AHZAB SURESİ TEFSİRİ(33.sure)
Süleyman Karagülle
1830 Okunma
AHZAB SURESİ 9-17

 

 

***

AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 3

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Bu sûre “Ey nebi!” diye başlamakta ve “Ey iman etmiş olanlar!” diye devam etmektedir. Kur’an’da “Ey resuller!” diye bir defa geçmektedir. Hazreti Muhammed’le beraber başka nebi resuller olmadığına göre, oradaki resuller başkanlar demektir. “Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, dayanışma ortaklıklarını kurmuş olan kimselerdir; yani ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Kıyasla diğer üçü de dahil olur. Ama esas olan siyasî dayanışma ortaklıklarıdır. Bunların başına gelen kimse de başkandır, kabile başkanıdır.

“Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, siyasî dayanışma ortakları kastedilmektedir. “Ey nebi” dendiğinde onların başkanı gelir. O aynı zamanda bucağın başkanıdır. Bucağın başkanı olarak da resuldür. Cuma namazını birlikte kılan kimselere hitap etmektedir.

Aile 3 ile 10 arasındaki kişilerden oluşur. Cemi kıllet ve cemi kesret arasındaki sayıdır. Bir çocuk, anne ve baba asgari normal ailedir. Anne-baba, büyük anne ve büyük baba ile beş eder. Beş çocuk, 15 yaşına gelmemiş 5 çocuk da olursa,10 yahut 8 eder.

Bundan daha az aile de olabilir. Çocukları olmayan karı koca veya daha çok çocuklu aile de olabilir. Ancak normal aile 3 ile 10 arasında nüfusa sahip olur.

Aşiret 10 aileden oluşur. 30 ile 100 arasında nüfusa sahiptir. Bunlar beş vakit namazlarını birlikte kılarlar. Yaklaşık 10 aşiret bir semti oluşturur, nüfusları 300 ile 1000 arasındadır. Yaklaşık 10 semt yani 100 aşiret 1000 aile, 3000 ile 10 000 arasındaki nüfus bir kabileyi oluşturur. Onlu sistem caridir. Her kabilenin bir imamı vardır. Cuma namazını bu imam kıldırır. Halktan isteyenler askerlik yaparlar. İmamın semtlere atadığı emirlerden birini seçerek siyasi dayanışma ortaklığını kurarlar. İsteyenler de cizye vererek askerlik yapmazlar. Cizye verenler müslimdirler. Resul müslimlerin de mü’minlerin de başkanıdır. Nebi ise yalnız mü’minlerin başkanıdır. Diğer dayanışma sorumluları da nebileri oluştururlar. Yani başkanlık şurası nebilerden oluşur. Bunlar taşra bucaklarıdır. Merkez bucakları ise biat edilmişlerden veya atanmışlardan oluşur.

Bundan önce “nebi”den, yani bucak başkanından bahsetti. Şimdi ise bucak ordusundan bahsetmektedir. Kur’an “Ey nâs” diye tüm halka hitap etmektedir. Onları mükellef kılmaktadır. Din kitabı olarak onlara yol göstermektedir. Ancak düzen olarak “Ey nebi” ve “Ey mü’minler” diye hitap eder. Bunun için bu hitap yalnız Medine sûrelerinde bulunur. Kelime olarak da if’al veya mufaale bâbından gelir. İf’al bâbından gelirse müslimleri güven altına alma demektir. Mufaale bâbından gelirse birbirlerini güven altına alanlar demektir. “Bi” harfi ile gelirse, onunla kendisini güven altına alan demektir. “Alâ” ile gelirse, bir şeyi güven altına alan demektir. “Li” ile gelirse, emanet eden demektir.

اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ

(EuZKuRUv NıGMaTa elLAHi GaLaYKuM)

“Allah’ın sizin üzerinize olan nimetini zikredin.”

Zikretmek” anmak ve anlamak anlamlarına gelir.

Zikrediniz” deyince anınız, hatırlayınız, anlayınız, olayı değerlendiriniz mânâsınadır.

Allah’ın nimetini anınız.

Burada “nimet” izafe edilmiştir. Marifedir, bilinen nimeti anınız anlamındadır. Nimet sonra “iz” ile beyan edilmiştir. Rahmet, maddî ve manevî iyiliktir. Nimet ise daha çok maddî iyiliktir. Savaşta galibiyeti Allah’ın nimeti olarak zikretmektedir. Çünkü savaş aynı zamanda maddî kazançtır.

Buradaki “aleyküm” kimlerdir, emir kimleredir?

Emir Cuma namazını kılan cemaatedir. Onlar zikredeceklerdir. Ölüler veya uzaktakiler zikre katılamayacağına göre, emir Cuma cemaatinedir. “Zikret” ise Kuran ehlinedir. Mü’minleredir.

Bakara Sûresi’ni hatırlarsak; yeryüzünün düzeni Kur’an gelmeden evvel İsrail oğullarına verilmiştir deniyor. Kavim tafdil edilmiş, hilafet görevini o kavim yüklenmiştir. Kur’an geldikten sonra artık hilafet görevi bir kavimden alınmış, gönüllü mü’minlere verilmiştir. İnsanlığı artık Kur’an düzeni yönetecektir. Buna sahip çıkan, bunun askeri olan kimseler ise mü’minlerdir. İman etmiş olan kimselerdir. Bunlar kendi istekleri ile orduya katılmışlardır. Allah da bunlara in’am etmiştir. Burada Hazreti Musa peygamberin kavmini anlattığı gibi, burada aynı zamanda Hazreti Muhammed peygamberin mü’minlerini de anlatmaktadır. Kur’an nâzil olduğu zaman geçen olayları anlatmaktadır.

Hazreti Peygamber aleyhisselâmın hayatını kısaca hatırlayalım. Mekke’de vahiy gelmeye başladı. İman edenler Kur’an’ı ezberlediler ve yazdılar. Hazreti Ömer’in Müslüman olmasıyla Kur’an’ı Kâbe’de okumaya başladılar. Sonra hicret ettiler. Hicretin ikinci senesinde Bedir Savaşı’nı yaptılar. Şam’dan gelen kervanı Medine civarından geçirmediler. Onlar deniz kenarından gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Mekkeliler silahlanıp Medine’ye doğru yürüdüler, Bedir civarında  mü’minlerle karşı karşıya geldiler ve yenildiler. Bundan bir sene sonra hazırlanarak yine Medine üzerine yürüdüler, Bedir’in intikamını almak istediler. Bu sefer Uhud’da Müslümanlarla savaştılar. Bu savaş çok zorluk içinde geçti. Yenilmiş gibiyken sonunda onlar bırakıp gittiler. Buna “Allah’ın nimeti” denmektedir. Mekkelilerle yapılan üçüncü büyük savaş Hendek Savaşı’dır. Medine’de savunma yapılmıştır. Dördüncü savaş ise Mekke’nin Fethi’dir. Onlar sözleşmelere uymayarak mü’minlerin korudukları kabileye saldırdılar. Bunun üzerine İslâm ordusu harekete geçti ve Mekke’yi savaşsız fethetti. Sonra karşı çıkan Mekke dışındaki Araplarla Huneyn Savaşı’nı yaptı.

Burada anlatılanlar Hendek Savaşı ile ilgilidir.

إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ

(EiÜAv CAvEaTKuM CuNUvDun)  

“Size cunud geldiğinde.”

Mekkeliler tek başlarına mü’minleri yenemeyeceklerini anlayınca diğer Arap kabileleri ile anlaşma yaparak Medinelilerin bilmediği ve tanımadığı bir ordu ile geldiler. Böylece Medine’yi fethedecek ve İslâmiyet’e son vereceklerdi. Yahudi kabileleriyle de anlaşmışlardı. Dışarıdaki kabileler anlaşınca, Medine kabileleri de onlarla beraber olmuşlardı. İşte bu sebeple orduyu nekre yapmıştır. Durum son derece vahim ve ümitsizdi. Gelişmeden çok önceleri haber alınamamıştı.

Acele bir şekilde Medine’nin savunmasına geçildi. Araplarda hendek kazma yoktu. Selman-ı Farisi’nin önerisi ile acele Medine’nin çevresinde hendek kazılabildi ve savunmaya geçildi. Gelen askerler tanınmıyordu. Savaşma kabiliyetleri hakkında da bilgi yoktu.

Ordu Medine çevresine gelmiş ve saldırıya geçmişti. İçerdeki Yahudiler saldıranları desteklemişlerdi. Oysa Medine Devleti kurulurken Yahudilerle sözleşme yapılmıştı. Düşmanlar Medine’ye saldırdıklarında, Medine’deki herkes birlikte savunmaya geçecekti. Ne var ki bu büyük ordu karşısında Medinelilerin savunma şansı yoktu. Yahudilerin yardımıyla bir ara Mekkeliler Medine içine girme imkanını bile buldular. Mü’minler bile şaşkına dönmüşlerdi.

Böyle bir durum Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’na olmuştu. Viyana bozgunundan sonra imparatorluk yeniliyor ve beşyüz yıldan fazla beraber dostça yaşadığımız Rum ve Ermeniler ihanet ediyordu. Balkan savaşlarında hep mağlup olmuştuk. I. Cihan Harbi ise son darbe olmuş, düşmanlara Sevr ile teslim olmuştuk.

İşte Hendek Savaşı’nda da böyle bir şey oldu. Artık mağlup olunmuş, ama ümidin tam yitirildiği anda bir şey olmuştu.

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا

(Fa EaRSaLNAv GaLaYHiM RIyXan)

“Onlara bir rih irsal ettik.”

Rüzgar esiyor. Bu sağanak bir yağmurun habercisidir.

Mekkeliler bu rüzgara dayanabilir, biraz sonra da rüzgar dinerdi. Muhasara altında bulunan Mekkeliler teslim olabilirdi. Muhasara edenler civar yerlerden yiyecek temin eder ve dayanabilirlerdi. Oysa Medinelilerin dışarı ile ilişkileri kesilmişti. Yani Medine’yi teslim alma ihtimali büyüktü. Ama esen rüzgar Mekkelileri korkutmuştur.

Bir araya gelen insanlar beyinlerinden yayınladıkları elektromanyetik dalgalarla birbirlerine etki eder ve bunun etkisiyle ortak bir düşünce doğar. Toplulukların ortak düşüncelere ulaştıkları görülür. Korku veya başarı zamanlarında bu duygu çok daha etkin olur. Ölüm ve benzeri hallerde insan ziyaretçileri bu sebeple bekler. Hasta ziyaretleri insanlara güç verir. Savaşta bu etkileşme en yüksek seviyeye çıkar. Askerler hep aynı duygu ve reflekslerle karşı tarafa saldırırlar.

Medine’yi muhasara edenlere fırtınayı haber veren bir rüzgar esmiştir. Bu rüzgar tek başına yeterli değildir. Ama bu rüzgarın ortaya çıkardığı psikolojik etkiler orduya cesaret verir; bir an evvel hücum edip Medine’yi alalım ve fırtınada Medine dışında kalmayalım diyebilir. Onlar saldırıya geçebilirdi. Yani rüzgar cesaretin bir etkeni olurdu. Aksi da olabilir. Biz fırtınaya tutunacağız. Medineliler evlerinde ısınacaklar, doyacaklar, istirahat edecekler. Biz ise yağmurda çamurda perişan olacağız. Öyleyse çekilelim.

İşte bu psikolojik tesirle  muhasarayı terk edip Mekke’ye dönmüşlerdir.

Burada şu sorulabilir. Rüzgar doğal olay değil midir? Nasıl oluyor da Mekkelilerin üzerine yönlendirilmiş olmaktadır? Burada kelebek olayını hatırlayalım. Bir sırt üzerinde ark yapılmıştır ve su akmaktadır. Bir karınca geliyor, suya bir tarafta iz açıyor. Dalgalanan su o tarafa doğru taşıyor. Su toprağı biraz daha derinleştiriyor. Biraz sonra su o yamaca doğru akıyor. Bir istikamete doğru giden rüzgarın içinden bir kelebek geçiyor. Akış istikametinden başka istikamette havayı sürüklüyor. Bu sefer o tarafa doğru akıntı olmaktadır. Rüzgar o istikamette akmağa başlıyor.  Rüzgar soğuk havadan sıcak havaya doğru akar.

Mekkeliler havayı ısıtmışlardır. Oradaki hava yukarıya doğru çıkmıştır. Çevredeki soğuk hava oraya hücum etmiştir. Onlar gelmeseydi belki de o rüzgar esmeyecektir.

“Biz rüzgarı irsal ettik”teki mânâ; öyle doğa kanunları vazettik ki, onlara o esnada rüzgar estirdik denmiş oluyor. Bununla beraber kâinatta insandan başka bizim görmediğimiz cinler, melekler ve ruhlar vardır. Onlar etkileyerek rüzgarı o istikamette estirebilirler. Bunları göremeyişimiz onların olmadığı mânâsına gelmez. Mikroskop icad edilmeden önce hücreleri göremiyorduk, ama onlar vardı. Radyo icad edilmeden önce o sesleri duyamıyorduk, ama sesler vardı. Televizyon icad edilmeden önce Ankara’dan çıkan o ışıkları alamıyorduk, ama şimdi alıyoruz. Ultrasonik seslerle birçok işler yapıyoruz ama duymuyoruz. İşte Allah bunları görevlendirmiş olabilir, onlar rüzgarın esmesine sebep olabilirler.

Olası olayların doğada kontrollü olup olmadığı hakkında bir bilgimiz henüz mevcut değildir. Yazı tura oynayan iki kişinin kazanma ve kaybetme ihtimali yüzde ellidir. Ama sonunda biri kaybeder. Bu kayıp tesadüflerin sonucu mudur? Yoksa müdahale var mıdır? Bizim için bilmek mümkün değildir. Başka bir deyişle şunu söyleyebiliriz. Raslantılar bizim bilgisizliğimizden mi doğmaktadır, yoksa gerçekten raslantı mıdır? Bu husus bilinmemektedir. Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Bunu bilebilmemiz bizim küllî ilme vâkıf olmamızı gerektirir. Oysa bizim beynimiz küllî ilimleri alma kapasitesinde değildir. Beynimiz bir bilgisayardır. Kapasitesi vardır. Küllî ilimleri idrak etme kapasitesine sahip değildir.

وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا

(Va CuNUvDan LaM TaRaVHAv)  

“Rüzgarı ve görmediğiniz bir orduyu irsal ettik.”

Rüzgarın gelmesi yeterli değildir. Aynı zamanda rüzgar onların içlerine korku düşürmelidir.

İşte bunu yapanlar meleklerdir.

Benim bedenim bir arabadır, ruhum ise onun şoförü. Arabamı sürüyorum. Şoför mahallinde göremediğim biri daha oturuyor. Ben göremiyorum. Çünkü benim gördüğüm ışıkta şeffaftır, görülmüyor; yumuşaktır, tutulmuyor. Ara sıra bedenime müdahale ediyor. Mesela arabanın lambalarını yakıyor.

İşte şeytan ve melek bunlardandır.

Beynime  dışarıdan müdahale edebiliyorlar.

Savaş zamanında bu melekler gelir ve insanların beynine girerler. Cesaret verirler veya korkuturlar. Savaşanlar insan oldukları için sadece insanlara verdikleri cesaret ve korkularla istedikleri tarafı galip getirirler.

İşte bunlar bizim göremediğimiz ordulardır.

Cinler yani şeytan sıcak yerlerde, güneşte yaşayacak şekilde var edilmişlerdir. Atomlu varlıklardır. İnsan ve hayvanlar ise moleküllü varlıklardır. Bunların ikisi zahiri âlemin varlıklarıdır. Diğer taraftan ruhlar batıni âlemin soğuk dünyası âlemidir. Melekler batıni âlemin sıcak dünya âlemdir. Kur’an’ın tabiri ile melekler nurdan, cinler nardan, insanlar narın toprağından, ruhlar nurun toprağından halk olunmuşlardır.

Cunud” nekredir. Bizim bilmediğimiz bir ordu ile gelinmektedir. O orduyu biz göremiyoruz.

Ordular galip geleceğiz inancı ile savaşa girerler. Biz güçlüyüz, onları yeneriz diyerek savaşa tutuşurlar. Savaşın bir yerinde karşı karşıya gelen ordunun birine ‘biz yenildik’ korkusu düşer, diğerine ‘biz yendik’ cesareti gelir ve sonunda bir taraf galip gelir. Bu cesaret ve korku sosyal olup tüm orduda birden teessüs eder. Öyle ki, öldürüleceklerini bildikleri halde teslim olur, direnç göstermezler. Savaşta bu direnci kırmak için esirler teslim olduktan sonra muhakemesiz öldürülmez. Savaşma dışında bir suçu varsa öldürülebilir.

Askerler komutanlarının cesaretine bakarlar. Komutan cesaretle savaşıyorsa, askerler de cesur olur ve ölesiye savaşırlar. Komutan gevşerse, kaçarsa veya ölürse, ordu da genellikle dağılır ve yenilir. Adet olmuştur, komutan savaşı kazanmış kabul edilir.

Kişilere dayanan partiler veya devletler kişi ölmüşse parçalanırlar. Oysa sisteme veya hanedana bağlı olanlar ölümle dağılmazlar. Türkiye, Mustafa Kemal’in veya İsmet İnönü’nün ölümü ile dağılmamıştır.

وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9)

(Va KAvNa elLAHu BiMAv TaGMaLUNa BaÖIyRan)   

“Allah amel ettiklerinizi basir bulunmaktadır.”

Buradaki “Vav” vav-ı hâliyedir; “Erselnâ”daki “Nâ”nın hâlidir. Allah izhar edilmiştir. Amel ettiklerinize basir bulunmakta iken, rüzgar ve görülmeyen ordular göndermiştir.

Allah kâinatı var etmiştir. Değişmez kanunlar koymuştur. O kanunlardan yararlanarak insanlar çalışmakta ve yaşamaktadır. Bu durum, Allah ondan sonrasına karışmamaktadır anlamında değildir. Allah her kişi ve her toplulukla ayrı ayrı doğrudan hakim durumundadır. İnsanları külli iradesi dışında cüzi iradelerinde serbest bırakmaktadır.

KâNe” kelimesi burada geçmişin hikâyesi olabilir. O takdirde bizden değil, o gün Hendek Savaşı’ndaki Allah’ın nezaretini anlatmış olur. “Kâne” mübteda ve haberi teyid anlamında ise o zaman bizi de ifade etmiş olur. Yani herkesin yaptığını basir bulunmaktadır.

Basîr” kelimesi nekredir. Demek ki Allah’ın yanında melekler ve insanlar da basîr bulunmaktadır.

Allah insanları gözetlerken bir insan gibi gözetlemektedir. İnsanlar cüzi iradenin dışına çıkıyorsa müdahale eder. Allah Medinelilerin galip geleceğini takdir etmiştir. Doğa kanunları içinde galip gelirlerse Allah’ın külli iradesi ortadan kalkacak, Kur’an uygarlığı kurulmayacaktır. Onun için müdahale etmiş, rüzgar göndermiş, Medinelileri galip getirmiştir.

Viyana’daki mağlubiyetimiz de böyle İlâhi takdirden dolayıdır. Eğer biz Viyana’yı fethetseydik, Avrupa bir İslâm ülkesi hâline gelecek ve Avrupa uygarlığı gelişmeyecek, bugünkü seviyeye ulaşmayacak, hâlâ Orta Çağda kalacaktık. Hiç beklenmedik bir olay olmuş, Kırımlılar onlar tarafı olmuş ve bizi arkadan vurmuşlardır.

Sonra Sakarya’da savaşı kazanmamız da böyle İlâhi kaderin müdahalesi ile olmuştur. Yenilseydik, Anadolu bugün Rum ve Ermeni toprakları olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmayacak, “Adil Düzen” olmayacak, İkinci Kur’an Uygarlığı kurulmayacaktı.

Tarih İlâhi kaderle çiziliyor.

İnsanlar o kader içinde kendi cüzi iradelerini kullanıyorlar.

***

إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ

(EiZ CAyEUvKuM MiN FaVQıKuM)  

“Fevkinizden geldiği zaman.”

İz” kelimesi “İzâ”ya benzer. “İzâ” cümlenin başına geldiği zaman daha çok işaret olur. Olacağı zaman oluşun şartı olur. Oysa cümlenin içinde daha çok zarf olur. Yani şartlık vasfı zayıflar. “İzâ Câe Kul” dediğiniz zaman, gelince gelmesi sebebiyle söyle demektir. “Kul İzâ Câe” denirse, söylemen başka sebeple gereklidir. Ama sen ona gelince söyle demek olur. “İz Câe Hüve” dendiği zaman, hani o gelmişti anlamındadır. “Raeytuhu İz Câe” derseniz, ben onu geldiğinde gördüm olur.

İz” burada zarftır. Buradaki “iz” bundan önceki “iz”in bedeli olabilir. Geldiler, böyle geldiler anlamında olur. Yukarıdaki “iz”i tasvir etmiş olur. Mazinin hikâyesi olur. Yahut “basir” kelimesinin zarfı olur. Yani siz bir şeyler yaparken Allah da gözetliyordu mânâsında olur.

Muzari “Kâne” ile mazi olmuştu. Eğer zarf olarak alırsak, bizim yapmakta olduklarımızı her zaman gözetliyor demektir. Yani ifade genel olur. “İz” o zaman zarf olmaz, bedel olur.

Medine yamaçta kurulmuştur. Dört tarafı saldırıya elverişlidir. Mekkeliler oldukça kalabalık orduya sahiptir. İkiye ayrılmış bir Medine’nin doğusuna yukarıdan saldırdılar. Yani güneyden gelen ordu ikiye ayrılır. Biri doğudan yukarıya çıkıyor, diğeri batıdan aşağıya doğru gidiyor.

وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ

(Va MiN EaSFaLa MiNKuM)  

“Ve sizin esfelinizden.”

Burada tek ordudan bahsetmektedir.

Demek ki kuzeye doğru ilerleyen Mekke ordusu Medine’nin doğusunu ve batısını kuşatmıştır. Kuzeyi açık bırakmıştır. Bunun sebebi, Medinelilerin kaçmalarına imkan bırakmışlardı. Yahut henüz kuzey tarafına ulaşmamışken rüzgar gelmişti. Bırakıp gidiyorlar. Bu anlatıştan Medine kentinin batı yamacında kurulu bir kent olduğu anlaşılıyor.

وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ

(Va EiZ ZAvĞaTi eLEaBÖARu)  

“Ve basar zayğ ettiğinde.”

Burada “Ve” harfi bundan önceki “İz”e atfetmektedir. Bir taraftan onlar Medine’nin altından ve üstünden gelirken, Medinelilerin de gözleri görmez oluyordu.

Ebsar” burada marifedir. Medinelilerin basarlarıdır. Bir türlü doğru görmüyorlardı. Gözlerine inanamıyorlardı. Her taraftan gelen kalabalık ordu Medine’yi sarmıştı.

İz”in tekrar edilmesinin sebebi faillerin değişmesidir. Görüntü, göze gelen ışığın göz içinde oluşturduğu elektrik dalgaları ile beyine gelirler ve beyinde görüntüye dönüşürler. Eğer beyin başka bir şeyi görmeye hazırsa görüntü değişebilir ve olanı değil de bekleneni görür.

İşte gözün zeyğ etmesi bu demektir. Hayatınızda çok defa görülür. Bir şeyi ararsınız, gözünüzün önünde görmezsiniz. Yahut başka türlü görürsünüz. Bu olay gözün zeyğ etmesi, yanılması demek olur. Demek ki gözün sınır uçlarında yanılma olmaktadır. Beyin uçlarına etki ederek başka türlü göstermektedir.

Gözün zeyğ etmesi gibi insan beyni de muhakeme ederken istediği sonuca varmak için devreleri ona göre hazırlayıp çok hatalı düşünceyi hiç hata etmiyormuş gibi bir sonuca varır. Ne kadar anlatırsanız anlatın konuyu değiştiremezsiniz. Bu zeyğ sebebiyledir ki insanlar düşmanları ile barışamazlar ve şeyhlerine ölesiye bağlanırlar.

Kur’an’da basarın ve kalbin zeyginden bahsedilmektedir.

وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ

(Va BaLaĞaTı elQuLOuBu eLXaNACıRa)  

“Kalpler hançereye baliğ olunca.”

Korku ve heyecanla can boğaza dayanınca, heyecandan kalbim duracaktı deriz. Bu bir deyimdir. Anlamı nedir? Bunu bilebilmemiz için böyle durumlarda neler olmaktadır, bu tabirin biyolojik karşılığı nedir? Burada bir konu açıklanmıştır.

Ruhsal olaylar beyinde olmaktadır. Ne var ki, heyecan beyinde hissedilmektedir. Ancak belli bir hormonu vücuda verdiğimizde korku sevgi gibi duygular ortaya çıkmaktadır.

Kalb” merkez demektir. Kalb yani hormon merkezi hormon salarak hançereye kadar ulaşmıştır. Hormonların en son etki ettiği yer olarak düşünebiliriz.

Baliğ olmak” ulaşmak demektir. Kendisinin varması gerekmez, etkisinin varması demektir. Yahut korku esnasında kalp sık ve şiddetli şekilde atmaya başlar, tesiri solumaya kadar varır. Sesin tonu değişir. Demek ki kalbin hançerelere baliğ olması demek, hançereye dahi ulaşması demektir. Sesi kesildi veya kısıldı deriz. Burada “İz” tekrar edilmemiştir. Çünkü gözün zeyğ etmesi ile kalbin buluğu aynı tarafta olmuştur.

وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10)

(Va TaZunNUNa BielLAHi elJuNUVNA)

“Allah’ı zanlarla zannediyordunuz.”

Zannetmek” demek, tereddütler sanmak demektir. Olumlu tarafı fazla olmaktır.

Biz de Kur’an’da defalarca okuruz. Olaylar olur, yaşarız. Güne de olacaklar konusunda şüphe ile başlarız. Bu kadar çok delil mevcut. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ispatlayan, 250 delil ile ispatlayan kitap yazdığım halde, zaman zaman Allah ve âhiret hakkında zan içine düşerim. Ama bu benim amellerime asla etki etmediği için zannım benim imanıma zarar vermez. Nitekim mü’minlere bu zan zarar vermemiştir.

Burada bir kural söyleyeceğim. Zaman zaman imanda şüpheler ortaya çıkabilir. Ya Allah benim bildiğim gibi değilse, ya öldükten sonra dirilme yoksa, ya Kur’an Allah’ın sözü değilse, ya peygamberlerin söyledikleri doğru değilse gibi şüpheler ve zanlar insanın aklından geçebilir. Bu tereddüt sizin elinizde değildir. Düşünen her insan zaman zaman şüpheler içinde olabilir. Bundan korkanlar; imanımı kaybetmeyeyim diye düşünmemeyi, bu konular üzerinde durmamayı tercih ederler. Bu da insanın raybını daha da artırır. Sizin tereddüdünüz eğer amele etki etmiyorsa, siz hâlâ Allah varmış, âhiret gerçekmiş, Kur’an Allah’ın sözü imiş gibi amel ediyorsanız, sizin imanınıza etki etmez. Ne zaman ki bu şüphe sizi amelde de kendisini gösterirse, o zaman dinden çıkmış olursunuz. Onun için iman şarttır. Ama asıl olan ameldir. Biz bu inançta idik. İstihsan ile buna kail idik. Şimdi Kur’an’da buna delil bulmuş oluyoruz.

İnsanın yaratılışı böyledir. Hislerine hakim olamaz. Aklen bilir ama hissen hâlâ tereddüt içinde olur. Amel ne tarafta ise oradadır kabul edilir. İnsan hangi cemaate katılmışsa o cemaate sadakat gösteriyor. Onlardan oluyor.

İnsan müslim olur. Mü’min olmazsa da insan iradesi ile her zaman müslim olur. İnsan galip geldiği zaman mağlup olmayacağını sanır. Mağlup olunca galip gelmeyeceğini sanır. Acıkınca doymayacağını, doyunca da acıkmayacağını zanneder.

***

هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ

(HuNALiKa uBTuLiYa eLMuEMıNUvNa)

“Burada mü’minler imtihan olundular.”

Bundan önceki âyette siz kuşkulandınız diyor.

Burada Allah mü’minleri imtihan etti diyor.

Demek ki kuşkulanma imana zarar vermiyor. Çünkü ya ölüm ya istiklâl diyor mü’minler. Teslim olmuyorlar. Savaşa devam ediyorlar. Mü’minlerle münafıkları böyle ayırmaktadır. Asıl mesele verilen karara devam etmektir, imanda sebat kılmaktır.

Medineliler bunu göstermişlerdir. Münafıklarla mü’minler bu sayede ortaya çıkmıştır. Oradaki Yahudiler karşı tarafa geçerek imansızlıklarını ortaya koymuşlardır.

Bir savaşta artık cephe değiştirilmez. Savaş savaştır.

Korktuğun için fikir değiştirme başkadır, görüş olarak fikir değiştirme başkadır.

Biz baştan beri İslâmiyet’te lâiklik olduğunu iddia ediyoruz. Biz şuna inandık. Eğer biz Kur’an’ı doğru anlarsak o zaman biz galibiz. Kur’an’ı yanlış anlarsak mağlup oluruz. Kur’an’ı yeniden ele alarak doğru anlamaya çalıştık. Kur’an’da demokrasinin olduğunu gördük. İçtihat sistemi demokrasinin kendisidir. İslâmiyet’te lâiklik vardır. “Dinde zorlama yoktur” demokrasinin kendisidir. Bu sebepledir ki daha altmışlarda yaptığımız konuşmalarla bunu ilan ettik. Sonunda zafer bizim oldu. İslâmiyet galip geldi. Ama bazı arkadaşlar 28 Şubat’tan sonra süngüyü görünce bunu kabul ettiler. Biz 1967’de, onlar 1997’de kabul ettiler; otuz sene sonra. Sonra da gömleği de çıkardılar. İşte bize göre bunlar yanlıştır.

Kur’an’dan anlıyoruz ki, Allah’tan zanlara düşmek doğaldır. Ama korku veya iktidar nedeniyle fiiliyatta ağız değiştirmek yanlıştır. Evet, insan içtihadını değiştirebilir ama bu kanaat değiştirmesi şeklinde olmalıdır. Baskı sonucu olmamalıdır.  

وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11)

(Va ZuLZiLUv ZiLZAvLan ŞaDIyDan)  

“Şedid zelzele ile zilzal olundular.”

Medine’de muhacirler gelmiş, ensar onlar yardım etmiş. Müşrikler ve Yahudiler başlangıçta düzeni benimsemişler. Bedir’de ve Uhud’da başarı elde edilmiş.

İşler normal giderken birden Medine Devleti yok olmanın eşiğine gelmiş, site devletinin yapısı sarsılmıştır. Önce Yahudiler baş kaldırmış ve Mekkelilerle bir olmuşlardır. Dolayısıyla Medine’nin huzurlu yapısı büyük sarsıntıya uğramıştır. Bunun dışında Medine’de münafıklar vardır. Kim güçlü ise onlar tarafı oluyorlardı. Medine’de artık Medine Devleti’nin son bulduğu havası yayılmaya başlamıştı. Münafıklar konuşmaya başlamışlardır. Mü’minler imanlarında sebat etmişlerdir. Ama Medine’nin yapısı birden değişmiştir.

Hendek Savaşı ile neler oldu?

Medine’nin huzurlu yapısı bozuldu, içte ayrılık çıktı. Ama sonra Yahudiler Medine’den tasfiye edildiler. O tarihten sonra Yahudiler Medine’de kalmadılar.

Benzer olay Türkiye’de oldu. Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Türkiye Müslümanları perişan olmuşlardı. Ümitlenen azınlıklar Anadolu ve Rumeli Müslümanlarını yok etmeye kalkışmışlardı. Türkiye şiddetli bir zelzele ile sarsılmıştı. Sonra İstiklâl Savaşı olmuş ve Türkiye’deki azınlıklar Medine Yahudileri gibi tasfiye edilmişlerdir.

Bu durum yalnız Türkiye’de olmamış, 2000 yılının ilk yarısına kadar tüm dünya Allah hakkında değişik zanlarda bulunmuştur. Onlara göre Tanrı yoktur, dinler de uydurulmuştur. Din dönemi bitti, şimdi ilim dönemi ortaya çıktı. Yaşlılar ölünce Allah’a inanan kimse kalmayacaktır. Mabetler kapanacak, ibadetleri yapanlar olmayacaktır. Tanrı olsa bile O bize karışmıyor. Dünyayı lâik bir şekilde idare edeceğiz. Dünyada, hassaten Türkiye’de lâikliği dinsizlik olarak görüp Tanrı’yı kamu alanlarına sokmama cüretini gösteren cumhurbaşkanları bile ortaya çıktı.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise Türkiye’de ve dünyada büyük değişiklikler oldu. Türkiye’de “Millî Görüş” ve “Adil Düzen” ortaya çıktı. Erbakan başbakanlığa kadar yükseldi. İran devrimi gerçekleşti, Müslümanlar iktidar oldu. Sovyetler’de Gorbaçov devrimi oldu, din düşmanlığına son verildi. İslâm ülkeleri bağımsızlıklar kazanmaya başladılar. Papalık İslâm’a karşı olmaktan vazgeçmiştir Böylece insanlık büyük bir sarsıntıyı atlatmıştır.

Artık Mekke’nin fethine yaklaşılmaktadır.

1950’ye varırken, onlara göre tüm dünyada artık dinler bitmiştir, kimse âhirete inanmayacak, kimse ibadet etmeyecekti. 50 sene sonra bugünkü geri kafalılar ölmüş olacak ve insanlık ilme dayanan bir döneme girecektir zannediliyordu. Allah’a inanmış olanlar da İslâmiyet’in tekrar canlanmasından ümitlerini kesmişler, kıyameti bekliyorlardı. Bugün ise o günler geçmiş, geride kalmış, insanlık yeniden Allah’a ve âhirete inanmaya başlamıştır.

***

وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ

(Va EiÜ YaQUvLu eLMuNAFIQUvNa)  

“Münafıklar diyorlardı.”

Buradaki “Veİz” nereye atıftır?

Daha önce fiili mazi gelmiş olduğu halde, burada muzari getirilmiştir. Bundan sonra tekrar mazi gelmiştir. Kök aynıdır, “Kavl” kökü. Maziden muzariye gidildiğine göre birinci “İz”e atfedilmiştir. Fiili muzaride istimrar vardır. Yani orduların gelmesi ve zannetmeler kısa zamanda geçici olmuştur. Münafıklar ısrarla devamlı olarak söylerler.

Şimdi Kur’an’ı ele alalım. Mekke’de nâzil olmaya başlamış. Medine’ye göç edilmiş. Dünya fethedilmiş. Bugün İslâmiyet geri kalmış. İnsanlar her fırsatta; ‘İslâmiyet geri bırakmıştır’ diyor.

Araplar tarım dönemine hiç geçmemişlerdi. Devletleri yoktu, kabile hayatı yaşıyorlardı. On sene içinde İslâmiyet sayesinde Arabistan’da ilk devlet kuruldu. Bir asır geçmedi, bütün dünyada süper güç oldu. Sonra İslâmiyet 1400 yıl insanlığa ışık saçmıştır. Batı bugünkü seviyeye İslâmiyet’le ulaşmıştır.

Bütün bunlar unutuluyor ve bugün, ‘İslâmiyet geri bırakmanın sebebidir’ deniyor.

Münafıklar” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Demek ki münafıklar tek başlarına hareket etmiyorlar. Örgütlenmiştirler. Bir kimse tek başına inanmadığı halde ‘inandım’ dese münafık olmaz, müslim olur. Bir örgütlenmeleri varsa münafık olurlar.

وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ

(Va elLaÜIyNa FIy QuLUBiHiM MaRAWun)  

“Kalblerinde maraz olanlar.”

Alenen biz devlete karşıyız diyenler ve hakemliği kabul eden müşrikler ile vergi vermeyip hakemliği kabul etmeyenlerden başka iki grup daha vardır. Bunlardan bir kısmı alenen devlete karşı değildirler. Ama devleti yıkmak için faaliyet gösterenler vardır. Bunlar münafıktırlar. Diğerleri ise hakem kararlarına uymakta, vergilerini vermekte, devleti de yıkmak için yer altında faaliyet göstermekte ama devletle olan ilişkilerde tereddütleri vardır, içlerinde buğuzları vardır.

Bunlar da kalblerinde maraz olanlardır.

Ülkemizdeki insanları tasnif edelim. Türkiye’de yaşayan Rum ve Ermeniler vardır; bunlar zahiren Türk vatandaşı görünür ama perde arkasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde çalışırlar. Şiiler vardır; zahiren Türkiye için çalışırlar ama Türkiye devletinin yıkılmasını isterler, İran devleti gelsin isterler. Sünniler vardır; Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık görünürler ama bir İslâm imparatorluğunun kurulması için sömürü sermayesinin aracı olurlar.

Bunlar münafıktır. Bunların Türkiye devletinin, herhangi başka bir devletin ve gücün emrine girmesini istemezler. Ama mevcut yönetime karşı kinleri vardır, düşmanlıkları vardır.

İşte bunlar kalblerinde hastalık olanlardır.

Bunlar iktidarın yıkılmasını isterler. Ordunun düşmanıdırlar.

Peki, bu iktidar gitsin, kim gelsin?

Bu soruyu sorarsanız; bu gitsin de kim gelirse gelsin derler.

‘Bu ordu yok olsun diyorsun ama o zaman Türkiye nasıl yaşasın?’ diye sorarsanız.

Böyle devletin olması yerine yıkılsın derler.

Bunlar kalblerinde hastalık olanlardır.

Açık olarak anlatmak gerekirse; içlerinde, Türkiye yıkılsın, ülke bir başka gücün olsun diyenler münafıktır. İktidar gitsin de ne olursa olsun diyenler, kalblerinde maraz olanlardır. Yahut Türkiye devletinin var olmasını isteyip de yıkılacağını sananlar da kalblerinde hastalık olanlardır.

Biz ne yapıyoruz?

Biz bu devletin ayakta kalmasını, varlığını sürdürmesini istiyoruz. Gerekirse bu devlet için canımızı ve malımızı veririz. Çünkü bu devlet fiilen İslâm devleti olmasa da, bilkuvve İslâm devletidir. İlerde İslâm devleti olacaktır. Ama bir gün İslâm devleti olacağından ümidimizi kesersek, iktidarın yıkılmasını, ordunun zayıflamasını istemeyiz. Terk edip gideriz. Kendilerini kendi hastalıkları ile baş başa bırakırız. İktidar ve ordu uyarılarımızı önemsemez, kör ve sağır olmaya devam ederse, bir gün Türkiye Cumhuriyeti yıkılabilir. Biz eğer ülkeyi terk etmezsek, -ki etmeyeceğiz- yeniden ikinci istiklâl savaşını yapar ve cumhuriyetimizi kurarız. Biz iktidarın ve ordunun zayıflamasını katiyen istemeyiz.

مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)

(MAv VAGaDaNav elLAHu Va RaSUvLAHUv EilLAv ĞuRUvRan)     

“Allah ve resulü bize garurdan başkasını vaad etmedi.”

Kur’an’da “Resul” kelimesi başkanı, “Allah ve Resul” hakem olarak başkanı, “Allah ve Resulü” ise hakemlerden oluşan yargıyı ifade eder.

Allah ve resulü” tabiri ile burada hakemlerin kastedilmesi zordur. Allah boş vaatte bulundu denmemektedir de Allah ve resulü vaatte bulunmaktadır.

Kur’an’da bir hüküm varsa, bu hüküm resul tarafından teyit edilmişse, bu “Allah ve Resulü” tertibi ile söylenir. Bu katiyeti ifade eder. Yani kanunlar onu gösteriyor ve resul de onu teyit ediyorsa, bu kesinlik kazanır.

Bir bucağın mevzuatı icma ile ortaya konacaktır. Herkes icma olup olmadığına kendisi karar verecektir. Ama eğer icma başkan tarafından teyit edilmişse bu kesinlik kazanmıştır. O halde icmaların icma olabilmesi için başkanın bunu teyiden ilan etmesi gerekir. Aslında hakem kararları da böyledir. Hakem kararlarını icra eden bucak başkanıdır. Dolayısıyla hakemler karar verdikleri halde bucak başkanı uygulamazsa, mağdur olanların yapacağı iş o bucağı terk edip başka bucaktan eski bucağına dava açmadır. Bizzat icrada bulunamaz.

İşte bu hükümlerin Kur’an’dan istidlâli, bu âyetteki “Allah ve Resulü vaat etti” demeleridir. Hendek kazıp Medine’de kalmalarını Hazreti Peygamber onlarla istişare etmiş, kimse itiraz etmemiştir. İttifakla Medine’de kalıp savunma yaparlarsa, Mekkelilerin Medine’ye giremeyecekleri hususu kati olarak sabit olduğu halde, şimdi Mekkeliler her şehrin tarafını sarmış ve Medine’yi işgal durumuna gelmişlerdi. İşte o zaman münafıklar ile kalblerinde hastalık olanlar; demek ki Allah bize boş şeyleri vaat etti demişlerdir.

Sûre bir başkanın hukukunu ortaya koymaya başlamıştır. Sonra savaş kısmına geçilmiştir. Bütün mesele “hukuk düzeni” ile “askeri düzen” arasındaki farktır. Hukuk düzeninde insanlar kişiye değil kurallara tâbidirler. Oysa savaş kurallarla yürümez. Ancak birlikte ve süratle hareket edildiği zaman başarıya ulaşılabilir. Bunun için de birliklerin emir ve komuta zincirlerine uyması gerekmektedir. Medine’yi Mekkeliler muhasara edince askeri davranış içine girilmiştir. İstişare edilmiş ve sonunda hendek kazılarak Medine’de savunmaya gidilmiştir.

Cizye ehli yani mü’min olmayanlar, müslimler kent dışına çıkılan savaşa katılmak zorunda değildirler. Ancak eğer düşman kente girerse herkes savunmaya katılmak zorundadır. Mesela hendek kazmaya herkes, kadın-erkek zimmiler de katılmalıdır. Düşman kentin içine girdiği zaman herkes savunmaya geçmelidir. Bu sebepledir ki zimmiler yani müslimler de evlerinde silah bulundurma hakkın sahiptirler. Silahlarla sokaklarda dolaşamazlar, ama evlerinde herkes savunma silahını bulundurmaktadır. Zimmilerin de kendilerini savunma hakları vardır. Savunma gereği silah kullananlar kısasa tâbi tutulmazlar. Zimmiler de kısasa tâbi tutulmazlar. Buna mukabil diyet öderler. Bunun yanında kendi ocakları ve bucaklarında da silah bulundurabilirler.

Mü’minler taahhütlerini yerine getirmezlerse, yani askerlik görevlerini yerine getirmezlerse durumları ne olacaktır?

 

***

AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 4

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12)

 

وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لاَ مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلاَّ فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلاَّ يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لاَ يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولاً(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لاَ تُمَتَّعُونَ إِلاَّ قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلاَ يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا(17)

 

وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ

(Va EiÜ QAvLaT OAEiFaTun MiNHuM)   

“Hani onlardan bir taife demişti.”

Buradaki “Hum/onlar” zamiri, yukarıda geçen münafık ve kalblerinde hastalık olanlara gitmektedir. Onlardan bir grup öyle demişti. Orada fiili muzari, burada fiili mazi gelmiştir. Fiili muzari genel kuralı göstermektedir. Onların genel demelerini göstermektedir. Fiili mazi ise bir olaya işaret etmektedir.  Birinde bir sünneti ifade etmektedir. Mazide ise bir olay gösterilmektedir. Burada ahit, yukarıda ise istiğrak veya cins vardır.

Onlardan bir taife/grup” nekre getirilmiştir. Belli olan kimseler değil de, bir grup bunu söylemiştir. Bir toplulukta o topluluğu sevk ve idare eden bir grup oluşur. Buna “taife” denir. Taifenin başkanları yoktur. Ümmet değildirler. Sadece oluşan grupturlar.

Toplulukta birkaç kişi birleşip bir karar alırsa ve topluluğu davet ederlerse; topluluk bunlara kulak verir veya vermez. Kulak verirse kabul etmiş olur ve o topluluğun malı olur. Topluluk kendisi bir karar almaz. Alınan kararlara uyar veya uymaz. Bazen böyle öneri getirenlere karşı başka taife başka öneride bulunur. Topluluk bunlardan birini benimser. Dolayısıyla topluluk karar almış olur. Genellikle topluluk bölünmez. Baştan iki tarafı dinler. Ama sonunda herkes bir tarafta toplanır.

Demokrat parti kapatılınca çeşitli partiler kuruldu. Ama sonunda Adalet Partisi’nde birleşmiş oldular. Bediüzzaman’dan sonra Nur şakirtleri parçalandı ama sonunda hepsi Gülen’de birleşti. Öbürleri çok azınlıkta kaldı.

Mekke, mü’minlere karşı şiddetli bir şekilde karşı görüş olarak yer aldı. İslâmiyet’in gelişmesini önlediler. Sonra mü’minler Medine’ye gidince, bu sefer baştaki uzak durma sona erdi ve mücadelelerin sonunda herkes İslâm düzenine uydu. Ancak sosyal baskı sonucu uyduğu için münafıklar ve Yahudiler fırsat buldukça karşı çıkmışlardır.

Burada da böyle olmuştur. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar İslâmiyet’in sona erdiğini sanmış ve düşmanların tarafına geçmişlerdir.

28 Şubat’ta da böyle olmuştur. Millî Görüş’ün sona erdiği zannedilmiştir, “Adil Düzen”in unutulduğunu sanmışlardır. Oysa “Adil Düzen Çalışması” hiç kesilmeden devam etmiştir. Bugünkü “Adil Düzen Külliyatı” bu sayede oluşmuştur.

Sonra ne oldu?

AK Parti iktidara geldi.

Bu sefer ‘ne oluyoruz’ denmiştir.

Adil Düzen” adım adım yeniden tüm ülkede, hattâ askerlerin nezdinde ve bu arada yurt dışında da yeniden dirilmeye başlamıştır.

يَاأَهْلَ يَثْرِبَ

(YAv EaHLa YaÇRiBa)

“Ey Yesrib ehli.”

Burada Medine muhasarasından bahsettiği bu ifadeden de anlaşılıyor. Tarihî olayı anlatmaktadır. Kur’an Hazreti Musa’dan bahsettiği gibi, Hazreti Muhammed’den de bahsetmektedir. Burada bilmemiz ve üzerinde durmamız gereken tarihî bir olay anlatılmaktadır. Bize örnek olarak o olay gösterilmektedir.

Oradaki münafık ve kalblerinde hastalık olanlardan bir taife onlara diyordu. Bunlar yalnız kendi grubuna değil, tüm Medinelilere söylemektedirler. Mekkelileri yani Muhacirleri barındırmakla hata ettiklerini, çünkü bu sayede tüm Arapların Medinelilere düşman olduklarını ve böylece Medine’nin işinin zor olduğunu hatırlatmaktadırlar. Şimdi söyledikleri şudur: Medinelilerin yanlış yaptıklarını, artık kurtuluşları olmadığını yayıyorlardı.

لاَ مُقَامَ لَكُمْ

(LAv MUQAvMa LaKum)   

“Sizin için mukam yoktur.”

Mukam” “mukaveme”den dönüşmedir. Aslı “muqvem”dir (مُقْوَمَ). İsmi mef’uldür. İf’al bâbından ikamet edilecek yer demektir.

Sizin artık kalacağınız, ikamet edeceğiniz bir yer kalmamıştır. Mekkeliler Medine’yi işgal ettikleri zaman hâliniz ne olacaktır, nereye gideceksiniz? Tüm Araplar onlarla bir olmuşlardır. Sizi kabul edebilecek bir kabile bulunamaz, Mekkelilerin korkusundan bulunamaz. Böylece Medinelileri büyük bir korku içine salmaktadırlar.

Topluluklarda bu nevi kara günler olur. Galip gelecekler hissedilince gruplar cephe değiştirirler ve karşı tarafın mağlup olmasına sebep olurlar. Savaş insanların maddi güçlerine değil, psikolojik olaylara bağlıdır. Kitle kuvvetlinin yanında yer alır. Mekkelilerin galip geleceğini hissettiklerinde halk onların tarafına geçer ve siz mağlup olursunuz. Bu durum bilhassa sizde moral çöküşünü gördükleri zaman gerçekleşir. Eğer sizde azim devam ediyorsa, o anda siz etki ettiğiniz için size olan bağlılıkları ve korkuları devam eder.

O halde savaşı kim kazanır?

‘Ben savaşı kazanacağım’ diyenler ve buna inananlar kazanır.

فَارْجِعُوا

(Fa iRCıGUv)  

“Rücu edin.”

Rücu edin” ne demektir?

Artık muhacirlere arka olmaktan vazgeçin, bunları Mekkelilere teslim edin ve anlaşma yapın demektir. Yani muhacirleri barındırma sözünüzden rücu edin demektedirler.

Bu durumda yapılacak iş, muhacirleri teslim ederek kentlerini korumak en akıllıca bir iştir. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların içinden bir taife Medinelilere bu aklı vermektedir. Durumun ne kadar vahim olduğu buradan anlaşılmaktadır.

Acaba Hazreti Muhammed bu durumda ne düşünüyordu? O da ümidini kesmiş miydi?

Ben olsam ne yapardım?

Ben galip geleceğimizden ümidimi keserdim ama Allah ne takdir etmişse o olur der ve savaşa devam ederdim. 1960’larda inanmışların durumu bu idi. Demokrat Parti iktidardan indirilince, Müslümanların artık Türkiye’de yaşama şansı kalmamıştı.

Medineliler için yapılacak iş irtidat etmek ve muhacirleri Mekkelilere teslim etmekti.

Rücu edin” demekten maksat, verdiğiniz sözden dönün anlamındadır.

وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ

(Va YaSTaEÜiNu FaRIyQun MiNHuM elNABiyYa)

“Onlardan bir fırka nebiden isti’zan istemişti.”

Onlardan bir fırka nebiden isti’zan istemiş ve savaşa katılmaktan kaçınmışlardı. İşin vahametini görenler başkandan izin istemişlerdi.

Yukarıda “bir taife” burada “bir ferik” kelimesi getirilmiştir.

“Taife” ile “ferik” arasında ne fark vardır?

Demek ki toplulukta iki grup oluşur.

Birileri bir şey yapar, diğerleri de onların yanında olurlar. Kötünün çevresinde toplanırlar. Herkes kendi canını kurtarmaya başlar ve korkularından kaçışırlar.

Bunlar feriktirler.

Bir kısmı ise halkı korkutup belli bir hedefe götürmek isterler.

İşte bu iki grubu ayrı ayrı anlatmaktadır.

Mü’minler eğer kararlı iseler, onların bu durumlarından rahatsız olmuyorlarsa, onlar da ümitlerini kaybetmezlerse, o zaman olay zamanla tersine döner ve onların hepsi tekrar size katılmaya gelirler.

İşler de böyledir. Bir iş yaparken siz kararlı iseniz, sonunda size karşı olanlar yanınızda yer alırlar ve başarıya ulaşırsınız. Ümidinizi keserseniz dağılıp gidersiniz.

Adil Düzen”i ortaya koyduğumuzda, bir gün geldi ki herkes “Adil Düzen”den kaçtı. Herkes ümidini kesti. Biz ise hâlâ ümidimizi kesmedik. Mücadeleye devam ediyoruz. Başarısızlığımızın sebebini “Adil Düzen”de değil, bizim bilgisizliğimizde ve beceriksizliğimizde aradık. Kendimizi düzeltmeye ve geliştirmeye koyulduk.

İşte, gelecekteki başarı bu inanç sayesinde olacaktır.

Medineliler böyle sebat gösterdiler, iman selabetinde oldular. Medineliler (Ensar) Mekkelilerden korkup da muhacirleri terk etmediler.

يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ

(YaQUvLUvNa EinNa BuYUTaNAv GaVRaTun)  

“Evlerimiz çıplaktır diyorlardı.”

Medine sıcak bir yerdir. Yazın çatı açılır ve öyle yaşanır. Sonbaharda yağmurlar başladığı zaman ise üstü kapatılır, kışın yağmurdan korunur.

Mekkeliler Medine saldırısını soğuklar gelmeden ama serinlik zamanında yapmışlardır. Nitekim yağmur gelmiş, fırtına esmiş ve bu sebeple muhasarayı bırakmak zorunda kalmışlardır. Medinelilerden münafık olanlar ve kalblerinde hastalık bulunanlar bahane uydurmuş, henüz evlerimizi kapatamadık diye izin istemişlerdir. Oysa asıl gayeleri savaşa katılmamaktır. Mekkeliler Medine’yi işgal ettikleri zaman onlara ‘biz savaşa katılmadık’ diyeceklerdir. İşte toplulukta bir kısım insanlar böyle bahanelerle tarafsızlıklarını sürdürmek isterler. Oysa bunların yapacakları iş, daha savaş olmadan Medine’den ayrılacak, Mekkelilerle bir olacaklardı. Diğer Araplar gibi Mekkelilerle anlaşmış olacaklardı ve Medinelilere saldıracaklardı. Bunlar böyle yapmadılar. Medine’de kaldılar ama sonra verdikleri ortak savunma taahhüdünden vazgeçtiler. Bu davranışları suç teşkil ediyordu.

Askerler bunu çok iyi bildikleri için ordunun psikolojisini devamlı kontrol altında bulundururlar. Türkiye’de 1960’dan beri askeri müdahaleler bu psikolojik savaşa karşı yapılmıştır. Ordunun dağılmaması ve birden ülkede anarşinin başlamaması için komutanlar müdahale ediyor ve böylece gerginliği söndürüyorlardı. Baştan solcu imişler gibi beyannameler yayınlıyor, sonra solcuların canına okuyorlardı. Yavaş yavaş İslâmiyet getirilmekte idi. Türk ordusu en büyük tehlikeyi 1960’larda geçirmişti. Solcu ve sağcı subaylar ittifak ederek iktidara el koymuşlardı. Cemal Gürsel’i ihtilalin lideri yapmakla ordudaki çekişmelere son vermişlerdi. Beş bin subayı emekli ettiler. Millî Birlik Komitesi tasfiye edildi. Böylece ihtilâl önlenmiş oldu. Ondan sonra hep üst kademe zamanında el koyarak askeri çatışma önlenmiştir.

Büyük devlet tecrübesi olan milletimiz bu oyunları atlatmıştır.

Benzer tehlikeler 1924’den sonra inkılaplar zamanında olmuştur. Batılıların dayatması ile inkılaplar yapılmış, ama Türkiye’nin lehine olanlar yapılmıştır. Türk milletinin birden isyan etmesi önlenmiştir.

28 Şubat’tan sonra da beş sene beklenmiş, sonunda Millî Görüş iktidar edilmiştir.

وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ

(Va MAv HiYa BiGaVRaTin)

“Oysa onlar çıplak değildi.”

Yalan söylüyorlardı. Yapılacak fazla bir şey yoktu. Onlara izin vermeyip cezalandırmaya başlasanız, onlar tarafı güçlenecek, düşman daha çok kendisine taraftar bulacaktır. İşte askeri mantık ile sivil mantık bunun için farklıdır. Askerler bu durumda nasıl davranacaklarını iç sezileri ile bilirler. O anda yapılacak işlem durumu lehe çevirir.

İstiklâl Savaşı’nda da böyle mütereddit olanlar vardır. Bunlar süratle tenkil edilip korku salınınca, bu durum halkın cesaretini artırmış ve İstiklâl Savaşı’na ümit bağlanmıştır.

AK Parti ve Erbakan bunu bilmediği için korku yaratılamamıştır. Oysa 28 Şubat’ta Erbakan basında belli kimseleri yakalayıp canına okumalı idi. Dehşete salmalı, kimse aleyhte yazı yazamamalıydı. Bu orduya da cesaret verirdi ve ordu da Refahyol Hükümeti tarafında olurdu. Refahyol iktidarı bu gücü gösteremediği için gösterenler iktidar oldular.

Bugün AK Parti gerçekten iktidar olamamıştır. Çünkü hukuk dışı davranan Anayasa Mahkemesi’ne gerekli dersi verememiştir. Oysa cumhurbaşkanı hepsini görevden almalı idi. ‘Atayan alma yetkisine sahiptir’ kuralını onlar koymuşlardı.

Sonunda askerlerin müdahalesi ile kıl payı kurtuldular.

İsmet İnönü’nün bir sözü vardır: “Orduya dayanan iktidardan ahmağı yoktur” demiştir. Ordu yanlış yapıyor. Çünkü ordunun desteği ile iktidarda olan parti veya partiler iş yapamaz ve orduyu da memleketi de batırır.

O halde ne yapılacaktır?

Ordu, bizzat kendisi anayasayı hazırlamalıdır. Bütün görüşleri dinlemeli, bu arada Adil Düzen Çalışanlarını da dinlemelidir. Anayasa, Harp Akademisi’nde hazırlanmalı, sonra Millî Güvenlik Kurulu’na askerin teklifi olarak sunulmalıdır. Baskı yapılmadan eğer bunu AK Parti kabul ederse iktidarda kalır; yoksa gider. Askerin hukuk dışı müdahaleleri yanlıştır. Devletin varlığını sürdürmesi için güçlü olduğunu göstermek zorundadır. Asker müdahale etmemelidir. Ama devletini korumalıdır.

Daha önce ne yapmıştır?

Siviller devleti yıktıklarında onlar müdahale eder, sonra yeniden seçime giderlerdi. Müdahale şekli yanlıştı. Meclis kapatılmamalıydı. Mustafa Kemal hiçbir zaman meclisi kapatmamıştır. Ama hükümeti değiştirmeyi zorlamıştır. 1870’lerde böyle olmuştur. O zamanki komutanlar tebcil edilmelidir. 28 Şubat da böyle olmuştur. 60 ve 80 müdahaleleri büyük devrim olmuştur. Ancak devlet büyük yaralar almıştır.

إِنْ يُرِيدُونَ إِلاَّ فِرَارًا(13)

(EiN YuRIyDUvNa EilLAv FiRARAn)  

“Sadece firarı murat ediyorlardı.”

İstiklâl Savaşı’nda karşı çıkmışlar ve uzak durmuşlardır. Savaş kazanıldıktan sonra kendileri devlete sahip çıkmak istemişler ve asıl savaşanları devre dışı bırakmışlardır.

Demokrat Parti iktidar olunca, parti kurucuları itilmiş, onların yerine sonradan gelenlere yer verilmiştir. Aynı şeyi Millî Görüşçüler yapmışlardır. AK Parti de böyle bir denemeye girişmiş, 160 milletvekilini tasfiye etmiş, bakanlar değiştirilmiştir. Seçime girince halk hemen değerlendirme yapmış ve yüzde 10 civarında AKP’nin puanını düşürmüştü. Bundan ders alan Erdoğan yeniden Millî Görüşçülere dönmüştür.

Böyle anlarda sadık dostlar bulabilmek için işte bu dışlama olmamalıdır. Baştan kurucu olanlar sonuna kadar kadrosunu korumalıdır. Böyle yapılmaz da münafıklar ve kalblerinde maraz olanlar iş başına getirilip onlara dayanılırsa, onlar böyle zamanlarda partiyi terk edip giderler, o ilk kurucular da gelmezler ve böylece parti yıkılıp gider.

***

وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا

(Va LaV DuPiLaT GaLaYHiM MiN EaQOARıHAv)  

“Onların kuturlarına girilseydi.”

Yani Medine fethedilseydi durum ne olurdu?

Kuturlarına girilseydi”deki ifade nedir?

Yönetimde birlik esastır. İktidara gelenler hepsine birden hakim olmalıdır. İktidar tecezzi etmez. Dolayısıyla yeni iktidarda olanlar eski her şeyi yıkarlar. Bu sebeple “aktarından” diyor.

Türkiye’de Refahyol Hükümeti iktidar olamamıştır. Çünkü bütün müesseselere hakim olamamıştır. Şimdi de AK Parti için durum budur. Meclis elde edilmiş. Hükümet elde edilmiş. Devlet başkanı uzun zaman elde edilememiştir. Sonunda devlet başkanlığını da ele geçirmiştir. Sonra meclis başkanlığını elinden kaçırmıştır. Sonra orduya hakim olamamıştır. Zamanla bunları da ele geçirmiştir. YÖK henüz tam olarak teslim alınamamıştır. Ordu ile anlaşma devam etmektedir. Yargı ise tamamen kendisine karşıdır.

Böyle iktidar olmaz.

Bütün müesseseleri ele geçirmeye çalışırken iktidarı kaybeder. Dolayısıyla Türkiye devamlı çalkantılar içinde olur. Hepsini ele geçirdiğini farz edelim. O zaman da onun diktatörlüğü başlar. Böylece huzurlu bir Türkiye hiçbir zaman oluşamaz.

İşte burada “Min Aktarihâ” denmiş olmasının sebebi; düşmanlar Medine’ye girselerdi ve tamamen yönetime hakim olsalardı ne yaparlardı? Acaba onlarla beraber olan münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların durumu ne olurdu? Sizin sayenizde Medine’yi aldık deyip onları mesut edecekler miydi? Hiç de öyle bir şey olmazdı.

ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ

(ÇümMa SuEiLUv eLFıTNaTa)

“Sonra onlardan fitne istenseydi.”

Yeni iktidar onları destekleyen münafık ve kalblerinde hastalık olanları kullanmaya başlar, zulmü onlara yaptırır, Medine halkını onlara ezdirirlerdi. Kendileri zulüm yapıp zalim olmaz, onlara zulüm yaptırıp onları zalim yaparlardı.

İktidara gelenler şunu çok iyi bilmektedir ki; halkına dayanmayan, halkı tarafından sevilmeyen iktidarlar orada kalamazlar. Bu sebeple halkı memnun etmek isterler.

Onları destekleyenler ise iki yüzlü oldukları için en tehlikeli adamlardır. Onları bertaraf etmek onların ilk işleri olur. Bunu başarmak için de onları belli makamlara getirip onlara zulüm yaptırırlar. Böylece halk onlardan nefret eder. Onlar da yıpranırlar.

İşte bundan dolayı, “sonra onlardan fitne istenir” deniyor.

لَآتَوْهَا

(La EaTaVHAv)

“Onu yaparlardı.”

Münafıklara ve kalblerinde hastalık olanlara imkan verilir, onların fitne yapmaları istenirdi. Onlar da bunu seve seve yaparlardı, bu tuzağa düşerlerdi. Kendilerini bir şey zanneder, zulme başlarlardı.

Mustafa Kemal, Topal Osman’ın desteğinde İstiklâl Savaşı yapmıştır. Savaş kazanıldıktan sonra ona bir cinayet yaptırılmış ve cinayet sonunda onlar idam edilmiştir.

İktidarın kuralı budur. Zorla iktidarı elde edenler, önce kendilerini iktidar edenleri bertaraf ederler. İhtilâl yapanlar ihtilâlden sonra birbirlerini yer bitirirler. Çünkü iktidar müdahaleyi kabul etmez. Ama iktidarı destekleyenler iktidardan çok şey isterler. İktidar da onlara yetkiler verir, zulüm yapmalarını ister. Böylece yıpranırlar. Sonra da iktidar onları bertaraf ederek kendi iktidarını sağlamlaştırmak ister. Bazan bunu beceremez. O zaman ihtilâl yapanlar aralarında kavgaya girişirler.

وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلاَّ يَسِيرًا(14)

(Va MAv TaLabBaÇUv BiHAv EilLAv YaSIyRAn)   

“Onunla ancak yesirayı telebbus ederler.”

Lebise” giyinmek, sarılmak demektir. Fitneye uzun zaman devam edemezler. Daha doğrusu fazla fitne yapmaya muvaffak olamazlar. Fitne kısa zamanda sona erdirilirdi. İktidarda olanlar onların uzun uzadıya fitne yapmalarına izin vermezlerdi. Yani ikili oynayanlar da postlarını kurtaramazlardı. Çünkü yeni iktidar bilir ki, bunlar daima ihanet eden kimselerdir. Bunların şerrinden kurtulmak gerekir. Yeni iktidar ilk fırsatta onları bertaraf ederek halkla bir olmaya çalışır.

Her iktidar daima halkı kendisine bağlamak ister. Bu sebepledir ki yönetimde gaddar olan saltanat, halka karşı son derece adil olmuştur. Böylece 600 sene saltanat sürmüştür.

İşte Kur’an burada iktidarların yaptıklarını sosyolojik olarak anlatmaktadır.

Evet, Medine’ye girememişlerdir. Girselerdi durum böyle olurdu deniyor.

Türk ordusu uzun zaman dine karşı olmuş, ama halk dinine sadık olunca, ordu da sonunda halk tarafı olmaya mecbur olmuştur. Şimdi ordu ile Halk Partisi birbirine karşıdırlar. Çünkü Halk Partisi ile ordu arasında büyük bir çatışma başlamıştır. Halk Partisi ordunun hâlâ eskisi gibi kendisini desteklemesini istemektedir. Ordu ise bu desteğin artık işe yaramadığını gördüğü için vazgeçmiştir. CHP kin kusmaktadır. Dolayısıyla CHP yarın en büyük zulmü ordudan görecektir. Şimdi o kadro AK Parti ile ordunun arasını açmak için uğraşmaktadır. Türkiye için tehlikeli günler gelmektedir.

Orduya tavsiyemiz; “Adil Düzen”i öğrensinler ve Türkiye’ye barış gelsin.

CHP orduyu istismar etmekten vazgeçmelidir. Ordu da partiler arasında fark görmemelidir. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanların durumuna düşülmemelidir.

***

وَلَقَدْ كَانُوا

(Va LaQaD KAvNUv)  

“Etmişlerdi.”

Buradaki “Ve” hâldir. Onların yani uydurma mazeret dolayısıyla izin isteyen kimselerin hâlidir. Oysa onlar Allah’la ahitleşmişlerdi.

Buradaki “Kânu” geçmişi hikâyeden ziyade, olay geçmişte cereyan etmekle beraber hükümleri hâlâ geçerli olan durum için getirilmektedir. Akdetmiş durumdadırlar demektir.

“Allah alimdir, Allah alim bulunmaktadır”ın mânâsı, “Allah alimdir” dediğimiz zaman geniş zaman mânâsını bildirir. “Kâne” geçmişten beri böyledir. “Kad” gelmesi de te’kid içindir. “Le” ayrıca teyid harfidir. Yani burada onların ahit yaptıklarını hatırlatmaktadır.

عَاهَدُوا اللَّهَ

(GAvHaDUv elLAHa)  

“Allah’la ahitleştiler.”

Allah insanları yarattı. Onların İslâm olmalarını istedi, yani şeriata uymalarını istedi. Kendi haklarını ve görevlerini topluluğa devretti. Topluluk yeryüzünde Allah’ı temsil eder. İnsanlar topluluğa karşı görevlidirler. Topluluk da onların hukukunu korur. Kişinin toplulukla yaptığı sözleşme Allah’la yaptığı sözleşmedir.

Medineliler muhacirlerle sözleşme yapmışlardır. Sözleşmede yalnız Evs ve Hazreç kabileleri imza koymuşlardır. Muhacirler imza koymuşlardır. Ancak diğer Yahudi ve müşrik Arap kabilelerinin adları da sayılmış, isterlerse onların da katılabilecekleri belirtilmiştir.

Sözleşmede iki grup vardır. Biri mü’minlerdir. Bunlar Muhacir ve Ensardır. Diğerleri ise Yahudiler ve Medine Araplarıdır. Medine’ye yapılan saldırında hepsi birden şehri savunacaklardı. Dışarıda yapılacak savaşlarda ise yalnız mü’minler savaşacaktır. Böylece hem mü’minler hem müslimler Allah’la ahitleşmişlerdi.

مِنْ قَبْلُ

(MiN QaBLu)

“Daha önce”

Medine Anlaşması’nda bu ahdi yapmışlardı. Burada “Min Kablu” sözü ile bu ahdin fıtrî ahit değil, gerçekten sözleşme olduğunu ifade etmiştir.

Fransız inkılapçıların “içtimai mukavele” olarak tercüme ettikleri bu akdi Kur’an Allah’la yapılan akit olarak ifade etmektedir.

Bir çocuk bir ülkede doğduğu zaman onun adına toplulukla anne veya babası ahit yapar. On beş yaşına geldiğinde yani baliğ olduğunda kişi ya o toplulukta kalmaya karar verir ve babasının veya annesinin ahdini kabul eder, yahut o topluluğu terk eder. Bu topluluk aşireti, kabilesi, şa’bi (vilayeti) veya kavmi olabilir. Eğer aşirette kalmak istemiyorsa o aşiretten değildir. Kabilesini değiştirebilir. Şa’bini veya kavmini değiştirebilir. Hiçbir devleti (kavmi) veya ili (şa’bı) veya kabileyi (bucağı) veya aşireti (ocağı) kabul etmeyenler için serbest bölgeler bulundurulur.

Buralar koruma alanları gibi alanlardır. İnsanlar buralara giderler ve orada hiçbir toplulukla ahitleşmeden yaşarlar. Onların bir mükellefiyetleri yoktur. Ama bir aşiret, bir kabile, bir şa’b veya kavim içinde kalırlarsa, o toplulukla ahitleşmiş olurlar. Müslim veya mü’min olarak ahitleşirler. Mü’min olarak ahitleşirlerse asker olurlar ve gerektiğinde orası için savaşırlar.

لاَ يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ

(LAv YuValLUvNa eLEaDBARa)

“Dübürlerini çevirmeyeceklerdir.”

Arka çevirmek demek, savaştan vazgeçirmek demektir. Geri çekilme, gerisin geriye gitmedir. Yani yeri kontrollü olarak değiştirme demektir. Mağlup olarak değil, savaş gereği geri çekilmedir.

LâYuvellûne’l-Edbâra” burada “Âhedullahe” ifadesinin izharıdır.

Sırlarını vermeyecekler. Savaşın kuralı şudur. Mü’minler ya galip gelirler ya da ölürler. Mü’minler mağlup olmazlar. “Ya istiklâl ya ölüm”ün mânâsı budur. İşte mü’minleri mutlak galip kılan budur. Mü’minlerin galip gelmenin dışında seçenekleri yoktur. Oysa mü’min olmayanlar teslim olarak barış yaparlar, o onlar için daha kârlı olur. Mü’minler için teslim olup barış yapma yoktur. Çünkü yeryüzünde adaleti tesis etmekle yükümlüdürler. Daha önce İsrail oğullarına verilmiş olan bu görev şimdi mü’minlere verilmiştir.

Mü’minler gönüllü askerlerdir. Artık bir ırkın veya dinin değil, tüm insanların katılabileceği bir topluluk dünyayı yönetecektir. Bunlar mü’minlerdir.

Mü’minlerden istenen nedir?

  1. Allah’a ve âhirete inanma. Cennet karşılığı mallarını ve canlarını Allah’a satma.  
  2. Bütün peygamberlere ve kitaplara inanma. Onları hak kabul etme. Amelde bir kitap veya peygamber kabul edilebilir ama imanda bütün peygamberlere ve kitaplara iman etmek gerekir.
  3. Askerlik yapma ve savaşta sırtını döndürmeme. Ölmek ama yenilmemek.
  4. Mü’min olarak gerekli yetkileri kullanma ve diyet taksitlerini ödeme gibi görevleri yüklenme.

Medine Devleti işte budur. Bu devlet kıyamete kadar devam edecektir. Yirminci yüzyılda geçici olarak dinsiz lâikler dünyanın yönetimini aldılar. Ama bundan sonra devlette lâiklik olacak, halk tam lâiklik içinde yaşayacaktır. Yönetim ise lâik olamaz. Lâik yönetim zalim olur. Oysa Allah’a inanan ve lâik yönetimi kabul eden mü’minler bunu samimiyetle yapacaklardır. Bu görev İncil ve Kur’an ehline verilmiştir. Hazreti İsa’ya ve Hazreti Muhammed’e tâbi olanlara verilmiştir. Kıyamete kadar bunların üstünlüğü devam edecektir.

وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولاً(15)

(Va KAvNa GaHDu elLAHi MaSEuLAn)   

“Allah’ın ahdi mes’ul bulunmaktadır.”

Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir, izmar edilmemiştir. Bunun sebebi Allah’ın yalnız burada değil, nerede olursa olsun ahdi sorumluluk taşımasıdır.

Ve” harfi getirilerek ahitleşmenin ayrı, sorumluluğun ayrı olduğu ifade edilmiştir.

Yani insanlar müslim olmakta veya mü’min olmakta serbesttirler. Ama bir defa mü’min olduktan sonra artık rücu edemezler, sözlerinden vazgeçemezler. Bu dünyada da âhirette de sorumlulukları vardır. Bu da Allah’ın genel bir kuralıdır. Askerlikte devleti değiştirerek nöbetli olmaktan çıkabilirsin. Ama o devlet içinde kalarak nöbetli olmaktan çıkamazsın. Yani mü’min müslim olamaz. Savaş zamanında ise savaş meydanını bırakamazsın. Bırakan öldürülür. Bu kural olmazsa savaş olmaz. Savaşın ciddiyeti buradadır. İki ordu karşı karşıya geldiği zaman ikisi de ‘ya galibiyet ya ölüm’ der. Savaş böyle cereyan eder. Sonunda galip olanlar yaşar, mağlup olanlar ya ölür ya da esir olurlar.

Şimdi sömürü sermayesi öyle yapmıyor. Silahını veriyor, savaştırıyor. Sonra barışı ise masada oturarak o yapıyor, mağlup olanları galip, galip olanları mağlup hâle koyuyor.

Adil Düzen” geldiği zaman böyle olmayacaktır. Savaş savaştır. Savaşta mağlup olanlar mağlup olmanın cezasını çekeceklerdir. Savaş çocuk oyuncağı olmaktan çıkacaktır. Savaşa girenin mağlup olursam yok olacağım diye bilmesi gerekir. Ona göre savaşa girmeli veya girmemelidir.

Medineliler Allah’a taahhütte bulundular. Kıyamete kadar sürecek olan İslâm devletini onlar kuracak ve yaşatacaklardır. Muhacir ve Ensar bu sözlerinde durdu. Sonunda İslâm devleti kuruldu. Bütün Arabistan’a hakim oldu. Dünyayı fethetti. İslâmiyet tüm eski dünyada yayıldı. Hıristiyanlar da tüm dünyaya yayıldılar. Bu arada sol cereyan başladı, dinsizlik başladı. Dinsiz bir dünyanın oluşacağı iddia edildi. III. bin yılın başına kadar bu sürdü.

Şimdi insanlık yeni düzen aramaktadır. Artık bunu akılları ile bulamayacaklarını anlamış durumdadırlar. Sosyalizm çöktü. Kapitalizm de iktidarını kaybetti. Hıristiyanlarla Müslümanlar barıştılar. Türkiye’de başlayan “Adil Düzen Çalışmaları” karşı çıkanları mağlup etti. Artık insanlık hidayeti aramaktadır.

Yani kabul edenler Allah’la ahitleşmiştirler. Bundan vazgeçenler mesuldürler.

Türkiye’de “Adil Düzen” tam yok edileceği zamanda dünyada fırtına çıktı. Sovyetler yıkıldı. Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı’na dahil olmak istedi. Amerika’da siyahî bir Müslümanın çocuğu başkan seçildi. İslâm ülkeleri bağımsızlıklar kazandı. Avrupa devletleri anlaştılar, savaşı bırakıp birlik yapmaya başladılar. Elli sene içinde çok büyük gelişmeler ve değişmeler olmuştur. “Adil Düzen Çalışanları” Allah’la ahitleşmiş bulunuyorlar. Bırakanlar ahitlerinden dönmüş olacaklardır. Allah’ın ahdi mes’uldür.

***

قُلْ

(QuL)

“Kavlet”

Allah Kur’an’da mü’mini muhatap alır; yani, Kur’an’ı inanmayan kimsenin okuyacağını kabul edip de onları muhatap almaz. Kur’an mü’minlere inmiştir. Kur’an’ı mü’minler okuyacak ve onu insanlığa ulaştıracaklardır.

Kul/Söyle” emri de mü’minlere verilmiştir. Her mü’min söyleyecek veya mü’minlerin temsilcisi olan başkanları söyleyecektir. Bucaklarda emredilen kimse bucak başkanıdır. İllerde il merkez bucağının başkanıdır. Jandarma kuvvetleri onlara bağlıdır. Devlet içinde de emredilen devlet başkanıdır. İnsanlık içinde Mekke bucağının başkanıdır.

Söylenen şey geneldir.

İnsanlar ölümden veya öldürülmekten kaçsalar bile sonunda öleceklerdir. Dünyada kalmayacaklardır. Başbakan Adnan Menderes’i astılar. Asanlar şimdi hayatta mıdır? Cemal Gürsel birkaç yıl devlet başkanlığı yaptıktan sonra komaya girdi altı aydan fazla komada can çekişti. Şimdi hepsi oradadır, orada hesap vermektedirler.

İşte biz mü’minlere “kul/söyle” emri verildiğine göre, insanlığa söylemekle mükellefiz. Bunu nasıl başaracağız?

“Bin Dil Üniversitesi”ni kuracağız. Tüm dünya dillerine Kur’an’ı çevireceğiz.

Bunu nasıl başaracağız?

  1. On bin dairelik site kentler kuracağız. İnşa edilen apartmanlarda her katta on daire olacaktır. Her katta ayrı bir dil konuşan on aileden oluşan kimseler olacaktır. Bunlar burada Arapça öğrenecekler, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir.
  2. On yıl burada kalacaklar, hem çalışacaklar hem okuyacaklar. On yıl içinde üniversiteyi bitirecekler ve bir de meslek sahibi olacaklardır.
  3. Bu arada bir taraftan Arapça öğrenirken, diğer taraftan bir meslek edinecekler, üretim yapacaklar. On yıl içinde sermaye biriktirecekler ve on yıl sonra ülkelerine ilim ve meslek sahibi olarak döneceklerdir.
  4. Orada meslekleri ve sermayeleriyle “Adil Düzen İşletmesi”ni kuracaklardır. Böylece tüm dünya dillerine Kur’an aktarılacaktır.

Bizim, bizimle karşılaşan kimselere söyleyeceklerimiz bunlardır.

Adil Düzen Çalışanları”ndan münafık olanlar vardı, kalblerinde maraz olanlar vardı. Küçük tehlike gördüklerinde firar ettiler. Sonunda ne oldu? Beş sene sonra tekrar biz devreye girdik. Bize saldıranlar mağlup oldular. Biz henüz zafer kazanmış değiliz. Çünkü bizim hazırlığımız yeterli değildir. Ama onlar mağlup olmuşlardır.   

لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ

(LaN YaNFaGaKuMu elFıRaRu)  

“Firar size fayda vermez.”

Gömlek değiştirmek, yani Millî Görüş gömleğini çıkarmak bir işe yaramaz.

Türkiye’yi bölmek için çeşitli bölücülük argümanları elde ettiler.

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti idi. Roma/Bizans İmparatorluğu’na vâris olmuş, görevi yeryüzünün güvenini sağlamaktı.

İmparatorluk yıkıldı.

Yerini Türkiye Cumhuriyeti aldı.

Kurulan yeni devletin görevi nedir?

Adil Düzen”i insanlığa ulaştırmaktır.

İslâm cihadından kaçarak postunu kurtaracaklarını zannedenler vardır. Biz, Kürt-Türk birliği iddiasına şiddetle karşıyız. Türkiye’de “Türk milleti” vardır. Değişik halklardan oluşabilir. Ama Kürtler asla Türklük seviyesine çıkarılamaz. PKK olayı Türkiye’ye Allah’ın uyarısıdır. İnsanların bir hedefi vardır. Bu dindir.

Herkes şöyle düşünür: Ben en doğru dini bulayım, o dinde yaşayayım, dünya ve âhiretimi kazanayım. Belki insanlar tam dindar olamayabilirler, dinlerine gerektiği gibi bağlı olamayabilirler. Ama sadece dinine bağlı olanlar bunu düşünürler, savaşı bunlar yaparlar.

Kürt sorununu çözmek istiyorsak, Türkiye lâik kalmalıdır ama Türk halkı dindar olmalıdır. Türkiye dindarlıktan firar etmiş ve böylece yaşayacağını sanmıştır. Firar fayda vermemiş, dünya dinsiz oldunuz diye dost olmamıştır. Tam tersine dinsizliğimiz bizi birlik ve beraberlikten uzaklaştırmıştır.

Peki, bu durumda ne yapmamız gerekir?

Türk halkı olarak Kur’an’a sarılmamız, Kur’an’ı okumamız gerekir. Bizi Kur’an birleştirecektir. Kur’an’ı yeniden ele almamız gerekir.

Türkiye, düşmanlarının korkusundan lâikliği dinsizlik anlayarak İslâmiyet’e karşı baskı uygulamıştır. Ama işte görüldüğü gibi firar fayda vermemiştir.

Ne yapmamız gerekir?

Bütün camiler eskisi gibi medrese hâline gelmelidir. Camide rahle başında oturan istediği dersi vermeye başlayacaktır. Halktan isteyenler ders vereni dinleyecektir. Bu dersler evlerde ve kapalı yerlerde değil, camilerde olmalıdır. Papazlar bile gelip Sultan Ahmet, Fatih, Süleymaniye camilerinde rahle açıp Hıristiyanlığı anlatabilmelidir. Budistlerin rahipleri de kendi dinlerini anlatabilmelidir. İsteyen fizik, isteyen felsefe derslerini verebilmelidir.

İşte o zaman artık PKK ve benzerleri yaşayamaz.

Ama siz medreseleri kapatır, Kürt âlimlerine Kur’an dersini vermeyi yasaklarsanız, sizinle o mollalar savaşmaz. Dağa ahlâksız PKK’lılar çıkar, onlar sizinle savaşırlar.

Gelin, Batı’dan korkup zulüm düzenini yaşatmayalım. İnsanları serbest bırakalım. Herkes her türlü dinî ve ilmî faaliyetini istediği gibi serbestçe yapsın.

Devletimizin varlığı neye dayanacaktır?

  1. Ortak vatanımız vardır; Türkiye. Bizi o vatan yaşatıyor. Yaşayabilmemiz için ortak vatanımızı koruyalım.
  2. Ortak dilimiz vardır; Türkçe. Onun sayesinde anlaşabiliyor, bir dilde yaşayabiliyoruz. Hepimiz Türkçemizi benimseyelim ve onu öğrenelim.
  3. Ortak kimliğimiz olacaktır, ortak adımız olacaktır; bu da “Türk” kimliğimizdir. Bizim ırkî kimliğimiz değişik olabilir ama ulus kimliğimiz “Türklük”tür. “Ben Türküm” diyebilmeliyim. Bunu söylemek için benim Türk ırkından olmam gerekmez. Zaten saf Türk ırkı tarihte yoktur. “Türk” ırk adı değildir, ulus adıdır. Birbirleriyle evlenen değişik ırkların oluşturdukları ortak bir kültürdür, dildir. Türkçeyi bilmek başka bir dili bilmemek demek değildir.
  4. Mustafa Kemal din birliğini dördüncü olarak koymuştur. Biz onu değiştirelim, lâiklik olsun. Ama “din düşmanı lâiklik” değil, “din serbestliğini sağlayan lâiklik” olsun. Bütün dinlere müntesiplerinin sayılarına göre kamuda yer verilen bir lâiklik; dindarları dışlayan bir lâiklik değil.

إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ

(EiN FaRaRTuM MiNa ELMaVTi EaVi eLQaTLi)

“Mevtten veya katilden firar etseniz de size menfaati olmaz.”

İstiklâl Savaşı’nda atalarımız mevt ve katilden firar etmediler. İşte onların istiklâl mücadelesi sayesinde bugün 70 milyon insanımız vardır. Oysa onlar ölümden kaçsalardı bugün biz olmazdık. Onlar da uzun zaman yaşayamazlardı.

Ölümden veya katilden kaçmak insanın ömrünü uzatmaz.

İlâhi düzen böyle kurulmuştur. Cesaretle ölüme gidenler yaşarlar. Ölümden korkup kaçanlar ise ölürler ve yok olurlar. Kaçma insanlara fayda vermez. İnsanlar er veya geç öleceklerdir. Bu dünyada sonunda herkes ölür. Ölümün üzerine yürüyenler daha çok yaşarlar.

Türklerde bir atasözü vardır: Korkunun ecele faydası yoktur.

وَإِذًا لاَ تُمَتَّعُونَ إِلاَّ قَلِيلاً(16)

(VaEiÜan TuMatTAGuVNa EilLAv QaLIyLan)

“O zaman sadece kalilen istimta’ olunursunuz.”

Birisi cinayet işler ve firar eder. Ne kadar zaman firarda kalabilir? Sonunda yakalanır.

Halbuki cinayet işlediğinde teslim olsa daha rahat etmiş olur.

Dolayısıyla firar kurtuluş için çare değildir.

İslâmiyet’te hukuk düzeni kendiliğinden teslime dayanır. Hakemler kararına kişi kendisi teslim olur. Verilen kararı kendi isteğiyle yerine getirir. İdamda sehpaya çıkar ve öldürülmesine razı olur. Bu sebeple İslâmiyet’te tutuklama ve yakalama yoktur. Göz altına alma yerleri yoktur. İnsanlar serbesttir. Hakemler karar verir, kendisi de uyar. Uymaz da firar ederse, ona yapılacak iş onu öldürmedir. Firarda biraz yaşar ama sonra öldürülmüş olur. Demek ki burada bizim tenkil kuralımız anlatılıyor. Firar edenler çok az zaman yaşarlar. Biraz sonra öldürülürler. Söyle ki, firar etmeniz size fayda vermez.

Medine’deki savaşı anlattıktan sonra arada bir de firara ait hüküm getirilmektedir. Firari takip edilir ve en kısa zamanda tenkil edilir.

Şimdi PKK’lılara yapacağımız nedir?

Önce bunların kimliklerini öğrenmeliyiz. İsimlerini ilan edip Türkiye’ye girmelerini yasaklamalıyız. Türkiye’ye girenlerin öldürüleceklerini ilan etmeliyiz. Türkiye’de olanlardan bunları öldürüp getirenlere ödül koymalıyız. Ödülün miktarı azgınlıklarına göre olur. Sadece erlik yapanın başı 10 bin TL ise, onbaşıların 20 bin, yüzbaşıların 40 bin. Buna fıkıhta “cuale” denmektedir. Yurt dışında olanlara biz karışmayız. Orada ne yaparsa yapsınlar ama yurt içine girmesinler. Ne yapacağız? Hudutlara kameralar koyacağız. Giren çıkan kontrol altında olacaktır. Girenin kimliğini böylece tesbit ettikten sonra, ‘kim başını getirirse şu kadar lira vardır’ deriz ve onun başını aldık mi bir başkası zor gelir. Ekmek almak için akrabasının yanına gelenin başını akrabası keser ve bize teslim eder.  

***

قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ

(QuL MaN Üa elLaÜIy YaGÖıMuKuM MiNa elLAHı)

“Allah’tan sizi ısmet edecek kimdir, kavlet.”

Kul” atıf harfi getirilmeden tekrar edilmiştir. Birinci “Kul”un izahı olduğu için “Ve” harfi getirilmemiştir. Muhataplar da aynı kimselerdir. Firar etseniz de firarınızın bir menfaati yoktur demektir. Burada da bu söz izah edilmiştir.

Allah’a karşı sizi koruyacak kim vardır?

Sosyal kanunlar vardır. O kanunlara göre hareket edilmektedir.

Bunun dışında tarihî akış vardır. Bu akışta insanlık III. Bin Yıl Uygarlığında “Adil Düzen”e ulaşacaktır. Tarihte Hazreti Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hazreti Muhammed uygarlıkları oluştu. Bunların ömürleri biner yıl olmuştur. Bunlar peygamber uygarlıklarıdır. Şimdi de II. Kur’an Uygarlığı oluşacaktır. Peygambersiz oluşacaktır. İlim adamları tarafından oluşturulacaktır. Kur’an’ı okuyup kabul edenler Allah’la ahitleşmişlerdir. Onları destekleyenler de o ahdi yapmışlardır. “Adil Düzen” yeryüzüne yayılacaktır. İnsanlık “Adil Düzen”e kavuşacaktır. Bugünkü teknoloji içinde bu başarılacaktır.

Bundan kaçanlar kurtulamayacaklardır. Ne Avrupa Birliği, ne Amerika, ne de sosyalizm kaçkınları kurtulamayacaklardır. Medine’deki savaştan sonra Yahudilerin başına gelen onların da başına gelecektir.

إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا

(EiN EaRAvWa BiKuM SUvEan)

“Size sui murad ederse.”

Allah sizin için bir sui murad ederse sizi kim koruyabilir, saldırıyı kim durdurabilir?

“Vikaye” muhtemel bir tehlikeye karşı korunmadır.

Gelecek fırtına veya canavarlara karşı korunma tedbirleri alma “ittika”dır.

“Ismet” ise fiilen gerçekleşen saldırıya karşı savunmadır, müdafaadır, def’dir.

Def etmek düşmanı karşı saldırı ile savunmaktır. Taarruzdur.

Ismet ise savunmadır. Yani kendini korumadır.

Sue’” kötülük demektir. Allah kötülüğü murad etmişse sizi kim koruyacaktır?

Allah birilerine bir kötülük yapmak isterse ya kendisi doğrudan belalar getirerek verir, yahut birilerini musallat eder, onlar cezalarını verirler. Bunların hepsi İlâhı takdirin gereği olmaktadır. O’nun izni olmadan bir yaprak bile kıpırdayamaz.

أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً

(EaV EaRAvWa BiKuM RaXMaTan)

“Yahut sizin için rahmet murad ederse.”

Burada “Ev/veya” ile atfedilmiş. Hem de “İrade/murad” iade edilmiştir.

İki irade farklıdır. Rahmeti irade farklıdır. Sui irade farklıdır.

“Sizi kim koruyacaktır?” denmektedir.

“Rahmetine karşı sizi kim koruyacaktır?” ifadesinde derin mânâ vardır. Birçok rahmet vardır ki başlangıçta sıkıntıdır. Allah mü’minleri âhirette yücelere çıkarmak için bu dünyada şehitlik mertebesini verir. Eğer onu birileri koruyup şehitliği engelleyebilse cennette makam-ı mahmuda çıkarmazdı. Yani şehadete kim mâni olacaktır?

Demek ki insana gelen sıkıntıların iki mânâsı vardır.

Yani bir kötülük yaptık, onun cezasını vermektedir. Bu da rahmettir. Çünkü bu dünyada çekilen cezanın âhirette bir daha cezası yoktur. Dünyada cezalandırması rahmettir. Yahut âhirette daha yüksek makama yükseltme amacıyla yapılmaktadır. Bu da rahmettir.

Burada “irade”nin tekrar edilmesi iki iradenin ayrı ayrı olmasındandır. Topluluk içinde, devletin kendi kuralları içinde bir ceza varsa, kimse affedemez. Hırsızlık, iftira, zina ve soymanın cezaları Kur’an’da belirlenmiştir. Bu suçlar sabit olduktan sonra artık affı sözkonusu değildir. Bunun gibi müktesep haklar da iptal edilmez. Bir mevzuat yürürlükte iken kurulan bir parti, bir vakıf, bir dernek veya şirket sonradan çıkan kanunlarla statüsü değiştirilemez. Müktesep hakkıdır. O hakkı kimse iptal edemez. Lehte olanlardan yararlanırlar. Aleyhte olanlar uygulanmaz. Ceza hukukunda bu kural uygulandığı halde, hukuk düzeninde ve sosyal müesseselerde uygulanmamaktadır.

وَلاَ يَجِدُونَ لَهُمْ

(Va LAv YaCiDUvNa LaHuM)

“Kendilerine vecd edemezler.”

Burada “siz bulamazsınız” yerine “onlar bulamazlar” denmiştir.

Eğer cümlenin aynen tekrarı isteniyorsa, “yarın merkeze gelin de” şeklinde emrolunur. “Yarın merkeze gelmelerini söyle” derseniz, sen kendi cümleni kullanabilirsin demektir.

Yukarıda soru sorulması emredilmiş ve sözlerin aynen tekrarı istenmiştir.

Burada ise onlara izah edilmesini emretmiştir.

Bize iki görev düşmektedir.

-Biri Kur’an’ı olduğu gibi kendilerine ulaştırmaktır. Kendi dillerine tercüme edip Arapça metinle beraber sunmaktır.

-İkincisi ise Kur’an’ın emirlerini izah etmektir. Kendi ifadelerimizle anlatmaktır. Usûlü fıkha göre açıklamaktır.

Burada ikisi birden emredilmiştir.

Yani;

-Biri, Kur’an’ı lafzı ve mânâsıyla onlara ulaştırmamız;

-Diğeri ise Kur’an’ın usulü fıkha göre hükümlerini ve tesirini anlatmamızdır.

Bu nasıl sağlanacaktır?

Her dil Arapçaya göre kodlanacaktır. Yazı dilleri arasında Arapça ile o diller arasında fark olmamalıdır. Hattâ o dillerde mevcut olduğu halde Arapçada olmayan mânâları verecek okunmayan harfler koymalıyız.

Mesela, Türkçedeki “dedi” ile “demişti” Arapçada tektir. Dediydi de tektir. Diyebilmiş de böyledir.

“KaLa”nin sonundaki “a”nın yanına küçük bir “z” eklersek zannî olur. Gelmiş anlamını vermiş oluruz. Küçük bir “o” eklersek gelebilme anlamını kazandırır.

O halde Türkçedeki dedi, demiş, diyebildi ve diyebilmiş kelimelerine Arapçada QAvLa, QAvLaz, QAvLao ve QAvLazo şeklinde yazılır. Arapçada ise bu harfler yazılır. Hareke konmaz. Tercüme böyle yapılır. Sonra istenirse bu harfler silinir.

Böylece tüm dillerden Arapçaya ve Arapçadan tüm dillere tercümeleri bilgisayar eksiksiz yapar. Böylece biz “Kul/söyle” emrini yerine getirmiş oluruz.

مِنْ دُونِ اللَّهِ

(MiN DUvNı elLAHı)  

“Allah’ın dununda”

Allah’tan başka bulamazlar.

Eğer mefhumu muhalefeti kabul edecek olursak, veli ve nasırı affeden mânâsında alırsak, burada yukarıda saydığımız suçların affedilebileceğini bildirmiş olur ki, af yetkisinin sadece meclise ait olduğu ifade edilmiş olur. Yani cezaların affedilebileceğini ama bunun meclis tarafından affedileceği anlamına gelir. İcma  veya istişare yoluyla meclis karar alır.

وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا

(VaLIyYan Va LAv NaÖIyRan)  

“Veli ve nasır bulamazsın.”

Veli” başkadır.

Nasır” başkadır.

Onun için “” iade edilmiştir.

Veli” doğrudan kişi kendi yaşayışı içinde korur.

Nasır” ise düşmana karşı korur.

İkisi de nekre olduğuna göre, herkesin bir velisi, bir de nasırı vardır.

İlmî dayanışma ortaklığı sorumlusu “veli”dir.

Siyasi dayanışma ortaklığı sorumlusu “nasır”dır.

 

 

 


AHZAB SURESİ TEFSİRİ(33.sure)
1-AHZAB SURESİ 1-8
2043 Okunma
2-AHZAB SURESİ 9-17
1830 Okunma
3-AHZAB SURESİ 18-24
1846 Okunma
4-AHZAB SURESİ 25-34
2179 Okunma
5-AHZAB SURESİ 35-37
2247 Okunma
6-AHZAB SURESİ 38-48
13323 Okunma
7-AHZAB SURESİ 49-52
2364 Okunma
8-AHZAB SURESİ 53-57
2174 Okunma
9-AHZAB SURESİ 58-68
2353 Okunma
10-AHZAB SURESİ 69-73
4683 Okunma