|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
MART-2006 |
|
|
|
‘Faizli kredi kartı’ intihar ettirir!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.03.2006
Artık, ‘insafsız faizli kredi kartı’ mağdurlarından birinin daha intihar ettiği gün veya hafta geçmiyor. Nedense, adeta alışkanlık yapan bu haberleri de kanıksar olduk! Özellikle bu duruma sebebiyet verenler ve çözüm getirmekle yükümlü olanlar bu feci manzaraya sadece seyirci kalmaya devam ediyorlar…
Geçenlerde TBMM’de görevli bir polis memuru bile, ‘insafsız faizli kredi kartı borcu’ yüzünden intihar etti. Aradan daha birkaç gün geçmeden, bu sefer bir emniyet müdürü yine ‘faizli kredi kartı borcu’ yüzünden, kendisiyle birlikte ailesini de yok etti!..
Haber içler acısı ve aynen şöyle:
Kredi kartı borcu, polis ailesini yok etti.
Adana 1’inci Sınıf Emniyet Müdürü Zülkifli Akbaba, oğlunun borcunu ödemek için 3 bin YTL ‘faizli kredi’ aldı. Faiz, kira derken maaş yetmedi. Sinirler gerildi. Akbaba önce küçük oğlu, sonra eşi, ardından büyük oğlunu vurdu. En son, silahı başına dayayıp tetiğe bastı.
Emniyet Müdürü Zülkifli Akbaba, oğlunun kredi kartı borcunu ödemek için Polis Bakım Sandığı’ndan geçen yıl 3 bin YTL kredi çekti. Akbaba’nın maaşının 276 YTL’lik bölümü kredi kartı taksidi için kesiliyordu. Akbaba, aynı zamanda her ay 230 YTL de lojman kirası ödüyor, geriye kalan bin 100 YTL para ile kredi kartlarına olan borçlarını da zor denkleştiriyordu. Zülkifli Akbaba’nın, eşi ve oğlunun da ek kart sisteminden yararlanarak kredi kartı ile yüklü miktarda alışveriş yaptığı öğrenildi. Zülkifli Akbaba’nın banka emeklisi olan eşi Gülseren Akbaba’nın (53) eline geçen para da Akbaba Ailesi’nin maddi yönden rahatlamasına yetmiyordu. Zülkifli Akbaba, önceki akşam eve geldiğinde oğlu Serkan ile tartıştı. Oğluna kızan baba oturma odasında beylik tabancasını çekerek oğlunun kafasına tek el ateş etti. Genç adam, olay yerinde yaşamını yitirdi. Bu arada Zülkifli Akbaba, büyük oğlu Volkan ile mutfakta bulunan eşi Gülseren’in yanına giderek, başlarından vurdu. Daha sonra baba Akbaba, namluyu şakağına dayayıp son kurşunu da kendine sıktı.
Bu haber ‘birileri’ için ne anlam ifade ediyor, bilemem. Ama benim için çok şey ifade ediyor. Çünkü benim anlayış ve inancıma göre; bir insanı öldüren veya ölümüne sebep olan bütün insanlığı öldürmüş gibidir.
*
İntihar salgını başlayabilir
Evet, ‘faizli kredi kartı’ mağdurları her gün ‘intihar’ etmeye devam ediyor…
Ancak intihar edenler geride ayrıca çocuk, kadın, akraba olmak üzere onlarca acılı insan da bırakıyor…
Bankalar yani sadece ‘kârlarını ve faiz alacaklarını’ düşünen vahşi kapitalizmin ana unsurları olan ‘faizli kurumlar’ başta olmak üzere, konu ile yakından ilgilenmesi gereken bütün kişi ve yetkililer ise maalesef anlaşılmaz bir ilgisizlikle olanları sadece seyretmeye devam ediyorlar…
Bu yazıyı kaleme aldığım bir gün öncesinde, günlük iş görüşmelerini yaptıktan sonra, akşam üzeri yoğun İstanbul trafiğinde eve dönmeye çalışıyoruz. İş ortağım radyoyu açtı ve kanaldan kanala dolaşmaya başladı. Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın binlerce ‘faizli kredi kartı mağdurları’ ile ilgili değerlendirmesini duyunca, yol arkadaşıma ‘orası kalsın’ dedim ve dinlemeye başladım.
Nevzat Hoca diyordu ki; “Sorumluluk duygusu sahibi, onuruna düşkün kişiler, borçlarını ödeyemediklerinde kolayca depresyona giriyorlar. Şimdilik haftada üç-beş kredi kartı mağduru intihar ediyor. Psikolojik olarak, çıkan kanun ile durumlarının düzeleceği beklentisi var. Şayet bu beklenti gerçekleşmezse, intihar edenlerin sayısı daha da artacaktır. Borçlularda intihar salgını başlayabilir. Zira depresyon tedavisi gören kredi kartı kurbanları önemli sayılara ulaştı”.
Nevzat Hoca’yı dinlerken, o anda aklıma iki şey geldi.
Birincisi, malum, son dönemde tüketicileri uyarmak amacıyla sigara paketlerinin üzerine zorunlu olarak “SİGARA ÖLDÜRÜR!” başta olmak üzere, çeşitli hatırlatmalar yazılıyor. Aynı şekilde kredi kartlarının üzerine de kocaman harflerle “FAİZLİ KREDİ KARTI İNTİHAR ETTİRİR!” diye yazılsa, yeridir.
İkinci olarak, aklıma Temel’in meşhur fıkrası geldi. Hani, Temel idama mahkûm edilmiş. İdam sehpasının başına getirilip son sözleri sorulduğunda, Temel ne dese beğenirsiniz: “Bu bana ders olsun!”
Temel misali, kredi kartı mağdurlarından son sözlerini sorma imkânımız yok. Çünkü onları biz idam etmiyoruz, kendileri intihar ediyorlar. Ama neden intihar ettiklerini ayan beyan biliyoruz ve bu durum her ne hikmetse geride kalan yetkili-yetkisiz, ilgili-ilgisiz olan bizlere bir türlü ders olmuyor!..
Acep nedendir?!.
AKP iktidarının üzerinden tam üç yıl geçtiği için, doğrusunu söylemek gerekirse, bu saatten sonra artık onlara yönelik bir beklentim kalmadı. Çünkü Abbas yani AKP yolcu, gidici... AKP zihniyetinin bugüne kadar yap(a)madıkları, bundan sonra yap(a)mayacaklarının garantisidir…
Bu son tesbiti de yaptıktan sonra, yine de bu yazıyı kaleme aldığım güne kadar güya çözüm diye yapılmaya çalışılan garabetleri ve diğer gelişmeleri bundan sonraki yazılarımda ele almaya devam edeceğim.
Bizim görevimiz sadece hatırlatmak ve uyarmaktır.
Gerisi, ilgililere kalmış.
***
Yedi iklim ve ‘el emeği’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
02.03.2006
“İnsan için emeğinden başkası yoktur.”
(Kur’an; Necm, 53/39)
Hepinize merhabalar… Keyifli okumalar…
Bugünkü yazıma ‘yedi iklim’ başlığı ile başlamak geldi, gönlümden. Sevabı ve şerefi varsa; Ali Haydar Haksal kardeşimin boynuna! Pazartesi günü, gazetemiz müdürlerinden Hasan Durmuş ve diğer muhterem zevat ile “Millî Görüş Tarihi” çalışmaları vesilesiyle bir araya geldik. Ali Haydar Haksal bey de oradaydı.
İlim ve kalem erbâbı iyi bilir; bu birliktelikler öylesine bereketli ve keyifli olur ki, anlatılamaz, ancak yaşanır. Bizimki de işte öyle bir şey…
Bir araya gelince, fikir ve ürün teatisi olmaz olur mu; elbette olur. Bendeniz haftalık “Kur’an ve İlim Seminer Notları” ikramımı arz ederken, Ali Haydar bey de “Yedi İklim” dergisinin Ocak-Şubat 2006 sayılarını lütfetmez mi. O anda önce şöyle bir baktım: Şiirler, hikâyeler, denemeler ve diğer daha nice yazılar… Derginin kapağında, ortaokul ve lise yıllarımdaki arkadaşımla ilgili “[Prof. Dr.] Durali Yılmaz öyküsüyle yeniden aramızda…” cümlesini görünce, onunla birlikte olduğumuz nice yıllar ve hâtıralar canlandı…
Ali Haydar Haksal daha dünden, “Bugün, yarınki köşem için güzel ve duygusal bir yazı yazdım.” hatırlatması yaptığından; bu sabah [28 Şubat 2006] Millî Gazete elime geçer geçmez, önce “Efendim” [yani, Efendimiz aleyhisselâm] başlıklı yazıyı keyifle ve duygulanarak okudum... Şu anda okumakta olduğunuz bu satırları yazmadan önce de, Yedi İklim dergisini dikkatlice ve keyif alarak gözden geçirdim… Bazı sayfaların öylesine derinliklerine daldım ki… İnanın, deryalar kadar engin olan o derinlikleri de anlatıp yazamam, çünkü yazılası gibi değil; sizlere de, sadece -aynen benim gibi- keyifli Yedi İklim okumaları tavsiye ederim…
Yedi İklim’in kapağında okudum: “Kaşıkçı Ali Rıza Efendi medresede öğrenciyken; cerre çıkmaktan sıkılır, utanır… Rüyada Peygamberimizi görür: “Bir seneye kadar sen bundan kurtulursun…” muştusu alır… Ve; bir yıl sonra elinin emeği ile kaşık yapar, rızkını kazanır, sonra ilim yapar, şiirler yazıp söyler…”
Kaşıkçı Ali Rıza Efendi bundan sonraki bütün ömrünü bu ahvâl üzere geçirmiş. Bugün, onun işte o örnek ve ibret alınası hayat öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. [Yedi İklim, (0216) 399 19 14]
*
Mü’minlerin Kurtuluşu ve Kaşıkçı Ali Rıza Efendi
“Necâtü’l-Mü’minîn/ Mü’minlerin Kurtuluşu” ve diğer daha nice eserin müellifi âlim, yazar ve şair Kaşıkçı Ali Rıza Efendi [Hicrî 1300 – 29 Şevval 1388 / Milâdî: 1883 - 18 Ocak 1969] kaşıkçılık sanatını öğrenip, bir taraftan ilim yaparken, ömür boyu rızkını elinin emeği ile nasıl kazandığını anlatıyor:
“Zamanımızda talebe-i ulûm yaz tatillerinde civar kasaba ve köylere cerre çıkarlardı. Hem köylüye vaaz ve nasihatlerde bulunurlar, onların dinî bilgilerinin artmasına yardımcı olurlar, hem de maddî ve manevî istifade ederlerdi… Bazı maddî sıkıntılarım oluyordu. Ben de talebe arkadaşlarım gibi bir hayvan alarak civar köylere cerre çıktım. Öteden beri memleketimizde yetişen ulemânın hemen hemen ekserisi böyle yetişmişler ve bir çok mahrumiyetler içinde tahsillerini tamamlayabilmişlerdir. İlk gün bir iki köy dolaştım, fakat bu iş bana çok ağır geldi, hayli sıkıldım. Beni bundan kurtarması için Allah’a dua ettim. O geceyi o köylerden birinde geçirmiştim. Rüyamda Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi gördüm “Bir seneye kadar sen bundan kurtulacaksın.” buyurdular ve bana müjde verdiler. Uyandım; sabah namazının vakti olmuş, kalbimde tarif edemeyeceğim bir sevinç vardı, hem Hazreti Peygamber aleyhisselâmı rüyada görmenin şerefi, hem de verdikleri müjdenin sevinci. Fakat bu nasıl olacaktı ve bu kurtuluş nasıl tahakkuk edecekti kestiremiyordum.
O yıl derslere yine başladık, yine yaz geldi, tatil oldu ve talebe dağıldı. Bu defa ben, daha önce yaptığım gibi bir tarafa cerre çıkmadım, doğru köyüme döndüm. Köyümüz ormanlık, ağacı bol, havası suyu güzel bir köydü. O sene köyümüze, tahta kaşık yapan bir usta geldi; kaşık yapıyor, köylülere satıyor ve para kazanıyordu. Bana, kaşık yapma sanatını öğretmesini rica ettim, kabul etti. Kısa bir müddet sonra kaşık yapma sanatını öğrendim, ustamdan daha seri ve daha iyi kaşık yapar oldum. Dersler başlayıp da Konya’ya döndüğüm zaman kaşığın boyamasını da öğrendim. Bir taraftan tahsilime devam ediyor, bir taraftan da bu sanat vasıtasıyla ihtiyacımı temin ediyor, rızkımı kazanıyordum.
Daha sonra Konya’da evlendim, yerleşip kaldım. Uzun seneler Konya’nın Ahmed Dede mahallesinde imamlık ve hatiplik ettim. Böylece yıllar geçti. Vaktaki Medine-i Münevvere’ye hicret etme arzu ve iştiyakı bende uyandı, yine ‘bu sanat vasıtasıyla orada da geçinebilirim’ diyordum. Allah’a tevekkül edip yollara düştüm. Ümid ettiğim gibi de oldu. Medine’de de kaşık yapacak ağaç buldum. Boş zamanlarımda, dinlenme saatlerimde mütâlaa ve eser yazmakla meşgul oldum. Hac mevsimleri gelince, yaptığım kaşıkları Hacca gelenlere “Medine Yadigârı” diye sattım. Hacılar Medine’de yetişen bir ağaçtan yapılmış bu kaşıkları, Medine mamulü diye seve seve alıyorlar, memleketlerine hediye götürüyorlardı. Cenab-ı Hakk’a hesapsız hamd ü senâlar olsun, burada da kaşık benim için bir medar-ı maişet oldu, geçindim gittim, kimseye muhtaç olmadım. Yıllarca önce gördüğüm rüya ve tabşirât-ı peygamberî Medine-i Münevvere’de tahakkuk etti.”
“Ve en leyse li’l-insani illâ mâ seâ/
İnsan için emeğinden başkası yoktur.”
(Kur’an; Necm, 53/39)
***
‘Çin malları’ meselesi - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.03.2006
“Çin, Çinliler, Çin malları, Çin istilası” gibi ifadeler artık herkesin dilinde, yazarların kaleminde.
“Çin’in istilası” başlıklı yazısında Ali Bulaç diyor ki: “Çin piyasaları istila etti” sözü tuttu. Daha önce de bir vesileyle değinmiştim, bu, dünyaya Batı (Avrupa ve Amerika) gözüyle bakmaktır. Neden “Amerikan, Alman veya İngiliz malları piyasayı istila etmiş olmuyor” da, Çin’in malları “istila” ediyor?
Serbest piyasa ekonomisinin yürürlükte olduğu bir dünyada herkes gibi Çin’in de mal ve hizmet üretme, piyasalara girip diğerleriyle rekabet etme hakkı ve özgürlüğü vardır. Çin, üretim maliyetini ucuza getirip rekabet ediyor: Bu sene Türkiye’den 140 bin kişi hacca gitti. Diyanet İşleri Başkanlığı, hacıların çantalarını Çin’den temin etti. İç piyasada firmalar kapıyı 70-80 bin YTL’den açarken, Çin yerinde teslim 7 dolardan çanta sattı. Dünya nüfusunun yaklaşık beşte birine sahip olan bu ülke, bugüne kadar çok da kaliteli sayılmayacak mallar üretiyordu, bu yüzden “piyasayı Çin malları istila etti” derken, biraz da “hayatın kalitesi düştü, zevkler ucuzladı” denmek isteniyordu. Ancak Çinliler, şimdi hem kaliteyi yükseltmeye hem de markaya yönelmeye başladılar, yani Çin’in tazyiki karşısında kaliteli ve markalı mal üretimine yönelip kendine ait alanlar açmaya çalışan Türkiye gibi ülkeler, bir kere daha Çin’in nefesini enselerinde hissediyorlar. Çin, talebe konu olan her ürünü üretiyor…
Devasa nüfusu, siyasî rejimi ve devlet olarak kendisine tayin ettiği hedefler bakımından Çin dev adımlarla ilerliyor. Yıllık büyüme oranı belli bir istikrarı koruyor. Dünyanın her tarafında Çin mallarına büyük bir talep var. Bugüne kadar sadece mallarını göndermekle yetinen Çin, şimdi bizzat piyasanın göbeğinde kendini temsil ediyor, mekan tutuyor. Çinliler, en son Dubai’de bütün bölgeye hitap etmek üzere 6 bin kişilik bir “Çin kasabası” kurdular. Bu kasabada sadece Çin malları pazarlanmayacak, aynı zamanda stok da yapılıp çeşitli noktalara dağıtılacak. Kasabanın nüfusunun tamamı Çinlilerden oluşuyor. Türkiye’de benzer girişimleri var, noktasal satış merkezleri kuruyorlar, Harbiye’de çinilerini pazarlamaya başladılar bile. Şimdiden kendimize sormamız gereken bir sual çıkıyor karşımıza: Çin’in bu “müthiş ilerleyişi”nin tahmin edilebilir sonuçları neler olacak? Bu soru hem uluslararası sistem hem de bizim kendimizi ve Batı modernleşmesini idrakimizle ilgili görünüyor.”
Bilindiği üzere, daha önceleri Asya’da kalkınan Japonya vardı. Sonra “Asya Kaplanları” olarak Singapur, Malezya, Endonezya, Kore, Tayvan ve diğerleri çıktı. Şimdi dev adımlarla ilerlemekte olan Çin için de aynı şey sözkonusudur. “Çin, Çinliler, Çin malları, Çin istilası” sözleri herkesin dilinde.
Ekonomide serbest rekabet esastır. Çin bir şeyi ucuz yapıyorsa o yapacaktır, ucuz satıyorsa o satacaktır. Onunla yarışıyorsak yaşama hakkımız vardır. Yok, eğer ekonomide onunla yarışamıyorsak, yaşama hakkımız yoktur. Ekonomide tam liberalizm vardır. Tekel oluşturmamak şartı ile kimsenin fiyatlarına ve ücretlerine müdahale edilemez. Gümrükler ve kotalar konamaz. Konursa ne olur? İşte bugünkü dünya olur.
“Çinliler geliyor, Çin malları ülkemizi istila ediyor…” diye söylenip duracağımıza, Çinlilerden daha kaliteli ve daha ucuz mal üretmenin proje ve mekanizmalarını bulmalıyız.
*
Ucuz üretimin sırları
Türkiye Çin ile nasıl rekabet edecek ve yaşayacak?
Serbest ekonomi düzeninde ‘ekonomik çevreler’ kademe kademedir.
1) Her BUCAK ayrı ekonomik çevredir. Her bucak kendi ürettiklerini kendisi tüketir. Başka bucaklardan daha ucuz üretiyorsa onu onlara satar, başkasının ucuz ürettiğini satın alır. “Ucuzluk”tan bahsetmişken, bu önemli konu üzerinde biraz duralım ve ucuz üretmenin sırlarını keşfetmeye çalışalım.
Ucuz üretmenin sırları nelerdir?
a) Doğal kaynakları zengin ve verimli olanlar ucuz üretirler. Değişik ülkelerde değişik doğal kaynaklar zengin ve verimli olabilir.
b) Yüksek teknolojiye sahip olan bucaklar daha ucuz üretirler. Teknoloji transferi serbest olduğu için bu fark azalır görünürse de, teknoloji yere göre değişeceğinden bu fark hep sürüp gidecektir.
c) Yüksek kabiliyetli işçilik yapanlar daha ucuz üretim yaparlar. Yani, kaliteleri yükselir, dolayısıyla ucuz üretme imkânına sahip olurlar. Kabiliyet, her bucak için değişik alanlar için farklıdır.
d) Ekonomiyi düzenleyen kurum ve kurallar ne kadar üstün ise o ülke üretimi ucuz yapacaktır.
2) Sonra, her il ayrı ekonomik çevredir. Bucaklar ilk ithalatı ve ihracatı illerindeki bucaklara pazarlar ve onların mallarını alırlar. İlçeler il içindeki ‘ortak pazarlar’dır. Bucak için öngörülen ‘ucuz üretme kuralları’ buralarda yani illerde de aynen geçerlidir.
3) Her ülke ayrı bir ekonomik pazardır. İller kendi pazarlarında ucuz ürettikleri malları bölge merkezlerinde satar, onun yerine pahalı ürettikleri malları alırlar.
4) Yeryüzü tek bir ekonomik pazardır. Ülkeler kendi pazarlarında ucuz ürettikleri malları dünya pazarlarına satarlar, dünya pazarlarında üretilen malları da satın alırlar.
Ucuz üretimin sırlarını keşfettik.
Ekonomik transferin zorluklarını da belirlememiz gerekir. Yarın, devam edelim inşaallah…
***
‘Çin malları’ meselesi - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
08.03.2006
Bugün ‘ekonomik transferlerdeki zorluklar’ üzerinde duracağım.
Ama bu konu üzerine eğilmeden önce, Avrupa’da tekstil sektörünün merkezi olan İtalya’da, Çin mallarına karşı verilen mücadeleyi anlatan haberin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Haberin başlığı şöyle: “Çin’den kaynaklanan rekabette başedebilmek için merkezde tasarım ve pazarlama üzerine odaklanırlarken, imalatı işçiliğin ucuz olduğu ülkelere kaydırıyorlar / İtalyan tekstili çıkış yolu arıyor.”
Devamında diyor ki: “Tekstil, hazır giyim ve ayakkabı sektöründe yıllardır Avrupa’da bir numara olan, hatta dünya modasına yön veren İtalyan sanayiciler keskinleşen küresel rekabette ayakta kalabilmek için değişik çıkış yollarını zorluyorlar. Aralarında dünya çapında tanınan markalar da olmak üzere büyük şirketler, başta Çin olmak üzere Asyalı üreticilerden kaynaklanan rekabet nedeniyle merkezde tasarım ve pazarlama üzerine odaklanırlarken, imalatı özellikle işçiliğin ucuz olduğu ülkelere kaydırarak maliyetlerini azaltmak yolunu seçiyorlar. Ancak küçük ve orta boy şirketlerin çoğu bunu yapamıyor ve sonunda piyasadan siliniyorlar...”
Haber uzun ve bu minval üzere devam ediyor. Gerisi önemli değil. Bu haberde dikkatimi çeken şey, büyük şirketler bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyor, ama küçük ve orta boy şirketler siliniyor. Şimdilik küçükler siliniyor, ama kapitalist düzende bir gün sıra büyüklere de gelecektir.
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra, asıl konumuz olan transferlerdeki zorluklara dönelim.
*
Transferlerdeki zorluklar
1) Mübadele nakliye külfetini taşımaktadır. Dolayısıyla ucuz üretme çok daha güçlü olmalıdır ki gerçekleşsin. Taşıma masraflarını karşılayamayan ucuzluk mübadeleyi önler. Bunun için ‘ortak taşıma kurumları’ oluşturulur. Tarihteki kervansaraylar bu hizmeti gören kurumlar idi.
2) Aracılar çoğalacağı için ucuz maliyet aracı kârını da karşılamalıdır. Bunu azaltmanın sırrı ‘faiz yasağı ve serbest rekabet ilkesi’dir. Sermayeden vergi olan zekât kuralını uygulamaktır.
3) Ülkelerin günümüzde uyguladıkları en önemli engeller kotalardır, gümrüklerdir, vizelerdir. Bilinmelidir ki, “Adil Düzen”de bunların hepsi memnudur, yasaktır, olmayacaktır.
4) Şeffaf pazarların oluşamamış olması nedeniyle nerede neyin ucuz olduğunu bilemiyoruz. Bunu sağlamanın yolu da ‘haberleşmenin ucuz, hattâ bedava’ olmasıdır. Kamunun halkını bilgilendirmesi gerekmektedir. Telefon haberleşmeleri bedava tesis edilir.
Bütün bunlar doğru olsa bile; ‘Çin ucuz olarak malları satıyor, ülkemizden ise mal almıyor, böylece Çin’in ucuz malları bizi işsiz bırakıyor’ iddiaları gerçek değildir.
Çinli bize mal sattığında biz ona ‘kâğıt para’ veriyoruz. O kâğıt para ne işe yarayacak? O da onun karşılığında bizden bir şeyler alacaktır. Yoksa bedava olarak bize mallarını verir ve bizi zengin eder.
*
Asıl kötülük ve yapılması gereken
-Peki, burada olan asıl kötülük nedir?
Çin bize bizim ürettiğimiz malları ucuza satıyor... Sonra o para ile ABD veya AB ülkelerinden mal alıp tüketiyor... Avrupa ve ABD ise bizden mal satın almıyor; aksine bize borç para veriyor, veriyor... Dış borçlarımız gittikçe artıyor, biz çalışmadan borçlanarak yaşıyoruz!..
Demek ki, tehlikeli olan sadece ve sadece Batı dünyasının doları veya euroyu bize borç vermesidir. Yani; bizim ekonomik faaliyetimizi felce uğratan yalnız ve yalnız budur ve bu da kasten yapılmaktadır.
Çin ise rahattır; ucuza mâl ettiği malları satıyor, üretemediği malları da dışarıdan satın alıyor.
-Peki, bu durumda biz ne yapabiliriz?
1) İlk yapacağımız iş TL’leri Çin bankalarına yatırmalıyız. Çin Yuan’larını da Türkiye bankalarına yatırmalıyız. Çin’den Türkiye’ye mal ithal eden Türk tüccarları Türk bankalarından aldıkları Yuanı ödemek zorunda olmalıdır. Türkiye’den mal satın alacak Çinli yöneticiler de Türkiye’den TL ile ödeme yapmak zorunda olacaklardır. Yuan ile TL arasındaki kur farkı Türk bankaları ile Çin bankaları kasalarında mevcut miktarla belirlenir. Böylece Çin ancak satın aldığı mal kadar mal satabilecektir. Dolayısıyla Çin pazarı bize bir sorun oluşturmaz. Bu teknik bir konudur. Üzerinde düşünmeniz gerekir.
2) TL ve Yuan ile ödeme yapma şartı ile gümrükleme sıfırlanmalıdır. Kotalar kalkmalıdır. Türkiye Çin’den neyi daha ucuz üretebiliyorsa veya satın alabiliyorsa, Çin’e onu satmalı, ondan da onların daha çok üretebildiği veya satın alabildiği malları satın almalıdır. Bunu da serbest piyasa kendiliğinden belirler. Eğer devletler müdahale eder, gümrükler alır veya sübvanse ederlerse, pahalı üretilen mal ucuzlamış olur, ucuzlamış mal pahalanmış olur. Sular ters akıtılmaya çalışılır. Kriz olur.
3) Türkler kalitesiz ucuz olarak ithal ettikleri malları kontrolden geçirmek ve vasıfsızları ayıklamak, zayıf olan parçaları değiştirmek suretiyle, bakım ve kontrolünü yaptıktan sonra yeni adla, ortak adla yine Çin’e satmalıdır. Mesela, Çin’den iki kalitesiz matkap alınır, bazı parçaları değiştirilir, bozuk olanlar ayıklanır, böylece kaliteli hâle gelen matkap dünyaya, hattâ yine Çin’e satılır.
4) En önemli dördüncü savunma taktiği ise “Çin’den emek ithal etmek”tir. Nasıl Avrupa bizden emek ithal edip ve ürettirdiği malları bize satıyorsa, biz de Çin’den gelecek insanlara TL ödemek şartı ile Çin’deki ücretlerinin iki mislini öderiz. Onlar Türkiye’de kaliteli üretim yaparlar. TL ödediğimiz için de Türkiye’deki malları alıp giderler. Gümrük ve kotalar olmayacağı gibi; emek harekâtı da tamamen serbest olmalıdır.
“Adil Düzen” yani “halk ekonomisi” Çin malları tehlikesini işte böyle çözmektedir.
***
Faiz ve kredi kartları
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
09.03.2006
Kur’an; “Faiz mahveder, zekât artırır.” diyor. Kur’an; “Faiz yiyenler cin çarpmış gibi kalkarlar.” diyor. Kur’an; “Onlar Allah ve resul ile harb ilan etmiş olurlar.” diyor. Bu âyetleri, geçen haftaki ‘kredi kartı’ ile ilgili yazılarımı okuyup değerlendiren Üstadım Süleyman Karagülle hatırlattı... Ve hatırlatmalarına devam etti: Faiz bu kadar şiddetle yerildiği halde, Allah’a ve Kur’an’a inanan kimselerin pervasızca faizle meşgul olduğunu gördükçe, hayretler içinde kalıyorum… Demek ki bu insanlar çok cesurdurlar…
Eğer faiz işlemlerini pervasız yapıyorlar diye onları cennetlik saymasam, o zaman cennette sanki birkaç kişi kalacağız gibi oluyor. Bunu kabul edemeyeceğimize göre, meselenin tek çözümü cehennemde kimse kalmayacaktır. Ondan sonra ‘faizin iyi bir şey olduğunu ve faizsiz dünyada hayat olamayacağını’ söyleyen müslümanlar da vardır ki; işte bunu duyduğumda, o zaman dehşete düşüyorum... Diğer taraftan, şaşmamak mümkün değildir ki, birilerince bütün sosyal ve ekonomik düzenin kanunları ‘faizsiz’ kabullenilmiyor! Kur’an -onlara göre Allah’ın kitabı olmasa da,- söylediği söz ilmen o kadar doğru ve açıktır ki, insan hiç olmazsa o ifadenin ilmî değeri ve belagatı ile Kur’an’ın ilâhi söz olduğuna inanır ve dediklerini yapar.
Yine, Kur’an çok açık ve net olarak, “Eğer borçlu zorda ise kolaylığına kadar müddet verilecek.” diyor. Bu benim sözüm değil, Allah’ın sözü, Kur’an âyeti.
Burada dikkat edilmelidir ki, ‘kimin istitaası -yani gücü- yoksa ona müddet tanınacak’ demiyor; “Kolayca ödemeyecek durumda ise ona kolayca ödeyecek duruma kadar mühlet verilecek.” diyor.
Yani; onun asli ihtiyaçlarını gidermede eksilme olmamalıdır. Normal çalışmasında da sıkıntı olmamalıdır. Kimsenin evine, hattâ bindiği arabasına, dükkânına, iş yerine, sermaye olarak kullandığı parasına el koyamazsınız. Onun kolayca yaşamasını önleyemezsiniz. İcra olarak ancak binmediği veya kiraya vermediği arabalarına el koyabilirsiniz. Bankada sermaye olarak kullanmadığı parasına el koyabilirsiniz.
Oysa fahiş faizci bankalar Kur’an’ın men ettiği ed’âfan mudaafa yani ‘katlamalı fahiş faizi’ almakla kalmıyor, kişinin adeta donunu bile alacak şekilde üzerine yürüyor! Düzen ‘zulüm’ merkezli olmaktan çıkıp ‘adalet’ üzere yapılanmadıkça, bu gibi durumların düzelmesi ve intiharların önlenmesi mümkün değildir.
“Zalim düzen” budur. “Adil Düzen” işte bu sorunları çözen ve intiharları önleyen düzendir.
*
Bankalar faizi garantiledi
Parti, dernek, vakıf, kooperatif veya her ne şekilde olursa olsun, halkın organize olup teşkilatlanması ve sorunlarını dile getirip çözümler üretmeye çalışması çok önemlidir. Bu yüzden STK yani Sivil Toplum Kuruluşu denen ‘halk kurumlarını’ çok sever ve takdir ederim. Bunların pek çoğunda yönetici olarak görevler alır, herkese de aynı şeyi yapmalarını tavsiye ederim. İşte bugün sizlerle paylaştığım ‘faiz ve banka kredi kartları’ konusunda, Güzel Anadolu’muzun doğudaki kentlerinden olan Gaziantep’ten dile getirilen bir beyanatı sizlerle sunuyorum: Kredi Kartları Yasası tüketiciye hiçbir şey kazandırmadı; Bankalar faizi garantiledi. Kredi Kartları Yasası ile faizlerin yüzde 20’den 18’e çekilmesine rağmen taksitlendirmenin de 18 aya çıkarılmasıyla gerçek faizin yüzde 27’lere ulaştığına dikkat çekildi. Haberin kaynağı kim?
Gaziantep Tüketici Hakları Koruma Derneği Başkanı İsmet Değirmenci.
Kredi kartı borcu nedeniyle 64 günde 30 kişinin intihar ettiğini hatırlatan Gaziantepli İsmet Değirmenci, birikmiş kredi borçlarının ve faizlerin üst üste gelmesi ve bileşik faiz nedeniyle artan borcun, insanları bunalıma sürüklediğini ve intiharla sonuçlandığını kaydetti. Anaparanın üzerine sürekli faizin katlanarak gelmesinin büyük bir sorun olduğunu ve bu sorunun çözülmesi gerektiğini anlatan İsmet Değirmenci, şu görüşleri savundu: “Ancak yeni çıkan kanunda böyle bir şey yok. Faiz üstüne faiz eklenerek tüketiciye ödeme planı getirilmiştir. Hükümet bu soruna çözüm getirmedi. Bana göre bankacılar bundan hiç zararlı çıkmadı. Bu bir nevi uzlaşma ve bir nevi bankaların parasını kurtarma politikasıdır. Türkiye’de şubeleri bulunan yabancı bankaların ülke dışındaki şubelerinde kredi kartı yıllık faiz oranı yüzde 10’dur. Ancak, aynı bankalar, Türkiye’de aynı faiz oranlarını uygulamıyor.”
*
Çare ve çözüm nedir?
Devlet, geliri olan her vatandaşa gelirini göz önüne alarak “faizsiz kredi” tanır. Kartına işler. Bu kredi kartını kullanarak herkes alış-veriş yapar. Çalıştığı zaman da hesabına geçilerek borç kapanır.
Eğer biri krediyi kullanır da geri ödeme yapmazsa, o kimse artık kredi kullanamayacaktır demektir. Bu durumda ona verilen ceza, mallarına el koyma değildir. Sadece kredi kartı iptal edilir. Kırmızı nüfus kâğıdı verilir ve o kimse artık “borçlanma ehliyeti”ni kaybetmiş olur. Yani, o kimse artık para ödemden kimseden mal alamaz, malı vermeden de para alamaz. O kimse ücretini ödemeden işçi çalıştıramaz, kendisi de avans alamaz.
Ama “Adil Düzen”de her şeyin çare ve çözümü vardır. Çare ve çözüm nedir? Borçlu kimse borcunu ödeyip hesabını kapatırsa yeniden ‘eski itibarı iade edilir’ ve normal bir vatandaş gibi ekonomik faaliyetlerini yürütmeye başlar. Yani, yeniden banka kredi kartı kullanma hakkına sahip olur, borçlu ve alacaklı olur.
Bunun dışında bir çare ve çözüm bilen varsa, buyursun gelsin...
***
“Kayıt dışı ekonomi” bizi nereye götürüyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.03.2006
Yeni bir ekonomik yapılanmada çalışma arkadaşları bulmak amacıyla, ortak arkadaşlarımızla birlikte İstanbul esnafını ziyaret ediyor ve görüşüyoruz. Bu görüşmelerimizde sevindirici bir tesbitte bulunduk.
Bugün, bu tesbitlerden bazılarını siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
Önce, yaptığımız ziyaret ve görüşmelerde, piyasada hakim olan esnaf veya tüccarın inanmış insanlardan oluştuğunu ve ayak takımının piyasadan çekilmiş olduğunu gördük. Onlarla iş çerçevesinde görüşüp dertleşirken, bu arada özel tesbitlerimiz de oldu. Bunları da zaman zaman sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.
Ziyaretlerimizin ilk sonucunu ve en önemli derdini tek cümleyle özetlersek:
Esnafın en önemli sorunu “kayıt dışı çalışmak” zorunda kalmasıdır.
“Kayıt dışı” deyip geçmeyin, her şey bir kördüğüm gibi bu iki kelimede kilitlenip kalıyor. Kayıt dışılık hem içeriye hem dışarıya zarar veriyor. Çünkü, içeriden bakıldığında, esnaf ve tüccar kayıt dışı çalışmak zorunda kaldığı için gerçek durumunu bilemiyor. Bilemeyince, genel durumunu hiçbir zaman göremiyor. Göremeyince de bugünkü ekonomi piyasası oluşuyor. Dışarıdan bakıldığında, devlet piyasadaki gerçek ekonomik faaliyeti görüp denetleyemiyor ve vergisini alamıyor; alamayınca da durmadan sadece sızlanıyor, sızlanıyor...
Genel ziyaretlerimizden sonra, Mega Center’e gittik.
Mega Center’de gördük ki, oradaki tüccarın da mikro seviyede olsun veya makroda olsun, ekonomiyi anlattığınız zaman hemen kavramakta olmalarıdır. Mega Center’de “kayıt dışı işlem” yoktur, her şey faturalıdır, ama kendileri dışındaki yerlerde “kayıt dışı işlemler” yapılmasından onlar da mustariptir.
Yani, mevcut durumdan ve gidişattan memnun olan yok, herkes mustarip.
Hükümet dahil, kırk yıldır ürettiğimiz çözümlere de, maalesef kulak veren yok!
*
Kimi mallar nereye gidiyor?
Malum olduğu üzere, gıda maddeleri vâdelidir. Üzerinde bulunan ‘son kullanma tarihi’ ile belirtildiği üzere, belli güne kadar raflarda bulunmakta, ondan sonra artık gıda olarak kullanılmamaktadır. Firmalar, vâdesi yaklaşmış olan malları bakkal veya marketlere gelip bizzat kendileri toplamaktadırlar.
Beklenir ki, bu iade malları değerlendiren bir sektör olsun. Ama yoktur. Vâdesi dolmuş olan malları, mesela hayvan yemi yapan fabrikalar alıp kullanmalıdır. Bildiğimiz kadarıyla, böyle bir sektör İstanbul’da veya İstanbul yakınlarında oluşmamıştır.
O halde, bu geri alınan mallar nerelere gitmektedir?
1) Kullanma tarihinin bitimine az kalmış olan mallar daha ucuz şekilde faturalanmaktadır. Dolayısıyla alanlar bu malları daha düşük fiyatla almakta ve yine düşük fiyatla hem de kayıt içinde satmaktadırlar. Bu durum aynı marka ürünlerde bile fiyat karışıklığına sebep olmaktadır. Büyük firmalar bile, kendi mallarının yarı fiyatla marketlerde satıldığını görünce kendi asıl fiyatlarını kabul ettirememektedirler.
2) Kullanma tarihi bitmekte olan mallar, piyasada bilinen yerlere götürülüp faturasız olarak satılmaktadır. Böylece “kayıt dışı çalışma”ya girilmiş bulunulmaktadır. Bizim tesbitlerimize göre bu piyasadaki işlemler kayıtlı ekonomiden daha fazladır. Faturasız mal satamayan marketlerin bundan rahatsız olmaları gerekirken, aksine memnundurlar! Bu durum bakkalların yaşamasına imkan vermektedir. Böylece büyük marketler kullanım vâdeleri kısalmış malların satışını sağlamaktadırlar.
3) Kullanma tarihi vâdesi yaklaşmış malların bir başka çözümü de, maalesef ambalajlarını yenileyip piyasaya uzatılmış tarihlerle sürmektir. Böylece verginin kaçırılması sağlanmaktadır. Çünkü kuru gıdalarda, hattâ dondurucuya alınan et veya sebzelerde, kullanma tarihini belirlemek tamamen keyfî bir rakamdır. İlmî veya yasal bir dayanağı yoktur. Sırf kayıt dışına kaymak ve vergi kaçırmak için işleyen bir mekanizmadır.
4) Nihayet, bu geri gelmiş mallar başka bir üretimde ham madde olarak da kullanılabilir. Elbette bunların tesbiti çok zordur veya imkânsızdır.
*
“Kayıtlı ekonomi” ülkeyi kurtarır
İstanbul’un imar durumuna bakıldığında, bu hiper-kentin dörtte üçü ruhsatsız inşaatlarla oluşmuştur. Sakat, çarpık, yanlış veya en azından eksik bir yapılaşma vardır. Bunun böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Aynı şekilde İstanbul’da ve ülkemizdeki tüm üretim, tüketim ve ticaret de “kayıt dışı” olarak faaliyettedir. Bu sektörlerin dörtte üçü maalesef kaçak olarak çalışmaktadır.
Bu hâliyle, dünyanın merkezi olan İstanbul, beş bin sene önceki Mezopotamya’dan çok daha ilkel şartlarda varlığını sürdüren bir hiper-kent durumundadır. Çünkü yapılan arkeolojik kazılar sonunda ulaşılan bulgulardan anlaşılıyor ki, o günlerde Sümer sitelerinde tabletlerde yazılan “ticari kayıtlar” vardır ve onlar beş bin yıl öncesinde “kayıtlı ekonomi” içinde bulunmaktadır. Oysa, 21. yüzyılda dünyanın merkezi olan İstanbul’da yaşayan bizler, “kayıt dışı ekonomi” ile hayatımızı idame ettirmek zorunda bırakılıyoruz!..
Hâlbuki biz iddia ediyoruz ki; İstanbul “kayıtlı ekonomi”ye geçse, dünyanın kalbi olur. Türkiye sadece İstanbul’daki ticaret kârı ile yaşayabilir.
Bu hâliyle ne fiyat istikrarı, ne kalite istikrarı, ne büyüme ve ne de ihracat imkanı ortaya çıkar. Hâlen tüm dünya da böyle mezbelelik hâlinde olduğundan, böylesi bir dünyada biz de yaşayabiliyoruz. Dünya temizlendiği gün İstanbul’un yerinde yeller eser. O günkü dünya düzeni bizim değil, onların eseri olabilir.
***
KDV’de çözüm nedir?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
15.03.2006
-Türkiye neden böyledir? -İstanbul neden böyledir? -Ekonomimiz neden böyledir?
-Ekonomiyle birlikte topyekün dinî, ilmî, siyasî ve sosyal durumumuz neden böyledir?
200 senedir, Batı’dan anlamadan kanunlar getiriliyor. Kimi zaman maksatlı olarak kötü ve yanlış olmak üzere, tercüme edilip yasama organlarından doğru dürüst okunmadan, araştırılmadan, tartışılmadan, sadece otomatiğe bağlanmışçasına ‘Kabul edenler/ Etmeyenler/ Kabul edildi!’ şeklinde parmak kaldırılarak geçirilmek suretiyle kanunlaştırılmaktadır. Bunu böyle yapanlar da yasama görevlerini gerçekleştirdiklerini zannetmektedir.
Son olarak, Kemal Derviş apar topar ABD’den gelip -veya getirtilip- Türkiye’ye sunulduktan sonra, her gece Meclis’ten geçirilen kanunları bir düşünün; 15 gecede 15 temel konuda geçirilen kanunlar!.. Dünyada başka bir yerde böylesi bir yasama rekoru olmuş mudur?!. Ne kadar komik, değil mi; 23 Nisan’da çocukların hükümetçilik oynaması gibi bir şey... Bu kanunların çoğunluğu veya tamamı bizim bünyemize uymamaktadır... Bizim reel ekonomimiz ve sosyal bünyemiz ile alakası bulunmamaktadır... Birçok kanunlar zaten Türkiye’nin yıkılması için özel olarak hazırlanmaktadır... Kemal Derviş bugünlerde yine ülkemize geldi ve olanlar oldu…
200 senedir, Batı dünyasından dayatılan bu kanunlar, Türkiye’yi dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal açıdan, işte bugün içinde bulunduğumuz bu hâle getirmiştir. Birer örnek vermek gerekirse; Diyanet, YÖK, KDV, SPK ve daha nicelerinin her biri, ‘hukuk ilmi’ ve ‘çağdaş yönetim ilkeleri’ açısından ele alındığında, pek çok yönden eksik, çarpık, dengesiz veya yanlış bulunacaktır.
*
KDV’de gerçek çözüm nedir?
Mesela, KDV dediğimiz uygulama “kayıtlı ekonomi”ye geçmek için bulunan bir husustur.
Vergi iadesi nedeniyle halk fiş alır, böylece ticari hayatımız kayıtlı ekonomiye geçer. Bu sayede fiyat karışıklığı ortadan kalkar. Ama gerçek durum böyle midir? Halk ve esnaf gerçekten KDV uygulamasını istendiği şekilde yapmakta mıdır? Yoksa, her alışverişte müşteri şu mukadder soru ile karşılaşmakta mıdır; “Fiş istiyor musun, istemiyor musun?” Fiş istiyorsan fiyat başka, istemiyorsan başkadır. Peki, bunun böyle olmadığını ispat edecek var mıdır? Yoktur; ama her ne hikmetse bu durum böyle gelmiş, böyle gider!..
Oysa; KDV %1 olmalıdır, vergi iadesi de %2 olmalıdır. Böylece halk %1 verip %2sini almak için fiş veya fatura ister. Bu sayede ülkedeki en basit ekonomik faaliyet bile kayıt altına alınmış olur. Maliyeciler bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Şimdi, tam tersine vergi iadesi %4, KDV %8 ise; bu durum halkın fatura ve fiş almasına mâni olur. Görülüyor ki, bugünkü uygulama şekliyle KDV maksadına aykırı etki yapmaktadır.
Evet, yapılacak iş açıktır: Önce KDV oranları % 1’e [evet, yüzde bire] indirilmeli; vergi iadesi ise %2 olarak tesbit edilmelidir. Mağazada alışveriş yapıldığında fişe kişinin vergi numarası da yazar kasada geçmelidir. Böylece kişilerin devre sonunda dört ayda bir yaptığı tüm harcamalardan doğan vergiler, başka bir beyannameye gerek kalmadan iade edilmektedir. Yazar kasası olmayanlardan alışveriş yapanlar bu imkandan mahrum olacağı için herkes yazar kasa kullanmak zorunda olacaktır.
*
KDV’de indirim çözüm oldu mu?
Devlet veya hükümet bu düzenlemeleri yapamamaktadır. Çünkü bunları düzeltmeye kalkışan hükümetler 28 Şubat gibi darbelerle veya siyasi oyunlarla düşürülmektedir. İstanbul ve Türkiye esnafı uyanıp organize olmak zorundadır. Şimdilik, göründüğü kadarıyla, başka çıkar yol yoktur. İş başa kalmıştır. Çare ve çözümler halk organizasyonu şeklinde ve “halk ekonomisi” esasları çerçevesinde üretilip uygulanmalıdır.
Çözüm olarak ısrarla hatırlatıp vurguladıklarımız yapılmayınca ne oluyor? İşte, Sn. Başbakan tekstilcilerle görüştü de ne oldu? Geçenlerde bir yazımın başlığında kullandığım şey oldu; dağ fare doğurdu!
Herkes hemfikir; tekstilde sadece KDV indirimi tek başına yeterli değil.
TGSD/ Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Aynur Bektaş, “Sadece KDV sektöre ilaç olamaz” dedi. Türkiye’nin rekabet gücünün daraldığını ve bunda en büyük etkenin istihdam üzerindeki maliyetler olduğunu dile getiren Bektaş, “Tabii ben çok üzüldüm. Sadece KDV sektöre ilaç olamaz, hazır giyim sektörüne ilaç olamaz, önceliğimiz istihdam üzerindeki maliyetlerdir.” dedi. İHKİB/ İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Süleyman Orakçıoğlu, rakipleriyle eşitlik istediklerini, dolayısıyla yapılan KDV indiriminin beklentilerini karşılamadığını bildirdi. Orakçıoğlu, tekstil, hazır giyim ve deri ürünlerinde KDV’nin yüzde 18’den 8’e düşürülmesiyle ilgili yaptığı açıklamada, beklentinin girdi maliyetleri üzerinde düzenleme yapılması olduğunu belirterek, söz konusu indirimin girdi maliyetleri üzerinde hiçbir olumlu etkisinin olmayacağını savundu. Orakçıoğlu, “Biz rakiplerimizle eşitlik istiyoruz. KDV indirimi beklentilerimizi karşılamıyor. İstihdam ve enerji maliyetlerindeki kamu yükünün azaltılmasıyla ilgili beklentimiz sürüyor. Bizim üzerimize kabus gibi çöken girdi maliyetleri konusunda bir iyileşme olmadı.” DSO/ Denizli Sanayi Odası Başkanı Müjdat Keçeci, KDV’nin 10 puan düşürülmesi tekstil sektörünün sorunlarının çözümüne bir katkısı olmayacağını ifade ederek, “Galiba Sayın Başbakan’a derdimizi anlatamadık!” dedi. Keçeci, beklentilerinin yüzde 78 değerlenen Türk Lirası ile ilgili bir düzenleme yapılması, istihdamda yüzde 43’ü bulan maliyetin düşürülmesi ve enerji fiyatında indirim yapılması olduğunu söyledi.
***
Muhterem İstanbul Tüccarları!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
16.03.2006
Pek Muhterem İstanbul Tüccarları!
Sizler dünyanın merkezinde, dünya tek devlet olsa, o devletin başkenti olmaya lâyık İstanbul’da ticaret yapmaktasınız. Dünyanın ticaretine sizin hakim olmanız gerekirken, sizler durmamacasına krizlerden krizlere sürükleniyorsunuz!..
Bunun tek sebebi vardır; “kayıt dışı ekonomi”.
Sizi ve tüm ulusumuzu “kayıt dışı”na zorlayan ana etken, Batı’dan anlamadan ve üzerinde düşünmeden aktarılan kanunlardır. Bu kanunlar ülkenin sorunlarını çözmemekte, aksine ülkenin sorunlarını daha da çözümsüz hâle getirmektedir.
Bu hastalık yalnız Türkiye’de olan bir hastalık değildir.
Bütün dünya gittikçe kayıt dışı ticarete doğru kaymaktadır.
Bu durum ülkemizde ve dünyada ekonomiyi çökertmektedir.
Biz bu hususu 1960’larda görmüş ve 1967 yılında İzmir’de gayesi “Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadî ve içtimaî dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.” olan, AKEVLER Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk.
Ana hedefimiz; halkımızı, üreticilerimizi, tüketicilerimizi ve tüccarlarımızı “kayıtlı ekonomi”ye geçirmek, böylece ülkemize hizmet etmektir.
Kırk yıldır çare ve çözümler üretmek için çalışıyoruz…
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” diye bilinen proje, işte bu çalışmaların mahsulüdür.
*
Pek Muhterem İstanbul Tüccarları!
Biz bu çalışmalarımızı sadece devletimizin gelirlerini artırmak amacıyla değil, aynı zamanda millî hâsılayı yani halkımızın varlıklarını artırmak amacıyla yapıyoruz. Millî hâsıladaki artış demek, halkın gelir ve giderinde artış demektir. Küçük esnafımızın da çok iş yapması demektir. Bu aynı zamanda orta, büyük ve uluslararası sermayenin daha çok kazanması demektir. Elbette, bu arada devletin gelirleri de o nisbette artacaktır.
Bizim önerdiğimiz sistemde, devletin yüzde payı düşecek, ama bu yeni durum ekonominin kayıt dışına çıkmasını önleyeceği için devletin gelirleri kat kat artacaktır.
Çalışma ilkelerimiz şöyle olmalıdır: 1) Satışın %4ü kira olarak ‘bina’ya, 2) Satışın %4ü emek sahiplerine yani ‘çalışanlar’a, 3) Satışın %2si muhasebe ve hukuki savunma gibi ‘genel hizmetler’e, 4) Ayrıca; satışın %2si (tüccar getirmiyorsa) ‘nakliye’ye verilmektedir.
Dikkat edilirse, sistemimizde ‘sabit kira’ veya ‘sabit ücret’ yoktur. Hiç kimseye kazanmadan bir şey verilmemektedir. Dolayısıyla sabit masraflarınız asgariye indirilmiştir.
O halde, böyle bir işletme her türlü krizlere dayanıklı hâle getirilmektedir.
Raflarda ve depolarda bulunan mallar ile kasada ve bankada bulunun nakit “günlük sermaye”yi oluşturmaktadır. O gün satılan mallara yukarıdaki %10 veya %12den ayrı olarak, %5 konmaktadır. Bu gelir de “Günlük Sermaye Payı”nı teşkil etmektedir. Günlük sermaye payı, günlük sermayeye bölündüğünde, birim sermayenin günlük payı çıkmaktadır.
MÜŞTERİLERE günlük paydan ortağa düşen miktar kadar tenzilat yapılmaktadır. Mallarını satanların ise fiyatlarından indirim yapılmaktadır. Böylece bekleyen mal ucuzlayıp satılmaktadır.
HALK aldığı maaşlarının büyük kısmını ay başında getirip işletmenize yatırmaktadır. Market bu parayı konsinye mal temin etmek şartıyla “Satın Alıcı Tüccarlar”ına vermektedir. Satın Alıcı Tüccarlar, satıcı tüccarlara teminat olarak bu meblağı bölüştürmektedir. Onlar da üretici işyerlerine ön ödeme yapmaktadır. Halk kendi aylığını kooperatifi aracılığı ile aracılara ve üreticilere “faizsiz kredi” olarak ulaştırmaktadır.
Bu sistem parayı değil malı artırarak ticareti gerçekleştirmektedir.
Dış borçların, iç borçların ve faiz kıskacının altındaki ekonomik krizler ortadan kalkmaktadır.
*
Pek Muhterem Büyük Sermayeye Ulaşmış Firma Sahipleri!
Bugünkü rahatlığın sürüp gideceğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Her yazın kışı, her gündüzün gecesi, her aydınlığın karanlığı vardır.
Gelin, birlikte tedarikli olalım. Önerilerimize karşı sağır, kör ve dilsiz olmayalım.
Sizlerden fazla bir şey istemiyoruz. Bu sistem üzere kuracağınız kendi işletmenize, gösterilen mekânda mallarınızı koyun, levhanız asılsın, alış-veriş gerçekleşsin.
Tezgahtarlar sizin mallarınızı sattıkça, karşılığını hemen o gün işletme, şirket, market veya kooperatif veznesine yatırsın, siz de derhal çekin. Reyonunuz yeter satış yapmadığı takdirde siz de malınızı geri çekebilirsiniz, biz de anlaşmamızı sona erdirir, teminat bedelini almış oluruz.
Biz kırk yıldır çalışıyoruz; sizlerle de bu konuda bilimsel tartışma ve uygulamalar yapabiliriz.
Hürmet ve muhabbetlerimizle…
***
“Adalet mülkün temelidir” - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.03.2006
Geçen akşam, hepinizin eskiden “Kim Beşyüz Milyar İster?” diye bildiği, YTL ortaya çıktıktan sonra “Kim Beşyüz Bin İster?” diye sunulan programı izliyoruz. Kenan Işık’ın karşısında onuncu soruyu da geçmiş üniversite mezunu bir genç yarışıyor. “Adalet mülkün temelidir” sorusunda, “MÜLK” kelimesinin karşılığının ne olduğu soruluyor. Dört seçenek arasında “DEVLET” ile birlikte “MAL” kelimesi de var. Yarışan genç cevaben “mal” diyor ama, son anda telefon jokerini kullanmaya ve edebiyat öğretmenini aramaya karar veriyor.
Edebiyat öğretmeni, biraz tereddüt ettikten sonra Allah’tan ısrarla “DEVLET” diyor. Yarışan gencimiz yine tereddütlerden sonra, edebiyat öğretmenini mahcup etmemek için “devlet” diyor ve doğru cevabı veriyor.
Evet; “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR.”
Üniversite mezunu gencimiz, bunun böyle olduğunu bilmiyor, bilemiyor...
Gencimizin edebiyat öğretmeni de, tereddütlerden sonra doğru cevabı verebiliyor...
Öğretmen mütereddit, üniversite mezunu genç bilgisiz olursa, sonuç ne olur? İşte bugünkü Türkiye olur.
“ADALET”i devlet yönetiminde uygulamayı bir kenara bırakınız; artık, devleti yönetim temelinin “ADALET” olduğu bilgisi bile ortadan kalkıyor. Kalkınca ne oluyor? İşte bugünkü AKP Hükümeti oluyor!
Neden? Çünkü, daha dün denecek kadar kısa zaman önce “Millî Görüş” ve “Adil Düzen” diyenler, şimdi değiştiklerini ve o gömlekleri çıkardıklarını söylüyorlar. Her ne kadar isimlerinde “Adalet ve Kalkınma” kelimeleri olsa bile, aynen o üniversite mezunu genç gibiler. O zavallılar, kırk yıldır söylenegelen “Millî Görüş” ve “Adil Düzen” kavramlarını anlayamamış olacaklar ki, evden kaçtıktan sonra yaptıkları ilk iş, geçmişlerini inkâr etmek oldu. Bu arada “Muhafazakâr Demokrat” olduklarını söylemezler mi?!. Hayret doğrusu! “İnkârcılık” ile “muhafazakârlık” bir arada nasıl bağdaşıyor, hâlâ anlayamadık gitti…
“Millî Görüş” ve “Adil Düzen” gömlekleri gidince, AB, ABD, Dünya Bankası, IMF yani “çağdaş faizli zalim düzen” adına benimsenecek ne kadar kurum ve kuruluş varsa, hepsinin amansız takipçisi, muhafızı, yardakçısı ve uygulayıcısı oldular… Ne diyelim?.. Allah ıslah etsin…
Tevbe kapısı herkes gibi onlar için de ardına kadar açık, bekliyor; Allah nasuh tevbeler nasip etsin.
*
Türkiye komadadır…
İnsanlık bundan 5000 yıl önce “kır” yaşayışından “kent” yaşayışına geçmeye başladı.
İlk defa Sümerler döneminde Hazreti Nuh tarafından “şeriat düzeni” getirildi. Şeriat demek, “hukuk” demek, yani yazılı kuralları ve kanunları olan, bu kanunlara göre yargılama kurumları oluşturan, bu yargı kararlarını uygulayan kolluk kuvvetleri bulunan topluluk demektir. Hazreti Nuh aleyhisselâmdan sonra Tevrat ile İbranilerde anayasal bir sistem oluştu. Bu sistem sonra Roma’da “Roma Hukuku” olarak gelişti. Kur’an sayesinde İslâmiyet’te “Fıkıh Usûlü” ve “Fıkıh” olarak en yüksek seviyeye ulaştı.
Avrupa’da “büyük sanayi inkılâbı” oldu ve mevcut genel sistem ve hukuk ihtiyaçlara cevap vermez oldu. Yeni arayışlara girildi. Avrupa’da ‘ekseriyet demokrasisi’ ile sorunların çözüleceği sanıldı. İki asırlık denemeler gösterdi ki, ‘ekseriyet sistemi’ ile sorunlar çözülemiyor...
Türkiye’de ise ‘adalet sorunu’ artık patlak vermek üzeredir. Beş bin senelik demode hukuk anlayışı artık çağımızın sorunlarını çözmüyor, çözemiyor. Ekseriyet aldatmacası da bu sorunları zaten çözemez.
Hemen her vesile ile vurguladığımız, bugün tekrar hatırlatacağımız çok önemli bir mesele vardır: Türkiye komadadır. Ülkemizin dört temel arızası ve marazı vardır. Türkiye acilen yoğun bakıma alınıp “tedavi” edilmelidir. Böyle değildir diyen çıkmıyor, çıkamıyor... Ama maalesef biri de bize katılıp getirdiğimiz “çare ve çözümleri” gündemine alıp değerlendirmiyor. Kur’an’ın dediği gibi; sağır, kör ve dilsiz bir topluluk. Ne yapalım, Kur’an yanlış bir şey söyleyecek değil ya. Temel sorunlarımızı tekrar hatırlayalım.
1) Sorunların birincisi İŞSİZLİKtir. “Çalışana kredi” ile bu sorun kolayca giderilir.
2) Diğer sorun DIŞ BORÇtur. Faizli borç “faizsiz ortaklığa” çevrilerek sorun giderilir.
3) Üçüncü sorun MİLLÎ BASINın olmayışıdır. “Basın kooperatifleri” ile bu sorun giderilir.
4) Dördüncü sorun ise YARGIdır. “Hakemlik sistemi” ile bu adalet sorunu da giderilir.
*
Sorun kişilerde değil, sistemdedir
Bu hafta, Şemdinli Olayları dolayısıyla “yargı”dan yani “mülkün/ yönetimin/ devletin temel esası” olan “adalet”ten söz edeceğiz. Savcının Yaşar Büyükanıt Paşa’yı itham etmesi hoş bir olay değildir. Ama savcıyı suçlamak da mümkün değildir. O halde ülkede çözülmemiş çok önemli bir sorun var demektir.
Sorun kişilerde değil, sistemdedir. Mevcut mevzuat sorunları çözmüyorsa/ çözemiyorsa, yetkililer mevzuat dışına çıkarak sorunları çözmek zorundadırlar. Hele askerler için bu bir vecibedir. Ama savcı da mevzuatın bekçisidir. Mevzuat dışına çıkan yetkili aleyhine dava açmak durumundadır.
Devleti koma merhalesine getiren işte bu çıkmaz durumdur. Hayat çelişkileri kabul etmez. Çelişkiler içine düşeni doğal kanunlar ayıklar. Biz durmadan çare ve çözümleri yazıyoruz. İleride bu yazdıklarımızı görenler olursa; söylenmiş, yazılmış, ama kulak verilmemiş diye okuyacak ve ibret alacaklardır…
Yarın ‘çare ve çözümler’ üzerinde duracağız, inşaallah…
***
“Adalet mülkün temelidir” - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.03.2006
Atalarımız “Adalet mülkün/ yönetimin/ devletin temelidir” demişler. Biz de aynen onlar gibi düşünüyor, yine onlar gibi “ilim ve akıl için yol birdir” diyoruz. Böyle dedikten sonra, dün de hatırlattığımız üzere, bugün -istifade edilmesi duâ ve dileklerimizle- ‘çare ve çözümler’ üzerinde duruyoruz…
Yargının yani adalet mekanizmasının sağlıklı olması için dört temel özelliğinin olması gerekir.
1) YARGI BAĞIMSIZ OLMALIDIR.
Yargının üstünde kendisinden üstün ona etki edecek bir güç olmamalıdır. Bugün öyle midir? Hâkimler merkezden atanmaktadır. Terfileri merkezden yapılmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi verdikleri kararlar Yargıtay tarafından bozulabilmektedir. Buna göre terfilerinde duraklama olmaktadır. Bunun dışında, sömürü sermayenin kıskacında olan basın da her zaman yargıya saldırabilmektedir. 28 Şubat döneminde olduğu gibi zaman zaman komutanlar çağırıp kendilerini alkışlatabilmektedir. Hakime bir saldırı olursa onu koruyan hiçbir güvence yoktur. Buna ‘bağımsızlık’ deniyorsa, bir diyeceğimiz yoktur.
Tek çözüm “Hakemlik Sistemi”dir. Eğer kamu davaları dahil bütün davalarda hakimler “hakem” olarak taraflarca seçilirse, “baş hakem” de seçilen hakemlerce seçilirse, o zaman bağımsız yargı oluşacaktır. Bir şartla, Yargıtay denetimi de olmayacaktır. Hakemler yine hakemler tarafından denetlenecektir. Hakemlerin kararları infaz edilecek, mağdur olan varsa hakemlerin dayanışma ortakları ödeyecektir. Dayanışma ortağı olmayan kimse hakemlik yapamayacaktır. Yargı atanmış savcılar tarafından da baskı altındadır. Hâkimin yanında oturan savcı hâkimin elini kolunu bağlamaktadır. Savcının olduğu bir düzende yargı bağımsız olamaz. Çünkü yargı kararlarını uygulayacak olan devlettir. Devlet de hâkimin yanında hâkime dikte ettirmektedir.
2) YARGI YANSIZ OLMALIDIR.
Yargı yani yargıç taraflardan birini tutmamalıdır. Bugün bu mümkün değildir. Önce savcının tarafını tutmak zorundadır. Çünkü onunla eşit durumdadır. Sonra paralı avukatlar vardır, zorba avukatlar vardır. Onların duruşmalarda imtiyazları var. Parası olan düdüğünü çalmaktadır. Savcı zaten imtiyazlıdır. Bu durumda tarafsızlık nasıl sağlanacaktır? Terazi iki tarafı da eşit tartmadan nasıl tarafsız ve yansız olunacaktır?
Çözüm ancak “hakemler” ile sağlanır. Önce hakemleri taraflar seçer. Maaşlarını devlet eşit şartlar içinde öder. Vatandaş vergiyi bunun için ödemektedir. Mahkeme şirket değildir ki “harç” alsın. Mahkeme zenginlerin halkı ezme aracı değildir ki “avukatlık” meşru olsun. Devlet de ancak bir hakemi ile davada taraf olacaktır. Hakemler başhakemi seçeceklerdir. Tarafsızlık asıldır. Ama tarafgirlik yaparsa onun aleyhine de hakemlere gidilmektedir. Yansızlık böyle sağlanabilir. Savcının olduğu, avukatın olduğu, atanmış hâkimin bulunduğu yerde tarafsızlık söz konusu olamaz. Çağımızda her sorun demokrasi ile çözülmektedir. Kamuyu atanmış bir memur temsil edemez. Kamuyu ancak seçilmişler temsil edebilir. %5’ten fazla oy almış olan siyasi partiler kamu adına dava açma yetkisine sahip olacaklardır. Partiler kamu adına hakem seçer ve dava açabilirler. Siyasi partiler karşısında onları dengeleyen siyasi partiler vardır. Dolayısıyla yargının tarafsızlığı sağlanabilmektedir. Şimdiki gibi savcıyı bağımsız yaparsanız, devlet içinde devlet doğar. Bakanlığın denetimine koyarsanız, bu sefer de onun emrine girip siyasi baskı içinde olur. Türkiye’de başsavcı yetkisiz davalar açarak iktidarları devirmiştir. Refah Partisi aleyhine bir savcı değil de, bir parti dava açsaydı denge sağlanmış olurdu.
3) YARGI SAYGIN OLMALIDIR.
Sokakta yürüyen bir insan korkmayacak, “benim arkamda adil yargı var” diyecektir. Yine bu insan adil yargıdan dolayı suç işlemekten korkacaktır. Yargının verdiği kararın adil olduğuna mahkum inanmasa bile, çevre hak etti de mahkum oldu diyecektir.
Burada da çözüm ancak “adil hakemler” sayesinde mümkündür. Hakemlik yapabilmeleri için hakemlerin tezkiye edilmeleri gerekir. Halkın saygı duyduğu kurumlar hakemleri tezkiye etmelidir. Bu kurumlar da dinî kurumlar olabilir. Dinî kurumları yıpratırsak, onların tezkiye ettikleri hakemler de yıpranır ve böylece yargı saygınlığını kaybeder. Soruşturmanın da saygın olması gerekir. Soruşturmacıların kanaatleri toplulukça muteber sayılmalıdır. İşkence ile söyletme yerine, adil soruşturmacıların kanaatleri idamlık kararlar için bile geçerli olmalıdır. Kişinin kendisini güvencede hissedebilmesi için diyet ve kasame sistemleri getirilmelidir. Yani, faili meçhul cinayetlerde topluluk ağır diyet ödemelidir.
4) YARGI ETKİN OLMALIDIR.
Sokakta yürüyen adam ‘ben suç işlersem adil yargı yakamdan yapışır’ diye korkmalıdır. Kesin olmayan fiillerden dolayı kimse cezalandırılmamalıdır. Ama kesin olarak sabit olan suçlarda merhametsizce ceza verilmelidir. Aksi halde merhametten maraz doğar. Hırsızlığı meslek edindiği kesin olarak sabit olan kimsenin kolu kesilmelidir. Suçlar az olmalıdır. Suç işleyenler kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığına emin olmalıdır. Davalar çok kısa zamanda sonuçlanmalı, bir haftayı geçmemelidir. Burada da çözüm ancak “hakemlik sistemi” ile mümkündür. Bir hakem iki davaya birden bakmamalı, hakemlik kazanç aracı olmamalıdır.
Sermayenin hâkim olduğu devletlerde avukatlık sermayeyi güçlü kılmak amacıyla geliştirilmiştir. Günümüzde artık demokrasi gelmiştir. Demokrasi, devlet halkın huzur ve refahını sağlasın diye vardır. Artık hâkimlik, savcılık ve avukatlık sistemleri tarih olmak zorundadır. Demokraside hâkim olan seçilmiş siyasi partilerdir. Adil yargı ise “hakemler”den oluşur. Er veya geç tüm müesseselere demokrasi hâkim olacaktır.
***
“Hukuk Kooperatifi” kurmalıyız
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
24.03.2006
Günümüz dünyasında oluşmuş çeteler vardır. Araba park yerleri bile çetelerin elindedir… Pazar yerleri çetelerin elindedir... Yollar çetelerin elindedir... Semt mafyaları, rüşvet mafyaları, gizli istihbarat mafyaları, terör mafyaları da aynı şekilde kol gezmektedir... Bu arada “hukuk mafyaları” da vardır…
Bunlar şebeke hâlindedir. Önce suç işletmekte, sonra şantaj yapıp size istediklerini yaptırmaktadırlar. Yapmazsanız, ihbar şebekeleriyle, basın yoluyla, bol ücretli avukatlarıyla size saldırmaktadırlar.
Bunlar birçok bürokratı da pençeleri altına almışlardır. En yüksek devlet görevlileri bile bunların şerrinden kurtulamıyorlar. Kendilerinde bir şey bulamazlarsa, yakınlarında bulmaktadırlar. Bu hastalık, kanser gibi topluluğa musallat olmuş bir hastalıktır. Halk olarak bu hastalığa çare bulmak zorundayız.
*
Davalara “hakemler” bakmalıdır
“Adil Düzen”de bugün uygulanan şekliyle avukatlık yoktur. Ancak, Kur’an’da düşmana kendi silahı ile mukabelede bulunun denmektedir. Öyleyse biz de savunmamızı avukatlar yoluyla yapmak zorundayız.
İstanbul esnafı “Avukatlık/ Hukuk Bürosu”nu kurmalıdır.
100 (yüz) kadar avukat burada istihdam edilmelidir.
Önce, bu avukatlara birer değerli ev verilmelidir. Yirmi yıl hizmet etmek şartı ile bu ev avukatın kendisine kalmalıdır. Daha önce bürodan ayrılırsa ev elinden alınmalıdır. İkincisi, bunlara iki - üç bin YTL gibi vasat gelirin üstünde aylık gelir temin edilmelidir. Bunların işi özel davalara bakmaktan ziyade, “kamu davalarına bakmak” olmalıdır. Bu avukatlar bundan başka ücretle avukatlık yapmamalıdırlar.
Evet, bu avukatlar kamu davalarından başka dava almamalıdırlar.
Mevcut avukatlar savunma yaparken hâkimleri kızdırmamak için savunmayı eksik yapmaktadırlar. Ayrıca, her şeyi açıkça savunan avukatların üzerine bir kısım basın yürür ve susturabilir. Bu bürodaki avukatlar ise bunun cihadını veren cesur kimseler olmalıdır. Hukuku hukuk için savunmalıdırlar.
Bunlar iki çeşit davalara girmelidirler. Biri, başörtüsü gibi kamuyu ilgilendiren davalara girmelidirler. Diğeri, Refah Partisi’nin kapatılması veya Yaşar Büyükanıt Paşa gibi siyasi saldırıya uğrayan kimseleri savunmalıdırlar. Mesela, bunu yapan savcıyı şikayet edip aleyhine ceza davasının açılmasına çaba göstermelidirler. Bunu Yaşar Büyükanıt Paşa için değil, ordu ve devlet için yapmalıdırlar. Çünkü onlar bulundukları mevkide kendilerini savunacak durumda değildirler.
Bu avukatların ikinci savunacakları şey şu olacaktır. Davalar önce “hakemler” tarafından görülmelidir. Hakem kararlarına uymayan olursa onlar aleyhine bu avukatlar karşılıksız dava açmalıdırlar. Böylece avukatlara karşı kendimiz savunma imkânını bulmuş olacağız. Yoksa avukat doğal olarak kimin parası varsa onu savunacak, kim güçlü ise onun fahri avukatlığını yapacaktır. Bu arada biz de halk olarak ezileceğiz…
Bu avukatlık bürosuna başka sebeplerle de ihtiyaç vardır.
*
“Hukuk Savunma Kooperatifi” kurmalıyız.
Tarih boyunca gelişmiş bir “hukuk ilmi” vardır. Bu bir ilimdir. Fizik gibi, kimya gibi ilimdir. İbranilerden sonra bu ilim Roma’da “Roma Hukuku” olarak gelişmiştir. Ama bunun modern ilim anlayışı içinde tedvini medreselerde yapılmıştır. “Fıkıh Usûlü” diye modern ilimler seviyesinde bir ilim oluşmuştur.
Bugünkü hukuk fakülteleri hukuk değil, kanun öğretmektedirler. Hâkimler, avukatlar, hukuk profesörleri hukuk ilminden habersizdirler. Bu durum sadece bizde değil, Batı’da da böyledir. Bu yüz avukat savunmalarını yaparken hukuk ilmine göre yapacaklardır. Hukuk ilmini öğrenecek ve geliştireceklerdir…
İlmin bir özelliği vardır. Bir defa ortaya koyup ispat ettiniz mi onu kimse inkâr edemez, aksini de yapamaz. O halde bu avukatlık veya hukuk bürosunun görevi dünyaya hukuk ilmini öğretmek olacaktır.
Mesela, hukuk ilminin temel bir kuralını söyleyelim; savunması alınmayan kimse mahkûm edilemez. Gıyabi karar alınsa bile, icradan önce savunması mutlaka alınmalıdır. Oysa, Anayasa Mahkemesi savunması alınmayan milletvekillerini mahkum edip milletvekilliğinden ıskat etti! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile bunu tasdik etti! Demek ki, insanlık hukuk ilminden bîhaberdir, cahildir. Hiçbir savunma da bunu hatırlatmadı.
Bizim hukuk büromuz bütün gafillere hukuk ilmini öğretmek zorundadır.
Bu görev aynı zamanda insanlık için yapılması gereken tebliğ görevidir.
İstanbul’da bir “HUKUK SAVUNMA KOOPERATİFİ” kurmalıyız.
İstanbul esnafını, küçük ve orta ölçekli esnafı dolaşıp onların bu kooperatife üye olmalarını isteyeceğiz. Katkıları varlıklarına göre olmalıdır. Kendi beyanlarını esas almalıyız. Ama sonra yalan beyanda bulunmuş ise onu hukuk savunma kooperatifinden uzaklaştırmalıyız. Onların katkıları ile “gelirlik vakıflar” oluşturmalıyız. Avukatları bu gelirlerle finanse etmeliyiz…
Şimdi İstanbul’dan avukatlar bekliyoruz; “Ben bu işte varım!” diyen avukatlar...
Yahut esnaflar bekliyoruz; “Ben varım ve bir avukatı finanse ediyorum!” diyen esnaflar...
Bir gün Allah birilerine ilham edecek ve gelmesi gerekenler gelecek, olması gerekenler olacaktır...
Önerilerimizin dikkate alınıp gerçekleştirilmesi duâ ve dileklerimizle…
***
“Başkan değişse de değişmese de,
asıl [MB] başkan[ı] IMF olur” - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.03.2006
Bugünkü yazıma minik bir haber ile başlamak istiyorum. Neden?
Nedenini, haberi okuduktan sonra anlayacaksınız. Minik haber şöyle:
“Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden biri olan Zaman (gazetesi), iktidar partisi yöneticilerinin de tercihi oldu. AK Parti’nin yaptırdığı ankete göre, il ve ilçe yönetimlerinde görev alan partililer gündemi Zaman’dan takip ediyorlar. AK Parti Genel Merkezi, teşkilat yönetiminin sosyal ve kültürel eğilimleri ile siyasi kökenlerinin belirlemeye yönelik bir anket yaptı. Bu alanda ilk kez yapılan ankette il ve ilçe başkanları ile yönetim kurulu üyesi 10 bini aşkın insana sorulan sorulardan birisi de “hangi gazeteleri okudukları”na ilişkindi. İktidar partisinin omurgasını teşkil eden teşkilat yöneticilerinin bu soruya verdikleri cevaplarda ilk sırayı Zaman gazetesi aldı. Zaman’ı sırasıyla Yeni Şafak, Hürriyet, Sabah ve Milliyet takip etti…” (Zaman, 21.03.2006)
İktidardaki partiler malum olduğu üzere hep kendi iktidar istikrarları adına her şeye ‘pembe gözlükler’ ile bakan ‘yandaş basın’ isterler ve hep onları tercih ederler. Neden?
Yukarıdaki haberden sadece bir gün önce, genellikle ekonomiye ‘pembe gözlüklerle bakan’ Zaman gazetesi ekonomi yazarı M. Ali Yıldırımtürk, bugünlerde gündemden düşmeyen Merkez Bankası Başkanı konusunda, “Esnaf çocuğu ‘Merkez’in başkanı olamaz mı?” başlıklı yazısında, bakınız neler yazmış:
“Demokrasiyle yönetilen ülkelerde; devlet kurumları kalıcı, yöneticiler değişkendir. Önemli olan, görev süresi dolan kişinin taşıdığı bayrağın, kendisinden sonra daha ileriye götürebilecek birine devredilmesidir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) özerk yapıya kavuşturulduktan sonra, ekonomide ve para piyasalarında önemli görevleri yerine getirdi. 25 yıldır kronikleşen yüksek enflasyonun tek haneye indirilmesi, dövizde uygulanmakta olan ve dünyada kabul görmüş dalgalı kur rejimiyle döviz fiyatlarındaki istikrarlı seyir, geçen hafta görevi dolan Süreyya Serdengeçti ve ekibinin başarılarıyla sağlandı…” (Zaman, 20.03.2006)
AKP’lilerin en çok okuduğu Zaman gazetesinin ekonomi yazarına göre, sabık Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti ve ekibi başarılıymış!.. Ama Zaman ekonomi yazarı başarı olarak ‘enflasyonun düşürülmesi’ ile ‘dalgalı kur rejimi’ dışında bir başarı yazamamış. Sadece bunlar ‘başarılı’ olmaya yetiyorsa, ‘pes doğrusu’ demek dışında şimdilik söyleyecek başka şey yok!..
Efendim, vatandaşın başta ekonomik konular olmak üzere genel olarak çektiklerinin ne önemi var?!.
Allah’tan gerçekleri görüp doğru düşünen ve yazanlar da var.
*
MB başkanı IMF olur!
Bugünkü yazımın başlığı, Bugün gazetesi ekonomi yazarı Can Aksın’ın 14.03.2006 tarihli yazısının başlığının aynısıdır. Can Aksın, Zaman gazetesi ekonomi yazarı M. Ali Yıldırımtürk gibi ‘pembe gözlüklerle’ bakıp düşünmüyor. Sabık TCMB Başkanı Süreyya Serdengeçti’yi de -aynen bizim gibi- hiç de başarılı bulmuyor ve “Başkan değişse de değişmese de, asıl başkan IMF olur” başlıklı yazısında bakınız neler diyor:
“Bana göre Süreyya Serdengeçti ne Merkez Bankası başkanı olarak, ne de daha önce başkan yardımcısı olarak, başarılı değildi. Kendisi “para piyasalarından sorumlu başkan yardımcısı” olduğu dönemlerde, Türkiye iki büyük “ekonomik kriz” geçirdi. Bunlardan biri 2000 Kasım ayı “likidite” krizi, ikincisi ve en önemlisi de 19 Şubat (2001) Krizi idi. Krizler bazıları için aynı zamanda “fırsat” özelliği de taşırlar ya, bizim ekonomik krizler de Serdengeçti için, “fırsat” oldu ve kendisini “başkan koltuğuna” taşıdı.
Enflasyon “tek haneli” rakamlara indi ama bu “inişin bedeli” gelecek kuşakların üzerinde bir “yük” olarak duruyor. Enflasyonu düşürmek için “sıkı para politikası” uygulayan Merkez Bankası’nın en büyük silahı “düşük kur-yüksek faiz” oldu. 2005’te TEFE yüzde 2.6’ya, TÜFE yüzde 7.7’ye düştü ama bu politika, döviz gelirleri ile giderleri arasındaki uçurumu iyice açtı. Cari açık, tarihte görülmemiş bir yüksekliğe çıktı, 22.9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Ayrıca, enflasyonun düşmesine rağmen faizler de beklenen düşüş tam olarak gerçekleşemedi. Yani faizler yüzde 14 olarak enflasyonun çok üzerinde seyretti. Böyle olunca da kur 1.3 YTL seviyelerinden yükselemedi.
Bana göre Süreyya Serdengeçti’nin en büyük özelliği, kendisini Merkez Bankası başkanından çok, “IMF’nin bir temsilcisi” olarak görmesiydi. Bunda belki de haklıydı. Politikacıların, “tavizsiz uygulanması” gereken IMF programında “delikler” açmasının, ülke ekonomisine “ağır zararlar” vereceğini bilen Serdengeçti, her “Hükümet - IMF çekişmesinde” IMF’nin yanında yer aldı…” (Bugün, 14.03.2006)
*
Bir kör geçti, bir kör daha…
Arif Nihat Asya’nın “Bir kör geçti, bir kör daha, bir kör daha…” şeklinde bir şiiri vardı. 1940’larda bir öğretmen ortaokul öğrencilerine okumuş ve “Şimdi siz bunu anlayamazsınız!” demişti.
Bu şiiri şimdi Merkez Bankası Başkanı değişince anladık. Bir farkla. Gelen ve giden başkanlar kör değildir ama gözleri IMF tarafından bağlanmış ve ağızları bantlanmıştır. İktidarların gözleri bağlı olduğu için göremeyen bir başkanı kapıya kadar uğurluyor, diğerini vekil olarak da olsa makama oturtuyor!..
***
“Başkan değişse de değişmese de,
asıl [MB] başkan[ı] IMF olur” - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
29.03.2006
Oysa, Merkez Bankası’nın görevleri vardır, olmalıdır. MB’nın bu görevler nelerdir?
1) Merkez Bankası’nın birinci görevi, ülkedeki işsizliği enflasyona sebebiyet vermeden ortadan kaldırmaktır. Bunun için bankanın yapması gereken şudur: İşsizlik artarsa piyasaya para sürmelidir, enflasyon olursa çekmelidir.
Merkez Bankası’nın bunu yapmak için elinde araçlar vardır.
a) Merkez bankası mevduat faizini yüksek, kredi faizini düşük tutarsa piyasaya para sürer, aksini yaparsa çeker.
b) Merkez Bankası’nın bankalara uyguladığı mevduat reeskontları düşük tutarsa parayı sürer, yükseltirse çeker.
c) Alacaklarını çoğaltır, borçlarını azaltırsa piyasaya para sürer, aksini yaparsa piyasadan para çeker.
d) Yatırım kredilerini artırırsa parayı piyasaya sürer, azaltırsa piyasadan çeker.
e) Hazineye faizsiz borç verir; artırırsa parayı piyasaya sürer, azaltırsa piyasadan parayı çeker. Bu araçları kullanarak parayı o miktarda piyasaya sürer ki, işsizlik ortadan kalkar ama enflasyon olmaz.
Şimdi gözler, dikkatler, değerlendirmeler ve yorumlar, sabık -ve de kimilerince başarılı- TCMB/ Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’dedir.
TCMB Başkanı işsizliği artırdı ve enflasyon da devam etmektedir.
Bu nasıl bir başarıdır ki, işsizlik ve enflasyon devam ediyor? Birileri çıksın da bize de izah etsin…
2) Merkez Bankası’nın ikinci görevi, ülkedeki açlığı işsizliğe sebebiyet vermeden ortadan kaldırmaktır.
Kredileri sadece “çalışanlara” verirseniz üretim çoğalır, çalışanlar refah içinde yüzerler, çalışmayanlar yokluk çekerler. Buna karşılık eğer kredileri “tüketicilere” yani halka verirseniz, bu sefer de halk mevcut stokları tüketir, kimse çalışmaz, ekonomik kriz olur.
Merkez Bankası’nın bunu yapmak için elinde imkânlar vardır.
a) Eğer ülkede stoklar fazla piyasa bulamıyor yani mallar satılamıyorsa, halka “tüketim kredisi” verirsiniz, stoklar erir, ekonomi krizden çıkar. Eğer stoklar erimiş, halk mal bulamıyor, alamıyor, pahalılık varsa, bu sefer “üreticiye kredi” verirsiniz, üretim artar, stoklar oluşur. Demek ki Merkez Bankası “iyi ve dengeli kredi politikası” uygulayarak ülkede ne pazar sorunu ne de mal bulamama sorunu bırakır.
b) Yatırım kredilerini çoğaltırsanız üretim olmaz, pahalılık olur. Tüketim kredilerini çoğaltırsanız elinizde mal olur, ama para olmaz, ucuzluk olur, işsizlik olur. Demek ki tüketim ve yatırım kredisini dengede tutarsanız ne işsizlik olur, ne de pahalılık olur.
-Giden Merkez Bankası Başkanı ülkede açlık ve işsizlik sorununu mu çözdü?..
-Sanki giden başarılı para politikası uyguladı da, gelen de uygulamaya devam ediyor?..
3) Merkez Bankası’nın başka bir işi de, paranın kısa devre yapmaması yani üretim dışı dolaşmamasıdır.
İktisatçı Keynes bunu ‘nakıs istihdamda denge’ ile açıklamıştır. Türkiye’de bir taraftan işsizlik ve açlık ayyuka çıkarken, diğer taraftan borsa tavana vuruyor! Yani, reel ekonomi yerinde sayıyor, ama finans ekonomisi hopluyor! Merkez Bankası’nın görevi reel ekonomi ile finans ekonomisi arasında paralellik kurmaktır. Yani, üretim arttığında borsa yükselmeli, üretim düştüğünde borsa düşmelidir. Merkez Bankası Başkanı bu sorunu mu çözmüştür de başarılı olmuştur? Yeni gelen de onu izleyerek madalya alacaktır…
Bunu başarmak için Merkez Bankası’nın elinde kozlar vardır.
a) Faizi sıfırlarsınız ve negatif hâle getirirsiniz. O zaman para kısa devre dolaşmaktan vazgeçer. Faizi yasaklayarak düşürmezsiniz, Merkez Bankası krediyi faizsiz olarak verir, devlet alacaklarına faiz uygulanmaz. Devlet kendi parasını zaten istediği kadar basıyor. Halktan faiz almaya ihtiyacı yoktur.
b) “Ticari kredi” yerine “üretici kredisi” verirsiniz. İşçi çalıştırana kredi verirsiniz, mal stoku yapana kredi verirsiniz, böylece reel ekonomi ile finans ekonomisini beraberleştirirsiniz. Tüketiciye “sipariş kredisi” vererek de bunu sağlarsınız.
Giden Merkez Bankası Başkanı böyle mi yaptı?..
Tam tersine, reel ekonomi ile finans ekonomisi arasındaki bağı kopardı.
Evet, giden MB Başkanı başarılı başkan oldu, çünkü IMF’nin dediklerini tam yaptı!..
Yeni gelen de ‘aynen [IMF’nin dediği gibi] devam edeceğim’ diyerek yerini sağlamlaştırıyor...
4) Merkez Bankası’nın başka bir işi de, devleti dış borçlardan kurtarmaktır.
Merkez Bankası’nın elinde bunu gerçekleştirmek için şu imkanlar vardır.
a) Dolar borcunu YTL borcuna çevirir. Doları piyasadan Türk Lirası ile alır ve borcunu faizi ile birlikte kapatır.
b) Dış borcu iç borca çevirir. Dolar olarak halktan borç alır, altın olarak borçlanır. Sonunda faizli dış borç iç borca çevrilmiş olur. Hazine değerlerini satarak iç borcunu öder.
c) Para borcunu mal borcuna çevirir. Dış borç verenlerle pazarlık yaparak borcu malla ödemeyi taahhüt eder, halktan Türk Lirası ile aldığı malları teslim ederek borcu kapatmış olur. Bunu kendisi yapmaz, devlete faizsiz TL borcu vererek yaptırtır; özel sektöre yaptırtır.
d) Borcu iştirake çevirir. Ülkedeki fabrikaların hisse senetlerini TL ile alır, dış alacaklılara dolar karşılığı hisse senedini pazarlar.
Giden Merkez Bankası Başkanı bu dediklerimizi mi yaptı da başarılı bir başkan oldu; yoksa IMF’in dediklerini mi yaptı?..
Yenisi de IMF’in dediklerini yapacağı için mi başarılı olacaktır?!.
***
Merkez Bankası IMF’nin arka bahçesi mi?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
30.03.2006
Evet, ünlü şairimiz Arif Nihat Asya yıllar öncesindeki bir şiirinde, “Bir kör geçti, bir kör daha, bir kör daha…” şeklinde, adeta günümüzü anlatmış. AKP iktidarı da gelip-geçiyor ama ülke ekonomisinin durumu ile vatandaşın hâli hiç değişmiyor. Değişmemek bir yana, her geçen gün daha kötüye gidiyor…
Neden kötüye gidiyor?
Çünkü gelen iktidarlar şairimizin dediği gibi sadece ‘kör’ değil; aynı zamanda ‘sağır’ ve de ‘dilsiz’…
Oysa, Merkez Bankası Başkanı değişimi vesilesiyle bu hafta ele aldığımız Merkez Bankası, para politikaları ile ülke ekonomisinde neler yapılabilir neler. Ama bunu yapabilmek için her şeyden önce hak ve hakikatler karşısında kör, sağır ve dilsiz olmamak gerekiyor. “Kör ve sağırlar birbirini ağırlar” tekerlemesi, “her gelen bir öncekinin politikalarını aynen uygular” şekline dönüşürcesine, aynen devam ediyor!..
Kim gelirse gelsin, Merkez Bankası ekonomi ve para politikalarında hiçbir şey değişmiyor; IMF ile devam!..
*
Merkez Bankası ne yaptı?
1- Merkez Bankası Türk Lirasını dolar karşısında çok daha değerli hâle getirdi. Evet, bu iyi bir iştir ama bu parayı ülke lehine kullanırsanız iyidir, kullanmazsanız sadece ülke ihracatını baltalar ve cari açığın daha da artmasına sebebiyet verirsiniz. Ambarınızda elma var ama yemiyor ve açlıktan ölüyorsunuz. Cenazenizi kılarken çürüyen elmaları da mezarınıza döküyorlar. Merkez Bankası’nın yaptığı iyilik işte bu tür iyiliktir.
2- Merkez Bankası enflasyonu düşürdü, doğrudur. Merkez Bankası’nın uyguladığı basit para politikası sayesinde para değeri ile enflasyonu paralel tutması gerekir. Enflasyon varken para değeri yükselirse ortada üretim azalması vardır demektir. Uygulanan Merkez Bankası ekonomi politikaları ile üretim düşüyorsa, bunu başarı değil de, başarısızlık olarak görebiliriz. Hastanın tansiyonu normal ama ağrıları artmış gibi bir şey.
*
Merkez Bankası ne yapılmalıdır?
1- Merkez Bankası aniden bir hamle yapmalı, doları 2 YTL seviyesine birden çıkarmalı ve getiren herkesten dolar almaya başlamalıdır.
2- Merkez Bankası ondan sonra her hafta doları 1 kuruş düşürecektir. Böyle devam edecek ve doları elli hafta içinde 1.5 YTL’ye kadar düşürecektir.
3- Merkez Bankası elde ettiği dolarlarla ülkenin kronikleşen dış borçlarını tasfiye edecektir. Böylece dış borçlar ödenmiş olacak, bu sayede bütçenin geliri yüzde yüz artacaktır.
4- Merkez Bankası bu operasyonları yaptığında ne olacaktır? TCMB’nın bu politikaları ile elde edilen bu paralarla devlet yatırım yapacak; yatırımlar sayesinde işsiz ve aşsız insanımız kalmayacaktır.
İşte bunları taahhüt eden “Merkez Bankası Başkanı”nı atayan iktidar Türkiye’yi kurtarabilir.
*
MB’da IMF’yi eleştirmek yasak!
İlim ve ihlâs, yani salim akıl için yol birdir. Elhamdülillah, akl-ı selim yoluyla ürettiğimiz düşüncelerde yalnız değiliz. Bu haftaki yazılarıma Merkez Bankası ile ilgili bazı gazete haber ve yorumları ile başlamıştım. Yazımı Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. İbrahim Öztürk’ün, konu ile ilgili “Merkez Bankası’nda IMF’yi eleştirmek yasak mı?” başlıklı haber-yorumundan bazı alıntılarla bitiriyorum:
“Merkez Bankası başkan yardımcılığı için ismi geçen Dr. İbrahim Turhan bir çırpıda ‘piyasa düşmanı’ ilan edildi. Ünlü tarihçi Braudel, ‘Akdeniz’ adlı eserinde kapitalizmi ‘piyasa düşmanı’ olarak tanımlar. Düne kadar Marksizm’in erdemlerinden dem vuran medyadaki bazı kalemler bilmezden gelebilir, ancak gerçekten de yönlendirilmeyen piyasaların sonu vahşi kapitalizmdir... Dr. Turhan’ın piyasaya müdahale edilmesi taraftarı olduğu, IMF’yi krize neden olmakla suçladığı, özelleştirmelere dikkat edilmezse sonuçların zararlı olabileceğine dair görüş ve değerlendirmeleri, kafayı köşe dönmekle bozmuş birtakım eski tüfeklerin içindeki fikir faşizmini hortlattı... 2001 krizinde olduğu gibi adeta yine ithal adam arayışı içinde olanlar var… Çalışan piyasaların inşa edilmesi için piyasaların önünü açan ticari, finansal, mali ve kamudaki diğer bir dizi tamamlayıcı reformun yapılması gerektiği açıktır. Ancak IMF burada [engel olarak] durmaktadır...
Türkiye’de de 2001 krizine giden süreçte IMF baş aktör olarak seyirci kalmakla yetinmedi, yanlıştan dönülmesine de ısrarla karşı çıktı. O dönemde Merkez Bankası’nda IMF’ciler vardı da Türkiye’nin başı göğe mi değdi?.. Bu kadar büyük bir yıkımdan sonra “Keşke o zaman orada ezberi bozan, millî duruş sergileyen, basiretli insanlar olsaydı” diye hayıflanmak varken, bankada çalışmak için hâlâ kişilerin beynini vestiyere bırakması isteniyor. Merkez Bankası, IMF’nin arka bahçesi ve operasyon yeri mi, yoksa milletin bir kurumu mudur? 28 Şubat sürecinde Meclis’e yapılan dayatma şimdi birtakım ‘kurumlar’ ve ‘kurullar’ aracılığı ile uluslararası kuruluşlara mı ihale edilmek isteniyor?.. Ancak bu ‘aşiret mantığı’ nedeniyle ülke talan ediliyor, kaybeden halkımız oluyor.” (Zaman, 24.03.2006)
Hâsılı, AKP iktidarı döneminde de değişen bir şey yok ve bu durum karşısında bizler Arif Nihat Asya’nın “Bir kör geçti, bir kör daha, bir kör daha…” şiirini sabahlara kadar okuyarak avunabiliriz!..
***