REFAH PARTİSİ VE REFAHYOL İKTİDARI- 1996
GİRİŞ
MEŞRUTİYET VE DEMOKRASİ
Türkiye’de ilk demokrasi denemesi, 1878 yılında II. Abdülhamit tarafından gerçekleştirildi. Ancak, azınlıkların meclis bünyesinde gerçekleştirdikleri fitne ile ülke topyekün çöküntüye sürüklenmiş, Osmanlı İmparatorluğu bu ilk denemenin yapıldığı yıllarda ağır bir yenilgiye uğramıştı. 93 Harbi sonrasında imparatorluk hızla yılışa ve ölüme doğru gitmeye başlamıştı...
II. Abdülhamit, bu durumda yetkileri kullanarak meclisi feshetmiş ve uzun zaman Osmanlı İmparatorluğu’na savaşların dışında tutmayı başarmıştı. II. Abdülhamit daha sonra yönetimdeki gücünü kaybetmiş ve meşrutiyet yönetimine zorlanmış, daha sonra da hal’edİlmîş ve iktidardan düşürülmüştür. Böylece ‘Birinci Meşrutiyet’ imparatorluğu milli devlet seviyesine indirmiş, ‘İkinci Meşrutiyet’ de altı asırlık imparatorluğu ortadan kaldırmıştır.
İstiklal Savaşı’nı Meclis Hükümeti (TBMM) yönetmiştir.
1924 yılında İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak tarafından demokrasi yönetimine ve çok partili döneme geçİlmîştir. Ancak sivil yöneticiler maalesef memleketi gerektiği gibi idare edememiştir. Sivil yöneticilerin başarısızlıkları sebebiyle askerler elli yıldan beri adeta onlara dadılık yapmaktadır.
Bu dönemde işlenen tarihi hataları tek tek hatırlayalın:
DEMOKRASİYE GEÇİŞ VE ANAYASALAR
- 1946 yılında CHP’si demokrasiye geçişi gerçeklestirmiş, ancak bu geçiş 1924 Anayasası ile sağlanmıştır. Oysa, 1924 Anayasası kuvvetler birliği prensiplerine dayanıyordu: Tek parti, tek meclis, tek icra, tevhid-i tedrisat, yaşamada yargı denetimi yok...
Hükümeti de yargı değil meclis denetliyor.
Bu model, tek din ve tek tedrisat devletçiliği ile kendi içinde uyumlu faşist bir devlet modeli idi. Altı asırlık imparatorluğun sona erdiği ve yeni bir devletin kurulduğu bu kritik dönemde, devletin ekonomik bağımsızlığını kazanabilmesi ve inkılaplarını yapabilmesi için böyle bir yönetim şekli uygundu. Bu uygulamalarla inkılaplar yapılmış, dış borçlar ödenmiş, yabancı sermaye tasfiye edİlmîş olduğu halde; Türkiye artık demokratik bir düzene geçebilme durumuna gelmişti. Batı dünyasında da faşizm modası sona ermiş, insanlık artık demokrasiye geçiyordu.
Türkiye de dünyadaki gelişmelere ayak uydurarak ya demokrasi tarafını tutacak ya da enternasyonal sosyalizm yanında yer alacaktı. Türkiye Devleti’nin kurucusu olan askerler tercihlerini veya tercihli kararlarını demokrasi tarafında kullandılar ve böylece çok partili sisteme geçİlmîş oldu.
Bu aşamada yapılan önemli bir hata vardır: Askerler anayasayı değiştirip demokrasiye geçmeliydiler. Çünkü Türkiye’de sivillerin anayasa değiştirme güçleri yoktu; hatta bugün bile hâlâ yoktur. Bu anayasa değişikliği yapılmadı. Anayasaya aykırı uygulamalara girildi. Böylece yanlışlar zinciri başladı...
DP İKTİDARI VE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
- 1950 yılında Demokrat Parti kahir ekseriyetle tek başına iktidar oldu. Bu durumda DP iktidarının yapması gereken ilk iş anayasayı değiştirmek olmalıydı. DP yöneticileri bunu yapmalıdır. Tek parti zihniyet ile devleti yönetmeye devam ettiler. Bu sisteme dayanarak zulümler yaptılar.
Örneğin, Türkiye çapında organize olmuş olan Milliyetçiler Derneği’ni kapattılar. Mareşal Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ni kapattılar. Cumhuriyet Halk Partisi’nin mallarına müsadere ettiler. Millet Partisi’ne oy verdi diye Kırşehir ilini kaza/ ilçe yaptılar. Buna benzer daha nice demokrasi dışı uygulamalar yaptılar....
Bütün bu uygulamaların her biri büyük birer hataydı. Sivil bir sistem uygulaması ve organizasyonu yapılması gerekiyorken maalesef yapılmadı; aksine askeri yöntem kullanıldı. Bu hatalar zinciri, sonunda 1960 Müdahalesi’ni getirdi.
Askerler yönetime el koydular ve çok partili anayasayı getirdiler.
1960 MÜDAHALESİ VE YANLIŞ UYGULAMALAR
- 1960 Müdahalesi’ni yapan askerler ikiye bölündü: Kimi CHP’yi iktidar yapmak istedi; kimi de askeri yönetimi yasallaştırmak istedi. Sonunda, 1960 Anayasası’nın önerdiği müesseseler getirilmeden demokrasiye geçildi.
Oysa yapılması gereken iş, 1960 yılından önceki bütün partiler kapatılmalı ve yeni partilerin kurulmasına imkan verilmeliydi. Demokrasi dönemine o yeni partilerle gidilmeliydi...
Olmadı.
Olması gereken olmadı.
Yapılması zaruri olanlar yapılmadı.
Anayasa değiştirilmeyince müdahale zarureti doğdu.
1971 MÜDAHALESİ VE YAPILMASI GEREKENLER
- 1971 Müdahalesi’ni yapan ordu, statüyü değiştirmedi ve ülkeyi anarşiye sürükledi. Bir dönem öncesindeki hatalar değişik boyutları ile varlığını sürdürdü. Ülke her alanda zor ve kritik günler yaşadı.
Askerler ne yapmalıydı?
Yine Cumhuriyet Halk Partisi dadılığında bir hükümet kurup geçici olarak tehlikeyi atlatmakla yetinmeliydiler. Askerler, başbakanı tarafsız bir kimse olarak atamalı ve anayasadaki eksiklikleri tamamlamalıydılar. Bunu gerçekleştirmek için de tevhid-i tedrisat uygulamasını kaldırıp İlmî araştırma ve faaliyetlere imkan vermeliydiler. Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kaldırıp tarikatları serbest bırakmalıydılar. 1924 Anayasası’nın kalıntı düşüncelerini ortadan kaldırmalıydılar...
Bütün bunları yapmadılar.
Yarı demokrasi uygulamalarıyla yetindiler.
Böylece hatalar zincir varlığını sürdürmüş oldu.
KOALİSYONLAR DÖNEMİ
- Sonra koalisyonlar dönemi başlamıştır. Önce CHP-MSP Koalisyonu, daha sonra MC Hükümetleri koalisyonları kuruldu. Bu dönemde özellikler CHP-MSP Koalisyonu’nun tarihi bir önemi ve işlevi olmuştur. Dünya demokrasi tarihinde ilk defa sağ ile sol koalisyon yapmış ve bu uygulama dünyadaki bir tabuyu yıkmıştır. Bu birlikteliğin sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada olumlu etkilere olmuştur.
Ancak,bu dönemde de hatalar yapılmıştır.
Koalisyonlar alternatif anayasa üzerinde anlaşıp sivil anayasa getireceklerine; askeri anayasa ile ülkeyi yönetmeye ve bu anayasa ile iyi işler yapmaya kalkıştılar. Tezatlar dünyası bütün olumsuzlukları ile varolmaya ve çeşitli şekillerde etkisini sürdürmeye devam etti. Toplumdaki yansımaları farklı boyutlarda sürekli olarak sarsıntılara sebebiyet verdi...
Anarşi yaygın şekilde boy gösterdi ve sonunda 1980 Müdahalesi oldu.
1980 MÜDAHALESİ VE SONUÇLARI
- 1980 Müdahalesi sonrasında birtakım olumlu yenilikler yapılmıştır. 1983 yılında iktidara gelen ANAP ve Turgut Özal, birçok hatalar yapmakla birlikte, Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilen olumlu bazı uygulamaların öncüsü olmuştur.
Kenan Evren ve asker arkadaşlarının müdahalesi sonrasında, ilk iş olarak bütün partiler kapatılmıştır. Devletin din düşmanlığı ortadan kaldırılmış ve özellikle orta öğretim merhalesinde olumlu uygulamalara geçİlmîştir. İslâm Konferansı Teşkilatı ve Müslüman ülkeler ile olan ilişkilerde yeni gelişmeler kaydedilmiştir...
Ancak müzmin bazı hatalar yine de varolmaya devam etmiştir.
Bunları uzun uzun anlatmamakla birlikte, bunlardan biri çok önemlidir: Her müdahale sonrasında olduğu gibi Anayasa eski halini yine korumuştur. Daha önceki dönemlerde de varolan aynı önemli hata, yine ısrarla sürdürülmüştür. Anayasa alanında yeni bir şey yapılmamıştır.
Anarşi, hukuki yollardan değil, askeri yöntemlerle önlenmiştir.
ANAP İKTİDARI VE ASKERİ YANLIŞLAR
- ANAP iktidarı döneminde birtakım olumlu gelişmeler kaydedilmiştir. Ancak meclis yine Anayasayı değiştirmiştir.
Anarşinin bastırılmasında ordu istihdam edilmiş ve bu yanlış uygulama sonunda orduyu başarısız hale getirmiştir. Biz millet olarak İstiklal Savaşı’nı üç yılda kazandık; hem de bu eşsiz zaferi tamamen dağılmış ve silahları elinden alınmış olan bir ordu ile kazandık. Aynı ordu, on üç yıldan beri PKK terörünü yok edemedi ve düşmanı bir türlü yenemedi. Ayrıca, yanlış uygulamalar sebebiyle ordu içinde çatlamalar oldu. Yolsuzluklara karışmalar başladı. Sivil yönetime karşı başarısız müdahaleler yapıldı.
Halbuki asker konuşmaz; yapar.
Düşmanı belirlemez; yok eder.
Sonunda, sivil yöneticilerin yanlışları askerlere de sirayet etti.
Sivil yönetimler hep hatalar yapıyor, yönetimi beceremiyor, memleketi batırıyor ve sonunda iktidardan düşüyor... Askerler her seferinde sivil yönetimlerin elinden tutup kaldırıyor...
Ancak bu durum bir taraftan sivil yönetimin bir türlü kendi başına yürümeyi öğrenememesine sebep oluyor; diğer taraftan askerler de her seferinde biraz daha yıpranıyor ve disiplinsizlik içinde yuvarlanmaya başlıyor.
Şimdiki tehlike, 20. Yüzyılın başında yaşadığımız Balkan Savaşı yıllarındaki tehlike kadardır. Ordu politize olmuştur. Asker siyasete bulaşmıştır. Bu yeni ve olumsuz gelişmeler maalesef ordunun parçalanmasına kadar gidebilir. Sonunda halk da ordudaki bölünmelere paralel olarak parçalanır ve silahlı çatışmalara girebilir. Dünyanın pek çok yerinde görülmüş olan iç savaş başlayabilir.
1950’DEN BERİ LİDERLERE YAZIYOR VE HEPSİNE HAKKI TAVSİYE EDİYORUZ
Biz, 1950’li yıllardan başlayarak, mektuplarla ve yazılarla ilgilileri, yetkilileri ve liderleri hep uyardık. Bu konuda hiçbir ayırım yapmadık. Bugün de yaptığımız, Hakkı tavsiye etmekten başka bir şey değildir. Bu arada MNP, MSP ve Refah Partisi yetkililerine de fırsat buldukça veya imkan verildikçe Hakkı anlattık.
Ne var ki, özellikle son yıllarda Allah onların basiretlerini bağladı, kulaklarını tıkadı, akletme meleklerine gem vurdu. Gerçeklere sırtlarını döndüler ve sözlerinizi dinlemediler. Böylece bugünlerde uçurumun kenarına geldiler. Firavun’un Hz. Musa’ya gösterdiği dinleme hoşgörüsünü bile göstermediler ve bizimle görüşmek istemediler...
Bu yazılarımızın da onlara bir faydasının olacağını zannetmiyoruz; ancak Allah hakkı tavsiye etmemizi emrettiği için yazıyoruz. Biz kâhin değiliz, peygamber değiliz; sadece Kur’ân’dan anladıklarımızı sizlere tercüme ediyoruz. Elbette bizim de hatalarımız vardır; ancak sizin İlmîniz sizi bizim yanlışlarımızdan korur. Siz, Allah’ın emri gereği, her söze kulak verecek ve bu sözlerin en iyisine uyacaksınız. Sözün özü budur. Her mü’minin yapması gereken budur.
Bize kulaklarınızı tıkamanız demek, Allah’ın sözlerine kulaklarınızı tıkamanız demektir. Çünkü biz sadece tercümanlık görevini acizane yerine getirmeye çalışıyoruz. Hatalardan Allah’a sığınıyoruz. Hatalar bizim; doğrular Allah’ındır. Biz kendiliğimizden bir şey söylemiyoruz. Tercümanı dinlememekle tercüman reddedİlmîş olmaz; aksine konuşan yani konuşturan reddedİlmîş olur. Burada bu vesileyle; ‘sen konuşana değil konuşturana bak’ sözünü hatırlatmamızda yarar vardır.
Kur’ân; her söze kulak vermeyi ve ilim terazisini kullanarak en iyisini seçtikten sonra o sözün uygulanması gerektiğini anlatıyor.
Allah insanları birbirlerine muhtaç olacak şekilde yaratmıştır ve herkese her şeyi vermediği gibi, herkese her şeyi de öğretmemiştir. Birbirleriyle yardımlaşmak, malları birbirlerinden almak zorunda oldukları gibi; İlmî de birbirlerinden almak ve paylaşmak zorundadırlar. ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ ölçüsünü hatırlamak zorundadırlar.
Biz sadece Hakkı hatırlatıyoruz.
Hatırlatmamızın faydalı olmasını diliyoruz.
Bunun dışında herhangi bir amacımız yoktur.
REFAH PARTİSİ
ERBAKAN’IN HAYAT HİKÂYESİ
Bir parti genel başkanın kendisi bir şey yapmaz; ancak aynı düşüncede olanlar ve benzer şeyleri yapmak isteyenler genel başkanın etrafında toplanırlar ve onlar yapacaklarını yaparlar. Artık o topluluk o başkanın adıyla anılır. Başkanlar toplulukları oluşturmaz; topluluklar başkanların etrafında toplanırlar.
Refah Partisi de işte böyle Necmettin Erbakan’ın etrafında toplanırlar.
Refah Partisi de işte böyle Necmettin Erbakan’ın etrafında toplanan bir kitledir. Bundan dolayı Refah Partisi’ni anlamak ve değerlendirme yapabilmek için Necmettin Erbakan’ın hayat hikâyesini bilmek gerekir. Biz de bu hayat hikayesinden yola çıkarak meseleyi anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.
Necmettin Erbakan makina mühendisidir ve branşında profesör olmuştur. Gerek öğrenciliği döneminde ve gerekse üniversitedeki hocalığında son derece başarılıdır. Mesleğinin bir gereği olarak, Türkiye’nin sanayileşmesini ve kalkınmasını istemiştir. Hayatı boyunca hep bu amaçla çalışmış ve savaşmıştır.
İKİ DÜŞÜNCE VE İKİ YOL
Türkiye’de hemen hemen herkes ülkenin sanayileşmesini istemiş, gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmasını arzulamış, hiç kimse bu olumlu düşüncelere ve taleplere karşı gelmemiştir. Ancak bu hususta iki düşünce ortaya çıkmıştır. Genel olarak da Türkiye’deki mücadele bu iki görüş ve düşünce sahipleri arasındaki mücadeledir.
Birinci grup düşünce sahipleri, bizim geri kalışımızın sebebini Müslüman olmamızda aramış ve sanayileşip kalkınabilmemiz için İslâmiyet’i terketmemiz gerektiğini savunmuşlardır. Bu görüşte olanlar, Batı dünyasını bilmeyen batılılardır. Ayrıca, Türk milletinin kandırılmışları ve düşmanları ile işbirliği içinde olanlardır. İkinci grup düşünce sahipleri ise, meseleye daha farklı bir boyuttan bakmaktadırlar. Sanayileşme tarihi bir aşamadır. Allah bunu Batı dünyasına nasip etti. Bu aşama veya gelişmenin Müslümanlık veya Hıristiyanlık ile bir ilgisi yoktur. Nitekim Japonlar da kendi kültürlerinde kalarak sanayileştiler. Biz de kendi inanç ve kültürümüzde kalarak sanayileşebiliriz. Sanayileşmek için İslâmiyet’i terketmemiz gerekmez.
Necmettin Erbakan, bu ikinci yolu seçmişti. O Müslüman kalarak batılılaşmayı ve sanayileşmeyi seçmişti. Mücadelesini bu yolda yapmıştı.
ŞERİATÇILAR VE TARİKATÇILAR
Ancak burada çok önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekmektedir. İslâm tarihinde Müslüman halklar ikiye bölünmüştür: Şeriatçılar ve tarikatçılar. Medreseler şeriatçıları, tekkeler tarikatçıları bünyelerinde barındırıyordu.
Medreseler İslâmiyet’i ilme dayandırıyor, insanların tüm hareketlerini ve devlet ile ilgili düzenlerini şeriatın kontrolü dairesine alıyorlardı. Tekke ve tarikatlar ise dini, amel ve düzenle ilgili değil de sadece ibadet ve zikirden ibaret görüyorlardı.
Osmanlılar döneminde şeriatçılar ile tarikatçılar arasında çetin çekişmeler olmuştu. Ancak saray yani sultanlar iki taraf arasındaki dengeyi iyi kurdukları için altı asır varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Mustafa Kemal, şeriatçıların tarafını tuttu ve tarikatları kapattı. Gerçi medreseleri de kapattı, ancak şeriatçı Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kurdu ve bu arada dini okullar açma yoluna gitti. Bu teşkilat ve uygulama anlayışı bugüne kadar varlığını aynen sürdürmüştür.
ERBAKAN VE İSLÂMİYET
Necmettin Erbakan şeriatçı değildi, medresede yetişmemiştir, tarikatta yetişmemiştir. Tarikat terbiyesiyle öğrendiği kadarıyla İslâm dinini bilmektedir, ancak İslâm düzenini bilmemektedir. Ülkenin sanayileşmesi ve kalkınması yönünde çalışırken sadece İslâm ahlakından yararlanmayı düşünmüştür. Bundan dolayı kurduğu partinin en önemli sloganı “Önce Ahlak ve Maneviyat” olmuştur. Erbakan, İslâm şeriatı ile sanayi arasında bir ilişki kurmayı düşünememiştir. Kısaca, Erbakan’a göre İslâmiyet, düzen değil sadece dindir.
Necmettin Erbakan, Türkiye’de sanayileşme hamlesini gerçekleştirmek amacıyla Gümüş Motor Fabrikası’nı kurdu. Teknik olarak başarılı oldu ve Türkiye’deki ilk motor üretimi gerçekleştirdi. Ama Türkiye’de öteden beri oynanan yönetim oyunları ile sanayileşme alanında etkili olamadı. Bazı çevrelerin çevirdikleri dolaplarla ve oynadıkları oyunlarla kendi şirketini ve fabrikasını elinden aldılar.
Necmettin Erbakan, bunun üzerine Süleyman Demirel’in yardımı ile Odalar Birliği Genel Sekreteri oldu. Ancak yapmak istediklerini yine yapamadı. Odalar Birliği içinde genel bir faaliyete geçti ve propaganda faaliyetlerinde bulundu. Anadolu sanayici ve tüccarlarının desteğini kazanarak Odalar Birliği Başkanı oldu. Ancak Süleyman Demirel, localardan aldığı emre binaen, kanun ve mevzuatları dinlemeksizin, polis zoru ile Erbakan’ı Odalar Birliği Başkanlığı’ndan attırdı...
ERBAKAN VE SİYASET
Necmettin Erbakan, bu olaylardan sonra siyasete atılmak istedi. Bunun için Adalet Partisi’ne müracaat etti. Süleyman Demirel Erbakan’ın talebini geri çevirdi ve bu adaylığı veto etti. Bunun üzerine Erbakan ve arkadaşları, önce Bağımsızlar Hareketi’ni gerçekleştirdiler, sonra Milli Nizam Partisi’ni kurdular. Ancak bu parti bir yılda kapatıldı. Aynı ekip bu sefer Milli Selamet Partisi’ni kurdu ve ilk girdikleri seçimde başarı kazandı. CHP ile koalisyon ortağı oldu. MC Hükümetleri’nde yer aldı. Erbakan, başbakan yardımcısı olarak hükümetlerde etkili oldu.
Necmettin Erbakan ve kurduğu partiler, Müslüman kalarak sanayileşmek isteyen her Türkün merkezi oldu. Erbakan, mühendisliği ile partideki şeriatçıların yanında yer alırken, Müslümanlığı ile de tarikatçıların ve mistik düşünce sahiplerinin yanında yer aldı.
Harekatın İlmî cephesini Akevler, mistik cephesinin İskenderpaşa Cemaati oluşturdu. Erbakan, böylece iki özelliği ve iki yönüyle iki tarafta da yer alıyor ve sürekli gelişme kaydediyordu. Diğer taraftan her iki taraf da zaman zaman Erbakan’a karşı cephe almıştır. Bu mesele ayrı bir inceleme ve yazı konusudur. Burada üzerinde durmayacağız.
Mehmed Efendi’nin vefatından sonra, bir ara tarikatçılar Erbakan’ı ‘mürid-i mürted’ ilan etmişti. Diğer taraftan tarikatçılardan korktuğu için gizli tavsiyelere kulak veren Erbakan, Akevler Ekibi’nden de uzak duruyordu. Bir taraftan ‘Adil Düzen’ propagandası yaparak milletten oy topluyor; diğer taraftan grup ve genel merkezde topladığı tutucu kadrolara bu görüşlerin uygulanmayacağı konusunda güvence veriyordu!...
Geçmişten bugüne gelinceye kadar geçen sürece baktığımızda, gerçekten de ibret almamız gereken şeylerle karşılaşırız. Geçenleri iyi anlar ve tahlil edersek, bugünü de daha iyi anlamış ve değerlendirmiş oluruz. Geleceğimizin aydınlık olması için geçmişte işlenen hataların tekrarlanmaması gerekmektedir. Aksi halde, ibret alınmazsa hatalar yeniden tekerrür eder.
Benzer olaylar ve hatalar, geçmişe Demokrat Parti için de sözkonusuydu. Demokrat Partililer de, bir taraftan halka milliyetçi görünerek oy alıyor; diğer taraftan Celal Bayar ateizmin bekçiliğini yapıyordu. CHP ise açıkca ve hiç münafıklık yapmadan kendi görüşlerini savunuyordu. 1960 Müdahalesi’nin tek müsebbibi Celal Bayar ve onu sırtından atamayan politikaların uygulayıcısı Adnan Menderes’tir.
İki tarafa oynamak son derece tehlikelidir. Her zaman açık olmak ve söyleneni yapmak gerekmektedir. İki taraflı oynayanları Allah de kulları da sevmez.
Geçmişteki olaylardan ibret alınmadığı için tarih tekerrür ediyor.
CUMHURİYET HALK PARTİSİ
CHP’nin baştan itibaren takip ettiği bir politika vardı. Parti, ateist bir faşist düzen istiyordu. Sovyetler enternasyonal sosyalist; CHP ise nasyonal sosyalist idi. Dünyada nasyonal sosyalizmin ilk kurucusu ve uygulayıcısı CHP olmuştur. Daha sonra Almanya ve İtalya uygulamıştır.
Türkiye’de uygulanan sosyalizmin bir özelliği vardı. Enternasyonal sosyalizmde uygulanan usulde halkın elinden malı ve mülkü alınmıştı. Halbuki Türkiye’de uygulanan sosyalizmde halkın mal ve mülkü alınmamış, sadece devlet halkın yapamayacağı işleri yüklenmiş ve böylece kapitalizm önlenmişti. Diğer taraftan enternasyonal sosyalizmde dine karşı açıkça saldırıya geçİlmîş olduğu halde; Türkiye’de dine karşı savaş açılmamış, sadece din unutturulmaya çalişılmıştır.
CHP’nin tamamen kendine özgü ve orjinal bir düzeni vardı. Bu siyasi strateji Mustafa Kemal tarafından tesis edİlmîştir ve CHP hiçbir zaman bu çizgiden ayrılmamıştır. Bu çizgi ve siyaset anlayışı, günümüzde de aynen takip edilmektedir.
İsmet İnönü 1946’dan sonra hem devletçilikten yani nasyonal sosyalizmden hem de dini unutturma politikasından vazgeçmiş ve Batı modeli demokrasiye geçiş yapmıştır. Ancak parti olarak daima bilinen Halk Partisi olmaya devam etmiştir. Bundan dolayı hâlâ varlığını muhafaza etmektedir.
Oysa Demokrat Parti geleneğinin net ve açık bir politikası olmamıştır. Olmadığı için de sürekli olarak darbeler yemiştir. Darbelerin olmaması için bütün partiler açık ve net siyaset yapmalıdır. Önerdiğimiz politikalar uygulanmadığı sürece müdahaleler varolmaya devam edecektir.
Necmettin Erbakan açık ve net bir politika izleyememiştir. Genel olarak İslâmiyet’i kabul etmiş ve benimsemiştir; ancak şeriat taraftarı mıdır yoksa tarikat taraftarı mıdır, bunu açık ve net olarak ortaya koyamamıştır. Problem budur.
ŞERİAT – TARİKAT FARKI
Refah Partisi’ni daha iyi anlayabilmek için şeriat ile tarikat arasındaki farkı belirtmemiz gerekmektedir. Tarihteki şeriat-tarikat çatışması, bugünkü laik- anti laik çatışması kadar sert olmuştur. Bu konunun iyi bilinmesi, anlaşılması ve kavranması gerekmektedir.
Şeriat düzendir. Kişiler için objektif kurallar koymuştur. Dört delili vardır: Kur’ân, Peygamber’in uygulamaları, İslâm alimlerinin icmaları ve ilim. Şeriatta ilme aykırı hiç bir nokta yoktur. Genel kural şudur: Akıl ve nakil tearuz ettiğinde nakil akla göre tevil olunur. Yani ilme aykırı bir ayet veya hadis varsa, bu ayet ve hadise öyle bir mana verilir ki akla uysun. Şeriatta ilim esastır ve kişide herhangi bir mistik üstünlük yoktur. Müçtehit içtihat yaparken delillere dayanır, ilhama dayanmaz.
Tarikat, düzen değil dindir. Tarikat toplulukla değil kişiyle ilgilenir ve onu eğitir. Hükümler sübjektiftir. Uygulanacak olan diyet kişiden kişiye farklıdır. Dayanılan delil akıl ve ilim değildir, ilhamdır. Tarikatta velilere inanılmaktadır. Kişilerin Allah ile irtibatları olduğu kabul edilmektedir. Aklın yok edilmesi esastır.
İşte şeriat ile tarikat arasındaki bu farklı metotdan dolayı iki taraf arasında çetin çatışmalar olmuştur. Tartışmalar zaman zaman birbirlerini tekfir edecek seviyeye çıkmıştır.
Osmanlı padişahları yönetimde medreseye yani şeriata dayanıyorlardı. Ancak halka nüfuz etmek ve devletin varlığını halk seviyesine indirmek için de tarikatlara dayanıyorlardı. Bu arada tarafsızlıklarını muhafaza etmeye de son derece özen gösteriyorlardı. Bu hassas dengeyi kurabildikleri ve koruyabildikleri ölçüde de başarılı oluyorlardı. Gerçek budur ve yediyüz yıl uygulanan bu dengeli siyaset genel olarak başarılı olmuştur.
ERBAKAN’IN KURAMADIĞI DENGE
Necmettin Erbakan baştan beri Osmanlıların gerçekleştirmiş olduğu böyle bir siyaseti gerçekleştirmedi ve dengeyi tutturamadı. Yapılması gerekenin tam tersini yaptı. Oyları şeriatla topladı; yönetimi tarikatla yaptı. Düzeni tersyüz etti. Siyasi hayatındaki en önemli hatası budur. Belli seviyedeki başarılarının ardından uğradığı başarısızlıklar hep bu hatadan kaynaklanmaktadır.
İnsanların yücelmesi ve ahlakın yaygınlaşması için elbette tarikatlara ve tekke eğitimine ihtiyaç vardır. Kitle rasyonalist değildir. Kişi ilimle değil imanla hak yola gelir. Tarikatları kapatamazsınız. Onları devlet kuvvetlerinin emrine alamazsınız. Onlarla iyi geçinerek halkınızı eğitir ve devletinizin varlığını korursunuz. Osmanlılar bunu yapmış ve bu dengeyi gerçekleştirmiştir.
Şu önemli nokta iyi bilinmeli ve iyi anlaşılmalıdır: Devlet tarikatla yönetilemez. Şeyhler ve dervişler ülkenin yönetimini yapamazlar. Orada tarikata ve ilhama değil şeriata ihtiyaç vardır; yani akla ve ilme ihtiyaç vardır.
Allah Erbakan’ın eline bu fırsatı verdi. Kendisi bir taraftan tarikattan geldiği için onların güvenini kazanmıştı; diğer taraftan mühendis – profesör olması sebebiyle bir ilim adamı idi. Akevler de başından beri kendisini desteklemiş ve şeriatı takdim etmişti. Yapacağı iş gayet basitti: Tarikata dayanarak iktidar olmak ve onların hukukunu korumak; sonra da Akevler Ekibi’nden yararlanarak Adil Düzen’i uygulamak.
Bunu yapmak gerekiyordu.
Nedense, yapmadı veya yapamadı.
Bundan dolayı 1980 Müdahalesi oldu!
Sonra bugünkü 1997 Müdahalesi gerçekleşti!..
TÜRK HALKI VE AKEVLER EKİBİ NE İSTİYORDU?
Türkiye’de durum çok farklıydı. Müslümanlar tarikatı değil şeriatı istiyordu. Çünkü maddeten ve ekonomik açıdan sıkıntıdaydı. Derdine çare ve çözüm arıyordu. Bu çarenin tarikatta olmadığına çok iyi biliyordu. Türk halkı artık eğitİlmîş bulunuyordu. Mistisizmden pozitivizme geçmişti. Artık aklın ve İlmîn verilerine inanıyordu.
Erbakan bu gerçeği bir türlü anlayamamıştır. Bugün bile siyasi propagandayı hala mistisizm içinde yapıyor. Oysa bu yaptığı laikliğe de aykırıdır. Yanında ve etrafında bulunan yanlış adamlar onu hep bu yanlış yöne sürüklüyorlar. Böylece hem ona suç işletiyor hem de siyasetten geri kalmasını sağlıyorlar. Bu arada olan millete ve ülkemize oluyor. Türkiye’de sorunlar çözümsüz olarak varolmaya devam ediyor.
Akevler baştan beri Erbakan’ın ilim adamı olmasına güvenerek O’nun yanında yer almıştır. Parti yöneticilerinin tüm oyunlarına, engellemelerine, saldırılarına ve hakaretlerine hep sabretmiştir. Erbakan’ın kendisine Adil Düzen verilerini ısrarla ve büyük bir sabırla anlatmaya çalışmıştır.
Necmettin Erbakan, başka bir çaresinin kalmadığı dönemlerde bize kulak vermiştir ve Adil Düzen’i benimsemiştir. Halk da bu vaadlerinden dolayı onu iktidar yapmıştır. Ne yazık ki, Erbakan başbakan olur olmaz, kendisini daha önce ‘mürid-i mürted’ olarak ilan eden ve çoğunun kendisine oy bile verdiği şüpheli olan tarikat şeyhlerini başbakanlık konutunda toplantıya davet etmekle işe başlamıştır. Akevler Ekibi’nden ise ne milletvekili ne de yönetici olarak yararlanmamış ve tek bir kişiyi bile yanına almamıştır. Bu arada aslında ANAP veya DYP’li olup da RP’yi işgal etmek için hazırlık yapan bazı kuruluşların mensupları ile milletvekillikleri ve bakanlıkları doldurulmuştur. Millete vadedilen ve ona dayanarak oy alınan Adil Düzen Projesi de rafa kaldırılmıştır.
Durumu kısaca özetlersek: Refah Partisi iktidara Adil Düzen’e dayanarak gelmiştir ama daha soNra tarikat usulü ile ülkeyi yönetmeye başlamıştır!
Adil Düzen ne diyor ve ne istiyordu?
Necmettin Erbakan ve arkadaşları ne yapıyordu?
Bunları kısa kısa maddeler halinde anlatmaya çalışalım. Hatalar nerede başlamıştır ve nasıl devam etmiştir? Şimdi de bunları kısaca özetleyelim:
ADİL DÜZEN VE REFAH PARTİSİ
- Necmettin Erbakan, tarikat terbiyesiyle yetişmiş iyi bir mü’mindi. Batı dünyasını ve kültürünü de biliyordu. Batı düzeninde İslâmi bir sanayi oluşturulabileceğini zannediyordu. Ona göre, varolan bozuk düzenin değişmesine gerek yoktu. Batıl düzende de Müslümanlar yaşar ve iyi işler yapabilirdi.
Gümüş Motor Fabrikası’nı işte bu mantıkla kurmuştu.
Oysa Kur’ân; iyi insanların ancak iyi düzende olacağını ve kötü düzende ancak kötü insanların yaşayabileceğini açıkça ifade ediyordu.
Önce Adil Düzen kurulmalıdır.
Adil bir düzen kurulup da adalet sağlandıktan sonra, refah tabii olarak ve kendiliğinden gelecektir. Erbakan ise refah ve kalkınma ile Adil Düzen’in de geleceğine inanıyordu. Sosyalistlerin görüşleri de böyledir. Peygamberler önce refah getirmediler. Onlar önce adaleti getirdiler, refah sonra kendiliğinden geldi. Peygamberler Sistemi böyledir.
İşte bu anlayışımdan ve görüş farklılığımdan dolayı, ben Gümüş Motor Ortaklığı’nı desteklemedim ve ortak da olmadım.
ERBAKAN KUVVETE İNANMIŞTIR
- Necmettin Erbakan, kuvvete ve güce inanmaktadır. Paranız varsa, gücünüz varsa, bürokratlar da sizin yanınızda ise; bunlar dışında başka herhangi bir şeye ihtiyacınız yoktur! Beş vakit namazınızı kılar, bu arada zikrinizi yaparsanız; bunlar yeterlidir!..
O’na göre; Dünyaya hak değil kuvvet hakimdir.
Bu anlayışından dolayı, Gümüş Motor denemesi başarısızlıkla sonuçlanınca Erbakan siyasete atılmayı düşünmedi. Odalar Birliğini ele geçirmeye çalıştı. Yine başarısız oldu.
Oysa Odalar Birliği bir zenginler sınıfı teşkilatıdır. Halka dayanmamaktadır ve demokratik de değildir. Tek parti zihniyeti ve uygulamasının bir kalıntısıdır. Sermayenin devlet içindeki taşeronudur.
AKEVLER – ERBAKAN DİYALOĞU
- Erbakan Odalar Birliği çalışmalarında da başarısızlığa uğrayınca, artık son çare olarak siyasete atılmaya karar verdi. İşte bizim Erbakan ile olan diyalogumuz bundan sonra ve bu merhalede başlamıştır.
Erbakan siyasete atılmaya karar verdikten sonra ilk merhalede Adalet Partisi’ne girme istemiştir; biz ise bu düşünceye ısrarla karşı çıkmışızdır.
Kendisine: “ AP’ye girer de gerçek hüviyetinizi ortaya koyarsanız, sizi bu partiye almazlar; gerçek yüzünüzü ortaya koymazsanız o zaman da iki yüzlü bir münafık olursunuz”, demişizdir.
“İslâm Düzeni tepeden getirilemez. Yeni bir düzen, ancak taban hareketi ile ve halka anlatılmak suretiyle inandırarak getirilir. İslâmi düzen böyledir. Bundan dolayı biz parti kurmalıyız; ama iktidar partisi değil tebliğ partisi kurmalıyız”, demişizdir.
Erbakan bu görüşümüzü kabul etmedi. AP’den Konya adayı olmak için müracaatta bulundu. Ancak adaylığı daha önseçim aşamasında reddedildi. Böylece haklılığımız ortaya çıkmış oldu.
BAĞIMSIZLAR HAREKETİ
- Erbakan AP’ye müracaat etmeden önce, biz bağımsız olarak adaylığımızı koymamızı önermiştik. Erbakan ise AP’ye müracaatta bulunmayı yeğledi. Adaylığı kabul edilmeyip refüze edilince, bağımsızlık önerimizi kabul etti ve aday olduk.
1969 Genel Seçimlerinde, bendeniz de dahil olmak üzere 14 arkadaş değişik illerden bağımsız aday olduk. Bağımsızlar hareketi böyle gerçekleşti. Ben Aydın ili adayı oldum. İzmir’den arkadaşımız olan Ömer Faruk Yeğin İstanbul adayı oldu. Erbakan da Konya adayı oldu ve büyük bir oy farkı ile seçimi kazandı.
Erbakan, elde edilen bu ilk önemli zaferi maalesef onu destekleyenlerle birlikte kutlamadı. Onlarla birlikte değerlendirmedi. Tarikat şeyhlerini topladı ve partiyi onlarla birlikte kurdu. Parti kurma merhalesinde bizleri haberdar bile etmedi.
Böylece, bir taraftan kuvvete güvenirken, diğer taraftan mistisizm yolunu tutan bir yol izledi. Bu davranış ve tutumuyla, daha baştan İslâmiyet’in şeriat yönüne aykırı davranmaya başladı ve bugüne kadar da hep öyle devam etti.
PARTİ PROGRAMI VE TEBLİĞ PARTİSİ
- Milli Nizam Partisi kuruldu.
Biz, bizi çağırmamış olmasına aldırmadan, partinin organize edilmesinde ve teşkilatlanmasında çalıştık. Ancak Ankara’ya gidip de parti programını gördüğümüzde, tek kelime ile irkildik. Karşımızda parti programından çok bir şairin mensur şiiri vardı! Yazılanların parti programı, yönetim, devlet, düzen, idare vs. İle hiçbir ilgisi yoktu.
Üzüldük... Sesimizi çıkarmadık... Nasıl olsa iktidar olacak değiliz. Bu yanlışlığı daha sonra düzeltiriz diye düşündük. İşte burada hata ettik.
Bir parti iki maksatla kurulabilirdi:
Birincisi, mevcut düzen düzgün, güzel, uygun ve iyi olurdu; ancak düzeni yönetenler iyi insanlar olmazdı. Kötü insanlar gitsin de biz iktidar olalım diye parti kurulabilirdi. İslâmiyet’e göre, böyle bir parti meşru değildir. Bir parti ülkeyi iyi yönetemiyorsa, o zaman ona yardımcı oluruz ve ülkeyi iyi yönetmesini sağlarız; ama onu iktidardan düşürmeye çalışmayız. Yönetici ne kadar kötü olursa olsun ona karşı gelinmez ve iktidardan düşürülmesi için çalışılamaz. Böyle bir davranış İslâmiyet’in şeriat yönüne aykırıdır.
İkinci olarak, bir parti düzeni değiştirmek için kurulur. Yöneticilerin kötülüklerinden dolayı değil, düzenin bozuk olmasından dolayı problemler olduğu tesbit edilir ve çözümler üreten bir parti kurulur. İslâmiyet’e göre, işte böyle bir parti kurmak meşrudur. Bu partiye tebliğ partisi denir. Bu parti aracılığıyla yöneticilere; “İktidarda siz kalın ama bu bozuk düzen değişsin ve yerine adil bir düzen gelsin”, denmelidir. Böylece çok partiler kurulmalı, çözümler üretilmeli ve düzen de bu çözümlere paralel olarak değişmelidir.
İslâmiyet’e göre, işte böyle bir parti meşrudur. Sadece meşru değil, ayrıca böyle bir partinin kurulması farzdır; hatta böyle bir parti yoksa, o zaman farz-ı ayındır. Biz bunun için parti kurmamız gerektiği önerilerinde bulunmamıza rağmen; onlar yine şeriata aykırı olan mevcut düzende iktidara talip olan parti kurdular.
Kurdular, 27 yıl bunun için çalıştır ve sözlerimize kulak vermedikleri için sonunda başarısız oldular. Sadece ‘iktidar’ değil, aynı zamanda ‘muktedir olmak’ için ilme ve şeriata kulak vermek gerekir. Hakkı sadece sözde söyleyip öğrenmeyen ve uygulamayanların akıbeti işte böyle olur. Bunu 27 yıldır hep söylememize ve sürekli olarak hatırlatmamıza rağmen, bir türlü anlatamadık veya karşımızdakiler inatla anlamak istemedi. İnşallah, bu son başarısızlık tecrübesinden sonra artık anlaşılmıştır.
YAPILAN YANLIŞ VE YAPILMASI GEREKEN DOĞRU
- Parti İslâmiyet’i benimsemişti ama İslâmiyet’in ne olduğundan hiç bahsetmiyordu. Daha doğrusu, İslâmiyet’in düzen yönünü öğrenmek için herhangi bir gayret sarfetmiyordu. Bu amaçla şahsi çaba sarfedilmediği gibi; ayrıca tek bir İlmî müessese veya araştırma merkezi bile kurulmuyordu. Bugüne kadar da her türlü müesseseler kurulduğu halde, İlmî araştırma ve geliştirme müesseseleri hala kurulmamıştır. Bilmeden ne yapılır ki? Tarih boyunca bu işleri hep peygamberler yapmıştır.
Peygamberlerin varisi de ilim ve ulemadır;
Din, ticaret veya siyaset adamları değil.
Bu gerçek ne zaman anlaşılacak ve gereği yapılacak?
Süleyman Arif Emre’nin anlattığı bir hikaye vardır: Meşrutiyet döneminde bir Müslüman bir Ermeniyi kovalayıp yere yatırmış ve kılıcını çekmiş: “ Müslüman ol, yoksa seni keserim!” demiş. Bunun üzerine Ermeni: “Peki, Müslüman olayım. Bana nasıl Müslüman olacağımı öğret” demiş. Müslüman: “Ben de bİlmîyorum! Nasıl Müslüman olacağını hocalara sor öyle ol!” demiş.
RP de böyle yapacakmış, imamlara ve şeyhlere devleti nasıl yöneteceğini soracakmış! Bu düşünce ve anlayış, hem yanlıştır hem de İslâmiyet’e ve laikliğe aykırıdır. İslâm düzeni, din adamlarının düzeni değildir.
Kur’ân; “Bilmediğin işlerde önderlik yapma!” diyor.
Önce sözleşme yapılacak, parti programı yazılacak; ona göre parti kurulacak ve ondan sonra halktan oy istenecektir.
İktidara talip olan partiler böyle yapmalıdır.
Çünkü program zaten vardır ve herkes bu programı bilmektedir. Sadece slogan, laf edebiyatı ve mevcut partileri taklit ederek veya kötüleyerek parti kurulmaz. Bu metod ve uygulama yanlıştır. Başarısızlığa mahkumdur. Erbakan ve arkadaşları, bundan dolayı sonunda hep başarısız olmaktadırlar.
Tebliğ partileri de program yaparlar ve programda ne yapacaklarını değil nasıl yapacaklarını yazarlar.
Ne yapılacağını parti programları değil anayasalar belirler. Anayasalarda belirtilen temel esaslar herkes için aynıdır. Farklılık, nasıl yapacaklarını ortaya koymaktır.
İşte bu anlattıklarımızdan dolayı Milli Nizam Partisi’nin programı parti programı değil; olsa olsa lirik bir hikaye ve taklit bir broşür idi.
HAK – KUVVET ÇATIŞMASI
- İslâmiyet’te merkezi yönetim yoktur.
MNP’nin kurulmasını sağlayan Bağımsızlar Hareketi’ni biz başlattığımız gibi İslâmiyet’in şeriat tarafını da biz biliyorduk. İzmir ve Ege Bölgesi’nde MNP ile MSP teşkilatlarını biz kurmuştuk. Başından beri hareketin her kademesinde yerimizi aldık ve üzerimize düşeni yaptık. Ankara’da partinin büyük kongresini yapıyoruz. Necmettin Erbakan geldi bizimle doğrudan görüşmeler yaptı. Bir müddet sonra bir de baktım ki; bizden yaşça küçük olan bilgisiz bir genç genel sekreter oldu ve bize emirler vermeye başladı. İslâmiyet’in ilme, tecrübeye ve yaşa saygı sistemi yerine; Batı dünyasının makama saygı sistemi uygulamaya başladı.
İslâmiyet’e göre, başkanlık dışında bir makam yoktur. İnsanlar ilme, yaşa ve bir de kıdeme göre sıralanır.
Üzüldük...
Üzüldük ve anladık ki; bu parti şeriat yani hak kurallarına göre değil, kuvvet kurallarına göre yönetilecekti. Bunu anladığımız anda yani o gün partiden ayrılmaya karar verdik. Ancak seçimler sonuçlanıncaya kadar bu konuda hiç kimseye bir şey söylemedik. Hakka göre değil kuvvete göre yönetileceğini anladığımız partinin ıslah olmayacağı o gün belli olmuştu. Ama o günlerde pek yapabileceğimiz bir şey yoktu. Düşündük, istişare ettik ve uzaktan desteklemeye karar verdik.
Genel seçim olur olmaz da partiden ayrıldık. Bir-iki arkadaşımız bir-iki yıl daha görevde kaldılar. Sonra onlar da resmi görevlerinden ayrıldılar.
CHP İLE KOALİSYON VE YAPILAN HATALAR
- Yapılan seçimler sonunda MSP 48 milletvekili ve 3 senatör çıkardı ve anahtar parti konumuna geldi. Bu durumda kiminle koalisyon yapılmalıydı?
Bize göre; Milli Görüş ortaya konmalı ve hangi taraf daha çok taviz verirse o tarafla koalisyon yapılmalıydı.
Genel Başkan Erbakan, tavizler vererek, kendi tabiriyle ‘renksizler’ dediği taraf ile koalisyon yapılmasını yeğliyordu. Oysa renksizler zaten korku içindeydiler. MSP ile koalisyon yapamazlardı. Nitekim bütün ısrarlara rağmen yapmadılar.
Başta Erbakan olmak üzere parti yöneticileri, sonunda bizim görüşlerimize katıldılar, biz de destek verdik ve CHP ile koalisyon kuruldu.
Kurulan CHP-MSP Koalisyonu tarihi bir koalisyondur. Çağımızda gerçekleştirilen ve ilk olma özelliği bulunan bir oluşumdur. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, örneğin İran’da, Sovyetler Birliği’nde ve diğer ülkelerde sol – din çatışmasını sona erdirmiştir. İdealist görüş sahiplerinin de diyalog kurarak, anlaşarak, uzlaşarak birlikte yaşayabileceklerini ve çalışabileceklerini ispat etmiştir. Böylelikle ve uygulanan bu ilk örnek sayesinde, sermayenin sağ-sol çatışmaları yoluyla sömürüyü sürdürme taktiği artık tarih olmaya başladı.
Ne yazık ki, bu koalisyonda İslâmiyet’e/ Şeriata aykırı maddeler kondu. Koalisyonda tüm kararlar ortak ve birlikte alınacak, sorumluluklar da buna paralel olarak ortak olacaktı.
İslâmiyet’e göre; bakanlıklar bölüşülecek, her bakan tamamen bağımsız olacak ve kendisi sorumlu olduğu halde faaliyette bulunacaktı. Eğer bakan protokola veya yasalara aykırı bir davranışta bulunursa, taraflara hakemlere gitme hakkı tanınacaktı.
Böyle yapılmadı ve MSP’nin başarıları solun başarısı olarak takdim edildi. Başbakan Ecevit de bu yanlışa uydu. Ayrıca ve en önemli nokta olarak da, bu yanlış uygulama koalisyonun sona ermesine sebebiyet verdi.
MİLLİ GÖRÜŞ VE UYGULAMA ÖNERİMİZ
- Genel Başken Erbakan ve yönetici arkadaşları, CHP- MSP Koalisyonu’nda ‘Milli Görüş’ün değil, cari düzenin uygulanması suretiyle siyaset ve hükümet yapılmasını istediler. Nitekim uygulama olarak da öyle yaptılar ve hatalarından dolayı sonunda koalisyonun sona ermesine sebebiyet verdiler.
Oysa, bu kesinlikle mümkün değildi. Eğer zulüm düzeni içinde adalet tesis edilebilseydi, o zaman şeriata, kitaba ve peygambere gerek olmazdı. Allah’ın emir ve nehiyleri boş olurdu. Biz de insanları kandırmış olurduk.
Biz kendilerine şöyle bir teklifte bulunduk:
Düzen değiştirilmez. Bu şartlar altında yedi bakanlıkta reform yapmak mümkün değildir. Bakanlıklar sadece ismen ve şeklen bizim olsun. Biz sadece bir genel müdürlüğe talip olalım ve o genel müdürlüğü Milli Görüşe göre yönetelim. Böylece hem kendimizi denemiş hem de halka örnek göstermiş oluruz.
O zaman bu uygulama için yüze yakın genel müdürlük bulunabilirdi.
Maalesef bu teklifimizi kabul etmediler. Gizli kuvvetler böyle bir uygulamaya izin vermediler. Erbakan da Allah’tan korkmadı, onlardan korktu ve hep birlikte uygulamaları yaptılar.
ŞERİATA AYKIRI UYGULAMALAR SÜRDÜ
- Necmettin Erbakan, bir türlü Allah’a verdiği sözü hatırlamıyordu. İslâmiyet ‘i ve şeriatı adeta unutmuştu. Yanlışlar ve hatalı uygulamalar birbiri ardısıra geliyordu...
CHP ile yapılan tarihi koalisyon bozuldu.
AP ve Süleyman Demirel, azınlık hükümeti olarak desteklendi.
Halbuki bu uygulama İslâmiyet’e / Şeriata aykırı idi.
Sadece CHP’den kurtulmak amacıyla, dünya görüşü benimsenmeyen AP desteklendi; kerhen desteklendi!
Bize göre; Erbakan ‘Milli Mutabakat Hükümeti’ kurulması önermeliydi. O tarihlerde bizim bu konudaki önerilerimiz vardı ve Akevler Bülteni’nde yayınlanmıştı. Erbakan ve arkadaşları, bu önerilerimize kulak vermediler. İslâmiyet’e/ Şeriata aykırı olan uygulamalarını sürdürdüler...
Tarihin son derece garip bir tecellisidir ki; şimdi de sadece RP hükümet olmasın diye CHP ( ve DSP) ANAP’ı destekliyor. İslâmiyet/ Şeriat dışında atılan her adım, bir bela olarak yıllarca sonra bile insanın karşısına çıkar.
İKTİDAR MI, DÜZEN Mİ, HANGİSİ?
- Mesele iktidar meselesi değildi; mesele düzen meselesiydi.
Akevler Bülteni’nde parti başkanlarına mektuplar yazarak uyarılarda bulunduk. Yaptıkları yanlışlardan dolayı 1980 Müdahalesini beklemeleri gerektiğini yazdık. Mutlak bir Milli Mutabakat Hükümeti kurmaları gerektiğini, böyle hareket etmenin zaruri olduğunu, bu arada orduyu da yanlarına almalarının önemini hatırlattık ve önerilerde bulunduk.
Necmettin Erbakan bu önerilerimize itibar etmedi ve kulak vermedi.
Bir gün kendisini ziyaret ettik ve dedik ki: “Ya Adil Düzen’i ortaya koyarsınız yahut sizin göreviniz bitti!” Bu arada Yassıada imasında bulunmayı da ihmal etmedik. Görüşmeye söz verdi ancak yine inat edip görüşmedi. Allah’a dönmeyi, sadece Allah için kendisiyle konuşmak isteyenlere kulak vermeyi değil; Avrupa’da CİA ajanları ile dolaşmayı ve görüşmeyi yeğledi!..
Sonunda, bizim defalarca uyarıp haber verdiğimiz 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi gerçekleşti ve MSP yöneticileri Mamak’a gittiler...
Bütün bu olanlara rağmen, MSP yöneticileri Allah ile yaptıkları sözleşmeyi yani İslâmiyet’e/ Şeriata göre hareket etmeleri gerektiğini bugüne kadar hala öğrenemediler...
Bir gün öğrenirler mi?
Çıkmayan candan ümit kesilmez!
İlim, beşikten mezara kadar farzdır.
Belki bir gün akılları başlarına gelir de öğrenirler.
ADİL DÜZEN PROJESİ VE SONRASI
- Erbakan, şeriata uygun olan savunma taktiğini uyguladı. Bu husustaki görüşlerimizi kendisine bildirmiştik. Sonunda hapisten çıktı...
Bir müddet sonra, Edremit / Altınoluk’taki evinde bizimle görüşmeye başladı. Akevler Ekibi ile yapılan çalışmalar sonunda Adil Düzen Projesi’ni hazırladık. Kendisi de Adil Düzen’i benimsedi, isim babası oldu ve bu sayede her geçen gün gücü artmaya başladı. Nihayet 1991 seçim kararı alındı. Parti, ilk defa Adil Düzen’i benimsemiş olarak seçime girecekti...
Hiç ummadığımız bir şey oldu:
Erbakan, bizi devre dışı bıraktı!..
Adil Düzen Projesi’ni resmilestirmedi ve seçime öyle girdi!..
Biz önerimizi yaptık ve kendisine dedik ki:
“İslâmiyet’te ekseriyet sistemi yoktur. Adil Düzen nisbi temsil sistemidir. Biz tek başımıza iktidar olsak da ‘Milli Koalisyon Hükümeti’ kurmalıyız. Bu görüşümüzü seçim programına koymalıyız.”
Bu önerimize kulak vermedi ve itibar etmedi.
Adil Düzen esprisi içinde Milliyetçi Hareket Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile işbirliği yapıldı. Bu işbirliği görüşmelerini de başından itibaren biz başlatmış bulunuyorduk. Diğer Seçim oldu ve iyi bir netice alındı.
Bundan sonra, liderlik bir tarafa bırakılarak Adil Düzen Projesi üzerinde birlikte çalışmalar yapılması suretiyle bir sonraki seçime ortak bir Anayasa Önerisi ile gidilmesi gerekirken; Erbakan klasik muhalefet yapma yolunu seçti. Bu arada Alparslan Türkeş ile olan irtibatını da kesti. Böylece bizden yani İlmîn gerçeklerinden uzak durmanın cezasını dağılmakla ödedi.
Oysa, bizimle olan irtibatını sürdürseydi, Refah Partisi 1995 seçimlerinde mutlak ekseriyeti alacaktı. Çünkü toplam oy % 33’ü geçiyordu. Önerilerimize itibar etmedi ve bu fırsatı kaçırdı.
SÖYLENENLER VE YAPILANLAR...
- Erbakan ne yapacağını keşfetmişti.
Kendisi Adil Düzen’i anlatacak, taban Adil Düzen’i benimseyecek, böylece halkın oyunu toplayacak ve iktidar olacaktı. Milletvekilliklerini ve Merkez Karar Yürütme Kurulu üyelerini ise Adil Düzen’e karşı olanlardan oluşturacak, böylece iktidar olduğunda istediğini yapacak ve kuvvet sistemini uygulayacaktı...
İşte bu oyun ve davranış, sadece İslâmiyet’e/ Şeriata aykırı değil, aynı zamanda ve açıkça hakkı inkar idi.
Kur’ân’ın ilk sahifelerinde insanlar kötü ve iyi insan diye ikiye ayrılır, sonra onlar arasında olanlar anlatılır:
“ İnsanlar içinde biz Allah’a ve ahirete inandık diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değildirler. Onlar Allah’ı ve inanmış kimseleri kandırıyorlar. Oysa onlar kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar.” (Bakara [2];8-9)
Bu ayetin manasını anlamak gerçekten çok zordur. İnsan gerçekten Allah’a inanıyorsa O’nu kandırmak için uğraşmaz; inanmıyorsa yine kandırmaya kalkışmaz. Ama demek ki, insanoğlu Allah’ı kandırmaya çalışırmış ki Kur’ân bunu söylüyor.
RP yöneticileri işte bunu yapıyorlar.
Onlar aslında Adil Düzen’e inanmıyorlar, Adil Düzen’in sahibi olan Allah’a inanmıyorlar; ama inandıklarını zannediyor ve O’na inanları kandırıyorlar. Aslında ayette de belirtildiği üzere, sadece kendilerini kandırıyorlar, ama bunun farkında değiller.
1946’dan beri sağ cephenin başına gelenlerin asıl sebebi ve kaynağı budur: Allah’ı ve inanmış olan kimseleri kandırmak. Evet, dini ve inananları sadece ve sadece istismar etmek. Sonunda da zararını hep birlikte görmek.
Demokrasilerde dinin istismarı suç değildir. Şeriata göre de dinin istismarı suç değildir. Ancak, İslâmiyet’e göre dinin istismarı haramdır, hem de küfür derecesinde haramdır. Türkiye’de yıllardan beri sağ cephenin başına gelenler, tamamen Kur’ân’ın haber verdiği haberler içindedir.
KUR’ÂN DİYOR Kİ!
- 1993 yılında bizimle yapılan bir röportajda: “RP’nin oyları artmaya devam edecektir, ancak RP yöneticileri Adil Düzen’i uygulamayacaktır” dedik.
“Elbette bunu söylemek istemezdik. Ancak yarın muhalif olanlar veya başka insanlar “ Adil Düzen bu mudur?” derler, biz de halka yanlış anlatmış oluruz. Şimdiden düzeltmiş olmak için söylüyoruz” dedik.
Ayrıca dedik ki: “Şeriat düşmanları RP’den korkmasınlar. RP yöneticileri Adil Düzen’i uygulamayacaktır.
Bilmeden ve öğrenmeden nasıl uygulayacaklar ki ?!.
Böylece, dolaylı olarak da olsa RP’ye yardım etmiş olduk.
Evet, RP’nin oyu artıyordu. RP iktidar, Erbakan da başbakan olacaktı. 27 yıl sadece oy istemek ve toplamak için dolaşmışlardı. Artık oy toplamak için dolaşmaya vakitleri yoktu.
Erbakan ve arkadaşlarının, Akevler Ekibi ile işbirliği yaparak Adil Düzen Projesi’ni hazırlayıp ondan sonra iktidara talip olmaları gerekiyordu. Şoförlüğünü öğrenmeden araba sürmeye kalkışmamaları gerekiyorken, onlar bizimle olan irtibatlarını tamamen kestiler. Bizden uzak durmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu ısrar ve inatları son yıllarda iyice kemikleşti.
Artık yapabileceğimiz bir şey kalmamıştı.
Bunun üzerine biz de Orta Asya/ Kırgızistan’a gittik.
Oraya gitmememiz için de engeller çıkardılar. Buna rağmen gittik ve beş yıl kaldık. Biz orada olumlu bir zemin hazırladık. Erbakan oraya geldi ve sayemizde devlet başkanı statüsünde karşılandı. Asker Akayef ve Nur Sultan Nazarbayev ile görüştü.
Yapılan bir toplantıda bizi kastederek: “Şimdilik bunlar temsilcimdir, daha sonra devlet tecrübesi görmüş olan kimseler göndereceğim!” dedi ve böylece tecrübesiz olduğumuzu ima ederek bizi küçük düşürmek istedi. Türkiye’ye döndükten sonra fakslar çekiyor, bize iş gördürüyor; ama faksların üzerinde adımız yazılmıyordu. Yani kendisini temsil etmediğimizi ilan ediyordu.
Bu davranışların tamamı İslâmiyet’e aykırı idi.
Biz kendilerine kendiliğimizden bir şey söylemiyorduk. Sadece Kur’ân’dan öğrendiklerimizi ve anladıklarımızı tercüme ediyorduk. Biz sadece tercümandık. Bizi dinlememekle, aslında bizi değil Kur’ân’ı dinlemiyordu...
Artık İslâmiyet’e ihtiyaçları yoktu...
Adil Düzen’e ihtiyaçları yoktu...
ABD’yi bile ikna etmişlerdi!...
Bu durumda biz de ilişkiyi kestik.
DYP LİDERİ ÇİLLER’E MEKTUP
- DYP lideri Tansu Çiller, RP’ye karşı cephe almıştı ve onu bertaraf etmek için uğraşıp duruyordu. Ancak kendisi İslâmiyet’e karşı değildi.
Biz, RP’den tamamen ümidimizi kesince, Hasan Ekinci aracılığı ile DYP liderine bir mektup gönderdik ve dedik ki: “Siz Refah Partisi’ni yenemezsiniz. Ancak biz size yardım edelim. Adil Düzen’den daha iyi bir program hazırlayalım. Bu programı benimseyin. O zaman RP çöker.”
Tansu Çiller Hanım da önerimizi kabul etmedi.
Seçime gitti ve iktidarı da bitti.
Biz sadece mütercim konumundayız. Allah’ın sözlerini iletiyoruz. Bu sözlere kulak vermeyenler ve dinlemeyenler hep gidecektir. Hüsrana uğrayacaktır. Bu bizim 1950’lerden beri yaptığımız bir iştir ve hep aynı sonuçları alıyoruz. Tecrübeyle sabittir. İstisnasız bütün liderlere yazıyor ve hep aynı sonucu alıyoruz. Bunlar bizim değil; Kur’ân’ın, Allah’ın, İslâmiyet’in, Şeriatın, İlmîn doğrularıdır ve aynı zamanda bizim doğru yolda olduğumuzun delilleridir.
Bunlar dışında doğru yolu ve delili olan varsa, her zaman dinlemeye hazırız. Bu arada, onlar dinlemeseler bile, biz veya bizim gibiler kıyamete kadar doğruları söylemeye ve hatırlatmaya devam edecektir.
Biz 1950’den beri hakkı tavsiye etme makamındayız ve hiç iktidardan düşmüyoruz. Peki, ya onların iktidarları, makamları, saltanatları nerede?!.
İşte meselenin özü budur.
İSLÂMİYET’E GÖRE PARTİ
- İslâmiyet’e göre; parti iktidar olmak için teşkil edilmez. Yöneticiler zalimse, o zalim yöneticileri uyarıp yaptıkları hataları ortay koymak için parti kurulur. Böylece ıslah edİlmîş olur.
Ancak bu uyarılarım etkili olması için doğruları doğru olarak göstermek, yanlışları da yanlış olarak göstermek gerekir. Yapılan her şeyi kötülemekle uyarı olmaz. Ayrıca şahıslara saldırmak da yoktur, şahısları kritik etmek yoktur; sadece yapılan işleri kritik etmek gerekir. Kişilere karşı saygılı olma zorunluluğu vardır. Hatta yapılan yanlış hareketleri sadece sayıp dökmek de meşru değildir.
Asıl olan; ne yapılması gerektiğini anlatmaktır.
Parti, bunun dışında olanların sebeplerine inmek ve bu sebepleri giderici düzenleri önermek için seçimlere girer. Yani parti sadece program ile yetinmez, aynı zamanda proje ile de seçime girer. Parti, halka getireceği sistemi anlatır, halk da ona göre rey verir.
Bunlar bizim parti ile ilgili görüşlerimizdir.
Her zaman mevcut partilerin görüşleri ile sentez yapılarak yeni bir yönetim modeli tesis edilebilir veya edilmelidir.
Erbakan ve arkadaşları, seçime girerken böylesine İslâmiyet’e / Şeriata uygun konuşmalar yapmaları gerekirken, bunun tam aksini yaptılar; kişileri ve partileri tahkir eden saldırı üslûbu ile seçmenlerden oy aldılar. Oysa, topluluk yani halk bütün uğraşmalara rağmen bir partiyi tek başına iktidar etmemiştir ve İslâmiyet’e/ Şeriata göre uzlaşmalarını istemiştir.
İşte bu şartlarda 1996 yılına yeni bir meclis ile gelinmişti ve Türkiye için son derece kritik olan bir durum söz konusuydu.
TEVBE KAPISI HER ZAMAN AÇIKTIR
- Allah’ın tevbe kapısı her zaman açıktır.
“ Geçmiş geçmiştir, geleceğe bakmak gerekir” diyerek, yine Erbakan ve RP yöneticilerini tevbeye davet ettik. Kendilerine bir faks gönderdik ve bizimle görüşmelerini talep ettik. Genel olarak yaptıkları gibi, bu talebimize de yine kulak vermediler. Yani, her zamanki gibi Kur’ân’a ve Allah’a kulaklarını tıkadılar...
Bir Kayserili hikayesi vardır. Kısaca anlatalım ve ibret alalım: Bir Kayserili oğlunu İstanbul’a göndermiş. O yıllarda Kayseri’den İstanbul’a gitmek için önce karadan Samsun’a varılır, sonra Samsun’dan İstanbul’a kadar gemi ile gidilirdi. Kayserili baba, gemi yolculuğundan çok korkuyormuş. Bu korkusu sebebiyle Allah’a şöyle dua ediyormuş: “ Yarabbi! Sen oğlumu hele bir Galata Rıhtımı’na sağ selamet çıkar, ondan sonrasına karışma!”
Sayın Erbakan da galiba Allah’a; “ Sen beni hele bir başbakan yap, ondan sonrasına karışma! Ben ne yapacağımı bilirim!” demiş olacak ki; iktidar yolu göründükten sonra, artık ne Adil Düzen’e ne de Adil Düzen Ekibi’ne ve onların tavsiyelerine ihtiyacı kalmamıştı!..
İlmî toplantılar yapıyor, davetler veriyor; ama her ne hikmetse Adil Düzen ekibinin mühendislerini, öğretim üyelerini, profesörlerini, fakülte dekanlarını bu toplantılara çağırmıyordu. Oysa daha önceleri hep onları beraberinde götürüyordu. Uygulama ve iktidar merhalesinde ise onlar unutulmuşlardı. O zaman korktukları için toplantılara bile gelmeyenler, şimdi Erbakan’ın müşaviri ve danışmanı olmuşlardı!..
Kayserilinin oğlu artık rıhtıma çıkmıştı!
Allah’a ve Kur’ân’a ihtiyaçları yoktu!
Adil Düzen’e ise hiç ihtiyaçları yoktu!
Ama Allah yapılanları görüyordu ve...