Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1460 Okunma
2006 Temmuz

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

TEMMUZ-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

Âhiret hayatını satarak

Dünyayı satın almak!..

01.07.2006

“İşte onlar âhiret hayatını satarak,

dünya hayatını satın almış olan kimselerdir.”

[Kur’an, Bakara, 2/86]

Yazımın başına aldığım âyetin tercümesi “İşte bu dünyada âhiret hayatını satıp dünya hayatını satın alan kimselerin azapları hafifletilmez.” [Kur’an, Bakara, 2/86] şeklinde de olabilir.

Servet sahibi olmak ve zengin olmak bir şartla sevaptır; hayır hasenat yapıp sâlih amel işlemek şartıyla. Bu şartla olunca, ticaret de ilim yapmak kadar büyük ibadettir. Bunun için fakirin hakkını zekât olarak kamuya vereceksiniz. Kamu görevlileri de o zekâtları sekiz çeşit olan müstahaklara teslim edeceklerdir.

O halde servet edinen sermaye sahibi ne yapar?

1. Sermaye sahibi olan kimse yaptığı ekonomik faaliyet sayesinde işsizlere iş bulmuş olur. Serbest rekabet içinde işçi köleleşmeden emeğini istihkak eder.

2. İnsanların ihtiyacı olan mallar ancak sermaye terakümü yani sermaye birikimi sayesinde üretilmiş olur. Tüccar, insanların ekonomik ilişkilerini düzenleyen bir hizmetkârdır.

3. Tüccar, kamunun imkânlarını kullandığı için kira payını öder, böylece kamuya gelir sağlar. Bu sayede topluluk oluşur. Çalışmayanlar da kira paylarını almış olurlar.

4. Yukarıdaki hizmetler devlet tarafından da yapılır, ancak orada tekel oluşacağı için serbest piyasa oluşmaz, ücret ve fiyat dengesi kurulmaz. Oysa ‘rakip tüccarlar’ sayesinde fiyatlar asgariye iner, ücretler azamiye çıkar. Böyle yapan kimseler insanlığa hizmet etmiş olur ve kendi geleceklerini de saadete erdirirler.

Oysa, tekel oluşturanlar yukarıda sıraladığım bu amaçlarla ticaret yapmazlar.

***

Tekel oluşturanların amaçları nelerdir?

Tekel oluşturanlar bu amaçlarla yapmayınca, ne gibi niyetlerle ticaret yaparlar?

1. Tekel oluşturanlar, sadece başkalarının kendilerine rakip olmasını önlemek, dolayısıyla rekabetsiz bir piyasanın oluşması için ticaret yaparlar.

2. Tekel oluşturanlar, istediklerine iş verip istediklerine vermeyerek, işsizlik korkusuyla insanlara hükmetmek için ticaret yaparlar.

3. Tekel oluşturanlar, dünyayı kendi mülkleri hâline getirip istediklerini yaşatmak, istediklerini açlıkla ölüme terk etmek için ticaret yaparlar.

4. Tekel oluşturan kimseler, malları en ucuza alıp en pahalı satmak suretiyle, en çok ve fahiş seviyelerde kâr etmek için ticaret yaparlar.

İşte bunları yapanlar, âyette belirtilen, âhireti satarak dünyayı satın alan kimselerdir. Bugünkü ‘zalim sömürü sermayesi’ bunu idrak etmeli, sermayesini tekele götüren ‘faizli sistem’ içinde değil, Adil Ekonomik Düzeni tesis eden ‘faizsiz zekâtlı sistem’ ile çalıştırmaya başlamalıdır. Biz de artık onların sömürüsü olmaktan kendimizi kurtarmalıyız, bu da ancak “Adil Ekonomik Düzen”e göre bir hayata geçmekle mümkündür.

***

Onların korku ve azapları nelerdir?

Kur’an, aynı âyetin devamında şöyle buyuruyor: “Onlardan azap tahfif olunmaz.” [Kur’an, Bakara, 2/86]

Evet, bunlar sürekli azab içindedirler. Yaptıkları zulmü bilmektedirler. Kendilerini ayakta tutabilmek için bu zulmü sürdürmek zorunda hissediyorlar. Bu durumda onların sıkıntılarını hiç kimse gideremeyecektir.

Onların korkuları ve azapları nelerdir?

BİR: En büyük korkuları dünya ülkelerinin para politikalarını değiştirmesidir. Büyük devletler, ‘biz mallarımızı kendi paramızla satarız, Dolar veya Euro ile satmayız’ dedikleri anda, dolar tepetaklak gider ve sermayenin sömürüsü biter. Ülkelerin bunu yapmaları da çok kolaydır. Devletler ikili olarak paralarını merkez bankalarına yatırarak takas yaparlar. Mesela, İran bizden bir şey almak isterse Tahran Merkez Bankası YTL verip riyal alır, onlar da onunla istedikleri malı alırlar. Türkler İran’dan bir şey almak isterlerse YTL’yi verirler ve Merkez Bankası’ndan riyal alıp onunla İran’dan mal ithal ederler. Bunların kurları stoklarıyla belirlenir.

İşte zalim sömürü sermayesinin sonu budur. Bunu bilmektedirler, dolayısıyla uykuları kaçıyor.

İKİ: CIA uzantısı olarak dünyada kurulan millî istihbarat örgütleri artık kendileri hakim duruma gelmişlerdir. Sermayeyi tanımadıkları takdirde sermayenin saltanatı sona erer. Bunun belirtileri ortaya çıkmıştır. CIA da artık sermayenin tam emrinde değildir. Türkiye’deki MİT de artık ordunun emrindedir, sermayenin emrinde değildir.

ÜÇ: Dünyayı dize getirmek için mafya örgütlenmesini yapmıştır. Bununla ülke yönetimlerini deviriyordu.

Ama bu uygulama da bugün bir şekilde işe yaramaz hâle gelmiştir. Ülkeler teröre karşı tedbir alıyorlar ve terör etkin olamıyor. Yeraltı örgütleri de eski güçlerini kaybetmiş ve deşifre olmuştur. Varlıklarını sürdürmek için ülke yönetimleri ile anlaşma durumundadırlar.

DÖRT: Nihayet, İsrail oğulları ne zaman böyle güçlü olmuş ve azmışlarsa, o ülkelerdeki iktidarlar aldıkları bir gecelik kararlarla onları ülkelerinden dağıtmışlar, sürmüşlerdir.

ABD yönetimi bir gece alacağı kararla o ikiyüz sömürü sermayesi sahibi kişilerin mallarına el koyabilir ve onları değişik ülkelere sürebilir. Saltanatları o gece biter.

Âhiret hayatını satarak, dünya hayatını satın almış olan o kimseler işte bu korkular ve azaplar içinde gecelemektedirler.

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP Parti Programı! – 4

AKP Programı ve Merkez Bankası - 1

[ENFLASYON, FAİZ, DÖVİZ, BORSA, REEL DEĞER, FIRSAT MALİYETİ,

GÖSTERGELER, GEREKLİ ORTAM HAZIRLANACAKTIR!..]

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.07.2006

 

AKP Parti Programı’nda, “Enflasyon, faiz oranı, döviz kuru ve diğer pazarsal değişkenlerin reel ve nisbi değerlerinin, fırsat maliyetlerini yansıtacak göstergeler olması için gerekli ortam hazırlanacaktır.” (s. 26) denmektedir.

Enflasyon, faiz, döviz kuru ve borsa değerleri ekonominin göstergeleri olarak ele alınmaktadır.

“ADİL DÜZEN”DE;

1. Enflasyon sözkonusu değildir. Çünkü karşılığı olmayan bir para çıkarılmaz. Bunun yerine dört çeşit para kullanılır. Altın para, demir para, buğday parası ve toprak parası sözkonusudur. Bunlar arasındaki kur bugünkü enflasyonun hareketliliği karşılığıdır.

2. Faiz sözkonusu değildir. Siparişlerde ön ödeme farkı faizin yerini alır. Yani, parada artış değil de, ön ödeme yapıldığı için sipariş edilen maldaki artış miktarı sözkonusudur. Kredileşmede de değişik paraların senetlerinin kredileşme değerleri sözkonusudur.

3. Döviz kuru da sözkonusu değildir. Bir tek ülkenin parası ile değil, dünyada mevcut olan bütün ülkelerin paraları Merkez Bankası’nda değiştirilir. Bunun için anlaşmak isteyen bütün ülkelerle döviz takası yapılır. Yani, İran Merkez Bankası’na YTL kredi olarak verilir, İran’dan da İran Riyali Merkez Banka’mızca kredi olarak alınır. Banka stoklarına göre kur belirlenir.

4. Borsa da sözkonusu değildir. Bir mal ile tanımlanmış ‘işletme senetleri’, mal karşılığı çıkarılan ‘mal senetleri’, ön ödemeli sipariş karşılığı çıkarılan ‘selem senetleri’ ve taşınmaz karşılığı çıkarılan ‘hisse sentleri’ dışında, karşılığı tanımlanmamış bir senet “Adil Ekonomik Düzen”de yoktur. Herkesin senette tanımlanan değeri senedi çıkaranlardan isteme hakkı vardır. Bu para değil, reel karşılıktır. Bu senetler serbest piyasada alınıp satılır. Dolayısıyla reel ekonomi ile finans ekonomisi beraberce artıp eksilir, hareket eder.

“Reel değer”

Bu ifade yanlıştır. “Adil Düzen”de reel değer yoktur. Çünkü her değer nisbîdir. ‘Reel değer’ yerine ‘reel karşılık’ sözkonusudur.

“Fırsat maliyetleri”

Bu tâbir de yanlıştır. Fırsatın maliyeti olmaz.

Adil Düzen”de fırsat eşitliği vardır. Aynı ekonomik özelliğe sahip herkesin aynı imkan ve iktidara sahip olması demektir. Yani, ekonomide müdahale yoktur. Herkes kendisi karar verip iş yapar, karşılığını da alır. Tekelin olduğu yerde fırsat eşitliği olamaz.

“Göstergeler”

Ekonomide göstergeler fiyatlardır, ücretlerdir, kiralardır ve kamu payı yani vergidir.

Adil Düzen”de faiz yoktur, onun yerini kredileşme değerleri yer alır. Bunun yanında döviz kurları uluslararası dengeyi oluşturur. Devlet kurlara müdahale etmez.

“Gerekli ortam”

Tiksindirici bir sözdür. Kandırma ve aldatma ifadesidir. Gerekli ortam ne ise o söylenmemiştir.

Bunun sağlanması için gerekli ortam şartları ve çözümler nelerdir?

BİR: Tüm krediye dayanan işlerin kamu garantisinde ve belirlenen faizsiz kurallar içinde düzenlenmesidir.

İKİ: Tüm alınıp satılan değerlerin serbest piyasada da alınıp satılması ve kamunun asla müdahale etmemesidir.

ÜÇ: “Genel Hizmetler”in serbest meslek sahipleri tarafından ve vakıflarca yapılması ile olacaktır. 25 Genel Hizmet işletmelere cirodan pay karşılığı yapılacaktır. Bunun yarısı bir hesapta toplanacak ve “Genel Hizmetler” halka karşılıksız yapılacaktır. Ana Genel Hizmetler; başkanlık, kayıtlar, eğitim, iletişim, koruma, depolama ve yargı hizmetleridir.

DÖRT: Kamu Görevleri, Anayasa’nın değişmez maddeleri içinde beşte, onda, yirmide ve kırkta bir nisbetleri ile alınan vergiler karşılığı bedava yapılmaktadır. İzin sistemi kaldırılmış, yerine bilgi verme sistemi getirilmiştir. Sosyal gruplara kamu davası açma yetkisi verilmiştir. Kamu denetimi ancak hakemlerden oluşan yargı yoluyla yapılabilmektedir.

“Hazırlanacaktır”

-Nasıl hazırlanacaktır? Bu söz yuvarlak sözdür. Aslında yapmayacak olan siyasiler böyle yuvarlarlar!..

Yapmak için önce ANAYASA değişmelidir. Ama Anayasa çoğunluğu olan AKP bunu yapmadı!..

KANUNLAR değiştirilecektir. Bunun için bürokrasi kalkacak, onun yerine serbest meslek hizmetleri gelecektir. Bir mühendis inşaatın projesini yapınca, sorumluluk kendisine ait olmak üzere inşaata başlar ve bitirir. Belediye kontrolünü yapar ve yanlışsa hakemlere gider. Mühendisin dayanışma ortaklığı zararları karşılar.

Evet, bunlar yapılmalıdır ama, bütün bunları Millî Görüş ve Adil Düzen gömlekliler yapacaktır; bugüne kadar yapmayan veya yapamayan gömleksiz AKP’liler değil. Zaten yapacak olsalardı, bugüne kadar yaparlardı.

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP Parti Programı! – 5

AKP Programı ve Merkez Bankası - 2

[ENFLASYON, FAİZ, DÖVİZ, BORSA, REEL DEĞER, FIRSAT MALİYETİ,

GÖSTERGELER, GEREKLİ ORTAM HAZIRLANACAKTIR!..]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.07.2006

Dünkü yazımda bazı detayları ile birlikte gerektiğinde çözüm önerilerimizi de hatırlatarak işaret ettiğim üzere, AKP Parti Programı’na, işte böylesine ‘yuvarlak laflar’ yerleştirilmiş, ancak, bu lafların gereği de Merkez Bankası bağımsızlığına havale edilip kenara çekilinmiştir!..

AKP Genel Başkanı ve Başbakan R. T. Erdoğan başta olmak üzere, bütün yönetici, danışman ve AKP Parti Programı hazırlayıcılarına soruyoruz:

-Programınıza neden, “Finans ekonomisini bağımsız Merkez Bankası’na havale edeceğiz, biz kesin olarak karışmayacağız!” yazmadınız?..

-Merkez Bankası’nın bağımsızlığını bilmiyor muydunuz ki, parti programınızda “Finansal Hizmetler” diye bir bölüm açtınız?!.

Öncelikle şunu belirtelim ki; Anayasa’mızda yargı denetimi dışında olan sadece iki kurum vardır: Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı.

-Peki, “Merkez Bankası” madem ki bağımsızdır, onu kim denetler?..

-Evet, söyler misiniz “Merkez Bankası”nı kim denetler?..

Merkez Bankası’nın bağımsız değil, hükümetin emrinde olmalıdır. Öyle olması gerekir. Ama maalesef değildir. Türkiye düşmanları işte böyle bir ilke koyar, koydurur, sonra onu Anayasa’nın üstünde bir hüküm imiş gibi kabul ettirirler.

*

Faiz bombası neden patlamadı?

Merkez Bankası AKP’ye, AKP yönetimine bir bomba koydu:

Merkez Bankası faizleri yükseltti, hâlâ yükseltiyor!..

Faizler yükseltilerek ne yapılmak isteniyor?

-Bu sayede döviz ucuzlayacak, yabancı sermaye borsa senetlerini pahalı pahalı satacak, elde ettiği YTL ile ucuz ucuz doları alacak ve ülke dışına çıkacak...

-Bu operasyonla Türkiye ekonomisi allak bullak olacak ve ülkeye darbe vurulacak…

Bu senaryo ülkemizde zaman zaman uygulanan bildik bir senaryodur. Ne var ki, evdeki hesap tam olarak çarşıya uymamakta, Türk halkı her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmaktadır. Neden başarmaktadır?

1. Türkiye ekonomisi kayıtlı ekonomi değildir. Batı’nın ekonomi kanunları Türkiye’de yürümez.

2. Türk halkı Müslümandır, faizli işlemleri sevmez, sevmediği için de pek yapmaz.

3. Türk halkı doları alır, stok yapar veya sadece para olarak kullanır.

4. Türk halkı borsa ile de uğraşmaz, bulaşmaz, kumar gibi bilir.

Faiz ve borsa ile uğraşanlar ya dış sermayedir veya Türkiye’nin dinle ilgisi olamayan lâikleridir.

Bu sebepledir ki TCMB’nın ‘faiz artırımı’ ülke ekonomisine etki etmemiş, dövizdeki yükselme durmamış, tam aksine borsa düşmüştür. Böylece gitmek isteyen sermaye talimatla gidemez olmuştur…

Merkez Bankası (TCMB) dolar satarak patlamayan bombayı patlatmak istiyor. Böylece döviz fiyatları düşecek, Merkez Bankası 60 milyar doları eriterek sermayeyi dışarıya uğurlayacaktır!..

 

*

 

Merkez Bankası ne yapar, ne yapmaz?

Merkez bankası üç yıldır 60 milyar doları depo etmiş ve bunun %15’ler civarındaki faizini ödemiştir. Oysa topladığı bu paralarla Türkiye’nin borcunu ödeyebilir, ülkenin faiz yükünü yarıya indirebilirdi. Şimdi topladığı bu sermayeyi uğurluyor!

Böyle giderse, bir yıl içinde Türkiye’de dolar 2 liraya değil, 3 liraya çıkacak, enflasyon eskisi gibi tekrar hortlayacak ve faizler yine yüzde yüzlere doğru tırmanacaktır...

İşte bu ihanet içinde olan Merkez Bankası’nı denetleyen bir mekanizma yoktur!

-Merkez Bankası ülkenin ekonomisinde doların değerini korumakla uğraşmaz.

-Enflasyon, işsizlik, dış ticaret açığı, bütçe açığı gibi konuları dolar değil, YTL politikası ile düzenler.

-Enflasyon yerinde kalsın, faizler yükselmesin, dış ticaret açık vermesin, bütçe açık vermesin, işsizlik olmasın da; DOLAR isterse yüz misli artsın, bize ne!..

Demek ki, Millî Görüşe dayanan “Adil Düzen” sözde iktidar olan AKP’nin söyleyip de yapamadığı şeylerin nasıl yapılacağını düzenleyen mekanizmadır.

Ne yapılması gerektiğini herkes söyler ama, nasıl yapılacağını yalnız Adil Düzenciler bilir.

AKP’liler! Varsa, sizin bildiklerinizi ve çözümlerinizi dinleyelim… Ama yoktur!..

Olsaydı; bugüne kadar söyler, yazar, yapar ve uygulardınız…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Ekonomide olan’ nedir? – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.07.2006

AKP Hükümeti’nin politikalarını destekleyen gazetelerin başında Yeni Şafak geliyor/du. Geçen ay sonunda ne olduysa, gazetenin başyazarı Fehmi Koru ve Ali Bayramoğlu, aynı gün bu desteğe muhalefet eder gibi birer yazı kaleme aldılar. Yazılarında F. Koru ‘Ekonomide olan’, Ali Bayramoğlu ‘Ekonomik kriz kalıcı mı?’ başlıklarını kullandılar. Bizim hep yazıp durduğumuz gerçekleri F. Koru’nun itiraf etmesi, ayrıca bunu katıldığı Bilderberg toplantısı sonrasında yapması, bu yeni tutumunu daha da ilginç kılıyor.

Fehmi Koru’nun bu önemli yazısını paragraf paragraf değerlendirmeye alıyorum.

***

Fehmi Koru: ‘Küreselleşme’ denilen önüne geçilemez gidiş, ‘kelebek etkisi’ diye bilinen olguyu her alanda geçerli hale getirdi. Dünyanın bir yerlerinde bir kelebeğin kanadını çırpması, dünyanın bambaşka bir yerinde derin etkiler yapabiliyor. Bugünün ‘küresel’ dünyası da öyle; ABD Merkez Bankası’nın aldığı ‘faiz yükseltme’ kararı, Meksika’dan Türkiye’ye pek çok ülkenin ekonomisini sarsabiliyor...

Reşat Nuri Erol: Bir ülke kendi üretimini kendisi tüketmelidir. Sadece dışarıda ucuz elde edilen malları ülkede ucuz elde edilen mallarla takas yaparsa, o ülke dış sarsıntılardan etkilenir ama ekonomik kriz olmaz.

Bir ülke bir zamanlar Turgut Özal’ın uygulamaya çalıştığı ekonomi politikası ile tüm ürettiklerini satıp, tüm ihtiyaçlarını dışarıdan alırsa, o ülke ayrı ülke olmaz, dünyanın bir parçası hâline gelir. Bir müddet sonra o ülke ekonomisinin ana damarları tıkanmaya başlar, damar tıkanınca ülke kangren uzvu hâline gelir.

Bu gidişle Türkiye’yi siyasi ve ekonomik açıdan bekleyen akıbet budur; kriz, kangren ve...

FK: Bu etkileşime karşı alınabilecek fazla bir tedbir de bulunmuyor. Sermaye sınır tanımadan oradan kalkıp buraya, buradan kalkıp başka bir yere konabiliyor; sermayenin her hareketi, uğradığı ülkelerin ekonomisini yukarıya da aşağıya da çekebiliyor. Özkaynaklarınız yeterliyse yabancı sermaye girişini caydıracak tedbirler alabilirsiniz elbette, ancak yabancıların ilgilenmediği ekonominizi gürbüz tutmanız da bir hayli zor.

RNE: Bağımsız vergi ve kredi politikalarıyla ülke iç üretim ile yaşayabilecek halde tutulur, ihracat ve ithalat dengesi ile de ülke zenginleştirilirse, dıştaki etki ve sarsıntılar amortisörlerle çok kolay filtre edilebilir.

Önce, ülke yönetimine ‘millî iktidarı’ yani Millî Görüş iktidarını hâkim kılmak gerekir…

Sonra, karar alma mekanizmasında olan kişilerin iyi niyetli olmaları yetmez; aynı zamanda bilen kimseler olmaları, istişare etmeyi bilmeleri, söylenenleri anlayacak seviyelerde olmaları gerekir…

FK: Türkiye dış etkilere en açık ülkelerden biri. Özkaynağı kısıtlı, yabancıya kollarını açmış bekleyen bir sermaye sınıfı, kolay kazandırdığı için dışarıya câzip gelen borsası ve özelleştirilen ucuz tesisleri var. Borç yükü fazla her ülke gibi, hükümetler, dışarıdan gelen sermayeye cankurtaran simidi olarak sarılıyorlar. Özelleştirme furyası bitti sayılır, özel bankaların yarıdan fazlası yabancıya gitti. Borsa yabancılar sayesinde hareketli. Son yıllarda, Türkiye’ye, yazlık ve emeklilik yerleşim merkezi olarak bakan yabancı sayısı da arttı.

RNE: Türkiye’nin öz kaynakları kısıtlı değildir. Aksine çok zengindir. Ama bunları görmek, bilmek, anlamak ve alternatif ekonomi politikaları uygulamak gerekmektedir. Takip edilen ‘faizli kredi’ ve ‘gelir vergisi’ politikaları ile çökertilmek istenen Türkiye ekonomisi ve ülke esnafı, ancak dış destek ile yaşar hâle getirilmektedir. Oysa, ‘dış sermaye’ varolan siyasi, sosyal ve ekonomik yaraların kaşınmasından başka bir şey değildir, pansuman tedbir bile değildir, ekonomik hastalıkların tedavisi ile ise hiçbir alakası yoktur.

Fehmi Koru, eski dostlarını darıltmasın diye bu acı gerçekleri kinayeli söylüyor.

FK: Bunlara fazla bir itirazımız yok; yabancıların bu ilgisi herkesin yararlandığı bir âdil bölüşüme dönüşmedi belki, ama zenginlerimizi biraz daha zengin yaptı ya, onlara gidenden bir bölümü fakirleri de nimetlendirdi. Bu arada borçlarımız arttı, ekonominin ihracata dayalı yapısı ithalâtı aşırı tetikleyen bir dönüşüm geçirdi. Sonuçta, hem iktidar sahipleri açısından hem de ekonomiden en fazla yararlananlar açısından, yabancı, balla börekle beslenmesi ve ilgisinin her an üstümüzde kalması gereken nârin bir varlık halini aldı.

RNE: Dikkat edilsin, bunları biz yazmıyoruz.

Peki, biz yazmıyorsak kim yazıyor?

Eski dostları ve şimdiki destekçileri Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Fehmi Koru yazıyor!..

Ne zaman yazıyor?

Katıldığı Bilderberg toplantısı dönüşünde yazıyor!..

Günaydın!..

FK: Hükümetin ekonomideki son dalgalanma yüzünden kaçma eğilimine giren yabancıların bu arzularını caydıracak tedbirler almasının altında bu gerçek yatıyor. Yalnız Türkiye’de değil, ekonomisi bizimkine benzeyen ülkelerde de, yabancı kaçışı, bu tür tedbirlerle önlenmek isteniyor.

RNE: Türkiye’deki bu tedbirleri aldırtan da yine o zalim sömürücü yabancı sermayedir. Peki, yabancı faizci ve rant avcısı sömürü sermayesi bu tedbirleri neden aldırtıyor, gayesi ve hedefi nedir?

Sömürü sermayesinin bazı sebeplerle Türkiye’den çıkma zamanı gelmiş görünüyor. Sömürücü zalim sermaye ülkemizden daha kârlı çıksın diye şimdi bu tedbirleri aldırtıyor. Genel hatlarıyla hep hatırlattığım ve son zamanlarda özellikle ekonomi ile ilgili bazı detayları yazdığım üzere, bizimkiler de siyasiler ve bürokratlar olarak bu sömürü oyununa maalesef âlet oluyor! Zararı ise ülkemize ve halkımıza oluyor…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Ekonomide olan’ nedir? – 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.07.2006

Fehmi Koru’nun ‘Ekonomide olan’ ve Ali Bayramoğlu’nun ‘Ekonomik kriz kalıcı mı?’ başlıklı yazılarını değerlendirmeye devam ediyorum...

Fehmi Koru: Ülkemizin özellikleri yabancıların ilgisini bütünüyle yitirecekleri gel-geç türünden değil; son yıllarda dışarıdan gelen sermayenin ilgi gösterdiği alanlar ‘kalıcılık’ niyetini dışa vuruyor zaten. Bugün yaşanan, belli ki, ABD’de alınan kararın bir ara kâr maksimizasyonu amacıyla kullanılmasının doğurduğu sarsıntı. Borsa ve para piyasaları bu tür kâr etmelere çok müsait. Bu arada, ekonomide yaşananı siyasî sonuç çıkarma amaçlı istismara yeltenenler de var aramızda; bu yüzden bize benzeyen ekonomilerde zararlı etkisi yüzde 5 ile sınırlı kalmış sarsıntı bizde yüzde 25’i buldu.

Reşat Nuri Erol: Çünkü onlara verilmek istenen zarar sadece yüzde 5’tir. Bize ise şimdilik verilmek istenen zarar yüzde 20-25’ler civarındadır. Türkiye bu ekonomi politikaları ile güya yönetilmeye devam ederse, maalesef bu zararların devamını ‘ekonomik kriz’ olarak bekleyebiliriz...

Bize göre, başta hükümet olmak üzere, Merkez Bankası ve diğer bütün kurumların yabancı sermaye, döviz, para, kredi, borsa, borçlar ve bütçe açıkları ile ilgili uygulamaları topyekün yanlıştır. Biz bir taraftan bu yanlışlara işaret ederken, diğer taraftan alternatif çözümler üretmeye ve yazmaya devam ediyoruz…

FK: İlânihaye dışarıya bakarak, yerli değerlerimizi yabancıların ihtimamına bırakarak, borcu yeni borçlarla ödeyerek, ithalât/ihracat makasının yüklediği câri açığı umursamayarak bir yere varamayız. Ufacık kanat çırpmaların bize yansıyan etkisi teknemizin alabora olması ise, önce teknemizi sağlamlaştırmaya çalıştırmalıyız.

RNE: Fehmi Koru bunları şimdi söyleyebiliyor!..

Oysa biz bunları AKP ilk hükümet kabinesini kurduğu günlerde, bizzat bazı bakanlara söyledik ama, AKP bakanları ve yöneticileri bizi kös kös sadece dinlediler!..

Duamız ve dileğimiz odur ki, eski dostlarını ve Bilderberg toplantısı dönüşü sonrasında hâlâ kendilerini desteklemeye devam ediyorsa, şimdiki destekçilerini de sadece kös kös dinlemekle yetinmezler. Çünkü ülke gemisi batıyor ve malum olduğu üzere hepimiz aynı ülkede yani aynı gemide yaşıyoruz...

FK: Keşke durdurulabilse, ama küreselleşme önüne geçilemeyen bir gidiş... Bizim gibi ülkelerin ekonomileri üzerindeki olumsuz etkilerini kalıcı tedbirlerle asgariye indirmenin yollarını aramalıyız. Bunu da tek başımıza yapmak yerine, başka ülkelerin deneyimlerinden yararlanarak daha iyi başarabiliriz. Hata ise, hatamız da burada işte: Günü kurtarmakla yetinip eski yola devam ediyoruz da, kalıcı tedbirlere başvurma yollarını aramıyoruz.

RNE: Bu gidişat çok kolay durdurulabilir.

Bunu durumu durdurabilmek için Millî Görüşçü Adil Düzencilere kulak vermek gerekir.

Fehmi Koru da bizim kadar bilmektedir ki, bu gidişatı durdurmanın reçeteleri dış ülkelerde ve oralardaki sömürücü kurumlarda değil, Millî Görüşte ve Adil Düzededir…

Ama o bunu açıkça ve doğrudan söyleyemiyor da, uzaktan dolanarak hatırlatıyor...

FK: Yapılanlardan bugüne kadar hep tuzu kurular yararlandı, şimdiki sarsıntıdan en çok zarar gören de onlar; kazançlarını korumanın yolunun daha âdil bir paylaşımdan geçtiğini bu vesileyle hatırlayabilirler mi acaba? (Yeni Şafak, 24.06.2006)

RNE: Sonunda Fehmi Koru baklayı ağzından çıkarıyor ama yine de doğrudan “Adil Düzen” diyemiyor, yazısının dün alıntıladığım bölümünde “adil bölüşüm” ve bugünkü bölümünde de “adil paylaşım” diyor…

Bu kadarcık itiraf da şimdilik olumlu bir gelişmedir.

Ne diyelim; Allah tamamına erdirsin…

***

Ekonomik kriz kalıcı mı?

Fehmi Koru’nun yazısı ile aynı gün ve bir önceki sayfada yazan Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Ali Bayramoğlu da, tek kelimeyle itiraf diyeceğim çarpıcı ifadeler kullanmış.

Ali Bayramoğlu’nun ‘Ekonomik kriz kalıcı mı?’ başlıklı bu yazısından da, hiçbir yorum ekleme gereği duymadan, sadece üç paragraf sunuyorum:

“Türkiye’nin dünden kalma “kültürel-siyasi-toplumsal-ekonomik nitelikli ciddi sorunları”, örneğin AKP’yi iktidar yapan toplumsal çevre-toplumsal merkez gerilimi, her on yılda bir ciddi sarsıntılara yol açan çözümsüz kamu borcu sarmalı yeni biçimler üretiyor. Yeni sorunlarla iç içe girmeye ve zaman zaman farklı biçimlerle yeniden siyasileşmeye başlıyor…

Türkiye, ekonomik istikrar özlemiyle, devleti küçültme ve enflasyonu düşürme vaatleriyle son 30 yılını harcadı. Hedeflere ulaşılamadı, umut bağlanan liderler düş kırıklığı yarattı. O gün bu gün ne işsizlik tırmanıştan, ne gelir eşitsizliği artmaktan, ne de borç yükü azmaktan vazgeçti...

Şu ise açık:

Türk ekonomisi ülkeye giren ve çıkan nakit para düzeyine ve akışa bağlı bir kırılganlık içinde seyrediyor... Nitekim uluslararası piyasaların olumlu koşulları bu kırılganlığı bir an için unuttursa da, gerçekler bir süredir yeniden karşımıza dikildi...” (Yeni Şafak, 24.06.2006)

Allah ülkemizin ve milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Merkez Bankası’nın görev ve işleyişi – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.07.2006

AKP Parti Programı’nda,

“Hazine, Merkez Bankası, Maliye Bakanlığı ve ekonomi ile ilgili diğer birimleri etkin bir koordinasyona kavuşturacaktır.” (s. 22) deniyor.

Ne yapacağını yazmak ne kadar kolay değil mi?

Ama nasıl yapacağını yazmak zor!

AKP’liler işte onu yazamıyor…

Yazamayınca da yapamıyor!..

Şimdi açık ve net bir soru soralım bakalım:

-Anayasal kurum olmayan Merkez Bankası’nı bağımsız hâle getirirseniz ve onu da IMF’ye teslim ederseniz, programınızdaki bu maddeyi nasıl gerçekleştireceksiniz?

***

Oysa, ekonomik koordinasyonu sağlayan Merkez Bankası’dır.

Hükümet kredi politikasını Merkez Bankası aracılığı ile yürütür, diğer hizmetleri ise bütçe aracılığı ile yapar. Bütçe paraya dayanır.

İslâm nizamında bağımsızlığı ilân etmenin iki aracı vardır, para çıkarmak ve adına hutbe okutmak.

***

AKP Parti Programı hazırlanırken ‘koordinasyona kavuşturacaktır’ diye yazmışlar ama bu ‘koordinasyonu nasıl sağlayacaklar’ meselesini yazmayı unutmuşlar!

Beyefendiler şimdi çok meşguller.

Koskoca Türkiye’yi yönetiyorlar.

Şimdi yazmaya vakitleri yoktur!

Kendilerine yardımcı olalım bari.

Evet, biz Merkez Bankası’nın bu koordinasyonu nasıl yapması gerektiğini anlatacağız.

Bu yazacaklarımı ilkokul çocukları bile anlayabilir.

Ama AKP’lilerin anlayacağını sanmıyorum…

***

Gelişmiş ekonomilerin kanı paradır, kalbi de Merkez Bankası’dır.

Merkez Bankası o ülkenin parasını çıkarır veya piyasaya sürer.

1.

MERKEZ BANKASI hükümete borç para verir, o da cari harcamaları yapar ve topladığı vergilerle borcunu kapatır. Sonra yeniden borçlanır.

2.

MERKEZ BANKASI bankalara yatırım kredileri vermeleri için kredi açar. Bankalar da müteahhitlere inşaat kredisi açarlar. Sonra gelen kiralarla itfa ederler.

3.

MERKEZ BANKASI bankaların bonolarını kırar ve bu yolla piyasaya para sürmüş olur. Bonolar ödenince itfa edilir.

4.

MERKEZ BANKASI ortaklarına kâr karşılığı para verir ve bu yolla verdiği kredilerin faizlerini geri alabilme imkanını elde eder.

***

Kapitalist ülkelerde Merkez Bankası sermaye sahiplerinindir. Faiz onlara gitmektedir. Hiçbir yatırımları olmadığı halde ülkelerinden, hattâ dünyadan faiz alma imkânına sahiptirler.

Sosyalist ülkelerde faiz yoktur. Merkez Bankası devlete aittir.

Liberal ülkelerde de Merkez Bankası devlete aittir.

Merkez Bankası faiz gelirleri devletindir.

Ancak burada enflasyon etkisi giderilemez.

***

Türkiye liberal bir ülkedir.

Ülkemizde Merkez Bankası devletindir.

Faiz gelirlerinin devlete ait olması gerekir.

Ancak, bu konuda IMF ile yapılan gizli anlaşmalar vardır.

Bu yüzden neler döndüğünü bilmiyoruz...

***

Yarın bu konuya devam ederken neler yazacağız?

Bir, Merkez Bankası’nın elinde ne gibi araçlar vardır? İki, Merkez Bankası’nın bu fonksiyonları için bazı şartlar vardır. Üç, Merkez Bankası dört çeşit para çıkaracaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Merkez Bankası’nın görev ve işleyişi – 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.07.2006

Merkez Bankası’nın elinde ne gibi araçlar vardır?

1. Merkez Bankası YTL çıkarır. YTL bankanın temel aracıdır.

2. Merkez Bankası faizleri düşürür, kredi ucuzlayınca işletmeler onu kullanmaya başlar, piyasaya para girer. Böylece işsizlik önlenir. İşsizlik varsa faiz düşürülür. Açık iş varsa yani işçi bulunamıyorsa piyasadan parayı çeker. Bunu gerçekleştirmek için de faizi yükseltir. Merkez Bankası böylece işsizlik ile enflasyonu dengede tutar. Piyasada para çoksa, o zaman işçi açığı vardır, faizleri yükseltilir.

3. Mevsimlik üretimler vardır. Üretildiği mevsimde çok bol olur ve ucuzlar. Sonra, mesela mart ayında çok az olur ve o zaman da aşırı pahalılaşır. Merkez Bankası bu dalgalanmayı azaltmak için darlık mevsiminde tahvil çıkarıp satar ve parayı piyasadan çeker. Böylece fiyatların artmasını önler. Bolluk zamanında tahvilleri itfa eder, faizle beraber parayı piyasaya sürer, böylece fiyatların düşmesini önler. Bu yolla her yıl fazla parayı piyasaya sürmüş olur. Bu da millî hâsıladaki artış kadar paranın da artmasını sağlar. Ayrıca, % 2,5 kadar bir enflasyona da izin verir, böylece piyasayı hareketlendirir.

4. Mevsimi dışında mesela fazla balığın çıkması hâlinde balık satılamaz ve fiyatlar düşer. Gecelik kredilerle bu dalgalanmalar önlenir. Repo bazen yıllık faizlerin çok üstünde olabilir, bazen de yıllık faizlerin altına düşer. Hattâ bazen de negatif olur, bankalar sadece koruma parasını isterler. Burada Merkez Bankası’nın fazla müdahalesi olmaz. Ancak piyasaya sürdüğü paranın bir kısmı buralarda yuvalanır.

5. Merkez Bankası mevduat faizleri ile kredi faizleri arasında bir açıklık koyar. İşletmeler borsa senedini çıkarırlar. Banka aracılığını kaldırarak mevduat ile kredi faizi arasında kâr dağıtırlar. Bu hem işletmeler için yararlıdır, çünkü daha ucuz kredi bulmuş olurlar, hem de nakit sahipleri için yararlıdır, çünkü onlar da mevduat faizinden fazlasına sahip olurlar.

İşte Merkez Bankası’nın görevi ve işleyişi budur.

Oysa, adı üstünde, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası/ TCMB” (dikkat edilsin, “Cumhuriyeti” değil) anayasal kuruluş değildir! Oysa, ekonomiden sorumlu olan da hükümettir!..

***

Merkez Bankası’nın bu fonksiyonları için bazı şartlar vardır.

1. Ekonominin banka ekonomisine girmiş olması gerekir. Piyasada bankanın kontrol edemediği para olmamalıdır. Oysa Türkiye gibi gelişmemiş ülkelerde piyasa dışı mal ve banka dışı para vardır. Tüccarca satılmayan mal piyasa dışıdır. Müteahhitlerin kredi sermayeleri ile yaptıkları inşaatlar piyasa dışıdır. Bakkal defteri banka dışı paradır. Bankada kırılmayan senet banka dışıdır. Çek banka dışı paradır. Bu sebepledir ki Türkiye’de Merkez Bankası yukarıda sayılan işlemlerden yalnız para basmayı yapabilmekte ve o işlem de IMF kontrolünden ibaret olduğu için Türk ekonomisi rotu çıkmış bir araba şeklindedir.

2. Türkiye borçlandırılmış ve Merkez Bankası esir alınmıştır. Merkez Bankası Türk ekonomisini düzeltmek yerine, çökertmekle uğraşmaktadır; ama etkin olmadığı için çökertemiyor...

3. Türk halkı Müslümandır, faizli işlemlere girmek istememektedir. Faizsiz işlemler piyasada hâlâ varlıklarını sürdürüyor ve bunlar giderek canlanıyor. Dolayısıyla faizci Merkez Bankası Türkiye’de etkin olamamakta, bu sayede halk krizlere dayanabilmektedir…

4. Faizler çok yüksek olduğu için işletmeler kredi yoluyla elde ettikleri sermaye ile işlerini yapmamaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye’de işler veresiye alış ve satışla sağlanmaktadır. Kişiler banklarla değil, aralarında kredileşmektedirler. Merkez Bankası bu konuda genel olarak devre dışıdır.

Böylece Merkez Bankası Türkiye’de sadece ekonomik zararlar vermek işinde kullanılmaktadır.

“Adil Düzen”e göre Merkez Bankası ne yapacaktır?

Bu konuda birkaç kelime söylemezsek, biz de sadece muhalefet edip devleti yıkmaya çalışmış oluruz.

***

Merkez Bankası dört çeşit para çıkaracaktır.

1. ALTIN PARA. Bu cumhuriyet altını ile tanımlanmış bir paradır. Bunları kuyumculara faizsiz kredi olmak üzere verecektir. Böylece piyasaya altın para girecek, kuyumcular bunu altınla değiştirmek zorunda olacaklar. Kârlarını altın alırken yapacaklar.

2. DEMİR PARASI. Piyasaya çıkan altın paraya denk demir parayı devlet çıkaracak, bunu inşaat depolarına kredi olarak verecektir. Demirin satış fiyatı bu para ile bir olacak, diğer malzemelerin alış ve satışları serbest olacaktır.

3. BUĞDAY PARASI. Buğday parasını çıkaracak, halka nüfus başına kredi olarak verecektir. Halk bununla mağazalara ön ödemeli sipariş verecektir. Mağaza sahipleri tüccarlara, onlar da işyerlerine sipariş vereceklerdir. Faiz yerine indirim farkı sözkonusu olacaktır.

4. TOPRAK PARASI. Toprak parasını çıkaracak, komisyonculara kredi olarak verecek, onlar bununla taşınmazları peşin para ile alıp satacaklardır. Komisyonculara sadece belirlenmiş komisyon payı verilecektir. Ayrıca işçilere çalışma kredisi verilecek, müteahhitlerin yanında çalışacak işçiler ücretlerini bankalardan alacaklardır. Böylece piyasaya dengeli para sürülecektir. Devlet inşaattan % 20 alacak, bu gelirlerle altyapı yapacaktır. Sanayi üretiminden de beşte bir alacak ve bu gelirlerle de cari harcamaları yapacaktır.

En önemlisi, devlet verdiği kredi karşılığı vergi alacak, faiz almayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Bu ekonomi politikaları

Türkiye’yi batırır mı?  

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.07.2006

 

Bir şekilde biriktirdiniz, elinizde bir miktar sermayeniz vardır.

Zalim kapitalizm düzeninde bu sermayenizi değerlendirmek istiyorsunuz.

‘Adil Ekonomik Düzen’ olmadığına göre, zalim düzende bu paranıza nasıl para kazandırabilirsiniz?

***

1. Devlet VADELİ TAHVİL çıkarır.

Sizin paranızı devlet alır, onunla borcunu öder. Günü gelince faizinizle birlikte paranızı öder.

Devletin elinde zaten YTL vardır. Size neden faiz öder?

Batı’da bu uygulamanın bir anlamı vardır. Bizde ise devleti borçlandırıp iflas ettirmek için yapılır.

2. REPO diye bir şey geliştirilmiştir.

Akşam paranızı repoya yatırırsınız ve gecelik faiz kazanırsınız. Beklemenize gerek yoktur.

Batı’da bu paradan işletmeler yararlanır. Çünkü faizler %5’lerin altında, kâr ise %5’lerin üstündedir.

Oysa Türkiye’de işletmeler bundan yararlanamazlar. Çünkü faizler yüksektir. Kimse o kadar para kazanamaz. Bunları da yine devlet alır ve size faizinizi öder.

Devlet bununla ne yapar? Faiz borçlarını ödemeye devam eder. Sonunda devletin borçları artar ve koca Osmanlı devletinin yıkılması gibi Cumhuriyet devleti de yakılır.

Devletin elinde zaten YTL vardır. Halka durmadan faiz ödemenin ve artırmanın ne mânâsı vardır?!.

3. İşletmeler HİSSE SENETLERİ çıkarırlar.

Nakdinizle bu işletmelerin hisse senetlerini alırsınız. İşletmeler bu parayı çalıştırır ve sizlere kârından ödeme yaparlar. Kayıtlı ekonomide bu uygulama çalışır. Kayıtlı olmayan ekonomilerde bu uygulama vatandaşlar için sadece bir kumar aracıdır. Çocukken oynamışsınızdır, hep al hep ver gibi. Herkes birer lira koyar, bir zar atar ve hepsini alır veya bir daha koyar.

İşte Türkiye’de yapılmakta olan da aynen böyle bir şeydir. Çünkü Türkiye’de işletmeler kayıtlı ekonomi içinde değildir. Kârınızı hesaplayamazsınız. On sene sonra sosyal sigorta gelir, bir borç tahakkuk ettirir ve siz iflas edersiniz. Son yıllarda Uzanlar’a yapılan budur.

4. BANKALARA paranızı vadeli yatırırsınız, size kanuni FAİZ öderler.

Bankalar da işletmelere kredi açarlar. Siz bu kredilerden yararlanırsınız.

Türkiye’de bu uygulama da krediler ancak devlet ihalelerinde kullanılırsa bir işe yarar.

Ama o da bir işe yaramaz, çünkü devlet vaktinde istihkakları ödemez ve firma batar…

***

Sonuç olarak Türkiye’de herhangi bir tasarruf ancak devletten alınan FAİZ ile mümkün olmaktadır.

Devlet tamamen gereksiz faizleri öder ve borçlanır.

Faiz artar-borç artar; borç artar-faiz artar...

İşte böyle bir kısır döngü sürer gider...

Ne zamana kadar sürer gider?

Su alan devlet gemisi sonunda batıncaya kadar!

Nitekim Osmanlı imparatorluğumuz da işte böyle battı...

Şimdi sıra Türkiye’de!..

***

Dışarıdan gelen dövizle de dış borçlar artırılır.

Her yıl ülkemizin dış borçları gittikçe artmaktadır, yıllık faizleri artmaktadır ve devlet artık borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemez hâle gelmektedir!..

Bu zalim sömürü düzeni böyle devam ederse, sonunda teslim olunacaktır…

Koca Osmanlı imparatorluğunu böyle batırdılar…

Şimdi sıra Türkiye’de!..

***

Türkiye malum olduğu üzere ‘kayıt dışı ekonomi’ ile çalıştığı için devlet yıkılsa bile halk ekonomisini sürdürmekte, ‘halk ekonomisi’ sayesinde Türkiye batmamaktadır.

Osmanlı Devleti battı ama yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu...

Şimdi de Cumhuriyet yıkılsa bile, bu halk yeni bir devlet kuracak güçtedir...

Bunu bilen Türkiye düşmanları 28 Şubat Darbesi ile Türkiye’yi yıkma denemesi yaptılar ve 54. Hükümeti yıktılar ama Türkiye’yi yıkmayı başaramadılar…

Şimdi de AKP ile birlikte denemektedirler ama;

Türkiye’yi yine batıramıyorlar…

Görelim Mevlâm neyler?

O neylerse güzel eyler...

 

 

***

 

 

 

 

 

Üretimi ve sermayeyi

nasıl teşvik edelim?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.07.2006

Dengeli serbest piyasada arz ve talebin eşitlendiği fiyatta denge oluşur.

Üreticiler bu dengeyi değiştiremezler.

Tüketiciler de bu dengeyi değiştiremezler.

Üreticiler ürettikleri malları ucuza mâl ederek piyasa fiyatından satarlar.

İstikrarlı bir piyasada ham madde fiyatları eşit ve dengededir, dolayısıyla bütün işletmeler için aynıdır.

Ancak ucuz ham madde bulmak pek de kolay, hattâ mümkün değildir.

Ham madde fiyatları ve mamul fiyatları bellidir ve dengededir.

Üretici bunlar üzerinde pek oynamaz, oynayamaz.

***

Üretimi ucuza mâl etme yarışı ham madde dışında dört girdi ile sağlanır.

1. İŞÇİLİK ucuz yapılır.

Bu şekilde piyasaya girilir. Pahalı işçilik yapanlar elenirler.

2. KİRALAR ucuz sağlanır.

Böylece maliyet düşürülür ve serbest piyasada ağlıklı rekabet gerçekleştirilir.

3. FAİZLER düşük olmalıdır.

Bankaların faizleri düşükse maliyet düşük olur ve sonunda rakiplerle yarışılabilir.

4. VERGİ nisbetlerinin az olması.

Vergilerin düşük ve sade olması sayesinde maliyetlere daha az masraf biner ve rekabet gerçekleşir.

Bir ülkede işte bu ekonomi politikalarının sağlıklı bir şekilde işlediğini varsayalım.

Dış sermaye de normal ve istikrarlı ekonomi politikaları varsa gelir.

Bu olumlu şartları sağlıyorsanız sermaye gelir.

***

Dış sermayenin ülkemize gelmesi için neler yapılması gerekir?

1. İŞSİZLİK sorununu çözmeden dış sermayeyi Türkiye’de tutamazsınız.

Bunu sağlamak için tam istihdamın, verimli istihdamın sağlanması gerekir.

2. KİRALAR ucuz olmalıdır ki dış sermaye Türkiye’ye gelebilsin.

Oysa bir sene içinde kiraları yüzde yüz artırdılar.

Neden artırdılar?

Dış sermayeyi Türkiye’den kaçırıp ülkeyi yıkmak için yaptılar.

3. FAİZLERİN düşük olması gerekir.

Ülke dışında reel faizler yüzde 5’i geçmezken, bizde yüzde 20’lere varırsa, maliyetler dış piyasaya göre yüzde 10-15 fazla olur. Hiçbir piyasa yüzde 10 kazanmaz. Dolayısıyla bu maliyetlerle ürettiklerinizi ihraç etme imkânınız kalmaz. Bu durumda ithal malları ile rekabet etme imkânı da olmaz.

O halde dış sermayenin Türkiye’de kalmasını istiyorsak faizleri düşürmemiz gerekir.

4. VERGİLER düşürülmelidir ki, dış sermaye Türkiye’ye gelip kalsın.

Sadece vergi nisbetlerini düşürmek de yetmez.

-Vergiler basit ve sade olmalı, kolay hesaplanmalıdır.

-Vergiler uzun zaman sonra ortaya çıkmamalıdır.

-Defterler kapandı mı vergi davaları da bitmelidir.

-Vergiler bürokratların keyfî takdirlerine bırakılmamalıdır.

Dava açma külfeti mükellefe değil kamuya yüklenmelidir. Genel hukuk kurallarında herhangi bir şekilde istisna yapılmamalıdır. İspat iddia edene düşer. Hukukun temel kuralları sosyal kurallardır. Değiştirmeye kalkıştığınızda ekonominiz çöker ve devletiniz yıkılır.

***

Elbette bu kurallar Türkiye gibi ‘kumar ekonomisi’nde değil, istikrarlı bir ekonomide geçerlidir.

“Merkez Bankası AKP’ye ve hükümete dinamit koyuyor!” dediğimizde, işte bunu kastettik.

Nitekim söylediğimizin doğruluğunu ekonomi piyasaları kanıtladı…

***

Biz sabır ve sebatla gerçekleri yazmayı sürdürüyoruz…

İlgililer de inatla ilgilenmemeye devam ediyor…

Bakalım ne zamana ve nereye kadar?..

Hep beraber yaşayıp göreceğiz…

Evet, biz bir taraftan araştırıyor, söylüyor ve gücümüz nisbetinde bir şeyler yapıyoruz…

Diğer taraftan da halkımız için Rabbimize dua ediyoruz…

Allah milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Karanlıklar içinde kaldık!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.07.2006

 

Yaşlı olanlar 1970’li yıllardaki meşhur elektrik kesintilerini ve karanlık günleri iyi hatırlarlar.

O yıllarda İzmir Akevler’de; bünyesinde dizgi, baskı, cilt, kırma (forma katlama) ve iplik dikiş makinelerinin de bulunduğu entegre bir matbaa işletmesini yönetiyordum. Malumunuz, bunların hepsi elektrikle çalışan makineler. Elektriklerin kesildiği saatlerde usta ve işçilerimle el emeği ile yapılacak işler varsa çalışıyor, elle yapılacak işler yoksa oturuyorduk... İş sadece oturmakla bitse mesele yok, ama boş boş oturulan o saatlerin ücretlerini ödeme merhalesine gelindiğinde, asıl sıkıntı o zaman ortaya çıkıyordu…

Elektrik kesintileri sebebiyle o yıllarda pek çok işletme iflas bayrağını çekiyor, kapanıyordu...

Gündüzleri verimli çalışamıyor, geceleri de elektrik kesinti saatlerinde karanlıklar içinde yaşıyorduk...

Geçtiğimiz günlerde, Bursa Doğalgaz Çevrim Santrali’ndeki sorun sebebiyle, başta İzmir olmak üzere Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerindeki 13 ilimizde gece elektrikler saatlerce kesilince, elektrik kesintileri döneminde karanlıklar içinde yaşadığımız günleri hep beraber tekrar hatırladık...

***

Evet, geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi tekrar o eski karanlık günlere götürmenin provası yapıldı.

Olanlar oldu ve geriye değerlendirilmesi gereken bir durum kaldı. Üst düzey bir kamu görevlisi, bu vesileyle bakınız ne dedi: ‘Kamu santralleri yenilenmezse elektrikte kesintiler devam eder...’

Bursa Doğalgaz Çevrim Santrali’nde üretimin durması sebebiyle bölgedeki 13 ilin karanlıkta kalması, bölgede faaliyet gösteren kamu santrallerinin durumunu veya yetersizliğini gözler önüne sermiş oldu…

Bu vesileyle 1999 Marmara Depremi’nden sonraki en büyük elektrik kesintisi yaşandı...

Enerji Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, bölgedeki kamu santrallerinin çok acil tam kapasite çalışacak şekilde yenilenmemesi hâlinde, kesintilerin daha geniş çaplı yaşanacağı uyarısında bulunuyor…

Enerji Bakanlığı’ndan alınan bilgiye göre, Ege Bölgesi’nde tüketilen elektriğin iki katı kurulu kapasite olmasına rağmen, santrallerin verimsiz kullanımı yüzünden kriz meydana geliyor...

Elektrik kesintilerine yol açan bir diğer önemli etmen de özelleştirme kapsamına alınan kamu elektrik santrallerinde yatırımların durması. Bakanlık yetkilisi, yıllardır özelleştirme kapsamına olan kamu santrallerine yatırım yapılmadığına dikkat çekerek, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Son arızalarda da görüldü ki, ana neden o bölgedeki üretim azlığıdır. Bölgedeki üretim böyle devam ederse, kesinlikle aynı sıkıntı yaşanacak; çünkü santraller kararlı çalışmıyor, sisteme bir giriyor bir çıkıyor. Ama elektrik tüketimi sabit. Bu üretim azlığı devam ederse, Türkiye’nin tamamında elektrik kesintileri yaşanacak. Elektrik şebekesi domino taşı gibi, bir taraf düştüğünde arkası peşinden onu sürükler. Mesela, Soma ve Kemerköy santralleri atıl. Santraller doğru çalışırsa önemli bir ihtiyacı karşılar.”

Sonuçta ne oldu? Kesintinin ardından Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü İlhami Özşahin görevden alındı ve mesele şimdilik güya kapandı! Ama kazın ayağı pek de öyle değil. Böyle gider ve aşağıda sunacağım tabloya da bakılırsa, ülkeyi karanlık günler bekliyor!..

Türkiye’nin yıllık enerji talebi, TEİAŞ’a göre tahmini olarak şöyle:

2006 yılında  169.517 - 176.401 megavat.

2010 yılında  216.747 - 242.021 megavat.

2014 yılında  276.799 - 330.301 megavat.

2020 yılında  499.489 - 570.521 megavat.

***

AKP Parti Programı’nda; “Partimizin enerji politikasının temelinde, ulusal çıkarlarımızı koruyarak enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, rekabete dayalı bir enerji piyasası oluşturmak ve duyarlı olduğumuz çevreyi ve insan sağlığını korumak bulunmaktadır.” denmektedir.

Parti programda bunun gerçekleştirilme şekli şöyle anlatılmaktadır:

“Mevcut tesisler bir an önce özelleştirilecek… Yeni yatırımlar yap-işlet modelleri ile yaygınlaştırılacak… Hidrojen enerjisi konusunda ciddi bilimsel ve teknik projeler başlatılacak… Özelleştirme ve lisans verme usulleri tam anlamıyla şeffaf ve rekabete açık olacak… Güneş, rüzgâr, jeotermal ve biomas gibi enerji türleri yanında yeni hidroelektrik santralleri ile yerli kömüre dayalı, yeni teknolojilerle donanımlı, verimi yüksek, çevreye zararı olmayacak termik santrallerin özel sektör tarafından kurulması desteklenecek… Petrol ve doğalgaz aramalarına ağırlık verilecek… Nükleer enerji santralleri kurulacak… Enerjide tek kaynağa bağımlılık ortadan kaldırılacak…”

Dikkat edilirse, ‘cek… cak…’ ile biten bu cümlelerin hepsinde ‘ne yapılacağı’ anlatmakta…

Ama nasıl yapılacağı hususunda tek kelime bile bulunmamakta, üç-dört yıldır da yapılmamakta!..

Ayrıca, programda ‘elektrikte ucuzluk ve adil bölüşüm’ ile ilgili de tek kelime ve cümle yoktur.

Programda sadece “enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak”tan bahsedilmektedir.

Ne kadar güvenli iş yapıldığını, ayrıca partinin, hükümetin ve ilgili bakanlıkların enerji politikalarının ne kadar başarılı olduğunu, geçtiğimiz günlerde hep beraber görüp yaşadık. Dünyada emsali görülmemiş bir şekilde karanlıklar içinde kalınca AKP ve geçmiş hükümetlerin başarılarını anladık!..

Elektrik ve enerji meselesi çok önemli…. Yarın da konu üzerinde durmaya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Elektrik icad oldu…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.07.2006

 

İnsan da diğer canlılar gibi canlıdır, topluluk hâlinde yaşar.

İnsan topluluğunun diğer canlı topluluklarından farkı vardır. Diğer canlılar aynı mekânda yerleşmiş durumdadırlar. Uzaktan haberleşme imkânına sahip değildirler. Oysa, insanlar uzaktan birbirleriyle ilişki kurabilmekte, bu sayede topluluklarını büyütebilmektedir. Bu sebeple insan toplulukları ile hayvan toplulukları arasında büyük farklar vardır.

İki topluluk arasındaki farkların neler olduğunu hatırlayalım.

1.

Hayvan toplulukları konmuş kurallara göre yaşarlar, kendileri kural koyamazlar.

Oysa, insan toplulukları önce kuralları kendileri koyarlar, sonra o kurallarla yaşarlar. Gerektiğinde kuralları değiştirebilirler.

2.

Hayvan topluluklarında iç içe örgütlenme yoktur.

Oysa, sivil insan toplulukları ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmişlerdir.

Ordular da manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, kolordu, ordu şeklinde iç içe örgütlenmişlerdir.

İnsanlar toplulukları arasında böyle bir örgütlenme olmazsa, o zaman ne ‘devlet’ ne de ‘ordu’ olur.

3.

İç içe örgütlenmenin mânâsı şudur: Her alt topluluk kendi iç işlerinde bağımsızdır, kendi iç işlerini kendisi yapar. Ortak işlerde ise üst kuruluşun üyesi olur. Yani, insanlarda tüzel kişilik vardır ve bu tüzel kişiler üst kuruluşların kişileridir. İnsan fert olarak da kendi kişiliğini koruyarak bu topluluğun üyesi olur.

İnsan kurallar içinde özgürdür. Özgürlerin ve özgürlüklerin oluşturduğu topluluk yargı üstünlüğü ile korunur. Hakemlerden oluşan yargı sayesinde üyeler kişiliklerini koruyarak topluluklarını yaşatırlar.

Bu gibi durumlar hayvan topluluklarında yoktur.

4.

İnsanlar yeryüzünü imar ederek birlikte yaşarlar. İnsanlar birbirlerinden uzak olan üyeler arasında birliği sağlamak için kara, deniz, demir ve hava yolları inşa etmişler; su, pis su, gaz ve petrol boruları döşemişler; radyo, televizyon, telefon ve cep telefonu bağlantıları sağlamışlardır.

Ayrıca, elektrik enerjisi nakil hatları ile birbirlerine ulaşmışlardır.

Kur’an bunlara ‘sebilullah’, buralarda çalışanlara da ‘ibnü’s-sebil’ demektedir.

Her kuruluş kendi topraklarını kendisi değerlendirir, kullanır ve yaşar. Diğer komşu kuruluşlarla ve merkezlerle alışverişte bulunur. Böylece kendi içinde bağımsız olur, ama daha geniş kuruluşun da parçası olur.

 

***

 

Elektrik keşfedildikten sonra insanlık âlemi aşağıdaki aşamaları geçirdi.

1.

Her belde kendi elektriğini kendisi üretti ve halkına dağıttı.

Özel firmalar elektrik üretse bile sadece belde içinde dağıttı.

2.

Elektrik önceleri sadece aydınlatma aracı iken, bugün hava gibi hayatımızın her noktasına girmiştir.

Eskiden suyun bulunduğu yerde hayat vardı, şimdi elektriğin bulunduğu yerde hayat vardır, çünkü elektrik sayesinde su da temin edilmektedir.

3.

Beldelerin üretip tükettiği elektrik artık değişik yerlerde üretiliyor… Beldeler arası, bölgeler arası, uluslar arası, hattâ kıtalar arası hatlarla elektrik santralleri birbirine bağlanmış durumdadır. Dayanışma içinde tek kaynaktan beslenir olmuşlardır. Henüz bu birlik tam olarak sağlanamamıştır, ancak ona doğru gidilmektedir.

4.

Türkiye’de 1950’den beri bu hususta çekişme vardır.

Ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmek istemeyen beldeler ve kuruluşlar, kendi elektriklerini kendileri üretip tüketmeyi istemekte, bu yönde çaba sarf etmektedirler…

Sömürü sermayesi ise dünyayı tek şebekeye bağlamak istemektedir ki, bu sayede:

-Hem kendi tekel idaresinde istediği şekilde halkı sömürebilsin;

-Hem de tek dünya devletini kurduğu zaman istediği evin, istediği semtin, istediği ilçenin, istediği bölgenin, hattâ istediği kıtanın elektriğini kesebilsin ve baskı altına alabilsin...

-Daha önemlisi, çok kolay olan sabotajları istediğinde ve ona göre gerektiğinde gerçekleştirebilsin.

Mesela, İran’ın kendi enerji hatları olmasa, santralleri olmasa, zalimlere karşı bugünkü atom enerjisi direnmesini yapabilir miydi? Emperyalistlerin elinde olsa, İran’ın elektrik santrallerini ve enerji nakil hatlarını basit elektronik cihazlarla mefluç hâle getirir, İran halkı birkaç hafta içinde kırılıp helâk olurdu...

Bu çekişme ve çatışmalar adil bir dünya düzeni kuruluncaya kadar sürüp gidecektir…

Yarın, bu önemli enerji meselesinin daha başka boyutları ve Adil Düzene göre çözümü üzerinde duracağım…

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji sorununun çözümü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.07.2006

Türkiye’de elektrik üretim ve dağıtımı konusunda geçmişte neler yaşandı, kısaca hatırlayalım.

1. Devlet ya da birileri, henüz interkonekte şebekesini oluşturmadan;

2. TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) ile santral ve hatları belediyelerden aldı…

3. Dağıtımı tamamen ele geçirmek için abonelerini de belediyelerin elinden aldı...

4. Sonra interkonekte şebekeyi oluşturdu ve belediyelerin santrallerini iptal ettirdi...

-Bu uygulama, 1950’lerde Demokrat Parti iktidarını yıkmak için hazırlık olsun diye yapıldı.

-Elektrik Mühendisleri Odası o dönemde bu uygulamaya karşı çıkması gerekirken;

-Sadece Demokrat Parti’ye karşı hasımlığı sebebiyle tekelleşme tarafında oldu!..  

-Bu şekildeki uygulama sonunda mevcut belediye santralleri mefluç hâle geldi!..

Şimdi de elektrik üretim ve dağıtımını ‘ÖZELLEŞTİRİN’ diyor!

Bu da yetmedi!

Yerli kaynaklar ile çalışan santraller yerine, ‘GAZ’ ile çalışan santralleri yerleştiriyor!..

-Gazı ve elektriği önceleri malum sömürü teşvik gerekçeleriyle ucuza veriyor…

-Sonra, ülke içi üretim onun eline geçince, bugünlerdeki gibi dört katı pahalı satmaya başlıyor…

Ne yaptığını tekrar hatırlayalım:

-Önce belediyelerden elektrik üretim santrallerini ve şebekeleri gasp etti…

-Şimdi ‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında zorla devletten gasp ediyor!..

***

Türkiye’yi karanlıkta bırakma provası

Şunu açıklıkla söyleyelim ki;

İzmir merkezli olmak üzere, Ege, Marmara ve Akdeniz bölgelerindeki 13 ilimizi saatlerce karanlığa gömme, bir deneme olayıdır. Bir şeylerin denemesi, provası yapılmış ve veriler toplanmıştır…

İyi bilinmelidir ki;

-Arıza/lar kesinlikle suni idi…

-Buna karşı gerekli tedbirler alınmamıştı...

-Bu denemeyle Türkiye’yi karanlıkta bırakma provası yapıldı…

Bugünkü yazımda meselenin bu boyutlarını değil, sorunun çözümünü gündeme getireceğim.

***

Adil Düzene göre sorunun çözümü nedir?

Bugün, “Adil Düzen”de elektrik ve enerji sorunu nasıl çözülür, onun üzerinde duracağım.

1.

“Adil Düzen”de her bucak kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde elektrik ve enerji üretimi yapar. Altı ay veya bir yıl dışarıdan hiçbir şey almasa bile, mevcut stoklarla geçinir. Kendi elektriğini kendisi üretecek imkânları ve bir yıllık yakıtı da yedek olarak bucakta bulundurur.

2.

Bu şekilde elektrik temin etmek hem pahalı, hem de güvensizdir. Santralde bir arıza olsa bucak elektriksiz kalır. Bunun için her bucak trafosu ilçedeki il trafosuna bağlıdır. Eğer elektriği il elektriğinden ucuza mâl ediyorsa, santralını çalıştırıp elektriği satar. Pahalıya mâl ediyorsa, o zaman kendi santralı yedek olur, elektriği dışarıdan alır. Bu yalnız kendi bucağı için yedek olmaz. Mevsim ve saatlere göre enerji ihtiyacı artar, o zaman yine bu santraller devreye girer. İl için de benzer uygulama geçerlidir. Kendi ihtiyacını karşılayacak yedek santralleri olur. Ülke, elektrik ihtiyacını ucuz elde ettiği santralleri çalıştırarak karşılar, diğerlerini yedekte tutar. Ülke aynı zamanda insanlık elektriğine de bağlıdır; satar veya alır...

3.

Elektrik üretim ve tüketimi serbesttir. Halk tarafından üretilir ve halk tarafından tüketilir.

Ama dağıtım serbest değildir. Elektrik dağıtımı kurulacak vakıflar eliyle alınır ve satılır.

Bucaklarda, illerde, ülkelerde ve insanlıkta ‘Elektrik Dağıtım Vakıfları’ kurulur. Bu vakıfların yöneticileri kamuca atanır ve denetlenir. Gerekli olan her türlü düzenlemeler yapılır, mekanizmalar kurulur.

Hatların ve santrallerin korunması silahlı kuvvetlere verilir. Onlar gerekli güvenliği sağlarlar.

Eşyada demokrasi yoktur. Ne var ki her vakıf bağımsızdır.

4.

Elektrik enerjisi insanlar için hayati öneme haiz olduğu için ‘Elektrik Vakıfları’ kâr amacı gütmezler. İşletmeler para ile elektrik satmazlar, elektrikle üretilen ürünlerden pay alırlar. Kilovat saat başına yüzde bir torba çimento örnek olarak gösterilir. Vakfa vergi verirler, vakıf belgeleri satar ve nakde çevirir. Tüketim enerjisinin bir miktarı nüfus başına olmak üzere halka bedava verilir, asgari ihtiyaçlar bedava karşılanır. Ondan sonrası normal fiyatla satılır; ondan daha fazla olan harcamalara ise iki kat fiyat uygulanır.

Böylece insanlar için hayati önemi olan elektrik enerjisi üretim ve tüketimi kontrol altında dengelenir.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Anadolulu Ârif Çoban’ ile

‘ABD’li Adam’ın hikâyesi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.07.2006

 

‘Anadolulu Ârif Çoban’ın biri, Anadolu dağlarından birinde koyunlarını otlatırmış…

Sakın bana;

-‘Neden ‘Anadolulu?’ veya;

-‘Neden Anadolulu Ârif’ ya da;

-‘Neden Anadolulu Ârif Çoban?’ diye sormayın!..

Çünkü, biliyorsunuz, ‘Anadolu Turnesi’ yapıp geldim. Hâlâ, zaman zaman Anadolu’ya gidiyorum…

Günlerce ‘Anadolu Ârifleri’ ile birlikte oldum, aralarında dolaştım, onlarla görüştüm de görüştüm…

Hatırlayacağınız üzere, sadece görüşmekle yetinmedim, ayrıca günlerce sizlere Anadolu Âriflerini, Anadolulu Ârif Faruk Amca ile yine Anadolulu Ârife Çoban Abla’yı yazdım da yazdım…

Yazdıklarımın yanında, yazamadıklarım öylesine çok ki!..

Dolayısıyla, ‘Anadolu Ârifleri’ ile ilgili soracağınız her soruya cevabım hazırdır…

Ama, ne olursunuz, siz yine de bana soru sormayın…

Sadece uzunca fıkra veya kısa hikâyemi dinleyin ve siz de ‘Anadolu Âriflerinden Bir Ârif’ olarak, az şeyden çok sonuç çıkarmaya, yani ‘Ârife tarif gerekmez’ veya ‘Ârif olan anlar’ gerçeklerinden yola çıkarak, benim bu kısacık anlatımımdan çok şeyler anlayıverin, işte…

***

ABD’li bir koyun istemiş

Evet, biz ‘Anadolulu Ârif Çoban’ ile ‘ABDli Adam’ın hikâyesine dönelim, dinleyelim, okuyalım ve sonunda elbette ‘kıssadan hisse çıkarmaya’ gayret edelim…

Günlerden bir gün, yine ‘Bizim Anadolulu Ârif Çoban’ kendi hâlinde öylesine koyunlarını otlatıyorken, yanına bir Cherokee Jeep yanaşmış.

Brioni gömlek, Kot pantolon, Cerruti ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve YSL kravatlı ‘ABD’li Bir Sürücü’ arabadan, daha doğrusu Jeep’ten aşağıya inmiş, çobana yanaşmış ve bilgiç bilgiç sormuş:

-“Eğer kaç tane koyunun olduğunu bilirsem bana onlardan istediğim bir tanesini verir misin?”

Anadolulu Çoban bir adama, bir de koyunlarına bakmış;

-"Tamam" diye cevap vermiş.

Genç adam arabasını park etmiş, telefonunu bilgisayarına bağlamış ve bir NASA sitesine girmiş, GPS'ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile doldurulmuş 60 excel tablosunu açmış, 150 sayfalık bir rapor basmış...

Raporu inceledikten sonra Anadolulu çobana dönmüş;

-"Tam olarak 1586 adet koyunun var" demiş. Çoban;

-"Doğru" diye cevap vermiş, "Koyununu alabilirsin."

Genç adam İSTEDİĞİ KOYUNU ALMIŞ ve Jeep’inin arkasına koymuş, gitmeye hazırlanmış...

***

Hikâye orada bitmemiş, devamı var…

Hikâye bu ya, rivayete göre, ‘Anadolulu Çoban’ ile anlaşıldığı kadarıyla ABD’li olan ‘Amerikalı Adam’ arasındaki bu ‘fıkra’ veya ‘kıssa/hikâye’nin burada bitmesi gerekiyor gibi geliyor, ama bitmemiş…

Bu sefer ‘Anadolulu Ârif Çoban’ genç ‘Amerikalı Adam’a dönmüş ve;

-"Eğer senin ne iş yaptığını bilirsem koyunumu geri verir misin?" diye sormuş.

ABD’li Adam;

-"Evet, neden olmasın" diye yanıtlamış.

-"Sen Dünya Bankası’nda danışmansın!" demiş ‘Anadolulu Ârif Çoban’.

ABD’li Adam sormuş;

-"Nasıl oldu da bildin?"

Anadolulu Ârif Çoban;

-"Çok basit" diye cevap vermiş.

BİRİNCİSİ;

-Buraya çağrılmadan geldin!..

İKİNCİSİ;

-Benim bildiğim bir şeyi bana söylemek için benden bir koyunumu istedin!..

ÜÇÜNCÜSÜ;

-Öyle anlaşılıyor ki, yaptığın hiçbir şeyden anlamıyorsun, çünkü KÖPEĞİMİ ALDIN!..

DÖRDÜNCÜSÜ;

-Bu durumda, senin gibi bilgiç bir ahmağa, bilmem dördüncüsünü söylememe gerek kaldı mı ki?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail saldırılarının düşündürdükleri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.07.2006

Yazı yazmak, sadece tarihe not düşmekten ibaret midir; yoksa, geleceğe yeni kapılar açmak, yeni çözümler üretmek midir? Bence, iyi ve dikkatli bir yazarın görevi, mümkünse her ikisini birden yapmak, ama daha çok ikinci yazdığıma, yani geleceğe yönelik çare ve çözümler üretmek olmalıdır. Nitekim, bir yazar olarak yapabildiğim kadarıyla, durumdan vazife çıkarırcasına, bu görevi yerine getirme çabası içindedeyim…

Bugün yazacağım konuya bu düşüncelerle giriş yaptıktan sonra, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a, Beyrut ve daha başka yerlere yaptığı vahşi saldırıları ve bu vesileyle düşündüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum…

***

Önce şehitlerimize rahmet

Yazımın sonunda şehitlerimiz için Allah’tan dileyeceğim rahmeti, başta diliyorum:

Allah bütün şehitlerimizin mekânlarını cennet eylesin!

Maalesef, Urfa ve Gaziantep’te, Diyarbakır’daki ‘İsrail’i Tel’in Filistin’e Destek Mitingi’nden dönerken, dört Saadet Partili genç geçirdikleri trafik kazası sonucu şehit oldular.

Kazalarda toplam 9 kişi öldü, 35 kişi yaralandı. Saadet Partisi Gaziantep Gençlik Kolları Başkanı İzzettin Yıldız (26), Şehitkamil İlçesi Gençlik Kolları Başkanı İbrahim Selçuk Karipçin (26), Ömer Tutçu (18) ve otobüs şoförü İsmail Avcı (30) hayatını kaybetti. Saadet Partisi Viranşehir eski İlçe Başkanı Mehmet Nuri Bilici de, geçirdiği diğer bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.

Allah, bugünlerde yurt içinde ve yurt dışında, özellikle de kardeş İslâm ülkelerinde düşman saldırıları sonucunda âhirete göçen bütün şehitlerimize sonsuz rahmetler ihsan eylesin…

Allah’tan duâ ve dileğim, bu şehadetlerin yaşayanlara ibret ve uyanış vesilesi olmasıdır…

***

İsrail neden saldırıyor?

İsrail oğulları kendilerini seçilmiş kavim sayıyorlar ve saldırıyorlar!..

Doğrudur!

Onlar fitne, fesat, savaş ve katliam yapmak için seçilmiş kavimdirler! Doğrusu bu saydıklarımı onlardan daha iyi yapabilecek bir başka kavim yoktur ve İsrail oğulları bu zulümleri yapmak için seçilmişlerdir.

Bugünkü İsrail’de iki görüş savaşmaktadır. Bunlardan birincisi, barışsever Yahudilerin temsil ettiği görüştür. Bunlar diyorlar ki, biz Filistinlilerle barışalım, komşularla iyi olalım. Kendimiz siyaseten ve askerî olarak değil, ekonomik olarak çevremizde etkin olalım...

Diğer görüş sahipleri ise, şimdiki İsrail hükümetinin temsil ettiği görüş ve siyaset sahipleridir. Amerika’daki zalim sömürü sermayesine hükmeden ve ABD siyasetinde etkin olan Yahudiler de bunları desteklemektedir. Henüz üç aylık olan mevcut İsrail hükümeti de istenenleri uygulamaktadır. Yahudi askerlerini kaçırtanlar da onlardır. Şimdi bunlar bahane edilerek Filistin ortadan kaldırılacak, Lübnan da işgal edilecektir…

Irak zaten işgaldedir…

Sonra Suriye ve İran’a saldırılacaktır…

Türkiye ise 30 yıldır PKK ile mi savaşıyor, zannediyorsunuz?..

Bu fitne, fesat, zulüm, savaş ve katliamlar ne zamana kadar sürecektir? Kudüs’ü adaleti ile teslim alan yeni bir Hazreti Ömer veya Filistin’i zalim Haçlılar’dan kurtaran yeni bir Selahaddin-i Eyyubî çıkıncaya kadar. Elbette, bu liderlerden önce, o liderleri yetiştiren topluluğun ve adil bir düzenin oluşması gerekmektedir. Bunlar gerçekleşince, Allah o topluluk içinden o liderleri çıkarır ve onlar da Filistin ve Kudüs’ü, aynen tarihte tekerrür ettiği gibi, günümüzde de zalimlerin yönetiminden kurtarıp adil bir düzene kavuşturur.

***

Çağdaş Moğol saldırıları

Bir zamanlar doğudan gelen zalim Moğollar bölgeyi istila etmişti, şimdiki çağdaş Moğollar ise batıdan geldiler. Meseleye bir de bu pencereden bakmak gerekiyor. Bu yazıyı yazdığım 18 Temmuz günü, Mümtaz’er Türköne, ‘Ortadoğu için umut var mı?’ başlıklı uzun yorum-yazısının sonunda, bakınız neler yazmış: ‘Moğol istilası Müslümanların yaşadığı coğrafyayı kasıp kavururken o zamanlara özgü, bizim yaptığımız bir yorum da vardı. Mevlânâ, Yunus Emre, Ahi Evren tam da bu dönemden bugünlere ulaşan isimlerdir. Bu isimlerin bize verdiği mesaj, yangın yerinden kalpleri onararak, dayanışmayı kuvvetlendirerek ve toplumu yeniden organize ederek çıkmak gerektiğidir. Siyasetin veya şiddetin değil, toplumun yeniden organizasyonu. İslâm toplumlarının 15 asırdır çok parlak örneklerini verdikleri dayanışma ve yardımlaşmayı yeniden diriltmek ve çözümü toplumda aramak. İslâm dünyası için de, Ortadoğu için de gerekli olan sadece bunlar. Ortadoğu’da ne dışarıdan gelen işgalcilerin, ne de içerideki aktörlerin çözüm bulma istekleri ve şansları var. Çözümü bulacak ve getirecek tek aktör, İslâm toplumunun kendisi. ‘Demokrasi’nin İslâm toplumlarına uygun formları ile birlikte sivil geleneğin gelişmesi ve işbaşına geçmesi gerekiyor…

Aslında Mümtaz’er Hocanın Ortadoğu için önerdiği çözüm, bugünün dünyasında bütün beşeriyetin beklediği ve muhtaç olduğu çözümdür. O çözüm de “Adil Dünya Düzeni” olarak gelmektedir…

 

 

***

 

 

 

 

 

Faizin ekonomiye etkileri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.07.2006

 

Ekonomideki dengeleri kurmuşsanız mesele yoktur, istikrar sürer gider…

İçten veya dıştan hiçbir etken veya manipülasyon size bir şey yapamaz.

Ama ekonomideki dengeleri kuramamışsanız olanlar olur…

Nitekim ülkemizde oynanan son bir oyunla dengeler yine değişti, ekonomi sarsıldı ve kimi ekonomistler ‘kriz’ boyutundan bile söz etti…

Sonuçta, ortalık kızıştı, piyasalar ısındı, kur yükseldi, borsa düştü...

Şimdi her şey yeniden dengeye gelme ve tekrar istikrara kavuşma çabasındadır...

***

Bu arada neler değişti?

-FAİZLER resmen % 4 oranında artırılmıştır...

Nisbi olarak faizler % 30 artmıştır.

-BORSA aniden alabildiğine düşmüştür...

Bu düşüş de % 30’dan az değildir.

-DÖVİZ yani DOLAR yükselmiştir...

Bu ani yükseliş de % 25’ler civarındadır.

-MERKEZ BANKASI boşalmaya başlamıştır...

Bu boşalma onda birler civarında bir boşalmadır. Bu etkiler maalesef kalıcı olacaktır.

Bu ekonomik değişmelerin ülkeye nelere mâl olduğunu şimdilik tam olarak hesaplamak hayli zordur. Çünkü ‘kayıt dışı ekonomi’ içinde yaşayan Türkiye’de bunlar hesaplandığı nisbette ve yönde etki etmez.

Nitekim, Merkez Bankası (TCMB) kullanılarak doların değeri düşürülmek istenmiş ama tam olarak başarılamamış, olan milletin milyonlarca dolar parasına olmuştur!..

Biz bugün dolar ve dövizi bir yana bırakıp, biraz ‘FAİZ’ üzerinde duralım.

***

Faiz arttırıldığı zaman neler olur?

1.

FAİZ sebebiyle işletmelerde sermaye olan nakit para oralardan çekilir, faizli kuruluşlara gider.

Böylece işletmeler üretimi yavaşlatır, durdurur yahut tamamen kapanırlar...

Bunun sonucu olarak işsizler çoğalır, üretim düşer, mallar pahalanır, açlık ortaya çıkar...

2.

FAİZ sebebiyle işletmeler bankalardan krediyi daha pahalıya temin eder, böylece işletmelerin maliyetleri artar, dış pazarlarla rekabet edemez duruma düşerler ve ihracat durur...

İthalat patlaması olur ve bu da iç üretimi durdurur. Yani, faiz işsizliğe, enflasyona, döviz açığına iki yoldan etki eder; sermayenin bankalara kayması ve bankalardaki sermayenin kullanılmaması.

Bu durum müdahale ile olduğu için katmerli etki etmektedir.

3.

FAİZ borçluların borçlarını artırır.

Zenginleri daha çok zengin eder ve azdırır...

Halk sefalet içinde kıvranırken, zenginler de sefahat içinde yüzerler…

Gelir dağılımı gittikçe bozulur...

Gelir dağılımının bozulmasıyla da pek çok şey bozulur...

4.

FAİZ ekonomik istikrarı bozar.

Faiz arttığı zaman, devletin faizleri ödeyebilmesi için yeni paranın çıkarılması gerekir.

Çünkü faiz en kolay kazanç olduğu için, diğer işler ancak faizden daha kârlı ise yapılır.

Dolayısıyla bunun hesabı, faizlerin herkese ana paraları ile birlikte yıl sonunda ödenecek şekilde yapılmalıdır. Bu da ancak en az faiz kadar yeni para çıkarmakla sağlanır.

Bunun en önemli sonucu da ‘FAİZ kadar ENFLASYON’ demektir...

Enflasyon olunca gelecek sene faizler daha da artırılmak zorunda kalınır…

Aksi halde hiç kimse parasını faizde kullandırmaz.

-Sonunda faiz enflasyonu, enflasyon faizi körükler…

-Bu kısır döngü bir müddet böyle sürüp gider ve;

-En sonunda ‘faiz sarmalı’ ile ekonomi çöker...

-Ekonomi ile birlikte devlet de çöker ve yıkılır.

Yukarıda saydığımız bu etkiler altı aydan sonra ve bir sene içinde azamiye çıkar.

Cumhurbaşkanı seçiminde iktidar partisini kıskaca almak için birileri birinci adımlarını attılar...

Bunun dışında daha neler planladıklarını ve yapacaklarını hep beraber göreceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Yıkılmamanız için hatırlatıyoruz…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.07.2006

Her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye ‘kayıt dışı ekonomi’ ile çalışır ve uygulanagelen ‘halk ekonomisi’ sebebiyle ‘faizli işlemler’ çok azdır. Dolayısıyla faizin Türkiye’deki etkisi Batı ülkelerinde olduğu kadar değildir. Bu sayede oralardaki gibi ülke ekonomimizi ve istikrarımızı etkilemez.

Son müdahaleleri tekrar hatırlayalım.

Döviz kuru üzerinde istedikleri etkiyi yapamadılar...

Yöneticiler hazineyi boşaltarak gidişatı şimdilik durdurabildiler...

AK Parti yönetimi, bizimle ‘çare ve çözümleri görüşmeme’ inat ve ısrarından dolayı, buna benzer daha nice müdahale ve darbeleri, -tamamen yıkılıncaya kadar- görmeye ve yaşamaya devam edecektir...

Devletimiz ve halkımız ise, Allah’ın izniyle, bu operasyonları her zamanki gibi yine atlatır…

***

Ekonomide iki değer vardır; reel değerler ve finans değerler.

Reel değerler yaşamak için gerekli olan bütün araçlardır.  

Finans değerler ise bunların değeri karşılığı piyasada dolaşan senet ve paralardır.

Gelişmiş ekonomilerde reel değerlerin toplamı finans değerlerin toplamına eşittir; yani, mal paraya eşittir. Malı suni olarak artıramazsınız, ama parayı suni olarak artırırsınız.

FAİZ paranın durduk yerde artırılması demektir.

FAİZ, reel artışı hesaba katmadan parayı artırmaktır.

***

Faiz nasıl karşılanır?

1. Artan nüfus kadar paranın artırılması gerekir.

Çünkü o kadar insan daha fazla o parayı kullanacaktır. Millî hâsıladaki artıştan çok nüfusun artması sebebiyle yeni paraya gerek vardır. Çünkü millî hâsıla ile tüketimler değerlendirilir. Bu da işçilerin ücreti demektir. Ücretler artırılmıyorsa, artan işçiye ödenen para artırılmalıdır. Millî hâsıla ondan fazla artamaz. Çünkü tüketilmeyen mal mal değildir. Fiyatlar aynı bırakıldığında, artan insan kadar millî hâsılada artış olabilir. İşte artan nüfusa göre çıkarılan yeni paraları artan nüfusa dağıtacağımıza, zenginlere veririz, onlar iş kurarlar ve yeni nüfusa iş verirler. Büyüyünceye kadar da kayıt dışı gelirlerle geçinirler yahut başka ülkeleri sömürürler.

2. Dış ticaret yaparsınız ve faizleri karşılarsınız.

İhracatınız çok, ithalatınız az ise, artan değerler ile zenginlerin faizlerini karşılarsınız.

Gelişmiş ülkeler faizli işletmeleri böylece kayıt altında tutuyorlar. Onlar alacaklıdırlar.

Geri kalmış ülkeler ise bu yolla faizi karşılama imkânına sahip değildirler.

3. Dış borçla bu faizler karşılanabilir.

Ülke her yıl dışarıya borçlanır. Ülkenin zenginleri faizleri dolara çevirerek stok yaparlar. Onlar doları bankalara yatırır, faizin faizini alırlar. Devlet ise o faizleri öder; dış borçlarla öder. Biraz sonra devlet yıkılır.

Nitekim, koca Osmanlı İmparatorluğu’nu işte böyle yıktılar.

AK Parti iktidara gelince, faizle geri kalmış ülkenin ekonomisini yola koyamayacaklarını söyledik. Kulak vermediler. Şimdi toslamaya başladılar. Öğündükleri faizi düşürme bir yıl sonunda bu gidişle oraya varır.

4. Eğer devlet faizleri yukarıda sayılan yollardan biriyle karşılayamıyorsa, o zaman da ancak enflasyonla o miktar kapanır.

Bunların içinde en ehveni enflasyondur. % 5’in altındaki enflasyon zekât etkisi yapar, zararsızdır. % 10 kadar enflasyon zararlıdır ama tehlikeli değildir. % 10’dan yukarı enflasyon zararlıdır, müzmin hastalıktır. Devleti yavaş yavaş yıkar. % 100’den yukarı enflasyonda devlet komadadır demektir. Ancak dış müdahalelerle belki hayata döndürülebilir.

***

IMF Türkiye’nin yeni para çıkarmasına izin vermeyince ne olur?

Türkiye’de Merkez Bankası’nın dışında para basan yerler vardır.

-Hamiline yazılı halkın elinde dolaşan ‘banka çekleri’ ve ‘kredi kartları’ birer paradır.

-Bankalar tarafından kırılmayan ‘bono senetleri’ birer paradır.

-Banka teminatı olmadan oluşan ‘taksitli satışlar’ da bir paradır.

-Hatır senedi, açık hesap, bakkal defterlerinin hepsi birer paradır.

Türkiye’de piyasanın ihtiyacı kadar nakit çıkarmadığınız zaman halk kendi parasını basmaya başlar. Faiz ve riziko sebebiyle fiyatlar katlanır. Onun için de Türkiye’de piyasaya nakit sürerseniz enflasyon düşer. Bunlar denenmiştir. O halde, ihbar ediyoruz ki, Merkez Bankası’nın bu politikası Hükümet ve AK Parti’ye konmuş saatli bombadır.

Ekonomik bombaların uzmanları olarak haber veriyor ve size yardım etmek istiyoruz...

Siz ise düşmanlarınızla birleşip bize sırtınızı çeviriyor ve bizi dinlemiyorsunuz!..

Bu durumda ne yapalım; yıkılıp yok olmak istiyorsanız, siz bilirsiniz!..

Bunları hatırlatmak dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur!

 

 

***

 

 

 

 

 

'Bir Ülke Nasıl Batırılır?'

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.07.2006

‘Bu ekonomi politikaları Türkiye’yi batırır mı?’ başlıklı yazım, 13 Temmuz günü Millî Gazete’deki köşemde yayımlandı. Tevafuk denen şey bu olsa gerek. Yazdıklarıma destek ve teyid mahiyetinde olmak üzere, ertesi gün, yani 14 Temmuzda Yiğit Bulut’un Radikal’deki köşe yazısının başlığı aynen şöyleydi:

‘Bir Ülke Nasıl Batırılır?’

Önce yazının sadece başlığı dikkatimi çekti. Daha sonra yazıyı dikkatlice okuyunca anladım ki, meğer ‘Bir Ülke Nasıl Batırılır?’ sadece bir köşe yazısının başlığı değil, aynı zamanda araştırmacı-yazar Ersal Yavi’nin kitabının ismi imiş!

Yiğit Bulut, hemen yazısının başında, bakınız ne yazmış: “Moraliniz bozulmasına ama, 'Osmanlı'nın son dönemi içinden geçtiğimiz (Türkiye’nin yaşadığı) sürece çok benziyor. Olaylar sorgulanmıyor, kavramlar peşin olarak kamuoyuna dayatılıyor, dışarıdan gelen her şey 'iyiyken' içeride 'özgüven' her gün kırılıyor...”

Ben de, “Bu ekonomi politikaları Türkiye’yi batırır mı?” başlıklı bir gün önceki yazımın bazı bölümlerinde tevafuken benzer şeyler yazmışım:

Sonuç olarak… Devlet tamamen gereksiz faizleri öder ve borçlanır... Faiz artar-borç artar; borç artar-faiz artar... İşte böyle bir kısır döngü sürer gider...

Ne zamana kadar sürer gider? Su alan devlet gemisi sonunda batıncaya kadar!

Nitekim Osmanlı imparatorluğumuz da işte böyle battı...

Şimdi sıra Türkiye’de!..

Devamında ve de yazımın sonuna doğru demişim ki:

“Dışarıdan gelen faizli dövizlerle de dış borçlar artırılır. Her yıl ülkemizin dış borçları gittikçe artmaktadır, yıllık faizleri artmaktadır ve devlet artık borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemez hâle gelmektedir!.. Bu zalim faizli sömürü düzeni böyle devam ederse, sonunda teslim olunacaktır…

Koca Osmanlı imparatorluğunu böyle batırdılar…

Şimdi sıra Türkiye’de!..

***

Yiğit Bulut diyor ki: “Değerli dostlar, bu kitaptan çıkardığım notları, geleceğimizi kurabilmek için geçmişimizi doğru bilmemiz gerektiğini düşünerek sizlere aktarmak ve özellikle Osmanlı'nın nasıl borçlandırıldığıyla ilgili bölümleri dikkatli okumanızı rica etmek istiyorum... İşte kitaptan alıntılar;”

'...Mali problemleri dış borçlanmalar yoluyla çözümlemek, 1854 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneksel ve başlıca mali politikası haline gelmişti... Dış borç taksitlerini ödemek ve diğer giderleri karşılamak için, yeni gelir kaynakları bulmak veya mevcut vergi sisteminde gelir artırıcı değişiklikler yapmak yerine, daha kolay olan dış borçlanma yolu seçiliyordu... Her yeni dış borçlanmaya bir gelir kaynağı karşılık gösterildiğinden, iç gelir kaynakları üzerinde yabancı etkisi artmış, yabancı kökenli kuruluşlar kurularak 'Düyun-u Umumiye' (Genel Borçlar) ve 'Tütün Reji İdaresi' gibi, en verimli devlet gelirlerinin yönetimi yabancılara terk edilmişti... 1854 ile 1874 arasında 15 borçlanma operasyonu yapıldı. Bunlar sırasıyla şöyleydi:

1- Yüzde 6 faizli 1854 Borçlanması: İngiltere ve Fransa'nın desteği ile 24.8.1854 günü Londra'da 'Palmer Ortakları' ve Paris'te 'Goldschmid ve Ortakları' ile ilk dış istikraz mukavelesi yapıldı. 'Mısır Vergisi' diye anılan yıllık 60 bin kise altın (300 bin Osmanlı lirası) devlet geliri, borcun ödenmesi bitinceye kadar 33 yıl, iki yabancı ortaklığa devredilmiş oluyordu. 2- Yüzde 4 faizli 1855 Borçlanması… 3- Yüzde 6 faizli 1858 Borçlanması: İngiltere'de bulunan 'Dent' ve 'Palmer' adlı müesseselerle yüzde 6 faizli ve 33 yıl vadeli 5 milyon İngiliz lirası tutarında dış borç mukavelesi, imzalandı. Borçlanmaya teminat olarak, İstanbul'un gümrük ve oktuvra gelirleri gösterildi. 4- Yüzde 6 faizli Mires Borçlanması: Avrupa piyasasında kötü tanınan Mires adındaki bir bankerle istikraz mukavelesi imzalandı. 400 milyon frank tutarındaki borçlanma yüzde 6 faizli ve 36 yıl vadeliydi. 5- Yüzde 6 faizli 1862 Borçlanması… 6- Yüzde 6 faizli 1863 Borçlanması… 7- Yüzde 6 faizli 1865 Borçlanması: 'Bank-ı Osman-i Şahane' (Osmanlı Bankası) Fransız 'CrÈdit Mobilier' ve 'Societe Generale' ile 150 milyon franklık bir istikraz mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli ve 21 sene vadeli bu borçlanmaya Ergani-Maden bakır madeni hâsılatı ile Anadolu ağnam resmi karşılık olarak gösterildi. 8- 1865 Birinci Tertip Umumi Borçları… 9- Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması… 10- Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması… 11- Yüzde 6 faizli 1871 Borçlanması: 'Credit Generale Ottoman', 'Louis Cohen Sons' ve 'Dent Palmer' grubu ile yapılan anlaşma sonucu, yüzde 6 faizle 5 milyon 700 bin sterlin tutarında borçlanma yapıldı. 12- Yüzde 9 faizli 1872 Hazine Tahvilleri… 13- 1873 Umumi Borçları (II. Tertip)… 14- Yüzde 6 faizli 1873 Borçlanması: 'Credit Mobilier' müesseseleri ile 694 milyon 444 bin 500 franklık bir borç mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli bu borca, Tuna vilayeti aşarından 1 milyon 200 bin, Anadolu ağnam resminden 750 bin lira, İstanbul Tütün Rejisi gelir fazlasından 300 bin lira, Ankara vilayeti aşarından 150 bin lira ve genel devlet gelirleri karşılık gösterilmişti. 15- 1874 Umumi Borçları (III. Tertip)...'

Yiğit Bulut yazısını, Sonuç: Kitapta detaylı şekilde anlatılan dönemin borçlanmalarından çıkardığım özeti sizlere aktardım. Sizden ricam borçlanılan kurumlara ve karşılığında verilenlere dikkat etmeniz.” diyerek bitirmiş ve “Yarın kaldığım yerden devam edeceğim...” demiş, ama devam etmemiş!

Acep nedendir?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

SP İstanbul İl Divanı

Reşat Nuri Erol

resaterol@akevler.org

25.07.2006

“Biz Bosna’yı savunmaya devam edeceğiz…

Lütfen, siz de Anavatanımız Türkiye’yi koruyun…”

Bu ayki Saadet Partisi İstanbul İl Divanı’nın ayrıcalığı vardı, kendi evimizde toplandık…

MİLSAN, Millî Gazete ve TV5 mekânlarında bir araya geldik...

Üç aydır hizmete açılan yeni salonda toplantı yaptık...

Ümraniye ilçe teşkilatındaki arkadaşlarla sabah namazı sonrasında toplandık ve tatil günü trafik olmadığı için çok kısa zamanda MİLSAN, Millî Gazete ve TV5’i bir araya getiren komplekse ulaştık. Millî Gazete yemekhanesinde hep birlikte keyifli sabah kahvaltılarımızı yaptıktan sonra, TV5 tarafındaki yeni toplantı salonumuza geçtik. Artık toplantıya başlayabilirdik…

Nitekim, saat sekizde toplantı başladı. Divan Başkanı Av.Abdullah Demirhan açılışı yaptı. Bu ay SP Eyüp teşkilatının misafiriydik. Eyüp İlçe Başkanımız veciz bir konuşma yaptı. SP İstanbul İl Başkanı Osman Yumakoğulları konuşma sırasını aldığında, hepimiz pür dikkat dinlemeye koyulduk. Dört sayfalık konuşma metni elimdeydi. Dikkatle takip ettim. Selâmlamadan sonraki ilk paragrafın ilk cümleleri öylesine hoşuma gitti ki, sizinle paylaşmamak olmaz: ‘Tarik-i müstakim üzere çalışmayı, cihad etmeyi sabahın bereketiyle karşılamak ne güzel. Ne kadar büyük ecirlere tâlibiz gerçekten. Karanlıklara mum olmak, fener olup yol göstermek, güneş gibi aydınlatmak ne büyük nimet. Bize verilmiş ömrü, veren uğrunda âmâde kılmak saadetin tâ kendisidir…’

Pazar günü yeni toplantı mekânımızda yeni bir toplantıya başlangıç için ne kadar güzel cümleler.

‘Ar damarı çatlayan İsrail, Birleşmiş Milletler, medya ve işbirlikçi siyasileri kullanarak, tepkileri öldürmek suretiyle can almaktan, kan akıtmaktan daha büyük cinayetler işlenmektedir. Yeryüzünün sessizliği sizlerin kıyamınızla bozuldu…’ Başkan, çok kısa zamanda organize edilip gerçekleştirilen muhteşem “İsrail’i Tel’in-Filistin’e Destek Mitingi”ni kastediyor...

Bu arada Felluce ve Resul’e Sevgi mitinglerini hatırlamamak ve hatırlatmamak olmaz...

Ayrıca, Ali Sami Yen Stadyumu’nda gerçekleştirilen İstanbul’un Fethi kutlamaları ve sonrasında üç gün devam eden “Müslüman Topluluklar Birliği Toplantısı: İslâm Dünyasının Bugünkü Durumu; Problemler, İmkânlar, Çözümler” toplantıları…

Çırağan Sarayı’nda yapılan toplantıyı ise bu köşede 20 Haziran günü yayımlanan yazımda ‘D-8 Kutlama Toplantısı’ veya ‘İyi ki Erbakan var’ başlığı ile yazmıştım…

Sabah namazı sonrası toplanan SP İstanbul İl Divanı ve SP İstanbul teşkilâtlarının gücü işte bu…

Saadet Partisi 20 Temmuz 2001’de yani beş yıl önce kuruldu.

5 Ağustos 2006’da, İstanbul’da, Erbakan Hocamızın da katılacağı muhteşem toplantılar var…

***

Divanda tuttuğum notlarıma bakıyorum. Tam 17 (onyedi) teşkilat biriminin başkanları aylık raporlarını sunmuş. Hele Seçim İşleri Başkanı’nın sunduğu “Seçmenle Birebir İletişim Yönetimi (SBİY) Projesi” çok hoşuma gitti. Dikkatle dinleyip izledim. Bu proje çerçevesinde ele alınması gereken konu başlıkları arasında ‘Problemler ve Çözüm Önerileri’ ile ‘Mahallî İhtiyaçlar; Sorunları Tesbit ve Çözümler’ şahsen beni en fazla etkileyen bölümler oldu. Siyasi İşler Başkanı kısa ve öz konuşunca, büyük alkış aldı!..

Mahalle temsilcileri ve en ücra köşedeki üyelere varıncaya kadar, Saadet Partisi İstanbul il, ilçe ve belde teşkilât mensupları -kadınları, erkekleri ve gençleri ile- gece gündüz çalışmaya devam ediyorlar…

Seçimler yaklaşıyor…

Saadetliler çalışıyor…

Onlar görevlerini yapıyor…

Artık, gerisi seçmene kalıyor…

***

Divan gündeminin aktüalite kısmında konuşan Millî Gazete Genel Müdürü Yılmaz Bayat, ev sahibi olmanın rahatlığıyla olsa gerek, misafirlerini sarsıcı, uyarıcı, etkileyici ve gerçekten çok önemli noktalara temas edici konuşmasını yapmasaydı, öyle inanıyorum ki, onun üzerine basa basa ve yer yer vurgu yaparak işaret ettiği noktalar hep büyük bir eksiklik olarak kalmaya devam edecekti.

Yılmaz Bayat’ın konuşmasından sonra, başta Ali Haydar Haksal olmak üzere, bendenizle birlikte birkaç arkadaşımız dilek ve temennilerimizi dile getirdik…

Sıra bana gelince, Bosna ve Balkanlar’dan yola çıkarak, meseleyi Beyrut, Lübnan ve Filistin’e getirip, bence önemli olan hatırlatmalarda bulundum… Elbette, divanın ağırlıklı gündemi son İsrail saldırıları olunca; İsrail’in Sonu, İsrail’in Sınırları ve Kur’an’a Göre Kudüs’ün Fethi ile ilgili araştırmalarımızı hatırlattım. Siz de bu çalışma sonuçlarını merak ediyorsanız, www.akevler.org’a tıklamanız yeterli olacaktır.

Günün sürprizi ise; Aliya İzzetbegoviç’in (1928 yılında Sarayevo’da doğan) dava arkadaşı Prof. Dr. İsmet Kasumagiç ile eşi Ziyade Kasumagiç’in divanımıza katılmaları ve kısa konuşmaları oldu...

Hele Ziyade Hanım’ın konuşması öylesine kısa, öz ve etkileyiciydi ki…

Onun, günün en çok alkış alan ve bizleri derin düşüncelere sürükleyen iki cümleden oluşan konuşması şöyleydi:

“Biz Bosna’yı savunmaya devam edeceğiz…

Lütfen, siz de Anavatanımız Türkiye’yi koruyun…”

 

 

***

 

 

 

 

 

Faizler yine artırıldı!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.07.2006

‘Faizin ekonomiye etkileri’ yazım bu köşede yayımlandığı gün (21.07.2006), Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun bir gün önce sürpriz bir şekilde faizleri 0.25 puan artırdığı haberi medyada yayımlandı.

O gün yazdıklarımın sonuçlarını özetlersem, şöyle:

Faiz arttırıldığı zaman neler olur?

1. FAİZ sebebiyle işletmelerde sermaye olan nakit para oralardan çekilir, faizli kuruluşlara gider...

2. FAİZ sebebiyle işletmeler bankalardan krediyi daha pahalıya temin eder, böylece işletmelerin maliyetleri artar, dış pazarlarla rekabet edemez duruma düşerler ve ihracat durur...

3. FAİZ borçluların borçlarını artırır. Zenginleri daha çok zengin eder ve azdırır... Halk sefalet içinde kıvranırken, zenginler de sefahat içinde yüzerler…

4. FAİZ ekonomik istikrarı bozar...

Bütün bunların en önemli sonucunda da, ‘FAİZ kadar ENFLASYON’ olur demektir.

Enflasyon olunca gelecek sene faizler daha da artırılmak zorunda kalınır.

Aksi halde hiç kimse parasını faizde kullandırmaz.

-Sonunda faiz enflasyonu, enflasyon faizi körükler…

-Bu kısır döngü bir müddet böyle sürüp gider ve;

-En sonunda ‘faiz sarmalı’ ile ekonomi çöker...

-Ekonomi ile birlikte devlet de çöker ve yıkılır...

***

Ne kadar FAİZ, o kadar ENFLASYON!

Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz başkanlığında Erdem Başçı, Burhan Göklemez, Güven Sak, M. İbrahim Turhan ve Mehmet Yörükoğlu’nun katılımıyla toplanan Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, kısa vadeli FAİZ oranlarını 0.25 puan artırdı. Buna göre, Merkez Bankası gecelik borçlanma FAİZİNİ yüzde 17.25’ten yüzde 17.50’ye, borç verme FAİZ oranı ise yüzde 22.25’ten yüzde 22.50’ye yükseltildi.

Geçen ay biri olağan, diğerleri olağanüstü olmak üzere 3 kez toplanan Para Politikası Kurulu, faiz oranlarını toplam 4 puan artırmıştı. Para Politikası Kurulu değerlendirmesinde, enflasyondaki yükselişin döviz kurunun gecikmeli etkileriyle Temmuz’da da devam edeceğine işaret edildikten sonra, “Merkez Bankası’nın Haziran’da aldığı tedbirler önümüzdeki dönemde enflasyon üstündeki baskıyı azaltacak. Bununla birlikte, petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki artışların sürmesi ve bekleyişlerin orta vadeli hedeflerle henüz uyumlu olmadığı göz önüne alındığında, enflasyona ilişkin temkinli olma gereği sürmektedir” denildi. Para Politikası Kurulu, 2007 yılsonu enflasyon hedefine odaklanmış olunduğuna vurguladıktan sonra, bütün bu unsurları göz önüne alarak ölçülü parasal sıkılaştırmanın gerektiği değerlendirmesi yaptı.

Mevcut riskleri değerlendiren Kurul, temkinli duruşun bir süre daha devam etme olasılığının yüksek olduğu düşüncesini aktarırken, enflasyondaki düşüş için 2007 ilk çeyreği sinyalini şöyle verdi: “Söz konusu duruş altında 2007’nin ikinci çeyreğinden itibaren enflasyondaki düşüş eğiliminin belirginleşmesi beklenmektedir. Önümüzdeki dönemde özellikle bekleyişleri etkileyebilecek gelişmelerin başında gelen uluslararası likidite koşulları, iç talebin seyri, fiyatlama davranışları ve kamu gelirler politikası yakından takip edilecektir…” Değerlendirmede en çok, hem de ‘6 defa’ geçek kelime nedir?

Enflasyon... Enflasyon… Enflasyon…

Enflasyon... Enflasyon… Enflasyon…

Aynı gün bir gazetede konu ile ilgili haber ve analizleri okurken ‘ENFLASYON’ kelimesinin tam ‘12 defa’ geçtiğini fark ettim. Geçen haftaki yazımın sonuç bölümünde işaret ettiğim üzere:

‘Bütün bunların en önemli sonucunda da, ‘FAİZ kadar ENFLASYON’ olur demektir…’

***

2006 başından beri Merkez Bankası Para Politikası Kurulu tarafından alınan kararlar şöyle:

TARİH FAİZ KARARI ORAN (%)

23 Ocak 2006 * 13,50

23 Şubat 2006 * 13,50

23 Mart 2006 * 13,50

27 Nisan 2006 -0,25 13,25

25 Mayıs 2006 * 13,25

07 Haziran 2006 +1,75 15,00

20 Haziran 2006 * 15,00

25 Haziran 2006 +2,25 17,25

20 Temmuz 2006 +0,25 17,50

  (*) Değişiklik yapılmadı.

***

Merkez Bankası ile ilgili bir yasa var. Yasa gereği alınması gereken tedbirleri hem ‘ekonomi idaresine’ hem de ‘IMF’ye bildirilmek zorunda! Son raporda, yılın ilk çeyreğindeki ekonomik gelişmelerin Merkez’in ocaktaki ‘Birinci Enflasyon Raporu’ndaki öngörülere uygun olarak olumlu yönde gerçekleştiği vurgulanıyor. Ancak raporda zikredilen küresel risk alma iştahındaki ani kötüleşme ile arz unsurlarındaki büyük fiyat artışından oluşan iki temel riskin gerçekleştiği ve böylece ikinci çeyrek sonunda enflasyon verilerinin beklentilerin üzerine taştığı vurgulanıyor. Öte yandan, gerçekleşen bu risklerin de para idaresinin müdahale imkânlarının ötesinde olduğu not ediliyor!..

Raporda, sürecin kontrol altına alınabilmesi bağlamında beklentilerin iyi idare edilmesi gereğinden hareketle, Merkez Bankası’nın piyasalara yaptığı taahhütlere sadık kalacağı mesajını vermek üzere ve ekonominin gereği kadar soğutulması için kararlı bir faiz artışına gidildiği, piyasadaki aşırı likiditenin çekilmesi için doğrudan müdahalenin yapıldığı not edilmekte...

Rapora yansıyan genel hava dikkate alındığında, bunun da yine piyasadan likidite çekmek ve ‘YENİ FAİZ ARTIŞLARINA GİTMEK’ten başka bir şey olmadığı anlaşılıyor!

HÜKÜMET’e ise; daha sıkı bir mali politika izlemesi, gelirler politikasının enflasyon hedefiyle uyumlu olması (yani, yeni vergiler) ve beklentilerin bozulmadan iyi idare edilmesi önerisi yapılmakta!..

 

 

***

 

 

 

 

 

İsrail bütün Lübnan’ı öldürüyor…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.07.2006

Bu köşede 22 Şubat 2005 günü çıkan yazımın başlığı şöyle: ‘Bay Lübnan’ öldürüldü!

Şimdi de bütün Lübnan, Lübnanlılar, Beyrutlular, bu ülkedeki her şey öldürülüyor!..

‘Bay Lübnan’ lakaplı eski başbakan Hariri, geçtiğimiz yılın başlarında, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta vahşi bir şekilde öldürüldü. Sözkonusu yazımda aynen şöyle yazmış ve sormuştum:

-Hariri neden öldürüldü?

-Hariri’yi kim öldürdü veya öldürttü?

-Bu ölümden kim veya kimler en çok yararlanacaklardır?

Vahşi İsrail saldırıları başlayınca, şimdi o sorularımın cevapları ayan beyan ortaya çıktı.

Malum olduğu üzere, o dönemde Filistin’deki büyük suikastlardan sonra, sıra Suriye ve Lübnan’a gelmişti. Beyrut’taki o suikastı yapanlar bir taşla iki veya daha çok kuş vurmuş oluyorlardı… Lübnan yıllar sonra yeniden karıştırılıyor… Suç Suriye’ye atılıyor ve bu ülkeye müdahale etme vesilesi yapılıyor… Dikkatler bir defa daha asıl çıban başı İsrail’den uzaklaştırılıyor… Ortadoğu kazanı kaynamaya devam ediyor…

1990 yılında sona eren, geçen yüzyıldaki en uzun iç savaşlardan biri olan 17 yıllık Lübnan İç Savaşı sona erdikten sonra, Lübnan hızlı bir yeniden inşa sürecine girmişti... İç savaşın ardından, 16 yıldır süren bu yeniden inşa döneminde yapılanlar, birkaç günde İsrail vahşeti tarafından yıkılıp yok edildi...

İsrail’in Lübnan’ı işgal edeceği, Hariri’nin öldürülmesinden sonra Suriye’yi suçlayıp oradan ordusunu geri çektirmesinden belli olmuştu. Dünya, Arap âlemi ve Türkiye, o zaman bunun böyle olduğunu görerek, Suriye’nin Lübnan’dan çıkmasına şiddetle karşı çıkmalıydı...

Ama olmadı ve o zaman yapılması gerekenler yapılmadı.

Şimdi, herkes o zaman yapılmayanların cezasını çekiyor.

Bütün dünya ve komşu ülkeler bu vahşetin sorumlusudur.

***

Zalim İsrail sonunu hazırlıyor…

Yıllarca, tam yedi yıl, Arap ülkelerinde Araplarla birlikte yaşadım. Lübnan ve Beyrut’ta ise sadece yedi gün bulundum. Büyük bir firmamız adına Türk Malları Fuarı’na katılmak üzere Beyrut’a gittiğimde, gençliğimi geçirdiğim İzmir’e çok benzeyen bu şehri ve kısmen Ege’yi andıran Lübnan’ı çok sevmiştim…

İzmir, bir hilâl şeklinde Ege Denizi’ndeki İzmir Körfezi etrafında yerleştikten sonra, gerilere doğru giderek genişleyen ve ‘Güzel İzmir’ diye anılmayı hak eden bir şehrimiz...

Beyrut, İzmir gibi toplu değil de, S şeklinde yayılarak, Akdeniz’in doğusunda kıyılarını denize vererek, sırtını da dağlara yaslayarak yerleşimini gerçekleştirmiş, ‘Doğu Akdeniz İncisi’ diyebileceğimiz bir şehrimiz...

Beyrut için de, aynen İzmir gibi ‘bir şehrimiz’ diyorum, çünkü daha dün denecek bir dönemde sona ermesine rağmen, buraları ‘zulüm’ ile değil, adalet ile asırlarca biz yönettik…

Her zaman yaptığım ‘adalet’ ve ‘asırlarca’ vurgularını, burada bu vesileyle tekrar hatırlatıyorum. Bunu yaparken ne demek istiyorum? Biraz açayım.

Adalet ile hükmeden Osmanlı atalarımız 700 yıl hükümran olurken, zulüm üzerine bina edilen Sovyetler 70 yılda yıkıldı. Adalete ve adil bir dünya düzenine susamış 7 milyarlık insanlık âlemine rağmen, 7 milyon nüfusları ve zulümleri ile uzun zaman payidar olacaklarını zannediyorlarsa, İsrailliler çok kötü bir şekilde yanılıyorlar. Yanılmanın ötesinde, bu yazıyı yazdığım gün bu gazetede görüşü yayımlanan gazeteci arkadaşım Mustafa Özcan’n da dediği gibi;

“Irkçı İsrail sonunu hazırlıyor. İsrail, çoğulcu bir demokrasi değildir ve saldırganlığı özünü yıpratıcı niteliktedir. Son Gazze ve Lübnan saldırıları, belki İsrail’e zaman kazandırabilir, ama asla (uzun) ömür kazandırmayacak. İngiltere ile başlayan süreçte, ABD’nin ipi de İsrail’i sonsuza taşımayacaktır…”

İngiltere imparatorluğu bitti…

ABD imparatorluğu da, daha kurulmadan bitiyor…

ABD’nin bulaştığı bataklıklar, ömrünün kısalığına işaret ediyor…

ABD de çöktüğünde, Yahudiler yaşamak için -aynen tarihte olduğu gibi- yine Müslümanların merhamet ve adalet kanatları altına sığınmaktan başka çare bulamayacaklardır…

Zalim İsrail yönetimi, yaptıklarıyla sadece ömrünü kısaltıyor ve sonunu hazırlıyor…

***

‘Sen yüreğimizin en derinindesin Beyrut...’

Bosna, Kosova ve Kıbrıs’ta yıllarca yaşadığım şehirler, eski ADİL DÜZEN yönetimlerine hasret, nice zulümler gördüler; hâlâ da zulüm altında inlemeye devam ediyorlar… Şimdi o şehirlere Lübnan’daki Beyrut ve bu ülkenin diğer şehirleri de eklendi… Lübnanlı kardeşlerim çağdaş zalimlerin zulümleri altında…

Ne diyebilirim ki; Firuz gibi Beyrut için ağıt yakmak dışında:

“Sen yüreğimizin en derinindesin Beyrut.../

Kalbimizde açtığın yara kendi yaralarından daha derin;/

Bizde yaktığın ateş, daha yakıcı kendi ateşinden.../

Söyle biz nasıl kahrolmayalım,/

Masmavi denizin bile kan rengine dönmüşken...”

 

 

***

 

 

 

 

 

Konut sorunu ve çözümü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.07.2006

“SAĞLIKSIZ VE ÇİRKİN ŞEHİRLEŞMENİN ÖNÜNE GEÇİLECEK, ŞEHİRLER YAŞANABİLİR MEKANLAR OLACAKTIR. GECEKONDU BÖLGELERİNDE YAŞAYANLARA YÖNELİK UCUZ KONUTLAR ÜRETİLECEKTİR...”

AKP Parti Programı’nda böyle yazmışlar. Yine, sadece ‘cek, cak, cek’ ile biten cümleler. Ama ‘nasıl yapılacağı’ ile ilgili tek kelime ve cümle yok! Şimdi, bu yazılan ifadelerdeki bazı ayrıntılara geçelim.

*

“SAĞLIKSIZ” ne demek?

Yirminci yüzyılda şu gerçek ortaya çıkmıştır ki, hiçbir değer mutlak değildir, izafidir.

Mesela, soğuk veya sıcak yoktur. Bir şey başka bir şeyden sıcak veya soğuk olabilir. Hattâ iki şeyin birbirlerine göre soğuk veya sıcak olduğu bilinse bile, ölçmek için üçüncü bir varlığın da var olması gerekir. Ondan sonradır ki biz bir şeyi rakamlarla ifade edebiliriz. Bundan dolayıdır ki geometride projektif geometri ile metrik geometri birbirinden ayrılmıştır. O halde “SAĞLIKSIZ” tâbiri, hiçbir anlamı olmayan bir ifadedir.

Böyle yuvarlak bir söz, değil bir parti programında, anayasada da yer almaz.

Mesela, anayasada şöyle yazılabilir:

“Herkesin kendi sağlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır. Kendi sağlığını koruyamayanların sağlığını yakınları korumakla yükümlüdür. Kamu, onun sağlığını koruyan yakınlarına maddi destek sağlar.”

Parti alır, bunların nasıl gerçekleşeceğine dair projeler üretir, o proje programı olur, halk o programa oy vererek iktidar olunur. Başarırsa kalır, başaramazsa gider. Böyle kelimelerin değeri ancak muskacıların kâğıda yazdıkları kelimler seviyesinde bir büyü aracı olabilir.

*

“ÇİRKİN” kelimesi ise çok daha belirsiz bir ifadedir.

Sana göre çirkin olan, bana göre güzel olabilir. O halde Anayasada böyle belirsiz kelime vazedilemez.

Bu konuda şöyle bir ifade yazılabilir: “Bir kent imar edilirken o kentin geçmişi ve halkının güzellik anlayışı ile çelişmemelidir. Bu çelişkiyi tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı belirler.”

Bu vesileyle ve yine parti programına katkı amacıyla, yargı müessesesinin işlemesi için de bir mekanizma geliştirilebilir.

*

“ÖNÜNE GEÇİLECEK” ne demek?

Bu ifade anayasada yazılabilir, ama parti programında yazılmışsa, önüne nasıl geçileceği de belirtilmelidir. Çünkü ‘önüne geçilecek’ ifadesi bir yasaklamadır, hürriyetlerin kısıtlanmasıdır. Nereye kadar varacak bu? Belirsiz ve dolayısıyla korkunç.

“Adil Düzen”e göre, sağlıksız ve çirkin kentleşmenin önüne ancak serbest meslek olarak Genel Hizmet kuruluşları ile geçilebilir. Planlama kamu tarafından yapılır ve arsa mülkiyetine imkan verilmez. Kamu tarafından hazırlanan projeye göre inşaat yapan o arsaya sahip olur. İnşaat hukuk düzenine göre yapılır. Yani, ruhsat sistemi yoktur. Onun yerine ehliyetli serbest meslek sahiplerinin kurduğu firmalar tarafından vatandaşın kendi sorumluluğunda yapılır. Yanlış yaparsa mahkemede kendisi hesap verir.

Projeyi baştan onaylamak demek, sağlıksız ve çirkin yapılaşmaya vize vermek demektir. Ruhsatı verilen inşaatın sorumlusu kimdir; ruhsatı veren mi, yoksa onaylayan mı? Çıkmaz bir yol!..

*

“ŞEHİRLER” tanımı da yanlıştır.

Eskiden altyapı kırlara gitmediği zaman kent ile köy arasında farklı hukuk tesis edilmiş, farklı kurumlar oluşturulmuştur. Bugün artık altyapı kırlara kadar gittiği için köy ile kent ayırımına gerek kalmamıştır. Tanımı da yoktur. Eğer parti bu ayırımı sürdürmeyi düşünüyorsa, o zaman kent tarifini programında yazmalıdır.

“Adil Düzen”de ise köy ve kent ayırımı kalkmış, onun yerine ülke bölgelere ayrılmış, bağımsız sosyal kuruluşlar olmuştur. İllerdeki topraklar ilçelere ayrılmıştır. Bucaklar ilçeler içinde bağımsız ünitelerdir. Devlet dış savunmayı, il iç güveliği sağlar. Asıl sosyal yapı bucaklarda oluşur ve hukuk düzeni buralarda kurulur. İller bucaklara hizmet verirler. Bölgeler illere hizmet verirler.

*

“GECEKONDU BÖLGELERİNDE” denmektedir.

Gecekondu bölgesinin tanımı nedir? Bunun yerine ‘ruhsatsız yapılaşmalarda’ denebilir, yahut ‘imar mevzuatına aykırı yapılaşmalarda’ denebilir. ‘Gecekondu’ hukukta tanımlanmış bir kavram değildir. Parti bu kavramı sürdürecekse, tanımlaması gerekir.

“Adil Düzen”e göre, nüfusu 3 000 ile 10 000 arasında olan her topluluk bir bucaktır. Her bucağın sınırları çizilir. Her bucak kendi imar kanununu kendisi yapar. Bucaklar plan ve projelerini kendileri çizerler. Devlet, bucaklarını yenileyecek yöneticilerin yapacakları projelerine ‘faizsiz kredi’ verir; devlet yöneticilerin sorumluluğunda bucaklara faizsiz kredi verir. Başarılırsa bucak yenilenmiş olur. Başaramazlarsa o bucak dağılmış olur, kurucular da iflas etmiş olurlar.

Yarınki yazımın başlığını hatırlatıyorum: Ucuz konutlar üretilecek/miş!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Ucuz konut üretilecek/miş!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.07.2006

“UCUZ KONUTLAR ÜRETİLECEKTİR…” diyorlar...

AKP Parti Programı’na böyle yazmışlar; ucuz konutlar üretilecektir/miş!..

Parti programına neler yapılacağını yazmak kolay…

Ama ‘nasıl ucuz konut üreteceklerini’ yazmayı unutmuşlar!..

Program yazıcıların bu yazdıklarının anlamı nedir? “UCUZ” ne demektir?

Çadır kurarsınız, ucuz olur... Tahtaları çakarak ev yaparsınız, ucuz olur... Briketten duvarlar yapar, üstünü de naylon ile örtersiniz, ucuz olur... Tek katlı binalar ucuz olur... Betonarme binalar ucuz olabilir...

O halde bu “ucuz konutlar üretilecektir…” ifadesi tamamen yuvarlak bir sözdür.

Oysa; devlet önce her vatandaşa altyapısı yapılmış nüfusuna uygun arsa verecektir. Bu onun insan olmasından dolayı hakkıdır. Birleşirler ve bir araya gelirlerse, çok katlı bina arsası verilir. Yoksa, tek katlı ev yapılabilir arsa verilir. Vatandaş sökülebilir olmak şartı ile istediği gibi inşaat yapar. Katlı arsalarda katlar ortak yapılır ve hissedarların kendilerine kaba inşaat olarak teslim edilir. Bu herkese sağlanan imkandır. Ayrıca, kamu çeşitli değerlerde inşaat yapar ve on senede taksitleri ödenecek şekilde satar. Kişiler imkanlarına göre taksitlerini ödeyerek otururlar. Taksitlerini ödeyemeyenlere % 5 kira miktarı düşülerek, ödediği paralar iade edilerek elinden alınır ve daha ucuz evde oturmasına imkan verilir.

*

Bugün belediyenin veya devletin yaptığı inşaatlarda haksızlık vardır.

1.

İnşaat ihale edilmekte ve müteahhitler zengin edilmekte, yüzde yüz daha pahalı olarak halka yüklenmektedir. İleride bunlar ödeyemeyince de kamuya yük olmaktadır...

2.

Ev taksitlerini ancak orta sınıf yatırabilmektedir. Yani, zengin daha zengin edilmekte, asıl kira ödeyemeyen dar gelirli kimselere bir şey yapılmamaktadır...

3.

Yirmi sene gibi uzun faizli hesaplarla evler verilmekte, yirmi sene içinde meydana gelecek bir aksama sonunda kişilerin elinden binalar yok pahasına alınmakta ve bankadan kredi çeken zenginlere sömürü sofraları hazırlanmaktadır…

4.

En önemlisi, daireler kura ile bölüşülmektedir. Bu kumardır. Kur’an ezlam (zarlar) ile istiksamı (taksimat yapılmasını) nehy etmiştir. Bu taksimat şekli halkı suni bir sosyal sınıflaşmaya götürmektedir.

*

“Akevler Kredi Ve Yardımlaşma Kooperatifleri” ortaklarına kendi imkanları ile evler yapmalarını sağlamıştır. AKEVLER’de nasıl ucuza ev mâl edilmiştir? Hesaplayalım:

“Adil Düzen”de bir metre küple 5 metrekarelik inşaat yapılır.

Bir metreküpün değeri 100 YTL civarındadır. Buna göre:

Beton    20 YTL/m2

Demir    20 YTL/m2

Betonarme  40 YTL/m2

Duvar Pencere  40 YTL/m2

Kaba inşaat  80 YTL/m2

İnce inşaat  80 YTL/m2

Oturulabilecek bir inşaatın metrekaresi: 160 YTL/m2’dir.

İşçilik de malzeme kadar alınabilir:    160 YTL/m2’dir.

TOPLAM    320 YTL/m2 etmektedir.

100 metrekarelik inşaat 32 000 YTL/Daire edecektir. Bunun yarısı vergi ve sigortadır.

Dolayısıyla 16 000 YTL ile DAİRE inşa edilir.

Devlet bunun beşte ikisini alır.

Beşte biri devlete vergi geliri olur, beşte biri de arsa ve altyapı için Genel Hizmet karşılığı olur.

Bu durumda Vergi ile Genel Hizmet payı birlikte 16.000 YTL / 3 x 5 = 26.666 YTL olur.

(3/5’i yani 16.000 YTL maliyet, 2/5’i yani 10.666 YTL’si de Vergi ve Genel Hizmet payıdır.)

Dolara çevirirsek, tamamı 16.666 Dolar eder.

 

Eğer ayda 500 YTL ‘kira verir gibi’ ödeme yaparlarsa, 26.666 YTL / 500 YTL Kira = Yaklaşık 53 ayda ödenir. Bu da yaklaşık 4,5 yıldır. Bu ev, 100 m2’lik normal evdir.

 

50 m2’lik ev 13.333 YTL edecek, ayda    250 YTL ödeyeceklerdir.

 

Lüks ev 53.332 YTL’dir. Ayda 1.000 YTL ödeyeceklerdir.

 

Biz Akevler’de kırk yıldır bu sistemi uyguladık, hiçbir yerden kredi almadan ortaklarımızı dört-beş senede ev sahibi yaptık. Bizi dinlerseniz, bizden ve bizim bu tecrübemizden yararlanabilirsiniz...

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1370 Okunma
2-2006 Şubat
1159 Okunma
3-2006 Mart
1242 Okunma
4-2006 Nisan
1189 Okunma
5-2006 Mayıs
1219 Okunma
6-2006 Haziran
1139 Okunma
7-2006 Temmuz
1460 Okunma
8-2006 Ağustos
1400 Okunma
9-2006 Eylül
1408 Okunma
10-2006 Ekim
1268 Okunma
11-2006 Kasım
1350 Okunma
12-2006 Aralık
1180 Okunma

© 2024 - Akevler