***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20) لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا(21) وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا(22) مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا(23) لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا(24) وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25) وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26) وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27) يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا(28) وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا(29) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30) وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَا أَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ وَأَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَرِيمًا(31) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا(32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا(33) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا(34)
إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا(35)
وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ وَ=20
إِنَّ لَهُمْ اللَّهُ اللَّهَ =4
أَعَدّ = 1
كَثِيرًا فُرُوجَهُمْ مَغْفِرَةً أَجْرًا عَظِيمًا =5
َالْمُسْلِمِينَ الْمُؤْمِنِينَ الْمُتَصَدِّقِينَ الْقَانِتِينَ الصَّادِقِينَ الصَّائِمِينَ الْحَافِظِينَ الذَّاكِرِين = 10
الْمُتَصَدِّقِين الْمُؤْمِنَاتِ الْمُسْلِمَاتِ الْقَانِتَاتِ الصَّادِقَاتِ الْحَافِظَاتِ الصَّائِمَات الذَّاكِرَات= 10
ء7ه4 ع4 غ 1 = 16
ة 1 ق6 ك 3 = 10
ي12 ج2 = 14
و20 ف4 م16 ب2 =42
ل 19 ر8 ن 16 ن4 =47
ا24
س2 ص14 ش2 د8 ظ3 ث1 ذ4 ت 12 = 46
إِنَّ (EinNa)
“Kesinlikle”
Arapça vurgu dili değildir, vurgu yerine harfler kullanılır. Karşı tarafın hatalı bir bilgisi varsa “İnNe” getirilir. Hatada ısrarlı ise haberine “Le” getirilir. İnsanlar genel olarak kadınları ikinci sınıf insan sayarlar. Bu bakımdan cümle “İnne” ve “Le” ile gelmiştir.
Başka bir hatalı iddiaya göre; Kur’an yalnız erkeklere hitap etmektedir, erkeklere nâzil olmuştur, kadınlar muhatap bile değildir. Oysa Kur’an erkek ve kadınlara hitap eder. “Ey nebi” hitapları yanında, “Ey nebinin nisaları” hitabı ile kadınlar da erkekler gibi muhatap alınmıştır. Sonra da Kur’an kadın ve erkeklere eşit hitap yaptığını ifade etmek için bu âyet getirilmiştir. “LeHuM” ifadesindeki “HuM” zamiri mübtedadaki erkek ve kadın çoğullarına eşit olarak işaret ettiğine göre erkek ifadeler hem kadına hem de erkeğe gitmektedir. Erkek sigalar müşterektir. Karine varsa erkekleri, karine yoksa hem erkek hem kadınları ifade eder. İlkel topluluklar kadınları ikinci sınıf saydıkları için karine yoksa ifadeleri erkekler için anlarlar. Kur’an’da ise eğer karine yoksa ifadeleri hem erkek hem de kadınlar için anlarız.
“Zekât verin” dendiği zaman Kur’an’da kadınlar için bir emir yoktur. “Oruç tutun” emrinde kadınlar için ayrı emir yoktur.
Burada ise oradaki emirlerin kadınlara da şamil olduğunu belirtiyor. O halde karine yoksa ifade hem kadınları hem de erkekleri içermektedir. Yani sigada asıl olan erkek ve kadının birlikte olmasıdır. İşte buradaki “İnNe” bu yanılgıyı düzeltmektedir.
Allah’ın kulu olarak, insan olarak, sorumlu olma bakımından kadın erkek tamamen birbirine eşittir. “Sizi bir nefisten halk etti” dendiği zaman kişi olarak kadın ve erkek eşittir.
Usulcüler de kişilik arazlarını sayarken kadınlığı bir arıza saymamışlardır. Bize göre ise; bazı haklar ve görevler vardır ki ereklere aittir, bazı hak ve görevler de kadınlara aittir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Âhirette ise insanlar hesabı insan olarak verecekler, buna göre cennet ve cehennemi istihkak edeceklerdir.
İslâm ve iman, kunut ve huşu, sabır ve savm, hıfz ve zikr, sıdk ve tasadduk olarak gruplanmaktadır. Kesir ve azim, mağfiret ve ücret, i’dad ve tasadduk kelimeleri eşleşmektedir.
Diğer eşleşmelerde ilgi açıktır. Sıdk ile aded arasında ne gibi bir eşleşme vardır? Onu da düşünüp hüküm çıkarmalıyız. Çünkü eşleştirdiğimiz zaman sıdk ile tasadduk eşleşmede yan yana gelmektedir. Aynı kökten kelimeler olmaktadır. Ona karşı da “add” kökü gelmektedir. Öyleyse sıdk ile aded arasında bir denklik söz konusudur.
Diğerlerinde Kur’an eşleşerek ve zikrederek bizi düşündürmektedir.
Kısaca tekrar edelim.
İslâm ve iman. Biri Kur’an’ın barış nizamını kabul etmedir. Bedel vererek bedenen barış düzenini korumak için katılmayanlar müslim, bedenen katılanlar mü’mindirler. Mü’min kadınlar kendileri savaşa katılmazlar ama savaşta evlerde ikmal ve erkeklerin gördükleri görevleri görerek savaşa bedenen katılmış gibi olurlar.
Kunut ve huşu namazda rükün olarak geçmektedir. Kunut, okunan Kur’an’ı dinlemektir. Huşu ise kendi kendine Allah’ın huzurunda muhasebesini yapmadır, saygı göstermedir. Kunut, hak düzeninin bilgilerini elde etmedir. Huşu ise o düzeni benimsemedir, o düzeni sevmedir.
Gerek iman gerekse İslâm topluluk içinde sosyal bir müessesedir.
Huşu ve kunut ise kişinin topluluğa uyumudur, fikir ve hislerle bağlanmadır.
İman siyaseten topluluğa bağlanmadır, İslâm amel olarak topluluğa bağlanmadır.
Kunut bilgi bakımından, huşu da din bakımından toplulukla bir olmadır.
Sabır ve savm ise topluluğa kötülük etmemek üzere uyum sağlamadır. Sabrederek zarar verecek işi yapmamadır. Oruç da bedeni dayanmaya alıştırmadır. Böylece insan kendisini kötülük yapmaktan korur.
Zakir, öğrendiklerini unutmamaktır, saklamadır. Bu hatırlamakla sağlanır. Hafız da elde ettiklerini korumaktır. Zararlı yerlerde edebi imkanları kullanmamaktır. Cinsel organlar çocuk yetiştirmek içindir. Evlilik dışı kullanmamak bu yerleri muhafaza etmektir. Gerek aklî gerek naklî ilimleri sık sık hatırlayarak unutmamak, bilgiyi saklamaktır.
Kesir ve azim karşılaştırılmıştır. Kesir sayısal büyüklüktür. Azim ise niteliğin büyüklüğüdür Ecr azim olarak, oysa zikir kesir olarak vasıflandırılmıştır. Ecr sürekli olacaktır. İnsan her zaman yararlanacaktır. Zikir ise periyodik yapılacak. Beş vakit namazlarda ve belli vakitlerde tekrar edilerek bellekte tutulacaktır.
Ecr ve mağfiret de ecr kabul edilmiştir. Cezanın affı da bir ücrettir. Haseneler seyyieleri götürür hükmü buradan elde edilmiştir.
Erkek kurallı siga ile dişi kurallı siga erkeklerin topluluğunu ve kadınların topluluğunu ifade eder. Ne var ki, erkek çoğulu askeri organizasyonu, onluk sistemi içerir. Hiyerarşik bir birlik vardır. Kadınlarda ise bu tür bir organizasyon yoktur. Eşitlik içinde işbölümü vardır. Bu sebepledir ki erkeklerin topluluğu merkezi bir devlet otoritesini ifade ettiği halde, kadınlarınki ise sadece dayanışmayı ifade eder, merkezi bağlanmayı göstermez.
Bunu şöyle ifade edelim. Erkekler için bucaklar, iller ve ülkeler askerlik bakımından güvenlik açısından iç içe bağlıdırlar. Askerlikte merkezi yönetim vardır. Oysa kadınların böyle merkeze bağlılıkları yoktur. Açık ifade edecek olursak, bucak başkanı güvenlik bakımından ilçe jandarma komutanına, o da il jandarma baş komutanına ilin merkez bucağı başkanlığına bağlıdırlar. Fevkalade hallerde emir komuta zinciri çalıştığı halde, bucak başkan eşleri ilçe başkan eşlerine bağlı değildirler, il başkan eşlerine bağlı değildirler; bağımsızdırlar. Bu tür merkeze bağlı olmayan birliktelik erkeklerden oluşsa da, dişi kuralla ifade edilir. Saffât Sûresi’ndeki ilk âyetler cemaatle namaz kılan erkekleri de içerdiği halde, dişi kurallı çoğulla ifade edilmiştir. Çünkü bucakta namaz kılanlar ilde namaz kılanlara, ilde namaz kılanlar ülkede namaz kılanlara bağlı değildirler. Ocakta beş vakit namaz kılanlar da böyledir.
Burada kadın erkek toplulukları ifade edildiği gibi, merkezî olmayan topluluklar da ifade edilmiştir. Yani merkezî olan topluluklar ile merkezî olmayan topluluklar da ifade edilmiştir. Bu sebepledir ki hayvanların toplulukları dişil topluluklardır. Merkezî topluluklar yalnız ve yalnız insanlara hastır. Bundan dolayıdır ki eril çoğullar yalnız insanlar için söz konusudur.
الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ
(eLMuSLiMIyNa Va eLMuSLiMAvTı)
“Müslim erkeklerle müslim kadınlar.”
İsmi faillerin özellikleri olarak kendileri marufturlar, ama fiilleri ise nekredir. “Ellezîne” olsa her ikisi de marife olur.
“Müslimîn ve müslimât” önce birbirine atıftır. Sonra diğer atıflar gelir.
Bunu nereden biliyoruz?
“Hafizîne furucehunne”ye “hafizât” atfedilmiştir. “Furucehunne” denmemiş, oysa o mânâdadır. Buradan anladığımız şudur ki, müslim erkek ve kadınlar bir arada zikredilmiştir. Burada zikredilenler ayrı kimseler olmayıp ortak vasıflardır. Yani aynı kimseler hem müslim, hem mü’min, hem de kânıt olan kimselerdir. Mü’min ve mü’minelerin 10 ortak vasıfları sayılmıştır.
“Müslim” olma özelliklerinden başlanmıştır.
“SeLM” üstü düz olan, hayvanların çıkamayacağı kaya parçasının adıdır. Çobanlar azıklarını onun üzerine koyarak selamete alırlar, yani korurlar. “SülLeM” merdivendir. O kayaya ancak o merdivenle çıkılabilir. SiLM” barış demektir. İnsanlar iki şekilde yaşarlar. Ya savaşırlar, ya barışırlar. Çölde birbiriyle karşılaşan iki badiyeli Arap ya kılıçlarını çekip birbirlerini öldürmeye kalkışır, yahut birbirlerine selam verirler ve oturup sohbet ederler. “Selâm” barış demektir. Karşı taraf da barış olarak mukabele eder.
“İslâm” if’al bâbındandır. Silme yani barışa girme demektir. Topluğun bir ferdine selâm verdiğin zaman bütün topluluğa selâm vermiş olursun. O da selâmını aldı mı artık sana o toplulukta kimse dokunmaz. Bunun şartı hakem kararlarına uymadır. Eğer iki kişi arasında niza çıkarsa biri bir hakem seçer, diğeri de diğer hakemi seçer. İkisi baş hakem seçerler. Onların verdiği karar kesindir. Herkes itaat eder ve karşı çıkmadan ona uyar. O kadar ki, hakemler idam kararı vermişlerse kişi kendi ayağıyla sehpaya gider, başını uzatır ve asılır.
Böyle yapan kimse “müslim”dir. Bunun itibarı korunur. Malları mirasçılara kalır. İslâm mezarlığına gömülür. Nüfusta adı ölü kaydıyla devam eder. O topluluğun şerefli ölüleri içinde yer alır. Her yıl bayramlarda onların mezarları ziyaret edilir. Dua edilir. Çocukları tarafından adları zikredilir.
Böyle olduğu için ve herkes cezaya kendi rızası ile katlandığı için yakalama, tutuklama, hapis müesseseleri İslâmiyet’te yoktur. Kur’an’da bu “sakin” olarak ifade edilmiştir. Eğer bu kimse hakemler tarafından idama mahkum edilmiş ve af da edilmemişse, mahkum olarak sehpaya kendi arzusu ile gelmemişse, bunun hakkında hakemlerce kanı hederdir hükmü çıkarılır. Bu kimse artık o bucağın sakini değildir. Kaydı silinir ve mahkemede ne kendisi ne başkası onun adına dava açamaz. Malları ganimettir. Beşte dördü öldürene kalır. Beşte biri il geliri olur. Eğer il jandarma teşkilatı öldürürse beşte dördü onlara kalır. Azgın olarak zarar veren biri için ise daha fazla ödül konabilir. Bu kimse Müslüman mezarlığına gömülmez. Nüfusta kaydı kalmaz.
Müslim erkekler ayrı topluluk oluştururlar. Bunlar askerlik bedelini verirler veya nöbete katılırlar.
Müslim kadınlar. Bir de müslim kadınlar vardır. Bunlar askerlik bedelini de vermezler. Çocuklar ve yaşlılar bunlara dahildirler. Hakları korunur ama herhangi bir yükümlülükleri yoktur. Bir mü’min erkeğin himayesini kabul ederler. Bu erkeğin yakınları olması gerekmez. Aileleri dışında bir kişi olabilir. Roma’da pater vardı. Ona benzer biridir. Her bucakta o bucak içinde bir mü’mini veli olarak kabul edebilir. Müslim erkeği de kabul edebilir. Yani cizye veren erkeği de kabul edebilir. Kendi statüsü böyle belirlenir. Müslim veya mü’min olur.
Mü’min erkek veya mü’min kadın olabilmek için müslim olmak gerekmektedir. Yani müslim vasıflarını da taşımış olmak gerekir. Bununla beraber bazı vasıfları ile müslim olunmakta ama bütün vasıfları ile müslimlerle aynı değildir. Mesela bedel vermezler. Hattâ askere de gitmezler.
Şimdi ocak içinde müslim olmak, bucak içinde müslim olmak, il içinde müslim olmak ve ülke içinde müslim olmak gerekir. Nöbetli değilse bedeli vermek zorundadır. Yani, ben bucak içinde müslim olmak istemiyorum denemez. Bundan dolayıdır ki tek cizye alınır. Devlet alır. Bundan ile/vilayete ve bucağa pay verilir. Devletlerinin anayasalarında gösterilen payı verirler. Her kademeye ayrı ayrı cizye vermezler.
Kâfirler ise hakem kararlarını kabul ederler ama bedel vermezler, cizye vermezler. Bunlara biz saldırmayız ama onları korumayız. Kendi ocaklarında, kendi bucaklarında, kendi illerinde, hattâ kendi devletlerinde istedikleri gibi yaşarlar. Bizim topraklarımızda da bizden ona saldıran olursa aynı hükümleri uygularız. Kısas veya diyet uygularız. Ama ülkemizin dışında veya kendi topraklarında biz onları korumayız.
Müslimlerin erkekleri bedel verirler, kadınları bedel vermezler.
Her iki grubun görevleri vardır, örgütleri vardır.
وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ
(Va el MuEMıNIyNa Va elMuEMıNAvTı)
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar.”
Buradaki birinci “Ve” mü’min erkekleri müslim erkeklere bağlamaktadır. İkinci “Ve” ise mü’min kadınları mü’min erkeklere bağlamaktadır. Böylece erkeklerdeki iç içe örgütlenme bunlarda yoktur. Yani ocaktaki erkekler ildeki erkeklere, ildeki erkekler ülkedeki erkeklere bağlıdır. Ama bucaktaki kadınlar ildeki kadınlara değil, bucaktaki erkeklere bağlıdır. İldeki kadınlar ülkedeki kadınlara değil, ildeki erkeklere bağlıdırlar. Ülkedeki kadınlar da ülkedeki erkeklere bağlıdırlar. “Furucehum” kelimesinin tekrar edilmemesi bu hükümleri ortaya çıkarır.
Eskiden evleri yaptıkları zaman kale gibi çevrede dizerler, kapılarını ortak alana açarlardı. Böylece evler güven altına alınırdı. İşte bu ortak alana “mena” denir. Çıkmaz sokaklar menadır. “Emine” demek, menaya grip kendisini güven altına aldı anlamındadır. “EAvMaNe” ise if’al bâbındandır. Başka şeyi veya kimseyi güven altına aldı demek olur. “EAvMaNe” fiili güven altına almak demektir. Yani mü’minler güvenlik teşkilatıdırlar. Sitelerini güven altına alırlar demektir.
Ocaklarda bekçilik nöbetleri tutulur. Tehlike anlarında ocak halkı uyandırılarak birlikte savunmaya geçilir. Kadınlar gündüz nöbetleri tutup temizlik yaparlar. Erkekler ise gece nöbetleri tutup kapıları açarlar. Bucaklarda ise koruma nöbetleri tutulur, semtlerde tutulur. Her erkek bucağın başka semtinde nöbet tutar. Semt insandan çok hayvanlardan ve canavarlardan korunur. Yabancıların görülmesi hâlinde sorumluları haberdar ederler. İlde güvenlik nöbetleri tutulur. Mü’min erkekler başka illerde nöbetlerini tutarlar. Hukuk düzenine uymayanlar yani hakem kararlarını kabul etmeyen veya hakemlerin davetine icabet etmeyen kimseler bu silahlı güç tarafından bertaraf edilirler. Ülkede ise savunma nöbetleri tutulur. Ordu düşmanla cephe savaşı yapar.
İşte bunlar mü’mindirler.
Şimdi şöyle bir soru ile karşılaşılır. Mü’minler tüm kademelerde mü’min olmak zorunda mıdırlar? Yani mü’minler ocaklarda ve bucaklarda, illerde ve ülkede bedel verirler ve o bedel ile bütün bu yerlerde nöbet tutmaktan kurtulurlar. Bedel ödedikleri yerde, yani nöbetli olmadıkları yerlerde yönetime de iştirak etmezler. Ama nöbet tutarlarsa bucakta tutup ilde tutmayabilirler, yahut ülkede tutup ilde tutmayabilirler. Bu uygulamamızın sebebi, merkezi yönetimde bedelli olanların kendi bucaklarını, kendi ocaklarını nöbetli olarak kurabilmelerini sağlamaktır. Eğer bunu yapmazsak kendi illerini veya kendi bucaklarını kurma şanslarını tanımamış oluruz.
Asıl hakların sonunda kullanılması olduğu için “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bedeli de her bucak için ayrı yaptık, her il için ayrı yaptık, her ülke için ayrı yaptık. Oysa müslimleri anlatırken bir şık olarak tek cizye sistemini getirdik. Kıyas anayasada yazdığımızdır. Ama eğer bu sistemi uygulayacaksak, cizyenin bölüştürülmesinde bir sorun ortaya çıkar. Dengenin sağlanabilmesi için bedellilerin sayısına göre bölüşme yapılacaktır demektir. Bu sistemde de denge vardır. Ülke anayasalarında iki sistemden biri kabul edilebilir. Uygulamadaki başarı sonunda birini hakim kılabilir.
Bucaklarda başarı: a) Ortalama ömür, b) Bir günlük geçim için yapılması gereken işçiliğin azlığı, c) Suçların değerleri ile toplamının azlığı, d) Paralarının kıymetliliği ile ölçülür. Bunların hiçbirisi bucağın büyüklüğüne bağlı değildir. Bir bucağın nüfus bakımından büyümesi de bir ileri düzeni gösterir. Toprak bakımından büyüme de böyledir. Büyümüş ve bölünmüşse, o tip siteler çoğalıyor demektir.
Ocak, bucak, il veya ülke büyürse bölünmek zorunda kalır. Bölünen kuruluşların anayasaları benzer olur. Hangi anayasa daha çok çoğalmayı getiriyorsa o anayasa insanlık tarafından benimsenecek demektir.
Kuvvet düzeninde denge savaşla kurulur. Güçlü olanlar yok eder, böylece gittikçe sağlam bir nesil ve sağlam bir düzen oluşur.
Hak düzeninde ise hukuk kuralları içinde haklı olan güçlenir ve haksız olanları eleyerek ortadan kaldırır. İşte “Adil Düzen” budur.
Kadınlar yalnız kendi ocaklarında bekçilik nöbetleri tutarlar. Bununla beraber merkez ocaklarda örgütlüdürler. Erkekler savaşta iken sivil işleri kadınlar ve yaşlılar yüklenmiş olurlar. Çocuklar yüklenmiş olurlar. Bunlar da ayrı teşkilattır. Ne var ki bunlar merkeze bağlanmazlar. O kuruluştaki erkek örgütüne bağlıdırlar. Onlara yardımcıdırlar.
وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ
(Va eLQANıTIIyNa Va ELQAvNıTAVTı)
“Kunut eden erkekler ile kunut eden kadınlar.”
“KuNuT” başını kaldırıp gözlerini bir yere dikmek ve kulaklarını da oraya yöneltmek demektir. Dikkatlice dinlemek ve kulak kesilmek demektir.
Toplulukta en önemli sorun eğitim sorunudur. İnsanlar evrim yapacak şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla her gün yenilik ortaya çıkmaktadır. İnsanların yeniliğe uymaları için beşikten mezara kadar eğitilme durumundadırlar.
Çocuklar namaz kılmak için mescide getirilirler. Çocuk mescidin sesleri içinde büyür. Oradaki görüşme ve konuşmalar içinde dil öğrenir. 7 yaşına geldiği zaman ocakta eğitim görmeye başlar. Yaşlılar ve kadınlar çocuklara okuma yazma öğretirler. Tam sayılarla dört işlemi öğretirler. Bu eğitim ocaklarda gerçekleşir. Emeklilerin görevi torunları yetiştirmektir. Böylece çocuklar geçmişle ilgili birikimlerini dedelerinden ve ninelerinden almış olurlar. Sonra anne ve babaları ile çalışırken ve yaşarken de çağdaş eğitimi almış olurlar. Kendilerinin birikimlerini torunlarına öğretmiş olurlar. Bu eğitim ocaklarda gerçekleşir.
Sonra bucaklarda 5 senelik ilk öğrenim başlar. 15 yaşına kadar da yine eğitim alınır. Ne var ki günde 6 saat iş eğitimini çırak olarak iş yerlerinde alırlar. Sonra öğleden sonra 3 saat özel öğrenim yaparlar. 10 yaşından 15 yaşına kadar bu eğitimi almak mecburidir. Herkes kendisine bir öğretmen seçer. Bütün dersleri o öğretmenden alır. Kişi ehliyetli birinin talebesi olarak 15 yaşına gelmiş olur. Öğretmeni öğrenci ve velisi birlikte seçerler. Öğretmenin maaşı ise bucak bütçesinden ödenir.
Bundan başka beşikten mezara kadar günde 3 veya 4 saat yatsı sohbetleri yapılır. Burada genel sohbetler olur. Genellikle Kur’an takip edilir. Kur’an’ın her yıl yeni meali hazırlanır. Yeni buluşlar o mealde yer alır. Yıl içinde 600 sayfalık kitap devredilir. Günde iki sayfalık bir ders yapılır. Burada Kur’an mânâları ile açıklanır. İnsanlar her yıl Kur’an’ı yeniden yorumlarlar. Eski yorumları hatırlatır ve yeni yorumlar eklerler. Böylece herkes doğumundan ölümüne kadar bu derslere devam eder.
İsteyenler bundan sonra il merkezlerine giderek orta öğrenim yaparlar. Bunlar 6 saat çalışırlar ve geçinirler. Bunlara il veya ilçe merkezlerinde mesken verilir, işyerleri verilir. Hem çalışır hem de okurlar. Eşlerine de iş verilir. Eşleri okumasa da orada çalışırlar. Öğleden sona 3 saatlik ilmî çalışma yaparlar. Ayrıca yatsı sohbetleri de ilmî çalışma şeklinde geçer.
Beş yıl süren orta öğrenimi başarı ile tamamlayanlar ülke veya bölge merkezlerine alınırlar. Kendilerine ev verilir, kendilerine ve eşlerline de bölge merkezinde iş verilir. Hem okur hem yüksek tahsil yaparlar. Tabii ki yatsı sohbetleri yine aynı şekilde devam eder. Burası da beş seneliktir. Başarılı olanlar kıta merkezlerine alınarak orada doktora çalışmasını yapabilirler.
İşte bu eğitim müessesesi kunut müessesesidir.
Namazda da kunut rükünlerden biridir. İmam okur. Cemaat kulak kesilir ve dinler. Kadınlar ayrı saf olurlar, arkadadırlar. Çocuklar araya alınırlar. Erkekler önde olurlar. İmam en önde olur. Okumada durum böyledir. Aynı dershanelerde kadınlar ayrı erkekler ayrı otururlar. Birisi toplantıyı yönetir. Bu yönetici kadın da olabilir.
Kadınların sohbet yerleri ayrı, erkeklerin sohbet yerleri ayrı olabilir. Kadınların sohbet yerlerine erkekler katılamaz ama erkeklerin sohbetlerine kadınlar katılabilir. Bunların eğitim yerleri vardır. Buradaki öğretmenler de iş yerlerinde yönetici olurlar. Öğretmenlere özel maaş verme yerine meslekî derecesine göre iş yerinde ücret verilir. Ayrıca öğretmeni oldukları işin talebesi sayısınca bir pay alırlar.
Öğrenciler senelerini devam ederek tamamlarlarsa, kendilerine ‘bu derslere devam etmiştir’ şeklinde hocaları tarafından icazet verilir. Onlar o okula devam etmişlerdir ama mezun olmamışlardır. Mezun olmaları için ortak imtihanlar açılır. O imtihanda başarılı olanlara diploma verilir. İcazet almayanlar bu imtihana giremezler. İcazet alanlar bu imtihanlara girerek diploma alırlar.
Hâsılı, kanitîn müessesesi bir eğitim müessesesidir.
وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ
(Va elÖAvDıQIyNa Ve elÖADıQAvTı)
“Sadık erkekler ile sadık kadınlar.”
“Sadık” demek, sözlerinde durmak demektir. Allah’la yaptıkları sözlerinde durdular, sadakat gösterdiler demektir. Allah’a verilen ahit nedir? Allah’a verilen ahit ocak çapında beklemektir. Sıra ile ocağa gelen tehlikeleri haber vermektir. Bu tehlikeler zelzele, yangın, sel, saldırı gibi doğal ve beşeri olabilir. Uyumayıp bekçilik nöbeti tutanlar sözlerine sadık olmuşlardır. Koruma nöbetleri tutanlarda iş yerlerini korumakla nöbet tutmuşlardır. İllerde ise güvenlik nöbetlerini tutacaklardır. Ülkede savunma nöbetlerini tutacaklardır. Bir saldırı ile karşılaştıklarında canlarını verir derecede sözlerinde duracak, tehlikeleri savacaklardır. Bunun dışında mü’minlerin Allah’a yani topluluğa verdikleri başka bir söz daha vardır. O da diyetleri ödemedir. Kısas affa dönüşürse veya hata gibi durumlarda diyetler ödenecektir. Dayanışma içinde ödeyeceklerdir. Onun için “sadıkîn” erkek çoğul olarak gelmiştir.
Kadınlar da “sadıkât” şeklinde çoğul gelmişlerdir. Demek ki onlar da örgütlenecek ve sadakatta yerlerini alacaklardır. Önce nöbette iken veya savaşta iken erkeklerin görevlerini kadınlar yükleneceklerdir. Yani nafaka erkeklere aittir. Kadınlar çalışmak durumunda değildirler ama olağanüstü hallerde erkekleri savunmada iken kadınlar onların yerini alacaktır. Erkeklerin yapacağı işleri onlar yapacaklardır. Hem de askere giden veya savaşa giden erkeğin işlerini yalnız karısı veya kızı görmeyecektir. Bütün kadınlar ortada kalan işleri birlikte yapacaklardır. İşyerlerinde çalışma nöbetlerini tutacaklardır demektir. Bunun dışında erkekler diyetleri öderken elde edilen gelirlerde bir azalma olacaktır. Kadınların ve çocukların nafakalarında eksiklik olacaktır demektir. Yani diyet harcamaları kısıtlamakla sağlanacaktır. İşte böylece kadınlar da diyetlere dolaylı olarak katılırlar demektir.
O halde şu soru sorulur?
Erkekler diyetlerini öderlerken nafakalarda ne tür kısıntılar meydana gelecektir.
İşte burada da çocukların nafakalarında eşitlik içinde bir kısıtlama olacaktır demektir. Erkek harcamalarında kısıtlama yapar. Onunla diyeti öder. Kendi hayatında kısıtlamanın yanında aile masraflarını da o nisbette kısıtlar. Zengin olanlar hiç kısıtlamayabilirler. Fakir olanlar daha çok kısıtlamak zorunda kalırlar. Bunun dışında kadınlar birlik içinde bu kısıtlamalara eşit aidat vererek dayanışma içine girebilirler. Burada kadınlara yüklenen bir görev ortaya çıkıyor: Sıkıntıda olan kadınların dayanışma içinde sıkıntısını giderme.
Bu nasıl olacaktır?
Kadınlar masraflarından artırarak dayanışma içinde bazı sorunları çözmelidirler.
Burada aile düzeni için de bazı ilkeler getirilebilir. Nafaka temin etmek erkeğe aittir. Kadın ise bunları değerlendirir. Erkek karısına mutfağa ayırdığı masrafları verir. Kadın bu harçlığı harcayarak evi geçindirir. Tarafların riayet etmesi gereken husus şudur. Kadın bunun için aldığı miktarı tamamen eve harcar. Başka işlerde artırıp kullanmaz. Erkek de kendi geçinmesi için başka harcamalar yapmaz. Bu mutfak masraflarından belli miktarı ayırıp ortak fonda toplarlar. Dar geçimlilere bu fondan katkıda bulunurlar. İşte böylece kadınlar da diyet ödemesine katkıda bulunmuş olurlar. Katkıda bulunurken eşit katkıda bulunur ama sonra bölüşürler, o bucağın benimseyeceği kurallarla bölüşürler.
Sadıklar bahsi diyet bahsini içermektedir.
وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ
(VaelÖAVBıRIyNa Va elÖAvBiRATı)
“Sabreden erkekler ile sabreden kadınlar.”
Sadıklardan sonra “sabırlar” gelmiştir. Sadıklar, savaşanlar demektir. Savaşmakta sadakat gösterenler, verdikleri sözü tutanlar demektir. Hayatta faal olmak, işe girişmek, fiilen savaşmanın yanında bir o kadar da sabırlı olmak söz konusudur.
“Sabır” sıkıntılı anlarda dayanma demektir, olaylara göğüs germe demektir. Bu da tek başına başarılamaz. Ancak dayanışma ve yardımlaşma ile topluluk felaketlere dayanabilir. Bunun için erkeklerin organize olmaları gerekir. Kadınların da ayrı organize olmaları gerekir.
Bir zelzele olduğunu düşünelim. Evler yıkılmış, damlar çökmüş, insanların bir kısmı ölmüş, bir kısmı da yaralanmıştır. Sağlam kalanlar felakete karşı direnecekler, yaşamaya devam edecekler ve biraz sonra zelzelenin yaralarını saracaklardır.
Zelzele kadar yıkıcı, hattâ ondan daha kötü olanı, zelzeleden sonra ne yapacağını bilmeyen veya gerekeni yapamayan toplulukların uğradıkları sıkıntılardır. Eğitilmiş, dayanışma ve yardımlaşma ruhuna sahip örgütlü bir topluluk bu âfetleri atlatır. Evet, ölenler ölür ama topluluk dipdiri ve sapasağlam kalır.
İşte böyle ani olaylarda herkes ne yapacağını bilirse sorun kolayca çözülür. Böyle anlarda erkekler ayrıca örgütlenirler ve gerekli yükümlülükleri yüklenirler. Buna mukabil kadınlar da örgütlenirler ve onlar da kendilerine düşen görevleri yaparlar.
“Sabr” granit demektir.
“Sabretmek” demek granit gibi dayanıklı olmak demektir.
Topluluk özel örgütlenme sayesinde sabırlı yani dayanıklı hâle gelmiş olur.
“Sadık” saldırı ise “sabır” savunmadır.
Genellikle saldırılar kısa zamanda neticelenir. Ama savunma çok sabır isteyen, hazırlık isteyen bir olaydır. Devletler saldırı üzerinde değil savunma üzerinde kurulurlar. Millî Savunma Bakanlığı diyoruz. Zelzele gibi saldırılara karşı da dayanıklı olmak gerekir. Terör olaylarına teslim olmamak da sabırdır.
Kadınların yapacakları işleri kadınlar örgütlenip yapacaklardır. Erkeklerin yapacakları işleri örgütlenip erkekler yapacaklardır. Bunun için muhtemel felaketler zamanında ne yapılacağı planlanır ve en ince teferruata kadar kimin ne yapacağı belirlenir. Herkese görevleri öğretilir. Hazırlıklı olunur. Bu plan her yıl güncellenir. Çünkü görevliler değişir, görevler değişir. İşte bu da kadın ve erkek olarak ayrı ayrı birer teşkilatlanmayı ifade eder.
وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ
(Va eLPaŞıGIyNa Va eLPAvŞıGAvTı)
“Huşu eden erkeklerle huşu eden kadınlar.”
“Huşu/Haşia” toprak üzerinde olgunlaşmış sonbahardaki kuru ottur. Bu otlar çürür ve toprak daha iyi ot bitirecek hâle gelir. Bu verimli toprağın adı “huşu”dur. Böylece insanın belli bilgiler aldıktan sonra o bilgilerin etkisi altında Rabb’ine dönmesi için içinde oluşan duyguya “huşu” denir. Kur’an’da namaz içinde kunut ve huşu farz kılınmıştır.
“Kunut” okunanları dinlemek, yani Allah’ın emirlerini telakki etmektir.
“Huşu” ise ondan sonra sükûnet hâli alarak kendi içini dinleyerek rabıta kurmaktır.
“Kunut” kulak verip öğrenmektir.
“Huşu” ise saygı içinde olmadır.
İnsanların birbirlerini sevmeleri ve saymalarıdır. Bu da sıralamada herkesin yerini bellemesi ve bilmesidir. Bir ocakta oranın erkekleri kendilerini sıralarlar ve bir sıralama ortaya çıkar. Bu bir tür kıdemdir. Başkanlık bu sıra ile yapılır. Herkes kendi sırasını bilir. Bu sıra topluluk tarafından verilir. Herkes sıralama yapar. Sıraların tersleri alınır. Toplanır ve dereceler bulunmuş olur. Bu sıra içinde herkes birbirine saygılı olur. Büyükler küçükleri korurlar, küçükler büyükleri sayarlar.
Bir toplulukta huzurun olabilmesi için böyle askerlikte olduğu gibi bir ast-üst sıralaması olmalıdır. Hele mü’minler arasında bu şarttır. Bu saygı o topluluğu etkin kılar.
Sıralamayı kadın erkek birlikte yaparlar. Oy verirken kadın erkek birlikte oy verirler. Ama erkekler ayrı sıralanır, kadınlar ayrı sıralanır. Böylece erkek ve kadınlar yalnız erkek veya kadın tarafından yapılmaz, hem erkekler hem de kadınlar tarafından yapılır. Bir aşiret içinde yaşayanlar bu sıraya razı olurlar. Bu sırayı beğenmeyenler o aşireti terk edip gidebilirler. Bu sıralama her yıl yapılır ve her yıl yeniden sıralar oluşur. Böylece herkes topluluğa kendisini sevdirmek ile meşgul olur.
Bucakta bu sıralama dinî dayanışma sorumluları tarafından yapılır. Her dinî dayanışma sorumlusu cemaatini sıralar. O sorumlunun sıralamasını beğenmeyenler ayrılıp başka dayanışmaya giderler. Bucak merkezindeki dinî dayanışma sorumluları aşiret başkanları tarafından sıralanırlar. Böylece dinî tarikatlar sıra alırlar. Bu sıralamada il dinî sorumluları bucak başkanları tarafından sıralanırlar. Ülke dinî sorumluları ise il başkanları tarafından sıralanırlar. İnsanlık dinî sorumluları ise ülke başkanları tarafından sıralanırlar.
Bu hususta anayasada hükümler vardır. Ne var ki burada kadınların ayrı erkeklerin ayrı sıralanacakları belirtilmiş olmaktadır. Dinî sorumlular cemaatlerini sıralarken erkekleri ayrı kadınları ayrı sıralar. Böylece erkeklerle kadınlar eşit derecede sıra almış olurlar.
Bu husus “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda mevcut değildir.
وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ
(Va el MuTaÖadDıQIyNa Va el MuTaÖadDıQAvTı)
“Mütesaddık erkekler ile mütesaddık kadınlar.”
“Mütesaddık” zekât verenler demektir. Yani işletmelerde çalışıp üretim yapanlar ve bu üretimden kamunun payını verenler demektir. Bir toplulukta üretim olmazsa hayat olmaz. Üretim yapanlar kendileri fazlasıyla kazanırlar. Ama bu arada zekât verdiklerinden yani vergi ödediklerinden de sevap alırlar. Çalışma ibadettir. Şu şartla ki, zekâtını öderseniz sizin bütün çalışmalarınız ibadet yerine geçer.
İslâmiyet’te teşkilatlanma şöyledir. İnsanlık ve kıtalar, ülkeler ve bölgeler, iller ve ilçeler, bucaklar ve semtler, ocaklar ve aileler şeklinde teşkilatlanma meydana gelir. İnsanlık ülke, il, bucak, ocak ve kişiler bağımsız olup merkezî kuruluşlara bağlı değildir. Oysa kıta, bölge, ilçe ve semtler hizmet kuruluşları olup bunlar hizmetlerini kendi kuruluşlarına verirler. Semtler bucaklara, ilçeler illere, bölgeler ülkelere, kıta merkezleri insanlığa hizmet verirler.
Bu arada hizmet kuruluşları merkezlere bağlıdırlar. Semttekiler ilçelere, ilçelerdekiler bölgelere, bölgelerdekiler de kıta merkezlerine bağlıdırlar. Onların danışmanları ihtisas hizmetleri ile iş yaparlar. Merkezi yönetim vardır. Oysa sosyal oluşlarda yerinden yönetim vardır.
Her hizmet merkezinde genel hizmetler ve kamu görevleri görülür. Bu hizmetleri ve görevleri erkek ve kadınlar örgütlenerek görürler. Erkeklerin teşkilatı ayrıdır, kadınların teşkilatı ayrıdır; bütçeleri de ayrıdır. Ne var ki bu teşkilat bucak içinde birleşmiştir. Kadın ve erkekler ayrı ayrı teşkilattır ama sonunda birleşmişledir. Kadınlar üst kuruluşlara bağlı değildirler. Kendi bucaklarında veya illerinde veya ülkelerinde kendi tür erkeklerin birliklerine bağlıdırlar.
Bu hususu daha iyi anlaşılması için anlatalım. İslâmiyet’te iki türlü işletme vardır. Bu işletmelerde çalışanlar mesai saatlerinde iş yerine gelmek zorundadır. Gelmezlerse kadroları düşer, kendilerine kredi verilmez. Bunlar resmi işler yaparlar. Zorunlu yapılması gereken işleri yaparlar. Kadınlar burada görev almak zorunda değildirler. İkinci tip işler ise keyfî işlerdir. İstedikleri zaman iş yerlerine gelirler. Bunlara da kredi verilir. Bu işyerleri diğer resmî işyerlerinden ayrıdır. Kadınlar daha çok burada çalışırlar. Bunlar da zekât verirler. Ama bu iki iş yerlerine verilen krediler farklıdır, zekât nisbetleri de farklıdır. Bu iki işyerlerinden alınan vergilerin gelir-gider bütçeleri farklıdır. Sarf yerleri, kredi nisbetleri farklıdır. Ayrı ayrı bütçeler yapılır. Bu sebeple burada mütesaddıkîn ve mütesaddıkâtı ayrı ayrı zikretmiştir. Kadınların çalıştığı hafif işyerlerinin kredileri farklıdır. Vergileri de farklıdır. Bunlardan toplanan meblağların hizmetlere ve kamu görevlerine bölüştürülmesi de farklı olacaktır.
Biz burada ne öğrenmiş oluyoruz?
Bu bütçelerin ayrı olmasını öğrenmiş oluyoruz. Şimdi öğreniyoruz.
Şimdiye kadar böyle bir şey bilmiyorduk.
Şimdi Kur’an’ı baştan sonuna kadar buna göre okumamız ve ona göre mânâlandırmamız gerekecektir. Kadınlar kamu görevleri yapmakla yükümlü olmadıklarına göre vergileri daha çok genel hizmete gidecektir. Resmi işlerin gelirleri ise daha çok kamu görevlerine gidecektir.
وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ
(Va elÖAVEıMIyNa Va elÖAvıIyMATı)
“Saim erkekler ile saim kadınlar.”
“Oruç” insanın iradesini eğitir, kötülüklerden korur. Oruç kadın ve erkeklere eşitlik içinde emredilmiştir. Sadece bir yerde fark vardır; kadınlar hayızlı iken oruç tutmazlar, başka günlerde tutarlar. Oruç aslında tek başına yapılan bir ibadettir. Bununla beraber mü’minlere düşen bir vazife vardır: Hakkı tavsiye etme ve sabrı tavsiye etme.
Örgütleneceğiz ve birbirimizi bekleyeceğiz. Aramızdan biri kötü yollara düşecek olursa onu o çukurdan çıkaracağız. Kim kimi kollayacak? İşte bu kollama görevi işbölümü hâlinde oluşturulur. Kadınlar ayrı erkekler ayrı teşkilatlanırlar ve birbirlerini beklerler. Hakkı tavsiye etme ve sabrı tavsiye etme örgütlenmesi erkeklerde ayrı kadınlarda ayrı olduğu için “Saimiyne” ve “Saimati” ayrı ayrı kurallı çoğullarla getirilmiştir.
Ayrıca orucu erteleyen kadınlar da sonra bir arada oruçlarını tutarlar. Bunu organize etmek de yine kadınların bu teşkilatına aittir. Erkekler için de böyle oruç tutma günleri ayarlanabilir. Kadınlara ait günlerle erkeklere ait günler farklı olabilir. Kadınların zafiyetleri ile erkeklerin zafiyetleri farklıdır. Dolayısıyla tutulan oruçlar aynıdır ama etkileri farklıdır. Dolayısıyla ayrı ayrı şekilde örgütlenmeleri gerekmektedir.
وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ
(Va elXAFıJIyNa FuRUvCAHuM Va ElXAvFıJAvTı)
“Ferclerini hıfz eden erkekler ve kadınlar.”
“Ferclerini muhafaza etme” zina yapmama ve evlilik dışında ilişkilerde bulunmama demektir. Bunun için de organize olmak gerekmektedir. Genç çocuk yetişirken hayatı ve dili çevreden öğrenir. Oysa cinsi ilişki ile ilgili olan bilgiyi çevreden alamaz. Çünkü cinsi ilişkiler kapalıdır. Bugün televizyonlarda ve romanlarda çok açık bir şekilde ahlâksızca anlatılmaktadır. Ailenin bozulması için tekel sermaye her türlü habaseti işlemektedir.
Ne var ki gelecekte “Adil Düzen” geldiği zaman sanat adı altında edepsizlikleri öğretmeyecektir. Bununla beraber erkek görevliler erkek çocuklara, kadın görevliler de kadın çocuklara cinsi ilişkiler hakkında bilgiler vermelidir. Böylece çocuklar emin kimselerden bu hususta bilgi edinmelidir.
Bunun dışında insanların en kolay aldandıkları ve yanıldıkları alan cinsel ilişkilerdir. Bu hususta insanlar birbirlerini beklemelidirler, gerekli bilgi ve uyarıları yapmalıdırlar. Hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye başta yer almalıdır. Serbest ilişkinin doğuracağı âfetler anlatılmalıdır.
Bunun dışında Kur’an’da ‘evli olmayanları evlendirin’ emri vardır. Bu emrin yerine getirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Bu hususta yapılması gerekenler görevli kimseler tarafından yerine getirilebilir. Evliliklerin yapılması için evleneceklerin birbirlerini bulup tanımaları ve tanışmaları için müesseseler geliştirilmelidir. Sanat yarışmaları ve ortak seyahatler hep bu konudaki birer müessesedir. Ahlâksızca olmakla beraber balolar bile bu fonksiyonu ifa ediyor.
Eskiden kabile hayatı yaşanıyordu ve burada herkes herkesi tanıyordu. Bununla beraber yine de görücü usulü ile evlilikler olmakta idi. Şimdi görücü usulü kalktı. İnsanların tanışıp evliliğe karar vermelerini sağlayacak müesseseler de ortadan kalktı. Bugün kentlerde birçok genç evlenmemiş durumdadır. Buna çare bulunmalıdır. İşte bu çareyi arayan kuruluşlar olmalıdır. Erkekler ayrı kadınlar ayrı kuruluş yapacaklardır.
Dikkat edilirse burada “zakirat”ta “furucehunne” kelimesi zikredilmemiştir. “Ve” harfi ile gelince matuftaki mef’ul de atfedilmiş olur. Sonra gelen sıfatlar atfedilmiş olanlara sıfat olmaz. Burada bize bu kural da öğretilmiş olmaktadır. Bütün kadın örgütler erkek örgütlerle birleşmiş durumdadırlar.
وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ
(Va elÜAvKiRIyna elLAvHa KaÇIyran Va elÜAKıYRATı)
“Allah’ı kesiran zikreden erkeklerle kadınlar.”
“Allah’ı zikretmek” demek, topluluğu zikretmek demektir. Her namazda toplandıktan sonra işbölümü yapılmıştır. Topluluğa ait işler işbölümü içinde yürütülür. Birisi yüklenir ve o görevi o yapar. Örnek olarak; “Akevler Adil Düzen Dergisi”nde eğer o gün/hafta bir arkadaş yazı yazmamışsa ona kim hatırlatacaktır? Kooperatifteki elektrik ve su paraları/faturaları ile kim ilgilenecektir? İlgilenmediği zaman kimi nasıl görevlendirecektir? İşte bu işler de bir örgütlenme işidir. Yemek ve çay yapmak, bulaşık yıkamak ve temizlik yapmak, bu işlerle ilgili nöbet sıralarını takip etmek topluluğun yapması gereken işlerdir.
“Kesiran” kelimesi erkekler için zikredilmiştir ama atıfla kadınlar için de geçerlidir.
“KeSiRan” kelimesi kesintili çokluğu gösterir. Her namazda herkes kendi görevini yapacak, yapılacak işler belirlenecektir. Kamet getirmek ve ezan okumak da bu işlerdendir, imamlık da bu işlerdendir. Aşirette/ocakta sıralama yapılmıştır. Kimlerin sorumlu olduğu bellidir. Kıdemli olmadığı zaman ondan sonra gelen başkanlık yapar. Bütün işler başkan tarafından yapılmaz. İşbölümü içinde herkes yapar.
Bu kuruluşların ayrı ayrı başkanları yoktur. Hepsinin başkanı ocak başkanıdır. Ocak başkanının eşleri de kadınların başkanıdır. Böylece bir ocak sıkı bir şekilde teşkilatlanmıştır. İnsanın hücresi nasıl beden yapısının temeli ise, ocak teşkilatı da böyledir. Yani bu âyet bucak teşkilatını değil, ocak teşkilatını anlatmaktadır.
Ocakta kadın ve erkeklerin ayrı ayrı kuruluşları olduğunu ve ayrı ayrı nöbet tuttuklarını anlatmıştık. Burada bizim istihsanla yaptığımız örgütlenmeye âyet getirilmiş olmaktayız. Ocaklar derece derecedir. Taşra ocakları yanında bucak merkez ocağı, il merkez ocağı, ülke merkez ocağı ve insanlık merkez ocağı vardır. Yani bütün kademelerdeki kuruluşlar sonunda merkez aşiretler tarafından yönetilmektedir. Bir aşiretin nasıl yönetildiği anlatılmaktadır.
أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً
(EaGadDa elLAHu LaHuM MaĞFıRaTan)
“Allah onlara mağfiret i’dad etmiştir.”
“İnNe”nin isimleri sayılmış, haber ise cümle yapılmıştır.
Burada “HuM” zamiri getirilerek kadınlar ve erkekler erkek çoğul zamirinde toplanmıştır. Böylece erkek sigaların kadınları da içerdiği anlatılmıştır. Yoksa “LeHuM” ve “LeHunNe” olabildiği gibi, “LeHuMa” da olabilirdi. Nitekim “Faktau Eydiyehuma”da böyle zamir gelmiştir.
“İ’dad etmiştir/ hazırlamıştır” ifadesi ile buradaki mağfiret âhiret mağfiretidir. Nekre gelmiştir. Çünkü her aşiretin günahları farklıdır.
“Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü bundan önceki Allah topluluğu, buradaki Allah ise kâinatın var edicisini ifade etmektedir.
وَأَجْرًا عَظِيمًا(35)
(Va EaCRan GaJIyMan)
“Ve büyük ücret hazırlamıştır.”
“Ücret”i “azim”, “zikr”i “kesir” olarak ifade etmiştir.
Mağfiret ve ücret.
Biri kötülükleri yok etmek, diğer taraftan diğeri ise ücretlerini vermektir.
Bütün bu görevler yapılırken muhasebeye geçecek ve herkes bu işler için vakıfta ayrılmış paylardan yararlanacaktır.
Aşiretin gelirleri yoktur. Onlar için bir vergi ihdas edilmemiştir.
Bununla beraber vakıflardan ve bucak, il ve ülke bütçelerinden ocaklara fonlar ayrılabilir. Böylece bütçe oluşur.
Biz bu âyeti yorumlamaya başladığımız zaman bu âyetin ocakları ifade ettiğini bilmiyorduk. Şimdi yeniden okuyup yukarıdaki anlatılanları ona göre değerlendireceksiniz.
Kur’an’ı şimdi anlamaya başlamış oluyoruz...
Siz bizden usul öğreneceksiniz ve yeniden yorum yapacaksınız...
“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nı ona göre yenileyeceksiniz…
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 10
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20) لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا(21) وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا(22) مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا(23) لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا(24) وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25) وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26) وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27) يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا(28) وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا(29) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30) وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَا أَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ وَأَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَرِيمًا(31) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا(32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا(33) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا(34) إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا(35)
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُبِينًا(36) وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِي أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللَّهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللَّهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللَّهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لاَ يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا(37)
وَ (Va) “Ve”
“Ve” harfi burada “Kâne”nin ismini ve haberini “İnne’l-Müslimine”ye atfetmektedir.
“İnne” ile başlayan cümleye nâkıs “Kâne” ile başlayan cümle atfedilebilir. “İnne” ile “Kâne” yakın mânâlar taşımaktadır.
Bir aşirette kadınlarla erkeklere yüklenmiş olan görevde genel hüküm hakemlerin kararlarına uymadır. Mü’min erkek ve kadından bahsetti. Burada işaret edilen farklı görev yüklenen erkek ve kadındır, sadece karı koca değildir. Aile içinde anne çocukları doğurup büyütmekle, baba ise nafaka temin etmek ve savunmakla yükümlüdür. Aile içinde tam işbölümü vardır. Bu işbölümünde anne yoksa, onun yerine annenin kadın akrabaları, anneden kız kardeşi geçer, kızı geçer. Baba yoksa, babanın erkek akrabaları yer alır. Babanın babası, amcası, oğlu geçerler. Böylece çocuğun anadan kadın akrabaları ayrı grup, babadan erkek akrabaları ayrı grup oluştururlar. Bu husus aile içinde yer aldığı gibi aşiret içinde de yer alır.
Beş vakit namazı birlikte kılan aşiret mensupları nöbet tutarlar. Gece nöbetlerini erkekler, gündüz nöbetlerini kadınlar tutarlar. Temizlik işlerini kadınlar, tamir işlerini erkekler yaparlar. Aşiret içinde kadınların ayrı görevleri ve yetkileri vardır, erkeklerin de ayrı görev ve yetkileri vardır.
Bu âyetler kişilerin aşiret içindeki görev ve yetkilerinden bahsetmektedir. Aşirette on görev vardır. Kadınlar ayrı erkekler ayrı görev görürler. On aileden müteşekkil olan aşirette her aile bir görev yüklenmiş olur. Sayıları fazla ise bir görev iki aileye verilir, biri yardımcı aile olur. Sayıları ondan aşağı ise görevler birleştirilerek bir aileye iki görev verilmiş olur.
مَا كَانَ (MAv KAvNa)
“Olmadı.”
“MâKâne” ikisi birden “İnne”nin menfisidir. “İnne” kelimesi de “Kâne” kelimesinden oluşmuştur. “K” harfi “N”ye dönüşmüş, Arapçada kelimenin başına iki harf gelmediği için başına “İ” getirilmiştir. Menfisi ise “MâKâne” olmuştur.
“MâKâne” olmadı, böyle yazılmadı, böyle bir kural konmadı anlamındadır.
Bu olmayan kural doğa kanunu olabildiği gibi Allah’ın emrettiği şeriat da olabilir. Burada şeriat söz konusudur. İlâhi hüküm böyledir. Ne erkeğin ne de kadının Allah’ın verdiği hükümde seçenekleri yoktur, uymak zorundadırlar. Topluluklarda sosyal evlilikler olmaktadır. Oradaki örf ve âdetler onları adeta nikâhlar.
- Bir adamın erkek çocuğu yoksa, kızını erkek kardeşinin oğluna verirler, böylece mirasın dağılmasını önlerler. Kadınlara topraktan miras vermezler.
- Bir kardeş ölürse, kardeşi de bekârsa, gelinlerini sağ kalan oğula verirler, aileler arasındaki dostluğu devam ettirirler.
- Kan davası varsa, barış sağlanacaksa, mağdura katilin kızını veya kardeşini verir, böylece kan davasını sona erdirirler.
- Eğer evlilik dışı cinsi ilişkiler olmuşsa, bunu yapanları birbirleriyle evlenmeye zorlarlar.
Bu örf, Artvin’in Borçka kazası, Camili köylerinin örfüdür. Bu nikah topluluk tarafından yapılmaktadır. Eğer bir bucağın kendi yaptığı kanunlarda böyle zorunlu evlenme sözkonusu ise, o evliliğe hakemler karar verir ve hakemlerin kararına uyma zorunluluğu vardır demektir.
Burada karı ile koca mü’mine ve mü’min olarak zikredilmektedir. Çünkü henüz karı koca değildirler. Eğer erkek o bucak kanununa uymayacaksa bucağı terk edip gider. Kadın da aynı şekilde terk edip gider.
لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ
(Li MüEMiNin Va Lav MüEmiNaTin)
“Ne mü’min ne de mü’mine için hiyere yoktur.”
Burada mü’min ve mü’mine zikredilmiştir, müslim ve müslime zikredilmemiştir. Mefhumu muhalefetle onların böyle mükellefiyeti yok demektir. Kıyasla onların da böyle mükellefiyeti var demektir. İllet varsa kıyas yapılır, illet yoksa asla gidilir. Yani bu âyet olmasaydı ne hüküm olacaksa yine o olur demektir.
Bir insanın kadın veya erkek olma bakımından aile içinde ve aşiret içinde farklı görevleri vardır, dolayısıyla farklı yetkileri, sorumlulukları ve hakları vardır demektir.
Böylece kadın erkek farklılığı ve bu sebeple doğan hak ve görevler ocak seviyesinde halledilmiştir.
Bucaklarda merkez ocakları vardır. Bunlar bucak âlimleri tarafından oluşturulmuştur. Bu merkez aşiret bucakların aynı zamanda bakanlar kuruludur demektir.
Buradan bakan eşleri de bakanlıkta görevli ve söz sahibidirler anlamı çıkmaktadır.
Yani, topluluk yönetilirken kişiler değil aileler yönetirler. Bir göreve biri atanırken eşiyle birlikte atanır. Yani çiftler görevli olurlar.
Kaymakam o ilçenin yöneticisi ise eşi veya eşleri de o ilçenin yöneticileridir demektir.
İşte, bazen öyle durumlar olur ki, zorunlu evlendirmeler olur. Çok kabiliyetli bir kadın kaymakamın karısı olacaksa, topluluk tarafından bunların evlenmeleri sağlanır demektir. Kadınlara da boşanma hakkı tanınmışsa, böyle kabiliyetli kadın kocasından mihri iade ederek ayrılır ve yöneticinin eşi olur. Buna topluluk karar verebilir, hakemler karar verebilir. Davayı uygun görenler açar. Başkanın ve evlenecek olanın ihtiyarı ortadan kalkar.
إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ
(EiÜAv QaWay elLAHu ve RaSUvLuHUv)
“Allah ve resulü kaza ettikten sonra.”
Yani hakemler karar verdikten sonra.
Bir topluluğun, bir ocağın varlığı devletin varlığından önemlidir. Çünkü devletler yıkılır, yenileri kurulur. Ama ocak sürüp gider. Dolayısıyla kişinim hukuku elbette önemlidir. Sonra ocakların, sonra bucakların, sonra illerin, sonra ülkelerin ve en sonunda insanlığın birliği önemlidir. Bununla beraber bunların hepsinin merkez ocakları ve bucakları vardır. Merkez ocak ve bucağın devam etmesi o topluluğun da devam etmesidir.
Eğer bir kadın evli ise ve kocası da başkan veya bakan değilse, o kadının topluluk içinde bir görevi yoktur demektir. Bu kadının önce o kocasından ayrılması ve boşanmış hâle gelmesi gerekir. Bundan sonra eğer bu kadın kabiliyetliyse, başkanın veya bakanın eşi olmaya liyakati varsa, işte o zaman hakemlere gidilir.
Hakemlere kim gider?
Başkan veya bakan gider. Bizzat kadının kendisi gidebilir. Yahut dayanışma ortaklık sorumlularından biri gider. Hakemler karar verirlerse hakem nikahı olmuş olur.
Bir başkanın karısını boşayıp mihir verme yetkisi yoktur. Ama karılarından isteyenler mihir alarak boşanabilirler. Mihirleri kamu bütçesinden verilir. Bir başkan mihir vererek istediği kimse ile evlenemez. Ancak mahkeme kararı ile evlenebilirler. Mihirsiz evlenenler ayrılsalar da mihir almazlar. Mihir alıp ayrılma hakkı eski karılara tanınmış bulunmaktadır.
Burada “hüküm” kelimesi kullanılmayıp “kaza” kelimesinin kullanılması göstermektedir ki, sonunda başkanın da muvafakati gerekmektedir demektir.
Nasıl aile çok önemli ise ve ailenin oluşması şer’î kurallara bağlı ise; aşiretin oluşması da böylesine önemlidir, şer’î kurallara bağlıdır demektir. Yeni bir aşiret kurmak isteyen kişi sözleşme yapacaktır. Bu sözleşmede eşlerinin de adlarına yer verecektir. Onun aşiretini kabul edenler aynı zamanda eşlerini de kabul etmiş olurlar.
İslâm şeriatı modalarla değil de hayatla ilgilenir. Allah çocuğu çocuk, kadını kadın, erkeği erkek, sağlamı sağlam, hastayı hasta yaratmıştır. Sağlıklı topluluğun sürmesi için ne gerekiyorsa o hükümler konmuştur. Ayrıca kişinin da hakları korunmuştur.
أَمْرًا (EaMRan)
“Bir emri.”
“Emr” burada müfreddir, tekildir. Oysa “emreyni” (ikil) olması gerekirdi, yahut “evamire” veya “umure” (yani çoğul) olabilirdi.
Burada anlatılan nedir?
Eşler arasında veya kadın erkek arasında ortak olan bir işten bahsetmektedir. Yani erkek ve kadın arasında çıkacak bir nizada hakemler bir karar verirlerse demek olmuş olur. Bunun böyle mânâ taşıdığını bu “emr” kelimesinin müfret ve nekre olmasından anlıyoruz.
“Emr” iki mânâya gelir, iş veya buyruk anlamına gelir.
Bize göre burada “hükmen” anlamına gelir. Hükmen kelimesini kullanmayıp “ermen” kelimesini kullanmış olması, buradaki hükmün geçmişte olan olaylar hakkında verilen hüküm olmamasıdır. Gelecek hakkında alınan bir karardır. Oysa hükümler geçmişte cereyan eden fiiller hakkında alınan kararları ifade eder. Yahut aksi mânâdadır. Mahkemeler bir iş üzerinde karar verirler. Davaları birleştiremezler. Bu ifade onu da teyit ediyor.
أَنْ يَكُونَ لَهُمْ
(EaN YaKUvNa LaHuM)
“Onlar için olması yoktur.”
“Yekûne” “Te” ile yani “Tekûne” şeklinde gelmesi gerekirdi. Çünkü fail “hiyere”dir. Ancak masdarlar mânâ itibariyle müzekker oldukları için burada “Yekûne” gelmiştir. “Tekûne” kıraati de vardır. Her ikisinin cevazlığını ifade eder.
“Lehum” kelimesi üzerinde müfessirler çok durmuşlardır. Nefyden sonra gelen nekre tamim için olur. O zaman çoğul zamiri gönderilir. “Mâ raeytu reculen, hum filkıtali/ ben hiçbir erkek görmedim, onlar savaştalar” dediğimiz zaman doğru söylemiş oluruz.
Burada da böyle bir durum vardır. “Ev” gelseydi sorun olmazdı. Ama “Ve” gelmiştir. Buradaki “Ve” ikisini bir çift saymış, müfret hükmünde ifade ettiği için “Lehum” gelmiştir. Bununla beraber topluluğun da yargı kararlarına karşı gelmesi sözkonusu olmayacaktır. Hakemlerin kararı karardır. Herkes itaat etmelidir.
الْخِيَرَةُ (elPıYaRaTun)
“Hiyera”
“Hiyera” masdardır. Tahayyur anlamındadır. “Tiyer” de böyle masdardır. Arapçada bundan başka bu vezinde bir masdar yoktur. Seçenek yoktur demektir. Kararda seçenek olduğu için marife gelmiştir. Uyup uymama serbesttir. Seçenek bellidir. Cümle “İzâ” ile gelmiştir. “İn” ile gelmemiştir. “İzâ”da hükmetme zorunluluğu vardır.
Başkan müslimlerin davasını çevirebilir de, mü’minlerin davasını çeviremez. Mü’minler onun hakemliğini kabul etmek zorundadır. O da aralarındaki ihtilafları halletmekle yükümlüdür. Evet, başkanın başkanlığını mü’min olarak kabul ettin mi kararlarını da dinleyeceksin. Yoksa o bucağı veya ocağı terk edip gidersin.
Bugün sayıları 10000’lere varan bucakları aynı kanunla idare ediyorlar. Merkezden atanmış hakimlerle idare ediyorlar. Orada askeri kurallar içinde itaat istenemez.
Oysa İslâmiyet ocak ve bucak seviyesinde başkanları başkan saymaktadır. Askeri disiplinle itaat edeceksiniz ama bucağınızı her zaman terk edebilirsiniz. O zaman itaat mükellefiyeti ortadan kalkar. İslâmiyet’te “ekseriyet demokrasisi” yoktur, heyet yönetimi yoktur; “hicret demokrasisi” vardır, hizmetliyi seçme hürriyeti vardır. Başkanı seçtikten sonra, onun başkanlığına rıza gösterdiğin müddetçe ona uymak zorundasın.
مِنْ أَمْرِهِمْ
(MiN EMRiHiM)
“Emirlerinden.”
Buradaki zamir “Lehum”daki zamirin aynısına gitmektedir. Yahut her iki zamir de müslimlere gitmektedir. “Emir” burada müfreddir. Böylece davanın tek konu içereceği ifade edilmiştir. Her konu için ayrı dava açılacak ve ayrı hükme bağlanacaktır. Davaların tevhidi geçerli değildir. Birindeki gecikme diğerinin de gecikmesine sebep olur.
Sonra her davanın şahitleri başkadır. Hakemleri de başka olabilir.
Menfiden sonra gelen nekre umumiliği ifade eder. Burada “Ve” ile gelmesi umumiliği kaldırır ancak eğer “Ve” ile kasıt birleştirme ise yani birleşik ifade ise o zaman müfret hükmüne girer ve umumluk ifade eder.
Burada mü’min ve mü’mine çift anlamındadır. Yalnız karı koca değil, aynı görevi yüklenen diğer yakınlar da olabilir. Kardeşler, ana, oğul, baba, kız gibi.
وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(Va MaN YaGÖı elLAHa Va ReSUvLaHUv)
“Allah ve resulüne kim isyan ederse.”
Hakemlerin verdiği kararlar infaz edilir. Herkes hakem kararlarına uyar. Bu karar idam da olsa kişiler giderler ve sehpada kendi iradeleri ile canlarını verirler. Çünkü onlar mü’mindir. Cennet karşılığı mallarını ve canlarını Allah’a satmışlardır.
İşe baştan başlayalım. Önce biz yaratılmışız; yoktuk, var olduk. O halde bizi var eden vardır. Hayır, biz kendi kendimizden var olduk, anne babamız bizi var etti gibi saçma düşünceler inandırıcı değildir. Anne baba kendilerini var etmedi. Çocuklar uzuvlarını kendileri var etmedi. Sadece onları harekete geçirdi.
Anahtarı çevirdiğiniz zaman lambalar yanar. Elektriği siz var etmediniz. Elektrik vardı. Siz sadece yol verdiniz. O elektriği oraya kim getirdi?
Kaldı ki, bundan 100 bin sene önce insan yoktu. Bundan bir milyar yıl önce memeli yoktu. Bundan üç milyar yıl önce canlı yoktu. Bundan 13,7 milyar yıl önce kâinat yoktu. O halde önce beni ve seni yaratan biri vardır. Bunlardan sonra Kur’an’ı bize O indirmiştir.
Bunun için 250 tür delili/mucizeyi gösterdiğimiz kitap yazdık. Okuyabilirsiniz.
O kitapta âhiretten bahsetmektedir. İnsanlar ölecek ve tekrar hep birlikte dirilecekler. Bu dünyada yaptıklarının hesabını verecekler. İyiler cennete, kötüler cehenneme gidecekler. Bunu bizi var eden Allah Kur’an’da ısrarla söylemektedir.
İşte bunlara inanan mü’minler İslâm yönetimini oluştururlar. Bunlar savaşta ölmeyi bir nimet bildikleri gibi hakemlerin kararlarına uymayı da aynı derecede nimet bilirler. Çünkü haksız yere öldürülenler şehittirler. Haklı yere öldürülenler de dünyanın günahlarını dünyada bırakmaktadırlar.
فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًا(36)
(FaQaD WalLa WaLALan MuBIyNan)
“Mübin dalaletle dalalet etmişlerdir.”
“MeN” şart edatıdır. Kendisinden sonra gelen fiilleri gelecek zamana çevirir. Ama cevap cümlesi “KaD” ile gelirse maziyi mazide bırakır. Burada da bunu yapanlar delalet etmişlerdir demektir. Mazi sigası tahkik için gelir. Gelecekte olanı mazi sigası ile söylersek kesinliği ifade etmiş oluruz. Karşı tarafı tehdit ederken ‘sen öldün’ denir; yani kesin olarak öleceksin demektir. Mazi ifadesi ile istikbal kastedilir. Kesinliği ifade edilmiş oluyor.
Burada zıddiyet alakası vardır.
“Dalalet” şaşırma, yol kaybetmedir. “Mübin şaşırma”da açıklık vardır. Hem şaşırma hem açıklık. Doğru yolda olmadığını kesin olarak bilirsin ama doğru yolun ne olduğunu da bilmezsin; buna “mübin dalalet” denmektedir.
Hakemlerin kararlarına uymayan kimseler şaşkınlık içindedirler.
Ne yapılacaktır?
Eğer karar hukuki ise borcunu eda etmeyene verilen ceza verilecektir. Borçlanma ehliyeti elinden alınacaktır. Kişiliği kısıtlanacaktır. Eğer cezayı üstlenmezse o zaman da kolunu vermeyip canını verir duruma düşecektir. İdam sehpasına gelmeyenin kanı hederdir. Herkes onu öldürebilir. Malları ganimettir. Beşte birini ile verir, kalanı kendisine kalır. İslâm mezarlığına gömülmez, çukura atılır. Malları miras kalmaz. Adı İslâm kayıtlarından çıkarılır.
“Mübin dalalet”in mânâsı budur.
Hakemleri sen seçiyorsun, verdikleri kararlara dayanman gerekir.
İnfazla görevli olan bucak başkanıdır. Kısasa karar verildiği halde infazı geciktirebilir. Bu arada affedilebilir. Yahut hakemlere gidilerek hakemlerin yanlış karar verdikleri ispat edilebilir. Bu takdirde kısas diyete dönüşür. Mahkumun âkilesi diyeti öder. Sonra hakemlerin ve soruşturmacıların âkilelerinden veya kendilerinden tahsil eder. Hakemlerin kararı iptal edilemez. Diyet şeklinde olsa da kesin olarak infaz edilir. Başkanlar infazı geciktirince mağdur edenler affedebilir. Diyete dönüştürürler, yahut beklerler.
***
وَإِذْ تَقُولُ
(Va EiÜ TaQUvLu)
“Hani sen diyordun.”
“İz” muzaride mazi yapar. Şöyle ki, “geçmişte diyordun” derseniz, muzari sigası istimrarı ifade eder. Yani birkaç defa söylenmesini ifade eder.
Mazi sigası bir defa yapıldığını;
Muzari sigası ise defalarca tekrar edildiğini ifade eder.
“İzâ Câe” gelecekte bir defa gelirse anlamı çıkar;
“İzâ Yeciu” gelecekte birkaç defa gelirse anlamı çıkar.
Zeyd ile Zeynep arasında geçimsizlik vardı. Bir türlü anlaşmıyorlardı. Zeyd Zeyneb’i boşayacağını söylüyor, o da sabretmesini tavsiye ediyordu. Demek ki çevredeki insanların eşler arasındaki anlaşmazlıkları yatıştırmaları gerekir.
لِلَّذِي أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِ
(LilLaÜIy EaNGaMa elLAvHu GaLaYHi)
“Allah’ın kendisine inam ettiği kimseye söylüyordun.”
İslâmiyet insanlar arasında doğuştan var olan farklılığı kaldırmıştır. Köle azat edildikten sonra diğer vatandaşlardan hiçbir farkı olmaz hâle geliyordu.
İşte buna örnek olmak üzere Hazreti Muhammed kendi yakını olan Zeyneb’i yine kendi azatlısı olan Zeyd’e nikahlamıştır. Taraflar bunu Hazreti Muhammed’in isteği ile kabul etmişlerdir.
Allah Zeyd’e ne in’am etmişti?
Müslüman olup İslâmiyet’le onurlanması Allah’ın ona en büyük nimeti olmuştur.
وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ
(Va EaNGamTa GaLaYHi)
“Ve sen in’am etmiştin.”
Hazreti Muhammed’in Zeyd’e in’amı ise onu azat etmesidir. Burada azat etmeyi in’am olarak belirtmektedir. Azatlı ile azad eden arasında bir yakınlık oluşmaktadır.
İslâmiyet’te evlat edinme yoktur. Ama bir kimse bir köleyi azad ederse, artık o azat edenin akrabası hâline gelir. Onlar arasında evlilik meşru değildir. Esirler bölüşüldüğünde azad edip eş olarak alınabilir. Cariye yapılabilir veya akraba hâline getirilip köle olarak bırakılır. Bu takdirde başkası ile evlendirilir. Azat ettiği zaman da hür olarak akraba kalır. Bunun akrabalığı sıhri akrabalık gibidir. Nasıl bir kardeş karısını boşadığında diğer kardeş alabiliyorsa veya bir kimse eski karısının kız kardeşini alabiliyorsa, azatlının karısı ile de evlenmek caizdir. Bu evlilikle kutsiyet kazanılmıştır. Hâlâ böyledir.
Örf birtakım yasaklar ortaya koyar. Aile müessesi bu örfler nedeniyle bozulmaya başlamıştır. Yirminci yüzyılın Avrupa uygarlığı bunun tipik örneğidir. Kur’an çok ince çizgiler çizmiştir. Bu çizgiler üzerinde hassas olarak durmak gerekir.
Bugünkü Müslimlerin aile anlayışı da Kur’an aile anlayışına uymamaktadır. Bu sebepledir ki namaz kılan ailelerde dahi diğerlerindeki kadar boşanmalar söz konusudur.
Gittikçe aile müessesesi çökmektedir. Artık evlilik dışı ilişkiler meşru hâle getirilmiştir. Bazı evliliği zorlaştıran âdetler insanları bu ahlâksızlığa götürmektedir.
İşte Kur’an’da bu sebeple Zeyd ile Zeynep arasında geçen olay bize örnek olsun diye anlatılmaktadır. Evlendirmiş olması da Hazreti Muhammed’in Zeyd’e in’amı olarak değerlendirilebilir.
أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ
(EaMSiK GaLaYKa ZaVCaKa)
“Zevcini kendine imsak et.”
Zeynep Mekke’de en şerefli bir aileye mensuptu. Zeyneb’in annesi Hazreti Muhammed’in halası idi. Zeyd ise azatlı kölesi idi. Resul onu onunla evlendirmiştir. Bu evlilikle yapmak istediği İslâmiyet’te sınıflaşma olmadığına dair örnek vermekti. Bundan dolayı âyetin Zeyd ile Zeyneb’in evlenmeleri için nâzil olduğu rivayet edilmektedir.
Topluluklarda bu tür siyasi evlilikler çok olmaktadır. Hazreti Peygamberin onları evlendirmesi ve bu evliliği Allah’ın teyit etmesi İlâhi takdir iledir. Peygamberlik zamanında geçen 23 senedeki olaylar İslâmiyet’in kolay anlaşılması için hazırlanmış sahnelerdir. Yani Kur’an önce hazırlanmıştır. Sonra öyle olaylar cereyan etmiştir ki, Kur’an’daki o âyetler o olay üzerinden indirilmiştir. Yani olaylara göre Kur’an indirilmemiştir, Kur’an’a göre olaylar meydana gelmiştir. Baştan evlendirilmiş, sonra boşatılmıştır. Hazreti Muhammed ilk aldığı emre uyarak imsak et demiştir. Allah Hazreti Muhammed’e emir verirken gelecekte olacakları bildirmemiştir. O emre uymuştur. Olan olmuştur. Bir asilzadenin kızı küfüv olmayan bir kölenin karısı olmuştur. Zeyd’in başka karıları da vardır. Şimdi ondan boşanacaktır. Hazreti Peygamber ile evlendirilecektir. Zeyd Hazreti Muhammed’in evlatlığıdır.
Hazreti Hatice’nin yeğeni köleler pazarında köleler satın almıştır. Zeyd de bunların arasındadır. Köleler gittikleri yerlerde rahat ettikleri için fazla direnmezler, kaderlerine razı olurlardı. Hatice’nin yeğeni kölelerden birini halasına vermek istemiş, o da Zeyd’i almış ve Hazreti Muhammed’e vermiştir. Hazreti Muhammed onu köle olarak istihdam etmiştir. Son derece kabiliyetli ve iyi bir insan olan Zeyd ile Hazreti Muhammed çok iyi geçinmişlerdir. Zeyd satıldığı zaman on beş yaşına gelmemiş ama ona yakın yaşlarda idi. Sonra pazarda gezerken hemşerilerine rastlamış. Onlar bunu tanımış, o da onları tanımıştır. Ülkelerine dönünce babalarına haber vermişler. Amcası ile babası almaya gelmişler, para da getirmişlerdi. Hazreti Muhammed Zeyd’i çağırıp ona gelenleri tanıyıp tanımadığını sorunca, o da ‘babam ve amcam’ demiş. ‘İstersen gidebilirsin’ demiş. Zeyd gitmek istememiş, Hazreti Muhammed’in yanında kalmayı tercih etmiştir. Babası ve amcası da rahat olduğunu görünce onu orada bırakmışlardır. ‘Gidebilirsin’ demekle, ben seni azat ettim demiş oldu. Zeyd artık köle olarak kalamazdı. Hazreti Muhammed Ukaz’a gider ve ilan eder; Zeyd’i azat ettim ve evlatlığımdır der. İşte bundan sonradır ki onu halasının kızı ile evlendirmek ister.
Yukarıda gelen âyetin o zaman geldiği doğru ise bu evliliği teyit eder.
Böylece azatlı ile hür arasında bir fark olmadığı ifade edilmiş oluyor.
وَاتَّقِ اللَّهَ
(EitTaQi elLAvHa)
“Allah’a ittika et.”
“Allah’a ittika et” diyor. Boşanma her zaman iyi karşılanmamıştır. Boşanma olması istenmemiştir. Allah’tan ittika et, topluluğundan ittika et denmiş olur.
Evlilik olayı yalnız kadın ve erkek arasında cereyan eden bir olay değildir. Biri diğerine eş olduğu zaman, toplulukta yepyeni bir statü ortaya çıkmaktadır. Doğacak olan çocuk iki aileye mensup olacaktır. İki ailenin ortak torunları olacaktır. Bunun anlamı, iki aile artık birbirine bağlanmış olacaktır. Torunlarını üzmemek ve zor durumda bırakmamak için iki aile birbirlerine karşı saygılı olacaklardır. İki aile birbirleri ile yakın ilişki kuran kimseler olacaktır. Bucak aşiretindeki aile başka bucakta bulunan aşirettekilerle evlendiği takdirde bucaklar arası yakınlık doğar. İller arasındaki bağlılık da böyledir, devletler arası da böyledir. Saltanat yoktur. Babadan oğula intikal eden başkanlık yoktur.
Bununla beraber oluşmuş merkez aşiretleri olacaktır. Bu aşiret ilmî dayanışma ortaklarından oluşur. İlmî dayanışma sorumluları halkın onları kendilerine müçtehit kabul etmesiyle başlar. Eğer dayanışma ortaklıklarında çocuklar veya damatlar ehilse, onlar babalarının veya kayınpederlerinin yerine kendileri geçerler. Eski başkanlar da aşiretteki yerlerini korurlar. Sorumlular da yerlerini korurlar. Yani, merkez aşiretlerin oluşması biat usulü ile olmaktadır. Halk ehil olmak şartıyla eski sorumluların vârislerini onların yerlerine getirir. Kabiliyetli olan âlim halkı kendisine bağlar ve yeni dayanışma ortaklığı kurabilir. Âlim olup yerine çocuk veya damat bırakmazsa, yani bunlardan âlim olmazsa, o zaman o dayanışma ortaklığı dağılmış olur. Yani dayanışma ortaklığının sorumluluğu babadan oğluna geçer ama o dayanışma ortaklığı varlığını koruyamaz. Yeniden âlimlik diplomasını alan eğer bulursa o da dayanışma ortaklığını kurabilir. Başkan ise sıralama usulü ile seçilir. Merkez aşiretini bu dayanışma ortakları oluşturur. İstenen, evliliklerin merkez aşiretleri arasında olmasıdır. Başkan başka bucağın aşiretlerine ait kızları alsın. Başkanın kızları da başka aşiretlere gelin gitsin. Böylece ülkeler arası, iller arası ilişkiler olsun.
Soy tamamen yok edilmiyor.
Soya bağlılık da tamamen sürdürülmüyor.
Bu mekanizma çok iyi anlaşılmalı ve iyi kavranmalıdır.
وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ
(Va TuPFIy FIy NaFSıKa)
“Nefsinde hafyediyordun.”
Allah, Zeyd boşadıktan sonra Zeynep’le kendisinin evlenmesini emretmiştir. Âyet gelmeden evvel Cebrail gelmiş ve evlenmesini Hazreti Peygambere bildirmiştir. Hazreti Peygamber ise bu emri söylemekten çekinmiş, Zeyd’den evliliği sürdürmesini istemiştir. İşte Kur’an ‘bu emri nefsinde gizlemiştin’ diyor. Çünkü evlatlığın boşadığı kimseyi peygamberin eş olarak alması sosyal söylentilere sebep olacaktır.
Bu tür söylentilerden dolayı evlilik müessesesinde büyük sarsıntılar olmaktadır. İşte bu sebeple sınırlar çizilmiş ve halkın ayıplayacağı işler olmuştur. Çok sevdiği ve saydığı Zeyd’in boşadığı birini kendisi almıştır. Böylece boşanmış olan kadının başkası tarafından nikahlanmasını ayıp olmaktan çıkarmıştır.
Evlilik hususunda halk arasında yaygın olan âdetler değil, şeriat hakim olmalıdır. Geçmişte evlilikle ilgili pek çok örf gelişmiştir. Ancak bunlar zamanla ortadan kalkacak ve insanlık sonunda şeriatın koyduğu yere gelecektir.
- Evlilik dışı cinsi ilişkiler kesinlikle yasak olacaktır. Gizli beraberlikler evlilik sayılmayacaktır. Yakın akraba arasında evlilik olmayacaktır. Yani usul ve füru kardeşler, usulün kardeşleri ve kardeşlerin füruu arasında evlilik olmayacaktır. Birbiriyle evlenemeyecek, neseb hısımları bir erkekle evlenemeyeceklerdir. Sadece nikahla da olsa eşin usulü ile boşanma ve ölümden sonra da evlenilemeyecek. Birleşme olan eşin çocukları ile de evlenilemez. Sütten neseb yakınları ile evlenilemez. Azat edilen köleler arasında da akrabalıklar doğar. Süt ve azatlıktan doğan akrabalıktan dolayı sıhri akrabalık doğmaz. Yani onlardan evlenip boşananlar nikahlanabildiği gibi süt kardeşlerle evlenmek caizdir. Aynı şekilde birbirleri ile süt veya azatlıktan dolayı evlenemeyen yakınlarla çok evlilik yapma caizdir. Burada konan hükümler bunlardır.
- Burada anlatılmak istenen, haram olanların dışında yapılan evlilikler ayıplanamaz, yasaklanamaz. Mesela amca kızı veya teyze kızı ile evlenmeler bazı topluluklarda hoş görülmez. Bu husus Kur’an tarafından kaldırılmıştır. Bazı topluluklarda evlatlıkların veya kardeşlerin boşadıkları ile evlenmek de hoş karşılanmaz. Bu da Kur’an tarafından kaldırılmıştır.
- Bir de genel olarak birisi boşadı mı, onunla başkalarının evlenmesi hoş karşılanmaz. O ayrıldı, ben ne diye onu alacağım denir. Oysa karı kocanın geçinememesi aralarındaki kötülükten olmayabilir. Sadece uyuşmazlıktan ileri gelebilir. Birisiyle geçinemeyen kimse başkasıyla geçinebilir. Dolayısıyla boşanmış olan kimselere kötü gözle bakılmaması gerekir.
- Burada asıl anlatılan şey topluluğun uygun gördüğü evliliktir. Evlenen çiftlerin sadece kendilerini değil, evlilik sonuca doğan birliğin toplulukta oluşturacağı bağları da hesaba katmaları gerekir. Bazen hakemlerin kararı ile evlilikler gerçekleşebilir. Yani hakemlerin başka konularda karar verdiği gibi boşanmaya ve evlenmeye de karar verme yetkileri vardır. Bu kararlara da uyulması gerekir. Burada tarafların rızası aranmaksızın da hakemler kararı ile zorunlu olan evlilikler olabilir demektir. Nikahta ve biatta rıza şartı yoktur.
Demek ki, bu âyet ve olaylar basit olaylar değildir. 1400 sene içinde bile insanlığın kolay kolay anlayamadığı ama toplulukta yaşanan olayları meşrulaştırmaktadır.
مَا اللَّهُ مُبْدِيهِ
(MAv EalLAHu MüBDIyHi)
“Allah’ın ibda edeceğini sen sadrında gizliyordun.”
Daha Kur’an’ın bu âyetleri gelmeden Hazreti Peygambere Allah bunu emretmiştir. Ama bunu söyleyemiyordu. Bu da aslında normal bir olaydır. Bize göre bundan önceki âyette bu husus anlatılmaktadır. Hakemlerin kararlarına uyulması gerekir.
Toplulukta Allah nasıl ibda edecektir?
Bir müessese olması gerekir. O müessese bazı hususlarda karar verecektir.
“Mâ” ism-i mevsuldür, “Tuhfî”nin mef’ulüdür. Allah bu sûreyi indirerek ibda etmiştir.
Şimdi Allah nasıl ibda edecektir?
İbda etmektedir. Başında gizlemekte olduğu şeyi Allah ibda etmektedir. Hazreti Muhammed’in Zeynep’te gözü olduğunu ama bunu ortaya koyamadığını; böylece Allah açıkladı diyerek açıkladığını söyleyenler, bunu sorun yapanlar vardır. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da beşerdir. Kendisinin elinde olmayan hislere kapılabilir. Asıl sorun ona göre hareket etmemektir. Bununla beraber âyette buna dair küçük bir işaret bile yoktur. Hazreti Peygamber aleyhisselâmın gizlediği şey, onun boşandıktan sonra Zeyneb’le evlenmesidir. Arap örfüne göre yanlış bir iş yapıyordu. Allah’ın emri olduğu halde onunla evlenmekten çekiniyordu. Gizlediği bu idi. Yoksa Zeyd’in eşi iken Zeyneb’e bir meyli olduğu hakkında bir işaret Kur’an’da yoktur.
وَتَخْشَى النَّاسَ
(Va TaPŞay enNAvSa)
“Nâstan haşyet ediyordun.”
“Haşyet etmek” demek, çekinmek demektir, saygılı olmak demektir; saygısızlık etmekten korkmak demektir.
Buradaki “Nâs” Medine halkıdır, halkın söylentileridir.
Halk topluluğun kurallarını tartışmasız kabul eder. Ona aykırı davrananlara da saldırır. Eğer insanların vahyi ve ilmi olmasaydı topluluk böyle kendi kendisini yönetirdi. Bugün birçok modalar vardır ki halk onları tartışmasız doğru kabul eder. Onlar ağıza alınmaz, kimse ağzına alıp tartışmaz. Nitekim geçmişteki kavimlerde de böyle putlar icat edilmiştir.
Hattâ büyük imparatorluklar ve krallıklar bunun üzerine kurulmuştur. Hanedanın otoritesini kimse tartışmaz. Altı asırdan fazla süren Osmanlı hanedanı asla tartışılmamıştır. Kimse ağzını açıp onlara karşı bir şey söylenmesini denememiştir. Padişahlar indirilmiş ve öldürülmüş ama hanedan yine hanedan olarak kalmıştır. Bugün de ülkemizde Atatürkçülük böyle oluşturulmaktadır. Bu sosyal baskı o kadar büyük bir güçtür ki, işte peygamber bile kendisini bundan kurtaramamıştır. Toplulukları geri bırakan, hattâ yıkan bu baskılar olmaktadır. Bunlardan kötü olanlarını bertaraf etmek topluluktaki inkılapçıların görevleridir.
وَاللَّهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ
(Va elLAvHu EaXaqQu EaN TaPŞAvHu)
“Oysa Allah’a haşyet etmek daha ehaktır.”
Topluluğun Allah’ın halifesi olduğunu ve Allah’ın haklarının topluluğun hakları olduğunu sık sık tekrar ediyoruz. Bu âyette toplulukla halkın farklı olduğu ifade edilmektedir. Birincisi, müslimlerle mü’minler ayrılmaktadır. Mü’minler topluluğu düşündükleri halde müslimler kendilerini düşünürler. O halde müslimlerin istekleri Allah’ın isteği değildir. Mü’minlerin istekleri de halk isteği olarak bir şey ifade etmez.
Topluluğun aldığı kararın Allah’ın kararı olması için onun meşru karar usulleri ile alınması gerekir. O da ekseriyet kararı değildir. Başkan önce semt başkanlarına istişare edeceği hususları bildirir. Semt yöneticileri aşiret başkanlarına bildirirler. Aşiret başkanları da aşiret halkına bucak başkanının istişare konusunu bildirir. Ocak halkının dayanışma ortaklık sorumluları vardır. İlmî dayanışma ortaklık sorumlularına görüşlerini bildirir. Böylece konu tüm bucak halkına götürülmüş ve danışılmış olur. Sonra başkan şûrada konuyu dayanışma sorumlularıyla istişare eder, onların görüşlerini alır. Oraya halkın hevesleri değil, şûra üyelerinin süzgecinden geçmiş görüşler gelir. Başkan bunların görüşlerine dayanarak kendi görüşünü ortaya koyar. Buna “istişarî karar” diyoruz.
Böyle alınmış karar da tam değildir. Bu karara karşı şûra üyeleri hakemlere gidebilirler. Hakemlerden birini davacı şûra üyesi seçer, diğerini bucak başkanı seçer. İki hakem baş hakemi seçerler. Hakemlerin aldığı karar kesinleşince işte o karar “topluluğun kararı” olur. O karar Allah ve resulünün aldığı karardır.
Yoksa halkın sokaktaki söylentileri yahut sandığa atılan oy pusulalarıyla tesbit edilenler Allah ve resulünün kararı değildir.
İşte Batı demokrasisi ile İslâm demokrasisi arasındaki en büyük fark budur.
Batı, sokak söylentilerine uyulmasını demokrasi kabul ediyor. Bunun mümkün olmadığını görünce de dört-beş senede bir seçim yaparak geçiştiriyor.
فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا
(FaLamMAv QaWAy ZaYWun MiNHAv WaOaRan)
“Zeyd ondan vetaran kaza ettiğinde.”
“Vetar” kelimesi “Fetar” kelimesi ile akrabadır. Kesin olarak anlamındadır. Mihrini ödemesi ve iddetin dolması gerekmektedir. Yani evlilik kesin olarak sona ermelidir. Bu erkeğin isteği ile olabilir. Bu kadının isteği ile de olabilir. Kadın istiyorsa mihri iade etmesi gerekir. Hakemlerin kararı ile evlilikler olabilir, hakemler kararı ile boşanma da olabilir.
İslâmiyet’te evlenme ve boşanma kolaylaştırılmıştır. Ancak ciddiliği korunmaktadır. Evlilik dışında cinsi ilişki kesinlikle yasaklanmıştır. Sonra da evliler arasında tarafların rızasına bağlı olmayan hükümler konmuştur. Zeyd ile Zeyneb geçinememiş ve anlaşarak ayrılmışlardır. Zeyd’in başka eşleri de vardır. Mağdur olan Zeyd değil Zeynep’ti.
İşte Zeyneb’in mağduriyetini gidermek için Nebi’nin eşi olarak Allah nikahlamıştır.
Böyle durumlarda uygun olanı topluluk yapacaktır, hakemler yapacaktır. Yalnız bu kesin boşanmadan sonra düşünülecektir. Zeyd burada isimle anılmaktadır. Dolayısıyla “Ke”deki hitap Hazreti Muhammed’edir.
زَوَّجْنَاكَهَا
(ZavVaCNAvKaHAv)
“Biz seni onunla tezvic ettik.”
Zeyneb çok ileri seviyeli bir kadındı, Hazreti Ayşe’nin bile takdirini kazanmıştı. Onun İslâm topluluğunda yapacağı görevler vardı. Onun başkanın eşi olması uygun olurdu. Zeyd’den ayrıldıktan sonra onun Nebi’nin eşleri arasına girmesine topluluğun karar vermesi gerekirdi. Henüz vahiy bitmemiş olduğu için hakemlerle değil, Allah vahiy ile hükmü bildirmiştir. Allah bize örnek hüküm koymuştur.
Vahye dayanan olay olduğu için burada Zeyd’in adını zikretmiştir.
Kur’an’da özel adıyla zikredilen iki kişi vardır. Biri Hazreti Muhammed, biri de Hazreti Zeyd’dir. Onun dışında hiçbir sahabe özel adıyla Kur’an’da zikredilmemiştir. Yalnız sahabeler değil, o dönemde yaşayanlardan hiçbiri Kur’an’da yer almamıştır.
Kur’an’ın bir devrin hikayesi olmadığı buradan bellidir.
Kur’an’da peygamberlerin hikayeleri anlatılmaktadır; onlar bize örnek olsun diye anlatılmaktadır. Kur’an’da yer olarak da Mekke ve Medine’den bahsedilmektedir. Böylece bize o sitelerin oluşması örnek olarak gösterilmektedir. Kur’an eğer ilk uygulaması olarak ele alınacaksa o devri ele almalıyız. Sünnet budur. Bizim Kur’an’ı doğru anlamamız için 23 senelik nüzul zamanındaki olayları çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Bununla beraber Kur’an bugün bize nâzil oluyor. Şimdi Allah bizimle konuşuyor. O devreleri de bize anlatıyor. Yoksa onlarla konuşuluyor da biz yararlanıyor durumda değiliz.
لِكَيْ لاَ يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ
(LiKaY LAv YaKUvNa GaLay eLMuEMiNIyNa XaRaCun)
“Mü’minlere harac olmasın diye bu evliliği yaptık.”
İnsanlık var edilmiş ve baştan peygamberler gönderilmiştir. Bunlar insanlığı yetiştirmişlerdir. İnsanlık büluğ çağına erdikten sonra vahiy kesilmiş, yeni peygamber gönderilmemiştir. Uygarlaşmada aile büyük evrimler geçirmiş, son ideal aile tipi kalmıştır. Aileler aşiretler içinde yer almıştır. On kadar aile bir aşireti oluşturmaktadır. Aile küçülmüştür. Bir aile, karı-koca ile çocuklardan oluşmaktadır. Ancak ailenin yanında aşiret ortaya çıkmıştır. On aileden müteşekkil aşiret insanların yaşama hayatının çekirdeğini oluşturmuştur. Bu sûre bize aşireti anlatmaktadır. Aşiret demek, yalız taşra aşiretleri değildir. Bucak ve semt merkez aşiretleri, il ve ülke merkez aşiretleri bunları yönetenlerdir.
Bir canlıyı düşünelim; hücrelerden oluşur. Hücreleri yöneten de çekirdeklerdir, DNA’lardır. Topluluğun hücreleri bucaklardır. Çekirdekleri de aşiretlerdir. Aşiretin yapısı sağlam olarak oturduğu zaman tüm topluluk sağlam olarak oturur. Aşiretin sağlam yapısı da ailenin sağlam yapısına bağlıdır. Avcılık, çobanlık ve tarım dönemlerinden kalma birtakım örfler artık kalkmalıdır. Kur’an’ın çizdiği çizgiler içinde kalınmalıdır.
Evli iken başka erkeklerle görüşmeyi bile yasaklayan Kur’an, bir kız veya kadını birisi isterken başkasının araya girmemesi gerektiğini beyan eden sünnet, boşandıktan sonra başkaları ile evlenmeyi de o derece serbest bırakmaktadır. Başkanın yardımcısı olacak bir kadının boşanıp başkanla evlenmesinde hakkı olduğu belirtilmektedir.
فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ
(FIy EaZVACı EaDGıYAEıHıM)
“Ed’iyalarının ezvacında bir harac olmasın diye bunu yaptık.”
Evliliğin haram olduğu ilk akrabalık ise neseb akrabalığıdır. Usulle olan akrabalık ve füru’ ile olan akrabalık birinci derecededir. Sonra kardeşlerle, kardeş çocukları ile ve usulün kardeşleri ile olan akrabalık evliliğe mânidir. Bunlar arasında nikah olsa bile nikah bâtıldır. Neseb de sahih değildir. Mihir de gerekmez. Bilerek yapılmışsa zinadır.
Bundan sonra sıhri akrabalık doğar. Ebu Hanife’ye göre zina yapsa dahi sıhri akrabalık doğar. Eşin usulü ve füruu kişiye müebbeden haram olur. Boşanma olsa veya ölse bile artık eşin usulü ve füruu kişiye haram olur. Haramlık için usul ile nikahlı olmak da yeterlidir. Eşin füruu işin duhul şartı vardır.
Bundan sonra süt kardeşlik de evlilik için haram olma sebebidir.
Dördüncü haramlığın kaynağı ise köleliktir. Esir alındığı zaman kişi ya serbest bırakılır, zimmi olursa bedel öder, yahut toprakları da kendisine iade edilir, veyahut esirler köle hâline getirilir. Köle erkek, sahibi erkek olduğunda veya köle kadın, sahibi kadın olduğunda aralarında akrabalık doğar. Biri kadın diğeri erkek ise köleleştirmeden evvel azat edilirse hür hâle gelir, aralarında bir akrabalık doğmaz. Ama köleleştirildiği takdirde artık köle sahibinin akrabasıdır. Erkek onu cariye olarak eş yapabilir. Cariyenin diğer kadınlardan farkı; cariyeler çalışırlar ve efendilerine aynı zamanda iş yaparlar. Cariyesini satma hakkı vardır. Sattığı zaman artık eski sahibi ile akrabalığı biter. Eğer cariye olarak bırakmazsa veya sahibi olan kadınsa, onlar arasında akrabalık doğar, bir daha cinsi ilişki kuramazlar, evlenemezler de.
İşte bu akrabalık da Mevla akrabalığıdır.
Neseb akrabalarının usul ve füruunun eşleri devamlı akrabalık durumundadır. Ayrılmaları hâlinde dahi bu akrabalık bitmez. Oysa süt veya velayette sıhri akrabalık doğmaz. Yani süt kardeşinin eşi senin akraban olmaz.
İşte bu sınırı tesbit eden asıl azatlının eşidir. Haram değildir. Onunla evlenilebilir. Kur’an burada bu sınırı kesin olarak koymaktadır.
Diğer taraftan boşandıktan sonra evlenmenin de hiçbir zaman kötü görülmemesi gerekir. Hazreti Muhammed Zeyneb’i isterken elçi olarak eski kocası Zeyd’i elçi yapmıştır. Böylece evli veya ayrı olma demek, birbirine düşman olmak demek değildir.
Kur’an bu konuda çok açık uygulamayı getirerek ilerdeki aşiret ve aile müessesesinin dayanacağı temelleri ortaya koymuştur.
إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا
(EiÜAv QaWaV MiNHunNa VaĞarAn)
“Onlardan vetaran kaza ettiklerinden.”
Burada boşadıklarında demiyor da, vetaran kaza ettiklerinde deniyor. Hakemler kararı ile boşanma tamamlanmış olur. Boşanmanın erkek tarafından gelmiş olması şartı yoktur. Ancak hakemler kararı ile kesinleşmesi gerekir. Boşanma erkek veya kadından gelebilir. Eğer bu kadın tarafından geliyorsa mihri iade etmesi gerekir.
Evlenme kadar boşanma da İslâmiyet’te doğal sayılmıştır.
Boşanmadaki zorluklar evlenmeleri zorlaştırır. Birçok kimse evlenmekten korkar, çekinir. Oysa, eğer boşanma kolay olacaksa, o zaman evlenmeyi herkes dener. Başarılı olursa aileyi devam ettirirler. Başarılı olmazsa ayrılırlar. Çocukların hukuku da korunur. 7 yaşına kadar anasının yanında kalır. Ancak boşananlar arasında hasımlık oluşmayacağı için çocukları görmek her zaman mümkün olur. 7 yaşından sonra anasının veya babasının yanında kalabilir. Çocuğun arzusuna bağlı olur. 15 yaşından sonra kız veya erkek kendi başlarına olma hakkına ererler. Ondan sonra muhatap olan topluluktur.
Kadın boşayacaksa aldığı mihri iade eder.
Erkek boşayacaksa mihri geri isteyemez.
Bununla beraber eğer karşı taraf kusurlu ise mihri alarak ayrılabilir. Yahut mihri geri alarak boşanabilir. Bu hususta kararı hakemler verirler.
وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا(37)
(Va KaNa EaMRu elLAvHı MeFGUvLan)
“Allah’ın emri yerine getirilir hükmü vardır.”
Evlilik müessesesi karı koca hukukunu içermez. Karı koca evlenerek ortak çocuk yaparlar. Ne var ki bu çocuk artık iki ailenin ortak çocuğudur. Akrabaların onun üzerinde hak ve görevleri vardır. Onun da akrabaları üzerinde hak ve görevleri vardır. Dolayısıyla evlenme ve boşanma zannedildiği gibi tarafların keyfine ve zevkine göre bir iş değildir. Evlilik çağına gelen kız ve erkek küfüv iseler evlenmek zorundadırlar. Çünkü onların bekar kalması topluluğa karşı olan görevlerini yerine getirmemeleri demektir. Onları topluluk büyütmüştür, anne babaları büyütmüştür. Onlara karşı borçludurlar. Şimdi evlenecekler. Onlar da çocuk yetiştirecekler ve büyütecekler. Böylece borçlarını ödeyecekler. Dolayısıyla ne kadın ne erkek ‘ben evlenmiyorum’ diyemez. Allah’ın evlendirin emrini yerine getirmek zorundadırlar. Hele kadınlar kesin olarak kocasız kalmamalıdırlar. Çünkü erkek karısız kalırsa nüfusun artmasında bir eksiklik olmaz ama kadın kocasız kalırsa boş bir rahim heder olmuş olur.
Şimdi burada itiraz yapılır: Nüfus artarsa nasıl geçinilecektir, denge nasıl oluşacaktır?
Nüfusun dengelenmesi için Allah çeşitli denge kanunları ortaya koymuştur.
a) Birincisi hastalıktır. Gıdasızlık ölümlere sebep olur. Sağlam yapılılar yaşar, zayıf yapılılar ölür. Zayıf yapılılar ölünce sağlan yapılılar iyice beslenirler. Böylece devamlı olarak daha üst yapılı nesil kalır. Böyle yapmaz da evlenmez, çocuk yapmazsak, haplarla doğum kontrolü yaparsak nesil dejenere olur.
b) İkincisi savaştır. İnsanlar arasında meşru savaşlar çıkar, savaşta galip gelenler sağlam nesil oluştururlar ve yaşarlar. Bozuk nesil ise mağlup olur ve elenir. Böylece doğal seleksiyon oluşur.
c) Mihir meselesi. Nüfus kontrolünün başka bir yolu da asgari mihrin bulunmasıdır. Mihir yüksek tutulursa birçok erkek onu bulamadığı için evlenemez. Böylece o erkeği bekleyen kadın da geç evlenmiş olur. Geç evlilik nüfusun dengelenmesini sağlar. Böylece nişanlı dönemler uzamış olabilir.
d) Uygarlığın gelişmesi. Nüfusu sınırlı tutma yerine daha fazla nüfusu yaşatacak hâle getirme yoluyla nüfus sorununu çözmedir. Uygarlık bunu sağlamaktadır. Teknolojideki keşifler yeryüzünde daha çok insanın yaşamasına imkan vermektedir. Başta sera tekniği olmak üzere pek çok etken daha çok üretimi gerçekleştirecektir.
-Karalar bugünkü nüfusun birkaç mislini besleyecektir...
-Karalar dolduktan sonra kara uygarlığından deniz uygarlığına geçeceğiz...
-Sonra gök uygarlığına geçecek ve güneşin ışığını daha çok kullanır hâle geleceğiz...
-Daha sonra da uzaya açılıp boşluktaki hidrojeni kullanacağız...
Dolayısıyla nüfusu sınırlı tutma yerine, nüfusa yeni beslenme imkanlarını bulmaya çalışmalıyız. Bu suretle evlenme müessesesini teşvik edip nüfusun artmasını hedeflemeliyiz.