Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1141 Okunma
2006 Haziran

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

HAZİRAN-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

Asıl gelen kimdir; Çin mi, sermaye mi?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.06.2006

Yeryüzünde medeniyeti Hak medeniyeti’ olarak ilk tesis eden peygamber Hazreti Nuh aleyhisselâmdır. Mezopotamya yani Irak’ta ilk şekil yazısıyla Hazreti Nuh şeriatı tesis etmişti. Bu medeniyet kavmî idi, sadece kendi ülkesinde kurulmuş ve gelişmişti. Bu arada daha sonra Mısır’da da bu medeniyetin uzantısı olarak kuvvet uygarlığı’ doğmuştur. Bu ikisinin, yani Mezopotamya medeniyeti ile Mısır uygarlığının sentezi ile beşerî ‘yeni bir medeniyet’in oluşması için Allah Hazreti İbrahim aleyhisselâmı görevlendirdi.

Hazreti İbrahim aleyhisselâm, Mısırlı Hacer’den doğan oğlu Hazreti İsmail’i Mekke’de yerleştirmiş ve Son Peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâm o nesilden çıkmış, o ve onun ümmeti son ‘Hak Medeniyet’ olan İslâm Medeniyeti’ni kurmuşlardır.

İslâm Medeniyeti değişik yollardan Batı’ya taşınarak ve değişime uğrayarak bugünkü Batı uygarlığı oluşturuldu. Ancak Batılılar İslâmî öğretileri lâikleştirmişler, Katolik inancını reforme etmişler, böylece Hıristiyanlık âlemini parçalamışlardır. Yahudi sermayedarlar lâikliği Avrupalılara ateizm olarak empoze etmiş, sermayeleri ile ekonomiye hakim olmuş, siyasi kuruluşları emirlerine almışlardır.

Ekonomik yolla hakim olamadıkları geri ülkelere ise ‘sosyalizm’ ile hakim olmuşlar, dinsizliği devlet yoluyla yaymışlardır. Avrupa’da ‘nazizm ve faşizm’ ile; sonra Arap ülkelerinde de ‘sosyalist diktatörler’ ile ateizmi getirmeye çalışmışlardır. Sovyet ülkelerinde ve Çin’de ise alenen ‘din düşmanlığı’ yapılmıştır.

Anlattığım hikâye, insanlığın kısa medeniyet ve hayat hikâyesidir. Bu hikâyeyi yazmamın önemli bir sebebi var, şimdi de onu anlatayım.

*

Çin mi geliyor; yoksa…

Sömürgeci sermayedarlar, ‘sosyalizm düzeni’nde “halktan zorla aldıkları malları” şimdi “özelleştirme” baskısı ile zorla güya “özel sektöre” ama, aslında yine “sömürü sermayesi”ne aktarıyorlar… Böylece, sonunda dünyanın tüm taşınmazlarına İsrail oğulları kendileri hakim olmayı hedeflemektedirler…

Dünyada sermayeye dayanan tek devlet olacak, ulusal ordular sermaye tarafından finanse edilecek ve onların emrinde olacak... İşte dünyadaki tüm güçleri emrine almak için sömürü sermayesi [yani ABD’deki Yahudi sermayesi] dünyaya yeni bir oyun oynamaktadır. Sermaye Çin’e akmakta ve Çin’de fabrikalar kurmakta, oradaki bedavaya yakın ucuz emekle elde ettiği ucuz malları dünyaya pazarlamaktadır. Dünyanın o malları satın alması için ülkelere karşılıksız olarak bastığı dolarları ‘borç’ olarak vermektedir. Dünya ve bu arada Türkiye de Yahudi sermayesine borçlanarak Çin mallarını satın almaktadır.

Türkiye için bu durum iki bakımdan tehlike olmaktadır. Faiz karşılığı aktarılan dolar yani ‘yeşil boyalı kâğıdı’ dünya ülkeleri, bu arada Türkiye borçlanmaktadır. Yarın bu dolarlar faizi ile birlikte talep edilecektir. Oysa, dünya üzerinde faiz karşılığı dolar bulunmamaktadır. Borçlu dünya ülkeleri ve bu arada Türkiye, borcunu ödeme imkanı olmadığı için siyasi varlıklarını ona teslim edeceklerdir. Artık Türk ordusu da direnemeyecektir. Dünyanın bütün siyasi güçleri borç baskısı altında onun emrine girmiş olacaktır. Sermaye bir ara borçları silecek ama, sonra yeniden borçlandırmaya devam edecektir. Dünya -ve Türkiye için- ‘dolar borcu tehlikesi’nden daha büyük tehlike olarak beklenen tehlike ‘açlık tehlikesi’dir. Çin’de üretilen mallar çok ucuz borç para ile satın alınıp yaşandıkça, Türkiye kendi üretimini durduracaktır. Aradan 5, 10, 20 sene geçtikten sonra, Türkiye’de var olan üretim yerleri harap olmuş hâle gelecektir. Bu arada eskiden üretim yapan insanlar üretim yapmayı da unutmuş olacaklardır.

Türkiye’de bu gelişmeler olurken ‘tarım işçileri’ kentlere taşınacak, onlar da ekip biçmeyi unutacaklardır. Sömürü sermayesi borç para vererek, köylüye ‘tarlayı ekme şu parayı al’ diyerek onları çalışmaktan uzak tutmakta, köylülerin kentlere taşınmasını sağlamaktadır. Borç dolarlar vererek kentlerde evler yapılmaktadır. Köyler boşaltılmakta, sanayi işletmeleri de iflas ettirilmektedir. Kişiler kredilerle ev sahibi yapılarak aç bırakılmaktadır…

Bir gün gelecek, sermaye Çin’e plase ettiği krediyi de kesecektir. Çinliler artık ucuz üretim yapamayacaklar. Aynı şekilde Türkiye’den de doları geri çekecektir. Türkiye’yi de Çin mallarını bedava olsa da alamaz hâle getirecektir. Böylece aç kalan Türk halkını dünyaya dağıtıp Türk uluslarını ve diğer ulusları yok etmiş olacaktır. Karl Marks’ın ulussuz dünyasını silah ile başaramadı ama, şimdi para ile başarmak istiyor.

*

Yeni sömürü dalgası geliyor…

Amerika kıtasında bir hortum veya kasırga ortaya çıkar, ülkelere yönelir, meteoroloji haber verir, insanlar tedbir alır ve yok olmazlar… Doğu Asya’da tsunami dalgaları oluşur, ülkelere sekiz saat sonra ulaşır ama haberleri olmadığı veya kasıtlı olarak haber verilmediği için halk tedbir alamaz ve sular altında kalır…

Haber veriyoruz: Sermayenin bu ‘yeni sömürü dalgası’ gelmektedir. Haber veriyor ve tedbir alın diyoruz. Kulaklarını tıkayanlar, gözlerini kapatanlar; siz ağzınızı açıp da söylediklerimiz hakkında bir şey söylemeyin! “ADİL DÜZEN” gemisine binenler elbette kurtulacak, diğerleri boğulacaktır...

“Çin malları şöyle veya böyle” diye şikâyet edeceğinize; gelin toparlanın, ilmî araştırma merkezleri ile üretim yerleri kurun, organize olun ve çalışın... Tedbir olarak neler yapmanız gerekiyorsa “Kur’an ve müsbet ilim”den öğrenerek uygulayın...

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomimiz ve cevapsız soru[n]lar

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.06.2006

Dışarıdan krediler geliyor… Türkiye’ye yirmi-yirmibeş yıllık krediler veriliyor…

Bu krediler ülkeye, ekonomimize ve halkımıza bir hareketlilik getiriyor…

Ancak, bu krediler ile ilgili olarak bilinmeyen ve anlaşılmayan bazı soru[n]lar vardır.  

*

Cevapsız sorular, çözümsüz sorunlar

1. Dışarıdan ülkemize dolar olarak kredi veren kuruluşlar kimlerdir? Kaynağı neresidir? Türkiye’ye kimler kredi vermektedir, Amerikan Merkez Bankası mı, o bankanın taşeronu olan diğer merkez bankaları mı, yoksa dolar milyarderi olan kişiler veya özel bankalar mı? Bilemiyoruz? Bunların böylesine uzun yirmibeş yıllık güvenliği nereden geliyor, nasıl sağlandı? Yoksa arkasında Türkiye’yi yıkmak isteyen güç/ler mi var? Bunlar açık değildir. Kredi kaynağı meçhuldür, belli değildir.

2. Dışarıdan gelen bu kredilere devlet garantisi var mıdır? Devlet garantisi yoksa, bu krediler kime güvenilerek veriliyor? Türkiye’de belli bir sınıfı güçlü kılmayı ve demokrasiyi ortadan kaldırmayı mı hedefliyor? Devlet garantisi varsa, devlet yeniden borcunu artırıyor demektir. Bugün ‘bütçemizi’ yutacak kadar faiz ödüyoruz; demek ki gelecek yıllarda ‘tüm varlığımızı’ faize yatıracağız demektir.

3. En önemli sorun, kredi dışarıdan dolar olarak geldi; şimdi bu nasıl Türk Lirasına dönüşecek de vatandaşa nasıl kredi olarak verilecektir? Bunun iki yolu vardır. a) Piyasadan TL satın alınır, yani piyasadan TL çekilir, sonra kredi olarak ev alanlara verilir. Bunun sonucu Dolar düşer; çok çok düşer, ihracat imkanı kalmaz. Türk Lirası üretimden çekilerek inşaata kayar. Böylece bir iki sene sonra ülkede enflasyon patlamasına sebep olur. b) İkinci yol ise devletin doları satın alması ve karşılığında Merkez Bankası’nın para basmasıdır ki, bu da piyasaya TL sürmek demektir. Böyle bir uygulama ülkemiz için yararlıdır, ancak IMF buna izin vermiyor! IMF buna neden izin vermiyor?!.

4. Devlet aldığı bu dolarları ne yapacaktır? Merkez Bankası’na stok yapacaktır. Yani, doları alacak, bankada depo edecek ve ayrıca faiz ödeyeceğiz. Bu dolarlarla ithalat yapabiliriz. Oysa bizim ithalata ihtiyacımız yoktur. Çünkü ülke yeter derecede imar edilmiştir. 1950’lerde buna ihtiyacımız vardı, şimdi yoktur. Daha amorti olmayan makineleri atıp yenilerini borçlanarak alma demek akılsızlık değil, deliliktir. Görülüyor ki, dolar kredisi ile inşaat yapmanın ekonomik manâsını çözmek mümkün değildir. Olsa olsa Türkiye’yi Osmanlıları yıktıkları gibi borçlandırarak yıkma planı olarak ortaya çıkmaktadır. Bunları kimse tartışmıyor, tartışmaz. Onun için bir numaralı problem basındır. Medya kooperatifleri ile millî basın ve yayın oluşturmadıkça ölüme sürükleniyoruz...

*

Sorunlarımızın çözümleri nelerdir?

Türk ekonomisinin cevapsız soru[n]ları diye konuya girdik ama, elbette her sorunun cevabı ve çözümü vardır. Öyleyse, bu durumda Türk halkı olarak ne yapmalıyız, buna karşı nasıl tedbirler almalıyız? Şimdi de sorunlarımızın çözümleri üzerinde duralım.

1. Krediler meskenlere verilmekte, böylece Türkiye’de inşaat sektörü adeta patlamaktadır. Bundan nasıl yararlanırız, inşaatta çalışan işçilerin aldıkları nakdi üretime nasıl yöneltebiliriz? Bu ancak kurulacak kooperatiflerle mümkündür. “Millî Görüş”e dayalı “Adil Düzen”e göre kurulacak marketler aslında bunu yapacaktır. Halkın elinde ‘peşin para ödeme’ imkânı olacağından, ‘veresiye’ yerine ‘ön ödemeli siparişe’ yani ‘selem sistemine’ kayacak ve böylece o sermaye üretime dönüşmüş olacaktır.

2. Fiyat dalgalanmalarından etkilenmememiz için işletmeler kâr-zarar hesaplarını ‘para’ üzerinden değil, ‘mal’ üzerinden yapacaklardır. Yani, kişi alıp sattığı maldaki nakit kârı kâr saymayacak, satıp aldığı zaman artan malı kâr sayacaktır. Hesaplamada bu basit sistemi uygulamakla doların değişmesi ekonomimizi asla etkilemez. Türk Lirasını zararla satarsın ama mal olarak kâr etmiş olursun.

3. Borçlanmalar asla Türk Lirası üzerinden yapılmamalı; altın, buğday, demir ve toprak değerleri üzerinden borçlanma yapılmalıdır. Artık günümüzde kâğıt para çıkarmak gerekmiyor. Bir kooperatif kurulup altın, demir, buğday ve toprağın rayiç değerleri takip edilir. Bu değerler her gün özel dergide veya gazetede yayınlanır ve herkes borçlanmayı bunlar üzerinden yapar. Ücret ve fiyatlandırmalar bu değerler üzerinden, ödemeler ise Türk Lirası üzerinden yapılır. Böylece dünyadaki nakitle ilgili krizlerden halk olarak uzakta oluruz, etkilenmeyiz.

4. Halkımız sattığı binalardan elde ettiği nakit kredileri dolara çevirir. Kooperatif hesabında biriktirir. Özelleştirme nedeniyle yapılan ihalelere girer ve oraları satın alır. Devletimiz bu satışlardan elde ettiği gelirlerle dış borçları kapatır. Dolar yakında iflas edecektir. Dolayısıyla dolar borçlarının ülkemize pek fazla zararı olmayacaktır. Devletimiz doları altına çevirip altını stok etmelidir. Halkımız da doları kuyumculara vermeli, yastık altında değil de kuyumcularda muhafaza etmeli ve altın alacaklısı hâline gelmelidir. Dolar ihraç edilerek Türkiye’ye altın ithal edilmelidir.

Bu tedbirler alındığı takdirde onların yani sömürü sermayesinin mekirlerine/ planlarına/ projelerine karşı mekir/ planlama/ projelendirme yapılmış olur ve en hayırlı mekir de -elbette mekanizmasıyla birlikte- bizim mekrimiz/ planımız/ projemiz olur.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Muhasebeli Fıkıh” zamanıdır…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.06.2006

İnsan, hayvanlardan farklı olarak hem kişiliğini korumakta, hem de topluluğun tam üyesi olmaktadır.

Bu nasıl mümkün olmakta ve nasıl gerçekleşmektedir?

-Bu ancak “borçlu” ve “alacaklı” olmakla mümkün olmakta ve gerçekleşmektedir.

-İnsan toplulukları “borç ve alacak ilkesi”ne dayanır.

-Nitekim, fizik ve kimya olayları da elektronların ve bazı diğer enerjilerin atomlar arası borç ve alacak ilkesi içinde yer almaları ile oluşmaktadır.

-Ne var ki, “insandaki borç ve alacak bağları” insan beyninde oluşmakta, fizikî karşılığı bulunmamaktadır.

Bu genel tanımlamalardan sonra, şimdi özellikle günümüzde bizi çok yakından ilgilendiren bazı temel ayrıntılara girebiliriz demektir.

 

*

 

Yeni muhasebe bilgisayara muhtaç

İnsanlığın ilk dönemlerinden yani Hazreti Âdem’den itibaren küçük topluluklar hâlinde yaşayan insanlar, hafızaları ile bu “borç ve alacaklarını” belirliyor ve hallediyorlardı.

İnsanlar, yakın zamanlara kadar sadece şifahi bilgilerle veya ufak tefek kayıtlarla “borç ve alacak meselelerini” takip edebiliyorlardı.

Oysa, III. Bin Yıla girdiğimiz çağımızda, hem topluluklar büyümüştür ve artık birbirlerini tanımayan insanlar arasında “borç ve alacaklar” doğmakta, hem de “borç-alacak çeşitleri” yüzleri, binleri değil, onbinleri bulmaktadır.

Bu kadar çok kalemdeki “borç ve alacaklar” ancak “bilgisayar kayıtları” ile bilinebilmekte ve takip edilebilmektedir.

Meseleyi bu boyutta kavradıktan sonra diyebiliriz ki;

-III. Bin Yılda “sözleşmeler” ve “bu sözleşmelere dayanan muhasebe” ancak “bilgisayar kayıtlarına alınabildiği takdirde” bir manâ ifade eder.

-Fıkıh veya Hukuk ilmi artık “muhasebe kayıt şekillerini bilmek ve bu kayıtları bilgisayarlara geçirmek” suretiyle işlerlik kazanmaktadır.

-Bundan sonra medreselerdeki “Fıkıh” ve fakültelerdeki “Hukuk” ilimleri “muhasebe maddeleri”nin yazılması ve bunların muhasebeye geçirilmesinin öğrenilmesinden ibaret olacaktır.

-“Fıkıh Usûlü”nün öğrenim şekli de değişecektir. Yani, “Yeni Fıkıh Usûlü” sözleşmelerin nasıl muhasebeleştirileceğini ve bunun bilgisayara nasıl geçirileceğini öğreten bir ilim olacaktır.

Biz, 1967 yılında İzmir’de kurduğumuz “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”nde bu muhasebe şeklini belirleme çalışmalarına başladık ve bu çalışmaları günümüze kadar taşıdık... Son zamanlardaki İstanbul çalışmalarımızda bilgisayar ortamındaki daha sistematik ve programlı uygulamalara başladık, devam ediyoruz...

 

*

 

“YAZINIZ” emrini uygulama zamanıdır

Mesela; A isimli şahıs, B isimli şahsa her ay 1000 YTL ödeyecektir diyelim. Bunun karşılığında A isimli şahıs, mesela belli bir ortaklıktan pay alacak, bu pay da C isimli şahsın diğer bir ortaklıktaki alacağına takas yapılacaktır.

Görülüyor ki, basit bir “havale” ve “değiştirme” muamelesinin “muhasebeleştirilmesi” bile oldukça karışıktır. “Fıkıh” işte burada gerekmektedir. Bundan dolayı artık “sözleşmeler” teorik yazılım ve gösterilen örneklerle “muhasebe maddeleri” ile birlikte yazılacaktır.

Bunun nasıl yapılacağını özetlersek:

-Önce sözler kâğıt üzerinde yazılacak;

-Sonra bir “FIKIHÇI” bunu hukuk diline çevirecek;

-Bir “MUHASİP” de bunu muhasebe diline çevirecek;

-En sonunda bir “BİLGİSAYARCI” bunu bilgisayara geçirecektir.

İşte Kur’an’daki YAZINIZ (Kur’an/Bakara, 282) çoğul emrinin manâsı budur.

EN AZ “ÜÇ KİŞİ” YAZACAKTIR.

Demek ki, bundan sonraki hayatımızda, bir taraftan yapacağımız sözleşmelerde bu usûlü tatbik etmeye çalışacak, diğer taraftan sürekli olarak ve beşikten mezara kadar devam eden derslerle bunları öğrenmeğe çalışacağız...

-Artık zorunlu eğitim -ve de uygulama- ‘sekiz yıl’ değil, ‘seksen yıl’ sürmek zorundadır. Mekanizmasını kurarak bu eğitim ve uygulamaları yapanlar ayakta kalacak, yapmayanlar yok olacaktır…

-Bu görevlerinizi yerine getirmek üzere ya bu tür çalışmalar yapmanızı tavsiye eder, ya da bizim çalışmalarımıza katılarak -en azından örnek almak üzere- yararlanmanızı dileriz…

Not: Bu görüşler, ESAM’ın “Müslüman Topluluklar Birliği Toplantısı” olarak 28-30 Mayıs günlerinde İstanbul’da organize ettiği “İslâm Dünyasının Bugünkü Durumu; Problemler, İmkânlar ve Çözümleri” konulu toplantıda tarafımdan arz edilmiştir. RNE

 

 

***

 

 

 

 

 

YÖK ve ‘Hukuk Düzeni’ – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.06.2006

Muhterem Süleyman Arif Emre, geçtiğimiz Pazar günü (04.06.2006) “Bırakınız YÖK siyasi bir parti kursun” başlığı ile çok önemli bir yazı yazdı. Yazıdaki ana konu, son günlerde YÖK’ün yaptıkları ve bu yapılanlara karşı hükümet edenlerin acziyeti. Önemine binaen, sözkonusu yazının bazı bölümlerini tekrar hatırlatıyor, daha sonra konu ile ilgili katkılarımı sunuyorum.

*

Evet, bırakınız YÖK siyasi bir parti kursun.

“Zira siyasi bir parti olmadığı halde [YÖK], etkinlik bakımından hem AKP’nin ve hem de CHP’nin üstünde, astığım astık, dediğim dedik kabilinden, her istediğini yapıyor. Evet, YÖK’ün AKP kadar CHP’ye de zararı oluyor… Rejiminin demokratik olduğu kabul edilen bir ülkede, YÖK misali oligarşik ve o ölçüde illegal etkinliğe erişmiş kuruluşların hizaya sokulması için en tabii yol iktidarın yasal düzenlemelerle bu kabil anormallikleri düzeltmesi ve onları yasal çerçeve ve çizgiye sokmasıdır. Öyledir amma AKP kağıt üzerinde tek başına iktidara gelmiş gözüktüğü ve hattâ hattâ Anayasa’yı bile değiştirecek sayısal çoğunluğu sağladığı halde, YÖK karşısında icraat bakımından maalesef YOK olmuş durumda…

Evet, Tayyib Bey ve onun bazı arkadaşları, Millî Görüş gömleğini çıkartarak, başka bir kimlik arayışı içerisine girmişlerdir. Fakat yeni bir kimlik edinemedikleri için bugün, her bakımdan bir boşluk içerisinde bulunuyorlar. Bu duruma düşen kadrolar, elbette ciddi icraat yapamazlar ve gereken medenî cesaret ve feraseti gösteremezler. Bu boşluğu doldurmak için ise yapay olarak yaptıkları iş; ekonomik politikayı IMF’ye, dış politikayı ABD ve AB’ye teslim edip, bu yabancı inisiyatiflerindeki otomatikleşmeyi, halkımıza, sanki kendi aksiyonları imiş gibi göstermeye çalışmak olmuştur. Ama gün geçtikçe bu otomatikleşmenin alanı ve açısı daralıyor, bu aldatmaca inandırıcılığını kaybediyor, bu caka cuka edebiyatı kabak tadı veriyor. Görülüyor ki, bu hercümercin tek çözüm yolu, yeniden Millî Görüş’ü iktidara getirmektir…” (Süleyman Arif Emre, Millî Gazete, 04.06.2006)

*

Kimler kural koyabilir?

Bir topluluk, bir devlet ancak kurallarla varlığını sürdürür. Kural demek, herkesin bir davranışta bulunacağı zaman nasıl davranacağını bilmesi, karşı tarafın da nasıl karşılık vereceğini bilmesidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde dört kural koyucu yer vardır.

1. MECLİS’in üçte iki ekseriyeti Anayasa kurallarını koyar. İnsanların temel hak ve hürriyetleri ancak Anayasa ile sınırlanabilir. Meclis’in ekseriyeti yeni suçlar icad edemez, yasaklar koyamaz. Bu sebepledir ki Anayasa’mızın yarısı temel hak ve hürriyetlerle sınırlanmıştır. Mesela, Anayasa’da müstehcen kıyafet yasaktır denmiyorsa, kanunla o müstehcen kıyafet yasaklanıp cezalandırılamaz. Çünkü insanların istediği elbiseleri giymeleri temel hak ve hürriyetlerdendir. Yine Anayasa’da kişinin kendisini tanıtmayacak şekilde kapalı giyinmesi yasaktır denmiyorsa, kanun bu tür yasaklar koyamaz ve ceza tertib edemez. Anayasa kötü örnek olmayı yasaklamıyorsa, kimse sen kötü örnek oluyorsun diye bir yasaklama getiremez.

2. Kanunlar Meclis’in ekseriyeti ile çıkarılır. Anayasa’da belirtilen hak ve hürriyetlerin korunması ile ilgili hükümleri Meclis koyar, bu hükümlere uymayanlara da cezai müeyyideler vazeder. Cezalar yalnız kanunla konur, kanun hükmünde kararname ile de konamaz. Ayrıca yasaları Meclis yapar. Yasa demek, tek bir uygulama değil de, topluluğun uyması gereken kurallar demektir. Bir kimsenin bir iş yaparken uyması gereken kurallardır. Bu kurallar Anayasa’ya aykırı olmamalıdır, Anayasa Mahkemesi bu tür kanunları iptal eder. Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiç kimse ceza müeyyidesi olan bir kural koyamaz. Cezayı içermeyen kuralları koyma yetkisini sınırlı olarak Meclis hükümete verir. Buna ‘kanun hükmünde kararname’ denmektedir. Hükümet ceza koyamaz, vergileri artıramaz.

3. Tüzükler. Kanunlar ekseriyetle mücmel olur. Bakanlar Kurulu kanunlardaki mücmelliği kaldıran tüzükler çıkarır. Mesela, ceza kanununda 50 gün hapsolunur denir de, hapis kelimesi açıklanmış olmayabilir. Tüzükte hapishane şekli ve orada kalacakların tâbi tutulacağı hükümleri Bakanlar Kurulu koyar. Tüzüklerin yasalara ve Anayasa’ya aykırı olmaması ve yeni yasalar şeklini almaması gerekir.

4. Yönetmelikler. Bunlar ilgili devlet kurumlarının kendi personeliyle ilgili icra kurallarını koyar. Hizmet verenleri ilgilendirir, hizmet alanları ilgilendirmez. Genelgeler de yönetmelik mahiyetindedir. Hukuki statüsü aynıdır.

“Yasama”nın yanında bir de “yürütme” vardır.

Yürütme kurallar koyamaz, yürütme sadece kuralları uygular. Kurallar da yukarıda saydıklarımız şeklinde oluşur. Yürütme ceza hükümleri vazedemez, kanunla yapılması gereken işleri de yapamaz.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, hâlen hükümet ettiğini zanneden iktidarın acziyeti ve bilgisizliği sebebiyle, meydanı boş bulan YÖK istediği gibi cirit atıyor, bu arada ülkemize ve geleceğimize maalesef çok büyük zararlar veriyor.

Yarın, üniversitelerin yani YÖK’ün yetkileri ve çözüm önerileri üzerinde duracağım.

 

 

***

 

 

 

 

 

YÖK ve ‘Hukuk Düzeni’ - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.06.2006

ÜNİVERSİTE yani YÖK bir ‘yürütme’ müessesesidir, ‘yasama’ yetkisi olan bir kurum değildir.

YÖK liseden sonra öğrenim yapmak isteyen kimselere öğrenim hizmetini verir.

YÖK hâkim kuruluş değil, hâdim kuruluştur. Polis, jandarma, asker, zabıta gibi kuruluşlar hâdim kuruluştur. Bunlar silah taşırlar, hükmederler. Savcılar ve hakimler de hâkim kuruluşların görevlileridir. Tutukluları sorguya çekerler. Bunlar devletin hükmetme yetkilerini taşırlar. Ama YÖK’ün yani üniversitelerin böyle bir yetkileri yoktur. Hattâ yüksek yargı organlarının bile böyle bir yetkileri yoktur.

*

YÖK’ün yetkileri nelerdir?

YÖK ve ÜNİVERSİTELER sadece kendilerine teslim edilen öğrencilere kanunların belirlediği ilimleri öğretmekle yükümlüdürler.

1. Üniversiteye kimlerin gireceği, öğretmenliğe kimlerin atanacağı kanunlarla belirlenir, yasama ile ilgilidir. Üniversitenin ben şu fakültelere şunları alıyorum, şunları almıyorum deme hakkı yoktur. Çünkü bu kuraldır, yasalarla belirlenir. Lise müfredatını üniversiteler değil, bakanlıklar hazırlamaktadır. O halde onlara sorulacak soruları da ancak bakanlıklar koyabilir. Çünkü bu hükümet etmedir, devlet gücünün kullanılmasıdır.

2. Üniversitedeki fakülteler kanunla kurulmaktadır. İçinde nelerin öğretilmesi gerektiğine karar verme de kanunu açıklama demektir. Bu da ancak Bakanlar Kurulu’nun çıkaracağı tüzüklerle mümkündür. Üniversite fakültelerde okutulacak derslerin muhtevasını belirleyemez. Çünkü bu yasa ile ilgili bir husustur, temel hak ve hürriyetleri sınırlayan bir husustur. Tevhidi tedrisatın manâsı budur. Üniversiteler ne okunacağına değil, nasıl okunacağına karar verir. Üniversiteler öğrenciler hakkında değil, öğretmenler hakkında yönetmelik çıkarabilir. Öğrencilerin davranışlarını ilgilendiren hususlar varsa, bunlar kanun veya tüzük ile belirli hâle getirilir. Çünkü hakimiyet yalnız Meclis’in ve hükümetindir.

3. Üniversite ne kadar yetkilidir? Fakültelerden mezun olanların nerelerde istihdam edileceği, yetkilerinin neler olacağı hususu yine üniversitenin belirleyeceği bir şey değildir. O husustaki kuralları Meclis veya Bakanlar Kurulu koyar, hükümet uygulayarak onları görevlendirir. Üniversitenin burada herhangi bir denetim yetkisi yoktur. Mesela, bir adalet bakanı İlâhiyat Fakültesi mezunlarını hakim olarak atamaya başlasa, bu husus yasa konusudur, bakan yasaya aykırı hareket etmiştir. Ama atanan hakim hakimdir, verdiği kararlar geçerlidir. Bakanların tasarruflarını Danıştay denetler ama Danıştay kararlarına uymadığı zaman bakanı denetleyecek tek merci Meclis’tir. Meclis’te güvenoyuna gidilir, bakan veya hükümet düşerse düşer, düşmezse yapılacak bir şey yoktur. Nitekim Sayın Sezer görevinden istifa etmemişti. Cumhurbaşkanı seçilme ehliyeti yoktu. Seçildi; yasalara aykırı olarak seçildi! On gün içinde kimse itiraz etmedi ve seçilme kesinleşti. Artık itiraz mercii de kalmadığı için meşru cumhurbaşkanı oldu ve hâlen de cumhurbaşkanıdır.

4. Üniversitenin verdiği diplomaları geri alma yetkisi yoktur. Kendisine kamu takdir hakkı verilen kimseler karar aldıktan sonra geri dönemezler. Mesela, bir öğrenciye not verme yetkisi hocaya verilmiştir, dekan ona karışamaz, hocayı öğrenciyi bırakmaya veya geçirmeye zorlayamaz. Bütün hocaların not verdiği bir öğrenciyi fakülte yönetimi sınıfta bırakamaz. Ancak bir öğretmen hata ile de not vermiş olsa, artık onu geri alamaz. Bir kimse yanlışlıkla doktor yapılmış ise onun diplomasını kaldıramaz. Onun notunun iptali veya diplomasının geri alınması ancak yargı yoluyla mümkündür. Mesela, Meclis cumhurbaşkanı seçer ama sonra onu geri alamaz. Başbakanı, devlet başkanını atar ama sonra onu azledemez. Bir valiyi Bakanlar Kurulu atar, ama onun valiliğini elinden alamaz. Hükmetme yetkisine sahip hükümet sadece onun yerini değiştirebilir. Merkez valiliği bunun için icat edilmiştir.

Yukarıda anlattıklarım Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve hukukun temel kurallarıdır.

Hukuk Devleti bunlara uymak zorundadır.

*

Yeni YÖK ve yeni rektörler atansın

Sonuç: Üniversitenin din dersi öğretmenlerini İlâhiyat Fakültesi’nden alıp Eğitim Fakültesi’ne bağlama yetkisi yoktur. Yaptığı hukuk dışıdır. Hükümet Danıştay’a giderek kararı iptal ettirebilir.

YÖK dinlemezse, hükümet doğrudan görevden alır. Rektörün maaşını keser, ödemez. Çünkü ödeme amiri Maliye Bakanı’dır. Sorun Meclis’e intikal eder. Meclis bakanı düşürürse düşürür, düşürmezse cumhurbaşkanı yeni YÖK başkanı atar ve kararı alan rektörlerin yerine yeni rektörler atanır. Cumhurbaşkanı görevi yerine getirmezse, Meclis Başkanı ona vekâleten atar. Yeni rektörler ve yeni YÖK yerlerine gider otururlar. İçişleri Bakanlığı eski rektörleri ve YÖK başkanını üniversiteden uzak tutar.

Bu devlet olmanın özelliğidir. İktidar tecezzi etmez. Sonunda iktidar bir tek yerde temerküz etme durumundadır. Çok başlı devlet yaşayamaz. İnsanın benliği nasıl tek ise devletin varlığı da tektir.

Dengeli ‘Hukuk Düzeni’ bu şekilde oluşur. Bu ‘denge düzeni’ yoksa, YÖK de devlet de yok demektir.

Hâsılı, bugünkü anayasal düzende denge yoktur. Kuvvetli kim ise ülkeyi o yönetir. Eğer kuvvetli belli olmuyorsa o devlet çöküyor demektir. Sonuç ya adil bir devlet düzeni, ya da diktatörlük olacaktır.

Asker cumhurbaşkanına işte bunun için gerek vardır. Adil bir devlet düzenine de ancak asker kökenli cumhurbaşkanı ile gidilebilir. Devlet kuvvet demektir. Kuvvetli değilseniz devlet olamazsınız.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Faiz’ ve ‘enflasyon’;

ikiz kardeşler yeniden sahnede…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.06.2006

Para Politikası Kurulu olağanüstü toplandı ve aldığı ‘şok karar’ ile piyasaların beklentisinin de üzerinde ‘FAİZ artırımı yaptı.

Para Politikası Kurulu ne yaptı, neden yaptı, niçin yaptı? Bugün bunların sebepleri üzerinde duracağız.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası gecelik borçlanma ‘faiz oranını yüzde 13,25’ten yüzde 15’e, borç verme ‘faiz’ oranını da yüzde 16,25’ten yüzde 18’e çıkardı; yani her ikisini de yüzde 1,75 yükseltti!..

Para Politikası Kurulu, bakınız ‘faiz artırma gerekçeleri’ni nasıl özetliyor:

“Nisan ve Mayıs aylarındaki enflasyon gerçekleşmelerinin ardından yıllık enflasyon, hedefle uyumlu patikanın belirgin olarak üzerine çıkmıştır. Bunun yanında, yakın zamanda mali piyasalardaki dalgalanmaların ardından oluşan döviz kuru hareketlerinin doğrudan etkileriyle, önümüzdeki aylarda yıllık enflasyon rakamlarının geçici olarak bir miktar daha yükselmesi söz konusu olabilecektir. Para Politikası Kurulu, söz konusu kısa vadeli gelişmelerin orta vadeli bekleyişler ve fiyatlama davranışları üzerinde kalıcı etkiler oluşturmasını önlemek ve orta vadede enflasyon eğiliminin hedeflerle uyumlu kalmasını sağlamak amacıyla politika faizlerini gözden geçirme gereği duymuştur.”

Dikkat edilirse, Para Politikası Kurulu ‘faiz artırma gerekçeleri’ni açıklarken, defalarca ‘enflasyon, enflasyon, enflasyon’ demek zorunda kalmaktadır.

Para Politikası Kurulu neden böyle bir zorunluluk duymaktadır?

Biz kırk yıldır bıkıp usanmadan diyoruz ki;

Faiz enflasyonun ikiz kardeşidir, bir ülkede ne kadar faiz varsa o oranda enflasyon olması olağandır ve ekonominin temel kuralları gereğidir. Faiz enflasyonu, enflasyon faizi körüklemekte, bir ülkede ‘Faizsiz Adil Ekonomik Düzen’ kurulmadığı müddetçe bu kısır döngü sürüp gitmektedir.

*

‘Faiz’ ile ‘enflasyon’ cirit atıyor…

2006 Nisan ayındaki ‘cari işlemler açığı’, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 62,3’lük artışla 4,1 milyar dolara yükseldi. 2006 yılının ilk dört aylık dönemindeki açık 12,5 milyar dolar seviyelerine yükseldi. Uygulanagelen ekonomik politikalar sonucunda bu gidişat böyle devam edecek olursa, yıl sonu ‘cari işlemler açığı’ 35-37 milyar doları aşabilecek gibi bir görüntü vermektedir.

Ne oldu da bu durumlara gelindi? Önce, zoraki olarak suni bir şekilde YTL karşısında çıkışı frenlenen dolar yani ‘kur yükseliverdi’, bu arada her an ufak da olsa patlama yapması beklenen ‘enflasyon canavarı’ da ‘ben buradayım, hiçbir yere gitmedim’ deyiverdi!.. Elbette günümüz globalizmi çerçevesinde iç ve dış konjonktür bu duruma gelinmesinde etken rol oynuyor. Bir taraftan ‘dış borçlar’, diğer taraftan sürekli artan ‘cari açık’ ülkeyi adım adım uçuruma doğru götürüyor. İşte, ekonomisi yıllardır bu şekilde güya yönetilen bir ülkede, ‘sıcak para’ oyuncuları ya da spekülatörleri risk almak istemiyor, ülkeden fahiş kârlar [ç]alarak çıkmak istiyor. Normalin üstünde faiz artışı’ yapılmak suretiyle, bu spekülatörlere, “Ne olursunuz kaçıp gitmeyin, işte görüyorsunuz sizlere olabildiğince yüksek kazançlar veriyoruz!..” denmek isteniyor.

Son birkaç yıldır YTL aşırı derecede değerlenmesine rağmen, Merkez Bankası ‘faiz indirimi’ konusunda alabildiğine yavaş davranırken; aynı Merkez Bankası şimdi de piyasaların beklediğinden çok daha yüksek ‘faiz artırımı’ yaptı!..

Yaptı da ne oldu? Döviz kurları düşüşe mi geçti? Hayır, bana mısın bile demedi, yaşanan küçük bir gerilemenin ardından fiyatlar tekrar eski seviyesine çıkıverdi! Böylece ülke ekonomisinin üzerine binen ‘düşük kur maliyeti’nin üzerine bir de ‘yüksek faiz maliyeti’ de eklenmiş oldu. Bütün bunların genel olarak ‘ülke ekonomisi’ne, özel olarak da ‘enflasyon hedefi’ ya da ‘enflasyon canavarı’ ile artık sözde efsaneye dönüşen ‘ekonomik büyüme’ üzerinde yapacağı etkileri önümüzdeki aylarda ve yıllarda hep beraber göreceğiz.

Merkez Bankası yeni yönetiminin “fiyat istikrarı ve enflasyon hedefi”nin dışındaki gerçekleri de dikkate alan bir çizgi izlemesinde yarar var. Bugüne kadar ne yazık ki bu yapılmadı. Eski yönetim, gerileyen kurların genel ekonomik dengelere açıkça zarar verdiğini görmesine rağmen, kurların yardımıyla şok enflasyon düşüşünü tercih etti. Bugün büyük ölçüde bu tercihin yol açtığı sıkıntıları yaşıyoruz.

Evet; ‘cari açık’ büyümeye devam ediyor, ‘dış ve iç borçlanma’ kar topu gibi yuvarlanıp gidiyor, özel sektör ‘düşük döviz’ ile çok yönlü boğuşuyor, siyaset sadece ekonomide değil her alanda gerilmeyi sürdürüyor…

Bütün bunlar bir araya gelince, sözde ve de suni ‘istikrar’ ile ‘olumlu beklentiler’ maalesef düğmeye basılmışçasına bir anda olumsuza çevrilivermiş oluyor…

İkiz kardeşler ‘faiz’ ile ‘enflasyon’ da, bu ortamda istedikleri gibi cirit atıyorlar…

Elbette, bunların tabiî sonucu olarak, aslında varolmayan bütün ekonomik ve siyasi dengeler de bir anda sarsılıveriyor; böyle giderse, her zaman ve hep sarsılmaya devam edecektir…

Ne zamana kadar? Türkiye bir gün koca Osmanlı gibi çöküp yıkılıncaya kadar!.. Bizden söylemesi…

 

 

***

 

 

 

 

 

Eko-tufanın sebebi ‘faiz’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.06.2006

Önceki yazımda ‘faiz’ ile ‘enflasyon’dan oluşan ve birbirlerinin ayrılmaz parçası olan ‘ikiz kardeşler’in maceralarını, daha doğrusu nedenlerini ve etkilerini kısaca yazdım. Sadece yazmakla yetinmedim, kırk yıldır bu gerçekleri halkımıza ve halkımızı yönetenlere her fırsatta anlatmaya çalıştığımızı hatırlattım.

Yazıyor ve hatırlatıyoruz da ne oluyor?

Her biri adeta bir ‘ekonomik tufan’ ve de ‘sosyal tufan’ mesabesinde olan bu musibetler anlatıldığında, ilgili ve yetkililerin bir kulağından girip diğer kulağından çıkıveriyor, o kadar!..

Gözleri kapalı, kulakları tıkalı, ağızları mühürlü olanlar için ise durum daha da vahim.

Vaziyet böyle olunca elbette musibetleri teorik olarak anlatmak kâr etmiyor, herkes bu ‘musibetlerin nasihate dönüşmesi’ için et etkili olacak seviyelere çıkmasını bekliyor!..

Bu musibetlerden ‘nasihat nasibi’ni al(a)mayanların başında elbete Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve çalışma arkadaşları geliyor. Alınan ‘şok faiz artırımı’ kararı karşısında, ‘yerli-yabancı bankalar’ ile ‘uluslararası reytig kuruluşları’nın elbette zalim sömürü sermayesi adına ‘bravo’ sesleri arasında yükselen alkışlarına aldandıkları içindir ki nasiplenemiyorlar, o zavallılar!..

Evet, nasiplenemediklerinden dolayı, ‘son faiz artırımı’ ile ilgili olarak Sayın Başbakan Erdoğan’ın Devlet Bakanı Ali Babacan bakınız ne diyor: “Enflasyon hedefinde revizyon falan yok!..”

AKP Hükümeti’nin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ise ‘Merkez Bankası yeni yönetiminin faiz artırma kararı’ karşısında diyor ki: “Yerinde bir karar; beğeniyorum ve takdir ediyorum!..”

Oysa, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, hem bir önceki kendi kararını, hem de başbakan ve bakanları tekzip edercesine diyor ki: “2006 enflasyon hedefi tutmayacak!..”

 

***

 

Hatalar zinciri devam ediyor…

Türkiye’deki ekonomi politikalarının ve son ‘faiz artırma’ kararının doğru olmadığını sadece biz değil, bu politikaları zaman zaman savunma konumuna düşmek zorunda kalanlar da bu sefer ‘yanlış’ buluyorlar.

Merkez Bankası Para Kurulu belirlenen tarihten önce toplandı. Kraldan fazla kralcı davranarak faizleri 1,75 puan artırdı… Bu politika doğru değildir; piyasa cambazlarına ödün vermek anlamına gelir. Bu politika uzun vadede daha da fazla enflasyonist olabilir. Zira bir yatırım atağının ortasından geçmekteyiz ve bunlar bıçakla kesilmiş gibi bir anda durmayacağından, diğer maliyet unsurlarıyla birleşerek yüksek faizler bir maliyet şokuna sebep olacaktır. Faiz artırımı sayesinde Türkiye bugüne kadar ne enflasyon savaşını kazanabilmiş ne de ülkeden yabancı sermaye kaçışı durmuştur. Yüksek faizle sermaye talan edene kadar gelir ama böyle ortamlarda faiz nedeniyle durmaz. Bir şartla: IMF ile yeni bir istikrar paketi imzalar, milletin ensesine binerek fahiş alacaklarını sigortalarsanız onlar gelir, siz gidersiniz! Sayın Başbakan “IMF’yi göndermeye muktedir hale geldik.” dedi, seçime nasıl gitmek istediğine dair niyetini ortaya koydu. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Ya yapacaksınız ya da konuşmayacaksınız. Bir de tabii konuşulması gereken yerler vardır ki orada da susamazsınız… Hükümetin bunu görmesi, konuşması ve idare etmesi gerekiyor. Siz susarken piyasa simsarları malı götürüyor, umutlarımızla birlikte.” (Doç. Dr. İbrahim Öztürk, Marmara Üniversitesi, 08.06.2006)

“Son uygulamalar, ekonomi yönetiminin dünya piyasalarındaki gelişmeleri algılama ve sonuçlarının Türkiye ekonomisine olumlu veya olumsuz yansımalarını değerlendirerek gerekli önlemleri uygulamaya kazandırma açısından zayıf kaldığı izlenimi veriyor. Hatta bir ileri aşamada son dönemlerde ortaya koyduğu performans bakımından ekonomi yönetimi güven kaybediyor... Ekonominin talep cephesinde gözlenen genişlemenin altında, Merkez Bankası ve Hazine’nin karşılıklı olarak parasal kontrolü sağlama işlevini yerine getirmede gevşek politika izlemesi yatıyor…

Gelinen noktada Merkez Bankası’nın gecelik faizi yüzde 13,25’ten 15’e yükseltmesi, ‘hatanın bir başka hata ile telafi edilmek istenmesi’ diye yorumlanabilir... Banka bu artışla da “Faiz ve dövizi isteyince indirir, isteyince yükseltirim” diyen piyasanın kural koyuculuğunu kabul etmiş oldu. Oyunun bu bölümünü kaybetti. Ancak sonucun böyle olmasının sorumluluğunu, tek başına bankaya yüklemek doğru olmaz.” (İbrahim Kıbrızlı, 08.06.2006)

*

Faiz-enflasyon kısır döngüsü sürüyor…

Zalim sömürü sermayesi faizi meşrulaştırınca, dünyada ve ülkemizde neler olup bittiğini, ‘faiz’ sebebiyle ‘eko-tufan’ içinde olduğunu hep beraber görüp yaşıyoruz… Dünya bu hâle nasıl düştü?

-Önce, piyasalardan para çekildi, yerine altın para girdi.

-Sonra, faizleri ödemek için bugünkü ‘faiz parası’nı icat ettiler.

100 katrilyon dolar piyasada ise, bunun % 5 faizinin ödenebilmesi için her yıl % 5 fazla dolar basmak gerekmektedir. Böylece faiz enflasyonu, enflasyon faizi körüklemekte ve dünya ekonomisi dengesini kaybetmiş bulunmakta, dünya ve Türkiye bundan dolayı ‘faiz’in sebebiyet verdiği ‘eko-tufan’ kısır döngüsü içinde debelenip durmaktadır. Birçok devletlerin paraları batmakta, birçok devlet dolar borcu içinde boğulmakta, Türkiye de, günümüz globalleşen dünyasında bu ‘zalim faizli ekonomik düzen’den nasibini almaktadır.

Kitab’a aykırı ve Allah ile savaş olan faiz politikaları üzerinde durmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

Alternatif çözüm önerisi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.06.2006

“Efetü’minûne Biba’di’l-Kitabi, Ve Tekfürûne Biba’di/

Yoksa Kitab’ın bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?!.”

[Kur’an, Bakara, 2/85]

Kitap yazılan bir yazı değildir. Kitap bir projedir, bir sistemdir. Orada baştan sonuna kadar ne yapılacağı belirtilmiştir. Eksikler sistem içinde içtihatlarla tamamlanacaktır. Sistem değişmez. Her kitabın bir sistemi vardır. Kitap var, sayımları içerir. Sistem var, sayımlara oturur.

Bu sebepledir ki her topluluk kendi kitabı ile amel etmek zorundadır.

İşte o sebepledir ki tercüme kanunlarla bir ülke idare edilmez, edilemez…

Fıkıhçılar ‘hukuk mühendisliği’ yaparak sistemi oluşturmaktadır.

Zalim sömürü sermayesi kendisinden başka kimsenin sistemi oluşturmaması için, kendileri dışında düşünen insanları ‘sosyal mühendislik yapıyorlar’ diyerek veya bunu birilerinin ağzından söyleterek aşağı görmektedir. Oysa, ‘mühendislik’ yapmaksızın nasıl bir makine icad edilemezse, ‘fıkıhçı’ olmadan da bir topluluk oluşturulamaz. Mesela, kapitalizm kendi içinde tutarlıdır; zalim sistemdir ama tutarlıdır ve varlığını sürdürmektedir. Sosyalizm de kendi içinde tutarlıdır, o da kendi içinde başarılıdır. Karma ekonomiler bu sebeple başarısızdır. Sömürü sermayesi dünyayı sömürebilmek için karma ekonomiyi dayatmaktadır.

Kitab’ın sadece bazısı, sadece bir kısmı ile amel etmek caiz değildir. Fıkıhta da mezheplerin karması ile amel etmek caiz değildir. Kur’an bu âyetlerle karma uygulamaları caiz görmemektedir.

Burada şöyle bir sorun ile karşı karşıya kalıyoruz. Madem ki sistemde karma uygulama yapılamıyor, sistem de birden bire değişemeyeceğine göre, inkılâbı nasıl yapacağız? İşte bu sebeple tarihteki inkılâpları hep sadece peygamberler başarmışlar; çağımızda da peygamberlerin vârisi olan bilginler başaracaktır.

*

Çok şey mi istiyoruz?..

AK Parti diyor ki; ‘Biz programımıza faizsizliği koymadık, dolayısıyla faizsiz bir uygulamamız sözkonusu değildir!’ AKP’liler programa koymadıklarını yapmıyorlar, koyduklarını da yapamıyorlar!..

Bu durumda çare ve çözüm nedir? Biz her şeye rağmen ‘çözüm önerilerimizi’ hatırlatalım.

Yürürlükte olan düzende ‘belediye başkanı’ yahut ‘bakan’ olanlar ne yapmalıdır?

BİR: Önce, cari sisteme hiç dokunmadan, olduğu gibi sürmesine devam edeceklerdir. Bu ‘bozuk kurulu ekonomik düzen’ bile, hiç yoktan iyidir ve bir düzendir, şimdilik devam etmelidir. Mesela, kimi suiistimal ve vergi konuları geçici olarak sürmeli, dolayısıyla cari düzene dokunulmamalıdır.

İKİ: İlgililer ve yetkililer diğer taraftan ‘ilmî heyetler’ oluşturup “Adil Ekonomik Düzen”in bütün detayları ile projesini hazırlamalıdır. Teorik olarak tartışılmalı, eksiklikler giderilmeli, hedefler belirlenmelidir…

ÜÇ: Ondan sonra asıl zorlu taraf başlayacak, ‘geçiş dönemi planlaması ve uygulaması’ yapılacaktır. Bugün mevcut olan ‘faizli bankalar’ devam edecek, ancak devlet kendi borç ve alacaklarına faiz uygulamayacak, sıfırlayacaktır. Sadece devlet borç ve alacakları altına kote edilecektir. ‘Faizsiz bankalar’ işletme senetlerini kasadaki stoklarına göre değerlendirip kârsız olarak işletmeler adına alıp satacaklardır. Banka işletmenin cirosundan mesela yüzde bir alacak, bu şekilde anlaşma yapan bankalara Merkez Bankası ‘faizsiz kredi’ verecektir. Merkez Bankası bankaların aldığı cirodan işletme paylarına ortak olabilir.

İşte, bir taraftan ‘mevcut düzen’e dokunmuyorsunuz, ama diğer taraftan ‘faizsiz sistem’in çalışmasına da imkan veriyorsunuz. Bu uygulama ‘karma ekonomi’ demek değildir, bu uygulama ‘geçiş uygulaması’dır.

İki çeşit kredileşme, faizli ve faizsiz kredileşme birbirine rakip olarak çalışmalıdır.

Bir gün faizsiz müessese faizli müesseseyi yenerse, “Adil Düzen”e kendiliğinden geçilmiş olur.

DÖRT: Makroda ‘faizsiz müesseselere geçme denemeleri’ yapılacaktır. Başarı ihtimali az olabilir, mevcut bozuk düzen buna izin vermeyebilir ama yapılması gereken denemeler mutlaka yapılmalıdır.

Bunun yanında faizsiz bucakların tesisi için devlet ‘faizsiz kredi’ verir. Müteşebbisler “Adil Düzen”e göre proje, ilgililer bunun yasalarını hazırlarlar. Bin hanelik bir “Adil Düzen Bucağı” oluşturulur.

-Devlet önce hazırlanan bu projeyi onaylar.

-Bunlar arazi alırlar, devlet bedelini öder.

-Malzeme alırlar, devlet bedelini öder.

-İşçi çalıştırırlar, devlet ücretini öder.

100 milyon YTL kredi meskenler, 100 milyon YTL kredi de işyerleri için açılır. Böylece “Adil Düzen”e göre bir site tamamlanmış olur. Buraya göç etmeyi düşünenler bütün mal varlıklarını siteden satın alırlar. Orada onlara yer verilir. İşyerine ortak eder, borçlu kalanlar çalışarak borçlarını öderler. Kurucular beş sene içinde borçlarını itfa ederlerse başarıya ulaşmış olurlar. Burada siteye ‘200 milyon YTL faizsiz kredi’ verilerek beş yıl içinde 400 milyon YTL olarak da istenebilir. Bu faiz değildir. Bir şartla ki, ödeyemediği kısma devlet el koyar. Böylece “Adil Düzen” bir kısım bucaklarda uygulanır. Sonra diğer bucaklar bu şekilde yenilenir.

Bizim iktidarda olanlardan isteğimiz, hemen “Adil Düzen”e geçmeleri değildir. Biz sadece “Adil Düzen”in hedeflenmesini, ‘faizli kredi müessesesi’ yanında, ‘faizsiz ortaklık kredi kurumları’na da yer verilmesini istiyor, bunun mekanizmalarını öneriyoruz...

 

 

***

 

 

 

 

 

‘D-8 Kutlama Toplantısı’

Veya ‘İyi ki Erbakan var’  

Reşat Nuri EROL

20.06.2006

“Ya Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı…”

[Kur’an; Nisâ 4/83 ve 113, Nûr 24/14, 20 ve 21]

 

D-8 Zirvesi 9. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Toplantısı münasebetiyle Çırağan Sarayı’nda Erbakan Hocamızı dinlerken, notlar aldım… Çırağan Sarayı’nda, gemide, SP İl Merkezi’ndeki toplantıda notlar tuttum... Şimdi o notlarıma bakıyor ve yayımlanacak yer olsa, yazılası nice yazılar geliyor aklıma…

Yazılası yazıların sadece başlıkları bile insana heyecan veriyor: ‘20. asrın 21. asra en büyük hediyesi; D-8’ / ‘Yeni bir medeniyet doğuyor…’ / ‘Yeni Bir Dünya kuruluyor…’ / ‘Adil Bir Dünya Düzeni’

Bir taraftan dinliyor ve notlar tutuyor, diğer taraftan sahneyi ve etrafı gözlüyorum…

TÜRKİYE, PAKİSTAN, BANGLADEŞ, MISIR, NİJERYA, İRAN, ENDONEZYA, MALEZYA bayrakları… Ve bu bayrakların, bu ülkelerin sahnedeki TEMSİLCİLERİ

D-8 ülke temsilcilerinden sırası gelen konuşuyor, biz de dikkatle dinliyoruz… Sahnenin iki tarafındaki perdelerde dünya haritası; haritada D-8 ‘barış ve adalet ülkeleri’ ile G-7 ‘savaş ve zulüm ülkeleri’ ayrı renklerde… Ve henüz tam olarak nereye ait olacağına karar veremeyen Rusya ise sarı renkte gösteriliyor…

Sahneyi boydan boya kaplayan arkadaki fonda, ‘yeni bir medeniyet, yeni bir dünya ve adil bir dünya düzeni’ kurmanın ana prensipleri Arapça ve Türkçe olarak yazılmış; okuyor ve aynen not ediyorum:

Es-SELÂM, Lâ el-Harb; Savaş değil, BARIŞ! / Çatışma değil, DİYALOG! / El-ADALETÜ, Lâ el-Zulm; Çifte standart ve zulüm değil, ADALET! / Üstünlük değil, EŞİTLİK! / Sömürü değil, İŞBİRLİĞİ! / Baskı ve tahakküm değil; İNSAN HAKLARI, HÜRRİYET VE DEMOKRASİ!

15 Haziran 1997 D-8 İSTANBUL ZİRVESİ / 01-02 Mart 1999 D-8 DAKKA ZİRVESİ / 25-26 Mart 2001 D-8 KAHİRE ZİRVESİ / 18 Şubat 2004 D-8 TAHRAN ZİRVESİ / 12-13 Mayıs 2006 D-8 BALİ-Endonezya ZİRVESİ. Başlangıçta, sekiz ayda kurulan D-8’in, ondan sonra geçen dokuz yılda kat ettiği mesafe, Hocamızın zaman zaman kullandığı ‘At sahibine göre kişner’ atasözünü bir kere daha hatırlattı…

Biz Millî Görüşçüler D-8 Zirvesi 9. Kuruluş Yıldönümü Kutlama Toplantısı vesilesiyle oradaydık, ama Millî Görüş gömleğini çıkaranlar veya aslında hiç giymemiş olanlardan bir kişi bile orada bizimle beraber değil; Avrupa veya Amerika’da bilmem ki kimlerle beraberler!..

İşte, sekiz ayda kurulan D-8’in, dokuz senede neden az mesafe kat ettiğinin cevabı orada saklı…

Ama, bu ülkenin ve bu medeniyet projesinin gerçek sahipleri olan Millî Görüşçüler, ‘Yeni bir Dünya’ ve ‘Adil Bir Dünya Düzeni’ kurmak üzere geliyor…

D-8 Genel Direktörü Büyükelçi Ayhan Kamel’in de kutlama toplantısındaki konuşmasında ifade ettiği üzere; “D-8 artık dönüşü olmayan bir yola girmiştir…”

“Kâfirler istemese de Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” [Kur’an, Tevbe, 9/32]

***

Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı…

‘İyi ki Erbakan var’ başlığını kullanmamın elbette sebebi var.

Erbakan Hocamızı 1960’lı yıllardan beri dinliyor ve her dinleyişimde ayrı bir haz ve heyecan alıyorum… Kimi zaman aynı konu olsa da, aynı haz ve heyecan hep var… İlk karşılaşma ve ilk dinleme; 1960’lı yıllarda İzmir Atatürk Kapalı Spor Salonu’ndaki “İlim ve İslâm Konferansı”… Resmî çalışma başlangıcı; 1973 Seçimleri münasebetiyle, başta İzmir olmak üzere, Ege il ve ilçelerini birlikte dolaşmalar, konuşmaları dinlemeler… Daha sonra tam kırk yıldır, yurt içinde ve yurt dışında kimi zaman tercümanlığını yaparak uzun uzun konuşma ve dinlemeler… Ve son aylarda ‘Millî Görüş Tarihi’, ‘Uluslararası Millî Görüş Sempozyumu’, ‘Erbakan Külliyatı’ çalışmaları vesilesiyle, yoğunlaşan çalışma, görüşme ve dinlemeler…

Bu yazıyı yazdığım gün, Dr. Abdullah Özkan, “Barış ve Saadet Medeniyetine Çağrı” başlıklı yazısının bir yerinde diyordu ki; “Erbakan’ı dinlerken “lider”in ne demek olduğunu, vizyon sahibi olmanın, tüm insanlığın derdiyle dertlenmenin ne anlama geldiğini bir kez daha görmüş olduk… Erbakan’ın “köleliğe, sömürüye ve vahşete hayır” diyerek ırkçı emperyalizme karşı onurlu bir mücadele ateşi yakmasını görünce, [kırk yıldır] ne kadar doğru bir yerde durduğumuzu, nasıl hayırlı bir çabaya destek verdiğimizi görüp, şükrettik…” Aynı gün Bünyamin Yılmaz, Millî Gazete’nin Kültür-Sanat sayfasını kaplayan ilgili yazısında, zulüm altında inleyen ülkeleri sıralamış: Çeçenistan, Filistin, Pakistan/Keşmir, Azerbaycan, Açe, Afganistan, Irak, Somali, Sudan, Doğu Türkistan, Bosna, Kosova, Makedonya… Son üç ülke benim memleketlerim ve bütün bu ülkelerdeki zulümlere karşı dünyada direnen tek cephe var; Millî Görüşçüler

İşte, kırk yıldır bizler, Liderimiz Erbakan ile bundan dolayı Millî Görüş yolundayız ve buradayız…

Yazıyı yazmaya başlamadan önce, günlük Kur’an okumalarımda Nûr Sûresi üzerinde çalışırken, bir âyet dikkatimi çekti. Sonra Kur’an Lafızları Fihristi’ne baktım ve aynı ifadenin beş yerde geçtiğini gördüm: “Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı…” [Kur’an; Nisâ 4/83 ve 113; Nûr 24/14, 20 ve 21]

Kur’an’da, devamı ile birlikte Nisâ Sûresi 83. âyette aynen şöyle buyuruluyor: “Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz. ”

Allah’ın lütuf ve merhametiyle, iyi ki Erbakan var, iyi ki O’nunla beraberiz ve iyi ki şeytana uyup bir yere gitmedik…

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye sömürülüyor,

TCMB âlet oluyor…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.06.2006

Bilgi çağında yaşıyoruz. Bilgi olmadan bir şey yapmak mümkün değildir. Bilginiz yoksa, bir şekilde ‘iktidar’ olsanız bile, ‘muktedir’ olamazsınız. Sadece muktedir olamamakla kalmaz, sizden iyi bilenlerin oyuncağı hâline dönüşürsünüz. Bugünlerde ülkemizde olan maalesef budur.

Türkiye’nin, ülkemizin, ülkemizdeki siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların ana kaynağı işte bu çağın olmazsa olmaz gereksinimi olan bilginin olmaması, yani ‘bilgisizlik’ ve buna dayalı olan ‘beceriksizlik’tir. Kur’an boşuna ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer, 39/9) buyurmamış.

Bir bilgin diyor ki; ‘Bir şeyi ölçüp sayılarla ifade edebiliyorsanız onu biliyorsunuz demektir.’

Sayılarla ifade edemediğiniz hiçbir bilgi, tam olarak ‘ilim’ değildir.

Müsbet ilim, sayılarla ifade edilen ve sonra tahkik edilen ilimdir. Yarın güneşin hangi dakikada batacağını hesap ediyor, ertesi günü onu tahkik edebiliyorsanız, o ‘müsbet ilim’dir. İnsanlık tarihinde Sümerler ve Babilliler arasında bunlar gözlemlere dayanılarak tesbit edildi ve Irak için cetveller yapılarak bilinir oldu.

Müslümanlar namaz vakitlerini ve oruç gibi diğer ibadetleri yeryüzünün her tarafında bilebilmek, Allah’a en iyi şekilde amel edebilmek için trigonometrik hesabı geliştirdiler ve hesapladılar... Daha sonra Batılılar Amerika’yı o hesaplarla keşfettiler... Bugün Ay’a ve uzaya o hesaplarla gidilebiliyor...

Ölçmeler başlangıçta geometride yapılabildi ve o ilim gelişti...

Sonra fizikte çalışmalar yapılabildi ve o ilim gelişti...

Sonra kimyada yapıldı ve o ilim gelişti...

Sonra bitkilerde, sonra hayvanlarda ve diğer canlılarda ölçmeler yapılabildi ve biyoloji ilmi gelişti...

Bugün psikolojide ve sosyolojide ölçme ve saymalar yapabilmek için çalışılmakta, onlar da olabildiğince müsbet ilme doğru götürülmektedir.

EKONOMİDE de ölçme ve hesap alanında hayli yol alınmıştır.

Ekonomideki arz ve talep kanunları, fizikteki Newton kanunları kadar geçerli olmaya başlamıştır.

***

Türkiye’yi sömürenlerin hesabı var

Batı dünyası, ya da bu ‘zalim sömürü sermayesi’ işte bu ‘ölçme ve hesaplama kanunları’ndan yararlanarak dünyayı sömürme çabası içindedir. Ülkemizde de bu hesaplara dayalı ‘sömürü mekanizması’ işlemektedir. Son yıllardaki uygulamaları örnekleyerek meseleye açıklık kazandırmaya çalışalım.

Nasıl yapıyor, nasıl hesaplıyor ve Türkiye’yi nasıl sömürüyorlar?

BİRİNCİ HESAP: 2002 yılında bir Batılı sermayedar 100 doları Türkiye’ye getirmiştir. O tarihlerde dolar 1600 TL idi. Bunu TL’ye sattı ve aldığı para ile tahvil satın aldı. Vasat faiz oranını % 20 olarak alabiliriz. Parası birinci sene 1.20 oldu. İkinci sene 1.44 ve üçüncü sene 1.728 kat artacaktır. Yani, 100 dolar 160 YTL iken 276 YTL olacaktır. 2006’da dolar 1.30 YTL’ye kadar düşmüştür. Yani, 2003 yılındaki 100 dolar şimdi 213 dolar olmuş; AK Parti Ekonomisi üç sene içinde dolara % 113 kazandırmıştır.

İKİNCİ HESAP: Eğer biz doları alıp Türkiye’de işletmiş, 300 dolar yapmış, 113’ünü onlara vermiş ve 87 doları da ülkemize kazandırmış isek, sorun yoktur; 300 doların 213’ünü onlara vermiş oluruz, ülkemizde de 87 dolar kalmış olur. Bu para Türkiye’de nasıl kalır? Ya ülkede dolar olarak kalır, bu da bizim 13 dolarlık dolar açığımız var demektir. Çünkü bizim 2002 yılında 100 dolara ihtiyacımız vardı. 87 doları kazandık. Demek ki dolarda % 13 civarında artış bekleriz, bu da ülke ekonomisi için yararlıdır, zaralı değildir. Demek ki, 2002’de ülkemize giren dolar çıkıp gitse bizi bir miktar sarsar ama, sonra o kalan dolar üç sene sonra 250 dolar olur ve artık ülke dışına da çıkmaz.

ÜÇÜNCÜ HESAP: Bu gelen 100 dolara 113 dolar değil de, ancak 100 dolar kazandırdıksa, o zaman 13 dolar zarar ettik ve bu zarar kadar borçlandık demek olur. Demek ki, 100 doların kazandırıp kazandırmadığını anlamak için basit bir hesap yapmak yeterlidir. Üç senelik artan borcu hesaplarız, dış kaynaklı yatırımları düşeriz, kalan miktar kadar zarar ettik demektir. Türkiye’de dış kaynaklı yatırım olmamıştır. Dış borcumuz da % 100’e yakın artmıştır. Biz 100 dolara 113 dolar değil, sadece 13 dolar kazandırmışız. 100 doların zararı 100 dolar kadardır. Bu da ülke dışına çıkarsa ekonomimiz allak bullak olur. Korkulan budur.

İşte mühendisler veya ‘sosyal mühendisler’ böyle hesaplar yaparlar ve hesaplarını da tuttururlar.

DÖRDÜNCÜ HESAP: Şimdi Batılı spekülatörler dolarlarını çekip Türkiye’de kriz yaratmak istiyorlar. Dolar pahalanınca kârı düşmektedir. 1.30 ile değil de, 1.50 ile alıp giderse, kârı düşerse, o zaman kârı 113 dolar değil de 85 dolar olmaktadır.

***

İşte, Türkiye’deki kıyamet bundan kopmaktadır!

HESAP ortada: MERKEZ BANKASI dış sermayenin işte bu 100 dolarının kârını 213 dolarda tutmak, ülkeyi 100 dolar zarara sokmak için çırpınmaktadır!..

Merkez Bankası yeni başkanının ve yeni yönetiminin ilk önemli marifeti işte bu olmaktadır!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Sömürü nasıl önlenir?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.06.2006

Para Politikası Kurulu yani Merkez Bankası, malum olduğu üzere geçenlerde aniden ‘olağanüstü toplandı’ ve aldığı ‘şok karar’ ile piyasaların beklentisinin de üzerinde ‘FAİZ ARTIRIMI yaptı.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası gecelik borçlanma ‘faiz oranını yüzde 13,25’ten yüzde 15’e, borç verme ‘faiz’ oranını da yüzde 16,25’ten yüzde 18’e çıkardı!..

Yani, Merkez Bankası her ikisinde FAİZLERİ yüzde 1,75 yükseltti!..

Bu faiz artırımının Türkiye’ye etkisi ne olacaktır?

Bu durumda dolar satılacak, tahvil alınacak, dolar ucuzlayacak...

Dış sermaye, kârının üstüne kâr katarak doları satıp hemen ülke dışına çıkacak...

Merkez Bankası’nın istediği veya yaptığı işte budur!..

Bu da birkaç ay içinde ülkemizde EKONOMİK KRİZ doğuracaktır.

Çünkü ülkemizdeki dolar ihtiyacı borçlanmadan dolayı 200 dolara çıkmış ama elde borç olarak dolar kalmamıştır. Bu da ‘büyük ekonomik kriz’ demektir.

İşte bu karar AK Parti Ekonomisine konmuş dinamittir.

Kendileri intihar ederken biz üzülüyoruz. Neden üzülüyoruz?

Çünkü onlar bizim kardeşlerimizdir, daha dün birlikte yürüyorduk bu yollarda...

Sonra, zararları sadece kendilerine değil, bütün ülkeye ve dolayısıyla bizlere kadar ulaşmaktadır…

***

TCMB/Merkez Bankası ne yapmalı?

Bir an için bir şekilde ‘iktidar’ olan ama başından beri bir türlü ‘muktedir’ olamayan AKP’lilerin akıllarının başlarına geldiğini ve içinde bulundukları koltuk baygınlığından ayıldıklarını düşünelim…

Hayal bu ya; duçar oldukları hidayet kararması ile hâlen debelenip durdukları dalâletten kurtulup bir anda ayılsalar ve ülkedeki herkes ile ‘ne yapalım’ diye istişare etseler…

Bu arada bize de “Millî Görüş ve Adil Ekonomik Düzene göre buna şimdi ne çare var?” diye sorsalar; biz ne gibi bir cevap verebilir, nasıl bir çare ve çözüm önerebiliriz?

BİR: Merkez Bankası Başkanı ülke ekonomisine ihanet etmektedir, bundan dolayı derhal Bakanlar Kurulu kararı ile görevden alınır.

Sakın hâ‘Efendim, bu yasal değildir’ demeyiniz. Ülke batarken, mevcut yasalara uyum değil, kurtuluş çaresi aranır. Yasayı bir gecede değiştirebilirsiniz. İptal oluncaya kadar da o yasa yürürlükte olur.

Gerektiğinde yapılması gerekeni yap[a]mıyorsanız; neden iktidara geldiniz ki?!.

İKİ: Merkez Bankası doları 2 YTL ile satın almaya başlar...

O zaman dışarıya gidecek dolar 213 değil, 185 dolacaktır ama gitmek istemeyecektir.

ÜÇ: Faizler derhal düşürülmeli ve % 5’lere indirilmelidir.

Bu takdirde dolar dışarı gidemeyecektir, çünkü çok pahalıdır. Faize de yatırılamayacaktır, çünkü faiz düşüktür, enflasyondan aşağıdadır. Bunun sonucunda dolarlar ‘faizli kredi’ yerine, ‘iştirakli yatırımlara’ dönüşecektir. Bu da işsizlik sebebiyle boşa akıp giden emek enerjisini dolara dönüştürecek, ülkemizde boş duran üretim imkanları faaliyete geçecektir...

DÖRT: Merkez Bankası bağımsız hâle gelmeli, 10 kişilik “Merkez Bankası Yüksek Kurulu” kurulmalıdır.

Bu kurul üyelerinin 3’ünü AKP, 2’sini CHP, diğer beş parti de 1’er üye seçsin; DYP, MHP, ANAP, GP, HADEP birer üye versin. Başkanını da Devlet Başkanı atasın. Atayan değiştirebilsin. Başkan veya Yüksek Kurul kararlarına karşı yüksek kurul üyeleri hakemlere gidebilsin.

***

Ülkenin iki gücü ‘para’ ile ‘ordu’ ve…

Şunun iyi bilinmesi gerekir ki, bir devletin iki gücü vardır.

Bu güçlerden biri yok olduğu zaman diğeri de hemen yok olur.

Bu güçler nelerdir?

Bunlar ‘para’ ve ‘ordu’dur.

Parası olmayan devlet ordusunu besleyemez

Ordusu olmayan devlet para çıkaramaz...

Bu ikisi olmayan devlet yaşayamaz

Merkez Bankası’nı düşmana teslim etmek demek, orduyu düşmana teslim etmek demektir.

Orduyu düşmana teslim etmek zordur ama, bankayı Türkiye düşmanlarına teslim bir gecelik iştir.

Bizim yazdıklarımızda yanlışlar varsa, gelin tartışalım ve yanlışlarımızı düzeltelim.

Ama hesaba ve kitaba dayanan bu doğruları bizimle tartışmak ne mümkün?!.

İçimizdeki ‘bilgisizler’ ve ‘beceriksizler’ yüzünden bizi helâk eder misin; Yâ Rab!

Allah milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP Parti Programı! -1

Ve bazı tavsiyeler…

Reşat Nuri EROL

27.06.2006

AK Parti kurucuları; ‘Biz Millî Görüş gömleğini attık, biz değiştik!’ diyorlardı…

Doğrudur, onlar değiştiler; çünkü daha önce Millî Görüş içinde ‘yobazlar’ kanadını oluşturuyor, “Adil Düzen”e karşı çıkıp ‘Biz o değil, bu değil, şu değiliz!’ diyorlardı…

Millî Görüş gömleklerini çıkardılar ve değiştiler de ne oldular?!.

Takiyye yaparak bir şeyler oldular ama, teker teker sorsanız, -ki zaman zaman yakaladığımızda soruyoruz,- ne olduklarını kendileri de tam olarak bilemiyorlar…

-Abdüllatif Şener; ‘Ben hayatımda hiçbir zaman Adil Düzenci olmadım!’ diyerek cumhurbaşkanlığına talip oldu!..

-Kökten Millî Görüşçü olan Atilla Koç da, kendisini aklayabilsin diye, bir zamanlar ‘Ben Millî Görüşçü olmadım!’ diye beyanat vermişti!..

-Baştan itibaren Millî Görüşçü ve Adil Düzenci olan Gürsoy Erol ise mertçe “Adil Düzen Nedir? Basın Bülteni” ile AK Parti içinde gerçek hüviyetini ortaya koydu.

 

***

 

Kimse başka gömlek giyemez!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, grup toplantısında, ‘Kimse başka gömlek giyemez!’ diyerek, tüm bakanlara, tüm milletvekillerine, tüm teşkilata Millî Görüşçü ve Adil Düzenci olmayı yasaklamak istemiş, böylece AKP’nin ecelini hazırlamıştır.

-“Adil Düzen”i devre dışı bırakma çabasını DYP’li Tansu Çiller göstermiştir; şimdi nerededir?!.

-Ondan sonra “Adil Düzen”e karşı hazırlık yapan ANAP’lı Ekrem Pakdemirli’dir; şimdi nerededir?!.

-Daha niceleri ömür boyu “Millî Görüş” ve “Adil Düzen”e karşı idiler; şimdi neredeler?!.

-AKP de, hâlen onların bulunduğu o mezarlıkta kendisine yer hazırlıyor, galiba...

Sayın Başbakan ‘Partimizin Programı var!’ diyordu. Bir ara bize parti programını verdiler. Okumadık, çünkü yazılan parti programı değildi, sadece Anayasamızın içeriği temenniler hâlinde sıralanmıştı...

AKP yerine HADEP yazsanız, yine onun da parti programı rahatlıkla olabilir. Hattâ Faşist Alman Anayasası veya Sovyet Anayasası ile kurulacak partiler de aynı şeyleri söyleyebilir. Çünkü program değil, insanlık anayasasının takdiminden ibarettir. AKP Programı’nın diğer parti programlarından hiçbir farkı yoktur.

Aslında AKP Programı bir düzen programıdır. Bir fark vardır. AKP Programı’nda sadece neler yapılacağı’ yazılmıştır. Millî Görüşe dayalı “Adil Düzen”de ise onların ‘nasıl yapılacağı’ yazılmıştır.

Başbakan zalim sermayenin bilinçsiz uygulayıcısı olarak programın nasıl uygulanacağını gösteren “Adil Düzen”den partisini uzak tutuyor ki, AKP Programı’nda yazılanları uygulamaya geçmesin.

AK Partililere tavsiye ederiz:

-Parti programlarını şimdi bir defa olsun okusunlar. 1400 satırlık programa bakarak ‘Şu üç-dört senede neler yaptık?’ diye bize bildirsinler, biz de öğrenelim…

Bu sözlerimizi duyamayacaklardır, ama yine de tavsiye ediyoruz:

Sayın Başbakan AKP Parti Programı’nı okusun.

-Siyasi partiler ve seçim kanununu değiştireceğini vaat etmiştir.

-Anayasayı değiştirmeyi vaat etmiştir. Bu arada Anayasa çoğunluğunu da elde etmiştir, ama…

Bugüne kadar bırakınız değiştirmek, bu konularda en küçük bir hazırlığı var mıdır?!.

 

***

 

Ne yapmak gerekir?

Bir devletin yapısını anayasalar ortaya koyarlar.

Yeryüzünde iki çeşit anayasa vardır; ‘merkezî yönetimli dikta anayasaları’ ile ‘yerinden yönetimli demokratik anayasalar’ vardır. Türkiye 1920 yılından beri “Hakimiyet Milletindir” düsturunu esas almış, demokratik halk yönetimini seçmiştir. Bu hedeftir. Bu hedefe ulaşmak kolay değildir.

-Önce, istiklâlini kazanacaksın, siyasi istiklâlini kazanacaksın...

-Sonra, ekonomik istiklâlini, evet ekonomik istiklâlini kazanacaksın...

-Ondan sonra da, milleti hakim kılmanın mekanizmasını geliştireceksin...

Anayasalar milleti hakim kılmanın ne olduğunu ortaya koyar, ancak bunu gerçekleştirme ise anayasalarla mümkün olmaz. Uzun çalışmalara ihtiyaç vardır.

-Önce, çözümleri ortaya koymak gerekir...

-Sonra, bu çözümleri halka anlatmak gerekir...

-Ondan sonra, bu çözümlere halkı inandırmak gerekir...

-İşte ondan sonradır ki, parti iktidar olur ve uygulama yapar; başarırsa kalır, yoksa iner, başkası çıkar, onun programı denenir...

Parti programı demek, anayasada benimsenen ilkelerin nasıl gerçekleştirileceğini anlatan anayasal mühendisliğin ürünü metin demektir. Halkın beğenisini kazanmak şartıyla yürürlüğe girer. Bu anlamda Türkiye’de, belki dünyada tek parti programı vardır; o da Millî Görüşçülerin “Adil Düzen Programı”dır.

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP Parti Programı! – 2

‘SANAYİ MÜLKİYETİ’!? - 1

[PATENT, MARKA, ENDÜSTRİYEL TASARIM]

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.06.206

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde; “Kimse Millî Görüş veya Adil Düzen gömleğini giyemez, partimizin programı var!” demişti. Ben de bu sözler üzerine partinin programını okuyup değerlendirmek istedim. Acaba programlarında bizim bilmediğimiz ne var, görmek istedim.

AKP Parti Programı’nda sadece ‘neler yapılacağı’ yazılmış! Oysa programda neler yapılacağı yazılmaz, bunu Anayasa yazar. Bir parti programında ‘nasıl yapılacağı’ yazılır.

Yavaş yavaş seçim atmosferine girmemiz münasebetiyle, bundan sonraki bazı yazılarımda, “AKP Parti Programı” ile “Adil Düzen” arasındaki ilişkiyi, ilgiyi veya ilgisizliği anlatmaya çalışacağım.

AKP Parti Programı’nda şöyle bir başlık vardır: “SANAYİ MÜLKİYETİ”!?. Başlık altında ne yazılmış? “Patent, marka ve endüstriyel tasarımların korunması ve sanayi mülkiyeti alanında yapılacak yatırımların desteklenmesi…”!?!. Programda böyle yazılıdır ama, bunların nasıl yapılacağı yazılı değildir.

 

***

 

Patent meselesi ve çözümü

Patent kavramı hukuk literatüründe bilinen hukuki bir kavramdır. Bilhassa sanayi keşiflerinin uygarlığa katkısı ortaya çıkınca “patent hakkı” denen bir kavram geliştirilmiştir.

Büyük sermaye bu buluşları satın almış ve buluşlar üzerinde tekel oluşturarak günümüze kadar sanayi sömürüsünü sürdürmüştür.

AKP’nin bu konudaki desteği nasıl olacaktır? Sanayi buluşlarını satın alan büyük sanayinin hukukunu korumak, yani halk sanayisinin oluşmasını önlemek şeklinde mi olacaktır? Başka türlü küçük müteşebbislerin patentlerini nasıl destekleyecektir? İşte AK Parti Programı’nda bunun cevabı yoktur.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmamızın ilgili maddelerinde bu konu çözülmüştür. Bütün sanayiciler her türlü patentleri karşılıksız kullanabilir ve üretim yaparlar. Sadece her sanayici ürettiği malların % 1 kadar veya daha fazla bir patent payını öder. Böylece patent payları birikmeye başlar. Diğer taraftan buluş yapan insanların patentleri satın alınır ve bu biriken fondan onlara ödeme yapılmış olur.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda buluşlar kademe kademe değerlendirilmiştir. Fikrî buluşlar, ön proje buluşları, proje ihaleleri ve örnek uygulama buluşları. Patent bu suretle tamamlanmış olur. Bu patentten doğan haklar bunlar arasında bölüştürülür.

Sayın AKP’li Bakanlar! Sayın Atilla Koç! Sayın Abdüllatif Şener! Sayın Danışmanlar!

Sizin herhangi birinizin herhangi bir çözümü var mı?.. Varsa, açıklayın da, biz de öğrenelim…

Kur’an’da “patent” ile ilgili hükümler şöyle ifade edilmiştir. İnsan için çalışmasından başkası yoktur. Çalışması yukarıda açıklandığı gibi değerlendirilecektir. Başka bir âyette de, Allah yani devlet kimsenin amelinin ecrini çürütmez. Yani, devlet herkese emeğinin karşılığını vermelidir.

 

***

 

Marka meselesi ve çözümü

Marka kavramı da yine tekel sermayenin tüm pazara sahip olup yalnız onların mallarının satılması, halkın ise sadece onların işçisi olması için geliştirilmiş bir mekanizmadır.

AKP ‘bu uygulamayı destekleyeceğim’ demekle; marka dışı imalat ve ticareti yasaklayacağım, ağır cezalar koyacağım, kredi vermeyeceğim şeklinde mi ifade ediyor?!. Belli değil!..

Yok, hedefi halkın üretimini standart içinde ve markalaşarak üretim yapmasını sağlamak ise; bu mesele de yine “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda çok açık olarak yer alır. Nasıl?

Bir kimse bir malı ürettiği zaman kontrolöre götürür ve o malın özelliklerini tesbit ettirir. Bunun için kontrolöre bir ücret ödemez. Kontrolör, özellikleri tesbit edilen mala etiket yapıştırır ve mühürler. Malın üzerinde üreticinin ünvanı yazılıdır. Mühürlenmiş malı ambara teslim eden üreticiye bir belge verilir. Bundan sonra o malın korunması ve nakli kamuya ait olup, üretici tamamen sorumsuzdur. Üretici eline verilen belgeyi serbest piyasada satar ve karşılığa mâlik olur. Bundan sonra sorumluluk kontrole kalmıştır. Eğer belli kaliteyi tutmuyorsa ‘Kontrol Dayanışma Ortaklığı’ bedelini öder. Kontrolün bir görevi de etikette üreticinin doğru olarak ünvanının yazılmasıdır. Üretici kontrol ettirmediği malı ambara veremez. Nakliye de karşılıksız yapılmaktadır. Üretici bütün kamu ve Genel Hizmet paylarını ürün cinsinden öder. Ambara 10 kaşık teslim eder, kendisine 6 kaşıklık belge verilir. Vergi, kontrol, nakliye ve sigortanın hepsi onun içindedir. Kimse başkasının markasını kullanma imkanını bulamaz. Kontrollerde anlaşır da sahtekârlık yaparlarsa, kontrolün dayanışma ortaklığı öder.

İşte “Adil Düzen” markayı böyle desteklemektedir.

Sayın Atilla Koç, Sayın Abdüllatif Şener, Sayın Danışmanlar!

Söyleyin bakalım, sizin çözümünüz nedir, nasıl destekleyeceksiniz?

Sayın Başbakan R. T. Erdoğan!

“Millî Görüş ve Adil Düzen”i reddettiğiniz zaman, sizin programınızın sadece halkı kandırma ve oy alma ninnilerinden başka ne mânâsı vardır?..

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP Parti Programı! – 3

‘SANAYİ MÜLKİYETİ’!? - 2

[PATENT, MARKA, ENDÜSTRİYEL TASARIM]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.06.2006

Endüstriyel tasarım kavramını yeni duyuyorum. Hukuk dilinde böyle bir kavramı bilmiyorum.

Bundan kasıt ‘endüstriyel projeler’ olmalıdır. Böyle bir hakkın tanınması israfa zorlama demektir.

Mesela, bir elektrik motorunu yaparken en iyi çözüm bakırla demir arasında eşitlik sağlamadır. Standart motor imal etmek gerekmektedir. Buluş dışında mühendislikte daima ideal değer vardır. Mühendis o değeri hesaplar ve ona göre proje çizer. Biri benden önce hesapladı diye ben onu projemde kullanamazsam, benim projem ekonomik ölçüler içinde üretilmemiş olur.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu sorun çözülmüştür. ‘Ön Proje Yarışmaları’ ile proje ihaleleri hazırlanmaktadır. Proje ihale edilip ideal ölçülere dayanan ‘Tip Projeler’ geliştirilmektedir. İsteyen bu projeleri kullanıp sanayi üretimi yapar. Ancak patent hakkının belki iki katı proje bedelini üretici verir. Bu suretle toplanan fondan ön proje ve üretim projeleri, hattâ örnek uygulamaları yapılır. Böylece proje üretenler paylarını alırlar. Ama projeyi kullananlar ise bedeli üretimden pay olarak öderler.

Sayın Erdoğan! Bunlar sizin programında olmayınca, “Adil Düzen”in desteği olmadan nasıl yapacak, nasıl olacak da bu desteği sağlayacaksınız? Sayın Şener ve Sayın Koç! Buyurun söyleyin! “Adil Düzen” gömleğini giymediniz, baş(ba)kanınız yasakladı! Çıplak nasıl dolaşacaksınız, ayıp değil mi?!.

***

Sanayi mülkiyeti meselesi ve çözümü

Sanayi mülkiyeti terimi de nevzuhur bir terimdir. Hukukta yeri yoktur, tanımlanmamıştır.

Olsa olsa, kasıt şudur: Tekel sermayenin tekellik mülkiyetine ‘sanayi mülkiyeti’ denir! Mesela, atom enerjisini üretip yararlanma hakkı sadece sömürü sermayesine aittir, onun hakkıdır! Bir başka ülke atom enerjisinden yararlanamaz! Niçin? Olur ya, belki atom silahına dönüştürür. Ee, bu niye suç olsun?

Çünkü ben güçlüyüm, ben ne dersem o olacak!.. Sadece atom değil, petrol de öyledir, çünkü petrolle de kimyasal silah imal edilebilmektedir!.. O da yetmez, tarım ürünlerini işlemek de ancak tekel sermayeye aittir, çünkü onunla biyolojik silah imal edilmektedir!..

Tüm teknolojik buluşlar ve uygulamalar sadece tekel sermayenin hakkıdır, AKP Parti Programı’nda bunu onlara taahhüt etmektedir!..

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu sorun da çözülmüştür.

Patent ve marka hakları korunduktan sonra, yetkili herhangi birisi yoktur. Rekabet piyasasını zedelemeden tekeli önlemek devletin temel hakkıdır. Evet, ticaret serbesttir. Rekabet içinde serbest ekonomi olacaktır. Kapitalizme karşı korunmuş liberalizm “Adil Düzen”dir.

Bunun sağlanması için şunlar yapılmaktadır.

BİR: Faiz meşru değildir. Hukuk onu korumaz.

İKİ: Gelir vergisi yerine, ticarette ‘sermaye vergisi’ konmuştur. Azalan verim kanununa göre sermayeye müdahale edilmeden sınırlanmıştır. Bu sınır sektöre, yere ve işletmenin başarısına göre artabilmektedir. Sermayenin korunması için işletme var gücüyle çalışmak zorundadır.

ÜÇ: Genel Hizmet serbest meslek erbabı tarafından yapılmaktadır. İşletmelerin sabit giderleri yoktur. İşçiler ücretlerini, mülk sahipleri kiralarını, sermaye sahipleri kârlarını, devlet kamu ve genel hizmet paylarını cirodan pay olarak alırlar. Böylece büyük sermaye ile küçük sermaye birbirleriyle yarışabilirler ve tekel oluşmaz.

DÖRT: Altyapı ve sosyal güvenlik vergi karşılığı sağlanmış olup, halka karşılıksız sunulur. Kredi çalışana verilir, çalışan hangi işverenin yanında çalışırsa işveren borçlu olur. Faizli kredi yoktur. Ham madde kredisi de ancak işçi çalıştırılıyorsa verilebilir. İşverenle işçi arasına girilmez. Küçük ve orta müteşebbislere yüklenen sigorta, vergi, sosyal haklar, çevre kirliliğini önleme gibi yükümlülüklerle tekel sermaye çökertilemez.

Evet, Sayın Başbakan!

Sizin kendi parti programınızı okuyacak vakit bulmanız zor!

Ama, emir verin de -varsa- ilim adamlarınız programınızı şerh edip ‘AKP Parti Programı’nda yazılanları ‘nasıl yapacağınızı’ size, bize ve en önemlisi halkımıza bildirsinler...

Görelim bakalım, “Millî Görüş ve Adil Düzen” dışında hangi gömleği giyiyorsunuz?..

Bakalım Kur’an ve müsbet ilmin öğrettikleri dışında bir yolunuz, bir programınız var mı?!.

***

Muhterem okuyucularımızdan bir ricamız vardır:

Daha dün bizimle çalışan bu arkadaşlarımız fazla oy aldılar, büyüdüler, biz onların yanında yerdeki karıncalar gibi kaldık, başımızı kaldırıp onlara bakacak kadar bile bir güç bulamıyoruz!..

Sizler bir yol arayın da, belki bu sözlerimizi duyuracak bir kulak bulabilirisiniz...

Aksi halde, görüyorsunuz, ülke gemisi batarken hep beraber boğulup gideceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1370 Okunma
2-2006 Şubat
1161 Okunma
3-2006 Mart
1244 Okunma
4-2006 Nisan
1190 Okunma
5-2006 Mayıs
1220 Okunma
6-2006 Haziran
1141 Okunma
7-2006 Temmuz
1460 Okunma
8-2006 Ağustos
1400 Okunma
9-2006 Eylül
1408 Okunma
10-2006 Ekim
1269 Okunma
11-2006 Kasım
1350 Okunma
12-2006 Aralık
1181 Okunma

© 2024 - Akevler