Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1214 Okunma
2006 Şubat

 

 

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

ŞUBAT 2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Onlar parmaklarını kulaklarına tıkarlar!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.02.2006

Kur’an, “Onlar parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” (Bakara, 2/19) diyor.

Gök gürültüsüne, gök gürültüsü gibi güçlü gerçeklere, her gün haykıran hakikatlere, yapılan bütün uyarılara karşılık, onlar ne yaparlar biliyor musunuz? Parmaklarını kulaklarına tıkarlar! Böylece gerçeklere karşı kendilerini koruyacaklarını sanırlar. Halk dilinde bunu yapanlar devekuşuna benzetilirler. Kimler? Başını kuma gömmekle bedenlerini koruyacaklarını zannedenler.

Birçok olaylara karşı, işte böyle -parmaklarını kulaklarına tıkamak gibi- görünürde tedbir alırlar ve meselelerin hallolacağını, işlerin çözüme kavuşacağını zannederler. Enflasyonun düşmesi, güya para değerinin korunması, borsadaki değerlerin yükselmesi ile işlerin yolunda gittiğini sanırlar; zavallılar!   

Hani bazen muziplik olsun diye oyun oynarız. Odanın sıcaklığını gösteren termometrenin haznesini ısıtırız. Termometre o zaman sıcaklığı otuz-kırk derece olarak gösterir. Ama o suni ısınma içerideki ve dışarıdaki (mesela iç ve dış borçlardan, mesela işsizlikten oluşan) dondurucu soğukluğu ortadan kaldırmaz.

Finans ekonomisi, mali ekonomi yahut parasal ekonominin düzelmesi reel ekonomiyi gösterirse o zaman işe yarar. Reel ekonomi üretim yapmaktadır, çalışmaktadır, emeği iyi bir şekilde düzenlemektedir demektir. Para bunu yaptığı müddetçe paradır. Üretim yapıldığı için fiyatlar ve enflasyon düşerse, işte o zamanki çözüm çözümdür. Yoksa, şayet üretim yapmazsa, paranın değeri ne olursa olsun, ne işe yarar?

Onlar, olayları tahlil etmeden, asıl sebepleri bilmeden, alınması gereken tedbirleri almadan, gerçekçi tesbit ve teşhisler yapmadan, asıl olması gereken tedavi ve çözüm reçetelerini uygulamadan, zulüm nizamı, hortumcu düzen, rant ekonomisi içinde iyi ve doğru işler yapacaklarını iddia ederler!

Düşman gökten bomba, ateş, hastalık, kimyasal zehir gibi nice ölüm yağdırmaktadır. Bunlara karşı tedbirler alacaklarına, kulaklarını tıkayıp ses çıkarmamak suretiyle batmaktan, yok olmaktan, ölümden kurtulacaklarını sanırlar. Gerçekleri, tedavi reçetelerini, çözüm önerilerini duymamazlıktan gelerek sorunların çözüleceğini sanırlar. Türkiye bugün işte tam da bu durumdadır.

*

Türkiye’nin dört temel sorunu

1. ‘Borçlar artmakta ve Türkiye Osmanlılar gibi ölüme doğru gitmektedir.’ diyorsunuz.

‘Borçların millî hasılaya nisbeti artmamaktadır.’ diyorlar!

2. ‘İşsizlik boşa giden ve heba olan bir enerjidir. Türkiye bu sebeple borçlanmaktadır.’ diyorsunuz.

‘Bu elli yıldır böyledir, borç yiğidin kamçısıdır.’ diyorlar!

3. ‘Bu basın, bu medya dışa bağımlıdır, millî basın oluşmamıştır, gelin medya kooperatifleri kurarak millî medyayı oluşturalım.’ diyorsunuz. ‘Bu dediğiniz mümkün değildir.’ diyorlar!

4. ‘Mahkemeler yani adalet mekanizması çökmüştür, davalar on yıl sürüyor, yargı etkinliğini kaybetmiştir, artık bağımsız değildir, haydi düzeltelim, hakemlik sistemini getirelim.’ diyorsunuz.

‘Biz öyle bir parti değiliz, biz millete öyle bir söz vermedik, biz bir şey yapamayız.’ diyorlar!

Ya ne söz verdiniz; “Adil Düzen” yerine “zalim düzen”in devam etmesini mi?!.

Türkiye’nin dört temel sorunu neymiş? 1. Borçlar, 2. İşsizlik, 3. Medya ve 4. Adalet.

Bu sorunlar onların iktidar döneminde üç yıldır yerinde duruyor mu? Duruyor.

Onlar çözüm için yapılan önerilere karşılık ne yapıyorlar? Parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar!

‘Gelin, ülke kurtulsun, gerekenleri yapalım. Çalışana yani emeğe kredi verelim, üretim başlasın ve işsizlik yok olsun’ diyorsunuz; onlar duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar!

‘Ülkenin faizli borçlarını faizsiz iştirake çevirelim, Osmanlılar gibi borç batağında batmaktan kurtulalım’ diyorsunuz, ama; parmakları kulaklarına tıkalı olanların duymaları ne mümkün!

*

Adil Düzen Medeniyeti hâkim olacak

Bütün bu yaptıklarını da akılları sıra iktidarda kalmak, Menderes’in durumuna düşmemek, siyaset sahnesinden atılmamak korkusuyla yapıyorlar. Oysa bu vurdumduymazlık, bu körlük, bu sağırlık onları batışa, yok oluşa ve ölüme doğru götürüyor; haberleri yok! Ama korkunun ecele faydası var mı? Korktukları başlarına gelecektir. Yıldırıma karşı tedbir almıyor da, gürültüye karşı kulaklarını tıkayarak kurtulacaklarını sanıyorlar; hidayeti kararmış olan bu zavallı akılsız ahmaklar! Olan nedir?

Yaptıkları ‘ameli fasitler’ birileri tarafından onlara her nasılsa ‘ameli salih’ imiş gibi gösterilmektedir.

Oysa, bu zalim hortumcu düzenin ve rant ekonomisinin kökünden değişmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki; ki bâtıl düzen olan kapitalizm ve sosyalizm dünyayı dümdüz etmiştir. Nasıl yaşlanmış meyve ağaçları sökülüp yenileri dikilirse, dünyada yaşlanmış düzenler de sökülüp atılacaktır. Bunu yapmak için belli bir mühlet verilmiş ve bu da sonuçlanmıştır. Nitekim sosyalizm sökülüp atıldı bile. Batı uygarlığın oluşması için sermaye terakümüne ihtiyaç vardı ve bu da ancak faizle mümkün olurdu. Bugün bu uygarlık gerçekleşmiş, artık faizli müesseselere ihtiyaç kalmamıştır.

Bundan sonra yeryüzüne “Adil Düzen Medeniyeti” hâkim olacaktır. Millî Görüşçüler artık vakti gelen bu medeniyeti ülkemizde ve yeryüzünde hükümran kılacaklardır.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Mal varlığı beyanı” mı dediniz?!. - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.02.2006

Zaman gazetesinin yazar ve editörleri, özellikle Necmettin Erbakan, Saadet Partisi ve Millî Gazete sözkonusu olduğunda, üzerlerine özel vazifeymiş gibi farklı bir tavır ve üslup sergiliyorlar. Artık açıkça itiraf etmeliyim ki, ilk kurulduğu ve daha sonraki bazı dönemlerde yazılarımın yayımlandığı bu gazetenin bu tavır ve üslubu, beni bile epey rahatsız ediyor. Ne hikmetse, dünyada herkesle diyalog’ fırtınası yaşayan bu grup, bizimle diyaloga girmek bir yana, tam aksi yönde elinden geleni esirgemiyor! Acaba neden? Yoksa, bu üslup, tavır ve tutumlarının sebebi, gerçekten de yukarıda işaret ettiğim üzere ‘özel görevleri’ midir?

Bugünlük bundan başka bir şey sormuyorum; ama…

Bu yazımı aslında daha önce yazmıştım. Ama, 5 Şubat Pazar günü Zaman gazetesinde Hasan Sutay’ın Millî Gazete ve Erbakan Hoca ile ilgili yazısını görünce, bu bölümü yazımın başına ekleme ihtiyacı hissettim.

Hasan Sutay Zaman gazetesi yazarı olması yanında, aynı zamanda gazetenin ‘Okur Editörü’ görevini yürütüyor. Bir yazar olarak, bütün gazeteler gibi Zaman gazetesini de dikkatle okuyorum. Sadece Millî Gazete yazarı ve Millî Görüş mensubu olarak değil, ‘sade bir okuyucu’ olarak da, Zaman gazetesinin bizimle ilgili genel tavır, tutum ve üslubunu en hafif ifadeyle ‘dengeli, adil, insaflı ve uygun bulmadığımı’ belirtmeliyim.

Sayın Hasan Sutay; Sayın Ekrem Dumanlı! Şimdilik bu kadarcık yazdıklarımla bile, başta Millî Görüş camiası olmak üzere, binlerce Zaman gazetesi okurunun hissiyatına da tercüman olduğuma inanıyorum.

Zaman gazetesi yazarı ve ‘Okur Editörü’ Hasan Sutay’ın yazısının ilgili bölümünü, başlığı ile birlikte aşağıda aynen aktarıyorum:

*

Millî Gazete mal varlığı tartışmasını neden görmedi?

Gazeteler içinde en şiddetli muhalefeti hangisinin yaptığını sorsalar; benim cevabım Milli Gazete olurdu. Bu gazete, Necmeddin Erbakan Hoca’nın yargılandığı ‘Kayıp trilyonlar’ davası sürerken AK Parti iktidarından destek isterken bile, acımasız eleştirilerini sürdürdü. Fakat, gazete Erbakan Hoca’nın bu davasına dair tek satır bile yazmadı. Kendilerine göre makul ve haklı bazı gerekçeleri olabilir. Yine de ben gazete okurunun tavrını merak ettim. Düşünün, gazeteler birinci sayfalarında çarşaf çarşaf haber yayınlıyor, televizyonlarda ana haber bültenleri bunları anlatıyor ve siz bunu gündeminize almıyor ve yok sayıyorsunuz. İzahı oldukça zor bir tavır. Bundan sonrası da daha ilginç; Hükümetle ilgili en küçük bir bahaneyi bile eleştirmek için kullanan gazete, nedense Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la ilgili mal varlığı tartışmalarına da hiç değinmedi. Belki de boş yere çene yormak istememişlerdir.” (Zaman, Turkuaz, 05.02.2006)

Sayın Sutay! Biz medyadaki o seviyesiz mal varlığı ve benzeri tartışmaları hep gördük, bundan sonra da görmeye devam edeceğiz. Ama biz Millî Görüş ve Millî Gazete mensupları olarak meselelere her zaman bir kısım medyadan farklı bakıp farklı şeyler görür ve yazarız. Hatırıma gelmişken sorayım: Sahi, sizin eskiden ana sloganınız ‘farklı gazete’ idi; şimdi her şeye umum medya gibi bakar oldunuz. Acep nedendir?!.

Her neyse, sadede gelelim. Mal varlığı tartışmalarına katılıp katkıda bulunmamızı mı istediniz?

Buyurun, alın size, ‘mal varlığı tartışması’ veya ‘mal beyanı yazısı’.

Başka yazılar isterseniz, hiç merak etmeyin, onları da yazarız; emriniz olur!..

*

Kayıt dışı ekonomi sayesinde yaşıyoruz

Güya ülkeyi yönettiklerini zanneden zavallı konumundaki birileri, asıl yapmaları gereken görevlerini yapamayınca, milleti kayıkçı kavgaları ve polemiklerle uyutmaya devam ediyorlar... Kuş gribi bahanesiyle tavuklarımız vahşice telef edilince, kendileri adeta onların yerine akılları sıra bir şeyler yumurtluyorlar...

Neymiş; gariban fakir halkımızın önünde “mal varlığı beyanı” yarışı yapıyorlar!..

Bilmiyorlar ki, “mal varlığı beyanı” ancak reel ekonominin olduğu bir ülkede bir anlam ifade eder.

İstanbul’un %75’i imar dışı inşaata tâbidir. Binaların çoğunluğu şuyulu arsalar üzerinde oturmuştur. Ülkemizin her köşesinde her gün yapılan alışverişlerde KDV’nin ancak %10’u ödenmektedir. Verilen taşınmaz mal beyanları gerçek değerinden en az %80 tenzilatlıdır. Kişisel mülkiyetin yerini ‘aile mülkiyeti’ almıştır...

Batı dünyasının insanlığı geri bırakıp gelişmemesini önlemek için icad edip ülkelere dayattığı vergi ve faizler o derece musibet hâline gelmiştir ki, halk bir türlü “kayıtlı ekonomi”ye girememektedir. Adil olmayan vergi ve zorunlu sigorta mükellefiyeti halkı kaçakçılığa zorlamaktadır. Mesela, halkımız gerçek beyanlarda bulunacak olsa, ülkemizdeki tüm işletmeler iki sene içinde iflas eder. Bu ‘zalim ekonomik düzen’de halkımız ve işletmeler ancak “kayıt dışı ekonomi” ile yaşayabilmektedir.

Türkiye bugün işsiz ise; Türkiye borçlu ise; Türkiye’de yargı bağımsızlığı yoksa; Türkiye’de millî medya oluşmamışsa; bütün bu olumsuzlukların tek sebebi “kayıt dışı ekonomi”dir. Ama, iyi bilinmelidir ki, Türkiye bugün hâlâ yaşıyorsa, işte, yine bu “kayıt dışı ekonomi” sayesinde yaşamaktadır. Genel durum bu olmasına rağmen, herkes bu gerçekleri görmemezlikten gelmekte ve düzelmesi için gereğini yapmamaktadır.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Mal varlığı beyanı” mı dediniz?!. - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.02.2006

İnsanları “mal beyanı”na icbar etmeden önce, halkımızı “zulüm düzeni”nden çıkarıp “Adil Düzen”e kavuşturmak gerekmektedir. Halkımızı haksız vergi ve faizin altında ezilmekten kurtardığımız zaman “kayıtlı ekonomi”ye geçebiliriz. Sadece kayıtlı ekonomiye geçildikten sonra “gerçek mal beyanı”nda bulunabilirsiniz.

Ülkenin başka hiçbir derdi kalmamış, hepsi çözüme kavuşturulmuş ve şimdi de sıra Sayın Başbakan ve Sayın Baykal’ın “mal varlığı beyanı”na gelmiş! Elbette bu kişiler de herkes gibi bir şeyler beyan edebilirler. Ancak, onlar da her sade vatandaşın her gün kaçırdığı kadar vergi kaçırmaktadırlar. Mesela, 400 000 YTL değerindeki bir binayı satacak olursanız 30 000 YTL ‘bina alım-satım vergisi’ ödeyeceksiniz. Aynı binayı on sene elinizde tutsanız bir 30 000 YTL de ‘emlak vergisi’ ödersiniz. Bu kadar para elinizden çıkmış olur.

Güya, şimdi mal beyanında bulunacaklar! Oysa, ülkemizdeki tapular onda bir değerle gösterilmiştir! Ayrıca, ülkemizdeki taşınmazların değeri bir sene içinde yüzde yüz bile artmış olabilir. Böyle bir durumda, mesela Sayın Başbakan bir sene içinde yüzde yüz zengin olmuştur; Sayın Baykal da öyle! Sadece onlar değil, her taşınmazı olanın durumu böyledir. Ama şimdilik kurban olarak Başbakan ile Baykal seçilmiştir.

Bu mesele burada bitmeyecek, bu yolla açılan kanaldan bakanlar, generaller, yüksek yargı organları, rektörler, milletvekilleri ve benzerleri hep şaibeli hâle getirilip saldırılacak, böylece ülkemiz tam bir anarşiye sürüklenecek. İyi-kötü varolan mevcut istikrarın çökmesi ile ülke tam bir kaosa sürüklenecektir.

2006 yılı deneme yılıdır. Önce, böyle çıkışlarla denemeler yapılacak, kişilerin ve kurumların ne gibi reaksiyonlar verecekleri öğrenilecek, sonra bu verilere dayanarak 2007 yılında asıl saldırıya geçilecektir…

“Bundan dolayı bütün partiler; iktidar partileri, muhalefet partileri, isim partileri bir araya gelerek bu saldırılara karşı tedbirler almalıdırlar.” diyor ve herkesi uyanık olmaya dâvet ediyoruz.

*

Alınması gereken tedbirler

Bu saldırılara karşı alınması gereken tedbirler nelerdir?

1) Kayıtlı ekonomiye geçmeden önce kimse mal beyanına zorlanmamalıdır. Mal beyanında bulunmaya zorlama yasaklanmalıdır. 2) Adil Düzen Anayasası kabul edilerek kayıtsız ekonomiden kayıtlı ekonomiye geçilmelidir. 3) Bir genel af çıkarılarak, mâli ve askeri suçlar dışında verilen siyasi cezalar affedilmelidir. 4) Mal beyanları kişinin lehine haklar doğurmalıdır. Malı olanlara kredi açılmalıdır. Malı olanların malları bedelsiz sigortalanmalıdır.

Bir kimse yüksele yüksele orgeneralliğe gelmişse, onun hazineden mal edinmesini meşru saymalıyız. Bir kimse ‘lider ve önder’ olarak milyonların oyunu almışsa, onların zengin olmalarını da meşru saymalıyız.

İnsanlara, ülkeye, Türkiye’ye hiçbir hizmeti bulunmayan, ilmi olmayan, rütbesi olmayan kişiler rüşvet ve hortumlarla milletin mallarını yığa yığa ‘tekel sermaye’ oluşturacak ve bu suç teşkil etmeyecek, onlardan “mal beyanı” sorulamayacak, ticari sır(!) diye gizli tutulacak, ama diğerleri soyulup çıplak bırakılacak!..

Mal beyanına bütün vatandaşlar istisnasız tâbi olmalı, bu mallar “altın değeri” ile hesaplanıp yazılmalıdır. Kaynağı belli olmayan bir serveti devlet korumayacaktır. Sayın Başbakan’ın beyan dışı kalmış bir mal varlığı varsa yağmalansın; ne var ki, sadece onun değil, herkesinki yağmalansın. Beyan YTL üzerinden değil; “Benim şu arsam var, benim şu evim var.” şeklinde olmalıdır. Değer ise her zaman değişebilir.

Hukuk kişileri ve zümreleri ayırmaz. Herkes mal beyanında bulunmak zorunda ise başbakan da beyanda bulunmak zorundadır. Bu kural hukukun temel kuralıdır. İkinci kural, sosyal grupların kamu adına dava açma hakkı olmalıdır. Mesela, Doğru Yol Partisi, Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın mallarını haksız yere çoğalttığını iddia eder ve ispat ederse, gerekli ceza verilir. Ama basının veya falanın-filanın ağzına geleni itham edip suçlamasına izin verilmemelidir.

Suçu isnat eden onu ispatlamalıdır. İspatlayamazsa, “müfteri” kabul edilerek cezalandırılmalıdır.

*

Türkiye’nin temel sorunu nedir?

Türkiye’nin temel sorunu “yargı sorunu”dur. Yargı basın ve yayının baskısı altındadır. Yargı medyanın baskısı, medya sermayenin baskısı, sermaye dış sermayenin yani onun ülkemizdeki uzantısı olan sömürü sermayesinin baskısı; ve elbette medya yazarları da onun baskısı altındadır...

Yansız, etkin ve saygın yargıyı oluşturmadıkça, onu da basın-yayının saldırısına karşı koruyamadıkça; insanları “mal beyanı”na zorlamak sadece anarşiyi dâvet eder. “Yansız, etkin ve saygın bağımsız yargı” demek, “hakemlerden oluşan yargı” demektir. Bugün hâlen câri olan mevzuatımızdaki “bilirkişilik ve hakemlik müessesesi”ni harekete geçirmeliyiz. Bilirkişileri hakimler değil, taraflar seçmelidir. Baş bilirkişiyi de iki bilirkişi seçmelidir. Bunun sağlanması için Adalet Bakanı’nın bir genelgesi yeterlidir.

AK Parti kendisini ve ülkeyi kurtarmak istiyorsa, “Adil Düzen” çözümlerine kulak vermek zorundadır. Batmak istiyorsa, o zaman bir diyeceğimiz yok; zaten batıyor... Ocak ayı başında başlayan “Kuş Gribi” ve diğer daha nice sorunlardan sonra, son olarak ortaya çıkan “Mal Beyanı” tartışmaları ile batmaya başladı bile... “Batacaksa batsınlar, bize ne!” diyemiyoruz, çünkü kendileriyle birlikte ülkeyi de batırıyorlar...

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail, İran ve BOP   

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.02.2006

İsrailoğulları dünya sahnesinde yer almaya başladıkları tarih boyunca, fitne çıkarma kabiliyetleri sayesinde diğer kavimleri birbirine düşürerek kendileri denge sağlamışlardır. Bu yüzden Hıristiyanlık yeryüzüne gelmeden önce iki defa sürülmüşlerdir. Bu sürgünler onların aleyhinde olmamış, bu sayede dünyaya yayılmışlar, bu sayede insanlıktan o günkü medeniyeti öğrenmiş ve öğretmişler, insanlık arasındaki ilişkileri kurmuşlardır. İnsanlıkta zamanla daha da gelişen haberleşme, ulaşım, alış-satışlar yani ticaret ve görüşmeler onlar vasıtasıyla daha çok yaygınlaşmıştır.

Haçlı Seferleri’nden sonra Avrupa zenginleşmeye başlamış, oluşan kentler hızla gelişmeler kaydetmiş, bu arada ticaret daha da yaygınlaşmıştı. İsrailoğulları geçmişteki ticaret ve bilgi birikimleri sayesinde Avrupa’ya hakim olmuş, Müslümanların başlattıkları ilmî verilerden de yararlanarak dünyayı yüzlerce yıl sömürmüşlerdir. Bu sömürü hâlen devam etmektedir…

Yahudiler bu sömürüyü nasıl gerçekleştirmişlerdir?

1- Kendi aralarında ‘faiz’ uygulaması haram olduğu halde, diğer insanlara faiz uygulamayı meşru görmüşler, bu sayede sermaye sahibi olmuşlardır. Yahudi sömürü sermayesinin ana kaynağı budur.

2- Yahudilerin insanlar arasında ‘fitne’ çıkarma kabiliyetleri vardır ve bu özelliklerini tarihleri boyunca hep kullanmışlardır; hâlen kullanmaya devam etmektedirler. Çağımız dünyasındaki karışıklıkların ana müsebbibi onlardır.

3- Masonlar eliyle dünyadan ham madde topluyor, Avrupa’da Hıristiyanlara işleterek mamul hâle getiriyor ve yine masonlar eliyle dünyaya satıyorlardı. Yahudilerin güdümündeki bu mekanizma günümüzde zayıflamış olsa da, devam etmektedir.

4- Yahudiler yani İsrailoğulları, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çıkardıkları savaşlarla yüzyıllarca sömürü dengesi gerçekleştirmiş ve bunu korumuşlardır.

*

BOP’un çıkış sebebi

1897’de İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları I. Yahudi Kongresi’nde ‘dini bölünme’ yerine ‘rejim bölünmesi ve rejim savaşları’ dönemini ortaya koymuşlar, dünyaya komünizm musibetini musallat etmişler, insanlığı iki blok hâlinde çatıştırmışlar, bir yüzyılı da böylece götürmüşlerdir.

Gorbaçov SSCB yani Sovyetler’de Yahudilerin kontrolleri dışında yeni bir devrim gerçekleştirdi. Bu devrim sayesinde eski demir perde ülkelerinin merkezinde ‘yeniden yapılanma hareketi’ ile ‘rejimler arası savaşlar’ yani ‘Soğuk Savaş’ dönemi sona erdi.

Bunun üzerine Yahudiler kendilerine yeni bir denge aramaya başladılar.

Bu yeni denge dünyayı coğrafi olarak ikiye bölmek olarak öngörülmektedir.

İşte, son yıllarda Ortadoğu merkezli çatışma ve savaşların ana sebebi budur. BOP/ Büyük Ortadoğu Projesi [veya BİP/ Büyük İsrail Projesi] adı altında bir çalışma başlatılmıştır. Bu projeye daha değişik isimler altında da kılıflar uydurulmakta, ‘barış ve demokrasi ihraç edildiği’ iddia edilmekte, dünya kamuoyu böyle aldatılmaya çalışılmaktadır. Bu arada maalesef ülkemizde olduğu gibi ‘müttefik’ veya ‘stratejik ortak’ adı altında yerli işbirlikçiler de bulunmakta ve bu işe âlet edilmektedir. AKP iktidarının ortaya çıkışını ve devamını bir de bu pencereden bakarak değerlendirmek gerekir.

*

BOP’un ana hedefi

Bu projenin ana hedefi nedir? Biraz da bunun üzerinde duralım.

Ana hedef, Ortadoğu’da 10 milyondan büyük devlet bırakmamak, o devletleri de silahsızlandırmak… İsrailoğullarını yani İsrail devletini ise atom, biyolojik, kimyasal, konvansiyon dahil her çeşit silahla donatmak. Ortadoğu’daki bu yapılanma yani Ortadoğu Birliği sayesinde dünyayı yeniden doğu-batı olarak bölmek, böylece insanlığı sömürmeye ve yönetmeye devam etmek...

Bunun gerçekleşmesi için öncelikle bölgedeki büyük Irak, Suriye, İran ve Türkiye devletleri parçalanmalıdır. Orta Asya zaten parçalanmıştır. Afganistan müdahalesi bunun için yapılmıştır.

3 Mart tezkeresi ile Türkiye’de hedeflenen bu idi. Önce ‘Irak’a müdahale edeceğiz’ bahanesi ile Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını işgal edip projeyi devam ettirmek… Sonra Irak ve Türkiye’den İran’ı vurmak... Sonunda İran’ı başka kanallardan silahlandırıp Türkiye ile savaştırmak…

Ancak, hesapta olmayan bir şey oldu ve Irak’ta beklenmedik bir direniş ile karşılaşıldı.

Genel olarak Iraklılar direnmeye ve Şiiler Irak’ta hâkimiyeti elde etmeye başladılar. Bu durumda, İran’ı işgal etmeden Irak’ın işgal edilemeyeceği görüşü ABD’de hâkim olmaya başladı.

Bu önemli konu üzerinde durmaya devam edeceğiz.

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye ve İran ne yapmalı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.02.2006

Şimdilik genel duruma bakıldığında görüldüğü kadarıyla, 2006’da bir savaş tehlikesi yok gibi görünmektedir. Ama ABD-İsrail-İngiltere üçlü çetesi ile onlarla müttefik olmayı kabul edenler boş durmuyor, yeni planlar yapıyorlar. İşte bunların ortaya koyup dünyaya dayatacakları yeni plan çerçevesinde 2007’de ilk işgal edilecek ülke İran olacaktır… Arkasından Suriye işgal edilecek… Onun arkasından da Türkiye

Madem sözü Türkiye’ye kadar getirdik, konuyu biraz detaylandıralım ve bu planları yapanların neler düşündüğünü tahmin etmeye çalışalım. 1- Türkiye parçalanacak ve doğuda Kürdistan devleti kurularak Ortadoğu birliğine dahil edilecek… 2- İç Anadolu’da küçük bir Türk devletinin kalmasına izin verip vermemesi Türkiye’nin tutumuna bağlı olacak... 3- Batıda Bulgaristan ve Yunanistan birleştirilerek Bizans ihya edilecek… 4- Kuzeyde Gürcistan ve Ermenistan birleştirilerek Pontus devleti kurtulacak… Bunlar Ortadoğu birliği dışında tutulacak...

Biz bunları sadece bugün değil, senelerce önce de söyledik ve yazdık. Şayet onlar böyle düşünüyor ve bu planları yapıyorlarsa, -ki yapıyorlar-; bu durumda Türkiye ne yapmalıdır? Biraz da meselenin bu boyutu üzerinde duralım.

*

Türkiye ne yapmalı?

Türkiye bu durumda ve Ortadoğu’da gerçekleştirilmeye çalışılan müdahaleler konusunda neler yapmalıdır? Türkiye, ABD ile müttefikleri ve bütün insanlığa şu teminatları vermelidir.

1- Türkiye Ortadoğu’daki savaşların dışında kalacaktır. Türkiye’siz Ortadoğu’da herhangi bir yapılanma gerçekleştirilebiliyorsa gerçekleştirilsin; Türkiye her yeni durum ve merhalede politikalarını yeniden gözden geçirecektir. 2- Türkiye şimdilik tarafsız kalacak, ne ABD ve ne de Ortadoğu devletlerinin yanında olacak, ‘saldırmazlık’ anlayışı içinde tarafsızlığını muhafaza edecektir. 3- Şayet Ortadoğu devletlerinden herhangi biri Türkiye’yi herhangi bir savaşta taraf olmaya zorlarlarsa, o günkü durumu değerlendirecek; ama, ABD ve müttefikleri Türkiye’nin kendilerinin yanında olmasına zorlarsa, Türkiye o zaman kesin olarak Ortadoğu devletlerinin yanında yer alacaktır. 4- Avrupa Birliği devletleri, Çin, Rusya ve Hindistan gibi büyük devletler ABD’nin yanında yer alsa bile; şayet hava saldırısına uğrarsa, Türkiye önce Suriye ve Irak ile birlik olur, oradan da İsrail’i işgal etme hakkını kendisinde görür ve Türkiye bunu ‘yaparım’ dedi mi, yapar.

Türkiye bir nota ile bu genel politikasını ABD-İsrail-İngiltere ve müttefiklerine bildirecek, ondan sonra oturup tarafsızkalarak bekleyecektir...

-Bu arada Türklerin dünyaca meşhur ‘ya istiklâl ya ölüm’ esasını her Türk ve elbette bütün dünya bu vesileyle yeniden hatırlayacak, hatırlatacak...

-Başta ABD-İsrail-İngiltere ile müttefikleri ve bütün insanlık bilsin ki, ülkenin her karış toprağı ulusun kanıyla sulanmadıkça Türkiye teslim edilmeyecek...

*

İran ne yapmalı?

Her şeyden önce komşumuz ve dünyanın bu en hassas bölgesinde yüzyıllardan beri kader birliği içinde olduğumuz kardeşimiz İran’a ‘şimdilik’ sadece bazı tavsiyelerde bulunmalıyız.

1- İran varlığını korumak istiyorsa, Kur’an İslâmiyet’ine dönmeli, Kur’an’a göre hazırlanacak ülke ve insanlık anayasasına göre ülkesini yeniden yapılandırmalıdır.

2- İran atom araştırmalarını derhal durdurmalıdır. Çünkü İslâmiyet saldırgan değildir. Saldırı savaşı yapmaz, doğrudan kılıç veya süngü ile savaşı götürür ve yener. İran sadece savunma ordusuna sahip olmalıdır. İran’ın askeri bakımdan atoma ihtiyacı yoktur. Şimdilik nükleer enerji olarak da ihtiyacı yoktur, çünkü petrolü ve doğal gazı vardır.

3- İran İsrail devleti aleyhinde beyanlarda bulunmamalıdır. Ancak, İsrail de haddini bilmeli ve hudutları aşmamalıdır. İsrail hudutları dışına taşarsa İran devreye girmelidir. Kur’an’a göre; Dicle ile Nil arasındaki yerler Hazreti Musa’ya değil, Hazreti İbrahim’e vaat edilmiştir.

4- En önemlisi, İran kendisini İsrail’i karadan işgal edecek şekilde hazırlamalıdır. Bunu o toprakları bombalamadan ve tahrip etmeden yapabilmelidir. Eğer ABD İran’a saldırırsa, o zaman İran, Irak ve Suriye üzerinden İsrail’e kadar gitmelidir. Bunun için ABD ordularını Irak’tan ve Körfez’den kovmalı veya orada gömmelidir. İran saldırıya uğradığında buna hakkı olur, gücü de yeter. Saldırıya uğradığını uluslararası hakemler aracılığı ile tesbit ettirmelidir.

Bir hususu daha belirtmekte yarar vardır.

ABD, bazı sebeplerden dolayı düşündüklerini yapamaz, yapsa da başarılı olamaz.

1- Ortadoğu’daki İslâm nüfusu 300 milyon civarındadır. Oysa İsrail’in buradaki Yahudi nüfusu sadece 5 (beş) milyondur. Yahudiler bu kadar küçük nüfusları ile Ortadoğu’ya hükmedip yönetemez. Sadece Filistin’i bile yönetemiyor!

2- Devletlerarası silah yasağı bir şey ifade etmez. Karşılıklı cephe çatışmasında kullanılan silahları herkes yapabilmekte, hattâ harekât zamanında bile hazırlanmaktadır. Son savaş cephe savaşıdır ve bu savaşta Müslümanlar hep galip gelir.

3- Amerika Birleşik Devletleri’nin halkı uyanmaktadır. Yakında, Amerikan halkını da sömüren Yahudi sömürü sermayesi ABD’deki hakimiyetini kaybedecek ve ABD’yi saçma savaşlarda kullanamayacaktır.

4- İngiltere dışındaki AB ülkeleri, Rusya, Çin ve Hindistan birleşip ABD’ye engel olacaklardır. Şimdilik sessizce direniyorlar...

İran ve Türkiye’nin yapacağı şey, teslim olmadan savaşlara girmemek ve beklemek olmalıdır. İşgale uğrasalar bile, -tarih boyunca olduğu gibi- işgalciler kısa zaman sonra buraları terk etmek zorunda kalacaklardır.

 

 

***

 

 

 

 

 

İşsizlik, açlık ve faiz   

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.02.2006

Sanayileşme inkılâbı gerçekleşmeden önce insanların çoğu kendi ürettiklerini sadece kendileri tüketiyorlardı. Avcılık ve göçebelik zamanında dahi yaşama toprağa dayanıyordu.

Tarım döneminde zaten herkes kendi toprağında çalışıyor ve yaşıyordu. Tarımla iştigal eden insanlar artan mahsulü satıyor, onunla üretemediği malları satın alıyordu. Toprak darlığı dışında, insanlar bu dönemde geçim sıkıntısı ile karşı karşıya değildi. Toprak savaşları ile nüfus dengeleniyor, böylece hayat devam ediyordu.

Sanayileşme yeni bir yaşama biçimini ortaya koydu. Artık kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Ürettiğini satıyor, karşılığında aldığı para ile kendisine gerekenleri satın alıyor. Bu yetmiyormuş gibi toprak ekonomisi büyük aile ekonomisi haline geliyor. Bu durum bir taraftan aile müessesesini yaşatıyor, diğer taraftan dayanışma içinde sosyal güvenlik de ailece sağlanıyor. Çalışamayan insanlar küçük topluluklarda yardımlaşma ile yaşayabiliyor.

Sanayi döneminde aile küçüldü ve çekirdek aileye dönüştü. Bunun tabiî ve elbette olumsuz sonucu olarak akrabalar arasında beraberlik, birliktelik, dayanışma, yardımlaşma ortadan kalktı ve büyük ailelerin temel özelliği olan sosyal dayanışma yok oldu. Yeni durum böyle olunca insanlar işsizlik, aşsızlık, açlık ve bunlara bağlı olarak daha nice problemlerle karşı karşıya kaldılar.

Allah her zorluk için bir kolaylık var etmiştir.

Sanayi döneminde bir kolaylık olarak ‘karşılıksız kâğıt para’ ortaya çıktı. Bu sayede ‘sermaye sorunu’ çözüldü. Uygun para politikaları sayesinde herkese her zaman, hem de kendi istediği işi yapma imkanı sağlanabilmektedir.

Adil bölüşme sistemi ile de ‘herkese aş’ bulunmaktadır.

Bütün bunlar ‘karşılığı olan kaydî kağıt para’ sayesinde sağlanmaktadır.

Kur’an’ın Bakara Sûresi’nde tam bir sahife tutan 282nci ve en uzun âyeti “hamiline yazılmış para ve senetlerin ihracı” ile ilgilidir. Bu âyet ‘kayıtlı ekonomi’yi tekit ve üzerinde ısrarla vurgu yaparak emretmektedir.

O halde işsizlik ve açlık sorununu para ve kredi politikası ile çözeceğiz.

*

İşsizliğin kaynağı faizdir

Şunu tekrar belirtelim ki, genel olarak işsizliğin kaynağı faizdir.

Faiz, parayı tekellerde toplar, reel ekonomiyi kenara iterek finans ekonomisini kurar.

İktisatçı Keynes buna “nakıs istihdamda muvazene” diyor.

Bugün buna “işsizlikte muvazene” diyebiliriz.

İşte bugünkü Türkiye’nin durumu budur.

Paranın altın ve döviz karşılığı değeri güya korunduğu halde, enflasyon devam ediyor. Çünkü üretim azalıyor. Üretimin azalması, otomatik ve ona bağlı olarak işsizliğin artması demektir.

İşsizlik elbette açlığın ana sebebidir.

Türkiye’de daha önce ve özellikle son üç yıldır uygulanagelen ‘reel faiz’ de enflasyonun çok üstündedir. Bunu soranlara ve sormayanlara ısrarla hatırlatıyoruz ama duyan ve dinleyen yok! Çünkü, 02.02.2006 tarihli makalemin başlığında da anlaşılacağı üzere; onlar parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar!

-Peki, bu faiz nereden ve nasıl karşılanıyor?

Elbette ‘dış borçlar’ ile karşılanıyor.

-Dış borçlar ülkeyi nereye götürüyor?

Böyle giderse, 10-15 yıl sonra Türkiye’nin -aynen Osmanlı Devleti’nin borçlar sebebiyle batması gibi- batmasına doğru gidiyor. Çünkü şu anda dış borçlar sebebiyle aile başına 10 bin YTL olan pay, 15 yıl sonra -ana para değil- sadece faizler sebebiyle 100 000 (yüzbin) YTL’ye çıkacaktır. Ortalama Türk ailesinin serveti 50 bin YTL civarındadır. Bu ne demektir? Bu şu demektir: Böyle gider ve ülke ‘faizci rant ekonomisi’ ile yönetilmeye devam ederse, 15 yıl sonra bütün ülkeyi verseniz, sadece borçların faizlerini karşılamaz!

Demek ki, işsizliğin sebebi sonunda “faizli rant ekonomisi” olmaktadır.

Bu ekonomik politikaların uygulanması bir taraftan tekel oluşturuyor, diğer taraftan parayı üretimden çekerek işsizliğe sebebiyet vererek ‘sömürücü spekülatif kısır döngü’ içinde bırakıyor.

Kur’an buna dikkat çekiyor ve böyle yapılmamasını ihtar ediyor.

Nasıl ve neden?

“Key lâ yekûne dûleten beyne’l-egniyâi minküm/ Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan ‘dûlet’ olmasın.” (Haşr Sûresi, 59/7)

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP’nin zaten olmayan barutu bitti!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.02.2006

Savaş devam ediyor, çatışmalar bütün şiddetiyle sürüyormuş...

Nihayet, en kritik an gelip çatıyor.

Subay, savaşın bu kırılma noktası mesabesindeki en hassas ânında komutanına tekmil veriyormuş:

“Komutanım, birkaç sebepten dolayı artık savaşa devam edemeyiz…” demiş ve devam etmiş:

“Birincisi, barut bitti! İkincisi, …”

Barutun bittiğini duyan komutan tekmil veren subayın sözünü keserek susturmuş ve:

“Barut bittiyse, gerisini söylemene gerek kalmadı. Biz bu savaşı kaybettik!..” demiş.

Tarihte yaşanan veya anlatılan her olaydan veya kıssadan hisse kapmak gerekir. Geçmişi iyi değerlendirip geleceğini ona göre düzenleyemeyenlerin akıbeti her zaman hiç de iyi ve hayırlı olmaz, olmuyor, olmamış. Kur’an’da anlatılan nice kavimlerin başlarından geçen kıssalardan ibret alıp hissedar olmayanların akıbetlerini ve acı sonlarını biliyoruz. Yaşlı dünyamız, yaşananlardan gerekli dersi almayan ve bu sebeple tarihin tekerrürüne sebebiyet veren kavimlerin mezarlıklarıyla doludur.

“Sünnetullah” veya “sosyal kanun” denen bu hakikat, elbette bütün milletler gibi bizim için de geçerlidir. Türkiye ve Türk milleti olarak bizim bu kanunlardan berî olmamız ve özel bir muamele görmemiz sözkonusu olmadığına göre, dikkatli olmalı ve bir an önce içinde bulunduğumuz derin gaflet ve dalâlet uykusundan uyanıp yapılması gerekenleri yapmalıyız. Yoksa; evet, ‘yoksa’ diyor ve gerisini siz değerli okuyucularımın engin ve derin ferasetine bırakıyorum…  

*

Aymaz AKP’nin barutu bitti

Aynen, yukarıda hatırlattığım ‘barut bitti’ kıssasında olduğu üzere, zaman geçip gidiyor ve vâde tamamlanıyor. Sayılı günler, haftalar, aylar, yıllar çabucak geçiyor.

2003 yılında iktidara gelen AKP’nin değil cicim ayları, cicim yılları bile çabucak geçip gitti ve bitti!

2006 yılı kötü başladı, kötü gidiyor; maalesef, bizim tesbit ve tahminlerimize göre bundan sonrası daha da zor ve kötü olacak gibi görünüyor.

Bu öngörümüzü temellendirecek bazı tesbitlerde bulunalım.

“Kuş Gribi” ile başlayan berbat günlerle birlikte peş peşe gelen diğer sarsıntıların ardından; şimdi de sadece ülkemizi değil, başta İslâm âlemi olmak üzere bütün dünyayı sarsan “Karikatür Krizi” ile devam ediyor... Öyle görünüyor ki, bundan sonraki her hafta ufak tefek, her ay büyükçe bir ‘kriz’ ile uyanacak gibiyiz… Sömürü sermayesi adına hareket edip konuşan ve eylemler yapan bir ülkenin adı Bush olan başkanı, bir şeyleri açıklarken bazen baklayı ağzından çıkarıp “Haçlı Seferi” söylemini dillendirdiğinde, birçok kimse pek umursamamıştı ama daha sonra olanlar oldu. Umarım “Karikatür Krizi” onları gafletten uyandırır…

Bakınız; işte sudan bahanelerle Irak işgal edildi… Şimdi, hedefteki ülke İran gündemde… Yarın, sıra Suriye’ye gelecek… Peki, ya Türkiye ne olacak?!.

2006 yılı bu tür hazırlıklarla geçecek ve asıl büyük kriz patlaması 2007 yılında yaşanacak.

Sömürü sermayesi bunun planlarını ve uygulamalarını yapıyor…

Ülkemiz açısından meseleye bakıldığında, bütün bunların nedenlerini bir cümleyle şöyle özetleyebiliriz: AKP’nin kısa geçmişi ve iktidar döneminde uygulayageldiği ekonomi politikalarındaki ‘aymaz’ anlayış ve uygulamaları, bundan sonraki AKP iktidarının geleceğinin habercisidir de ondan.

‘Aymaz’ ne demek? Aymaz demek, gafil demek. Biraz daha açıklık getirirsek, şunu söyleyebiliriz. Aymaz demek, çevresinde olanlar açıkça görüldükleri hâlde habersiz olan, görmeyen, farkına varmayan, farkına varıp gereğini yapmayan veya farkına varsa bile yapılması gerekenleri yapamayan demek.

*

Her şey sözde ‘istikrar’ için!

AKP iktidarının devamını savunanların sihirli kelimesi istikrar ve bu kelime AKP lehine düşünen herkesin dilinde. Çoğu kimse, AKP iktidarı öncesindeki son yıllarda üst üste yaşadığımız ekonomik krizleri bahane ederek, ‘suni olsa bile bugünkü istikrar sürsün de ne olursa olsun’ [yani, IMF, Dünya Bankası, ABD ve AB yönündeki ‘zalim ekonomik düzen’ devam etsin, ne yapalım] aymazlığında!..

Onlara göre “Adil Ekonomik Düzen”e ne gerek var?!.

Ama olmuyor işte! Şu kahrolası sömürgeci emperyalist vahşi kapitalizme dayalı zulüm düzen’ var olduğu sürece ‘istikrar’ın sürekliliği olmuyor. Sözde, sanal ve suni istikrar bozuluyor ve bozulunca da…

Evet, ‘istikrar’ safsatasının tılsımı da sonunda buzuldu gitti ve ‘faizli rant ekonomisi’ yani ‘zalim düzen’ AKP iktidarı sayesinde devam ediyor gibi görünüyor ama artık can çekişmeye başladı...

Sonuç olarak; her vesileyle işaret ettiğimiz ve artık herkesin bizzat yaşayarak bildiği ekonomik sorunların varlığının üç yıldır devam etmesinin bile, AKP’nin değil ‘barutunun bitmesi’ne, aslında baştan beri zaten barutunun olmadığına açık delil olduğunu tekrar hatırlatmalıyım. AKP’nin zaten başından beri olmayan barutu da bitti ve gerisini söylemeye/ yazmaya gerek kalmadı!

 

*

‘Faize dayalı rant ekonomisi’

Sözde ‘istikrar’ adına AKP iktidarını savunanlara birkaç sözüm var.

Başta AKP kurmayları, kimi ekonomistler ve bazı ekonomi dernekleri yöneticileri olarak iyi ve hoş şeyler söylüyorsunuz da, bu çözümlerin nasıl yapılacağını söylemiyor, daha doğrusu ‘çözüm mekanizması’ ortaya koymuyor veya koyamıyorsunuz. Söylediklerinizde tesbit ve teşhis var, ama tedavi ve çözüm yok! Dolayısıyla, söyledikleriniz ‘hoş’ ama ‘boş’ sözler olmaktan öteye geçmiyor, geçemiyor.

Bunun sebebinin üç kelimeden ibaret olduğunu bu vesileyle bir kere daha hatırlatmalıyım: Söyledikleriniz boş, çünkü “Adil Ekonomik Düzen” ile ilgili aymazlığınız devam ediyor.

Soruyorum:-Son 11 yılın son 3 yılında AKP iktidarda değil mi? -Aynı AKP bu kısacık sürede borçları 100 milyar doların üzerinde artırmadı mı? -En önemlisi, siz AKP’nin kurulduğundan beri bir tek Allah’ın günü ‘faize dayalı rant ekonomisi’ne karşı olduğunu duydunuz mu ki, ‘faize dayalı rant ekonomisiyle mücadele gevşetilmemeli’ diyorsunuz.

Nitekim, MÜSİAD Başkanı Dr. Ömer Bolat bile, ekonomi çalışmalarında sıranın reel sektörün rehabilitasyonuna geldiğini vurguladıktan sonra, yapılması gerekenleri söyle sıralıyor: “Ekonomi toparlanma sürecini artık geride bırakmalı ve atılım sürecine geçmeli. Bunu MÜSİAD olarak “3 İ” ile ifade ediyoruz; istikrar, istihdam ve ihracat. Hükümetten beklenen bu konulardaki politikaları hızla uygulamaya koyması ve uluslararası rekabetçi bir ekonomik yapı için yatırım ve üretim maliyetlerinin uluslararası alandaki rakiplerimizin seviyesine düşürülmesidir. Özellikle sigorta primleri ve enerji maliyetlerinin düşürülmesi Türk sanayisini ateşleyecektir. Eğer istihdamı arttırmak istiyorsak KOBİ’lerin desteklenmesi, emek yoğun sektörler olan tekstil, tarım ve inşaattaki sorunların çözüme kavuşturulması gerekiyor. 15 yıldan bu yana Türkiye ekonomisini kemiren ve son 11 yılda 313 milyar dolarlık bir yükün ödenmesine sebep olan faize dayalı rant ekonomisi’yle mücadele gevşetilmemeli ve sosyal güvenlik reformu da acilen gerçekleştirilmelidir.” (Aksiyon, 23.01.2006)

Sonuç olarak, burada işaret edilen ekonomik sorunların varlığının üç yıldır devam etmesinin bile, AKP’nin değil barutunun bitmesine, aslında baştan beri zaten barutunun olmadığına açık delil olduğunu tekrar hatırlatmalıyım. AKP’nin olmayan barutu da bitti; gerisini söylemeye/ yazmaya gerek kalmadı!.. İstikrar safsatasının tılsımı da buzuldu; ‘faizli rant ekonomisi’ yani ‘zalim düzen’ AKP sayesinde devam ediyor...

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Halk ekonomisi’ nedir?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.02.2006

-EKONOMİ NEDİR?

Ekonomi, insanların eşyadaki faydayı bölüşerek ihtiyaçlarını gidermeleri suretiyle çoğalmaları ve güçlerini birleştirerek eşyadaki faydayı artırmaları, bu sayede yeryüzünü daha çok insanı barındıracak hâle getirmeleridir. İhtiyaç-fayda döngüsü içinde gelişme ve büyümedir.

-Bölüşme ve birleşmeyi kim yapar?

Kapitalistlere göre bölüşme ve birleşmeyi ‘sermaye’ yapar, sosyalistlere göre bölüşme ve birleşmeyi ‘devlet’ yapar, karma ekonomiye göre her ikisi yani sermaye ve devlet ortaklaşa yaparlar. Halk ekonomisine göre ise; bölüşme ve birleşmeyi kurallar içinde halk yapar. Bu kurallar bütününe ‘hukuk’ denir. Bu sistemde devlet düzeni korur, sermaye ise serbest rekabet içinde bölüşmede aracılık yapar.

-İŞYERLERİ KİMİNDİR?

Kapitalistlerde işyerleri sermayeye aittir. Halkı istediği ücretle çalıştırır, karşılığında para verir, sonra ürünü istediği fiyatla onlara satar. Devlet sermayenin bekçisidir. Kuralları sermayenin oluşturduğu ‘ekseriyet’ koyar. Karma ekonomide işyerleri sermaye ile devlet arasında bölüşülmüştür. Halk özel sektörün veya devletin işçisidir. Bunlar halkı çalıştırırlar, mal ürettirirler, ücret verirler, sonra kendilerinin koyacağı fiyatla o malları halka satarlar. Kuralları askeri gücün oluşturduğu ‘ekseriyet’ yani ‘ekseriyet demokrasisi’ içinde sermaye ile kuvvet uzlaşarak birlikte koyarlar.

HALK EKONOMİSİNDE ise;

-İşyerleri halkın aralarında anlaşarak kurduğu ‘ortaklıklar’a aittir. -Üretilen ürün ortak ambara verilir, karşılığında ‘mal senetleri’ alırlar. -Mal senetleri serbest piyasada satılır, sermaye bu satışta sadece aracılık yapar. -Halk para ile istediği mal senedini alır, mal senediyle ambardan malı çeker ve tüketir.

-Devlet ‘para’ çıkarır ve halka ‘kredi’ olarak [dikkat; başkalarına değil halka] dağıtır. -Devlet ‘mal senetleri’ çıkarır ve bu senetleri ‘tüccarlara’ kredi olarak verir. -İnsanlar arasındaki ihtilaflar ‘hakemler’ veya mahkemeler yoluyla çözülür. -Taşıma ve depolama ortak ambarlarda ‘devlet garantisi’ ile yapılır.

-Bu sistemde fiyat ve ücret ‘serbest pazarlık’ içinde halk tarafından belirlenir. -Bu sistem, tekelleşmesi önlenmiş ve organize olmuş tamamen liberal bir sistemdir. -Kuralları başkaları değil, bizzat halkın kendisi ‘serbest sözleşmeler’ ile koyar. -Her şeyden önemlisi, bu düzende ‘yerinden yönetim’li ‘çoklu sistem’ vardır.

-YERİNDEN YÖNETİM NEDİR?

Yerinden yönetim, merkezlerde alınan kararların taşralarda geçerli olmamasıdır. İnsanlığın kararları taşra ülkelerinin içinde, ülkelerin kanunları taşra illerinin içinde, illerin kararları taşra bucaklarının içinde, bucak kararları taşra ocaklarının içinde zorunlu olarak geçerli değildir. Merkez kararları sadece merkez ocak ve bucaklarda geçerlidir.

-ARTAN EMEK VE İNŞAAT NEDİR?

Yeryüzü işgal ile bölüşülmüştür. Serbest sözleşme içinde ortak planlanma yapılmakta ve ortak kurallarla birlikte kullanılmaktadır. İnsanlar sözleşmelere göre mallarını bölüşmekte, herkes kendi payını istediği fiyatla satmaktadır. Böylece tekel oluşmamakta, arz ve talep kanunları çalışmaktadır. İnsanlar artan emeklerini inşaat sektöründe kullanarak imar yapmakta, elde ettikleri yapıları da kira karşılığı bölüşmektedirler.

Ekonominin altı kutbu vardır: Eşya, İnsan, Emek, Yapı, Mal ve Para.

Eşyada fayda, insanda ihtiyaç, emekte ücret, yapıda kira, malda fiyat, parada faiz denen altı ölçü birimi vardır.

HALK EKONOMİSİnde; fayda üretiminde özel mülkiyet, ihtiyaç giderilmesinde ortak mülkiyet, emekte serbest girişim, inşaatlarda planlama, mallarda serbest fiyat, parada ise tarifeli ilkeler geçerlidir.

Getirilen dört temel kriter halk ekonomisini yani İslâm ekonomisini belirler.

1) Parayı kamu üretmektedir. Para kamunun garantisi ile paradır. O halde vergi alma hakkı da yalnız kamuya aittir. Kişilerin kişilere verdikleri faizli borçları devlet garantilemez, mahkeme de dinlenmez.

2) Faiz vergiye dönüşmüştür. Devlet kime kredi veriyorsa ondan vergi alır. Faiz yoktur.

3) Faizsiz kredi miktarı, kişinin daha önce ödediği vergi ile tesbit edilir. Devlet verdiği kredi karşılığı aldığı vergiyi üretime katılmayan kimselere kira payı karşılığı dağıtır.

4) Faizsiz düzende cebrî icra yoktur. Kimsenin elinden malı zorla alınmaz. Borcunu ödemeyen veya ödeyemeyen kimsenin borçlanma ehliyeti elinden alınır. Önce borcunu öder, sonra borçlanma hakkını alır. Önce çalışır, sonra ücreti istihkak eder. Borcunu ödeyince itibarı iade edilir.

Diğer ekonomilerden olan kapitalizm kamu mülkiyetini, komünizm özel mülkiyeti, liberalizm faiz yasağını, sosyalizm ticaret serbestliğini, planizm serbest girişimciliği, insiyativizm planlamayı reddederler. Karma ekonomiler reddetmez, kısıtlarlar.

Sonuç olarak ditebiliriz ki; Türkiye’de ‘halk ekonomisi’ gelişmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kanunları halkın organize olmasına müsaittir. Halkımız bu organizasyonları ‘kooperatifler’ kurarak yapabilir. -Halkımızın kurduğu siyasi partiler bu kooperatifleri kurdurabilir. -Yerel yönetimler, yani belediyeler bu kooperatifleri kurdurabilir. -Devlet ve hükümet kooperatifleşmeyi kanunlarla organize edebilir. -İstanbul esnafı ise ‘Genel Hizmet Kooperatifleri’ içinde organize olmalıdır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomide denge nasıl sağlanır?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.06.2006

Ekonomi, insanların eşyada bulunan faydaları bölüşerek tüketip güçlenmeleri ve güçlerini birleştirerek eşyanın faydasını artırmalarıdır.

Güçlerini birleştiren insanlar katkılarına karşılık bir belge alırlar, buna “para” diyoruz.

Üretimde bulunan insanların her birine düşen paya da “ücret” diyoruz.

Buna “üretici hakları” veya “emekçi hakları” denmektedir.

Kişiler elde ettikleri bu para ile mağazalara gidip istedikleri malları alırlar. Malları bölüşürler. Bu bölüşme fiyatlarla yapılır.

Buna da “tüketici hakları” denir.

Tekel oluşmamışsa, ücretler serbest sözleşmelerle belirlenir. Fiyatlar serbest pazarlıkla oluşur. Fiyatlar ve ücretler arz-talep dengesini sağlar.

Çalışanlara ücret veren ve alıcılara mal satan bir aracı sınıfı vardır. Bunlar da bu hizmetlerine karşılık bir pay alırlar.

İşte, bu aracılar üreticiler ile tüketiciler arasında uyguladıkları fiyatlarla gayelerine tam ters işlemler de yapabilmektedirler. Onlar böyle yaparlarsa ücretler gittikçe azalarak insanların satın alma gücü ortadan kalkmakta, böylece “ekonomik krizler” doğmakta, sosyal çalkantı ve patlamalar olmaktadır.

*

Ekonomik dengenin bozulma sebepleri

1) Faizli sistem ücret-fiyat arasındaki dengeyi bozar. Faiz parayı halktan alarak zenginlerin elinde toplar. Halkın elindeki satın alma gücü azaldığından üretilen mallar satılamaz. Mallar satılamayınca üreticiler yeni mal üretemez ve bu durumun sonunda “ekonomik kriz” olur.

2) Gelir vergisi de fiyatla ücret arasındaki dengeyi bozar. Gelir vergisi, verginin tüccar ile devlet arasında bölüşülmesidir. Devlet kendi payına düşen nakdi harcar, ancak kâr eden sermaye kârını biriktirir. Bu uygulama piyasadan parayı çeker, tüketicinin yani halkın elinden satın alma gücü alınmış olur. Halk piyasadan mal alamaz, mal satılamaz, böylece üretici de üretemez olur.

3) Ücret ile fiyat arasındaki dengeyi bozan önemli bir husus da, kârın nakitte artış olarak hesaplanmasıdır. Verginin nakit olarak alınmasıdır. Para piyasada dolanırsa üretim ve tüketim olur. Para piyasadan çekilirse halka ücret ödenemez, mallar da satın alınamaz ve denge bozulur.

4) Gerek özel sektörün, gerekse devletin lüks yatırım yapması, halkın ürettiğini almaması demek olur ki, bu da ücret ile fiyat arasındaki dengeyi bozar. Saydığımız bu şartlarda “ekonomik kriz” kaçınılmazdır.

*

Ücret-fiyat dengesi nasıl sağlanır?

1) Tüketiciye “faizsiz ön ödemeli sipariş kredisi” verilmelidir.

2) Üreticiye yani emeğe “faizsiz çalışma kredisi” verilmeli ve işveren borçlandırılmalıdır. Faizsiz ham madde kredisi de verilmelidir.

3) Genel sosyal güvenlik kurulmalıdır. Giderler kamu gelirlerinden yani vergiden karşılanmalıdır. İşverenle çalışan arasına devlet girmemelidir. Fiyatlara müdahale edilmemelidir. Çalış(a)mayanlar da sosyal güvenlikten yararlanmalıdır.

4) Devlet tekeli önlenmelidir. Bunun için faiz yasaklanmalı ve “gelir vergisi”nin yerine “sermaye vergisi” alınmalıdır. Cebrî mâlî icralar kaldırılmalı, borçlular sadece iflasa mahkum edilerek borçlanma ehliyetinden yoksun bırakılmalı; ama malları ellerinden alınmamalıdır.

5) Gümrükler ve kotalar gibi her türlü ekonomik müdahaleler ortadan kalkmalıdır. Türkiye’de üretilen malın gümrüksüz olarak Almanya’da tüketilmesi sağlanmalıdır. Bunu zorlaştıran gümrük benzeri vergi ve muamelelere son verilmelidir.

Bunlar dışında, “fiyatlara müdahale” üretici ile tüketici arasındaki “fiyat-ücret dengesi”ni ortadan kaldırır. Arz-talep dengesine dayanmayan ucuzlama üretimi durdurur, sonuçta yine tüketici zarar görür.

Yeryüzü bütün insanların ortak malıdır. Üretim, emek ve toprak ile birlikte elde edilir. Çalışamayanların, hattâ çalışmayanların da sosyal güvenliği sağlanmalıdır.

Ekonominin temel kuralı ücret ve fiyatların serbest olmasıdır.

Her türlü müdahaleler üretici ve tüketicilerin aleyhinedir.

Üreticiler ve tüketiciler aracılara karşı örgütlenebilirler… Hattâ ısrarla diyoruz ki; örgütlenmeli ve organize olmalıdırlar... Bu örgütlenme de ancak “halk işletmeleri” ile mümkün olabilir.

Yasaklarla ve bürokratik kontrollerle haklar korunamaz. Aksine, iyi-kötü varolan dengeyi ve istikrarı da tamamen bozar. İşte; -her şeyden önce,- asıl bu noktaya işaret ediyoruz, ama…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Faizsiz Kredi” ile işsizlik sorununun çözümü - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.02.2006

Bugünkü yazıma minik bir haber bilgi ve yorumuyla başlamak istiyorum. Önce sözkonusu haberin başlığını, sonra haberin kendisini aynen aktarıyorum:

“Türkiye’de 6 kadından sadece biri iş hayatına girebiliyor”.

Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, Türkiye’de istihdama katılan kadın sayısının 1990 yılından bu yana sürekli bir azalış içerisinde olduğunu belirterek, “Türkiye’de 35 milyon 929 bin olan toplam kadın nüfusunun 5 milyon 926 bini istihdama katılıyor.” dedi.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu tarafından düzenlenen ‘Kadın İstihdamı Zirvesi’nde konuşan Bakan Çubukçu, “Bu düşüşün en büyük nedeni, Türkiye’de üst üste yaşanan ekonomik krizlerin faturasının kadınlara çıkarılmasıdır.” dedi. Bakan, işe alımlarda olduğu gibi işten çıkarmalarda da cinsiyet ayrımcılığının sürdüğünü savundu…

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu da Türkiye’de kadınların yüzde 49,6 ile en çok tarım sektöründe istihdam edildiğini dile getirdi. Bakan Başesgioğlu, Türkiye’de kadınlar için en geniş istihdam alanının kamuda bulunduğunu aktardı. Bakan Başesgioğlu, bir soru üzerine Sosyal Güvenlik Reformu’nda bir gecikme yaşanmayacağını dile getirerek, hükümetin bu konuda ilk günkü gibi kararlı olduğunu belirtti. Bakan, Hükümet, bu konuda üzerine düşeni yapmıştır. Yasa tasarısı en seri şekilde TBMM’ye sunuldu. Tasarı şu anda Plan ve Bütçe Komisyonu’nda. Meclis’in yasama sürecine hükümetin müdahil olması sınırlıdır. Ama biz bir an önce Komisyon ve Genel Kurul’dan geçmesi konusunda hükümet olarak üzerimize düşeni yapıyoruz. Bizden kaynaklanan bir gecikme söz konusu değil.” dedi. !!!??? [İstanbul, Cihan Haber Ajansı, 11.02.2006]

Evet, bugünlük vereceğim haberlerin hepsi bu kadar!

Bu kadar ama; adeta Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve sosyal yapısının bir özetini ihtiva ediyor.

*

Bakanlar ne diyor?!.  

Haberde açıkça görüldüğü üzere, ekonomi penceresinden bakıldığında, ailelerimizin temeli olan analarımızın ve kadınlarımızın durumu maalesef böyle. Peki, bunun böyle olduğunu itiraf eden kim?

Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu.

Aynı toplantıda bu konulardan genel anlamda sorumlu bulunan “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu”nun ‘acziyet itirafı’ mahiyetinde söyledikleri ise daha da üzücü ve içler acısı.

Sayın Bakan önce kendi acziyetini, sonra üç yıldır tek başına iktidar olan hükümetin acziyetini alenen itiraf ettikten sonra ne yapıyor? Topu taca yani Plan ve Bütçe Komisyonu’na ve Meclis’e, TBMM’ne atıyor!..

Ve de diyor ki; “Ama biz (Sosyal Güvenlik Reformu’nun) bir an önce Komisyon ve Genel Kurul’dan geçmesi konusunda hükümet olarak üzerimize düşeni yapıyoruz. (Her ne kadar üç yıldır iktidarda olsak da) Bizden kaynaklanan bir gecikme söz konusu değil.” !?!?!?

Aman Allah’ım!

Bir bakan bunları söylüyor, söyleyebiliyor… Ama o bakanın söylediğinden daha önemlisi; elinde anayasa çoğunluğu bulunan bir parti hâlâ tek başına iktidarda, o partinin kurduğu hükümet de hâlâ görev başında. Hep söylediğimiz üzere, bunları yapanlar da, güya ülkeyi yönettiklerini zannediyorlar. Zavallılar…

Dilimin ve kalemimin ucuna kadar söylenesi ve yazılası daha nice sözler geliyor, ama…

*

TOBB Başkanı ne diyor?..

Bu yazıyı kaleme aldığım gün, özel sektörün çatı örgütü Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu diyor ki: “Sosyal güvenlik reformunun gecikmesi işsizliği körüklüyor, acele edilmeli!”

Türkiye’nin en büyük sorunu olan “işsizlik” konusunda Rifat Hisarcıklıoğlu istihdam üzerindeki ağır yüke dikkat çekiyor. 380 YTL’lik asgari ücretin işverene maliyetinin 645 yeni lira olduğuna işaret eden Hisarcıklıoğlu, Türkiye’de net asgari ücretlinin işveren maliyeti yüzde 70 iken, bunun AB ortalamasında yüzde 25 seviyelerinde seyrettiğini vurguluyor. Ağır vergi yükünün üzerlerinden kalkması için Sosyal Güvenlik Reformu’nun bir an önce yasalaşmasını isteyen Hisarcıklıoğlu, “İstihdamın önündeki yükler çok ağır. Eskiden 38 yaşında emekli olunurdu. 20 yıl prim ödeyen kişi 30 yıl emeklilik maaşı alırdı. Bu konuda bir miktar adım atıldı. Ancak sosyal güvenlik reformu bir an evvel yapılmalı…” diyor.

TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, reformun gecikmesinin maliyetinin son 3 senede 30 milyar, 2005 yılında 15 milyar, 10 senede ise 50 milyar yeni lira olduğuna dikkat çekiyor... Birlik başkanı, bütün dünyada fazla işçi çalıştırmak teşvik edilirken, Türkiye’de işverenlerin yüklerinin artırıldığını kaydediyor: “Bizim işverenimiz sihirli rakam olan 49 sayısına takılıp kalıyor. Bir türlü 50 rakamının üzerine çıkamıyoruz. 50 işçi çalıştırmak istediğinizde, sizden doktor, avukat, yeminli mali müşavir, gıda mühendisi yanı sıra yüzde 3 özürlü, yüzde 1 hükümlü, yüzde 1 özürlü hükümlü, yüzde 1 terör mağduru çalıştırmanız isteniyor.” (Ankara, 19.02.2006)

Önce çare ve çözüm üretmekten, sonra bu çare ve çözümlerin uygulamalarını yapmaktan sorumlu olanlar böyle konuşuyorlar... Onlar çaresiz söylenip durdukça, çare ve çözümleri yazmak bize düşüyor…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Faizsiz Kredi” ile işsizlik sorununun çözümü - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.02.2006

Ekonominin ana formülünü hatırlayalım: Para = Fiyat x Mal   

Bu denge statik dengedir.

Halkın elinde bulunan para ile tüccarın ambarında bulunan mal fiyatlarla çarpılınca birbirine eşit olur. Çünkü satılmayan eşya “mal” değildir. Karşılığı mal olmayan şey da “para” değildir.

O halde, halkın tüketmek üzere bulundurduğu meta “mal” olmadığı gibi, bankalardaki ticari mevduat da “para” değildir. Para halkta olacak, mal da tüccarda olacaktır.

Bu denge, hiç üretim olmasa, tüketim de olmasa yine devam eder. Bir taraftan tüccardaki stoklar erir, diğer taraftan halkın paraları da tüccarın eline geçer ama fiyatlarda değişme olmaz.

Tarihteki büyük “ekonomik krizler” hep farkına varılmadan doğar ve yapacağını yapar.  

Uygulayacağımız ekonomi politikaları ile parayı artırır veya paranın hareketini hızlandırırsak buna bağlı olarak mal artar ve sorun çözülür.

O halde, “emeğe faizsiz kredi” verirsek, hem enflasyon olmaz, hem de işsiz kimse kalmaz. Demek ki, işsizliğin tek çözümü vardır: Parayı basıp faizsiz olarak ‘üretim yapanlara’ kredi olarak vermek.

*

“Faizsiz Kredi” ne demektir?

Madem temel çözüm ‘faizsiz kredi’dir, bunun ne olduğunu açıklayalım.

1) Mal karşılığı nakit kredi verilir ve zamanla artmaz.

2) Mal ne zaman paraya dönerse tahsilât o zaman yapılır, mal satılmadan kredi geri istenmez.

3) Kişi malı üretememiş, koruyamamış, satmış ama haber vermemiş gibi sebeplerden dolayı borcunu ödeyemezse, cebri icraya gidilmez. Sadece kredisi kesilir ve borçlanma ehliyetini kaybeder. Mal varlığına, işyerine ve işlerine dokunulmaz.

4) Borcunu kapatması için kendisine destek olunur, borcunu öderse ticarî itibarı iade edilir.

Kredilendirme ilkeleri

Ön Sipariş Kredisi: Banka, müşterilerden hiçbir güvence istemeden sipariş vermek üzere yılbaşında nakit kredi açar. Kredi miktarını kurul üyelerinin her biri ayrı ayrı belirler. Halk bununla halk marketlerine giderek peşin ödeyerek yıllık olarak tüketecekleri ihtiyaçlarını sipariş verirler. Siparişler haftalara göre yapılır. Günü gelince ödemesini yapmış olup siparişini almış olacaktır. Ödemeyenlere siparişleri teslim edilmeyecektir. Mağazalar peşin ödeyerek tüccarlara sipariş vereceklerdir. Tüccarlar peşin ödeyerek işyerlerine sipariş vereceklerdir. Sipariş aldıkları mal ülke içinde üretilmiyorsa o para ile ülke içinde ihraç malları sipariş vereceklerdir. İhraç malları alıp dışarıya satacaklar, işyerleri ham maddeleri peşin ödeyerek sipariş vereceklerdir. İşçilerin parası da her hafta ödenecektir. Böylece halk, mağaza, tüccar, işveren ve işçi faizsiz nakit olarak kredilenmiş olacaktır. Ama bankanın kasasından para çıkmayacaktır. Bu sayede yılbaşında işletmeler ham maddelerini peşin ödeyerek temin etmiş olacaklar, işçilerin parası hazır olacak, fiyatlar serbest olarak belirlenmiş olacaktır. En önemlisi, bütün işletmeler bir yıllık siparişlerini almış ve pazarlama sorununu çözmüş olacaklardır.

Kredileşme Kredisi: Halktan beyaz eşya veya araba gibi kiralanabilir ve taşınır eşya alacak olanlar, taksitlerinin yarısını önceden yatırırlar. Geri kalan taksitlerini malları satın alarak satın almış olurlar. Malzeme Kredisi: İnşaat malzemesi üretenlere faizsiz nakit kredi verilir. Mallar satılınca kredi itfa edilir. Satılmadığında kredinin itfası istenemez. İnşaat Kredisi: Devlet ormanları, siteleri, arazileri ve KİT tesislerini alınmak ve satılmak üzere “Çalışma Yüksek Kurulu” emrine verir. Vakıf işletmeler kurulur. Hisse senetleri veya parseller halka satılır veya rehinlenir. Taşınmazlar bir değerle halkın yararına tevdi edilir ve kira alınmaz. Karşılığında alınan paraya da faiz ödenmez. Böylece toplanmış para ile taşınmaz alınır-verilir. İnşaat için ise resmi ücret üzerinden bankaya nakit ödenir.

*

İşsizlik sorununun çözümü

1) Doğal imkânların olmaması: Türkiye doğal imkânların sıkıntısını çekmemektedir. Petrol dışında ülkemizin her şeyi vardır. Petrol ise komşularımızda bol olarak bulunmaktadır. Irak’a su vererek, İran’a demir vererek, Azerbaycan’a tüketim malları vererek, Rusya’ya madenleri vererek petrolü takas yoluyla sağlayabilir.

2) Makinelerin ve tesislerin olmaması: Türkiye 1950’den beri borçlanarak fabrika ve tesislerini fazlasıyla kurmuştur. Türkiye’de 30 milyon çalışabilen nüfus vardır. Ayrıca bir otuz milyona daha iş verebilir.

3) Eğitimli elemanın olmaması: Türk işçileri Avrupa’da çalıştılar ve başardılar. Türkiye’nin yetişmiş çalışanı vardır.

4) Pazarın olmaması: Faizli ekonomide en büyük sorun pazar sorunudur. Faizsiz ekonomide pazar sorunu veya iş bulma sorunu yoktur. Çünkü kâr nakit üzerinden değil, mal üzerinden yapılmaktadır. Refah seviyesi düşük veya yüksek olabilir, ama pazar sorunu olmaz, çünkü halk ürettiği kadar tüketir.

5) Sermaye sorunu: İşletmeler nakit sorununu çözemedikleri için çalışamamaktadır. Faizsiz ve cebri icrasız kredi sayesinde sermaye sorunu kökünden çözülmüştür.

6) Vergi ve diğer sorunlar: Vergi ve sigorta sorunu ile cebrî icra uygulamaları işletmeleri çökertmektedir. “Genel Hizmet Kooperatifleri” ile bu sorun da çözülmüştür.

 

 

***

 

 

 

 

 

Dağ fare doğurdu;

Faizli sisteme devam!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.02.2006

Evet; ‘insafsız faizli kredi kartı’ çalışmalarında sona gelindi, Meclis’e sunulan tasarı yasalaştı. Yasalaştı ve sonuç olarak ‘bankacılar’ da, ‘fahiş faizli kredi kartı mağdurları’ da memnun değil.

Bu arada kredi kartı mağdurları çerçevesindeki tartışmaların alevlenmesi üzerine hükümet mensupları, muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri, pek de sadra şifa olmayan yasa ile ilgili açıklamalarını peş peşe yapmaya devam ediyorlar. Mesela, kredi kartları ile ilgili bir yasal çerçeve oluşturulması tartışmalarının 1993’lere kadar gittiği bilgisini veren Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, bugünkü düzenlemeyi Meclis’e getirenin iktidardaki hükümet olduğunun unutulmamasını istedi. Ben de buradan Sayın Bakan’a, yani, bugüne kadar kredi kartı mağdurlarının durumuna bakıp da görmeyen bakanın şahsında hükümete soruyorum:

-Üç yıldır neredeydiniz ve bu düzenlemenin, bu yasanın sorunları çözeceğine inanıyor musunuz?..

Bankalar ise sokakta kart pazarlamak, faiz oranlarını yüksek tutmak ve talep edilmeden adrese kart göndermek gibi eleştirilere hedef oluyor...

Sivil toplum örgütlerinin eleştiri yağmuruna tuttuğu bankaların üst çatısı Bankalar Birliği ise suskunkalmaya devam ediyor… Sessizliği tercih eden birlik yetkilileri, “Tasarının hazırlandığı süreç içinde başta Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Başbakanlık ve ilgili tüm kesimlere görüşlerimizi aktardık. Meclis komisyonunda da görüşlerimizi dile getirdik.” demekle yetiniyor. Bu arada sektörden biri, Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen ne dese beğenirsiniz: “Kredi kartlarında kimse bize işimizi öğretmeye kalkmasın! İşimizi çok iyi yapıyoruz!” El-hak, doğrudur. İşinizi iyi yapıyor ve insanları iyi intihar ettiriyorsunuz…

Evet; sonuç olarak Banka Kartları ve Kredi Kartları Yasası nihayet TBMM Genel Kurulu’ndan da geçti ve yürürlüğe girdi. Türkiye’de kart kullananlar tam 24 milyon kişi, ama TBMM’den çıkarılan kanun 184 bin kişinin derdine azıcık merhem olacak. Yani, kanun Meclis’ten geçti ve yürürlüğe girdi de ne oldu?

-Dağ fare doğurdu!..

*

Faizli sisteme devam!..

Devlet Bakanı Ali Babacan da, uygulanan kart faizlerini normalin üzerinde ve tüketicileri zora düşürecek seviyede buluyor. Bu arada ‘bankaların sağlıklı(!) yapısının korunmak zorunda olduğunu’ vurgulayan bakan Babacan amaçlarını, “Mağdur duruma düşenlerin borçlarını yüksek reel faiz yerine daha makul bir hesapla bugüne getirirken, bankacılık sektörümüzün sıhhatini korumak.” diye özetledi.

-Yani; faizli sisteme devam!..

Mevcut sıkıntıya, ‘asgari ödeme tutarı’ teşhisi koyan Tüketici Hakları Merkezi, bunun kaldırılmasıyla çözüme ulaşılacağı mesajını veriyor. Merkez’e göre ‘tüketiciye kolaylık’ adı altında sunulan asgari ödeme seçeneği, kişiyi ‘yüksek faiz tuzağı’na çekiyor. Bu yüzden, bu konuda düzenleme yapılmadığı sürece kredi kartları konusu gündemde kalmaya devam edecek.

Komisyonun birikmiş borçlara ödeme kolaylığı getiren maddeyi ekleyerek son şeklini verdiği tasarıyı beğenmeyen Tüketiciler Birliği ise “Yasa bu haliyle toplumsal cinneti yok etmeyecek, bankalar yoğun bir icra takibi furyası başlatacaktır.iddiasını dile getiriyor.

Özel sektörün çatı kuruluşu Odalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da kredi kartlarında bankalara sorumluluğu yükleyenler arasında yer aldı. Hisarcıklıoğlu, “Bir tarafta eşantiyon türünde kredi kartının dağıtılmaması, öbür tarafta vatandaşın bunun bir gün ödenmesi gerektiğini unutmaması lazım.” dedi.

Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan da bankaların normal kredi kullanmak isteyen müteşebbise güçlükler çıkardığını, kredi vermemek için bin dereden su getirdiğini ifade ederek, “Ama kredi kartında bankalar nerede ise kredi kartı almayanı dövecekler!” diye konuştu.

*

Sorunun ana kaynağı faiz

Polis, asker, esnaf, tüccar, işçi, memur, öğretmen olmak üzere bütün vatandaşlarımız, kredi kartı borçları sebebiyle oluşan icra kıskacından kurtarılmalıdır. Bu toplumsal cinnet ve musibetten kurtuluşun reçetesi olan faizsiz kredi mekanizmaları kurulmalıdır. Yoksa, mevcut zalim ve vahşi kapitalizm uygulamalarının sonuçlarını hep beraber görüp yaşıyoruz. Böyle giderse, daha büyük acılar yaşamaya devam edeceğiz…

Bunları sadece bizler söylemiyoruz. İnsaflı göz ve görüş sahipleri de gerçekleri görüyorlar.

Bakınız, KOBİDER Genel Başkanı Nurettin Özgenç, Banka Kartları ve Kredi Kartları Yasası görüşülürken neler söylemiş: “Faizlere çekidüzen getirilmedikçe, mağdurlara ödeme kolaylığı sağlanmadıkça, kartzedelerin problemleri çözülemez… Kredi kartlarında yaşanan sorunların yüzde seksenini yüksek faiz, yüzde yirmisini ise diğer konular oluşturuyor. Faize ve birikmiş borçlara bir çare bulunmadıkça, yasanın çıkmasından hemen sonra yine kredi kartları mağdurlarının dramlarını okumaya devam edeceğiz. Bu faiz sorunu’ ortada dururken, kredi kartlarının neresi kurcalanırsa kurcalansın, sorun çözülemez.

 

 

***

 

 

 

 

 

İRAN niçin vurulacak?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.02.2006

Mahmud Ahmedinecad İRAN Cumhurbaşkanı olduğundan beri, Ortadoğu’da siyaset ve fitne rüzgarları bir başka türlü esiyor... Zaman zaman Irak ikinci plana düşürülüyor… Ne dersiniz, yoksa, zaten yapılmak istenen bu mu?.. ABD ile müttefiklerinin genel olarak Irak, özel olarak BOP/Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki beceriksizlik ve başarısızlıklarını kamufle etmek, dikkatleri dağıtmak, ilgiyi başka yöne çekmek…

Batı medyası, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın şahsını ve onun zaman zaman söylediklerini bahane ederek, İRAN’a karşı olabilecek en olumsuz yorumları yapıyor...

Washington, Londra ve Tel Aviv üçlüsünün kendileri ‘Bermuda şeytan üçgeni’ gibi çalışıyorken, bu arada ağza alınmayacak sözler söylüyor ve Ahmedinecad’ı dünya kamuoyu nezdinde ‘şeytanlaştırmaya’ çabalıyorlar...

AB ana üçlüsünden Almanya, Fransa ve İngiltere ise İRAN’ın emperyalizm adına ABD kontrolü altına alınması çabalarının birbirini tamamlayan parçaları durumunda…

Rusya ve Çin bu oyuna karşı olanca güçleriyle direniyorlar…

Zavallı aciz dünya ise çaresiz, sadece seyrediyor…

Uçurulan haberlere bakılırsa, ABD ya da İsrail güçleri birlikte ya da ayrı olarak İran nükleer tesislerini önümüzdeki bahar aylarında bombalayacak...

Önce, 11 Aralık 2005 tarihinde London Sunday Times yayınlanan bir makale bu meseleyi gündeme getirdi ve Batı dünyasının nabzına göre şerbet sundu...

Sonra, İskoçya’da yayın yapan The Herald da, danışıklı dövüş veya dar alanda paslaşmalar izlenimi veren şekilde Sunday Times’ın bu haberine atıfta bulundu...

Son olarak, 13 Ocak 2006 tarihinde New York Times’da çıkan bir haberde “İran’ın nükleer tesislerine yönelik askeri bir operasyon seçeneğinin masada olduğu” kaydedildi… Ancak, yetkililere dayandırılan haberde, “İsrail’in şimdilik soruna tek başına ya da sadece askerî yöntemlerle müdahale etmeyeceğine” vurgu yapıldı…

Batı dünyasında ve sermaye güdümündeki dünya medyasında ve Türkiye’deki uzantılarında bu yorumlar yapılıyor. Bizim de bunlara inanmamız isteniyor. Ne yapalım, biz de inanalım bakalım…

*

Türkiye’siz olmuyor!..

Öyleyse; İsrail, tek başına mı, yoksa ABD ile birlikte mi ortak bir askerî operasyonla İRAN’a saldıracaklar?.. Alman gazetesi Der Spiegel’e dayandırılan bir haberin ardından, ülkemiz medyasında da değerlendirmeler yapıldı. Alman gazetesinin haberinde, “Washington’un, İran’a yönelik muhtemel bir saldırı için müttefiklerini hazırlamak için bu ülkelere üst düzey yetkililerini gönderdiğine” vurgu yapıyordu…

Bizi yakından ilgilendiren ve çarpıcı olan nokta şu: CIA direktörü Porter Goss’un Ankara ziyaretinin arkasında, İRAN hedeflerine karşı uçakların Türkiye’den kaldırılması ve üs tutulması niyetinin yattığı belirtiliyor… Yani; sonunda baklayı ağızlarından çıkarıyorlar ve ‘1 Mart Tezkeresi’ zamanında Irak bataklığına sürüklemeye çalışıp başaramadıkları Türkiye’yi, şimdi İRAN’a karşı kullanmaya çalışıyorlar…

Bu arada saldırı niyetlerinin ve planlarının ilerlemiş bir adım mı olduğu, yoksa İran’a baskı uygulamak için kullanılan bir yöntem mi olduğu henüz net değil… Ama, her halükarda, aynen Irak meselesi döneminde olduğu üzere, Türkiye bir şekilde işe bulaştırılmaya çalışılıyor…

Âh, Türkiye bu maceraya bir sürüklense, bir taşla birkaç kuş birden vurmuş olacaklar, ama…

Durum her ne olursa olsun, gerçek şu ki, İRAN yeniden uluslararası bir düşman konumuna terfi ettirildi… Dünya kamuoyu bu meseleyle meşgul edilmeye başlandı…

Ne yapalım, bir müddet bu sakızı çiğnemeye devam edeceğiz…

*

Asıl mesele neymiş?

Konudan biraz dolaylı görünüyormuşçasına uzaklaşıp, ‘uruknet.info’nun 15 Ocak 2006 tarihli ‘başyazı’ yorumuna bakalım, böylece asıl meseleye ulaşalım: Heritage Vakfı’nın 2006 Ekonomik Özgürlük Endeksi yayınlandı geçenlerde. Endeks, yatırım yapmaktan, hizmet getirmek ve götürmekten en memnun olduğunuz ülkelere dair bir ölçüm yapmış. Birinci sırada, Hong Kong var ki, burada vergiler düşük ve bir kapitalistin istediği her şey var… İkinci sırada Singapur geliyor... Sonra Lüksemburg ve İngiltere...

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın en istenmeyen ülkeler listesinin ilk sıralarında ise Küba, Belarus, Venezüella, Zimbabwe, İRAN ve Kuzey Kore bulunuyor... Çünkü bu ülkelerin kendi politikaları var ve bu politikalar ABD-İngiltere ile çatışıyor... Ancak bu ülkeleri dışlama nedeni olarak ‘sömürü sermayesinin serbest dolaşımı’ değil de ‘anti-demokratik eylemler’ sebep gösteriliyor!..

Evet, bu ülkelerin tek ortak yanı, yabancı sermaye ve ithal ürünleri kısıtlamaları...

Kendinize bir sorun: ABD, Irak’ı söz konusu endekste bir diğer Hong Kong yapmaya çalışırken, İRAN’ı kaçıncı sıraya çıkartmaya çalışıyor acaba?..

İşte, asıl mesele bu!

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1425 Okunma
2-2006 Şubat
1214 Okunma
3-2006 Mart
1295 Okunma
4-2006 Nisan
1241 Okunma
5-2006 Mayıs
1273 Okunma
6-2006 Haziran
1190 Okunma
7-2006 Temmuz
1515 Okunma
8-2006 Ağustos
1452 Okunma
9-2006 Eylül
1461 Okunma
10-2006 Ekim
1321 Okunma
11-2006 Kasım
1402 Okunma
12-2006 Aralık
1230 Okunma

© 2024 - Akevler