dünya düzeni kurulmadıkça, sadece ülkemiz değil, bütün insanlık bu yolla ‘sosyal tufanlar’ içinde boğulup gidecektir...
***
Tarihte böyle kelime ve kavramların anlamlarını yitirdiği bilinen ilk dönem Yunanistan’da olmuştur. Safsatacılar kelimelerin anlamlarını bozarak halkı fitneye ve ifsada götürmüşlerdi. O dönemde Sokrat, Eflatun ve Aristo ortaya çıktı ve hâlâ kullandığımız ‘MANTIK İLMİ’ni geliştirerek onların şerlerine son verdiler.
Benzer karışıklık ve sorunlar Roma’da ortaya çıktı ama ‘büyük hukukçular’ sayesinde insanlık hukuk tarihinde ‘ROMA HUKUKU’ diye bilinen sistemle kendi çağlarındaki sorunlarını çözdüler.
İslâmiyet’te de aynı karışıklık görülmüş ama fıkıhçılar bu karışıklıkları ‘FIKIH USÛLÜ İLMİ’ ile çözdüler. Sonra kelamcılar, sonra tasavvufçular karışıklıklara açık tanımlar getirerek son vermişlerdir.
Görülüyor ki, tarihte bu karışıklıklara askerler ve ordular değil; ilim adamları ve fikir adamları son vermişlerdir. Ordu kendisine karşı var olmayan düşmanı düşman yaparsa, düşmanları da birleştirirse, bu sorunları kesinlikle çözemez. Tam tersine asıl görevi olan ülke savunmasını yapamaz hâle gelir.
Bununla şunu ifade etmek istiyoruz ki; bu safsatayı ve mugalatayı ortadan kaldıracak silah gücü değil, gerçek ilim adamlarının bu kelimeleri ve kavramları açıkça tanımlamaları ve halkımıza, hattâ bütün insanlığa öğretmeleri ile mümkündür.
İnsanlar lâikliğin ve irticanın ne olduğunu en iyi şekilde öğrenmelidirler.
***
Michael H. Hart “En Etkin 100 Kişi” kitabında birinci sırayı Hazreti Muhammed’e, üçüncü sırayı Hazreti İsa’ya vermiştir. Bu ikisinin arasına da Fizikçi Newton’u yerleştirmiştir.
Newton’un tek buluşu vardır; tepki etkiye eşittir. Bir cismi hareket ettirmek isterseniz, onun hareketini durdurmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunlar da iki tanedir. Sürtünme kuvvetleri ile atalet kuvvetleri. Uyguladığınız kuvvete karşı kuvvet oluşur ve bu karşı kuvvet daima uyguladığınız kuvvete eşittir.
-Kâinat bu denge üzerinde durmaktadır.
-Bu kanun sosyal olaylarda da geçerlidir.
Toplulukta daima yenilik yapmak isteyen kuvvetler ortaya çıkar. Bunun kaynağı çoğu zaman dış etkilerdir. İnkılâpçı olan bu hareket karşısında daima bir direnme gücü ortaya çıkar. Buna ‘irtica’ ya da Türkçe olarak ‘tutuculuk’ denmektedir. Tutucular değişmeye karşıdırlar, varolan durum ve düzenin değişmesini istemez, değişmeye karşı çıkarlar. Bu tutuculuk gücü de inkılâp gücüne eşittir.
Bunlar arasında oluşan denge ile ‘sosyal evrim’ olmaktadır.
Önce şunu belirtelim ki, her değişme mutlaka iyi değildir. Değişmenin iyi değişme olabilmesi için onu frenleyen ve onu ayıklayan bir güce ihtiyaç vardır O da irtica yahut muhafazakârlıktır. Nasıl arabada fren olmadığında araba parçalanıp giderse, toplulukta da tutucular/muhafazakârlar olmazsa, her şey birden değişir ve topluluk allak bullak olmak suretiyle yok olup gider. Her tutuculuk da kötü değildir. Sürtünme kuvveti olmazsa arabamız yürüyemez, biz bile adım atamayız. Atalet kuvveti olmazsa dünya güneşin etrafında dönüp duramaz. Toplulukta da tutucular olmazsa topluluk kişiliğini ve varlığını kaybeder. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal altı okun içine ‘inkılâpçılık’ ile ‘milliyetçiliği’ yerleştirmiş ve bununla ‘sosyal denge’yi kurmuştur. Cumhuriyeti Osmanlıların vârisi saymış ve sadece bazı sahalarda inkılâpları yapma ihtiyacı duymuştur.
O halde değişmeyi ‘iyiye gitme’ veya ‘kötüye gitme’ şeklinde ayırabiliriz.
Bu meselelerle ilgili görüşlerimizi yarın tamamlayacağız…
***
İnkılâplar, irtica ve
başarısızlık sebepleri (3)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.09.2006
‘Lâiklik, irtica ve tehlike’ başlığı altında başlayıp ‘hukuk devleti ve irtica’ konusuyla yazmaya devam ettiğimiz mesele üzerinde durmaya devam ediyoruz…
Ana problem, başta ‘lâiklik’ ve ‘irtica’ olmak üzere, bazı kelime ve kavramların doğru dürüst tanımlanmamasından ortaya çıkıyor. Bundan dolayı üzerinde sürekli tartışma yaşanan bu kavramlara, biz de kendi açımızdan açıklık getirmeye ve meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışıyoruz.
İyiye giden değişmeye ‘inkılâp’ diyoruz.
Değişmeye karşı olan direnmeyi de ikiye ayırıyoruz.
1. İyiye karşı direnmeye ‘irtica’ denir.
2. Kötüye karşı direnmeye ise ‘milliyetçilik’ veya ‘muhafazakârlık’ diyoruz.
Önce neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlemeliyiz ki, karşı tarafı ‘irtica’ ile suçlayalım. Bunu belirleyecek olan da silah gücü değil ‘ilim’dir, yürütme değil ‘yasama’dır.
Kimin ‘mürteci’ olduğunu tesbit işi de ne yasamanın, ne yürütmenindir; ‘yargı’nındır.
İki yüzyıldan beri Türkiye’deki inkılâpları hep devlet yapmaktadır.
Türk halkı olarak ‘asker millet’ olduğumuzdan, devlete karşı gelmemek için halkımız yapılanlara ses çıkarmamış, iktidarlar akıllarına gelen inkılâpları yapmışlardır...
İnkılâpları yapmışlar ama başaramamışlardır!
-Her şeyden önce, koca imparatorluğu koruyup kurtaramamışlardır...
-Cumhuriyet döneminde de, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefine yaklaşılamamıştır bile...
Türkiye dünyadaki büyük devletler arasında askerlik dışındaki her konuda sondan birinci geldiği için her şeyi askerler yapmaktadır. Dikkat edin, Cumhurbaşkanı konuşur, kimse aldırmaz; ama Genel Kurmay Başkanı konuşunca herkes kulak kesilir. Bu durum yapılan inkılâpların başarısızlığının bir alâmetidir.
Türkiye’nin eksik tarafı, Türkiye’de irticanın olmayışı, dolayısıyla inkılâpların muhalefetsiz kalmasıdır.
İrtica zaten tepki kuvveti olduğu için hiçbir zaman tehlike teşkil etmez. Varolan hâliyle irtica tehlike olmayınca ne olur? Hiçbir şey olmaz, sadece inkılâpları yavaşlatır.
Nitekim fizikte de böyledir. Arabayı yürütmeseniz sürtünme kuvveti olmaz ki. Sonra, sürtünme kuvveti baskı ile artar. Yani, yük ne kadar ağır olursa direnme de o kadar fazla olur.
-İrticaya baskı yapmak, irticayı güçlendirmektir.
-İki yüzyıldır irticaya baskı yapılıyor da ne oluyor?
Öyle bakarsanız, İstiklâl Savaşı bir irtica değil midir?..
Tersinden görürseniz, Sevr’e karşı direnmek irtica değil midir?..
‘Türkiye’de Sevr tehlike değildir, çünkü Türk ordusu Sevr’i getirtmez, ama irtica tehlikedir!’ deniyor. Oysa, tam tersine, irtica Sevr’i getirecek güçlere araç olacağı için tehlikelidir.
***
Türkiye’nin sorunu irtica değildir
Sonuç ve özet olarak diyebiliriz ki;
Yazdıklarımız ve önerilerimiz dikkatle değerlendirilmelidir.
-İyi bilinmeli ve anlaşılmalıdır ki ‘irtica’ kanunlarımızda suç değildir.
-Kimin ‘mürteci’ olduğuna karar verecek olan birileri değil, sadece mahkemelerdir.
Türkiye’nin sorunu irtica değil, tam tersine irticanın/muhafazakârlığın olmayışı, dolayısıyla inkılâpların sağlıklı yapılamayışıdır.
Bu bir bakış açısı ve teoridir.
İlim adamları ve kurmaylar bu görüşleri değerlendirmelidir.
***
Sözün özü olarak diyoruz ki!
Sözün özü anlamında bazı hususlara daha işaret etmemiz gerekir.
-‘İrtica’ suç olsun veya olmasın, iyi olsun veya kötü olsun, haklı olsun veya haksız olsun; silahlı eyleme kalkışmadıkça ordunun ona karışma yetkisi ve görevi yoktur.
-Ama eğer ‘irtica’ dâhil herhangi bir hakkın savunulması sadedinde de olsa, silahlı eyleme dönüştüğü takdirde, onu tenkil etme yani bertaraf etme görevi silahlı güçlere düşer.
-Kimse cumhuriyeti veya lâikliği veya İslâmiyet’i silahlı güçle korumaya kalkışamaz. Böyle bir eyleme kalkışan kimse, ne kadar haklı olursa olsun, karşısında devletin ordusunu bulur.
-Devletin içinde devlet olmaz, iktidar kesinlikle tecezzi etmez, parçalara ayrılmaz. Mustafa Kemal’in ‘vahdeti kuvva’ yani ‘kuvvetler birliği’ ilkesi işte budur.
***
Ekonomi nerden nereye?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
15.09.2006
Ülke ekonomisiyle oynandı, oynandı, oynandı ve sonunda oyunun başına geri dönüldü!
Dönüldü de ne oldu? Yüksek büyüme tabusu, elbette cari açık belâsı ile birlikte devam ediyor...
Ülke ekonomisinin belini büken bu cari açık belâsı yetmiyormuşçasına, buna bir de iki-üç sene öncesine geri gittiğimiz yüksek faiz ve enflasyon sapması da ilâve edildi...
Hükümet, gelişen bu durumlar karşısında ne yapıyor?
Hükümet her şeyi bir yana bırakmış, öncelikli olarak enflasyonu tekrar kontrol altına almak amacıyla, ekonomideki diğer sapmaların göze alınabileceği anlayış ve uygulaması içinde, artık kısır bir döngüye dönüşen, başından beri bildik ekonomi politikalarını sürdürüyor...
Hükümet neden böyle yapıyor?
Hükümet böyle yapıyor, çünkü; hükümete akıl veren ekonomi danışmanları ve bu ekonomi politikalarının uygulayıcılarının akılları sıra, ekonomideki diğer sapmaların etkilerinin daha geçici olması sebebiyle kolay telafi edilebileceği düşünülüyor. Oysa, aynen bir ekonomi yorumcumuzun ifadesiyle yazıyorum; cari açık Türkiye’yi uluslararası sisteme bağlayan siyasal bir parametredir artık. Malum, cari açığınız arttıkça, sesiniz kısılır!
***
“Ekonomide 2004’e dönüldü”
Ekonomi ile ilgili bu tahlilleri sadece ben yazmıyorum. “Ekonomide 2004’e dönüldü” başlıklı ve 15.08.2006 tarihli yazısında, Doç. Dr. İbrahim Öztürk de benzer şeyler yazmış:
“Burada hükümete de bir çift sözümüz var: Kaynak kıtlığının olduğu bir ekonomide hükümetlerin ‘hedeflerin ötesinde büyüme’ sağlamasından gurur duymaması gerekir. Bu öteden beri gelen bir tezimizdir. Evet ülkenin uzun yıllar yüksek büyümeye ihtiyacı var, doğrudur. Son yıllardaki performans da sevindiricidir. Ancak büyüme kaynaklarla sınırlıdır. Bütçe ve programlar da bunu ifade eder. Aksi takdirde dış açık ve borçlar artar. Borcun nimetini süren özel sektör, zor dönemde bunun külfetini de millete yüklüyor. İşte gördük, 2005 yılı büyüme hedefi yüzde 5 olarak kondu, yüzde 7,4 olarak gerçekleşti. 2004’te de böyle oldu. Kapasite kullanım oranları ve sanayi üretim artışına bakılırsa, faiz artışının kur düzeltmesini ortadan kaldırmasıyla ekonomiyi soğutucu etkisi de oldukça erozyona uğramış durumda. Yılın ikinci ve hatta üçüncü çeyreğindeki büyümenin beklentilerin çok üzerinde çıkması şaşırtıcı olmayacak. Tabii cari açıkta da beklenen yavaşlamanın gelmeyeceği endişesi devam ediyor...” Ve Öztürk ekonomi gerçeklerini yazmaya devam edip sonucu yazıyor:
“Bu vesile ile şunu ifade ederek yazıyı bitirelim, biz bu IMF’den zor kurtuluruz artık. Zira bu kuruluş üzerinden Türkiye’de iktidarları sigaya çeken içeride ve dışarıda etkin kesimler Türkiye’nin fonun mihverinde kalması için çalışmakta ve son üç ayda görüldüğü gibi buna muktedir de olmaktadırlar. “Bir kriz yok operasyon var, şimdi sırada IMF ile anlaşma içinde anlaşma var.” diye defalarca yazdığımızı bu sütunun takipçileri bileceklerdir. Bu da gerçekleşti. Geçen hafta uyardığımız gibi, Hazine’nin iç borçlanma faiz oranları yüzde 20 civarında gezinirken, kur 1,400’e doğru salınım hâlinde...”
***
Seçim sendromu da başladı mı?
Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, sonbahar aylarına girilmesiyle birlikte, ekonomi çerçevesinde gelişen bütün olaylarda “seçim sendromu” da başladı gibi; yıl sonu ve seçim yılı olacak olan yeni mâlî yıl yaklaştıkça, yukarıda işaret ettiğim cari açık ve enflasyon sapması beklentileri mecburen hep gündeme taşınacak…
20 Eylül’de yapılacak FED (ABD Merkez Bankası) toplantısında ne tür bir “faiz kararı” alınacak? 26 Eylül’de de TCMB Para Politikası Kurulu toplantısında, kısa vadeli faiz oranlarında bir artışa gidilmesi gündeme gelecek mi? Biz faiz politikalarını çok önemsiyoruz. Çünkü faizler, bir taraftan önemli bir maliyet unsuru olarak sanayicilerimizin yani üreticilerimizin üretim gücünü önemli ölçüde düşürürken, diğer taraftan sıcak para çılgınlıklarına sebebiyet vermeye devam ediyor…
Herkesin mâlumu olduğu üzere, ülkemizde çok derin ve uçuruma varan adaletsiz bir gelir dağılımı var. Fakirler bu adaletsiz gelir dağılımı sebebiyle sıkıntı çekerken, faizcilerin keyfi yerinde. Onların harcama eğilimleri bir türlü dizginlenemiyor. Özellikle faizli ekonomi politikaları yüzünden üretmeden tüketmeye, daha doğrusu üretebildiğimizden daha çok tüketmeye çılgınlık derecesinde devam ediyoruz…
Sonuç olarak, yukarıda görüşlerini özetlediğim İbrahim Öztürk’ün 4 Eylül tarihli “Sonbahar sıcak mı geçecek?” başlıklı değerlendirmesinden bir bölüm ile bugünkü yazımıza son verelim: “Okurdan neden gizleyelim ki; istenilmesi hâlinde Türkiye’nin yeni bir türbülansa sokulması/girmesi ihtimali, Mayıs-Haziran aylarındakinden az değildir. Çünkü kuralları ve kurumları oturmamış ortamda sürdürülen imtiyazlı demokrasi hâlâ istismara açık... Açıkçası, hâlen Türkiye’de uygulanmakta olan ekonomi programının belkemiğini ucuz kur politikası oluşturuyor. Enflasyonun kontrolü, kamu borç yönetiminin idaresi ve tasarruf-yatırım açığının kapatılması gelip buraya dayanıyor. Mini kriz öncesi model buydu, şimdi aynı yerdeyiz. Başa dönecek olursak; ‘sonbahar sıcak geçecek’ argümanı, Türkiye’yi küresel sisteme iyice entegre etme arayışı ile vatanseverlikle alakası olmayan ‘bizimkiler’ sorununu birlikte ifade ediyor.”
***
Lübnan gerçeği nedir? - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
16.09.2006
Lübnan gerçeği ile birlikte, bugüne kadar yeri geldikçe her konuda gerçekleri, sadece gerçekleri yazdık; bundan sonra da yazmaya devam edeceğiz, inşaallah...
Yazmanın bir faydası ve etkisi oluyor mu?
Elbette oluyor.
En azından bize faydası oluyor.
Bu konular üzerinde düşünüp araştırdıkça, söyleyip yazdıkça, hiç olmazsa kendimiz açısından gerçekleri öğrenmiş ve kavramış oluyoruz. Söylediklerimizin tesirini kulları üzerinde halk edecek ve olması gerekenleri yapması gerekenlere yaptıracak olan ise sadece Cenabı Allah’tır.
Biz, bir beşer olarak sadece gerçekleri dile getirme ve tebliğ yapma görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de de buyurulduğu üzere; bize düşen sadece açık tebliğdir. (Yâsin, 36/17)
“Kore’den Lübnan’a” başlıklı bir yazı da yazan Hüseyin Hatemi bile, hükümetin ‘Lübnan politikaları’ konusunda ümitsizliğe düştükten sonra, bize de Allah’ın dediğini demek dışında ne yapabilir ve ne diyebiliriz ki?.. İktidar politikalarını en fazla benimseyip destekleyen Yeni Şafak gazetesindeki 10.09.2006 tarihli köşesinde Hüseyin Hatemi, “Yol ayırımı’nda” başlığını açtıktan sonra, bakınız neler yazmış:
“Tezkire” başlıklı önceki yazımdan itibaren; yazılarımı sadece “yönetilenler” için yazıyorum, “yönetenler” nasıl olsa okumazlar, duymazlar ve duysalar bile aldırmazlar…
“Tezkire” ne demek? Tezkire; Kur’an-ı Kerim’in adlarından veya sıfatlarındandır (Tâhâ, 20/3).
Tezkire, uyanmak ve öğüt almak isteyenler için uyarıdır.
Bu “tezkire”de buyurulur ki: Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve biribirinizden ayrılmayın (Âl-i İmrân, 3/103).
Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, gelelim asıl meselemiz olan Lübnan gerçeğine…
***
Lübnan’daki çatışma grupları neden desteklendi?
Lübnan, genel olarak bakıldığında Türkiye’nin sekizde biri büyüklüğünde, yerleşik nüfusu da Türkiye nüfusunun yirmide biri civarında olan bir yerdir. Din olarak Şiiler, Sünniler, Katolikler ve Ortodokslar eşit etkinlikte varlar. Irk olarak da Araplar dışında Dürziler ve Marunilerin yanında, Rum ve Ermeniler de yaşamaktadır. Ülkenin bu çeşitliliği coğrafi durumdan ileri gelmektedir. Arkası dağlık olan Beyrut Limanı denizlere açılmaktadır.
Lübnan tarih boyunca hep değişik ülkelerin işgaline uğramıştır...
Bir ara serbest bölge olan Beyrut çok zenginleşti; sonra batırıldı...
Hatırlanacağı üzere, Lübnan’ın yakın tarihinde farklı çatışma grupları oluştu veya oluşturuldu. Bunların hangi kaynaktan beslendikleri belli değildi. Bunlar arasındaki iç savaş yıllarca sürdü…
Bu çatışma grupları neden desteklendi?
1) Lübnanlıları hiziplere ayrıştırıp parçalamak ve İsrail’e kolay yem yapmak. Afganistan’da aynı şey yapılmıştır. Afganistan istiklâl savaşını kazandı ama Türkiye Cumhuriyeti gibi devletini kuramadı.
2) İkinci gaye, Lübnan’daki gerçek İslâm direnişini kırmaktır. Solcu, ırkçı yahut fanatik mezhepçi gruplar meydanlarda at oynatıp cirit atıyorlardı.
3) İsrail devletine yardım toplayabilmek için İsrail’in güya tehlikede olması gerekmektedir. Bu sebeple İsrail’in karşısında -zayıf da olsalar- çatışan gruplar olmalıdır.
4) Dördüncü ve asıl sebep, Amerika’daki sömürü sermayesi kendi merkezini İsrail’e kaptırmamak için bölgede sürekli savaş ve istikrarsızlık üretmektedir.
***
Müslümanlar Lübnan’da neler yapmalıdır?
1) Her şeyden önce, İsrail’in zulmünü ulaştıramayacağı tedbirler almak.
2) Sonra, kendilerine bir başkan seçmek ve savaşı itirazsız onun liderliğinde yürütmek.
3) Üçüncü olarak, adil bir düzeni aralarında tesis etmek ve iktidara hakim oldukları zaman Hıristiyan, Yahudi, Dürzi ve Marunilere nasıl muamele edeceklerini ortaya koymak.
4) Dördüncü olarak, nüfuslarını artırarak otuz milyona ulaştıktan sonra gerçek bir bölge devleti kurmak ve ondan sonra halkın istediği yerleri kurtarmak...
Türkiye de Lübnan ile ilgili teşhisleri net olarak ortaya koymalıdır.
1) Lübnan, uzun tarih boyunca İsrail oğulları ile diğer kavimler arasında hep çatışma alanı olmuştur.
2) Lübnan, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çatışma kaynağı olmuştur: Haçlı orduları buralarda 200 yıl kadar”süren işgal devletleri kurmuşlardır.
3) Lübnan, Osmanlılar ile Mısırlılar arasında da çatışma merkezi olmuştur.
4) Lübnan, İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Fransızlar ile İngilizler arasında çatışma merkezi olmuştur.
Lübnan gerçeğinin asıl tahlili ve Türkiye’nin yapması gerekenler yarınki yazıya kaldı…
***
Lübnan gerçeği nedir? – 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
17.09.2006
Lübnan ve Beyrut’ta günümüzde neler oluyor?
1) Lübnan ve Beyrut,Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında çatışma merkezidir.
2) Lübnan ve Beyrut, ABD ile AB ve diğer dünya güçleri arasında çatışma merkezidir.
3) Lübnan ve Beyrut, İsrail Yahudileri tarafından işgal edilmek istenmektedir. Amerikan Yahudileri ise buraların kendi nüfuzları altında kalabilmesi için İsraillilerin buraları işgal etmelerine karşıdır.
4) Müslümanların Lübnan ve Beyrut’tan tasfiye edilmesi için Yahudiler ve Hıristiyanlar anlaşmış durumdadır. Müslümanların çatışma güçleri ve emelleri yoktur, her şeye rağmen nüfusları da artmaktadır...
Bu durumda Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi demek:
1) Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında süregelen çatışmaya taraf olmak demektir.
2) ABD ile AB (Avrupa Birliği ülkeleri) arasındaki gizli boğuşmaya taraf olmak demektir.
3) Amerikan Yahudileri ile İsrail Yahudileri arasındaki çatışmada taraf olmak demektir.
4) En önemlisi; Müslümanların Lübnan’dan tasfiye edilmesine Batı ile bir olmak demektir.
Türkiye, işte bu gerçekleri bilerek ve değerlendirerek bölgeye asker göndermemelidir.
Unutmamak gerekir ki; atlar tepinir, eşekler ezilir!..
***
Lübnan gerçeğinin tahlili nedir?
Lübnan gerçeğinin tahlili hayli zordur ama mümkündür.
1) Hizbullah hata yaptı ve iki İsrail askerini kaçırdı.
2) İsrail bunu bahane ederek Lübnan’a saldırdı ama, İsrail askerlerini kaçıran Hizbullah’a değil de, Lübnan halkına, kadınlara ve çocuklara saldırdı.
3) İsrail’e asıl çökertici darbe vurulmadı, sadece vururum kırarımlar ile yetinildi.
4) Baştan bütün dünya devletleri İsrail saldırılarına ses çıkarmadılar. Bunu nasıl başardıkları bilinmiyor.
5) Sonra Fransa devreye girmeye başladı. Avrupa ile ABD arasında korunan istikrarın bozulacağını gören ABD, Birleşmiş Milletler’i devreye sokarak, şimdilik İsrail işgalini durdurdu.
Bundan sonrasında neler yapılmak isteniyor?
1) Birleşmiş Milletler’in asıl görevi, sömürü sermayesi ve emperyalizm adına Lübnan’daki halkı silahsızlandırmaktır. Kim bilir, belki de Lübnan devletinin askerlerinin bile silahları alınacaktır.
2) Ondan sonra, kendilerinin gizlice veya apaçık silahlandıracakları halk iktidara el koyacaktır. İsrail, günü gelince program dahilinde silahsızlandırılan Lübnan’ı ellerini sallayarak işgal edecektir.
3) Diğer taraftan, AB ise buraya kendi nüfuzunu hakim kılmayı hedefliyor. ABD ise burasını işgal edip karargâh ve üs olarak kullanıp tüm bölgeyi, bu arada İran’ı ve Türkiye’yi buradan işgal etmek istemektedir. Yani, Lübnan ve Beyrut bahanesiyle, bölgede tam bir nüfuzlar savaşına girişilmiştir.
4) Burada Hıristiyanlarla Yahudilerin kendi aralarında anlaştıkları çok önemli bir konu vardır; Lübnan’dan Müslüman halkı tasfiye etmek ve çıkarmak.
İşte Türkiye Lübnan’daki bu gayeye hizmet edecektir!
Türkiye’nin rolü, katledilecek kimselerin kollarını tutmaktır!
Bıçak saplama işini ise paralı ajanlara verebilirler. Türkiye güya böylece katil olmayacaktır.
***
Türkiye ne yapmalıdır?
Türkiye bu durumda Lübnan meselesinde neler yapmalıdır?
1) Türkiye çaresiz Lübnan’a gidecekse; hiç olmazsa bazı şeylere dikkat etmeli ve kesinlikle deniz kenarında bir yerde yerleşmelidir. Türk askerlerinin sayıları da bin kişiden aşağı olmamalıdır.
2) Türkiye bir deniz filosu ile deniz açıklarında konuşlanmalı ve mutlaka askerlerimizi korumalıdır.
3) Türkiye, Lübnan’da -şayet son olarak cereyan eden savaş gibi bir savaş olursa,- birliklerimiz kendilerine iltica eden herkesi kabul etmelidir. Asker olsun, sivil olsun, herkesi kabul etmeli ve bu mültecileri Türkiye’ye sevk etmelidir.
4) Hâsılı;
a) Türkiye Hıristiyan ve Yahudilerin işbirliği yaptığı Müslümanları Lübnan’dan uzaklaştırma projesine kesinlikle âlet olmamalıdır.
b) Buralarda yeniden bir şeyler olacaksa, bunun kansız sonuçlanmasına, ya da kanlı olacaksa en az zayiatla olmasına yardım etmelidir.
c) Bölge, maalesef çağdaş sömürgeci emperyalistlerin birbirleriyle boğuşma alanına dönüşmüştür. Biz, Batılıların batmakta olduğu bu bataklığa şimdilik kesinlikle bulaşmamalıyız.
d) Biz kendi işimize bakmalı ve bir an önce ülkemizde adil bir düzeni tesis etmeliyiz. Biz “Adil Düzen”i kurduğumuz zaman, aynen Osmanlılar döneminde olduğu gibi oraları bize yalvararak teslim ederler.
Devir, uyanık ve hazırlıklı olma devridir…
Allah yöneticilerimize bilgi ve basiret versin…
***
“Adil ticaret gerekli”
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
19.09.2006
Türkiye ihracatını artırıyor... Bu gelişme sevindirici gibi görünüyor. Bu yıl ihracatta 80 milyar doları aşma hedefi var. 2007 yılında ise 100 milyar dolarlık psikolojik sınırın aşılması hedeflenmiş. İthalat ise maalesef hep ihracatın birkaç adım önünde ve bu durum Türkiye’nin ana ekonomik problemlerinin başında geliyor; adil bir ekonomik düzen kurulmadıkça da bu böyle olmaya devam edecektir. Göründüğü kadarıyla 80 milyar dolar civarında olması beklenen ihracata karşılık, ithalatın 120-130 milyar dolar dolaylarında olması bekleniyor. Bu durumda ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 60-65 seviyelerinde olacak gibi görünüyor.
Bu ekonomi, faiz ve döviz kurları politikaları ile nerelere varacağımızı hep beraber göreceğiz…
Geçtiğimiz Temmuz ayında Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ve Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından düzenlenen Afrika Konferansı’na 500 işadamı ve 20’nin üzerinde bakan Türkiye’ye geldi. Şimdi de iki günlük “Avrasya Konferansı” düzenlendi; 12 ülkeden 550 yatırımcı, Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın desteğiyle İstanbul’da bir araya gelerek ‘Türkiye-Avrasya Dış Ticaret Köprüsü’ zirvesinde işbirliği imkanlarını görüştü… Gelecek yıl Asya Konferansları düzenlenecek…
Bu tür organizasyonlarda özellikle küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ’ler) açısından önemli mesafeler alınıyor. Mesela, birkaç yıl öncesinde gittiğim Sudan’da Türkiye’den pek bir şey yokken, şimdilerde bu ülke ile olan ticaret 200 milyon dolara yaklaşmış bulunuyor. Sadece Sudan’da değil, başta Etiyopya olmak üzere, Senegal, Kamerun, Cibuti, Kenya, Tanzanya ile ticari anlaşmalar yapıldı. 2007 yılı içinde Angola ve Mozambik ile de anlaşmalar yapılacak...
Sadece ihracat rakamları yükselmiyor, farklı ürünlerin dış satımı da artıyor. Sevindirici bir gelişme. Son yıllarda elektrik-elektronik, makine imalat, demir-çelik, otomotiv sanayiinde önemli artışlar yaşanıyor. Turquality uygulaması yapılan tekstil ve konfeksiyonda yıllardır devam eden ihracat üstünlüğü her şeye rağmen sürdürülüyorken, şimdi de gıda ve seramik sektörlerinde de Turquality yaygınlaştırılmaya çalışılıyor...
Türkiye’nin ihracatı artıyor ama, özellikle gelişmiş ülkeler sübvansiyonlar ve iç destek uygulamaları ile, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ihracat yapmalarına ya da ihracatlarını artırmalarına var güçleriyle engeller üretme politikalarını sürdürüyorlar. Nitekim, Dış Ticaret Müsteşarı Tuncer Kayalar bile “adil” olmayan bu durumdan son derece şikâyetçi. Bu arada Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bünyesinde ticaretin serbestleştirilmesine yönelik müzakereler sürdürülürken, “adil olmayan ticari uygulamaların” giderek yaygınlaşmasının, ticaretin serbestleştirilmesinden elde edilebilecek avantajları sekteye uğrattığı belirtiliyor...
Dış Ticaret Müsteşarı Kayalar, Türkiye’nin “adil ticaret” konusundaki hassasiyetlerini, kaygılarını ve taleplerini Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) müzakere platformuna taşıyacağını, geçtiğimiz Mayıs ayında “Fair Trade’’ başlığı ile dünyada ticaretin serbestleştirilmesi konusunda Wall Street Journal’da yayımlanan makalesinde açıkça belirtti. Dış Ticaret Müsteşarı makalesinde, dünya ticaretinin kurallarının DTÖ tarafından belirlendiğine işaret ettikten sonra, şöyle devam etmiş: “Ne var ki kurallara dayalı serbest ticaretin hızlı büyüme ve fakirliğin azaltılmasında ülkelere önemli bir potansiyel sunduğu kabul edilmekle birlikte, ticaretin serbest olmasının ötesinde adil olması gerektiği de unutulmamalıdır. Günümüzde DTÖ müzakereleri kapsamında ticaretin daha da serbestleştirilmesi yönünde gayretler hız kazanırken, adil olmayan ticari uygulamaların giderek yaygınlaştırılması ticaretin serbestleştirilmesinden elde edilebilecek avantajları sekteye uğratmaktadır. Bugün pek çok ülke bu uygulamalardan zarar görmektedir. Adil olmayan uygulamalar, özellikle gelişmekte olan ülkelerin kalkınma süreçleri açısından zorluk teşkil ederken, dünya genelinde korumacı reaksiyonlara yol açarak liberalleşme sürecinde gerilemeye neden olmaktadır...”
Doha Kalkınma Müzakereleri’nin hem tarım ürünleri hem sanayi ürünleri için ticari ortamın iyileştirilmesinde ve adil bir sistemin oluşturulmasında önemli bir fırsat olduğunu vurgulayan Dış Ticaret Müsteşarı Tuncer Kayalar, adını andığım makalesinde, “adil bir ticaret ortamı’’ açısından, tarım ürünlerinde tüm ihracat sübvansiyonlarının ve ticareti bozucu etkileri olan iç destek uygulamalarının kaldırılması gerektirdiğini de kaydetmiş. Özellikle gelişmiş ülkelerin yüklü miktarlarda verdikleri sübvansiyonlar ve iç destek uygulamalarının, haksız fiyat rekabeti oluşturarak gelişmekte olan ülkelerin ihracat yapmalarına ya da ihracatlarını artırmalarına engel olduğunu anlatan Kayalar, mevcut durumda tarım sektörlerini yalnızca tarife yoluyla koruyan gelişmekte olan ülkelerin, müzakereler neticesinde ortaya çıkabilecek önemli tarife indirimleri sonucunda, iç piyasalarda ciddi bir ithalat baskısı ile karşı karşıya kalabileceğine işaret etmiş.
Müsteşar Kayalar, özellikle sanayi ürünlerinde, fiyatları piyasa şartları dışında belirlemeye yönelik uygulamaların adil ticareti engellediğini yazmış. Bu kapsamda, diğer ülkelerle birlikte Türkiye’de sübvansiyonlar, vergi muafiyetleri, kurlar üzerinde yapılan manipülasyonlar ve sübvansiyonlu finansman gibi ülkelere haksız rekabet avantajı sağlayan ticarete yönelik çeşitli hükümet müdahaleleri ile mücadele ettiklerini anlatan Kayalar, şöyle devam etmiş: “Bahse konu adil olmayan uygulamalar, diğer ülkelerle birlikte ülkemizin sanayi ürünleri ihracatında pazar kayıplarına yol açarken, ithalat baskısı yoluyla da ekonominin temel sektörleri açısından, iş yerlerinin kapanması ve istihdam kaybı gibi ciddi riskler oluşturmaktadır...”
Ne diyelim?
Akıl için yol birdir.
Tek çare ve çözüm var:
ADİL EKONOMİK DÜNYA DÜZENİ.
Başsağlığı: Sevgili Arif (Ersoy) Ağabeyim! Muhterem BABAMIZA sonsuz rahmet; hepimizin başı sağ olsun…
***
Ekonomide züğürt tesellisi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.09.2006
AK Parti iktidarı; ‘borç artıyor ama millî hâsıladaki payı azalıyor, dolayısıyla iyi yoldayız!’ diyor.
Bu ifade, Anadolu tabiriyle tam bir ‘züğürt tesellisi’dir.
Neden züğürt tesellisidir?
1.
Bir ülkede kriz olur… Üretim durur… Halk borçla geçinmeye başlar... Her şeyin fiyatı artar... Mâli ekonomide millî hâsıla artar ama, reel ekonomide azalma olur...
Bilindiği üzere, millî hâsıladaki artışta üretim miktarları arasındaki artış esas alınmalıdır. Mallara, tüketim miktarları baz alınarak bir puan verilmelidir. Bu şekilde reel millî hâsıla hesaplanmalıdır. Cari fiyatlarla artan miktar değerlendikten ve dışarıya ödenmesi gereken faiz düşüldükten sonra, artan bir şeyler varsa, işte o zaman millî hâsılada artış olur. Aksi halde borç alınır ve ekonomi öyle sürdürülür. Üretim de yüksek fiyatlarla değerlendirilir. Bu durumda borç yükü millî hâsıladan daha aşağı yapılabilir.
2.
Bir ülke ilkel ekonomiden uygar ekonomiye geçerken görünürde millî hâsıla artmış olur. Oysa gerçekte artan bir şey yoktur. Bunu bir örnek ile açıklayalım.
Eskiden köylü mısır ekiyor ve onu tüketiyordu. Mısırı satmadığı için mısırın millî hâsılada yeri olmuyordu. Dışarıdan borç alınır, fındığa para verilir, halk mısır ekmeyi bırakır, fındık eker, millî hâsılada artış görünür. Oysa bu millî hâsılada artış değil, sadece halkın elindeki malı sermaye sömürüsüne geçirmedir.
3.
Millî hâsıla tüketimle artmaz, üretimle artar.
Öğretmenlerin maaşlarını yükseltirseniz, eğitim sektöründeki millî hâsılada artış görünür. Oysa değişen bir şey yoktur, aynı öğretmenler aynı öğrencilere hizmet vermiştir. Hâsılada da hiçbir artış yoktur.
4.
Millî hâsılada gerçekten artış olmuşsa, onunla borçlar ödenmeli ve borç yükü miktar olarak düşmelidir.
Bir ülkede borç çoğalıyorsa, bunun iki sebebi olur. Ya millî hâsılada gerçekten düşüş vardır, ya da halkta tasarruf meyli artmıştır. Millî hâsıla artmış ama millî tüketim daha çok artmıştır. Dolayısıyla dış borç açık vermiştir. Hangi yönden bakarsanız bakın, israf artmışsa ulus için kötüdür, millî hâsıla artmamışsa yine kötüdür.
***
Borçların artması bazen yararlıdır ama…
1.
Bir ulus savaşa girmiştir. Düşmanı yenmek için borç bulabilmektedir. Bu gibi bir durumda savaşı kazanmak için borcunuzu artırabilirsiniz. Nitekim İstiklâl Savaşı’nda biz Sovyetler’den böyle bir destek aldık.
2.
Ülkede emek fazlası olur, ham madde de bulunur ama makine ve tesisat olmaz. Bu durumda da dışarıdan borç alır, onunla fabrikalar kurar, sonra üretim yapar ve borcunuzu ödersiniz. Fabrikalar da size kalır.
Türkiye’nin 1950’lerdeki borçlanmaları böyleydi. O dönemdeki borçlar Türkiye’yi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirmiş, Türkiye çağ atlamıştır.
Günümüzde ise o zaman yapılanların tam tersine fabrikalar boş duruyor, çalışmıyor... Fabrikalar kendi borçlarını ödemeden harap olmuş ve eskimiştir… Bu arada “özelleştirme” adı altında kimi KİT’lerimiz sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor… Bazı fabrikaları yeniliyoruz ama yine de üretim yok, sadece borcumuz artıyor!..
Oysa, asıl yapılması gereken şey, önce mevcut fabrikaları harekete geçirerek tam istihdamı sağlamak, daha sonra fabrikaları yenilemeyi düşünmektir...
3.
Ülkede deprem gibi, sel gibi, çok büyük yangınlar gibi doğal âfetlerle karşılaşırız...
Bu gibi durumlarda da borç alır, sonra öderiz.
4.
Faizsiz olarak dış sermaye ülkeye gelebilir. Bunun için peşin ödeme yaparak siparişler verilebilir. Böylece biz üretiriz, onlar da bu üretimden yararlanırlar. Türkiye’de kurulan fabrikalara ortak olurlar ve oralardaki üretimden kira paylarını alırlar. Karşılıklı kredileşme yapabiliriz. Biz onlara Türk Lirası veririz, onlar da bize kendi paralarını verirler. Yahut, biz gider orada çalışırız ve üretim için gerekli olan makineleri alıp geliriz. Bunların hiçbirisi borcumuzu artırmaz.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, millî hâsıladaki artış faiz getirmiyor. Dış borç ise faiz getiriyor.
Eğer borç faizsiz olsa bu tür hesaplar yapılabilir. Ama faizli borçlar konusunda, faizsiz duran varlıklarla kıyas yapılarak hesap yapılamaz.
Hâsılı; ‘borç artıyor ama millî hâsıladaki payı azalıyor, dolayısıyla iyi yoldayız!’ açıklaması, kanaatimizce “züğürt tesellisi”nden başka bir şey değildir.
Bu önemli konuyu temelden kavramamız gerekiyor… Onu da gelecek yazıda yapalım, inşaallah…
***
Züğürt tesellisine çözüm (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.09.2006
Anlatmakta olduğumuz konuyu temelden kavrayabilmemiz için formül nedir?
Beşyüz senedir dünya sanayileşiyor. Dünya sanayileşince “reel ekonomi” kadar “finans ekonomisi” de etkin olmaya başlıyor. Sonunda finans ekonomisi reel ekonomiyi esir ediyor. Bu durum finans ekonomisi bilgileri ile dünyaya hâkim olan sermaye sahiplerini ekonomi bakımından, dolayısıyla siyasi bakımdan da hâkim kılıyor. Bu uzun dört-beş asır boyunca sömürü sermayesinde önemli dört gelişme olmuştur.
1. Sömürü sermayesi diğer bütün sermayeleri yenmiş ve hâkim olmuştur.
2. Sömürü sermayesi kendi içinde tekelleşmeye gitmiş ve ikiyüz kadar ailenin tekeline geçmiştir.
3. Sömürü sermayesi siyasi üstünlük de sağlamış ve bu sayede dünya ordularını emrine almıştır.
4. Sermaye, son beş yüzyılın tarihini yazmıştır. Sanayi devrimi sermaye sayesinde mümkün olmuş, dünyadaki demokratik düzen de sermaye sayesinde gelmiştir.
Sermayenin günümüzde hedefi vardır; dünyayı tek sermaye devleti hâline dönüştürmek.
Sermaye bu hedefini gerçekleştirmek için şu yolu takip etmektedir.
1. Karşılıksız kâğıt parayı dünyaya para olarak kabul ettirmiştir. Şimdi IMF aracılığı ile bu paranın tamamen kendi tekeline geçmesi için çalışmaktadır.
2. Karşılıksız parayı insanlara borç verecek, herkes onun borçlusu olarak ona faiz ödeyecektir. Böylece elde ettiği ekonomik güç ile dünyanın ordularını emrine alacak ve dünyayı tek sermaye devleti olarak idare edecektir. Hedefi budur. Vergi yerine insanlardan faiz alacak ve faizi insanlık yani kamu için harcayacaktır.
3. Sermayenin bunu başarması için ülkeleri millî hâsılalarının üçte biri kadar borçla borçlandıracak, yüzde 15 civarında da faiz alacaktır.
4. Kendisine gerektiği kadar araçları para ile satın alacaktır. Eğer para fazla gelirse, o zaman faizi düşürecek ve borç yükünü yükseltecektir. Bu uygulama dünyada enflasyona sebep olacak ama millî hâsıladaki payı değişmeyecektir.
***
Bir an için sömürü sermayesinin aşağıda sayacağımız şeyleri başardığını düşünelim. Bu durumda ülkemizde veya herhangi bir ülkede şöyle bir sonucun ortaya çıktığını varsayalım.
-Çalışmak isteyen herkesin diğer insanlara denk bir ücretle her zaman işi vardır...
-Çalışamayanların veya çalışmak istemeyen herkesin yeryüzündeki kira payından dolayı aşı vardır...
-Herkes ev sahibi olabiliyor, evlenebiliyor, evini geçindirebiliyor ve en az üç çocuk yapabiliyor...
-Herkes istediği eğitimi alabiliyor; aldığı eğitim sonrasında imtihandaki başarısına göre kendisine ücret ve kredi baremi takdir ediliyor...
Bunların gerçekleşmesinden sonra, şöyle bir dünya hayal edelim:
-Yeryüzünde güven sağlanmış, insanlar günümüzdeki terör ve savaş belasından kurtulmuş...
-Yeryüzündeki nizalar savaşlarla değil; hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, saygın ve etkin yargı sistemi ile gecikmeden çözülüyor...
-Yeryüzü olabildiğince imar edilmiş… Bu arada haberleşme, ulaşım ve benzeri daha nice sorunlar çözülmeye devam ediyor...
-Ayrıca, artan nüfusa doğum kontrolü hapları veya başka şekillerde mâni olunmuyor; aksine, ilmî buluşlarla yeni işyerleri açarak uygarlaşma sağlanıyor...
Bunların ve daha da ötesinin gerçekleştirilmesi için neler yapılmalıdır?
-Önce dünyadaki karalar tam ekilir hâle getirilir ve yeryüzü sera şekline sokulur...
-Sonra deniz tarımına ve deniz kentlerine geçilir...
-Sonra gezegenlerde tarım yapılır...
-Daha sonra uzayda hidrojen enerjisinden yararlanılarak yaşanır hâle gelir...
İnsanlığın sermaye birikimi öyle değerlendirilir ki, artık doğum kontrolüne veya savaşlara gerek kalmaz. İşte böyle bir düzen “Adil Düzen”dir; “Adil Ekonomik Düzen”dir. İnsanlık sayesinde birikmiş olan sermaye bunu yapabilir. Sermaye bunu yapsa, insanlar hâsılalarının onda birini seve seve verirler. “Adil Düzen”de de buna benzer bir pay alınacaktır. Çünkü insanlığa ancak o takdirde hizmet edilebilir.
“Adil Düzen”de petrol, atom, ulaşım gibi mega işletmelerde genel hizmeti insanlık verecektir.
***
Bizim için “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in kurulması önemlidir; kimin kurduğu önemli değildir. Kur’an ve müsbet ilmin kesin verileri ile biliyoruz ki, faizli sistemde bu denge kurulamaz. Bu denge ancak “Adil Düzen”de kurulur. Sermaye “maddî gücünü” ortaya koysun, biz de “hukuk ve yönetim düzeni”ni ortaya koyalım ve insanlığı bir an önce III. bin yıl uygarlığına doğru götürelim…
Yoksa, AKP’lileri borç yükü safsatası ile kandırabilirsiniz ama Allah’ı kandıramazsınız; yani, insanları kandıramazsınız. Velhâsıl; -dünkü yazımızda da hatırlattığımız üzere- ‘borç artıyor ama, millî hâsıladaki payı azalıyor, dolayısıyla iyi yoldayız!’ açıklaması “züğürt tesellisi”nden başka bir şey değildir.
Vesselâm…
***
Yüksek İslâm Ahlâkı
ile Ekonomi İlişkisi - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.09.2006
Topluluklar ikiye ayrılır; “sınıfsız refah ülkeleri” ve “sınıflı zulüm ülkeleri”.
1. Sınıfsız refah ülkelerinde orta halli insanlar çoktur. Refah ülkelerinin de zengin olanları vardır ama, bu zenginler tekel oluşturmamışlardır. Refah ülkelerinin yoksul olanları da vardır ama, sefalet durumunda değildirler, geçim sıkıntısı çekmemektedirler. Herkes devamlı yarıştadır. Öyle bir düzen ki, orada vahşi bir eleme yoktur. Bu yarışta en geride olanlar da her zaman en öne geçebilirler, fırsat eşitliği vardır.
2. Sınıflı zulüm ülkelerinde ise iki tabaka vardır. (a) İlk tabakayı teşkil eden “zenginler tabakası” sefahat içinde yüzerken, (b) diğerleri olan “fakirler tabakası” yani halkın çoğunluğu sefalet içinde kıvranmakta; asıl var olması gereken “orta tabaka” ise hemen hemen hiç bulunmamaktadır. Sınıflaşma meydana gelmiştir. Sınıflı zulüm ülkelerinde yoksul tabakadan zenginler tabakasına geçmek imkânsızdır. Zenginler tabakasında da kendi aralarında yarışlar devam eder ve sayıları gittikçe azalır. Sonunda mutlak tekele varılır ve sistem çöker.
Biz, her şeyden önce “Adil [Ekonomik] Düzen” yani “Yüksek İslâm Ahlâkı” teessüs eden refah düzeninde insanların durumlarını ve ruh hallerini açıklamaya çalışalım.
a) Refah ülkesinde insanlar sürekli olarak tatlı ve hayırlı bir rekabet içindedirler. Dolayısıyla hiç kimse kendisinden bütünüyle emin değildir, bundan sonra artık bana bir şey olmaz diyememektedir. En yüksek tabakada olan da düşmemek ve aşağıya inmemek için çaba sarf etmektedir. Hiç kimse ümitsiz de değildir. Çalışanların nasıl başarılı olduklarını gördükleri için onlar da -en yoksul olsalar bile- ümitlidirler ve daha iyi duruma gelmek için çaba sarf etmektedirler. Yani, herkes “havf” ile “reca” içindedir.
b) Refah ülkesinde insanlar yaşadıkları günlerin sorunlarını çözmüşlerdir. Kimsenin sağlık sorunu, geçim sorunu, iş ve aş sorunu yoktur. Bu sorunları içinde bulundukları “Adil Düzen” çözmüştür. Refah ülkesinde insanlar sadece geleceklerini düşünmektedirler. Kendilerinin ve çocuklarının gelecekte nasıl daha iyi seviyeye ulaşabilecekleri konusunda çaba sarf etmektedirler. Yaşamakta oldukları günlerin sorunlarını geçmişte çözdükleri için gelecek günlere vakit ayırabilmektedirler.
c) Refah ülkesinin insanları şunu iyi bilmektedirler ki; birkaç nesil sonra ülkenin çoğu kendi torunları olacaktır. O halde, bu ülkedeki insanlar geleceklerini düşündükleri zaman, yalnız kendi çocuklarını değil, tüm ülkeyi düşünürler. Dolayısıyla yalnız kendilerinin sorunlarını çözmeyi değil, tüm topluluğun sorunlarını çözmeyi düşünürler. Benim olsun değil, bizler içinde benim olsun diye düşünürler. Topluluğun ve insanlığın saadeti ile birlikte kendileri de mesut ve müreffeh olurlar.
d) Refah ülkesinde insanlar arasında çıkar çatışması değil, çıkar dayanışması vardır. Başkalarının zararları ile kendilerinin kazanmasını istemezler. Böyle bir kazanç faizdir. Başkalarıyla dayanışma içinde, çıkar beraberliği içinde kazanmaya çalışırlar.
***
Zulüm düzenindeki insanlar ise…
Zulüm düzeninde insanlar üçe ayrılırlar.
1) Zulmedilen halk,
2) düzen zenginleri ve
3) başarısız ezilenler.
Bilindiği üzere, insanların çok azı Allah’a gerçekten inanılması gereken şekilde inanmaktadır.
-Gerçek inananlar yani yüksek İslâm ahlâkı sahibi “mü’minler” sayesinde her şeye rağmen hayat devam etmekte ve yine onlar sayesinde insanlar gelecekleri için ümitvâr olabilmektedir…
-Zulüm düzeninde yaşayan insanlar, böyle gider de ahlâksızlık ve mâneviyatsızlık sebebiyle zulüm devam ederse, çok değil, kısa bir zaman sonrasında sonlarının geleceğini bilmektedir...
-Bütün bu zalim mekanizma hengâmesi içinde hayırlı birileri olan yüksek İslâm ahlâkı sahibi o “mü’minler” var ya; işte onlar olaylara farklı bakar, farklı düşünür, farklı inanır ve farklı yaşarlar…
-Allah o yüksek İslâm ahlâkı sahibi “mü’min kullarını” zulmün çarkından korumak için sıkıntı içinde yaşatır. Onlar bu sıkıntı hâlini kendileri için Allah’ın bir nimeti bilir ve şükrederler...
Yüksek İslâm ahlâkı sahibi mü’minlerin durumlarını ve özelliklerini biraz daha açalım.
1. Allah o kullarını maddî sıkıntılar içinde bırakır ve sabırlarını dener; bakalım sabredebiliyorlar mı?..
2. Allah onları makam ve mevkiden uzak tutar, böylece “zalim” değil de “mazlum” olmalarını sağlayarak korur ve bu şekilde imtihan eder...
3. Halk onları içten içe sever ama korkularından dolayı onlardan uzak kalır, böylece tecrit edilmiş olurlar; ama onlar Allah’a gerçekten inanılması gerektiği şekilde inandıkları için bu tecritten rahatsız olmazlar...
4. Allah onlara “ilim” verir, geçmişi ve geleceği görürler. Böylece gayba ilimleri ile iman ederler. Ne var ki, yaşadıkları çevre onların ilmine önem vermez, halk arasında ilimlerinin değeri olmaz. Ama onlar kendilerine ve ilimlerine güvenmekte, bu sayede de zorluk günlerini kolaylıkla atlatabilmektedirler...
Zalim “düzen zenginleri” ile “başarısız ezilenler” üzerinde yarın duracağız…
Elbette olması ve yapılması gereken çözüm önerileri ile birlikte duracağız...
Mübarek Ramazan’a varıyorken; selâm, sevgi, salât, duâ, duâ, duâlar…
***
Yüksek İslâm Ahlâkı
ile Ekonomi İlişkisi - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.09.2006
“Yüksek İslâm Ahlâkı”nın olmadığı zulüm düzenindeki zenginlere gelince:
1. Onlar o zalim düzende güya başarıya ulaşmışlar, zengin olmuşlar... Bürokratik veya siyasi makamlara yükselmişler... Bir topluluğun ya da kuru kalabalıkların başkanı olmuşlar... Yahut içi boş, işe yaramayan, göstermelik çarşaf kadar diplomaları var; ilimleri yoktur ama ünvanları var...
Bunların içindeki herkes zalim değildir. Ama kendilerini yavaş yavaş zulmün olmadığına, zulüm yapmadıklarına inandırırlar. Bir de bakarsınız ki, artık “zulüm düzeni”ni savunmakta ama kendilerini zalim olmadıklarına inandırmaktadırlar! Çünkü kendilerinin karınları doyuyor, işleri yürüyor, toplulukta saygı görüyorlar. Herhangi bir gücün zulmünden emindirler. Çünkü “onlar” artık “onlarla” beraber olmuşlardır.
2. Onların başka bakımdan da gözleri kör, kulakları sağır olmuş; gözleri var ama görmezler, kulakları var ama işitmezler. Bugünkü genişliklerinin sürüp gideceğini ve hep böyle kalacaklarını zannederler. Oysa onları büyük bir tehlike beklemektedir. Onlar âhirette -bu zulmün çarkında eriyip gittikleri için- hesaplarını zor verecekler, onların toplulukları da bu dünyada hiç beklemedikleri bir günde tepetaklak olacaktır.
3. Onlar kendilerini üst sınıf olarak görür, kendilerinin iyi insan olmalarından dolayı o seviye ve genişliğe ulaştıklarını zannederler. Zulüm çarkına katılmayan “Adil Düzen”e inananları ise küçük görmeye ve onlardan uzaklaşmaya çalışırlar. Bir zamanlar onlarla birlikte aynı yollarda yürüdüklerini unuturlar. Gaflet ve dalâlet, hattâ hıyanet içinde zalimler ile işbirliği içinde olurlar. Zalimler her zaman zalimdir, ama bunlar zulüm düzeninde zalimdir.
4. Bunların içinde zulüm düzeninin varlığını kabul edenler de vardır. Hattâ kısmen bizzat kendilerine de -başörtüsü meselesinde olduğu gibi- zulüm yapılmaktadır. Ama bunlar artık bu sorunun çözülemeyeceği, zalimlere karşı gelinemeyeceği görüşüne varmışlar ve Allah’ı unutmuş olarak zalimlere teslim olmuşlar; kendilerini “Adil Düzen”den uzak tutarak koruyacaklarını sanmaktadırlar.
***
Zalim düzende başarısız olan ezilenler ise eğer “Yüksek İslâm Ahlâkı” sahibi değilseler:
1. Zulüm düzenine teslim olmuşlar, kurtuluşu zalimlerin himayesinde aramaya başlamışlardır. Parti değiştirerek zulümden kurtulacaklarını zannedenler vardır. Oysa, zalim düzende iktidar olan partiler, zalimlerle işbirliği yapan partilerdir. Adil Düzen taraftarlarının hiçbir zaman iktidar olamayacaklarını sanırlar.
2. Zalimlerin destekçisi olarak hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Böylece kendilerine yapılacak zulmü onlar başkalarına yaparak veya yaptırarak kendilerini korumaya çalışırlar. Zalim sömürü sermayesi işte bu gibilerin bu zaaflarından yararlanmak istemektedir. Mesela, zalim sömürü sermayesi Irak ile İran’ı sekiz sene savaştırdı; Irak böylece geçici olarak zalimlerin zulmünden güya kendisini korudu ama; sonunda ne oldu?!.
3. Onlar yaşadıkları günlerin derdine o kadar düşmüşlerdir ki, ileride olacakları düşünecek halleri ve zamanları yoktur. Borçlanıp tüketirler ama, vakti geldiğinde borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünmezler! Zalim sömürü sermayesi dünyayı kendisine borçlandırmak istemektedir. Herkes borçlu olarak onun uşağı olacaktır. Dünyayı böyle yöneteceğini sanmaktadır. Halk da artık böyle yaşamaya kendisini alıştırmaktadır.
4. Zulüm düzeninde “Adil Düzen”e inananların dışında Allah’a gerçekten inananlar yok gibidir. Zalimlere göre güçlü olan, parası olan ve ordusu olanlar adeta tanrı mesabesinde olan kimselerdir. Halk onlara tapar, onlar da kendilerine taptırırlar! Dikta rejimleri işte böyle ortaya çıkar.
Şaşılacak şey; bunlar namazlarını kılarlar ama lâiktirler. Namazdan ayrıldıktan sonra Allah’ın varlığını unuturlar; yahut Allah’ın dünya işlerine karışmadığını veya -haşa- Allah’ın zalimlere mağlup olduğunu zannederler! Bunlar kimlerdir? Bunlar Kur’an’ı mealleri ve tefsirleri ile anlayarak okumayan kimselerdir.
***
Bu zulüm döneminde insanların kurtuluşu Kur’an’ı usûlüne göre okumak ve “Yüksek İslâm Ahlâkı” ile ahlâklanmaktır. Bu yüksek İslâm ahlâkını elde etmek için;
1. Kur’an değişik tercüme ve tefsirleriyle anlayarak okunmalıdır. Bu çok önemlidir.
2. Kur’an’ı okuyanlar kendileri düşünecek, kendileri ilim sahibi olacak ve kendileri yorumlayacak; başkalarının yorumuyla değil, kendi yorumlarıyla uygulayacaklardır. İçtihat budur.
3. Kur’an aynı zamanda bir tarih kitabıdır. Geçmişteki kavimlerin kıssaları günümüzü yorumlamak içindir. Kur’an bugün bize -yani okuyan bana- nâzil olmuştur diyerek okunmalıdır.
4. Kur’an insanların âhiretlerini kurtarmak için gelmiştir. Ama o âhireti bu dünyada kurtaracaklardır. Dolayısıyla âhiret için âyetlerden şimdi bu dünyada ne yapabileceğimizi anlamaya çalışmamız lazım. Çünkü biz şimdi ne geçmişi yaşatabiliriz, ne de geleceği getirebiliriz. Hazreti İsa ‘günün derdi güne yeter’ diyor. Bütün derdimiz bugün ne yapmamız gerektiğini tesbit edip ona göre yaşamaktır.
Sabah yakındır...
Millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi;
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın...
***
Ramazan, açlık, israf
ve ‘aşevi’ kurmak…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
25.09.2006
Ramazan ayına hep birlikte ulaştık; elhamdülillâh... Oruçlu insanlar olarak açlık duygusunu tam olarak kavramış bulunduğumuz bu mübarek günlerde önemli bir mesele üzerinde duracağım.
Kur’an israfı haram etmiş; tebziri yani yiyeceklerde saçıp savurmayı da haram kılmıştır.
Hepimizin evinde kısmen veya önemli yüzdelere varan bir israf vardır. Ülkemizde sınırlı ve ölçülü sofra sistemi vardır. Oysa sofrayı kurduğunuz zaman evinize beklenmedik bir misafir gelebilir. Onu sofranıza buyur etmek zorundasınız. Onun için pişirdiğiniz yemeği her zaman iki-üç kişiye daha yetecek kadar fazla yaparsınız. Bundan dolayı sofrada mutlaka fazla yemek olmalıdır. Aksi halde siz de doyduğunuzu hissetmezsiniz. Yani, sonuç olarak her gün bir miktar yemeğimiz artmaktadır...
Bizim bir başka özelliğimiz daha meşhurdur. Biz ekmeği çok yiyen bir topluluğuz, bundan dolayı daima yediğimiz ekmekler de artmaktadır...
Bu durumda ne yapmalıyız? Bu şartlar altında Allah’ın haram kıldığı israf ve tebzirden nasıl kurtulmalıyız? Aç insanları sadece Ramazan’da değil, her zaman hatırlamalı ve gereğini yapmalıyız…
NELER YAPABİLİRİZ?
1. Mekânı müsait olan camilerde ve mescitlerde buzhaneler, ayrıca aş evleri olmalıdır. Beş vakit namaza giden kadın veya erkekler, artan ekmek ve yemekleri kaplara koyup mescide getirip aşevine koymalıdır. Böylece evler israf ve tebzirden kurtulmuş olur.
2. Aşevine getirilen yemeklerin kimlere ait olduğu, hangi tarihte pişirildiği, aşevine hangi tarihte konduğu yazılmalıdır. Yemeklerin cinsine göre standartlar getirilmesi meselesi vardır. Mesela, sütlaç bir gün dışarıda, üç gün de buzhanede kalabilir, böylece bozulmadan yenmiş olur.
3. Namazdan çıktıktan sonra aşevinde sofra kurulmalı, aşevine gelen kişiler istedikleri yemekleri seçip yemelidir. Bu uygulama bir taraftan artan yemeklerin tüketilmesini sağlar, diğer taraftan evde fazla yemek pişirmeye gerek kalmaz. Evde doyamayanlar yemek ihtiyaçlarını mescitte tamamlarlar. Böylece yaşanan semtte veya mahallede aç insan kalmaz.
4. Evlerinde yiyecek olmayan yoksullar buradaki yemekleri ve ekmekleri alıp evlerine götürebilirler. Böylece çöp bidonlarında yiyecek aramaktan kurtulmuş olurlar. Yiyecek ekmek ve yemek bulamayanlar da sosyal dayanışma içinde yaşarlar.
İsraf olarak attığımız yiyecekler yüzde yirmibeş seviyelerinde olsa, demek ki bu uygulama sayesinde ülkede aç kimse kalmayacaktır.
Bu mesele çok çok önemlidir. Çünkü Hazreti Peygamber aleyhisselâm, ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir’ buyurmuşlardır. Herkes ‘bizden değildir’ ifadesinin ne demek olduğu üzerinde biraz düşünürse, meselenin önemini kavramış ve idrak etmiş olur...
***
Yazımı buraya kadar okuyanlara bir önerim daha olacaktır.
Mahalle mescidi veya bulunduğunuz işyeri sitesi mescidi yöneticilerini ziyaret ederek bu projeyi onlara anlatabilirsiniz. Mesela, bu uygulamanın yapılması için mekânı ve çevresi müsait bulunan yakınınızdaki bir cami veya mescitte kolayca harekete geçilebilir. Bir yerde uygulanırsa, ondan sonra her yerde uygulanır. Zaman zaman siz de gidip yapabileceğiniz hizmetlere katılır ve katkıda bulunabilirsiniz.
1. Bu konuda müftülük, belediyeler, hayırsever iş adamları ve esnaf da önder olabilir…
2. Buzhane ve aş evini oluşturmak için bir proje yapıp maliyeti çıkarılmalıdır…
3. Cami yöneticilerinin de ne masraf yapacaklarını bilmeleri gerekir…
4. Radyo, televizyon ve gazeteler de bu kampanyayı desteklemelidirler...
Böylece Allah’ın emrettiği ‘herkese aş’ sorununu da çözmüş oluruz.
***
Her organizasyonun birtakım sorunları olacaktır.
1. Yemekler hangi kaplara konulacaktır?..
2. Yemekleri kim teslim alıp kim teslim edecektir?..
3. Sağlık kontrolleri nasıl yapılacaktır?..
4. Ve diğerleri…
Uygulama yapmaya başladığımız zaman, sorunları o zaman sorabilir ve çözebiliriz? Şimdiden muhtemel sorunları düşünüp de ‘biz bunu yapamayız’ demek zavallılıktır. Sorunsuz hiçbir iş olmaz. Sorunları olacaktır diye bir şeyden vazgeçmek zavallıların, acizlerin, korkakların ve cahillerin işidir. Cahillerden olmaktan Allah’a sığınmalıyız. Çalışırsak, o zaman beynimiz açılır ve cehaletten kurtuluruz.
1. Yemekler nerede yenecektir?..
2. Temizliği kim yapacaktır?..
3. Bozulan yemekler ne olacaktır?..
Köylerde artan yemekler ayrı iki kaba konur. Etli yemekler bir kaba konur ve bunlar tavuklara, köpeklere, kedilere verilir... Etli olmayan yemekler ise inek, koyun ve keçilerin yiyecekleri olarak hazırlanır...
Aşevinde bozulan yemekler ikiye ayırmalı; etli yemekleri tavuklara yem olmak üzere yem fabrikasına, etsiz yemekler ise davarların yiyeceklerine dönüşmek üzere yem fabrikalarına gönderilmeli veya evinde hayvan besleyenlere verilmeli; karşılığında da kendilerinden yumurta veya süt istenmelidir.
Halkımız cömerttir, hayır yapmayı sever... Cami ve dernek görevlileri bu aşevinin kurulması ve işletilmesi için bağış toplar ve bu projeyi gerçekleştirebilirler…
Allah hayırlı işlerimizde yardımcımız olsun…
***
‘SANAYİLEŞEN FIKIH’ - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
26.09.2006
İnsanlık tarihi açısından çok önemli bir dönemi yaşıyoruz. Dünyayı yönetme sorunu ‘çözümsüzlük’ girdabında dolanıp duruyor. Ne olacak bu dünyanın hâli? Çare ve çözüm nedir?..
“Hukuk devleti ve irtica” yazımın (12.09.2006) öncesinde ve sonrasında konuya temas etmekle birlikte, asıl meseleye o yazımda değindim: ‘Tarihte… Sokrat, Eflatun ve Aristo ortaya çıktı ve hâlâ kullandığımız ‘MANTIK İLMİ’ni geliştirerek o dönemdeki insanların şerlerine son verdiler… Benzer karışıklık ve sorunlar Roma’da ortaya çıktı ama, ‘büyük hukukçular’ sayesinde insanlık hukuk tarihinde ‘ROMA HUKUKU’ diye bilinen sistemle kendi çağlarındaki sorunlarını çözdüler… İslâmiyet’te de aynı karışıklık görülmüş ama, ‘fıkıhçılar’ bu karışıklıkları ‘FIKIH USÛLÜ İLMİ’ ile çözdüler... Görülüyor ki, tarihte bu karışıklıklara askerler ve ordular değil; ilim adamları ve fikir adamları son vermişlerdir…’
Çağımızın sorunları, ilim, ilim adamları ve çözümler… İşte asıl mesele bu.
-Peki, nerede o ilim/ler, ilim adamları ve onların ürettiği çözümler?.. Nerede, nerede?!.
Bir müddet her hafta en az bir yazı ile bu temel mesele ve çözümleri üzerinde durmayı düşünüyorum. Bunu da çalışma arkadaşım Dr. Hasan Özket’in doktora tezinden yararlanılarak, Akevler MEDHAL Bilimsel Araştırma Merkezi [Tel: 0212 452 76 51 - www.medhal.org – www.ehabir.com] tarafından hazırlanıp yayımlanan “SANAYİLEŞEN FIKIH/ XIX. Asır İslâm Hukuk Usûlü Çalışmaları (1800-1923)” kitabından yola çıkarak yapacağım inşaallah… Vira Bismillah…
***
Sözün özü önsözlerde özetlenmekle birlikte, o özetlerin özü de kimi kitaplarda arka kapakta şekillenir. Bu kitapta da öyle yapılmış; istifade edelim: ‘Temelde, düşüncenin prensipleri anlamına gelen FIKIH USÛLÜ, bir ifadeden sözlüklerle anlaşılma imkanı olmayan anlamları çıkarma sanatıdır, denilebilir. USUL İLMİ naklin anlaşılması için geliştirilen naklî bir ilim değil, aklî bir ilimdir...
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda tevarüs ettiği özellikle “hukuk ilmi metodu”, zamanla hangi duruma geldiğinden dolayı üretkenliğini yitirdi ve başka ülkelerin hukukunu alma ihtiyacı ortaya çıktı? Hukuk ilmi açısından bu sorunun cevabı Osmanlı Devleti’nin son asrında bulunmaktadır. Anılan asır, genelde İslâm âleminin ve özelde Osmanlı Devleti’nin daha önce emsali yaşanmamış biçimde sosyal, ilmî, iktisadî ve ahlâkî kurumların çözüm üretmede yetersiz kaldığı dönemdir. Bu nedenle, her alandaki hareketlenmelerin tarihî arka planını göz önünde bulundurma gereği, burada da önemini göstermektedir.
Besmele, hamdele, salvele gibi bölümlerin yer almadığı seküler formattaki çalışmalarda Batı hukukunu İslâm hukukuna aktarma çabaları göze çarpmaktadır. Ne var ki bunda da başarılı olunamamıştır. Zaten Batı da gelişmişliğine rağmen sosyal sorunlarını çözebilmiş değildir. Bu konuda Fıkıh Usûlü kaynakları hâlâ işlenmeyi beklemektedir?..’
Yukarıda ne demiştim? Çağımızın sorunları, ilim, ilim adamları ve çözümler…
-Peki, nerede o ilim/ler, ilim adamları ve onların ürettiği çözümler?.. Nerede, nerede?!.
***
İnsanlık günümüze gelinceye kadar belli ve bilinen dönemler geçirmiştir. Nedir bu dönem ve aşamalar. İnsanlık aşiret/ocak), kabile/bucak, şa’b/il, kavm/devlet aşamalarından geçerek çağımızdaki ilmî, iktisadî, ictimaî ve ahlakî düzeyine ulaşmıştır. İnsanlığın anılan düzeye ulaşması, kaynağı İlâhî/Kutsal kitap olan peygamberlerin öğretileri ile yine kaynağı varlık olan filozofların düşüncelerinin diyalektik katkılarına, yani ‘akıl’ ve ‘nakil’ sentezinden oluşan ‘beşerî katılım ve katkılarına’ dayanmaktadır.
Bilim tarihi araştırmacıları XI. asrın evvelinde İslâm coğrafyasının ilmî faaliyetler açısından ne kadar ileri olduğunu hayretle ifade ederler. Anılan katkının ana motoru ve hızlandırıcı faktörü ise ‘FIKIH’ olarak görülmektedir. Çünkü ‘FIKIH’, düşüncenin önce kendisini anlaması için gerekli olan prensipleri tespit problemini erken devirde çözmüştür. Yani, Hicrî II. asra, yani Miladî IX. asra gelinirken bir kişinin sadece akla veya sadece nakle dayanarak ‘hakikatleri’ ifade etmesinin yeterli olacağı görüşünü reddetmiş; bunun yerine ‘akıl’ ve ‘nakl’i birleştirip, bağımsız, özgün fikirlerin kesişen ve zamanla değişme imkanı ortadan kalkan fikir birlikteliklerini ‘kesin doğru’ kabul etmiştir. Böylece fikirlerin isabetliliğini kritik eden ‘icma müessesesi’ doğmuştur. Bunun dışında kalan ittifakları ve bireysel içtihatları/kıyasları ‘şimdilik’ kaydıyla gerçekleri ifade etmenin yolu olarak saymış ve gelişerek değişmenin yolunu açık bırakarak hakikat arayışını, zımnen ‘ucu açık bir işlev’ olarak kabul etmiştir.
Çalışma arkadaşımız Dr. Hasan Özket’in ‘SANAYİLEŞEN FIKIH’ kitabı, yukarıda özetlenmeye çalışılan anlayışın, İmparatorluk’dan Cumhuriyet’e geçişte elde mevcut değerlerinin neler olduğunu araştırma konusu edinen bir Doktora çalışmasının kitap hâlinde erbabına sunulmasıdır. Amacı, her türlü kirlenmenin altında yatan bilgi kirlenmesinin arındırılmasını sağlama özelliğine sahip ‘Fıkıh Usûlü’ ilmini, ilimlerin ilmi seviyesinde algılayarak mevcut düşünce krizini aşmaya çalışma vurgusu yaparak bir birlikteliğe dâvet oluşturmaktır. Bu dâvet açık yüreklilikle özelde ülkemizde genelde dünyada bilimsel tartışma platformu oluşturmaya duyulan ihtiyacı seslendirmedir…
Kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah…
***
‘SANAYİLEŞEN FIKIH’ - 2
REŞAT NURİ EROL
27.09.2006
Sonucu önceden belirlenmiş bağnaz tartışmalar, içe kapanık ve üretken olmayan baskıcı ideolojik neticeler ortaya koyduğundan, içte maalesef yabancı değer yargılarına dayalı olan sözde çözümler alanı doldurmaktadır. Bu durum, ancak ‘kendi değer yargılarımızla hareket edelim, sonuç ne çıkarsa çıksın’ güven ve rahatlığı sağlayan ‘Fıkıh Usûlü’ ilmini yeniden ve yeni baştan gündeme oturtmakla önlenebilir.
“Modern dünya, din ile diğer kurumların giriştiği kanlı çatışmada dinin diğerleri karşısında yenilmesi neticesinde oluşmuştur” ifadesi, içerdiği aşırı genellemeye rağmen bir hakikati ifade etmektedir. İktisat, siyaset ve ilim/bilim zamanla ‘din’den ayrışmış ve kendi kural ve yöntemlerini tespit etmişlerdir. Bu süreçte din de kendi hayatiyetini devam ettirecek bir formla beraber yeniden konumlanmıştır.
Ne var ki bu bütüncül sürecin dünyadaki tüm dinlere teşmil edilmesi bir hata olacaktır. Bilgi üretimini din’in elinden sonsuzca almak, din’in sadece ontolojik bir açıklama olduğuna işaret eder ki, zamanla bu alanın da din’den arındırılmayacağına dair bir garanti yoktur. Bu daha çok yok edilemeyen dinin varlığına tahammül edilebilecek bir alan olarak kabullenilmiş gibidir.
Evrensel değerler vaz’eden modern dünya karşısında evrensel normlar vaz’eden bir din olması sonuçta aynı yöntemin izlenmesiyle aynı sonuçları vermeyecek midir? Eylemde bulunan kişilerin ibadet ettikleri mabut veya takdis ettikleri kutsal’lar somut bir farklılık için ikna edici birer cevap değildir. Kapitalizmi kötülemek ve kötülüğün sebebi olarak da kapitalistlerin Müslüman olmamasını ileri sürmek, Müslümanlar kapitalist olduğunda sosyo-ekonomik ve politik sorunların hallolacağını iddia etmek ancak derin bir cehalet neticesinde mümkündür.
Şu halde bir alternatif oluşturabilmesi için ‘FIKIH’ ve ‘USÛLÜ’nün izlemesi gerektiği yolun farklı olması gerektiğini ileri sürmüş oluyoruz. Bu ilimlerin ortaya çıkmaları ve gelişimleri incelendiğinde, bu özgünlük kolayca göze çarpmaktadır. Yukarıda işaret edildiği gibi bu özgünlük neticesinde geniş açılımlar ve atılımlar mümkün olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde tecelli eden modern öncesi son büyük ‘medeniyet’in de ancak bu şekilde mümkün olduğu hatırda tutulmalıdır.
“Modern öncesi” dedik… İşte bu son derece önemli bir noktadır. Zira sadece bu özellik nedeniyle Osmanlı birçok bilimsel araştırmaya konu olmuştur, hâlen de olmaktadır. Bu kitap da Osmanlı Devleti’nin son yüzyılını kapsamaktadır. Bu en uzun yüzyılın en genel anlamda modern olana/batılı olana öykündüğü/yöneldiği söylenebilir. Tüketimden düşünceye birçok alanda bu durum tespit edilmiştir. Batı’yı örnek ve hedef kabul eden reform çalışmaları sırasında ve neticesinde yeni bir anlam dünyası şekillenmiştir. İncelenen eserlerde belki de en önemli nokta olan bu yeni anlam dünyası -çalışmanın sınırları dışında kaldığı için- çalışma dışında bırakılmıştır. Şimdi çalışmanın kitap olarak basılmasıyla bu noktaya temas etme imkânı doğmuş oluyor.
Osmanlı ekonomisi, sanayi devrimi neticesinde gelişen Avrupa sanayii karşısında sürekli olarak kan kaybetmiş ve nihayet çökmüştür. Basit el tezgâhlarına dayalı bir ekonominin makineleşmiş/fabrikalaşmış bir ekonomiye karşı ayakta kalması mümkün olmamıştır. Gelişen teknolojinin sunduğu imkânlar neticesinde fiyatlar düşmüş ve üretim de artmıştır. Bu bağlamda olumlu bir gelişmeye işaret eden ‘sanayileşme’ kavramı Osmanlı ve hatta Cumhuriyet için sürekli olarak hedeflenen bir vakıa olmuştur. Sanayileşme neticesinde modern dünyanın refahı mümkün olmuş ve bugün birer nimet olarak gördüğümüz birçok kurum ve gelişme ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sanayileşme -kendi içinde sorunları olsa da, en genel anlamda- son derece olumlu bir gelişim ve değişimi ifade eder.
Ne var ki, düşünce dünyasında ‘sanayileşme’ denildiği zaman işaret olunan olumlu tablo tamamen tersine döner. Çünkü düşüncede aranan özellik standart olması, en az maliyetle en çok üretilebilmesi gibi özelliklerden ziyade, özgün ve çözüm getirebilir olmasıdır. Ne yazık ki, bu kitabın sonuçlarından anlaşılabileceği gibi Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında ‘FIKIH USÛLÜ’ tam tersi bir istikamette yol almıştır.
Yazılan eserlerin sürekli tekrarlardan oluşmaları ve yeni hiçbir açılım göstermemeleri en iyi ‘sanayileşme’ kavramı ile tavsif edilebilir. Standartlaşmaya ek olarak üretimin pazara yönelik olması da bu düşünceyi güçlendirmektedir. Klasik metin müelliflerinin bu metinleri bizzat kendi nefisleri için, kendi hukuklarını/metotlarını ortaya koymak için kaleme aldıklarını biliyoruz. Oysa, son zamanlarda bu tavır terk edilmiş ve Mecelle ile beraber tamamen kodifikasyona yönelme gözlenmiştir.
Tüm çalışmaların standartlaşması demek, yeni hiçbir düşüncenin ortaya çıkmaması demektir. Düşünce üretiminin olmadığı bir alanda çözümün mümkün olması düşünülemez. Bu bahiste anılan dönemde Osmanlı aydınları, ekonomisi, düşüncesi, siyasi ve hukuki yönelimleri dikkatlice okunmalıdır. Ancak bu şekilde tablonun anlamlı bir bütüne dönüşmesi mümkündür.
İnsanlığa işte sözünü ettiğim bu katkıyı sağlamak için bir araya gelen, çalışmalar yürüten ve “SANAYİLEŞEN FIKIH/ XIX. Asır İslâm Hukuk Usûlü Çalışmaları (1800-1923)” isimli bu kitabı yayımlayan Akevler MEDHAL Bilimsel Araştırma Merkezi (Tel: 212 452 76 51) ekibine çalışmalarında başarılar diliyorum…
Hayırlı hizmetler için çalışıp terlemek gerekiyor...
Çalışmak insanlardan, başarı Allah’tandır...
***
‘Adalet iyiliklerin kaynağıdır’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.09.2006
Anadolu turnesinde aldığım notlarıma zaman zaman göz atıyorum. Turne esnasında yazdığım ‘Saklı Dünya Cenneti: FEKE’ yazımı hatırlıyorsunuz. İşte bu cennet gibi güzel beldemizde, Saadet Partili Belediye Başkanımız Cuma İş, duvara çok özlü sözler astırmış. Ben de o güzel ve özlü sözleri not etmişim.
Bugün, yazımın sonunda sebebini anlayacağınız üzere, o sözleri sizlerle paylaşıyorum:
“Her iyiliğin kaynağı ADALETTİR… ÂDİL olmayan kişinin elinden çıkan iş, kötü iştir… Peygamberimiz “Bir günün ADALETİ yetmiş yıllık ibadetten üstündür.” buyurmuştur.
Öyle insanlar var ki, ellerinde fırsat yok iken sâlih, âbid ve zâhid görünürler. Ellerine fırsat geçince Nemrut kesilirler…
Hizmetinde kullandığın adamların dış hallerine aldanma! Mala muhabbet göstereni devlet hizmetinde kullanma! Zira o adamlar ki, Allah’ın bana emanet ettiği halkı ezerler, kıyamet günü sorumlusu benim…
Ey Gazi Bâli Bey! Sana emanet ettiğim askerlerimin ve tebaamın; -Gençlerini evlat, -İhtiyarlarını baba, -Yaşlılarını da kardeş bil… Bilhassa fukaraya şefkat ve muhabbetle ihsan kapılarını aç…”
Kanuni Sultan Süleyman
***
Konfüçyüs, ‘ADİL bir yönetici’ olan babasını devirip yerine geçen ‘Wei Valisi’nin ‘bir yalan içinde yaşadığını, gücü ele geçirdiğini, ama ona sahip olamadığını’ gördükten sonra, ‘Seçkiler’ adlı kitabının en önemli teması olan ‘gerçekle yüzleşmek’ üzerine bazı tespitler yapar ve “İsimleri düzeltmek gerekir” der.
İsimler düzeltildiğinde valinin babası ‘gerçek güç’, oğlu ise ‘onun soluk yansıması’ olacaktır.
Böylece Wei şehrindeki doğrular ortaya konacak ve gerçekle yüzleşilecektir.
Konfüçyüs’e göre, şehrin tek ihtiyacı ‘isimleri ve düzeni düzeltmek’ idi.
Önce isimleri, sonra düzeni düzeltmek ve adil bir dünya düzeni kurmak…
‘GÜÇLÜ’lerin değil, ‘HAKLI’ların dünyasını ADALET üzerine hükümran kılmak…
İşte bütün mesele bu.
***
Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde yaşayan 99 yaşındaki Kadirli Kurtuluş Derneği Başkanı İsmail Safa Vayısoğlu, herkesin okuması gerektiğine inandığı 10 özlü sözü yazdırdığı mermer tabelayı evinin önüne asmış.
İsmail Safa’nın seçtiği özlü sözler aynen şöyle:
1. söz: Mahlûk halika, sebep müsebbibe, eser müessire delildir.
2- Allah: Bilgi vasıtalarımızın dışında bilmediğimiz gizli kudreti külliyedir. Bir zerresinin zıddı ile inkişafı, bildiğimiz, bilmediğimiz, büyük küçük, sayısız kâinatların, sayısız cansız ve canlı mahlukatın hâlikıdır.
3- Hilkatte abes yoktur. O, hiçbir şeyi beyhude yapmaz ve yaratmaz. Allah’a şükretmekten başka çıkar yol yoktur.
4- Hâlık şerleri hayr eyler, zanneyleme gayr eyler, âşık ânı seyreyler, görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler.
5- Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan mülk de yalan, var sen de biraz oyalan.
6- Nimeti dünya, zulmü gibi geçicidir.
7- İnsan nâkıs bir varlıktır. Nâkıstan kemâl sâdır olmaz. Bu nedenle nâkıs insan asıldır. Hüsnü niyet esastır.
8- İnsan ameli ile mukadderatının hâlikıdır.
9- İnsan mutlu yaşamak ihtiyacıyla, ahlâkıyla yaratılmıştır. Mutlu yaşamak ihtiyacı ilim ve sanatı doğurmuştur.
10. söz: Bilsek de bilmesek de, kitapta yazarı bulunsa da bulunmasa da, yararımıza olsa da olmasa da, “Nizamı âlem ADİL konularla kaimdir”. ADALET; Hak ve hakikatin kuvvetidir. Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet zalimdir. Her ikisi de inkırazdır.
***
“SİYONİZM’İN SONU YAKINDIR. Siyonist devrim daima iki temele dayanmıştır: adil bir yol ve etik bir liderlik. Bunların ikisi de işlemiyor artık. İsrail ulusu bugün yolsuzluktan ibaret bir inşaat iskelesinin içinde, baskı ve adaletsizlikten oluşan bir temelin üzerinde duruyor. Şu halimizle Siyonist girişimin sonu zaten kapımızın eşiğinde sayılır. Bizim nesil hakikaten son Siyonist nesil olabilir. Bir Yahudi devleti var olmaya devam edebilir, ama o da farklı bir hal alacak, tuhaf ve çirkin olacak. Gidişatı değiştirmek için vakit var, ama fazla değil. Yeni bir ADİL toplum vizyonu ve bunu hayata geçirecek siyasi irade gerekiyor… Gümbür gümbür bir başarısızlığın ortasında yaşıyoruz… ADALETİ olmayan bir devlet ayakta kalamaz… İsrail toplumunun sonuna doğru geri sayım başlamış durumda… Siyonizm’in üstyapısı şimdiden ucuz bir Kudüs düğün salonu gibi çökmeye başladı. Alt katta kolonlar yıkılırken hâlâ üst katta oynamaya ancak aklını kaçıranlar devam eder…”
Avraham Burg (The Guardian, 15.09.2003) üzerinde durulması, değerlendirilmesi ve tartışılması gereken yazısında böyle diyor.
Bu sözlerin sahibi Avraham Burg sıradan bir yazar değil. 1999-2003 yıllarında İsrail Parlamentosu Knesset’te sözcülük görevini yürütmüş. 1995 yılında Dünya Siyonist Örgütü ve İsrail İçin Yahudi Ajansı’nın İcra Komitesi Direktörlüğü’nü yapmış. Babası Millî Din Partisi lideri Yosef Burg. Avraham Burg’un bu yazısı, İsrail politikalarına yönelik bir isyan çığlığı...
Ve hepsinin ötesinde, dünyayı umursamadan Filistin ve Lübnanlılara karşı iyice saldırganlaşan zalim Siyonist İsrail yönetiminin neden yıkılıp son bulacağının açık belgesi değil mi?
***
Ülke ve dünya ekonomileri olumsuzluklarla kaynıyor…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
30.09.2006
Bu yazıyı yazmak için “Merkez Bankası Para Politikası Kurulu”nun kararını bekledim. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, Eylül ayı olağan toplantısını yaptı ve bu toplantı sonucunda gecelik faiz oranlarını değiştirmedi. Bu durumda bir şey değişmedi ve toplantı sonuçlarına göre; borçlanma faiz oranı yüzde 17,5, borç verme faiz oranı da yüzde 22,50 olarak kaldı. Açık piyasa işlemleri çerçevesinde piyasa yapıcısı bankalara repo işlemleri yoluyla gecelik ve bir haftalık vadelerde tanınan borçlanma imkânı faiz oranı yüzde 21,50 olarak kaldı.
Türkiye’de “faizli ekonomi politikaları”na aynen devam!..
Aslında bu yazıyı yazmaya ABD Merkez Bankası (FED) geçen hafta aylık toplantısını yaptıktan sonra çıkan haber üzerine yazmaya karar vermiştim. İlgili haberin özü ve özeti aynen şöyle:
‘ABD’de faiz indirimi bekleniyor…
ABD Merkez Bankası (FED), önceki gün yaptığı toplantıda faiz oranını değiştirmeyerek yüzde 5,25’te bıraktı. Dünya piyasalarını yakından ilgilendiren karar sonrası ABD’li ekonomistler 2007 yılının ilk çeyreğinde faiz oranlarının düşüşe geçeceği tahmininde bulundu.
Faiz kararının ardından dolar 1,47 YTL’ye yükselirken, bono faizlerinin hâlâ yüzde 20’nin üzerinde seyretmesinden tedirgin olan Borsa yüzde 1,27 kayıpla 37 bin 791 puana geriledi...’
***
Bahaneler pek çok ve de hazır…
Dikkatinizi çekerim, her ne oluyorsa oluyor ve dış gelişmeler bahanesiyle piyasalar sarsılıyor!..
Bahaneler hazır. Dünyadaki gelişmelerden birkaç tanesini ard arda sıralayalım:
-Macaristan’da iç karışıklık ve kredi görünümünün düşmesi…
-Ekvator’un dış borçları öteleyebileceğini açıklaması…
-Brezilya’da hemen seçim öncesi artan politik tansiyon…
-Petrolde düşüşün Rusya’ya ve Brezilya’ya olumsuz etkisi…
-Güney Afrika’nın cari açığının son 25 yılın zirvesine çıkması…
-Tayland’da hükümetin ordunun yaptığı darbe ile düşürülmesi…
-Polonya’da koalisyon partilerinin ayrılma noktasına gelmesi…
-ABD üretim rakamlarının durgunluğa işaret etmesi…
Ülke içindeki tedirginlik kaynaklarını da hatırlayalım:
-Cari açıkta önlenemeyen yükseliş…
-AB komisyonu raporu tartışmaları…
-İç politik gerginliklerdeki genel artış…
-Memur sendikaları ile hükümet atışmaları…
-Ülkemizde yavaş yavaş iki seçim sürecine birden giriliyor olması…
-Ve diğerleri…
***
Türkiye ve dünya ekonomileri karışık
Bir cümleyle özetlersek; ABD’den Rusya’ya, Tayland’dan Brezilya’ya, Macaristan’dan Güney Afrika’ya kadar neredeyse her kıtada baş gösteren siyasi ve ekonomik olumsuzluklar, gelişmekte olan ülke piyasaları ile birlikte ülke ekonomimizi de vurdu...
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ‘gelişen piyasalar ve ekonomiler’ dünyadaki gelişmelerden tedirgin. ABD’deki ekonomik büyümenin beklentilerden daha hızlı düşeceği kaygıları bu ülkeye bağlı ve bağımlı ekonomileri daha çok tedirgin ediyor. Mesela, bu gibi tedirgin edici etkilerle yurt içinde dolar 1,55 YTL’ye, faiz yüzde 22’ye tırmanıveriyor!.. Borsa endeksi ise yüzde 3,71 kayıp vererek bir anda 36 bin 390 puana gerileyiveriyor!.. Piyasa uzmanlarına sorarsanız, onlar bu hareketliliği ‘spekülatif’ buluyorlar!..
Uzmanlar her ne kadar gelişmeleri ‘spekülatif’ olarak değerlendirseler de, -ki genellikle öyledir,- bu sözde sebeplerdeki detaylara biraz bakalım.
ABD’de endeks, Nisan 2003’ten sonra ilk kez sıfırın altına inerek bölgesel üretimde düşüşe işaret ediyor. Dünyanın en büyük ekonomisinin, beklendiğinden daha hızlı yavaşlaması başta ABD olmak üzere Asya ve Avrupa borsalarını olumsuz etkiliyor. Bu bölgelerdeki gelişmelerin etkisiyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ‘gelişen ülke piyasaları’, bu gibi olumsuzlukların baş göstermesi sebebiyle, uluslararası yatırımcıların söz konusu piyasalardan satış yaparak kaçmasına sebep oluyor!..
Brezilya önemli bir ülke; yaklaşan seçimler öncesinde ülkenin para birimi real Temmuz ayından beri en zayıf seviyesine, borsa ise üç ayın en düşüğüne gerilemiş... Polonya’da koalisyon çatırdıyor… Macaristan’da hükümet karşıtı isyanlar devam ediyor… Türkiye’nin yüksek cari açığı, 2007 yılı cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler ile AB ilişkileri sebebiyle gelecek aylarda yaşanması muhtemel siyasi gerginlikler…
Velhâsıl, Türkiye ve dünya ekonomileri karışık ve de kaynamaya devam ediyor…
***