Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1452 Okunma
2006 Ağustos

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

AĞUSTOS-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

İsrail ve ‘Yeni Ortadoğu’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.08.2006

İlk insandan ve dünya kurulduğundan beri:

-Dünya düzeni hak ve adalete dayanmak zorunda değil miydi?

-Zulüm ile hükmedenlerin sonu hep berbat olmamış mıydı?

-Bütün zalim Nemrut ve Firavunlar yıkılmamış mıydı?

-Elbette evet, evet, evet…

Binlerce ‘evet’…

Bu minval üzere birkaç soru daha soralım:

-Hakk’ı yani halkı, bütün insanları öldürebilir misiniz?

-Hakk’ın yeryüzündeki halifesi halkı yok etmek mümkün müdür?

-Dünya kurulduğundan beri bunu başarabilmiş bir tek güç var mı?

-Hayır yok, yok, yok!..

Milyon kere ‘yok’

Peki, bu durumda beşeriyete:

-“Büyük Ortadoğu”yu olduramadık!..

-“Genişletilmiş Ortadoğu”yu gerçekleştiremedik!..

-“Yeni Ortadoğu” verelim, bu kadarına da razı olun artık!..

Diyen çağdaş Nemrutlara, Firavunlara, zalimlere ne cevap vereceğiz?

***

Bugünkü yazımda birbiri peşi sıra sorduğum soruları durup dururken sormadım. Cevaplarını da bilmeyerek değil, Kur’an ve ilim ağırlıklı araştırmalarıma istinaden bilerek verdim.

Ortadoğu’da yine bir şeyler oluyor... Dünya’nın ortası olabildiğince kaynıyor...

Elbette ‘yeni bir Ortadoğu’, elbette yeni bir dünya, elbette ‘yeni medeniyeti’ ile birlikte ‘yeni bir İslâm âlemi’; ama, kesinlikle ve iddia ederek yazıyorum ki, onların kurguladığı Ortadoğu değil...

Öyle değilse, peki o zaman gelen, gelmekte olan nedir?

Küllerinden yeniden doğan insanlığın beklediği İslâm/barış âlemi, beşeriyetin sabırsızlıkla hasretini çektiği yeni bir dünya, artık ‘zulüm’ değil ‘adalet’ üzere kaim olacak yeni bir adil dünya düzeni gelmektedir.

Nitekim geliyor da... Ortadoğu’da olanlar, başka hiçbir şeyin değil, işte bu yazdıklarımın habercisidir.

***

Bu satırları Cuma sabahı yazıyorum. Yazmaya başlamadan önce, bir taraftan gazeteleri okuyor, yerli ve yabancı televizyonları, özellikle de bazı ince detayları yakalamak amacıyla Arap kanallarını dikkatle izliyor, diğer taraftan Lübnan ve Filistin’de zalimlerin zulmü altında inleyen kardeşlerimi düşünüyorum…

O Lübnanlı kardeşlerim ki, dünyanın dört bir tarafından gelen diğer kardeşlerimizle birlikte, daha geçtiğimiz aybaşında İstanbul’un Fethi Kutlamaları ve ondan sonraki üç günlük “Müslüman Topluluklar Birliği Toplantısı: İslâm Dünyasının Bugünkü Durumu; Problemler, İmkânlar, Çözümler” toplantılarında, gece-gündüz onlarla beraber olmuş, nice derin dünya meselelerini birlikte saatlerce müzakere etmiş, çare ve çözümler üzerinde durmuştuk… Artan vakitlerde de geçmişe ve istikbale matuf iş görüşmeleri yapmıştık…

Acaba, şimdi halleri nasıl ve nicedir, ne haldedirler?!.

Evet, bu yazıyı yazdığım gün, Prof. Dr. Azmi Özcan, Zaman’daki ‘Şimal ufuklarında Türk uçakları’ yazısında, Lübnanlı Dr. Nebil’in şöyle dediğini yazmış: “Sabra ve Şatilla katliamlarının işlendiği günlerde Osmanlı günlerini hatırlayan ihtiyarlarımız ellerini gözlerine siper ederek şimal ufuklarını gözlerlerdi, sanki bir şeyler bekler gibi. Sorduğumuzda Türk uçaklarını beklediklerini ve hâlâ niye gelmediklerini anlamadıklarını söylerlerdi. Bizler bilirdik Türk uçaklarının gelmeme sebebini, ama yaşlılarımız anlamak istemezlerdi…”

Yazısının devamında da, benim yukarıda sorduğum gibi sorular sormuş: ‘Bir halk düşünün, neredeyse yüz yıldır savaşın içinde ve tam kırk yıldır toprakları işgal altında. Bu halk bizim hatıralarımızı da barındırıyor, kutsalları bizim de kutsalımız. Biz ayrıldık yurtları talan oldu, ocakları viran. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok mudur? Mesela onlara bu vahşeti reva gören İsrail’e; -‘Ey İsrail, sen yüzyıllardır kovulmuşken, ya ölüm ya sürgün kıskacında yok olmaya yüz tutmuşken, üstelik de seni bu kıskaçta tutanlar bugün sana dost görünenler iken, sana kucak açan bizdik, bu insanlardı’ diyemez miyiz? -‘Ey İsrail, tarih hiçbir şeyi unutmaz, bizler de unutmayız, bir günah eden bir gün âh eder’ diyemez miyiz? -‘Ey Amerika, biz burada kalıcıyız; ama sen bir gün mutlaka gideceksin’ diyemez miyiz? -‘Ey Avrupa, bu kaçıncı cürm-ü meşhud? Sende hiç vicdan yok mudur?’ diyemez miyiz? Biliyorum bütün bunları söyleyebilmek için karnımız tok, borcumuz yok olması gereklidir diyenlerimiz bulunacak. O zaman bu ülke adına karar verenlerden yaşamamızı anlamlı kılacak bir şeyler yapmalarını beklemeye de mi hakkımız olmayacak? Eğer olmayacaksa varsın bu ateş gölünde, kan deryasında gençliğimizi ve dimağlarımızı Bodrum ve İstanbul gecelerine kilitleyen medyamız bildiğini yapsın, fikir önderlerimiz tatil anılarını, köşe yazarlarımız deniz keyiflerini, ünlü gurmelerimiz damak zevklerini anlatsın...’

Sonuç olarak; Hakk’ın halifesi insanlara aşırı zulmederseniz, her şeye ve dünyanın bütün suskunluğuna rağmen, bir gün uyanır ve ‘İNTİFADA’ olup her şeylerini feda ederler…

Halk sonsuza dek durmaz, duramaz ve zalimlerin zulmüne karşı direnmek üzere bir ülkede ‘HAMAS’, bir başka ülkede ‘HİZBULLAH’ olur, direnir de direnir…

Ne zamana kadar direnir?

Sonunda adaletin zaferi müyesser olup ‘Adil Bir Yeni Dünya Düzeni’ kuruluncaya kadar…  

 

 

***

 

 

 

 

 

Trafik/ulaşım sorunu

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.08.2006

Genel olarak ülkemizin, özel olarak da Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’un meseleleri ve çözüm önerileri üzerinde durmaya devam ediyoruz…

Ulaşım sorunu üzerinde durmaya karar verdiğim gün, ulusal bir gazetemizin ‘Bölge Haberleri’ bölümünde, resimlerle zenginleştirilmiş uzunca bir haber okudum. İsterseniz haberin özetini paylaşalım:

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, sözünü ettiğim o haberde, iddialı bir şekilde, ‘Trafik sorununu çözmek için şehrin altını da üstünü de şantiyeye çevirdik’ demiş!..

‘Başkan Topbaş, İstanbul’un ulaşım sorununa çözüm için yol yapımı, genişletme ve kavşak inşaatlarının yanı sıra, metro çalışmalarının da büyük bir hızla devam ettiğini açıkladı…

Trafik sorununu çözmek için İstanbul’un altını ve üstünü şantiyeye dönüştürdüklerini söyleyen Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Biraz daha param olsa rekorlar kırarız.” dedi!..’

Belediye bütçesinin yüzde 65’ini ulaşıma ayırdıklarını(!) ve hummalı bir çalışmaya girdiklerini belirten Başkan Topbaş, İstanbulluların parasını toprağa gömmeye devam ediyor…

İşte buraya yazıyorum, bir gün bu dediğimi hatırlarsınız:

Yapılanlar İstanbul’un ulaşım sorununu çözemeyecektir...

***

AKP Parti Programı’nda;

“Ulaştırma sistemleri arasında optimum dengeyi sağlayacak olan kara, deniz, hava ve demiryolu ulaştırma ana planını uygulamaya koyacaktır.” deniyor.

Programa böyle yazılmış ama;

-Bunun nasıl yapılacağının planı nerede?

Optimum hesaplar yapılmadan yolların yıkımı ayrı bir yük getirecektir.

Bu sorun da, aynen diğer sorunlar gibi bu yolla çözülmez, çözülemez...

Biliyorsunuz, bunlar daha doğru dürüst ‘teşhis’ bile yapamıyorlar…

Teşhis yapamayanlar ‘tedavi’ reçetelerini nasıl ve nereden bilecekler?

Nitekim, hep yazıp söylediğimiz üzere, -maalesef- bilmiyor, bilemiyorlar…

Bu arada olanlar da sorunlarına çözüm üretilemeyen halkımıza oluyor…

Sadece sorunlar çözümsüz kalmıyor, halkımızın parası da çarçur ediliyor…

Hülâsa, bir taraftan halkımız sadece parasının gittiğiyle kalsa yine iyi!

Sorunlarına çözümsüzlükler sebebiyle çileyi de yine halkımız çekiyor…

***

Bir su şebekesindeki bir yerden su az geliyorsa, oraya gelen suyu çoğaltmak için borunun çapını genişletmek gerekir. Ne var ki, eğer borular ağ şebekesi boruları şeklinde ise, ona bağlı paralel borular varsa, orasını genişlettiğiniz zaman o borudan akan sular çoğalır ve siz evinize suyu alamazsınız.

Tüm İstanbul’un boruları büyütülmedikçe bu gibi lokal bir tedavinin fazla bir yararı olmaz.

Çökmekte olan bir binanın sadece bir direğini sağlamlaştırırsanız, yükü o üzerine çekebilir ama, bunun yararı olmayabilir. Gerçekçi bir çözüm için dengeli bir şekilde bütün direkleri sağlamlaştırmanız gerekir. Böyle yapmazsanız çözüm üretemezsiniz. İlk sarsıntıda da topyekün yıkımdan kurtulamazsınız.

Elektrik devrelerinde de olay bundan farksızdır.

Meselenin anlaşılması için bu gibi örnekleri çoğaltabilirsiniz.

***

Siz İstanbul’un belli yerlerindeki yolları genişletseniz de, köprüler ve alt geçitler yapsanız da, planlı bir akış şemasını çıkarıp da hesaplı yollar yapmazsanız, sorunu çözemezsiniz.

Kaldı ki, İstanbul trafiğinin sorunu fizikî değildir.

İstanbul, dünya çapındaki merkezî konumu sebebiyle, Londra’yı Tokyo’ya bağlayan uluslararası ana yolun geçit yeridir. Bundan dolayı özel ve lokal bir çözümü yoktur.

Bu yetmiyormuş gibi, Anadolu’daki her ailenin İstanbul ile ilişkisi vardır. Pek çok sosyal ve ekonomik sebeplerle her gün ve her an oralardan insanlar gelip gitmektedir.

Bütün bu ve daha saymadığımız nice etkenlerin, İstanbul ve civarındaki trafiği nasıl yoğunlaştırdığını gözünüzün önüne getirip düşünebiliyor musunuz?..

***

İşte, kısaca özetlemeye çalıştığımız bu yoğun İstanbul trafiğine on misli yük yükleyen bir şey daha vardır. İstanbul’un iki yakasında her gün gece-gündüz değişen insan yoğunlukları.

Bir örnek vererek meseleye açıklık getirmeye çalışalım.

Mesela, Bakırköy’de oturan bir kişi Kartal’da çalışmaktadır. Veya bunun tam tersi bir durum sözkonusudur; Kartal’da oturan Bakırköy’de çalışmakta ve her gün yoğun İstanbul trafiği ile boğuşmaktadır...

İşte görüyorsunuz, İstanbul’daki bu iç trafik aynı zamanda dış trafik ile de iç içedir. Siz yol yaptıkça ve ulaşım ücretlerini düşürdükçe, işyerine uzak oturma iki misli veya daha fazla artmaktadır.

Yarın, bu önemli ‘ulaşım sorunu’ üzerinde ‘çözümü’ ile birlikte durmaya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ulaşım sorununun çözümü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.08.2006

‘Ulaşım sorunu’ ve bu sorunun ‘çözümü’ üzerinde durmaya devam ediyoruz…

İstanbullular genellikle çalıştıkları işyerlerinden uzakta oturmaktadır.

Neden?

1. İstanbullu işçidir ve işini de zor bulmuştur…

Bu arada gecekondusunu konduracak yeri de işinden çok uzaklarda zor bulmuştur...

Bu yetmiyormuşçasına, evi ile işyeri İstanbul’un ayrı iki yakasındadır!..

Genel olarak evi Anadolu yakasında, işyeri Avrupa yakasındadır.

2. İstanbullu, işyeri civarında oturma seviyesine gelebilecek gelire de sahip değildir.

Günümüzün ekonomik şartlarında bu durum şimdilik değişecek gibi görünmemektedir.

Hele İstanbul’daki hayat şartlarının Anadolu’ya nisbetle en az iki kat fazla olduğu düşünülürse…

3. İstanbullu, akrabalarının veya hemşerilerinin yanında oturarak sosyal ve ekonomik dayanışma içine girmiştir.

Oradan, o çevreden, köylülerinden, hemşerilerinden kopamamaktadır.

Kısmen zayıflasa da, Anadolu’daki dayanışma İstanbul’da da devam etmektedir.

4. İstanbullu için de, herkes için olduğu gibi evin taşınması büyük külfet teşkil etmektedir.

Ayrıca, yeni yerler, yeni çevreler, yeni komşular hakkında bilgisi yoktur, endişesi vardır.

İşte, bu ve benzeri sebeplerden dolayı, içinde bulunduğu durumu değiştirmek istememektedir.

***

Elbette, hiçbir sorun gibi bu sorun da çaresiz ve çözümsüz değildir.

Her yerin olduğu gibi, İstanbul’un sorunlarını da çözmenin yolları vardır.

Mesela, işyerinden uzakta oturma sorununu çözmekle işe başlayabiliriz.

1. İstanbul nüfusu Türkiye’nin beşte biridir ve halkının yüzde 85’i Anadolu’dan gelmedir.

Demek ki, Anadolu’daki her ilçeyi burada bir bucak karşılamaktadır. İstanbul’u yeniden yapılandırıyor ve 10’ar bin nüfuslu beldelere ayırıyoruz; Anadolu’daki 50 bin nüfuslu bir ilçeye burada kardeş bir belde koyuyoruz. AK Parti yani hükümet bir kanun çıkarıyor, o ilçeden olan bu beldeden ev aldığında belediye ve devlet işbirliğiyle katkıda bulunulacak. Bunu yapan, önce tapu devri harçlarından muaf olacaktır. İkincisi, bu kimseden emlak vergisi alınmayacaktır. Başka ilçeden ev alacak olandan ise iki misli tapu harcı alınacak ve emlak vergisi de iki kat olacaktır. Bu uygulama ile İstanbul’da hemşerilerin toplanması kolaylaştırılacaktır.

2. Bir planlama yapılarak fabrikaların İstanbul’un hangi beldelerinden işçi alacakları tesbit edilecektir.

Kendilerine işçi alma alanı olarak gösterilen yerlerden işçi alanlara bazı kolaylıklar sağlanacaktır.

Mesela, işçiler vergiden muaf tutulur. İşveren, işçi vergilerinin ödenmesi külfetinden kurtulur.

Bu arada başka yerlerden işçi çalıştıranların vergi matrahları iki katına çıkarılabilir.

Böylece fabrikalar tercihen o sitelerden işçi alacaklar, diğerlerini işten çıkarmaya çalışacaklardır.

3. Belediye İstanbul’daki komşu 10 kadar beldeyi birleştirerek bir ilçe belediyesini oluşturur.

Bu belediyenin merkezinde siyasi partilerin atadıkları 10 kadar komisyoncu bulunur. Komisyonculara kredi verilir. Halk bu komisyonculara istediği evi serbest pazarlıkla satar. Komisyoncular yüzde 2,5 Komisyon parasını alırlar. Buradaki evler o beldenin hemşerilerine alış fiyatı ile satılır. Komisyoncunun parasını devlet verir. O bucağın hemşerisi olmayana satılınca yüzde 7,5 belediye kârı ve yüzde 2,5 komisyoncu kârı ile satılır.

Böylece bir plan ve program çerçevesinde İstanbul’da evler alınıp satılmaya başlar, belli zaman sonra da evler hemşeriler tarafından alınmış olur.

4. Bunun dışında, bugün internetle her türlü muamele uzaktan yapılabilmektedir, bu yapılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.

Vatandaş, gerek belediye gerekse devletle ilgili bir işi için bulunduğu ilçe beldesindeki takipçi ile irtibat kuracaktır. O bütün bilgileri internet aracılığı ile temin edecek ve kişi oraya gidip-gelmeden işini halledecektir.

Mesela, bir otomobili veya taşınmaz mülkü bile telefon ve internet ile alıp satacaktır.

***

Bu anlattıklarımızın matematiksel analizleri yapılabilir.

Ama biz size kaba bir tahminle diyebiliriz ki, bu sayede ana kanallardaki trafik büyük oranda azalır. Yani, İstanbul’da bir veya iki yıl içinde ulaşım sorununu on misli geliştirmiş oluruz.

Bu arada bu konu ile ilgili kişi başına düşen masraflarımız da en az beşte bire iner.

İsterlerse, kısa yoldan bunların hesaplarını belediye mühendislerine öğretebiliriz.

Ayıp olan bilmemek değildir, öğrenmemek ayıptır…

***

Ne diyor ve ne öneriyorduk?

İlgililer, ilgilenirlerse ve de isterlerse, onlara yardımcı oluruz.

İlgilenmez ve istemezlerse, şimdilik yazmak dışında yapacak bir şey yoktur!

İktidara hazırlanmak, plan ve projelerimizi düzenlemek dışında, ne yapabiliriz ki?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail ve ‘Mü’min Müslümanlar’

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.08.2006

İsrail devleti ‘barış devleti’ değil, ‘savaş devleti’dir. İsrail savaşla kuruldu, ancak savaşla ayakta kalabilir. İsrail barış yapmayı kesinlikle istemez, isteyemez! Barış isterse, varlığının bir anlamı kalmaz.

*I. Cihan Harbi neden ve kimler tarafından çıkarıldı?

-Siyonist Yahudiler tarafından.

*I. Cihan Harbi neden çıkarıldı?

-İsrail’in önündeki en büyük engel olan Osmanlı İmparatorluğu kalksın diye…

*II. Dünya Savaşı neden çıkarıldı?

-İsrail kurulsun ve Yahudiler oraya göç edebilsinler diye…

*III. Dünya Savaşı mesabesindeki bu ‘Ortadoğu Savaşları’ nedir?

-İsrail’i önce ayakta tutma, sonra -mümkünse- Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kamuflajı altında, Büyük İsrail Projesi (BİP) gerçekleştirmek. İsrail kurulduğundan beri hep savaşıyor: 1948, 1956, 1967, 1973…

*Büyük İsrail Projesi gerçekleşir mi?

-İsrail 7 milyon nüfusu ile; 70’er milyonluk İran ve Türkiye’ye rağmen, kendisinden yüzlerce kat fazla nüfusa sahip Araplara rağmen, bir buçuk milyarlık İslâm âlemine rağmen ve 7 milyarlık insanlığa rağmen, Büyük İsrail Projesi’ni gerçekleştiremez, gerçekleştiremeyecektir…

*İsrail bütün bunları yapamayacağına göre, gelecekte ne olur?

-İsrail, ancak bu vahşi saldırılarını durdurur, adam gibi oturmaya karar verirse, Mü’min Müslümanların ve beşeriyetin himayesinde, bugünkü sınırlarını da küçültmüş olarak bölgede kalabilir... Aksi halde, tarih yeniden tekerrür eder ve dünya bir kere daha büyük bir Yahudi sürgününe şahit olur…

***

İsrail savaşsız yaşayamaz, sadece güç ve kuvvetten anlar.

Savaş demek, güç ve kuvvet demektir. Başta da yazdığım üzere, İsrail yöneticileri kesinlikle barış ve insaftan bir şey anlamaz, ancak güç ve kuvvetten anlar. Barış, Birleşmiş Milletler, insaf, insanlık, hak, adalet gibi mefhumlar, Siyonist İsrail yöneticileri için bir şey ifade etmez. Varsa-yoksa güç ve kuvvet…

Davut Dursun geçenlerde ‘İsrail savaşsız yaşayabilir mi?’ başlıklı bir yazısında dedi ki: ‘Öncelikle cevaplanması gereken temel soru şudur: İsrail barış yapabilir mi? İsrail’in barış ortamında temel politikalarını uygulaması mümkün mü? Savaşla İsrail politikaları arasında adeta yüzde yüzlük bir örtüşme var. Savaş İsrail toplumunu bir arada tutan en büyük faktördür. Savaş olduğundan dolayı dünya Yahudilerinden bu ülkeye yardım akıyor, savaş olduğundan dolayı Amerika Birleşik Devletleri ve Batı ülkeleri yardım ediyor, savaş olduğundan dolayı olağanüstü politikalar uygulanıyor, savaş olduğundan dolayı kurulu düzen en zecri şekilde uygulanıyor... Bir an için savaşın sona erip barışın egemen olduğunu düşünelim. Bütün bunlar son bulacak; İsrail’in olağanüstü yöntemlerle ve olağanüstü ortamlarda uygulamaya koyduğu bir takım politikaların uygulanması imkanı ortadan kalkacaktır. Dış yardımlar son bulacaktır. Devamlı güvensizlik ve tehdit tehlikelerine göre yetiştirilen kadrolar ne yapacağını bilemeyecektir... Bu açıdan bakılınca savaş, İsrail devletinin en önemli varlık nedeni olarak görülüyor ve bundan vazgeçmesi de mümkün değildir. Çeşitli nedenlerle sistemin savaşlar icat etmesi, savaş ortamını yaratması ve düşmanın varlığını devamlı canlı tutması gerekiyor…’

Yazımın başlangıcında ifade ettiğim üzere, I. ve II. Dünya Savaşı ile bugün adeta bir III. Dünya Savaşı gibi bölgemizi kasıp kavuran ‘Ortadoğu Savaşları’, anlatmaya çalıştıklarımızı aynen teyit etmektedir. İsrail ‘barış devleti’ olamaz, İsrail savaşsız yaşayamaz ve İsrail ancak güç ve kuvvetten anlar.

***

Siyonist İsrail’i Mü’min Müslümanlar yenecektir.

İsrail’in hakkından güç ve kuvvet sahibi ‘Mü’min Müslümanlar’ gelecek ve yenecektir. Mü’min Müslümanlar deyişimin elbette sebebi var. ‘Mü’min’ demek, önce ‘malını’, sonra ‘canını’ hiç çekinmeden Allah yolunda harcayabilen Müslüman demektir. Despot kralların veya diktatör demokratların yönetimi altındaki Araplar değil, ‘Mü’min Müslümanlar’ İsrail’i yenecek ve galip gelecektir.

Şimdilik bana ‘O Mü’min Müslümanlar nerede?’ diye sormayın, çünkü o mesele ayrı bir yazı konusu.

Bakınız, bu satırları yazdığım gün, Musevi asıllı Sami Kohen köşesinde ne yazmış: ‘İsrail kuruluşundan itibaren komşu Arap ülkeleriyle dört kez savaşa girdi (1948, 1956, 1967 ve 1973), dördünde de galip çıktı. 1982’de Lübnan harekâtı askeri bakımdan başarılı oldu ise de, işgale karşı Hizbullah’ın giriştiği direniş sonunda İsrail ordusu 2000 yılında geri çekilmek zorunda kaldı ve bu, İsrail’in ilk kez yenilgisi olarak kabul edildi. Şimdi İsrail Lübnan cephesinde gene Hizbullah’la karşı karşıya... Ve bu kez, savaşın 21. gününde, kesin bir askeri başarı elde etmekten uzak olduğu gibi, siyasi bakımdan yakın tarihinin en kritik dönemini yaşıyor. İsrail geçmişte Araplarla giriştiği savaşlarda, devlet ordularıyla kozlarını paylaşıyor ve modern askeri gücü, ileri teknolojisi, yüksek eğitim düzeyi sayesinde bu savaşları hızlı bir şekilde (1967’deki “6 gün savaşı” gibi) kazanabiliyordu. Lübnan zemininde şimdi Hizbullah’la savaş çok farklı şartlarda cereyan ettiği için, İsrail askeri açıdan “stratejik üstünlüğü” eskisi gibi gösteremiyor…’ S. Kohen böyle diyor ve şu soruyu sorduruyor:

*HİZBULLAH bir ‘halk hareketi’ ve o sözünü ettiğim ‘Mü’min Müslümanların öncüleri’ olabilir mi?

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail’i mü’min halk yenecektir

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.08.2006

Yazı yazıyı doğuruyor. Bundan önce konu ile ilgili olarak, “İsrail’i ‘Mü’min Müslümanlar’ yenecek ve galip gelecektir.” diye yazdım. O Mü’min Müslümanlar da, bugünlerde İsrail saldırılarını adeta savunan Suudi Arabistan ve Ürdün krallığı gibi despot Arap krallıklarını saraylarından veya Mısır ve benzerleri gibi halkına ihanet eden sözde demokrat ama gizli diktatör olan Firavun artıkları arasından çıkmayacaktır.

Peki, onlar arasından çıkmayacaksa, nereden çıkacaktır?

Siyonist İsrailliler sayesinde, bu bölgede yaşayan nice kavimler arasındaki Müslümanlar arasından, mazlumlar arasından, halk arasından ‘halk hareketi’ olarak çıkacaktır. Araplar arasında yaşadığım uzun yıllar boyunca onlara hep hatırlattığım üzere, işte buraya da yazıyor ve diyorum ki; İsrailli Siyonistler olmasa, Araplara Müslümanlıklarını kim hatırlatacak ve onlar arasından kavi îmân sahibi mü’minler nasıl çıkacaktı?

Sırplar sayesinde Bosnalı Boşnaklar yeniden Müslümanlıklarını hatırladılar ve Bilge Başkan Aliya İzzetbegoviç önderliğindeki bir avuç ‘Mü’min Müslüman Boşnak’ başta Sırplar olmak üzere, yedi düvel düşmana karşı, bilinen tarihî büyük zaferlerini kazandılar. Bir Bosnalı olarak, Bosna Savaşı boyunca, sonrasında ve bugün hep şunu söyledim ve yazdım: Sırplar şayet iki-üç Boşnak neslin daha Bosna ve Balkanlar’da o günkü şekilde yaşamasına sabretselerdi, Bosna’da ancak numunelik birkaç Müslüman kalacaktı. Sırpların saldırıları sayesinde Bosnalı Boşnaklar tekrar Müslümanlıklarını hatırladılar ve İslâm’a yöneldiler...

Siyonistler ve Sırplar görevlerini yerine getiriyor ve dininden uzaklaşan insanları yeniden Müslüman, dünyadan âhirete doğru giden yolda, cennet karşılığı önce ‘malını’ sonra ‘canını’ vermesi gereken Müslimleri de ‘Mü’min yapıyor. Nasıl yapıyor? Aşağıda delilleriyle anlatayım.

Siyonist İsrailliler bir plan yapıyor ve uyguluyorlar. İngiliz yazar ve Ortadoğu uzmanı Patrick Seyl, 28 Şubat 2003’te El-Hayat’ta yayınlanan bir yazısında zamanın İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz ve Milli Güvenlik Danışmanı ve Mossad eski Başkanı Afraim Halifi’ye atıfta bulunarak, bakınız neler yazmış:

Saddam’dan sonra Irak’ı sarsacak olan savaşın etkisi, Ramallah, Şam ve Tahran’ı içine alacak kadar kapsamlı olacak. Filistin’e karşı nihai zafer kazanmak, Arafat’ı öldürmek veya sürgüne yollamak, ‘Büyük İsrail’ hedefinin gerçekleştirilmesi için ilerlemeye devam etmek, Filistinlileri Filistin’den kovmak veya göçe zorlamak, İran’da molla rejimine son vermek, Lübnan’daki Hizbullah’ı ortadan kaldırmak, taktik müttefiki Türkiye, stratejik müttefiki Amerika avantajıyla Arap dünyasını etkisi altına almak...”

Siyonist İsrail saldırıları Lübnanlı bir genci nasıl değiştirip dönüştürüyor?

The Guardian gazetesine, 28 Temmuz günü, yani ‘II. Kana Katliamı’ndan iki gün önce gönderilen okur mektubu, son haftalarda zihinlerde meydana gelen dönüşümü çok iyi yansıtıyor: “Bir hafta önce öfke doluydum. Şöyle diyordum: Hizbullah, Lübnan halkı adına nasıl savaş ilan ederdi? Daha iyi bir zaman seçemezler miydi? Yazı ve tatilimi mahvettiler. Kendilerini ne sanıyorlar? Bu adamların elinden silahları alın. İsrail ile barış yapalım ve hayatımızı yaşayalım. Beyrut Amerikan Üniversitesi’ndeki öğrenciliğim sırasında fikirlerimi özgürce ifade edebilme ayrıcalığına sahiptim. İsrail’in 2000 yılında Lübnan’dan çekilmesinden sonra Hizbullah’ın silahları bırakmamasını asla onaylamadım. Bunun Ortadoğu’da barışı engelleyeceğine inandım. Ama son iki haftada düşüncelerim öylesine değişti ki. Ben, herkesin endişe ettiği, ‘İslam köktencileri’nden biri değilim. Ama Hizbullah hakkında olumlu düşünmeye başladım. Onların ne ilkelerini ne de politikalarını onaylıyorum. Ama hayatım boyunca İsrail’e karşı duran bir Arap liderine rastlamadım. Şimdi Hizbullah bunu yapıyor. Ve bu yüzden benim saygımı kazanmaya başlıyor. İsrail, havaalanlarımızı, köprülerimizi, evlerimizi, kiliselerimizi, camilerimizi, okullarımızı, haberleşme antenlerimizi ve BM gözlemcilerini bombaladı. İsrailliler 500’den fazla sivili öldürdü. Hizbullah’a karşı çıkıp onları alkışlayacağımı mı sanıyorlar?..

Siyonist Saldırılar sebebiyle sadece gençler değil, Lübnanlı kadınlar bile değişip dönüşüyor. Nasıl değişiyor? Yine aynı gün, yani 28 Temmuz günü Beyrut’tan gazetesine ‘yorum’ yazan Jonathan Steele, bakınız ‘Sadece Hizbullah, İsrail saldırılarına karşı durabilir’ başlıklı yazısının hemen başında neler yazmış:

“İyi giyimli, 40 yaş civarı, orta sınıftan kadınlar çarşamba günü burada Beyrut’ta BM ofisinin dışında protesto gösterileri düzenledi ve bir ateşkes çağrısı yapılmasını istedi. Lübnan Kadınlar Konseyi’ni temsil eden kadınlar, Kofi Annan’ın bir şeyler yapmasını isteyen pankartlar taşıyordu. Sayıları, Tel Aviv’de düzenlenen savaş karşıtı protestolarındakinden azdı, ancak daha tipikti. Bugünün İsrail’deki savaş karşıtları, Lübnan’da ateşkes çağrılarında yalnızlar ve azınlıktalar. Lamia Oserian’da düzenlenen gösteride, organizatörlerden biri bana şöyle dedi: “İsrailliler, Lübnan’ı radikalleştiriyor, hatta benim gibi demokrat olanları bile. Geçen yıl Suriye’ye karşı gösterilerde yer almıştım ben. Hizbullah’ı eleştirenler arasındayım. Ancak şimdi Hizbullah savaşçılarına yardım edemesem de, ülkemizi savundukları için destekliyorum…” (The Guardian, 28 Temmuz 2006)

HALK yavaş yavaş yeniden Müslüman oluyor… HALK Filistin’de HAMAS, Lübnan’da HİZBULLAH oluyor… HALK arasından -despot veya diktatör yöneticiler arasından değil,- beklenen ‘Mü’min Müslümanlar’ çıkacak ve onlar ‘halk hareketi’ ile organize olup Siyonist İsrail’i yenecektir; mü’min halk

SONUÇ olarak mü’minlerin sadece bir vasfını bu vesileyle hatırlayalım: Allah Resulü buyuruyor ki: “Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır.” Rabb’imiz Enfâl Suresi 60. âyette buyuruyor ki: “Düşmanlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!..”

 

 

***

 

 

 

 

 

Gölde susuz ölmek!

Veya para ve enflasyon

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.08.2006

Çölde değil, gölde susuz ölmek!

Allah’ın insanlığa en büyük lütfü, Bakara Sûresi’nin sondan ikinci sahifede, o önemli tam sayfalık âyette anlattığı ‘hamiline yazılmış senet’ olan ‘PARA’dır. Bugün her sorunu para ile çözer hâle geldik. Devletin elinde de, iyi kullandığı takdirde istediği kadar para vardır. Bunun tek sırrı, devlet ‘karşılıksız para’ çıkarmayacak. Karşılıklı olmak şartı ile de devletin elinde sınırsız para vardır.

Ülkemizde, hiçbir anayasal sorumluğu olmayan Merkez Bankası uyguladığı para ve faiz politikaları ile maalesef delilerin bile yapmadığını yapmakta, kendi ürettiği kağıda/paraya kendisi faiz vermektedir!

1997’den beri devletin elinden kendi parasını çıkarma yetkisi alınmış, devlet arabası yakıtsız bırakılmıştır. Yakıtsız araba nasıl yürüyemezse, devletimiz de ağır aksak yürümeye çabalamasına rağmen, doğru dürüst yol alamamaktadır. Kimi kritik zamanlarda avare kasnak misali boşa dönmektedir...

Hani ‘denizde kum onda para’ diye bir tâbir vardır ya, işte aynen öyledir; denizde kum, devlette para.

Devletlerin en büyük gücü, ‘PARA’ basma ve piyasaya sürme yetkisidir.

Peki, hiç aklı başında bir devlet, bu yetkisine kendi kendine sınırlama getirir mi?

Türkiye işte böle bir şey yapmış, bu yetkisinden feragat etmiştir.

Evet, denizde kum kadar devlette ‘PARA’ vardır.

Haydi denizi abartılı bulalım ve ‘göl’ diyelim.

Devletimiz ‘çöl’ kadar kumu olan bir ‘göl’dür.

Devletimiz göldedir, ama su içmesi yasaktır!

Yani, para basıp piyasaya sürmesi ya-sak-tır!..

***

Kayıt dışı ekonomi sayesinde yaşıyoruz

Allah’ın insanlığa, dolayısıyla insanlığın en büyük kurumu olan devlete verdiği en büyük nimet olarak ‘para çıkarma gücü’ ise, Allah’ın Türklere verdiği en büyük nimet de İstanbul’dur. Türkiye’nin ağırlıklı nüfusu ve ekonomisi İstanbul’da barınmaktadır. İstanbul dünyanın öyle bir yerindedir ki, ne kadar kriz olursa olsun, İstanbul’un ölüsü bile krizlere dayanmaktadır. İstanbul ekonomisi sayesinde ayakta duruyoruz…

Sömürü sermayesi dünyanın ticaretini elinde tutmak için gümrükleri ve kotaları koymuş, para çıkarma imtiyazını da kendi elinde tutma formülünü geliştirmiştir. Sadece Türkiye’de değil, ABD gibi çağımızın süper gücü olan bir ülkede bile FED yani Merkez Bankası doğrudan devlete bağlı değildir. FED sömürü sermayesinin kontrolündedir ve bastığı dolarları ABD yönetimine borç olarak vermektedir! Gümrükler, vizeler, kotalar ve daha nice engeller yetmiyormuşçasına, istediğiniz gibi para basma ve gerektiği gibi piyasaya sürme yetkiniz yok!

ABD’de böyle!.. Dünyada böyle!.. Türkiye’de böyle!..

Allah’a şükürler olsun ki, zaman zaman konu buraya geldiğinde hatırlattığımız üzere, ülkemizdeki ‘kayıt dışı ekonomi’ bu yasakları deldiği için biz yaşıyoruz.

IMF Türkiye’nin para basmasını engelliyor! Ama Türkiye’de sadece bankalarda para yok ki! Demokrasilerde çareler tükenmez hesabı, çare var… Türkler paraya sıkıştıklarında banka dışı para üretiyorlar…

Çekler… Senetler... Kredi kartları… Taksitli veresiye satışlar…

Hatır senetleri… Açık hesaplar… Bakkal defterleri…

Halkımız ve İstanbul esnafı para ihtiyaçlarını işte böyle karşılıyor ve sorunlarını çözüyorlar.

Gümrük ve kota engellerini de, başta bohça/bavul ticareti olmak üzere, çeşitli şekillerde aşıyorlar...

***

İslâm’da Denge/ PARA

Bundan 30 yıl önce, 1976 yılında Süleyman Karagülle Üstadım ile ‘İslâm’da Denge/ PARA’ kitabını yayımladığımızda, önsözün ilk bölümüne önemli şeyler yazmışız. Bugün o ilk bölümü birlikte paylaşalım:

‘Biri mal çalsa, kolunu keserler. Biri banka soysa, darağacına asarlar. Evinizde bin altın olsa ve biri her yıl gelip iki yüz altını aşırsa, ortalığı velveleye verirsiniz. Bin altınınızın beşyüzünü emanet etseniz de emanetçi yüz altının üzerine otursa, elinizden gelse adamı gırtlaklarsınız…

Bugün halkın cebinde, bankada, sandıkta sakladığı her beş yüz liradan yüzünü her yıl çalan büyük bir hırsız var. Bu hırsız sessiz sedasız, yavaş yavaş her gün paramızı aşırıyor. Basbayağı çalıyor! Hayır, soyuyor!..

“ENFLASYON” diyorlar bu hırsıza.

Evet, bu hırsızı, bu soyguncuyu herkes tanıyor, herkes biliyor ama kimse ses çıkarmıyor! Hırsızın ne kolunu kesen, ne hapseden; hattâ suçlayan bile yok! Hırsız ise büyük maliyeci pozisyonunda ve vezir-i azam makamında!.. Bu hırsızı yakalamak istiyor musunuz?.. Hâsılı, canınızı kurtarmak için bir arzunuz var mı?..’

Konu çok önemli, çünkü cüzdanımızı ilgilendiriyor. Öyleyse, yarın da devam edelim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Susuz ölmemek için

çare ve çözüm var mı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.08.2006

 

Dünkü yazımızda ne diyorduk? Kısaca hatırlayalım.

‘Çölde değil, gölde susuzluktan ölmek!’ten söz ediyorduk…

‘Kayıt dışı ekonomi sayesinde yaşıyoruz’ acı gerçeğini de hatırlayıp hatırlatmayı ihmal etmedik.

‘İslâm’da Denge/ PARA’ konusuna, yani 30 yıl önce yayımladığımız kitaba gelince, günümüzde mesele daha da berraklaşmaya başladı. Başlamasına başladı da, âh o canavar diye tesmiye edilen ‘ENFLASYON’ karşımıza çıkmasa! Ama çıktı! Enflasyon canavarı, bildim bileli, bu konularla ilgilenmeye başladığımdan beri hep var! Henüz bir kahraman eski masallardan çıkıp da onu bir türlü bertaraf edemedi…

Modern zamanlarda yaşadığımıza göre, artık masal kahramanları da yok!

Beklenen kahraman gelemediğine göre, öyleyse iş başa kaldı demektir.

Enflasyon canavarını başkaları değil, biz yenmek zorundayız.

Peki, ama enflasyonu nasıl yeneceğiz?

Dünkü yazımın sonunda bir hırsızdan, yani enflasyon haramisinden bahsettikten sonra, çare ve çözüm olarak 30 yıl önce önsözde yazdıklarımızı kısaca hatırlatmıştım. Devamında, minnacık bir paragrafta demişiz ki: ‘Gelin! Bu kitap size bunun kapısını (enflasyon canavarını bertaraf etmeyi kastediyoruz) aralayacak. Gelecek diğer kitaplar ise sizi hırsızın yanına götürüp kıskıvrak yakalamanızı sağlayacak ve onu size teslim edecek. Gelin, hep beraber soyguncuyu (enflasyon canavarını) yakalayalım!..’

***

Elbette çare ve çözüm var

Çölde değil, gölde susuzluktan ölmemek için çare ve çözüm var mıymış? Enflasyon canavarını veya her gece cebimizdeki birkaç lirayı tırtıklayan o hırsızı yakalamak mümkün müymüş?

Elbette çare ve çözüm var. Elbette hırsızı yakalamak mümkün.

Sözünü ettiğim kitabımızın önsözü sonunda demişiz ki: ‘İlk kitap “para dengesi” üzerinde bir araştırmadır. Bundan sonraki üç kitap da para dengesi üzerinde olacaktır. Ancak ilk kitap ‘madeni para dengesi’ni ele alacak, yani bu paranın karşılığı ‘altın’ ve ‘gümüş’ olacaktır. İkinci kitapta ise “mal dengesi” üzerinde durulacak, yani bu paranın karşılığı olan ‘mal; taşınır mal’ olacaktır. Üçüncü kitapta “emek parası” üzerinde durulacak, yani o paranın karşılığı ‘insan emeği’ olacaktır. Dördüncü kitapta ise “yatırım parası” yani karşılığı ‘gayrimenkul’ olan para üzerinde durulacaktır.’

Faiz ve enflasyon politikaları sebebiyle geçtiğimiz günlerde Merkez Bankası ile ilgili birkaç yazı yazdım. Dikkatli okuyucularım hatırlayacaklardır. Bundan sonra da yazmaya devam edeceğim. Sözkonusu ‘İslâm’da Denge/ PARA’ kitabımızın önsözünün son bölümünde de Merkez Bankası varmış:

Merkez Bankası tek çeşit banknot basacak ve bunları yalnız bankalara verecek. Bankalar da bu banknota kendi mallarını gösteren ilâve baskı yapacaklardır. Meselâ, Ziraat Bankası banknotun üzerine ‘bu yüz kilo buğday karşılığıdır’ diyecektir. Hazine de ‘altın’ veya ‘gümüş’ damgasını basacaktır.

İslâmiyet’te ‘kâğıt para’ vardır. Bu para Bakara Sûresi’nin borçlanma âyetinde açıkça tarif edilmiştir. İslâmiyet’te karşılıksız para yoktur.’

Sonra o kitapları toplu olarak yazdık ama…

Elbette, o konuya kaldığım yerden devam edeceğim…

***

Yeni bir çağa doğru…

‘İslâm’da Denge/ PARA’ kitabının ardından, diğer kitaplar şöyle sıralanıyor:

MAL, EMEK, YATIRIM, NÜFUS ve TOPRAK.

‘İslam’da Biçim’ serisinin altı kitabı da şöyle:

ÜRETME, BÖLÜŞME, ÇALIŞMA, YAŞAMA, ALTYAPI ve GÜVENLİK.

Kitabın kapağını da kendim çizmiştim. O yıllarda pek çok şeyi kendiniz yapmak zorundaydınız.

Arka kapağa önce ‘YENİ BİR ÇAĞA DOĞRU…’ cümlesini yazdıktan sonra, yukarıdaki kitapların isimlerini yazmış ve üstüne de ‘… VE İŞTE 21. YÜZYILIN KİTAP SERİSİ!’ demişim…

Araya da Üstad Necip Fazıl’ın kısa bir şiirini koymuşum:

Gam çekme, böyle gitmez bu devran,

Nihayet sonuncu durağa gelir.

Hasretle beklenen gelir mutlaka;

SULTAN FİKİR, ŞANLI OTAĞA GELİR.

Yırtılır güneşin kapkara zarı,

Dünyamız yepyeni bir çağa gelir.

Füzeler kağnıya döner ve nöbet,

Işıktan da hızlı BURAĞA gelir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Çözüm bir gecelik iştir

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.08.2006

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, “Adil Ekonomik Düzen” için bu işlerin çözümü ‘bir gecelik iş’tir. Çare ve çözüm kolaydır. Akıl için yol birdir, aklını kullananlara. Aklını kullanmayıp ölümlerden ölüm beğenmek durumunda kalmak isteyenlere ise diyecek bir sözümüz olmadığı gibi, yapacak bir şey de yoktur!

Böyle bir giriş yaptıktan sonra, meselenin nasılı üzerinde duralım.

-Önce gümrükler sıfırlanmıştır; aynen Avrupa ile gümrük birliğine girmek gibi.

-Üreticiye veya tüccara stok ettiği mal karşılığı istediği kredi verilmiştir;

-Hem de faizsiz, hem de vâdesiz olarak verilmiştir.

-Malı sattığında parası ödenecektir.

Dolayısıyla, para gölünde herkes kana kana su içebilecek, bu sayede çölde değil, gölde susuzluktan ölmekten kurtulmuş olacağız. Varlık içinde yokluk çekmeyeceğiz. Onursuzca ondan bundan para dilenmeyeceğiz. IMF, Dünya Bankası ve diğer uluslararası sömürü kuruluşlarının oyuncağı olmayacağız…

Peki, böyle uygulamalar enflasyon yapmaz mı gibi bir soru akla gelebilir.

-Kesin olarak yapamaz. Neden enflasyon yapmaz? Çünkü çıkan paranın karşılığı vardır. Terazinin bir kefesine mal konuyor, diğer kefesine para konuyor, böylece birbirlerini tartıyorlar. Ne diye enflasyon olsun ki.

Peki, çıkarılan para ne işe yarıyor?

-Millî stokları artırıyor yani zenginleşiyoruz demektir. İstersek o malları ihraç eder ve onların yerine altın stoklarız. Mal ihracı ne demektir? İstihdam demektir. İstihdam da ülkemizde işsiz insanın kalmaması veya en azından işsizler ordusundan bir miktar insanın azalması demektir. Para çıkarılması pahalılık da yapmaz.

Tekrar ediyorum, “Adil Ekonomik Düzen” uygulamasına geçiş ‘bir gecelik iş’tir.

***

Neden “Adil Ekonomik Düzen”?

“Adil Ekonomik Düzen”e neden geçilmesi gerektiğinin gerekçelerini de açıkça yazmalıyım.

Birincisi: Seçimle gelen iktidarlar, eğer bu soruna çözüm bulmazlarsa, milleti çöllerde değil göllerde susuz öldürmeye devam ederlerse, demokrasi ve seçim sistemi de artık sona erecektir. Denize düşen yılana sarılacak, ülkeyi belki de diktatörler veya hiç hesaba katılamayan zalimler eline geçirecektir.

İkincisi: Herhangi bir diktatörlüğü önlemenin tek çaresi, ordunun müdahale etmesi olacaktır. O da diktatörlükten  daha ehven-i şer değil midir? Orduya bunu tavsiye etmeyiz, çünkü bu ordunun yıpranmasına neden olmaktadır. İş o raddeye varmadan tedbir/ler almak gerekiyor. Bunun tek tedbiri ise genel olarak “Adil Düzen”i ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen”i öğrenmek ve bunu seçilmiş iktidara bildirmektir. Her vatandaşın buna yapmaya hakkı olduğu gibi, her kurum ve kuruluşun da elbette hakkı vardır.

Üçüncüsü: Varsayalım ki, sivil iktidar milleti gölde susuz boğmaya devam etti. İlgili kurum ve kuruluşlar da uyarı görevlerini yapmadılar. O zaman ülkeyi her halde demokrasi düşmanı diktatörler bırakacak değildirler. Ne yapıyorlar? Müdahale ediyorlar. Ama ne yapacaklarını bilmedikleri için iktidarı yine sivillere; bilgisiz sivillere teslim ediyorlar. Oysa, iktidarı bilen sivillere teslim etmelidirler. Oysa olağanüstü hallere duçar olunduğu zaman, yönetimin geçici olarak da olsa kime teslim edeceğinin iyi bilinmesi gerekir. Bunun için ülkedeki bütün görüşlere kulak verilmeli, herkesin ne dediği ve ne yaptığı bilinmeli ve bunların en iyisine tâbi olunmalıdır. Yoksa Batı Çalışma Grubu gibi saçma işler yapılır ve mesela başörtülülerle uğraşılır!

Dördüncü en kötü durum ise ülkenin tamamen çöküp yıkılmasıdır ki, onu ne düşünmek, ne de yazmak istiyorum. Bu ihtimalin de var olması sebebiyle onu sadece hatırlatmakla iktifa ediyorum...

Bu arada elbette “ADİL DÜZEN” veya “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in pek çok sahtesi de ortaya çıkabilir. Onu ayırt edecek olan insan aklıdır, müsbet ilimdir. Siz her söze ve görüşe kulak verecek ve en iyisini seçeceksiniz. İşte hakiki demokrasi ve onun tabiî sonucu “ADİL DÜZEN” odur. Sizin aklınızın kabul ettiği şeydir.

Kimileri kendi aklına ve ilmine güvenmiyor. Yanlış yapmayalım diye kulaklarını tıkıyor, gözlerini kapatıyor. Oysa Allah onlara da en az Türk düşmanlarına verdiği kadarıyla da olsa akıl lütfetmiştir. Neden onların aklını veya bizim aklımızı daha üstün görüp bizi dinlemeyip konuşturmayanların yanında yer alıyorlar?!.

İstanbul gibi dev bir gücü elinde olan bir devlet, sadece ‘para’yı doğru dürüst çıkarması hâlinde bile, on sene istemez, beş sene içinde dünyanın en zengin ülkesi hâline gelir. Dıştan gelecek emek ve beyin göçünü de kabul etmesi şartı ile dünyanın en büyük savunma ordusuna sahip olur. Nitekim İstiklâl Savaşı sonrasında ülkemizin kurucu yöneticileri böyle yapmadılar mı? Bugün dünyanın tek süper gücü olan ABD, kuruluşundan günümüze kadar aynı şeyi yapmıyor mu? O zaman İsrail ve benzeri saldırgan sömürgeci ülkeler Lübnan ve Filistin gibi zayıf ülkelere saldıramazlar. Türkiye gibi “ADİL EKONOMİK VE SİYASİ DÜZEN” uygulayan ülkelerin gölgesi bile onlara yeter; aynen “Osmanlı Adaleti”nin asırlarca uygulanageldiği dönemlerde olduğu gibi...

Son sözüm ülkemizdeki her türlü güçlere olacaktır. Güçlü olmaktan korkmayın, ama bilgisizlik sebebiyle gücünüzü kötü yönde kullanmaktan korkun, hem de çok korkun. Dünyanın en büyük ‘saldırı gücüne’ talip olmayın, dünyanın en güçlü ‘savunma gücüne’ sahip olun. Siz ‘saldırgan’ pozisyonunda olmayın, ‘savunma’ makamında kalın. Allah saldırganları bir şekilde bertaraf eder ve dünya size kalır… Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail, rejimler, halklar

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.08.2006

İsrail acımasızca saldırıyor...

Lübnan ve Filistin’de vahşi bir savaş var...

Her gün onlarca insan öldürülüyor, yüzlercesi yaralanıyor, binlerce insan ise yer ve yurdundan ediliyor, ülkeleri deprem âfetine maruz kalmışçasına topyekün tarumar ediliyor...

Sözde medeni Batı dünyası suskun, olanları sadece seyrediyor!..

Bütün bunlar olurken, başta Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün olmak üzere, bölge ülkelerinin, bölgedeki ülke rejimlerinin kılı bile kıpırdamıyor!.. İKÖ ve BM (Birleşmiş Milletler) ise sizlere ömür!..

Mısır’daki düşünce kuruluşlarından El-Ahram Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Dr. Muhammed el Seyyid Said, başta Mısır olmak üzere bölgenin önde gelen ülkelerinin ABD ile işbirliği halinde Filistin ve Lübnan konularına çözüm arayışı içinde olduklarını belirtiyor. Sorunun başka mecralarda ele alınmasının çözüme yardımcı olmayacağını düşünen Arap rejimlerin, Malezya’daki İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantısına ilgi göstermediğini de vurguluyor.

Mısır’ın meşhur gazeteci yazarlarından Fehmi Hüveydi ise Arapları ‘rejimler’ ve ‘halklar’ olarak ikiye ayırmak gerektiğini vurguluyor ve şunları söylüyor: “Son İKÖ toplantısında da gördük ki, zayıf ülkeler zayıf bir şekilde temsil edildi. Tabii ki Arap ülkelerindeki rejimler Washington’un baskısıyla toplantıya itibar etmedi. Şu anda hükümetler ABD, Arap halkları ise direniş yanlısı bir görüşe sahip.”

Bölgede başrol oynayan Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler hem ekonomik hem de stratejik olarak ABD ile çok yakın ilişkiler içinde bulunuyor. Bölgedeki pek çok ülkenin, Washington’ı rejimlerinin garantisi olarak kabul ettikleri biliniyor. Arap liderlerinin halka rağmen Amerikan yanlısı bir politika izleyerek Lübnan konusunda sessiz kalması hükümet yanlısı gazetelerde bile eleştiriliyor.

Mısır’daki El-Ahram gazetesi tarafından çıkarılan haftalık El-Ahram Weekly gazetesinde yayınlanan bir röportajda, “Lübnan olaylarının Arap rejimlerinin sonunu getirebileceği” ifade ediliyor.

Röportajda Filistin Otoritesi eski üyelerinden Gassan el-Kâtip, ABD ve İsrail’e yönelik Arap toplumlarında başlayan huzursuzlukların, sorun karşısında zafiyet gösteren rejimlere de yöneldiğini vurguluyor. Bu rejimlerin işsizlik ve fakirliğe çözüm bulamadığını altını çizen el-Kâtip, dolayısıyla son olayların halkın tepkisini daha hızlı bir şekilde tetikleyebileceğini ifade ediyor.

Sonuç olarak diyebiliriz ki; halk direnişin, rejimler ABD’nin yanında!

***

‘Yeni Ortadoğu’ şiddet, baskı, kan, ölüm ve yıkım getirdi

Ne diyorduk? İsrail acımasızca saldırıyor, Lübnan ve Filistin halkları ülkeleri ile birlikte yok ediliyor… Bütün bunlar olurken, başta Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün olmak üzere, bölge ülkelerinin, bölgedeki ülke rejimlerinin kılı bile kıpırdamıyor!.. İKÖ ve BM (Birleşmiş Milletler) ise sizlere ömür!..

Bölgede, tarihte eşi benzeri olmayan bir gerginlik var. Bu gerginlik kitlesel tepkiler hâlinde sokaklara taşınmış durumda. Zulme ve katliama sessiz kalan Arap liderlere ve onların rejimlerine karşı halkın öfkesi yükselişte. Bu noktada Arap rejimler, kamuoylarını açıktan karşılarına almak istemiyorlar. Suudi Arabistan ve Ürdün gibi rejimler, artık Washington’dan uzak kalmaya ve halklarına karşı daha temkinli olmaya çalışıyor.

Bunda, halkın tepkisini göz önünde bulundurma kadar, ABD’nin “Yeni Ortadoğu” açıklamaları da etkili olmuşa benziyor. Arap başkentleri, ABD ve İsrail’in bölgedeki başarısızlıklarının bir şekilde kendilerine fatura edileceğinin farkında. Nitekim, Arap dünyasında gazete sütunları, karikatürler, haberler, yorumlar ve her türlü değerlendirmeler Hizbullah’a övgüler yağdırırken, ABD’ye ve Dışişleri Bakanı Rice’ın ‘Yeni Ortadoğu’ ifadesine saldırıp, bu kavramın bölgeye sadece şiddet, baskı, kan, ölüm ve yıkım getirdiğini söylüyor…

***

İsrail halkı, Filistin halkı hakkında ne düşünüyor?

Arap ülkelerindeki mağdur halklar bu durumdayken, acaba İsrail halkı ne düşünüyor?

Siyonizm tarafından üretilen ve İsrail halkının ana gövdesini besleyen dört ana mit var.

1. İsrail halkı, böyle eğitildikleri için, hâlâ 19. yüzyılın sonlarında bu topraklara geldiklerinde buraların tamamen boş olduğuna inanıyor. Hâlen Filistin’deki Filistinlilerin buraya sonradan geldiği, gereksiz ya da can sıkıcı bir detay olduklarına dair bir duygu, düşünce ve anlayış var. Bölgedeki Filistinliler doğuştan haklara sahip olan insanlar değil, Siyonizm idealleri önünde sadece bir engel olarak görülüyor.

2. İkinci efsane ise, daha çok 1948’de yaşananlarla ilgili. Birçok İsrailli Yahudi, Filistinlilerin 1948’de bu toprakları gönüllü olarak terk ettiğine inanıyor, inandırılıyor. 1948’ten itibaren burada Filistinlilere karşı bir etnik temizlik yaşandığı gerçeğinin farkında değiller, ya da farkında olmak istemiyorlar.

3. Üçüncü efsane ise ‘Filistin’in işgali’ ile ilgili. Sadece bir avuç İsrailli bunu işgal olarak isimlendiriyor. Yahudilerin çok azı işgalin sona erdirilmesiyle ilgili Filistin taleplerine kulak veriyor.

4. Dördüncü olarak, İsrailli Yahudilerin çoğu, Filistinlilerin verdiği savaşı, özgürlük ya da işgale karşı verilen bir savaş olarak değil, Arapların ya da Müslümanların İsrail devletini ortadan kaldırmak için verdiği bir savaşın parçası olarak görüyor. İsrail halkı da Siyonist rejimin etkisiyle böyle düşünmeye mecbur ediliyor.

 

 

***

 

 

 

 

 

Aklı karışıklara kılavuz

REŞAT NURİ EROL

11.08.2006

 

Dikkatlerinizden kaçmamıştır, özellikle ülkemizdeki ekonomi politikaları ve uygulamaları hakkında aklı karışıklar için kılavuz olabilecek yazılar yazmaya çalışıyoruz; elbette çare ve çözümleri de olabildiğince içerecek şekilde yazılar. Dikkatli, müdavim, istikrarlı ve her konuda olduğu gibi ekonomi konularına da hassas okuyuculara faydalı şeyler sunabildiğimizi zannediyorum. Faydalı olmak en büyük dileğimizdir.

Biz nâçizâne bu hizmeti yapmaya çalışırken, aynı minval üzere yazılar görmek insana umut veriyor. İşte bugünkü bu yazıyı yazmama, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İbrahim Öztürk’ün ‘Aklı Karışıklar İçin Kılavuz/ Ekonomide Neler Oluyor?’ (4.8.2006) başlıklı uzunca ekonomik yorumu vesile oldu.

Türkiye ve Ortadoğu denen bölgede olaylar iyice hızlandı, durumlar ve de akıllar gerçekten de karışık.

Nasıl karışık olmasın ki, her gün yeni bir gelişme yaşıyoruz...

Biraz serinkanlı bir şekilde geriye baktığımızda, son birkaç yıl içinde peş peşe Ortadoğu senaryoları ortaya konuyorken, bir de bakıyorsunuz ki, ardı ardına yeni senaryolar sunuluyor! Artık harfler ve kelimeler yetmez oldu. Önceleri sadece Ortadoğu merkezli projeler çerçevesinde BOP veya BİP derken, ardından Kuzey Afrika ülkelerini de kapsayacak şekilde ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projeleri’ gündeme geldi.

Bu arada Türkiye’ye yani AKP Hükümetine de projede önemli taşeronluk görevleri verildi! Son olarak ‘Yeni Ortadoğu Projesi’ gündemde!

Bir zamanlar ‘Yeni Dünya Düzeni’ deniyordu. ABD, elbette olmazsa olmaz baş ve de süper oyuncu, bizim de iflah olmaz stratejik ortağımız. Ne o bizsiz, ne de biz onsuz yapabiliyoruz. Hattâ AB’ye olan sevdamız, ABD’ye olan karasevdamız yanında zaman zaman çok sönük kalıyor.

Ekonomi piyasaları ise bu dalgalı deniz ya da sürekli tsunami üreten okyanusta bırakınız yol almak, her şeye rağmen yıkılıp yok olmadan ayakta kalma gayretinde.

***

Senaryolar yeniden değişiyor mu?

Başta da ifade ettiğim üzere, İbrahim Öztürk haklı olarak ‘Ekonomide neler oluyor?’ diye soruyorken, Yiğit Bulut bu yazıyı kaleme aldığım gün (8.8.2006) ‘Senaryolar yeniden değişiyor mu?’ başlığı altında soruları ve dolayısıyla sorunları daha da çoğaltıyor.

‘Sevgili dostlar, sorularımızı soralım’ dedikten sonra, soruları birbiri peşi sıra sıralamış:

-Bugüne kadar sırasıyla ABD ve sonrasında 2006 başına kadar AB senaryosunu satın alan piyasalar, bugün için daha doğrusu 2006 yılının ikinci altı ayı için hangisine daha yakın?

-Hükümetin IMF’siz bir program söylemi sonrası, son üç ay içinde, piyasanın sopasını çekerek ‘IMF'yle devam’ dedirtmesi tesadüf mü?

-Hükümet hem ABD-İsrail ikilisine hem IMF’ye hem de iç dinamiklere aynı anda karşı koyabilir mi? Ekonomi daha doğrusu beklentileri satın almış, ‘en’ noktalarını geçmiş piyasalar bundan nasıl etkilenir?

-Ortadoğu’da yeni denge kurulurken ve özellikle ABD zor durumdayken, ‘Türkiye'den asker istemi’ gibi söylemler tesadüf mü?

Öyle tahmin ediyorum ki, bu sorulardan sonra sizin de kafanız iyice karışmıştır. Ee, ne yapalım, durumlar gerçekten de karışık, hem de çok karışık. Karışık olduğundan dolayıdır ki, kılavuz olmaya çabalıyoruz; görenlere, duyanlara ve söylenmesi gerekenleri söyletenlere ya da yazdıranlara

***

 

Ankara boşaltılıyor, bankalar İstanbul’a gidiyor…

Herkesin aklı karışık, herkes soru/lar soruyor. Bu durumda aklı karışıklara kılavuz var mı?

Kılavuz var da, gören ve duyan ya da duyuran yok!

Görmesi ve duyması gerekenler yani yöneticiler görüp duymadıkça, hâli pür melâlimiz ayan beyan ortada. Hükümet bir taraftan iyi bir şey yaparken, diğer taraftan hata üstüne hata işlemeye devam ediyor. Özellikle son üç aydır mali piyasaları yöneten ya da yönlendiren ekonomi yönetiminin yanlışlıkları sebebiyle bir ileri-iki geri hareket yapmaya başladığı bir ortam yaşıyoruz.

İşte, bu durumlar bizi nereye götürüyor diye soruyor ve cevabını bulup vermeye çalışıyoruz.

Durumlar böyleyken bir sürpriz gerçekleşti ve ekonomi ile ilgili müjde geldi. Ekonomiden sorumlu Bakan Babacan ne dese beğenirsiniz? Sözde bağımsız, ama hep hatırlattığımız üzere bir yerlere bağımlı Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınacağını söyledi! Sadece TCMB değil, Merkez Bankası dahil tüm kamu bankaları ve bankacılık otoritesi İstanbul’a taşınacakmış! Ancak ‘sözde bağımsız bir kuruluş’ olarak banka yönetim kurulunun bu işten haberi bile yok! Bu vesileyle tekrar hatırlayalım. Malum, Merkez Bankası Başkanı atama süreci iyi yönetilemeyince piyasalar tepetaklak baş aşağı gitmişti. Belli ki hükümet hâlâ Merkez Bankası başkanını bir türlü hazmedemiyor bir görüntü vermeye devam ediyor. Bankanın başındaki isim konusundaki hazımsızlık misliyle sürüyor. Arkasından global krizin etkileri ve mali piyasaların üzerinde olumsuz etkisiyle faizler fırlayıp gitti! Tek haneye inen enflasyon yine yıldırım hızı ile çift rakamlara ulaştı! Bakan Ali Babacan ise sözde bağımsız Merkez Bankası adına açıklamalar yapmaya başladı!..

‘Ekonomide neler oluyor?’ ile ilgili aklı karışıklar için yazacaklarım yarın da devam edecek...

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomide neler oluyor?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.08.2006

 

Meseleler ve dertler çok olunca, asıl yazacaklarım bugüne kaldı.

Bu yazıyı yazmama vesile olan Doç. Dr. İbrahim Öztürk başlıkta [Aklı karışıklar için kılavuz] diyor, meseleye böyle giriyor ve ardından ‘Ekonomide neler oluyor?’ diye soruyordu.

Uzunca yorumuna ise şöyle bir olumlu giriş yapıyor:

Türkiye ekonomisi 2002 yılından beri tıknefes büyüme atağı gerçekleştirirken bunu üç kaynaktan sağlıyordu. Bunlar: (i) İçeride sürdürülen birbiriyle uyumlu ve disiplinli para ve maliye politikası, (ii) özel sektör kaynaklı sabit sermaye yatırımları ve beraberinde gerçekleşen emek ve toplam faktör verimliliğindeki kısmi artış ve (iii) son derece elverişli uluslararası konjonktür.

***

Zenginlere hayat, fakirlere ölüm!

‘Sermayenin ‘öldüren öpücüğü’...’ ara başlığı önemli.

‘Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü?’ derler ya; zalim sömürü sermayesi ülke yöneticilerini zamanlı-zamansız neden öpüyor? Biz bunun sebebini biliyoruz da, öpülenler bir türlü bilmiyor, ya da bilmemezlikten geliyor; sadece öptürüyor!

İbrahim Öztürk, ‘Sermayenin öldüren öpücüğü’ dedikten sonra devam ediyor ve diyor ki: Türk kökenli ünlü Musevi iktisatçı Dani Rodrik’in 2006 yılı başında yaptığı bir çalışmaya göre gelişmiş ülkeler milli gelirinin sadece %1-2’si civarında rezerv biriktirirken, bu oran gelişmekte olan ülkelerde %30’lar gibi “akla ziyan” oranlara varabiliyor. Bu, fakirlerin sıcak para içinde boğulacak zenginlere bir hayat öpücüğüdür. …yüksek faiz ödenerek gerçekleştirilen rezervler tedbir olarak âtıl bir şekilde kasada tutulmaktadır. Bu, Türkiye gibi zaten kaynak kıtlığı çeken bir ülke için çok yüksek bir toplumsal ve iktisadi maliyettir.

***

 

‘Esnaf öldüren finansman modeli’

‘İç dengesizlikler tetikleyici…’ dedikten sonra devam ediyor:

Elbette ki yapısal nedenlerle aşırı ithalat bağımlısı olan Türkiye’de büyüme sürecinde zorunlu olarak cari açık birikirken, dalgalı kur sisteminde TL’nin değer kayıplarıyla bunu düzeltmesi beklenmekte idi. Sabit kuru terk etme gereği buradan kaynaklanıyordu. Ancak MB’nin (Merkez Bankası) izlediği aşırı yüksek faiz politikası nedeniyle cari açığa rağmen kur düzeltmesi bir türlü gerçekleşemedi... Öte yandan piyasaları sarsan aşırı likiditenin sterilize edilmesinin pek kolay olmadığını da yaşayarak gördük. Böylece içeri akan sermaye sadece aşırı değerli TL üzerinden cari açığı pompalamakla kalmadı, bütün sıkı mali tedbirlere rağmen birçok kredi kanalıyla “sanal bir gelir yaratarak” (borçlanma) tüketim talebini de pompaladı. El parasıyla adeta “ekmeğe üç taksit” modeli böyle bir şeydir. Ben buna “esnaf öldüren finansman modeli” de diyorum. Zira bunu sadece “büyükler” yapabilir. Neticede 2006 yılına, cari açık ve yüksek işsizliliğe ilave olarak bir üçüncü sorun olan enflasyonun “hedeflerden sapması” tehdidi ile girmiş olduk. Haziran ayı sonunda en fazla 8,5 olan üst aralıkta seyretmesi gereken TÜFE enflasyonu 10,12 seviyesine kadar çıktı…

***

 

Rüşvet gibi faiz verildi!

Bize göre ekonominin faiz üzerinden küçültülmesi tercihi temel olarak yanlış bir yaklaşımdır. Sorun üretim ekonomisinin yolunun açılmasıyla aşılabilir. Oysa yüksek faizin olduğu yere uzun vadeli değil, kısa vadeli sermaye gelir. Şimdi yeniden bu süreç başlamıştır. Bu durumda YTL’deki aşırı değerlenme devam eder. Sadece üretilen mal ve hizmetler değil, üretim faktörleri de çok pahalı hâle gelir. Son yıllarda rekabet baskısı altında yerli sermayenin bile bu ortamda Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya-Orta Asya’ya, hatta Çin’e kaçmaya başladığını görüyoruz. Bu sadece tekstil ve ayakkabı gibi özel niteliği olan sektörlerle sınırlı kalmayıp, diğer sektörlere de sıçramaya başlamıştır. 2006 yılı başında olması gereken şey, 1,50-1,60 bandına oturan tedrici bir kur düzeltmesi idi. Böylece cari açık kontrol edilecek, ihracat büyümenin kaynağı olacak, yeniden rahatlayan yan sanayilerde istihdam artışı başlayacaktı. Vakıa, kur düzeltmesi geldi de. Ancak üç senedeki kur erozyonu tam bir buçuk ayda başa dönünce (ki bu hep böyle olur!!!), devasa rezervlere ve sistemin kur garantisi vaadi olmamasına rağmen herkes panikledi. Kur modelin öngörülerinin tersine olarak sıcak para (ki bunun büyük bir kısmı zaten çift pasaportlu beyaz Türklerindir) kalsın diye adeta rüşvet gibi faiz verildi.

Sonuç olarak, yılsonuna doğru elimizde (i) yüksek faiz, (ii) kur düzeltmesinin ortadan kalkması nedeniyle pek düşmeyen bir cari açık, (iii) habire faiz artışına rağmen %10 civarında bir enflasyon ve (iv) zemberek tekrar başa sarıldığından, yeni sarsıntı (yeni kriz/ler) için müsait bir iklim kalabilir.

***

Son söz: Bunları yazan, hükümetin ekonomi politikaları başta olmak üzere, genel yönetim biçimini ve politikalarını zımnen destekleyen tirajlı bir gazetemizde yazıyor; bence burası önemli.

‘Ekonomide neler oluyor?’ diye sorduktan sonra, bu tesbitlerde bulunması daha da önemli.

Âh, bizim kör, sağır ve dilsiz yöneticilerimiz bir görüp duysa, konuşabilse ve gerekenleri yapabilse…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘İstanbul İmar Vakfı’

REŞAT NURİ EROL

13.08.2008

AKP Parti Programında; “Büyük şehirlerin ulaşım sorunlarının çözümü için yeraltı ulaşım projeleri desteklenecektir. Ayrıca deniz yolları ve raylı sistem uygulaması yaygınlaştırılacaktır. Kentlerde yaşam kalitesini yükseltecek uygulamalarla öncelikli bölgeler göz önünde bulundurularak yaygınlaştırılacaktır.” deniyor. Programa böyle yazmışlar.

Malum, İstanbul ülkemizin en büyük şehri. 1950’den önce İstanbul Belediyesi Avrupa’dan meşhur uzmanlar getirmiş, onlar da aynen AKP Parti Programı’nda yazılanlara benzer tavsiyelerde bulunmuşlardır...

Ne var ki, bu tavsiyeler lafta kalmış, bir sonuç alınamamıştır.

Onların, o sözde uzmanların tavsiyeleri, 1 milyon nüfuslu İstanbul’u, tarihî yapısı ve estetiği ile dünyanın merkezi konumundaki İstanbul’u, 15 milyonluk gecekonduya çevirmiştir...

Recep Tayyip Erdoğan başbakan olmadan önce, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olunca, ‘İstanbul’un çöp ve su sorunlarını çözmüş’tür ama; ‘İSTANBUL’UN İMAR VE TRAFİK SORUNLARI’ o zaman olduğu gibi, günümüzde de bütün hızıyla büyüyerek varlıklarını devam ettirmektedir...

İstanbul’daki ‘gecekondu yapılar’ın yanında ‘gecekondu yollar ve raylar’ alabildiğine yer almakta, maalesef giderek yaygınlaşmaktadır...

AKP Parti Programı’nda ‘deniz yolları ve raylı sistemler’den bahsedilmekte, ‘hava ulaşımı’nın ise değil plan ve projeleri, adı bile geçmemektedir!

***

Programda zikredilen “Yaşam kalitesi” ne demektir? Bilinmemektedir...

“Öncelikli bölgeler”den kasıt nedir, nasıl tesbit edilecektir?

Bu konuda da tek bir söz yoktur!..

Her neyse, kuru temennilerden oluşan AKP parti programındaki bu ifadeleri bir yana bırakalım da, biz her zamanki gibi çare ve çözümler üzerinde duralım.

***

“Adil Düzen”e göre İstanbul’un imarı ile ilgili çare ve çözümler nelerdir?

1. İstanbul uluslararası şehirdir, bu amaçla “Uluslararası İstanbul İmar Vakfı” kurulacaktır.

Bu vakfa katılanların katkıları ile İstanbul çağın ilerisinde bir şehir hâline getirilecektir. Bu vakıftan pay alanlar, buradaki imkânlardan yararlanma hakkına sahip olacaklardır. Bu vakfa kişiler ve yerli-yabancı firmalar katılabilecektir. Dinî, ilmî, meslekî, sivil kuruluşlar ve devletler de katılabileceklerdir.

‘İstanbul Vakfı’nı beş kişi yönetecektir.

Bu üyelerden ikisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi atayacak, ikisini de buraya sermeye koyanların temsilcileri atayacaklardır. Dört yönetici ittifakla kendilerine bir ‘Türk Başkan’ seçeceklerdir. Bu başkana karşı veto hakkı kullanma yetkisi başbakanın olacaktır. Hükümet her zaman bu başkanı görevden alabilecektir.

2. İstanbul’un öncelikle ve acilen hâlihazır haritası çıkarılacaktır.

Bunun için harita çıkarmayı bilen herkes, seçtiği sokağın haritasını çıkaracak ve ‘Vakıf Pay Belgesi’ni alacaktır. Sermaye yatıranlar gibi onlar da emekleri ile bu çalışmaya katılmış olacaklardır. İstanbul’un fiziki yapısı böyle öğrenilecektir. Bunun kısa zamanda yapılması gerekir. Yoksa İstanbul süratle değişmekte olduğu için bir müddet sonra yapılacaklar bir işe yaramayacaktır.

3. İstanbul’da yaşayan bütün vatandaşlar üzerinde geniş anketler yapılacaktır.

İstanbullulara geldikleri, gittikleri, yaptıkları, istekleri vs. sorulacak, bu bilgiler ışığında İstanbul’un sosyal yapısı ve hareketliliği öğrenilecektir. Bunun için de yine halk istihdam edilecektir. Öğretmenler, din adamları, emekliler ve öğrenciler seferber edilecek, bu çalışmaları karşılığında kendilerine ‘Vakıf Ortaklık Belgesi’ verilecektir.

4. Bütün bilgiler bilgisayarlara geçirilerek bir İstanbul envanteri ve internet siteleri oluşturulacaktır. Yapılan programlarla isteyen istediği bilgilere ulaşabilecektir. Program kayıtlarına katkılarıyla girenlere de, program yapanlara da ‘Vakıf Ortaklık Belgesi’ verilecektir.

5. İstanbul’un dünyadaki konumu göz önüne alınarak bir ‘İstanbul Genel Nazım Planı’ hazırlanacaktır.

Bu planda batıdan gelen yollar İstanbul’daki durakları ile doğuya uğurlanacaktır. Bu yol kara ve demir yollarını içerecektir. Yeraltı ve yerüstü seyri orada planlanacaktır. Bu yol üzerinde uygun yerlerde uçak ve helikopter alanları olacaktır. Ayrıca, kuzeyden gelen vapurlar Boğaz’dan ve Sapanca Kanalı üzerinden geçirilerek Marmara’da uğurlanacaktır. İzmit Körfezi gibi yerlerdeki limanları belirlenecektir.

6. Serbest bölgeler belirlenecek, buralardan gelip geçenlerden pasaport, vize ve gümrük sorulmayacaktır.

Diğer alanlar da vilayetlere ayrılacaktır. Bir ilin nüfusu 300 binden aşağı olmayacak, 1 milyondan yukarı da olmayacaktır. İller bağımsız olacak ve kendi planlarını kendileri yapacaklardır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ancak merkezi iki ilin planlamasını yapacaktır. Uluslararası alanlar da bu illerde olacaktır.

Yarın da İstanbul’un imar meseleleri ve çözüm önerileri üzerinde durmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

İstanbul imarının çözümü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.08.2006

 

İstanbul çok büyük bir şehir, bir metropol, dünyanın en önemli birkaç merkezinden biri, hattâ en başta geleni. Dünya başkenti mesabesindeki bu şehrin problemleri de kendisi gibi büyük.

İşte bu büyük şehrimizin kendisi gibi büyük olan imarı meseleleri üzerinde ‘teşhis’ kabilinden durduğumuz gibi, aynı zamanda ‘tedavi’ sadedinde çözüm önerileri üzerinde de duruyoruz.

Bugün, dün kaldığımız yerden meseleyi irdelemeye devam ediyoruz…

***

Gerek İstanbul’un genel planlaması, gerekse illerin kendi içlerinde planlama yapma usûlü aşağıdaki şekilde belirlenecektir.

1. Siyasi partilerin yetki belgesini verdiği herkes ön planlama yarışmasına girebilecektir. Çalışmaya katılan daha önce anlattığım planlamayı yapacak ve yarışmaya katılabilecektir.

2. Yarışmaya katılan katılımcıların projelerini belediye çoğaltıp katılanlara ulaştıracak veya internette yayınlayacak, isteyenler oralarda inceleyebilecektir.

3. Çalışmalara katılanlar, diğer katılımcıların projelerini inceleyip araştıracaklardır. Bir projenin aldığı sıraların terslerinin toplamı o projenin derecesini verir. Projeye konan ödülün beşte ikisini bunlar aralarında bölüşürler. Buna ‘Telif Derecesi’ diyoruz.

4. Bir kimsenin değerlendirmelerindeki sapma hesabı yapılır, negatif üssü alınır. Bu takdir derecesini verir. Konan ödülün beşte ikisini bunlar paylaşırlar.

5. Telifte birinci gelen ile takdirde birinci gelen kendilerine bir ‘baş planlamacı’ seçerler. Üçü birlikte çalışarak bütün yarış projelerini değerlendirip bir “İstanbul Ön İmar Planlaması” meydana getirirler. Bunlar da konan ödülün beşte birini eşit olarak bölüşürler.

-Böylece oluşmuş ön proje, imar projesinin projesidir.

-İstanbul Büyükşehir Belediyesi onaylarsa o proje ön planlamaya girer.

-Ön planlamada mümkün olduğu kadar küçük ihale üniteleri ve birimleri seçilir.

-Bütün bu hazırlıklar yapıldıktan sonra, projeler sistematik bir şekilde metre metre ihale edilmiş olur.

Burada önemli bir noktayı daha hatırlatalım. Yine siyasi partilerin ‘yetki belgesi’ verdiği kimselerden kim önce gelirse ona ihale edilmiş olur. Bütün bu ihaleler hep ‘İstanbul İmar Belgesi’ ile değerlendirilir.

***

 

Belge karşılığı satış yapılmaya başlanır.

Belge karşılığında neler satılır?

1. Vakfa intikal etmiş tüm yapılar ve arsalar imara uygun hâle getirilir ve satılığa çıkarılır.

‘Vakıf İmar Belgesi’ sahipleri bu belgeleri vererek satışa arz edilen istedikleri yapı ve arsayı alabilirler.

2. Ortak işletmelerin hisse senetleri çıkarılır.

Bunlar su taşıma gibi işletmelerin payları olduğu gibi, fabrikaların hisse senetleri de olabilir. Arz ve talebe göre değerleri yükselir veya düşer. Onlara kira payı verilerek devamlı olarak reel değerleri yükseltilir.

3. Vakfa sermaye koyanların nakitleri kuyumculara verilerek altına çevrilir.

‘İstanbul İmar Vakfı Senedi’ altına kote edilir. İsteyen kuyumculara giderek ‘İstanbul İmar Vakfı Senedi’ni altınla değiştirebilir. Senet altın karşılığı artıp eksilmeyecektir.

4. Ayrıca borsalarda ‘İstanbul İmar Vakıf Senetleri’ Türk Lirası ile alınıp satılacaktır. Kote edilen altın değerinden fazla tutulacağından, kimse senetleri altınla değiştirmeye kalkışmayacaktır.

***

 

Bu sayede neler olacaktır?

-Bu uygulama sayesinde halk İstanbul’daki taşınmazlarını belediyeye satacak ve belediyeden imara uygun olanı alacaktır.

-Vakıf aldığı bu taşınmazı imara uygun hâle getirebilir. İmar içinde bırakır. Kısmen yıkabilir. Tamamen yıkıp yenisini yapabilir. Ancak bu İstanbul’un planlamasında yer alacaktır.

***

İşte görüyorsunuz, “Adil Düzen” yuvarlak laflar söylemez.

-Ne yapılacağına bile kendisi karar vermez.

-Her şey gibi onu da işin ehline yani ilim adamlarına bırakır.

-Kararı da demokratik olarak sistem çerçevesinde tüm siyasi yetkililere verdirir.

-“Adil Düzen” bu işte bu dengeli ve düzgün mekanizmanın nasıl işleyeceğini ortaya koyar.

***

Sonunda diyoruz ki:

-İktidardaki sağır ve körleri bir yana bırakalım…

-Onlar kendi bataklıklarında debelenip dursunlar!..

-Asıl mesele, geleceğin iktidarı ve yöneticisi olan sizlerde…

-Sizler bu meseleler üzerinde durmaya, düşünmeye ve öğrenmeye başlayın...

İktidar olma ve uygulama yapma zamanı yakındır…

 

 

***

 

 

 

 

 

Fındık meselesi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.08.2006

 

Gün, hafta, ay, yıl geçmiyor ki, halkımız ve çiftçimiz üzerinde yeni bir oyun oynanmasın, komplo uygulanmasın, provokasyon yapılmasın.

Meyve, sebze, tahılgiller veya baklagillerden herhangi bir ürünün hele bir mevsimi gelmeyegörsün, beraberinde bir veya birkaç sorunu da mutlaka getiriyor. Bu ürünlerin cinsine göre de her mevsimde akla hayale gelemeyecek cins cins sorunlarla karşılaşıyoruz.

Bu yıl ürün olarak üzerinde oyun, komplo ve provokasyon yapılma sırası fındıktaydı.

Fındık üzerindeki oyun hâlen oynanmaya devam ediyor, ilgili ve yetkililer sadece seyrediyor!

Çözüm olarak hükümet tarafından şimdilik ne yapıldı, kısaca hatırlayalım:

***

 

Fiskobirlik devre dışı, fındığı TMO alacak!

Fiskobirlik’in borcunu 9 aydır ödememesi ve serbest piyasada fiyatların hızla düşmesiyle zor durumda kalan fındık üreticisinin imdadına hükümet yetişti! Hükümet, 2006 ürün alımında Fiskobirlik’i devre dışı bırakarak, bu görevi Toprak Mahsulleri Ofisi’ne (TMO) verdi. Ürün için Fiskobirlik’in depoları ve uzmanları kullanılacak. Alımın koordinasyonunu ise Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker yapacak. Taban fiyat açıklanmazken, Başbakan Tayyip Erdoğan, fındık fiyatlarının 15 Eylül’e kadar serbest piyasada oluşacağını söyledi. Üreticiler kararın sorunu çözmeyeceği görüşünde. Giresun Ziraat Odası Başkanı Özer Akbaşlı, kararı “Hayal kırıklığı, yeni bir kaos.” cümleleriyle değerlendirdi. Özetle, fındığın son durumu işte bu!

Hükümet yeterince yerli, millî, cesur ve bağımsız olmayınca, her konuda olduğu gibi fındık krizi için de yapabildiği sadece bu. Bunu da Ordu’da gerçekleştirilen ‘Fındık Mitingi’ üzerine yaptı, yoksa bu kadarı için de kılını kıpırdatmazdı. Fındık üreticileri sadece mitingle yetinmediler. Miting anında Samsun-Giresun karayolunu Ordu’nun tam ortasında kapattılar, trafiği dokuz saat kapattılar!

Fındık mağdurları seslerini tüm Türkiye ve dünyaya ancak böyle olumsuz bir eylemle duyurabildiler.

Bütün bunlar neden oluyor?

Çünkü 7,5 milyonluk fındık fiyatı 2,5 milyona tepetaklak düşüvermiş!

Fiskobirlik fındığı almıyor, alamıyor…

Sayın Başbakan önce İstanbul’da meşhur Cüneyt Zapsu ile üç saat, sonra bakanları ile saatlerce görüşüyor ama, fındık meselesi çözümsüz orta yerde duruyor…

Bu arada mahsulün parasını zaten çoktan yemiş, borçlanmış, büyük bütçe açıkları bulunan üreticilerden oluşan Karadeniz ve civarındaki iki milyon aile, yani 8-10 milyon nüfus perişan…

***

Fındığın kısaca hikyesi nedir?

Eski Ordu Milletvekili M. Hasan Öz gazetemizin bu köşesinde konu ile ilgili uzunca bir yazı yazdı ve bu arada fındığın hikâyesini de kısaca yazmayı ihmal etmedi. O bölümü bu vesileyle tekrar hatırlayalım:

Türkiye son on yıldır her yıl ortalama 220 bin ton iç fındık ihraç ediyor, 30 bin ton da iç piyasa tüketiyor. Bu da 250 bin ton iç fındık demektir. 2 kilo kabuklu fındıktan bir kilo iç fındık elde edildiğine göre bu 500 bin ton kabuklu fındık demektir. Türkiye her yıl fındığın yüzde 90’ını ihraç ediyor.

Fındığın sağlıklı bir politikası olmadığı için yıllık üretim 500 bin tonu aşınca sıkıntı başlıyor. Depolarda kalıyor, yağlıya ayrılıyor, ucuza satılıyor, zarar ediliyor. Bu durumda devlet bu zararı karşılıyor.

2003 yılında don oldu. 2003 ve 2004 yıllarında fındık rekoltesi 500 bin tonun altında oldu, böylece ihracat fiyatları arttı. 2002 yılında fındığın tonu ortalama 2.3 dolardan ihraç edilirken 2003 yılında 3.7, 2004 yılında 10.5 dolar oldu. 2005 yılı ürünü fındık 6 dolardan alıcı buldu. Avrupa Türkiye rekoltesini ve politikasını bizden iyi izliyor. 2006 yılında 600 bin tondan fazla rekolte beklendiği için, elde fındık kalacak. Bu yüzden de alıcılar fiyatı düşürdüler. Avrupalı alıcı şimdi 3.5 dolardan fındık topluyor. Bir de hükümetin politikası ortalığı karıştırınca, bu rakamın 3 doların altına düşeceği tehlikesi var. 2003’te don nedeni ile fındık üretimi düşük olunca fiyatlar anormal yükseldi.

Fiskobirlik depolarındaki eski ürünü de sattı, bitirdi. Borçlarını ödedi. Kasasında da 100 milyon dolar para kaldı. 2005 de ürünün yine az olacağı beklentisi ile 745 bin liradan fındık satın aldı. Ancak parası yetmedi. Fındık da depoda kaldı. Fiskobirlik fındığın hepsini satın almıyor tabi. Geçen sezon 51 bin ton fındık aldı. Gerisini tüccar alıp satıyor. Rekolte 480 bin ton civarında idi. Fiskobirlik’in 24 bin 300 kişiye toplam 149 trilyon fındık parası borcu var. Parası yok, ödeyemiyor. “2 katrilyon borcunu sildim yetmez mi?” diyen hükümet desteklemediği için bu borcu ödeyemiyor. Parası yok, fiyat da açıklayamıyor.’

Bu durumda da fındık piyasada 7.5 milyon liradan 2,5 milyona düştü!

İşte fındığın son hikâyesi kısaca böyle. Fındık millî ürünümüz, mutlaka desteklenmeli. Türkiye’de tarım ticaret ve ihracatının yüzde 45’ini tek başına sağlayan fındık bu sebeple önemli. Üretilen fındığın yüzde 90’ı ihraç ediliyor. Böylesine ayrıcalıklı bir ürün olmasına rağmen sezonluk politikalar yüzünden kendine ait olan iyi bir sisteme kavuşturulamıyor. Yarın fındık, sömürü sermayesi ve çözüm üzerinde duralım…

 

 

***

 

 

Fındık, sermaye ve çözüm

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.08.2006

İnsanlar meyvecil varlıklardır. Pişirmeden yiyebildikleri yaş meyveler yanında, kuru meyveler de onların kış yiyecekleridir. Bu meyvelerin başında cevizden sonra fındık gelmektedir.

Dünyada en çok ve en kaliteli fındık yetiştiren ülke Türkiye’dir.

Türkiye fındık yetiştirme alanında dünya tekelidir diyebiliriz.

Bu tesbitlerden sonra, fındık meselesinde sorunun sebebine gelelim.

Fındığı dünyada pazarlayan üretici Türkiye değil, tekel sermayedir!

Uluslararası sömürü sermayesi isterse Türkiye’nin fındığını satın almaz, elinde çürütür, insanlığı da bu önemli gıdadan mahrum bırakır. Sermaye bunu sadece fındık ürününde değil, tüm ihracat mallarında yapabilmektedir. Hattâ yurt içi piyasalara da bu sermaye hakim olmakta ve istediğinde yurt içinde de ekonomik krizler oluşturmaktadır. Ülkelerin ekonomilerini dış ticarete bağlama çabaları da işte buradan gelmektedir.

Karadeniz’de cereyan eden olay tamamen tertiptir. Önce Fiskobirlik borçları saf AK Parti yönetimi tarafından silinmiştir. Fiskobirlik daha sonra fahiş fiyat vermiş, tekel sömürü sermayesi de fiyatı yarıya indirmiştir. Hedef hükümeti kötü duruma düşürmek ve ülkede halk hareketlerini körükleyerek, cumhurbaşkanı seçimlerini ve genel seçimleri yaptırmamaktır. Bu bir komplo teorisi değil, komplonun tâ kendisidir.

***

Sermayeye karşı tedbir almalıyız

Sömürü sermayesine karşı ne tedbir alabilir, insanlığı onun sömürü ve saldırısından nasıl koruyabiliriz?

Bunun için bir milyar dolara ihtiyacımız vardır. Devlet kolaylıkla bunu temin edebileceği gibi; İstanbul Büyükşehir Belediyesi veya İstanbul’daki oda birlikleri de temin edebilir. Hattâ Fiskobirlik bile bunu yapabilir.

Bir milyar dolarla ne yapacağız? Yeryüzünü 1000 bölgeye böleceğiz. Bunun ne anlama geldiğini anlamanız için örnek olarak Türkiye’yi on iki ticari bölgeye böleceğiz: Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum Konya, Sivas, Ankara ve Afyon.

Dünya da bu büyüklükte ekonomik merkezlere ayrılacaktır. Her merkeze 1 milyon dolar düşmektedir.

Bir milyar dolar Türk bankalarında bloke edilir. Sonra dünya devletlerine, mesela Kırgızistan’a gidilir. Kırgızistan’da iki bölge vardır: Bişkek ve . Kırgız hükümetine denir ki; Biz sizinle ortak iki banka kurmak istiyoruz. Biri Bişkek’te olacak, biri de Oş’da. Siz iki milyon dolarlık Som’u bu bankalara koyacaksınız, biz iki milyon dolarlık TL’yi Türkiye’deki bölge bankalarına koyacağız. Bunlar altına kote edilmiş olacaktır.

Türkiye’den bir şey almak isteyen altının değerini Kırgızistan’da Som olarak yatıracak, Türkiye’de TL alacaktır. Kırgızistan’dan bir şey almak isteyen altın değeri ile Türkiye’de TL yatıracak, Kırgızistan’da Som olarak alacaktır. Bu işlemden fark alınmayacak, masraf alınmayacaktır.

Böylece dolar devreden çıkarılıp ulusal paralar konvertibl hâle getirilmiş olacaktır. Bu uygulama Kırgızistan ile Türkiye arasında mala-mal takasına götürür, tekel sermayenin mübadele barajını kaldırır.

Bu yetmez. Türkiye’deki on iki bölgede Kırgızistan marketi açılacak, Kırgız malları getirilip oralarda Türk halkına veya esnafa satılacaktır. Bişkek ve ’da da Türk marketleri olacak, Türk malları oralarda satılacaktır. Kırgız esnafı ve halkı Türk mallarını doğrudan Kırgızistan’da alacaktır. Türkiye’den her gün bir-iki veya daha fazla TIR kalkacak ve Türkiye’den Kırgızistan’a orada satılacak malları götürecektir. TIR’lar boş dönmeyecek, oradan da Türkiye’de satılacak malları yükleyip getireceklerdir. Siparişler en geç bir hafta içinde karşılanacak, Türk firmaları dünyanın pazarlarına tekellerin eline geçmeden ulaşmış olacaktır.

Nakliyede dayanışmayı gerçekleştireceğiz. Şöyle ki, bize bir ton fındık teslim eden üreticinin fındığını nakletmek için mesela on kilo fındığı nakliye ücreti olarak verecektir. Biz Bulgaristan’a satsak da on kilo, Brezilya’ya satsak da on kilo alacağız. Böylece fındık ürünümüzün bütün dünyaya yayılması için eşit nakliye masrafı yüklenmiş olacaktır. Bu sistemde kurulsa, o zaman üretici ile tüketici arasına tekel sermaye giremez, serbest rekabet gerçekleşmiş olur. Bugün fındık ticareti yapan tekel sermayesi yine ticaretine devam edecek, sadece tekel olma konumu elinden alınacak, yani, sermaye devreden çıkartılmayacaktır.

Devlet satıcıya fındık başına belirlediği bir kredi verecek, bu kredi faizsiz olacaktır. Devlet altın değeri üzerinden kredi verecektir. Kredi alan kimse fındığı sattığı gün kredisini altın değeri üzerinden kapatacaktır. Kredi kesinlikle faizsiz olacak, ürün satılmadıkça da geri istenmeyecektir. Ürün çürürse, o zaman alacağını on seneye yayıp her yıl krediyi alacaktır. Yani, kredi limitini iki misline çıkarıp her yıl yirmide bir azaltacaktır. Bu tür on yıla yaygın kredi uygulaması sayesinde, fındığın az olduğu yıllar da dengelenmiş olur. Fındığın olmadığı yıl için de üretici fındığı varmış gibi kredi alır, sonra on yıl içinde itfa eder. Devlet on yıl açıktan kredi verir. Bu enflasyona sebep olursa da, on yıl sonra enflasyon sıfırlanır. Çünkü eski kredilerin hepsi geri dönmüş olur.

Bir hususa burada işaret etmek gerekir. Bu tür mala-mal market ağının dünyada kurulmasına tekel sermaye izin vermek istemeyebilir. Dolayısıyla denizlerdeki gemileri batırmaya kalkabilir. ABD sayesinde sömürü sermayesinin gücü yetebilir. Ama karada bunu yapamaz. Biz bu anlaşmaları ve bu ticaret şeklini kabul eden devletlerle yapmış olacağımız için o devletler zengin olacaklardır. Bu gelişme ve zenginliği gören diğerleri de ister istemez yarın bize katılmış olacaklardır. Fiskobirlik böyle bir proje ile çıksın. Bu projeyi sabote etmek için tekel sermaye fındığı sekize alıp ona satmak zorunda kalır ve bir daha da böyle oyunlara girmez. Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ortadoğu’da olanlar yeni medeniyetin habercisi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.08.2006

Her ümmetin bir eceli vardır

İnsanlığın ilk medeniyeti malum olduğu üzere Mezopotamya’da yani bugünkü Ortadoğu’da doğdu.

Onlar ne kadar BOP diye hoplasalar, GOP diye guruldasalar, bu gibi fiyaskolardan sonra YOP/Yeni Ortadoğu Projesi diye, eskilerini insanlığa yutturmaya kalkışsalar da, olmuyor, olmayacak, olamayacak…

Yiğit, yani insanlık, yani Hak medeniyeti düştüğü yerden yeniden kalkacak, Yeni Bir Dünya, yeni bir dünya düzeni, adil bir dünya düzeni, III. Bin Yıl Medeniyeti, yine ilk Mezopotamya Medeniyeti’ni kuran iman ve inanç sahipleri yani ‘müminler’ tarafından kurulacaktır. Kurulma vakti gelmiştir, kurulmaktadır.

Ortadoğu’da yaşananlar, işte bu yeni Hak medeniyetinin doğum sancılarıdır.

Bunu bilen çağdaş zalim güçler; ABD, İsrail, İngiltere ve yandaşlarının şahsında, yıkılış debelenmesiyle Irak, Lübnan ve Filistin’de etraflarını yakıp yıkıyor, güçlerinin yettiği canlıları vahşice öldürüyorlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, mukadder olan olacak, mukadderatın planı gerçekleşecek, ettikleri dünya ve âhirette karşılarına çıkacaktır. Bu arada korkuları sebebiyle yaptıkları ecellerine fayda etmeyecektir.

Ecel, ölüm mukadderdir.

Kur’an “Likülli ümmetin ecel/ Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır.” (A’râf,7/34) buyuruyor.

Eceli gelen küfür milleti, zulüm ümmeti birlik ve beraberlik içinde ölüme müstahak olmak için birlikte hareket ediyor, zulüm ve katliamlarını birlikte yapıyor. Neden böyle yapıyor? Eceli, ölümü, yok oluşu birlikte hak etmek için yapıyor. Allah’ın takdir ettiği vakitte yok olup gitmek için…

“Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır.

Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler.” (Kur’an, A’râf,7/34)

***

 

III. Bin Yıl Hak Medeniyeti doğmaktadır

Hazreti Adem yani insan, diğer canlılardan farklı idi. Bu fark başta insandaki düşünüp konuşma kabiliyetinden ileri geliyordu. Eskiden canlılar biyolojik olarak evrimleştiği halde, insan var edildikten sonra biyolojik evrim durmuş, sosyolojik evrim başlamıştır.

Hayvanların beyinlerinde bilgisayar yapısı vardır, onunla hareket ederler. Hayvanlar ancak hazır program kullandıkları halde, insanlar kendileri program yapabilmekte, bu da sosyal evrimi gerçekleştirmektedir.

İnsanlar yerleşik hayata bundan on bin yıl kadar önce başladılar. Kentleşme merhalesine ise beş bin yıl önce ulaşılabildiler. Beş bin yıldır yazıyı kullanan insanlık, her bin yılda bir yenilenen uygarlıklar kurdu.

Çift medeniyet oluştu.

1. Hakkı üstün tutan uygarlıklar doğuda peygamberler tarafından oluşturuldu, bunlar hukuk ve yönetimde gelişmeler sağladılar.

2. Kuvvete dayalı uygarlıklar ise batıda gelişti, bunlar da teknik ve ekonomide gelişmeler sağladılar.

Kuvvet medeniyetleri hak medeniyetlerinden dönüşüyor ve 500 yıl arkadan geliyordu.

Son Hak medeniyeti Kur’an medeniyetidir. MS 1000 yıllarında başlamıştır. Günümüz kuvvet uygarlığı bundan 500 sene önce başlamış ve bugün ABD’nin şahsında zirveye ulaşmıştır. Yeni Hak medeniyeti doğmaktadır. Kuvvet uygarlığı ise zirvededir ve çökmeye başlamıştır…

Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar.

Bizans uygarlığı, Hıristiyanlık ile Roma’nın sentezinden oluşmuştur. Bugünkü Batı uygarlığı da İslâm ile Bizans uygarlığının sentezinden oluşmuştur. III. Bin Yıl uygarlığı da İslâm uygarlığı ile Batı uygarlığının sentezinden oluşacaktır.

***

 

Türkiye’nin 21. yüzyıldaki görevi nedir?

Yeni medeniyetin doğmakta olduğunu tesbit ettik. Yeni medeniyetin oluşum sentezini daima bir ulus yüklenir. Her şeyden önce bu nokta, yüklendiğimiz misyon sebebiyle Türkiye açısından önemlidir.

Bir diğer önemli konu, bundan önceki medeniyetleri peygamberler öğretiyordu. Bundan sonraki dönemlerde peygamberlerin vârisleri olan âlimler bu görevi yerine getireceklerdir. Yeni medeniyetten iki-üç asır önce gelen peygamberler kendi kavimlerini yeni medeniyet kuruluşuna hazırlıyordu. Nitekim Son Peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâm da son İslâm uygarlığından üç-dört asır kadar önce gelmiş ve ümmetini hazırlamıştır. Hazreti Musa 200 yıl, Hazreti Nuh 300 yıl önce gelmiştir.

Kur’an’dan sonra yeni kitap ve yeni peygamber gelmeyecektir. III. bin yıl medeniyetini bundan sonra peygamberlerin vârisleri olan âlimler oluşturacaktır. Çağımızda kurulacak olan bu Yeni Hak Medeniyeti birçok farklı özellikleri yanında, bu yönüyle de bir ilk olacaktır.

Yeni Hak medeniyetini oluşturmak için Allah Türkiye’yi hazırlamış ve görevlendirmiştir.

İnşaallah, yarın konu ile ilgili bazı ince detaylar üzerinde duracağım…

 

 

***

 

 

Türkiye’nin medeniyet kurma görevi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.08.2006

Bugün İslâm ve Batı uygarlıklarını birlikte ele alıp iki asırdır sentez etmeye çalışan Türkler dışında başka bir ulus yoktur. Türkiye bu sahada rakipsizdir. 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde, 20. yüzyılın Türkiye’sini ele alırken, Türkiye’nin yüklenmiş bulunduğu bu büyük görevin şuurunda olmak gerekir.

Türkiye ve Türkler, Batı uygarlığını bundan 200 yıl önce öğrenmeye başlamışlardır. III. Selim Batılı kurumları Türkiye’ye getirmeye çalışmıştır. II. Mahmut ise Mehmetçikten oluşan Türk ordusunun kuruluşunu başlatmıştır. Emperyalist Batı dünyasının yedi düveline karşı İstiklâl Savaşı işte bu ordu tarafından kazanıldı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

20. yüzyıla gelmeden önce Türkiye’deki oluşlara en çok etki eden II. Abdülhamit’in önemli katkıları vardır. Abdülhamit meşrutiyeti benimsemiş bir hükümdardır. Ne var ki, o zaman nüfusun yarısı gayrimüslimdi ve onlar okumuş kimselerdi. II. Abdülhamit Meşrutiyet Anayasasını askıya almış, batı tipi üniversiteler ve okullar kurmuştur. İşte Türkiye’nin 20. yüzyılını şekillendiren, 19. yüzyılın iki önemli adımı olmuştur: Yeni Türk ordusu ile batı tipi okullar ve üniversiteler.

20. yüzyıla Türkiye böyle girdi.

Ne var ki, yeni okullar açılmış olmasına karşılık, Osmanlı döneminin çok önemli müesseseleri olan tarikatlar ve medrese varlığını ortadan kaldırmamış, aksine bunlarda yenileme ve gelişme hareketi başlamıştı. Bu müesseseler günümüzde de varlıklarını ve hizmetlerini sürdürmektedirler.

***

20. asra girerken Türkiye dört ilkeyi tartışıyordu

1. OSMANLICILIK: Devletin herhangi bir inanışı ve ideolojisi olmaz. Herkes kendi inanış ve ideleri içinde yaşar. Aynı coğrafyada yaşayan halklar birleşir, ortak savunma paktını kurar, iç ve dış güvenliği sağlarlar. Yol ve köprüler yapılır. Adil yargı sistemi oluşur. Burada birleştiren unsur ortak çıkardır. Bunun gerçekleştirilmesi de Osmanlı Devleti’ni yaşatmakla mümkündür. Burada hanedanın bir kutsiyeti yoktur, sadece onun ismi etrafında tüm dinler ve uluslar düzenlerini ve güvenlerini sağlamış olurlar. Bu düşünce gittikçe yaygınlaşmış ve demokratik, laik, liberal ve sosyal devlet anlayışına ulaşılmıştır.

Türkiye devleti döneminde Osmanlıcılığın yerini Cumhuriyetçilik almıştır.

***

2. İSLÂMCILIK: Bu anlayışa göre topluluklar ancak bir ideoloji etrafında birleşirler. Tarihte hep büyük devletler ve uygarlıklar dinler çevresinde oluşmuştur. O halde Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı ancak İslâm halklarını birleştirmekle sağlanır. Bu anlayış da 20. yüzyılda çok büyük etki yapmıştır.

Türkiye İslâm dinine dayalı bir ulus olmuş, Hıristiyanları mübadele ile Türkiye’den tehcir etmiştir.

***

3. TÜRKÇÜLÜK: Bu anlayışa göre dinler artık etkilerini kaybetmiştir. Müsbet ilmin gelmesi ile dinler tarih olmuştur. Bundan böyle devleti yaşatacak olan Türkçülüktür. Türkiye Türk ulusundan oluşur. Türk olmak için ‘Türküm’ demek yeterlidir.

Bu anlayış Türkiye devletini ulusçuluğa götürmüştür.

***

4. BATICILIK: Batı uygar bir uluslar topluluğudur, bir devlet değildir. Batılı olan devletlerin hemen tamamı müstemleke hâline gelmektedir. Biz de Batı tipi bir devlet olalım, varlığımızı öyle koruyabiliriz diyenler olmuştur. Bu zihniyette olanlar ‘Batılı’ olmak ne demekti, onu açıkça söylemiyorlardı.

Mustafa Kemal bunu, ‘muasır medeniyetin fevkine (üstüne) çıkma’ ile formüle etti.

***

Türkiye III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kurmakla görevli

Türkiye’de 20. yüzyılda neler olduğunu anlamak için 1900’lü yıllardaki 20. yüzyıl Türkiye’si ile 2000’li yıllardaki 21. yüzyıl Türkiye’sini karşılaştırmamız gerekir.

Bu çalışma, araştırma ve karşılaştırmalar yapıldığında görülecektir ki, Türkiye hiçbir ulusa nasip olmayan büyük istihâleler yani değişimler geçirerek bugünkü bu duruma gelmiştir.

1. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştır ama, Türk halkı yılmamış, İstiklâl Savaşı ile yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

2. Asırlarca süren saltanat yönetiminden sonra, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma yolunda bir hayli olumlu adımlar atmıştır.

3. Uzun ve meşakkatli çalışmalardan sonra Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçmiştir.

4. En önemlisi, Türkiye ve Türkler boş durmamış, Batıyı öğrenmiş ama, İslâmiyet’i de unutmamıştır. Bu arada Anadolu tarihinde olmayan bir şey gerçekleşmiş, Türkiye’de yüzde 50 civarında olan azınlıklar tehcir ve mübadele sayesinde yüzde birlere inmiş, ülke nüfusu da 12 milyondan 70 milyona ulaşmıştır.

Ne dersiniz, bütün bunlar Türkiye’nin III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kurmakla görevli olduğunu ortaya koymuyor mu? Hâlâ tereddütler varsa, bu konuya yarın da devam edelim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye, sorunlar ve Erbakan

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.08.2006

Türkiye III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kurmakla görevlidir ama, ondan önce çözmesi gereken önemli problemleri vardır.

Türkiye’nin çok ağır dört sorunu vardır, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bunları çözecektir.

1. Türkiye’nin en büyük sorunu dış borçlardır. Osmanlı devletini dış borçlarla yıktılar. Türkiye Cumhuriyeti devletini de aynı şekilde yıkmak istiyorlar.

2. İkinci büyük sorun işsizlik sorunudur. Teknoloji bakımından sanayileşen dünya, hukuk bakımından sanayi döneminin sorunlarını ve işsizlik meselesini çözemiyor. Aynı şekilde kendine göre gelişmiş ve sanayileşmiş bir ülke olan Türkiye de bu konudan muzdariptir, sıkıntı çekmektedir.

3. Üçüncü sorun, Türkiye adil yargı sistemini kuramamıştır. Davaları ortalama on senede biten faizli düzendeki yargılama Türkiye’yi adaletsizliğe ve teröre doğru götürmektedir.

4. Nihayet, Türkiye’de millî medya, yani millî basın ve yayın oluşturulamamıştır. Yabancı sermayenin emrinde olan medya Türkiye devletinin kuyusunu kazmaktadır. Bu çok tehlikeli bir durumdur.

Bu sorunları çözme yolundaki bir çaba da yalnız Millî Görüş Çalışanları arasında vardır.

Türkiye’yi bugünkü hâle getiren kişileri kısaca hatırlayalım. III. Selim, II. Mahmut, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kenan Evren, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan... Bunlar siyasi hamleler yapmışlardır. İstiklâl Savaşı’nın diğer generallerini de bunlara katmamız gerekir; Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Rauf Orbay ve diğerleri... Fikir hayatımızda ise Mehmet Âkif, Ziya Gökalp ve diğerleri anılmalıdır. Dinî hayatımızda da Bediüzzaman Said Nursi ile Süleyman Tunahan da Türkiye’nin oluşmasında etkiliği olan şahsiyetlerdir.

***

Erbakan’ın Türkiye ve dünyadaki etkileri

Necmettin Erbakan ayrı ve özel önem arz etmektedir. Çünkü o sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada etkin olmuştur. Hâlen devam etmekte olan bu etkilerin neler olduğunu kısaca hatırlayalım.

1. Sanayileşme kapitalizm ve sosyalizm ilkeleri içinde Batı tekelinde iken, Necmettin Erbakan halka dayalı ilk sanayi teşebbüsünü (Gümüş Motor) kurdu. Bu teşebbüs faizsiz bir deneme olmuş ve Avrupa tekeli dışında gerçekleşmiştir. Bu sayede halk sanayi sektörü dünyaya yayılmıştır ve tekel sanayi ile yarışmaktadır.

2. Sol-sağ çatışması üzerine kurulan Batı’nın sömürü dengesini CHP ile koalisyon yaparak bozmuş, bu anlayış önce İran’a, oradan Sovyetlere, oradan dünyaya sıçramış ve dünyanın sömürü düzeni bozulmuştur.

3. Müsbet ilim ile dinler arasında çatışma olduğu varsayımına dayalı olarak kurulan ateist düzene karşı Erbakan, din ile ilmin aynı hakikatleri ortaya koyduğunu ileri sürerek ve bunu kendi müktesebatı ile dünyaya anlatarak ateizme dayalı dünya düzenini yıkmıştır.

4. Erbakan “Millî Görüş” ve “Adil Düzen” ile insanlığa hakkı üstün tutan düzeni duyurmuştur. “III. Bin Yıl Medeniyeti” bu çalışmaların üzerinde kurulacak ve yükselecektir.

***

Yapılması gereken daha pek çok iş var

Türkiye’nin 20. yüzyılı incelenirken iki müessese unutulmamalıdır. Bunlardan biri tarikatlardır. Tarikatlar yeni devletin kurulduğu ilk dönemde kapandıkları halde yasaklanmamış, varlıklarını sürdürmüş ve her zaman etkili olmuşlardır. Diğeri de imam hatip okulları ve ilahiyatlardır. Bunlar medreselerin yerine geçmişler ve İslâmiyet’i yeniden ele almışlardır. Her ikisinin tam başarılı oldukları söylenemez, ama etkili oldukları kesindir.

20. yüzyıldaki Türkiye’yi incelemek çok zordur. Çünkü gerçek aktörler hep arkada kalmıştır.

Biz millî olmayan medyanın anlatması ile Türkiye’yi görüyoruz. Oysa Türkiye “halka dayanarak” kendi iç dinamikleri ile hiçbir ulusa nasip olmayan bir gelişme ve ilerleme kaydetmiştir.

Bir örnek verelim: Mehmetçik yani halktan oluşan Türk Ordusu 1908’de Meşrutiyeti gerçekleştirmiştir. Neden böyle yapmıştır? Türk Ordusu 1911 Balkan Savaşı’nda görülmemiş bir hezimete uğramıştır. Neden? Türk Ordusu I. Cihan Savaşı’nda cephelerde hep kazanmış ama sonunda Sevr’e gitmiştir. Neden? Türk Ordusu İstiklâl Savaşı’nı yaparak Cumhuriyeti kurmuştur. Bu gücü nasıl ve nerede bulmuştur? Türk Ordusu 1938’te Mustafa Kemal’in ölümü ile İsmet İnönü’yü seçtirmiştir? Neden? Türk Ordusu 1960’ta müdahale etmiştir. Neden? Türk Ordusu 1971’de müdahale etmiştir. Neden? Türk Ordusu 1980’de müdahale etmiştir. Neden? Türk Ordusu 1997’de müdahale etmiştir. Neden? Türk Ordusu 2002’de müdahale etmemiştir. Neden?..

Görülüyor ki, Türk Ordusu 20. yüzyıl içinde hep müdahil durumdadır. Devlet adeta onların dadılığında yaşamıştır. Bütün bu müdahalelerde Türk ordusu yönetime sürekli olarak el koymamış, yani iktidarda oturmamış, hep kendi isteği ile gitmiştir. Böyle bir durum dünyadaki başka hiçbir ülkede görülmez.

Türk ordusunu ele alıp değerlendirmek zor bir iştir. Çünkü ordu canlıdır, onu parçalayıp organlarını inceleyemezsiniz. Ama ordu kendi kendisinin doğru tarihini yazmalıdır. Hatalarını, sevaplarını, etkilerini, başarı ve başarısızlıklarını ve sonunda 1900’lü yıllardaki Türkiye ile 2000’li yıllardaki 21. yüzyıl Türkiye’si arasında olan değişmelerde ordunun rolü ortaya konmalıdır.

Bunu kendi durumları açısından tarikatlar da yapmalı, siyasi partiler de yapmalıdır. Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Sendikalar ‘zam’ istiyor!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.08.2006

İsmail Kıllıoğlu, bugün ve önümüzdeki iki gün ele alacağım konuyu yazmaya karar verdiğim gün (16.08.2006), gazetemizin düşünce sayfasında ‘Memura yok da, halka var mı?’ başlıklı önemli bir yazı yazdı ve özetle dedi ki: ‘Ana problem sistem elbette. “Yeni dünya düzeni” veya “küresellik” isimli sömürü düzeni ülkemizde 24 Ocak 1980 kararları sonrasında uygulanmaya başlandı... ‘96-97 yılları Refahyol iktidarında sistemin dışında konumlandırılmak istendiyse de, iç ve dış mihrakların akıl almaz propagandasıyla kuşatıldı, adeta ademiyete mahkûm edildi… Kısacası, ‘80 sonrası süreçte, devlet kurumları ve memurları, mücadele etmek durumunda bulundukları adaletsizliği, özellikle gelir dağılımı adaletsizliğini, haksız kazanç elde etme faaliyetini adeta kurumlaştırmak gibi bir talihsizliğe hizmet etme zorunda bırakıldı...

Üreten ve besleyen köylü ve çiftçi, işçi ve memur, esnaf ve zanaatkâr (yani halk) her geçen yıl millî gelirden daha az pay almanın yanında, işsizlik, yoksulluk ve açlıkla tehdit edilir hale getirildi...

Bugünlerde memur sendikalarıyla hükümet toplu görüşme masasına oturacaklar. Doğal olarak memurların ücretleri, medyanın özel ilgisi ve iğnelemeli haberleriyle ilk sıraya taşınacaktır. Geçen yıllarda olduğu gibi memur sendikaları, hayali enflasyon hesaplamalarına reel ücret artış oranını bağlama tuzağına düşmemeliler. Temel sorunları gündeme taşımaya ve toplumu bu konular üzerinde düşünmeye, sahiplenmeye öncülük etmelidirler...

İsmail Kıllıoğlu’nun kullandığı başlık varolan adaletsizliğe işaret ediyor. Sadece memura değil; topyekün halka yani üreten ve besleyen köylü ve çiftçi, işçi ve memur, esnaf ve zanaatkâra da yok!..

***

‘Sendikacılar zam pazarlığına giderken birbirine girdi!’

Bu başlık, hükümet ile memur sendikaları arasındaki toplu görüşmeler başladığı günün ertesi, durumu anlatan ve özetleyen bir gazetedeki haberin başlığıdır! Kendi aralarında anlaşamayan sendikalar, nasıl olup da hükümet ile anlaşıp üyelerinin hakkını savunacak?!.

Başkanlarını ve temsilcilerini maaş pazarlığına uğurlamak üzere Başbakanlık’a kadar yürüyen Kamu-Sen ve KESK üyeleri arasında arbede yaşandı. KESK’lilerin, ‘Devlet güdümlü sendikaya hayır’ sloganlarına Kamu-Sen üyeleri ‘Kahrolsun PKK!’ diye karşılık verince, tansiyon bir anda yükseldi. Birbirinin üzerine yürüyen iki grubun arasına giren polis, olayın kavgaya dönüşmesini önledi. Müzakere masasına 5 kişiyle davet edilen KESK'in, toplantıya 9 kişiyle katılmak istemesi de günün ikinci krizine yol açtı. Davetli listesinde olmayan üyelerin içeri alınmaması üzerine Sendika Başkanı İsmail Hakkı Tombul, “Hükümetin kurallarını belirlediği görüşmenin figüranı olmayız.” diye tepki gösterdi. Tombul’un ikna edilmesi üzerine, ‘memur maaşları ve özlük haklarının’ konuşulacağı toplantı 45 dakika gecikmeli başlayabildi. Görüşmelerde sendikaların 2006 için yüzde 10’luk zam talebi kabul görmedi...

Sendikalar böyle de, hükümet farklı mı? Toplu iş sözleşmelerinden sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, hükümetin enflasyon farkını ödeme kararlılığında olduğunu söyledi: “Önceki toplantıda enflasyon yüzde 5’in üzerinde ne olur diye konuşmamıştık. 2006’da yüzde 5 zam uygulandı. İlk 6 ay yüzde 4,88 gibi bir enflasyon rakamı çıktı. İlk altı ay yüzde 2,5 vermiştik.”

Müzakereler en az 15 gün sürecek. Görüşmelerin 15 gün içinde sonuçlanması gerekiyor. Masada anlaşma sağlandığı takdirde, taraflar arasında mutabakat metni imzalanarak, Bakanlar Kurulu’na sunulacak. Anlaşmazlık durumunda ise Yüksek Hakem Kurulu Başkanı ve 4 öğretim görevlisinden oluşan Uzlaştırma Kurulu devreye girecek. Kurulun 5 gün içerisinde vereceği karara tarafların katılmaları hâlinde, sonuç mutabakat metni olarak Bakanlar Kurulu’na sunulacak. Tarafların, kurulun kararına katılmaması durumunda, anlaşma ve anlaşmazlık konularının tümü, Bakanlar Kurulu’na gönderilecek. Enflasyondan doğan zararların telafi edilmesi için yüzde 10 ek zam talep eden sendikalar, en düşük maaşın da 1.000 YTL’nin üstüne çıkarılmasını istiyor. Sendikaların en düşük maaş tutarı teklifleri şöyle: Kamu-Sen 1.023 YTL, Memur-Sen 1.475 YTL, KESK 1.050 YTL.

***

Sendikaların asıl derdi daha çok aidat!

Önemli bir ayrıntı daha: ‘Sendikalar, aidat 25 yeni liraya çıkarsa, düşük zamma razı olacak!’

Toplu görüşmeler için hükümetle masaya oturan sendikaların istek listesinin başında, maaş zammının yanı sıra ‘üyeleri’ne yapılan ‘ek ödeme’nin de artırılması ilk sırada yer alıyor! En fazla yetkili sendikaya sahip olduğu için masadaki memur tarafının başkan koltuğunda oturan Kamu-Sen ile Memur-Sen’e göre bu sayede, sendikalı olmak teşvik edilecek! Sendikalara üye olan memurların maaşından binde 5 oranında kesinti yapılıyor. Geçen seneki görüşmelerde sendikaların baskısı üzerine, hükümet, sendika üyesi memurların maaşının 5 yeni lira fazla olmasını kabul etti... Bu sene ek ödemenin en az 25 YTL’ye çıkarılmasını talep ediyorlar…

Ana sorunlara, temel dertlere deva olmayan görüşmeler, işte bu minval üzere devam ediyor…

İsmail Kıllıoğlu’nun bu vesileyle işaret ettiği önemli konulara ilaveten, ben de önümüzdeki iki gün maaşlara zam alınsa da alınmasa da, ana sorunların hep var olmaya devam edeceğini, asıl onlar üzerinde durulması gerektiğini; elbette bazı ‘çözüm önerileri’ ile birlikte işaret edeceğim, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘ZAM’ ne yapar?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.08.2006

 

Hafta veya ay geçmiyor ki, işçiler veya memurlar bağlı oldukları sendikalar aracılığı ile zam istemesin. Bir yıl boyunca ekonomi sayfalarında sendikaların özel sektör veya devlet ile olan mücadelelerini okuyoruz. Anlaşamazlarsa, o zaman karşılıklı restleşiyor ve sendikalar grev veya işverenler lokavt ilan ediyor ve uyguluyorlar. Zaman zaman zam gerçekleşiyor ve taraflar akılları sıra başarı elde etmiş gibi seviniyorlar!

-Acaba alınan bu zamlar iyi midir, çalışanlara ve halka bir yararı var mıdır?

***

Zammın ceremesini halk çekiyor

3 Ağustos 2006 tarihli bir gazetemizin ‘şehir haberleri’ sayfasından bir bölümü aynen şöyle:

‘İstanbul Elektrik Tramvay ve Tünel İşletmeleri (İETT) çalışanları, maaşlarına yapılan yüzde 18 oranındaki zammı davul ve zurnayla kutladı! İETT ile Hak-İş Konfederasyonu’na bağlı Hizmet-İş Sendikası arasında 8 bin 473 işçiyi kapsayan sözleşme törenle imzalandı…

Sözleşmeye göre işçilere ilk yıl ortalama yüzde 18, ikinci yıl ise sözleşmenin birinci yılında enflasyon oranında zam yapılacak…

Burada haber okumamıza biraz ara verelim ve daha sonra detaylarını yazacağım kısa bir değerlendirme yapalım. Taraflar arasında imzalanan sözleşmedeki ince ve çok önemli bir detaya dikkat ediyor musunuz?

Bu yıl yüzde 18 zam yapıldıktan sonra, ‘ikinci yıl ise sözleşmenin birinci yılında enflasyon oranında zam yapılacak’ deniyor. İşte ‘meselenin püf noktası’ tam da burası: Enflasyon-zam, zam-enflasyon.

Bu kısır döngüyü hep hatırlamanız için buraya not ediyorum:

‘Zam’ enflasyona sebebiyet verir ve gelecek yıl ‘enflasyon’ oranında tekrar ‘zam’ yapılır!

Bu kısır döngü ve deveran ‘Faizsiz, Zamsız ve Enflasyonsuz Adil Ekonomik Düzen’ kuruluncaya kadar dönmeye devam eder… Bu arada elbette istikrarsızlığa, işsizliğe, açlığa, yokluğa, yoksulluğa, hırsızlığa, isyana, anarşiye, topyekün yıkılışa ve daha nice ekonomik hastalıklara sebebiyet vererek sürer gider…

İlgili haberimizi takip etmeye devam ediyoruz: ‘Zamla birlikte 1.150 YTL olan en düşük İETT çalışanı ücreti 1.300 YTL’ye, en yüksek ücret ise 1.500 YTL’den 1.850 YTL’ye yükseldi. İmza töreninde konuşan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, zam konusunda bütün şartları zorlayarak en üst rakamı verdiklerini söyledi ve dedi ki: “Bu imzadan sonra yürüyüşünüz ve direksiyonda havanız değişecek!..”

Törendeki konuşmaların ardından sözleşmeye İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Hak-İş Konfederasyonu Başkanı Salim Uslu ve Hizmet-İş Genel Başkanı Mahmut Aslan imza attı. İmzaların ardından işçiler sözleşmeyi davul zurna eşliğinde kutladılar. İşçileri izleyerek mutluluklarına ortak olan Başkan Kadir Topbaş, davulcu ile zurnacıya bahşiş verdi!’

Haber böyle bitiyor.

Haberde bir şey eksik, onu da ben tamamlayım.

Malum, İETT çalışanlarına böylesine okkalı her zam yapıldığında, İstanbul’daki bütün toplu taşıma araç biletlerine de ‘okkalı bir zam’ yapılır!

Böylece güya yöneticiler tarafından yapılan zammı ‘İstanbul halkı’ ödemiş olur!

Nitekim, bu sefer de biletlere zam yapıldı ve zammın ceremesini yine İstanbul halkı çekti!

Ödemeyi Başkan Topbaş veya sendika başkanları değil, İstanbul halkı yapıyor.  

***

Zam sadece enflasyon yapar

Ekonomide istikrar, tam istihdamın sağlanması ve bölüşümün eksiksiz olması ile sağlanır.

İstikrarlı bir ekonomide herkes çalışabiliyor ve kendisine düşen pay ile geçiniyor.

Bu arada artık değerlerin yarısı nüfusun artmasına ve refahına harcanıyor…

Diğer yarısı da artan nüfusa iş bulunması şeklinde değerlendiriliyor…

Nüfus doğumun artmasıyla çoğaldığı gibi, ortalama ömrün uzaması ile de artar.

Kapitalistler insanları işçi olarak çalıştırırlar, artık değerler ile yatırım yaparlar, sonra o yatırımlarla oluşturulan varlıkları işçilere kiraya verir veya satarlar. Sosyalistlerde bu işi devlet yapar.

Halk ekonomisinde ise işyerleri halkındır, artık değerler de halka kalır. Yatırımları halk yapar. Halk ekonomisinde tüccar vardır ama şimdiki kapitalist düzende olduğu gibi tekel oluşturmamıştır.

Bir an için hayal edelim ve diyelim ki; istikrarlı bir ekonomi oluşmuş, herkes iş ve aş bulmuştur. Artık emekler de yatırıma dönüşmekte ve yine halkın hizmetine verilmektedir.

Böyle bir ekonomi düzeninde işçilerin tamamına zam yapılsa ne olur?

Yeni üretim olmayacağına göre, işçilerin eline fazla para geçecek, mallar da o kadar pahalanacaktır. Yani, sadece enflasyon olacak ama ekonomik açıdan başka hiçbir şey değişmeyecektir. Zam alan işçilerin aldıkları para fazladır, ama marketlerden aldıkları mallar aynıdır. Buradaki en önemli sorun ‘enflasyon’dur.

Yarın da bu konu üzerinde, yani zam, enflasyon, sendikalar, sömürü sermayesi ve en önemlisi ‘çare ve çözüm’ üzerinde durmaya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Zam, enflasyon, işsizlik…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.08.2006

Dünkü yazımda, ücret zamlarının ekonomik hiçbir artı getirisi olmadığını, sadece enflasyona sebebiyet verdiğini yazdım. Enflasyon da daha ziyade halkın alım gücüne etki eder, ekonomideki istikrarı da bozar.

Enflasyon ne yapar?

Enflasyon borçluyu rahatlatır, alacaklıyı sıkıntıya sokar. Faizler yükselir... Borç bulunmaz olur…

Faiz enflasyonu, enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini, fiyat ve ücret belirsizliği anlaşmaları zorlaştırır… Üretim yavaşlar veya kimi sektörlerde tamamen durur… İşsizlik doğar…

Yani; işçilerin zam istemesi demek, işsizliği ve enflasyonu istemesi demektir.

O halde neden sendikalar var, neden işçiler ve memurlar durmadan zam isterler?

Gelişmiş ekonomilerde üretim fazlalığı ve ürün stokları oluşmaktadır. Tekel sömürü sermayesi piyasa mallarını ucuz satmak istemez. Çünkü o zaman işçiler paralarını artırır ve kendileri iş sahibi olmaya başlar. Bu da tekelin kırılması ve sömürünün sona ermesi demektir. İşte bundan dolayı işçileri zam talebi ile grev yapmaya sürüklerler, işçilerin daha önce biriktirdiklerini eritirler, bu arada ambardaki mal stokları da erir. Bundan sonra ücretlere zam yapılsa da yapılmasa da sermayenin zararı yoktur. Zam yaparsa daha az vergi öder. İşçi ücretlerine zam yaparsa mallara da zam yapar, böylece sermayenin kârı daha da artar.

Hele her kesimdeki işçilere zam yerine, bazı kesimdeki işçilere zam yapılınca, sadece o kesimin malları pahalanacak, o kesimin işçileri daha fazla para kazanacaklardır. Enflasyon yalnız kendi ürettikleri mallarda değil, bütün mallarda olmuş olacak, ama diğer işçiler zam almayacakları için bölüşümdeki pay sadece zam alanlara aktarılmış olacaktır. Bunun ekonomik ve sosyal sonuçlarını ise herkes çok iyi bilir.

Batı dünyası dengeyi sınıf mücadelesine oturttuğu için bunu meşru görmektedir. Zam yarışı içinde dengeyi sağlamak için zam yaparsanız, bütün sektörler zam yapmak zorunda kalır.

Demek ki istikrarlı ekonomide ister istemez herkese zam yapılacaktır. Bunun karşılığında da kazanılan tek şey olacaktır; enflasyon.

O halde ücretlere zam yapmak demek, enflasyon ve ekonomik istikrarın bozulması demektir.

***

Zammın sebepleri ve sonuçları

Peki, sendikalar bunları bilmiyor mu?

Sendikaları kendileri kurmamışlardır ki. Onları da sermaye kurmuş, istediği kararı aldırmaktadır.

Batı’da alınan bu kararlar sömürü sermayesinin dünyayı sömürmesi için gereklidir. Ora halkı da bundan yararlanmaktadır. Oysa geri kalmış ülkelerde sömüren sermaye değil, sömürülen piyasa vardır. Burada alınan bu kararlar ülkenin daha çok sömürülmesine yaramaktadır. Yani, ücretlere yapılan her zam, sonunda ülkenin daha fazla borçlanması ve bir an evvel Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması gibi o ülke ekonomisinin istikrarsızlaşması, bir müddet sonra da çökmesi, yıkılması ve tarihten silinip gitmesi demektir.

Şimdi, Türkiye gibi ekonomik istikrara sahip olmayan ülkelerde nâkıs istihdamda denge sağlanmışsa, yani halkın bir kısmı işsiz iken, iş bulanların zam istemesinin anlamı nedir? Böyle bir zammın anlamı, işsizliği daha çok artırmadan başka bir şey değildir. Yani, işyerleri yeni işçi alıp üretimi artıracaklarına, sermayelerini işçilere zam yaparak harcamış olacak, ödeyebilmek için işverenler işçilerin bir kısmını çıkaracak, üretimi azaltacak, ama mallar azalacağı için fiyatlar yükselecek, işveren yine aynı kârı yapacaktır. Zam alan işçiler için sonuç yine enflasyon, sonuç yine sömürü, sonuç yine borçların artması demektir. Bunlara ilaveten işsizlik de gittikçe büyüyecektir. Eski stoklar bitince de sosyal patlama olacak, yahut ülke dışına göç başlayacaktır.

Özetlersek; ücretlere zam yapmak demek, enflasyona davetiye çıkarma, sömürülmeye davetiye çıkarma, işsizliği körükleme, adil bölüşme dengesini bozma demektir.

***

Çözüm olarak ne yapılmalıdır?

1. Devlet ‘altın’ı ‘Türk Lirası’ ile alıp satacak, alış ve satış fiyatları eşit olacaktır. Ancak bütün arz ve talepleri karşılayacak şekilde altının değerini her gün değiştirecektir.

2. Her türlü ödemeler Türk Lirası ile yapılacaktır. Devlet YTL dışında hiçbir ödeme yükümlülüğünü kabul etmeyecek, YTL dışında hiçbir nakit alacak talep edilmeyecektir. Ödemeler o günkü altın değeri üzerinden Türk Lirası ile yapılacaktır.

3. Nakit borçlanmalar altın gram üzerinden yapılacak, faiz sıfırlanacaktır. Yani, devlet hiçbir borcuna faiz ödemeyecek, hiçbir alacağına da faiz talep etmeyecek, borçlanmalar altın değeri ile ve faizsiz olacaktır.

4. Devlet inşaat işlerinde resmi ücretle YTL ödeyecek, böylece resmi ücret ile herkese iş vermiş olacaktır. Burada da iş bulamayanlar işsizlik vakfına gelip işsizlik sigortasının hesapladığı ücreti alacaklardır. Devlet aidatsız herkesi sosyal sigortalı yapacaktır.

Bundan sonra devlet işveren ile işçi arasına girmeyecek, serbest pazarlıkla işçi ile işveren anlaşma yapabilecek, anlaşmayı sona erdirebilecek, yani ücretler serbest arz ve talep ilkesiyle dengelenecektir. Böyle bir “Adil Ekonomik Düzen”de ne sınıflar çatışması, ne de işveren ve işçi kitlesel kavgaları olacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Lübnan’a kalıcı çözüm – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.08.2006

Lübnan’a Türk askeri gönderilip gönderilmemesi meselesi çok çok önemli. Hani ilmî bir meselede ‘fîhi kavlân/ bu konuda iki görüş var’ denir ya; bu mesele de aynen öyle bir şey; gitmeli mi, gitmemeli mi?  

Abdullah Gül her gün bir ülkede; Lübnan, İsrail, Filistin ve Suriye’de nabız yokluyor. Ben de bu günlerde hükümete en yakın gazete olan Yeni Şafak yazarlarını okuyarak nabız tutmaya çalışıyorum. Bu arada barış günlerinde biraz yaşadığım Lübnan ve Beyrut’a bugünlerde gidemeyince, Millî Gazete’den Mustafa Yılmaz ile Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’ün Lübnan izlenimlerine özeniyor ve dikkatle izliyorum…

Usta Gazeteci Fehmi Koru tatilden döndü ve ilk yazılarını Lübnan üzerine yazmaya başladı: ‘Gitmeli mi, yoksa gitmemeli mi…’ (22.8.2006) başlıklı ilk yazısının başlangıcı şöyle: ‘Lübnan’dan, İsrail’den, Avrupa’nın çeşitli ülkeleri ile ABD’den hep aynı mesaj geliyor: “Türk askeri barışı korumak üzere Lübnan’da görev üstlensin...” Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bölgedeki temasları da aynı mesajın teyidine yarıyor; görüştüğü her yetkilinin benzer bir beklentiyi dile getirdiğini öğreniyor ve şaşırmıyoruz. Türkiye’nin Lübnan’da görev üstlenmesi konusunda Birleşmiş Milletler (BM) de çok arzulu.’ Fehmi Koru yazısını şöyle bitirmiş: ‘Hükümetin ikircikli hali ve o halin sebebi anlaşılabiliyor. İşin bu noktaya varacağı ve talepler karşısında çaresiz kalınabileceği en baştan belliydi; “Ufak tefek taleplere kulak vermeyin, büyük fotoğraf içerisine girme dışında bir hedefiniz olmasın” tavsiyesinin burada ısrarla dillendirmesi gelişmenin alacağı biçimle ilgili öngörüye dayanıyordu. Bosna, Kosova veya Afganistan değil Lübnan; Lübnan’da görev üstlenmek demek Ortadoğu denklemi içine girmek ve sorunlarıyla karşı karşıya gelmek demek... Oysa beklenen görev, fotoğrafın bütünü içerisinde sağlam yer edinmeden yerine getirilemez. Türkiye’ye yakışan, başkalarının bozduğu dengeleri onarma hevesine kapılmak yerine bölgedeki ihtilâfların bütünü ile ilgilenmek ve kalıcı çözümler üretmektir.’ Altını çizdiğim ‘kalıcı çözümler üretmek’ meselesi çok önemli.

Fehmi Koru’nun ‘Beklentiler farklı’ (23.8.2006) başlıklı ikinci yazısı şöyle başlıyor: ‘Biraz uzaktan bakınca durum garip gelebilir: Öne sürülebilecek hemen her şart yerine getirildiği halde, Türkiye, Lübnan’a asker gönderme konusunda neden tereddüt ediyor? Birleşmiş Milletler (BM) kararı gerekiyorsa BM kararı, dâvet bekliyorsa tarafların hepsinin dâveti, teşvik istiyorsa ABD ve AB’nin teşviki... Neden hâlâ tereddüt ediyor ki Türkiye? Ak Parti’ye yakın çevrelerde bu sorunun “Daha ne bekliyoruz?” biçiminde sorulduğundan emin olabilirsiniz.’ Ve son cümleler: ‘Böyle bir ortamda Türkiye’nin oynayacağı önemli bir rol de yok zaten. Türk askeri BM gücü içerisinde yer alarak Lübnan’a gittiğinde, Türkiye, ‘Ortadoğu sorunu’ denilen olağanüstü köklü ihtilâfın bir parçası haline dönüştüğü gerçeğine uyanacaktır. Oysa, Ortadoğu’nun ve dünyanın geleceği için, Türkiye’nin çözümün bir parçası konumuna gelmesi şart... Bu yoldaki arayış sürdürülmeli.’

Biz, sadece bu yoldaki değil, adil bir devlet ve dünya düzeni yolundaki çözüm arayışlarını kırk yıldır sürdürüyoruz. Biliyorum, bu cümleyi yazdıktan sonra, Lübnan’a asker gönderme meselesi vesilesiyle bizim ‘Lübnan için köklü ve kalıcı çare ve çözümümüzün ne olduğunu’ yazmamı istiyorsunuz.

Ben de öyle yapacağım. Sabırla okuyup istifade etmeniz duâ ve dileklerimle…

***

Devletin esas görevi dış savunmadır

Kur’an’da AŞİRET (ocak), KABİLE (bucak) ŞA’B (il), KAVM (ülke=devlet), MİLLET (insanlık) olarak yeryüzünün siyasi bölünmeleri belirtilmekte, bunlarla yeryüzünü bölüştürmektedir. Ayrıca yine Kur’an’da toplulukların onluk sisteme göre şekillendiklerini belirtmektedir. 10 aile bir aşiret/ocak olmakta, bir aile de 3 ile 10 arasında nüfusa sahip bulunmaktadır. Ocak, bucak ve il nüfusu da bu şekilde katlamalı artmakta. Bu verilerle örgütlenme yapacak olursak, bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. Bu bölünmelere göre yeryüzü yaklaşık 100 devletten oluşacaktır. 50 ile 200 arası devlet olması normaldir.

Her devlet 10’a yakın bölgeye ayrılacaktır. Bölgeler merkezî yönetimle, iller ise yerinden yönetimle yönetilecektir. Kur’an bunları da KARYE, BELDE, MEDİNE ve MISR olarak adlandırmaktadır. Bunlar hizmet kuruluşlarıdır, tüzel kişilikleri yoktur, yer adlarıdır, dolayısıyla merkezî yönetimle yönetileceklerdir.

Ocak birlikte yaşama, bucak birlikte çalışma, il iç güvenliği sağlama, ülke dışa karşı savunma, insanlık ise birlikte uygarlaşma birimleridir. Demek ki devletin esas görevi dış savunmadır.

Devlet her bölgede bir ordu bulundurur. Her ordu o bölgeden olmayan ülkenin diğer bölgelerinden gelen askerlik hizmeti yapanlarla o bölgenin dış savunmasını yapar. Oranın valisi aynı zamanda oranın ordu komutanıdır. İller bağımsız oldukları için illerin içine karışamaz, izinsiz giremez bile.

Her bölge öyle oluşmuştur ki, yarın abluka edilse, vatanından kopsa, tek başına kalsa bile; kendi iç üretimi ve öz savunması ile kendisini koruyabilmeli, ekonomi bakımından çökmemeli, ordu savaş dışı olmamalıdır. Ana vatandan kopma tehlikesi yoktur, çünkü oranın savunan ordusunu oluşturan askerler ülkenin diğer bölgelerinden gelmedir. Bir devlete ancak komşuları saldırabilir. Komşuların sayısı da 10 civarındadır. Savunmadaki bir ordu 10 orduyu yenebilir. O halde ‘devlet’ demek, tüm komşuları saldırsalar bile ülkesini savunabilen bir sosyal kuruluş demektir.

Yukarıda yazdıklarımı Lübnan, Türkiye, Ortadoğu ve dünya düzeni ölçeğinde düşünerek tekrar okuyunuz. Bugünlük köklü ve kalıcı çözüm yolunda bu kadar yol alabildik. Yarın devam edeceğiz, inşaallah.  

 

 

***

 

 

 

 

 

Lübnan’a kalıcı çözüm – 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.08.2006

 

Devletin yapısı üzerinde biraz daha ilerleyelim ve bir devletin 30 milyon nüfustan az olamayacağını, 100 milyondan da fazla olamayacağını açıklamaya çalışalım. Bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. Ayrıca toprakları da ne çok büyük, ne de çok küçük olmalıdır. Çok büyük olursa orasını savunamaz ve imar edemez, çok küçük olursa da sığamaz ve ekonomide de yetersiz olur.

O halde bir ülkenin yüzölçümü ne kadar olmalıdır? Yeryüzü karalarının yüzde biri civarında olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi dengeli var etmiştir. Yeryüzü karaları yaklaşık 150 milyon kilometrekaredir. Ortalama 100 devlet kabul edersek, bir devlete 1,5 milyon kilometrekare düşmektedir. 100 milyonu 1,5’e bölersek, demek ki yoğunluk 70-80 civarındadır. Yoğunluk 200’ü geçmemeli, 50’den aşağı düşmemelidir. İklim farklarını göz önüne alarak 400 ile 25 arasında da düşünebiliriz. Kur’an’dan istihraç ettiğimiz bu büyüklüklere neden gerek olduğunu daha derinlemesine ele alalım.

Askeri teşkilatlanmayı ele alalım. Manga bir nöbet birliğidir, 10 erden oluşur. Bölük bir birlikte beslenme birliğidir, 100 kişiden oluşur. Alay savaş birliğidir. Alaylar karşı karşıya gelirler. 1000’er kişiden oluşur. Tümen ikmal birimidir. Alayın gerek beslenme gerekse silah ikmalini yapar. 10 000 kişiden oluşur. Bir ordu tedarik birliğidir. Yani, ordunun ikmalini tedarik eder ve tümenlerine bölüştürür. Bir ordu barışta 100 000 kişiden oluşur. Demek ki 100 000 kişiden az olan bir askeri birlik bağımsız savunma birliği olamaz. Bir ülkede 10 ordu olacağına göre, bir devlet bir milyon askerden oluşan ordularını hazır bulundurmalıdır. Halkın onda biri askerlik yapıyorsa, ülkenin 10 milyon savaşçı erkeği olmalıdır. Bu da en az 30 milyon, en çok 100 milyon nüfus edecektir. Bir ülkenin çevresi 5000 kilometre olursa, bu da 5 milyon metre eder ve bir ere beş metrelik bir hududu savunma düşer. Bundan az olursa o ülke savunmada başarı bekleyemez. Bundan çok olursa da israf olur. Zaten bir orduya 500 km, bir tümene 50 kilometre düşmektedir. Bunlar da ideal savunma alanlarıdır. Bundan fazla olursa düşmanın kurşunları altında ezilip gider, bundan az olursa da savunamaz.

Görülüyor ki, devlet olabilmenin şartı 30 ile 100 milyon arasında nüfusa sahip olmaktan geçiyor. Nüfus yoğunluğunun da 100 kadar olması gerekmektedir.

İlim bakımından ele alırsak, 25 Genel Hizmet karşılığı 25 ilim vardır. Her ilmin nazarî, tabiî, amelî ve hikemî olmak üzere dört ilmi vardır. Toplam 100 ilim eder. Her ilimden 10 profesörü ele alırsak, demek ki bin profesörü (ama gerçekten ilim adamı) olmayan bir ülke devlet olamaz. Çünkü kendi dillerinden bu ilimleri üretmelidirler. Bir ustabaşının verimli olması için 10 işçi çalıştırmalıdır. Bu da 10 milyon eder; bu da 10 milyon aile eder. Demek ki ilmî bütünlük içinde bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır.

Ekonomi bakımından temel ilke şudur. Her bölge kendi ihtiyaçlarını karşılayacak üretimi yapabilmelidir. Anavatandan kopsa, ablukaya alınsa bile, kendi başına yaşayabilecek şekilde olmalıdır. Bu da ancak 3 ile 10 milyon arasında nüfusu ve yeterli toprağı olan bir büyüklükle karşılanabilir. Serbest pazar ekonomisi içinde de bunların yararlanabilmesi için sayıları 10 civarında olmalıdır. Demek ki bu da bize devletin nüfusunun 30 milyon ile 100 milyon arasında olması gerektiğini söylemektedir.

Din bakımından da; dinde zorlamanın olmaması ve gerçek lâikliğin olabilmesi için bir ülkede en az 10 mezhep olmalıdır. Bir mezhebin 100 kadar yüksek din adamı olmalıdır. Bunların her ilde birer temsilcisi, her bucakta da birer cemaati olmalıdır. Bir mezhep için bir milyon müntesip eder. 10 mezhep olursa 10 milyon eder. Bu da 30 milyon ile 100 milyon arasında etmektedir.

Görülüyor ki, biz devlet olmak için 30 milyon nüfusa sahip olunması gerekir derken; hem Kur’an’ın öğretilerine, hem de bugün insanlığın seviye olarak ulaştığı tabiî ve sosyal ilimlere dayanarak söylüyoruz.

Biz bu bilgilerin ışığında ve aydınlığında, elbette sadece aydınlanmış olan münevverlere söylüyoruz; kör, dilsiz ve sağır olanlara ise söyleyeceğimiz bir söz yoktur.

Bu bilgilerin aydınlığında, köklü ve kalıcı çözümlere giden yolda Lübnan için neler yapılmalıdır?

1. Lübnan tek başına hiçbir zaman bir devlet olamaz. Ne yeri ne de nüfusu devlet olmaya müsait değildir. Ancak adil düzen devleti içinde bağımsız iki veya daha fazla il olabilir. Lübnan’ın güvenliğini de o devlet korur. Bu durumda Lübnan kimin olsun? Bunun için değişik kriterler vardır.

2. Adil devlet düzeninde her il iç işlerinde tamamen bağımsız olacağı için Lübnan’daki din ve ırk farklılıkları artık sorun yaratmayacaktır. Huzur içinde yaşayan iller olacaktır. Bunlar o devlete fey (vergi) verecek, halkı askere alınmayacaktır. Dolayısıyla buralar (Osmanlı döneminde olduğu gibi) emin iller hâline gelecektir.

3. Lübnan geçici olarak uluslararası güvenliğe alınabilir. Yani buralar son zamanlarda olduğu gibi Suriye’nin olabilir; ancak, Suriye de devlet değildir. Dolayısıyla buralar devlet oluncaya kadar, geçici olarak o devletlerin ittifakla kabul edebileceği devletler buraya barış gücü gönderebilirler. Her devlete ayrı bölge verilir. Kendi devletlerine bağlı olur. Ortak yönetim oluşturulmaz. Masraflarını bu devletler karşılarlar.

4. Bundan sonra burada “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” esaslarına göre bir devlet oluşur. Bu devlet Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail ve Lübnan’daki illerden oluşur. 10 kadar bölgeye ayrılır.

Ortadoğu’nun geleceği hakkında çözümler üzerinde ilim adamları olarak çalışıp anlaşmalıyız. Bu da araştırma ve tartışmadan geçer. Buyurun, biz herkesle tartışmaya ve çözümler üretmeye hazırız... Biz her zaman katkıda bulunmaya, gerçekleri görmeye ve göstermeye, bildiklerimizi de isteyenlerle paylaşmaya hazırız...

 

 

***

 

 

 

 

 

Lübnan’a asker göndermek

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.08.206

Lübnan konusunda, Kur’an ile tabiî ve sosyal ilimlere dayanarak köklü ve kalıcı çözümler üretme yolundaki düşüncelerimizi bundan önceki iki yazımda yazdım. Mesele çok önemli ve bir bölge ülkesi olarak da bizi yakından ilgilendiriyor. Bu yüzden konu üzerinde daha da derinleşmeyi gerektiriyor.

Ne dersiniz, hep beraber biraz daha üzerinde duralım mı?

‘Evet’ dediğinizi duyar gibiyim.

Öyleyse devam…

***

Hukuk düzeni ve savaş düzeni

Hukuk düzeninde hakem kararlarının uygulanması gönül rızası ile olur. Bucaklarda vatandaşlara karşı silah kullanılamaz.Suçlu yargılanmaya ve infaza davet edilir. Gelmezse askeri infaza havale edilir. Askeri infaz ordu tarafından değil, jandarma tarafından gerçekleştirilir. Ordu cephe savaşı yapar. Aralarında büyük fark vardır. İç güvenlik sağlanırken cepheye saldırılamaz. Kişi hakkında mahkeme karar alır. Teslim olmayana karşı silah kullanılır ve etkisiz hâle getirilir. Cephede ise savaş birlikler arasında olur. Karşı tarafta çocuklar, kadınlar, zayıflar, hastalar, rahipler de olsa saldırılabilir; onlar hedef alınamaz.

İç güvenliğin sağlanmasında ise sadece ve sadece mahkûm olup firar eden hedef alınabilir. Onun dışında kimseye saldırılamaz, zarar verilemez. Bu temel ayırdedici hüküm iyice bilinmelidir. Biz PKK’lıları hiçbir zaman cephe olarak ele almadık, onları hep münferiden takip ettik. Ordunun başarısızlığı buradan geliyor. Cephe eğitimi almış olan asker, anarşist ve terörist kişiyi etkisiz hâle getirmede başarısız oluyor.

Bir devlet meşru olmayan yollardan iktidar olsa bile, halkın ona isyan etme hakları yoktur. Ancak yönetimi beğenmiyorsa oradan hicret edebilir. O nedenledir ki Türk halkı Türkiye’deki askeri müdahalelerle gelen hükümetlere hep itaat etmiştir. İç güvenliği sağlarken halk haklı da olsa yöneticilere karşı çıkamaz.

Bunun iki istisnası vardır.

1. Eğer iktidar güvenliği sağlayamıyor, eşkıya iktidarı eline geçirmişse, o zaman halkın o iktidara itaat etme yükümlülüğü kalmaz. Nefsi müdafaa sadedinde kendisini korumaya geçer ve silahını kullanır. Bizim İstiklâl Savaşımız işte böyle başlamıştır. Bu durumda o halk terörist veya asi addedilemez.

2. İkincisi ise, iktidar eğer halkın üzerine cephe savaşı açmışsa, yani saldırıyorsa, o iktidara karşı halkın savunmaya geçmesi, silahlı mukabelede bulunması meşru hâle gelir. Türkler yirmi yıldır PKK ile çatıştılar, ama hiçbir zaman cephe saldırısında bulunmadılar.

İşte bir silahlı grubun eşkıya olup olmadığı bu kriterlerle anlaşılır.

***

PKK ve Hizbullah aynı şey değildir

PKK ile Hizbullah birbirleri ile karşılaştırılamaz.

Neden karıştırılamaz?

1. PKK, kendilerine ait olmayan bir toprağa dışarıdan sızma yaparak terör olaylarını gerçekleştirmektedir. Cephe savaşı ile üzerimize gelmemektedir. Onun için terör örgütüdür. Oysa Hizbullah cephe kurmuş, savaş yapmaktadır. Savaşın meşru olarak başlayıp başlamaması ayrıdır. O bütün savaşlar için söz konusudur. Demek ki Hizbullah bir terör örgütü değildir, bir savaş cephesini oluşturmuştur.

2. PKK Türkiye devletinin güçlerine saldırmaktadır. Oysa Hizbullah Lübnan devletine değil, Lübnan’a dışarıdan saldıran devlete yani İsrail’e karşı kendisini ve ülkesini savunmaktadır.

3. PKK Türklerin cephe saldırısına uğramamıştır. Bundan dolayı isyan etme hakkı yoktur. Oysa Hizbullah’a karşı hava, kara ve deniz saldırıları tertiplenmektedir. Yani, karşıdaki devlet olan İsrail cephe savaşını başlatmıştır. O halde artık isyan değil, savaş sözkonusudur.

4. PKK’nın savunduğunu iddia ettiği Kürt hakları zaten mevcuttur. Türkiye’de Kürtlerle Lazlar arasında ve bunlarla Türkler arasında hiçbir hukuki ayrımcılık yoktur. Ne resmen ne de fiilen böyle bir ayrımcılık görülmez. Oysa Hizbullah dini devlet olan İsrail’in saldırısına uğramıştır. İsrail işgal ederek onların vatanlarına savaş yoluyla yerleşmektedir. Savaşın meşruluğu tartışmalı olabilir. Ama İsrail ile Hizbullah arasında savaş vardır. İsyan ve o isyanın bastırılması sözkonusu değildir.

Sömürü sermayesinin oyunu işte buradadır. Savaşı isyana çevirmiş, cephe gücünü isyan gücüne dönüştürmüştür. Rüşvetleyerek dünya medyasını da bu konuda arkasına almıştır...

Şunu açıkça belirtmeliyiz ki; bir iktidar halkının üzerine silahlı saldırıda bulunur, asilerin yanında siviller de olursa, o artık terör olayı olmaktan çıkar, savaş durumuna dönüşmüş olur.

Irak’ta isyan varsa, Afganistan’da isyan varsa, bu isyan değildir; karşılıklı cephe savaşıdır.

ABD askeri saldırıda bulunmuştur ve savaş devam etmektedir. ABD buralara askerini yerleştirir, sadece tesbit ettiği suçluları yakalayıp cezalandırır duruma geçerse, havadan veya uzaktan saldırıda bulunmazsa, o zaman Irak ve Afgan halkına itaat etmek düşer. Ama bu ülkelerde böyle bir durum sözkonusu bile değildir.

İsrail ve Lübnan’da anarşi hakimdir. Mademki bombalar kullanılmadan suçlular bertaraf edilemiyor, artık orada ‘hukuk düzeni’ yoktur demektir. Bu konuya yarın da devam edeceğiz, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Lübnan’a asker göndermenin şartları

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.08.2006

Bu durumda Türkiye olarak biz ne yapmalıyız?

Kur’an ile tabiî ve sosyal ilimler çok açık bir şekilde bize ne yapacağımızı söylemektedir.

Önce aralarını ıslah etmeli ve barışı sağlamalıyız.

Yani; ülkelerinde “Adil Düzen”i tesis etmeleri için onları ikna etmeye çalışmalıyız.

Bu durumda ne ile karşılaşırız?

İki taraf da “Adil Düzen”i benimser, sorun biter. Hakemler yoluyla sorunlar çözülür.

Taraflardan biri “Adil Düzen”i yani hakemleri kabul eder, diğer taraf reddederse, biz kabul edenin yanında olacağız, etmeyenle savaşacağız.

Her ikisi de reddedebilir; ki büyük ihtimal budur.

O zaman sorumluluk bizden gitti demektir, bizim için rahatlık vardır.

Adil Düzen” ve barış istemiyorlarsa, zulümleri içinde birbirlerini kırsınlar; bize ne?!.

***

Lübnan’a hangi şartlarda asker gönderebiliriz?

Birleşmiş Milletler kararı ile Lübnan’da Barış Gücü yerleştirilecekse, biz -hem de bir bölge ülkesi olarak- asker gönderebilir miyiz?

Bunun için aşağıda sıralayacağımız şartlar gerçekleşmelidir.

1. Askerimiz anlaşmalar çerçevesinde Lübnan topraklarında yerleşecekse, Lübnan hükümetinin davetini almalıyız. ‘Gidiniz’ dediği zaman da hemen boşaltıp ülkemize geri gelmeliyiz.

2. Eğer Barış Gücü olarak konuşlanacak bölge İsrail devletinin sınırları civarında ise, o devletin de olurunu almalıyız. Yoksa tek taraflı olarak Lübnan tarafı olmuş ve onunla savaş durumuna düşeriz.

3. Görev kesin olarak ve açıklıkla belirtilmeli, ona göre yetkilerle donatılmalı, sorumlu da kendisi olmalıdır. Birliğe görevine karşılık ödenecek haklar da belli olmalıdır. Türk birliği ülke dışında başka bir komutanın emrine verilemez. Ulusların orduları birbirleriyle savaşmak için vardır. Geçici de olsa birlikte savaşamazlar. Bu sebepledir ki cephe savaşlarında bütün yetkiler cephe komutanına aittir. Galip gelirse barışı o tesis eder.

Askerler savaşsın, siviller masa başlarında ahkâm kessin!

Bu oyun zalim sömürü sermayesinin oyunudur.

Biz kesinlikle bu oyuna alet olmamalıyız.

4. Lübnan’a gideceklerin oradaki masrafları orada karşılanacaktır. Ayrıca, vergisiz her askerin evine ayda bin dolar karşılık verilmelidir. Eğer barışı sağlamak üzere giden bir asker orada öldürülürse, bir milyon dolar da şehitlik tazminatı verilmelidir. Bunu kimin karşılayacağı çok açık olarak bilinmelidir.

Zalim sömürü sermayesi silah satsın diye savaş çıkarılamaz.

O savaşı durdurmak için Türkler de ayrıca ölemez.

Biz bu oyuna da kesinlikle alet olmamalıyız.

5. Önemli bir husus da şudur:

Ülke savunmasında bütün vatandaşlar savaşa katılmak zorundadırlar. Kaçanlar öldürülür. Ama ülke dışında bir savaşa veya nöbete vatandaş zorlanıp gönderilemez.

Türkiye’de en az altı ay askeri eğitim almış kimselerden isteyenler, istedikleri komutanın emrinde birlik oluştururlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden de izin çıkarsa, o zaman Lübnan’a giderler.

Hiçbir vatandaş zorlanarak oraya gönderilemez. Gönüllülük temel prensiptir.

Yukarıda saydığımız maddeler “Adil Düzen”in doğal maddeleridir.

***

Kur’an karşılıklı ilişkilerde neleri emrediyor?

Sonuç mahiyetinde olmak üzere, Kur’an’ın insanlara emrettiği dört karşılıklı ilişki maddesini bu vesileyle hatırlatarak yazımıza son verelim.

1. Mü’minler her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar. Söyleyene değil, söylenene kulak verirler. Kendi akılları ile seçtikleri söylenen sözlerin en iyisine uyarlar.

2. Mü’minler iyilikte ve yararlılıkta yardımlaşır, kötülükte ve zararda yardımlaşmazlar. İyilerle değil, iyilikte yardımlaşırlar. Kişileri değil, işleri ayırt ederler.

3. Mü’minler kendilerini sevmeyenleri de severler. Kötülerle değil, kötülükle mücadele ederler. Kötülüğü yok etmek için çalışır, kötüleri de insan olarak sevdikleri için onları kurtarma uğraşı verirler.

4. Mü’minler insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmederler. Yakınları ve dostları da olsa haksızlık yapmazlar. Adalet temel esastır.

Lübnan’a işte böyleleri gitmelidir.

Komutan böyle bir komutan, asker böyle bir asker ise, işte o zaman Lübnan’a gitmelerine izin verilmelidir. Yoksa, o bataklıkta boğulmakta olanlarla birlikte biz de boğuluruz…

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Havalar sıcak ama…

Halkımıza deniz yasak!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.08.2006

 

Bu yaz havalar iyice ısındı. Bırakınız Akdeniz ve Ege’yi, Marmara ve Karadeniz bile çok sıcak…

Halk, yaşadığı yöre ve bölgeye göre, bu probleme kendince çare ve çözümler üretiyor ama…

Yasakçı zihniyet, her konuda olduğu gibi bu konuda da derhal halkın karşısına dikildi…

Serinlemek ve sağlık için denize girmek yasak!..

Ormanlarda hava alıp dolaşmak da yasak!..

Yani; halk için sağlıklı yaşamak yasak!..

***

 

Halkımızın deniz kampı yıkıldı!

Radikal Gazetesi başta olmak üzere, malum medya saldırıya geçti ve ‘Müslüman Türk Halkı’nın, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, denizden mahrum edilmesi için saldırıya geçti… İlgili haberleri ve sebepleri biliyorsunuz, onların detaylarına girmeyeceğim. ‘Bikini ve haşema’ başlıklı yazılar yazan sömürü sermayesinin sözcüsü malum medyadaki yazarlardan da bahsetmeyeceğim. Ama Radikal’den Haluk Şahin gibi güya ciddî bir gazeteci-yazar bile bu konuyu bu kadar kurcalıyorsa, bu işte bir bit yeniği ve maksat var demektir.

Haluk Şahin’in son yazılarını dikkatle izleyelim ve sonuca varalım:

‘Bikinili kıza saldırı ve basın’ (20.08.2006)

‘Karaburun’da öfke ve korku’ (23.08.2006)

‘İran’ın yükselişi ve Türkiye’ (25.08.2006)

Kronolojiye dikkat! Önce bikinili kıza saldırı… Sonra öfke ve korku… Ve Haluk Şahin fazla gecikmeden asıl baklayı ağzından çıkarıyor; İran’ın yükselişi ve Türkiye… İşte bütün mesele bu; yükselen İran, onunla baş edemeyen Batı ve İran’ın karşısına Batı adına baş etmek üzere dikilmeye çalışılan Türkiye

Meseleye daha açık bir perspektiften bakarsak; yükselen İslâm ve çöken Batı da diyebiliriz, ama…

Her neyse, biz asıl ‘havalar sıcak ama, mütedeyyin halkımıza deniz yasak’ konumuza dönelim. Haluk Şahin’in ‘İran’ın yükselişi ve Türkiye’ yazısının yayımlandığı gün (25.08.2006), onun gazetesi Radikal de, -büyük bir meydan muharebesi kazanmış gibi iftihar edercesine,- birinci sayfadan şu haberi yayımladı:

Şile’deki yaz kampı yıkıldı

Jandarma, Rufai tarikatına üye bir grubun (yani halkın) iki ay önce izinsiz olarak kurduğu Şile’deki kampa Radikal’de çıkan haberden sonra müdahale etti…

Kaçak kampı dün Radikal duyurmuştu.

Şile’de kamp kuran ve sahilin bir bölümünü kapatarak kimsenin geçişine izin vermeyen Rufai tarikatının çadırlarını dün jandarma yıktı... Jandarma kendilerine direnen 11’i kadın 25 kişiyi gözaltına aldı.”

Radikal’deki haber aynen böyle.

Radikal Gazetesi böyle diyor ama; biz bir de karşı tarafı, yani çadırları kuran ve bu sıcaklarda deniz nimetinden yararlanmaya çalışan halk tarafının görüşlerini inceleyelim, bakalım meselenin aslı neymiş.

***

 

‘Radikal’in iddiaları doğru değil, herkes gibi tatil yapıyoruz.’

Bir gazetede (Radikal) ‘Rufailer yaz kampında’ şeklinde yer alan haber üzerine, Şile Jandarması ve zabıta bölgeye giderek çadırları söktürdü. İstanbul’un yaz sıcağından kaçarak denize girmek için Şile sahillerine kamp kuran bir grup Sultanbeyli sakininin çadırları tarikatçılık suçlamasıyla söküldü. Çadırların sahibi olduğunu söyleyen Ömer Çağıl, Haziran ayında kurduğu çadırlarda akrabaları ile mahallelerindeki komşularını ağırladıklarını söyledi. Çağıl, “Bu çevrede yüzlerce çadır var. Bizim de beş çadırımız vardı. Bizler muhafazakar insanlar olduğumuz için kadınlar ayrı yerde, biz ayrı yerde denize giriyoruz. Kimsenin de denize girmesine engel olmuyoruz.” diye konuştu. Hazine arazisine çadır kurmak için kimseden izin alınması gerekmediğine dikkat çeken Çağıl, “Buraları ele geçirmek isteyenler bizim varlığımızdan rahatsız olup şikayet etti.” dedi. ‘Gece toplu namaz kılıyorlar’ eleştirilerini gülünç bulduklarını belirten kamp sakinleri, “Yatsı namazını cemaatle kılıyorduk. Namaz kılmak ne zamandan beri suç?!.” diye sordu.

Şile Belediye Başkan Vekili Uygun Denizci ise ilçenin 100 km’lik bir sahil şeridine sahip olduğunu belirterek, “Bu sahillerde yüzlerce çadır kampı bulunuyor.” dedi. Kamp yerlerinin denetimleri dışında olduğunu belirten Denizci, şunları söyledi: “20 yıldır buralarda kamplar kurulur. Hazine’nin arazisine bilgimiz dışında kurulmuş kamplardır. Kimsenin görüşünü, fikrini sorma yetkimiz yok.”

‘Hazine arazisi’ kelimelerinin altını özellikle ben çizdim. Vatan savunması için asker olan ve gerektiğinde gazi veya şehit olan halk; ama vatanın en basit nimetlerinden, mesela denizden yararlanmaya gelince, mütedeyyin halkın çadırları söktürülüyor, yani, mütedeyyin halkımıza denize girmek yasak!

Üstad Mehmed Şevket Eygi, dün (28.08.2006) konuyu “Dindarların Kampları Başlarına Geçirilmiş” başlığı altında, kendine has üslubu ile yazdı. Meseleyi bir de oradan tekrar okuyabilirsiniz. M. Şevket Eygi’ye ufak bir katkı: Cumhuriyetin ilk yıllarında tarikatlar muvakkaten sadece kapatıldı, ama yasaklanmadı

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1424 Okunma
2-2006 Şubat
1213 Okunma
3-2006 Mart
1294 Okunma
4-2006 Nisan
1240 Okunma
5-2006 Mayıs
1273 Okunma
6-2006 Haziran
1190 Okunma
7-2006 Temmuz
1514 Okunma
8-2006 Ağustos
1452 Okunma
9-2006 Eylül
1461 Okunma
10-2006 Ekim
1321 Okunma
11-2006 Kasım
1401 Okunma
12-2006 Aralık
1229 Okunma

© 2024 - Akevler