AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا (1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا (2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا (3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ (4)
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ
(Yav EayYuHa elNaBiyYu)
“Ey Nebi!”
Kur’an’ın muhatabı nebidir...
Nebinin çevresindeki mü’minlerdir...
Mü’minlerin çevresindeki ehl-i kitaptır...
Ehli kitabın çevresindeki nâs yani insanlardır...
Hazreti Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara irsal edilmiştir.
“Ey nebi!” dendiği zaman doğrudan imama hitap etmiş olur, bucak başkanına hitap etmiş olur. Bucaklar da kademe kademedir; taşra bucakları, ilçe merkez bucakları. Bunların imamı aynı zamanda il merkez bucağının imamıdır. Onun atadığı emir orasını onun adına yönetir. “Kaimun mekamehu” (kaymakam) denmektedir. İl merkez bucakları onun başkanı tarafından yönetilir. Bölge merkez illerinin il merkez bucakları ve onun ilçelerinin merkez ilçe bucakları vardır. Devlet merkez bucak başkanları buraların da başkanıdır. Kıta merkez bölgeleri vardır. Buraların yöneticilerini insanlık merkez bucağın başkanları atar.
Hâsılı, “Ey nebi!” dendiği zaman, taşra ve merkez bucak başkanlarına hitap eder. Bunlar Cuma imamlarıdır. Devlet imamları, savunma nöbeti tutanların da savunma alanlarında imamıdır. İl merkez imamı, ilde jandarma nöbetleri tutanların da imamıdır. Her bucak başkanı o bucaktaki nöbetlilerin de imamıdır, yani başkanıdır.
Müslimler ise tamamen hür olup cizye verdikten sonra tamamen serbest olarak yaşarlar. Başkanın onlara emretme yetkisi yoktur. Onların güvenliği korunmaz. Onlardan vergi alınır. Hukuk düzeni içinde yaşarlar. Hakemlere hesap verirler. Hakemler mü’minlerden olur ama hakemlerini kendileri seçerler. Başhakemin mü’min olması da yeterli sayılabilir.
Bu sûre (Ahzâb Sûresi) başkanın görev ve yetkilerini anlatacaktır.
اتَّقِ اللَّهَ
(itTAQı elLAHa)
“Allah’a ittika et.”
“İttika etmek” demek, onun korumasına girmek demektir. Kendini korumadır.
“İttika” kelimesi “Vikaye” kelimesinin iftial bâbıdır.
Peki, bir kimse nasıl ittika eder?
Şeriatın kurallarına uymakla ittika eder.
Şeriat, içtihat ve icmalarla sabit olan hükümlerdir. Her bucak kendi kamu hukukunu kendisi koyar, yasakları ve cezaları kendisi koyar. Başkanlar dahil herkes onlara uymak zorundadır. Yani topluluğun kurallarına herkes uymak zorundadır. Tevrat’ta Hazreti Musa, “Zina eden recm edilecek.” diyor. “Sen de zina etsen recm edecek miyiz?” diyorlar. O da, “Evet, ben de zina etsem recm edeceksiniz.” diyor.
Böylece şeriat topluluktaki herkesi bağlar.
Hakemlerden oluşan yargı kararları herkesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de bağlar. Devlet başkanını da bağlar. Hakemlerden oluşan yargı kararları en üstündür. Hakemler aleyhine dava açılabilir. Ama hakem kararları bozulmaz. Mağduriyeti hakemlerin dayanışma ortaklıkları giderir.
وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ
(Va LAv TuOıGı eLKAFiRIYNa)
“Kâfirlere itaat etme.”
“Kâfirler” cizye vermemekle beraber, hakem kararlarını kabul eden kimselerdir.
Ülkede yargı kararlarına uymayan kimsenin orada yaşama hakkı yoktur. Uymayanlara müşrik diyoruz. Ya ülkeyi terk ederler veya katlederiz. İrtidat budur.
Yalnız kâfirlerin bucak kararlarının ittihazında söz hakları yoktur. Onların kararlarına itaat nehy edilmiştir.
Oysa mü’minlerin kararlarına uymak şeriatın kendisidir. Allah’ın kararıdır.
“Kâfirîn” kelimesi burada kurallı erkek çoğuldur. Onlar da kendi ocak ve bucaklarını oluştururlar. Kendi ocak ve bucaklarında yaşama hakları vardır. Biz onlara saldırmayız. Ama onları korumakla yükümlü de değiliz. Diyetlerini ödemeyiz.
وَالْمُنَافِقِينَ
(Va eLMuNAFıQıyNa)
“Ve münafıklar.”
“Münafıklar” da burada kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Onların da ocak ve bucakları vardır demektir. Yahut onlar da ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurarlar demektir. Genellikle “münafık” demek müslimlerden görünüp müslim olmayanlardır.
Burada münafık oldukları hususunda nasıl karar verilecektir? Kimler münafıktır? Münafık oldukları nasıl bilinecektir ki onların icmalarda yerleri olmasın?
İşte, Kur’an’da böyle bir kelime geçince üzerinde düşünmemiz ve ona göre bir çözüm bulmamız gerekmektedir. ‘Ben askerlik yapacağım’ dediği halde, biz onu askere almayabiliriz. Onlardan cizye de istemeyebiliriz. Onlara uygulayacağımız hükümler münafıklara ait hükümlerdir. Kişilerin münafıklıklarına başkanlar karar verir. Onlar ayrı ocak veya bucak kurarlar yahut ayrı dayanışma ortaklıkları olur. Askerlikte geri hizmetlere alınırlar. Kimlerin münafık olduğuna karar vermek başkanlara ait olur. Hakemlere gidebilirler yahut hakemler karar verirler.
Hâsılı, münafıkların da bilinen bir topluluk olarak statüleri var demektir.
Bu husus yeni anlaşıldığı için üzerinde daha çok çalışmak gerekir. Anayasamızda bunlara yer verilmelidir; üzerinde yapılacak araştırmadan ve çalışmadan sonra yer verilmelidir.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1)
(EinNa elLAHa KaNa GaLIyMan XaKIyMan)
“Allah alim ve hakim bulunmaktadır.”
“Allah’a ittika et.” ile
“Kâfir ve münafıklara itaat etme.” emir ve nehyinden sonra,
“Allah’ın alim ve hakim olduğunu” belirtmektedir.
“Alim” ve “Hakim” burada nekre olarak getirilmiştir. O halde bu hususta hüküm verecek topluluktur. Yani hakemlerdir. Buna karar vermek için de resmi kayıtlara istinat etmesi gerekir. Yani onların yaptıklarının mahkeme kararları ile ve resmi kayıtlarla sabit olması gerekir. Ona dayanarak da onların münafıklıklarına karar verilmesi gerekir.
Bir kimsenin mürted sayılıp katledilmesi için daha önce bir mahkumiyetinin olması ve o mahkumiyetin infazına rıza göstermemesi, bunun üzerine hakemlerin onun tenkiline karar vermesi gerekir.
Mâlî mahkumiyette iflasa, bedenî mahkumiyette ise tenkile karar verilir.
***
وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ
(Va itTABiG MAv YUXYa EiLaYKa)
“Sana vahyolunana tâbi ol.”
“Sana inzâl olunana tâbi ol” denmiyor,
“Sana bildirilene tâbi ol” denmiyor;
“Sana vahyolunana tâbi ol” deniyor.
İçtihatla sabit olandır. Yani dört delille sabit olandır. Kur’an, sünnet, icma ve kıyasla sabit olandır. Herkes kendi içtihadına uyacaktır. Başkan da kendi içtihadına uyacaktır.
Bu çok önemli bir kuraldır.
Bugün de hukuk düzeninde herkes kanunları kendisi yorumlar ve uygular. Bir başkasının yorumuna uymakla sorumluluktan kurtulamaz.
1924 Anayasası’nda kanunları meclis yorumlar denmiştir. 1961 Anayasası’nda bu madde kaldırıldı. Artık kanunların resmi yorumcusu yoktur. Herkes kendisi yorumlar ve uygular. Yanlış yorumlandığı hakemlerce belirlenir. Hakemler de kendi içtihatları ile yorumlayıp karar verirler. Haksızlık yapmışlarsa başka hakemlere hesap verirler. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te temyiz mahkemesi yoktur. Hakemler aleyhine dava açılabilir. Ama karaları iptal edilemez. Yerinden yönetimin ilkesi budur.
مِنْ رَبِّكَ
(MiN RabBiKa)
“Rabbin tarafından sana ne vahyedilmişse ona uy.”
Sözleşmeleri taraflar yaparlar. Sözleşme yapıncaya kadar sözleşmelere hakimdirler. Ama sözleşmeden sonra artık sözleşme onların üstüne çıkar ve onlara emretmeye başlar. Uygulamada herkes kendi içtihadı ile amel eder. Yorumlamayı da kendisi yapar. Uygulamadan sonra hakemler son kararı vermiş olurlar. Onun için Rabbin tarafından sana vahyolunana uy. Yani içinden yaratılıştan dolayı ne anlıyorsan ona uy.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2)
(EinNa elLAHa BiMAv TAGMaLUvNa PaBIyRan)
“Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
İnsan kendi içtihadı ile amel edecektir. Ancak yaptıklarının hepsini muhasebeye bildirecek, herkesin yaptığı her şey kayda geçecektir. Bu sebepledir ki arada “ve” harfi getirilmemiştir. İçtihat ile amel bir sayılmıştır. Burada aynı zamanda içtihat ile ameli bir saymakla içtihadın amel ile ilgili olduğu da belirtilmiş olmaktadır. İmanın ise içtihatla değil ilimle olduğuna da işaret vardır. Yani icma vardır.
Burada işaret edilen başka bir şey de, her birimizin ayrı ayrı yaptıklarımız sonunda birleşerek bizim yaptığımız olmaktadır. Ortaya birlikte yaptığımız çıkacaktır.
Bir fabrikada herkes kendisine düşen işi yapmaktadır. Ama sonunda bir mamul çıkar. İşte bu mamul artık topluluğun olur. İşletmenin kendi işletme senedi vardır. Herkes o senetle payını alarak iş yapar. Sonra mamuller ambara konur. Kişiler paralarını senede çevirir ve o senetle mamulü alırlar. Böylece mamul herkesin bilgisine sunulur. Mamuller topluluğa arz edilir. Topluluk mamullerden haberdar olur. İşte bu da internet arzlığı ile sağlanır.
Burada “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Çünkü rab kâinatı var eden Allah’ı anlatır. Buradaki “Allah” kelimesi ise O’nun halifesi olan topluluğu da ifade eder. Bunu için de “habîr” kelimesi nekredir.
***
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ
(Va TaVakKaL GaLay elLAHı)
“Ve Allah’a tevekkül et.”
“Tevekkül” kelimesi tekrar edilmiştir. “Aleyhi” denmemiştir. Çünkü topluluğa değil de, kâinatı var eden Allah’a tevekkül edilmesi istenmektedir. İttabi (اتَّبِعْ) kelimesine atfedilmiştir.
İnsanlar kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. Sonuca bakmazlar. Ortak üretimde herkes kendisine düşen görevi yerine getirir. Sonunda sistemin akışı ürünü oluşturur. Eğer istenmeyen sonuç elde edilirse sistemde bozukluk var demektir. O senin işin değildir. Senin işin karar verdikten sonra onu uygulamak ve sonuçlara razı olmaktır. Hukuk düzeninin temel kurallarından biri budur.
Kişiler davranışlarından sorumlu olup sonuçlardan sorumlu değildir. Kural değişmedikçe, yanlış da olsa kurala uyulacaktır. Kural icma ile konmuş ise icma ile değişecektir, içtihatla konmuş ise içtihatla değişecektir. Uygularken kural değiştirilmez. Kuralın yanlış olduğu sonra tesbit edilir ve geçmişe şamil olmamak üzere değiştirilir. Allah’a tevekkül etmenin mânâsı budur. Hata yapmışsan Allah yaptırmıştır. Kurala uyacaksın. Kâfir ve münafıklar karşı çıksalar da sen verdiğin kararı yerine getireceksin. Çevren bilecektir ki, bu adam karar verdi mi artık onu değiştirmez. Sizi böyle kararlı tanıdıklarında artık sizinle hiç kimse uğraşmaz. Karşı çıkıyorlar diye sen kararlarını değiştirirsen, o zaman senin kararını kimse karar kabul etmez. Sözünü geçiremezsin.
وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3)
(Va KaFAy BielLAHi VaKIyLan)
“Ve vekil olarak Allah kifayet eder.”
“Vekil” kelimesinin Türkçedeki anlamı biraz değişmiştir.
Resul, kişiye verilen yetkileri aynen kullanır. Kendisinin değişiklik yapma yetkisi yoktur. Vekil ise senin işlerinde kendisi karar verir. Senin için ne iyi ise onu yapar.
Biz, bize düşeni yaparız. Ondan sonra ne olursa o hayırdır. Şahsımız için bu dünyada iyi olmasa bile, âhirette kat kat mükâfatına nâil olunacaktır. O halde bizim tasamız şeriata göre hareket edip etmediğimiz olmalıdır. Sonuç O’na aittir.
***
مَا جَعَلَ اللَّهُ
(MAv CaGALa elLAHu)
“Allah ca’letmedi.”
“Allah halk etmedi” denmiyor da “Allah ca’letmedi” diyor.
Kalb yaratılmıştır. İki kalb koymak, ca’letmek şeklinde ifade edilmiştir.
“Mâ Zeydun Katibün” dediğimizde, Zeyd kâtip değildir anlamı çıkar.
Burada da “Allah ca’letmiş değildir” şeklinde anlaşılır. O zaman “Mâ” “Len” karşılığıdır. “La”nın karşılığını “Lem” olarak kabul edebiliriz.
لِرَجُلٍ
(LiRaCuLin)
“Bir racül için”
“Bir insan” demiyor da “bir racül” diyor. Bunun sebebi hamile kadının bedeninde cenin kalbi olmak üzere ikinci kalb olabilir. “Zeker” demeyip “racül” denmesi sebebi kadına işaret etmedir. Burada kıyas için önemli kural öğretilmektedir.
Bir erkeğin cevfinde iki kalb yoktur. Kıyas yolu ile kadının, çocukların da yoktur anlamı çıkar. O halde kıyas yaparken bu ifade önemli kurallar koyuyor. “Nâs”da kıyas yoluyla tahsis yapılamaz. Yani “insan” denseydi ceninlerin kalbinin olmadığı anlaşılırdı. Ama kıyas yoluyla kadınlarda da tek kalb vardır. Ancak hamile kadınlarda iki kalb olmayacağı anlaşılmıyor. Hamile olmayan kadın erkeğe kıyas edilebilir. Ama hamile olan kadın erkeğe kıyas edilemez. Ama erkek hamile olamayacağı için kıyas yapılamaz. Çocukların kıyası ise başka illetle olmaktadır. Onlarda ise omurgalı hayvan olmadır.
Hâsılı, buradaki bu ifade bize aynı zamanda kıyasa ait kuralı da öğretmektedir.
مِنْ قَلْبَيْنِ
(MiN QaLBAYNı)
“Çift kalb”
“İki kalb” denseydi “min”siz söylenirdi.
Burada “kalbeyni” cins yapılmış ve “min” getirilmiştir.
“Kalb” kelimesi santral demektir. İnsanın karnında karaciğer gibi hattâ akciğer gibi kalbler vardır. Bunların tek olduğu söylenmektedir.
Buradaki “kalb”den kasıt kan damarlarının bağlı olduğu kalbdir. İnsan kalbinin dört göze olması çok kalb anlamında değildir. Aynı işi yapan merkez olmalıdır. Kalbin gözeleri tek başına kalb değildir. Kalb sisteminin tamamıdır. Çünkü borular olmadan pompa çalışmıyor.
فِي جَوْفِهِ
(FIy CaVFıHIy)
“Cevfinde”
“Cevf” göğüs demektir. Karın ise “batn”dır.
Allah bir göğüste iki kalb var etmedi.
“Cevf” kelimesi Kur’an’da bir yarde vardır. “Batn” ise farklı yerlerde gelmektedir. Yemekle batınlarını doldururlar diyerek midenin karında olduğundan bahsetmektedir. Göğüs ile karın arasında bir şeffaf perde vardır.
Kalbin dışında bu tarafta bir merkez var mıdır?
“Cevf” ile “batn” iyice bilinmezse yorumlar yapmamız zorlaşır. Sadrı yanlışlıkla göğüs olarak tercüme ediyorlar; bu yanlıştır. Sadr baş demektir. Südur etmek, çıkmak demektir. Kur’an’ın hiçbir âyetinde sadr göğüs anlamında geçmemektedir.
Bunun önemi şuradadır ki, bir cevfde iki kalb yoktur diyor. Kulubukuma tâbiri geçmektedir. Kalbaküma denmediğine göre, demek ki bir insanın birden fazla kalbi vardır. Baştaki kalbin körleneceğini söylemektedir. Gazali bile bu basit gerçeği görememiştir.
Bunlar Kur’an’ın mucizesidir. İnsanlar acıyı kalbde duydukları için ruhun kalb ile irtibatı olduğuna inanmaktadırlar. Kur’an ise bu hatalı anlayışı düzelmektedir.
Bununla beraber kan merkezi olan kalbin sinir sistemi bağımsızdır. Yani beyin dışı çalışmaktadır. Ruhun sinir sisteminin neresiyle ilişki kurduğunu bilmemekteyiz. Bu bakımdan bizim bâtıl dediğimiz inanç doğru olabilir. Ancak ruhsal olayların beyinde olduğu kesindir. Kur’an ruhsal olayların beyinde olduğunu belirtmektedir. İnsan ile ruh arasındaki ilişki hakkında biz bir işaret bulabilmiş değiliz.
وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمُ
(Va MAv CaGaLa EaZVaCaKuMu)
“Zevcelerinizi de ca’letmemiştir.”
Biyolojik bir teşbihten sonra sosyolojik olayını karşılaştırmaktadır.
Canlılarda erkeklik-dişilik vardır. Bu eşleşme DNA’larda başlar. İnsan A, T, C, G harfleri ile gösterilen nükleik asitlerden oluşmaktadır. Temel program vardır. Bunlardan herhangi üçü bir araya gelerek bir kelime oluşturur. Çince’de olduğu gibi tek hecelidir. Böylece 64 kelime oluşmaktadır. Bu kelimelerin bazıları zinciri başlatmak veya bitirmek için kullanılır. Diğerlerinde de 20 çeşit aminoasit vardır. Canlıların yapısı bu yirmi aminoasitten örülmüş veya monte edilmiştir.
Bu dört nükleik asit eşleşmektedir. A ile T ve C ile G birbirine eşleşir. Bunlar çiftleşme yaparak zincirler oluştururlar. Kromozomlar böyle oluşur. Virüsler da böyle oluşur. Çoğalma bu sayede gerçekleşir. Hücrelerde bunlar vardır.
İki türlü çoğalma vardır. Tek hücre başka hücre ile birleşmeden çoğalır. Bazı hücreler birleşerek ortak hücreler oluşturulur. Bu hücreler erkek veya dişi olur. Hücreler gruplanarak çok hücreli canlılar oluşur. Böylece gelişmiş canlılarda erkek ve dişi vardır. Bu durum insanlarda da böyledir.
Omurgalı hayvanlar yavruları ile meşgul olurlar. Erkek balıklar sularda bir alan ayırıp orasını bekler, başka erkek balık yanaştırmazlar. Böylece temiz tuttuğu alana yumurta ile şişmiş balığı tutup oraya getirir. Dişi balık oraya yumurtalarını bırakır. Erkek de spermleri akıtarak yumurtalarını döller. Kurbağa ve sürüngenler cinsi ilişki kurarlar. Kuşlarda yumurtayı kuluçka ile oluşturur ve civcivleri büyütürler. Bunlarda erkek kuşlar dişi kuşlara eşlik ederler. Memelilerde ise dişi bir erkekle döllenir. Ama yavru büyütmede erkek çoğunlukla yardımcı olmaz.
İnsanda ise evlilik müessesesi oluşmuştur. Karı-koca bir araya gelerek aile müessesesini kurarlar. Diğer canlılardan farklı olarak insanlar hayatı boyunca aile içinde yaşamaktadırlar. Aile müessesesi insana has müessesedir. Aileyi kadın ile erkek kurmaktadır. Aralarında işbölümü vardır. Kadın çocuğu doğurur ve emzirerek büyütür. Erkek ise geçimini temin eder ve savunmasını yapar.
Bazı yasaklar mevcuttur.
- Birbirine çok yakın akrabaların eşleşmeleri yenilenme olmadığı için yasaktır. İnsanın usulü ve füruu ve kardeşlerin usulü, kardeşleri ve kardeşlerin füruu ile ilişki kurmak haram edilmiştir.
- Devamlı yakın olan kimseler arasında da ilişki kurmak haram edilmiştir.
- Eşin akrabaları ile cinsi ilişki de haram kılınmıştır. Usul ve füruda bu yasaklık süreklidir. Civar akrabaları ile iki kadının bir erkekle birleşmeleri de haram kılınmıştır.
- Köleler de efendilerinin akrabası yapılmıştır. Kadın ya cariye veya akraba olur.
Bu yasakların dışında, gizli cinsi ilişkiler de haramdır.
Bunun dört sebebi vardır.
- Kimin kime akraba olduğu bilinemez. İleride kardeşler evlenmiş olabilir.
- Çocuğun babası belirsiz olur, kadın ve çocuğa karşı yükümlülükler yerine getirilemez.
- Bir kadın yalnız sperm almaz, aynı zamanda erkekten hormonlar alır ve bunlara göre bedenini o erkeğin çocuğuna hazırlar. Nasıl bir tarlayı hazırlarken ekeceğiniz tohumlara göre farklı olarak hazırlanırsa, anne de dölleneceği erkeğe göre bedenini hazırlar. Bir kadın çok erkekle cinsi ilişki kurarsa bedeni çocuk için iyi olmaz. Genelevdeki kadınlar çok az hamile kalmaktadır.
- Ayrıca değişik erkeklerle temas eden kadında bazı hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Frengi gibi hastalıklar bulaştığı gibi zührevi hastalıklar yalnız cinsi ilişkiden doğmaktadır. AİDS ise çağımızın en korkunç cinsel hastalığıdır.
Karı-koca arasında çok sıkı bağ doğmaktadır. Bununla beraber çok yakın olmaktan doğan gerginlik olur. Fazla sevmekten doğan kıskançlık aile müessesesini kavgalı hâle getirmektedir. Birbirleri ile kavga etmeyen karı-koca hemen hemen hiç olmamıştır.
İşte bu sebepledir ki karı-koca arasındaki sevgi ile çekişme arasında dengenin kurulması için bir takım müesseseler konmuştur.
1) Evlilik dışı ilişkiler yasaklanmıştır. Böylece karı-koca evli kalmak zorundadır. Herkes evli olduğu için kişi eşini boşayamamaktadır.
2) Erkek tarafından boşanma tazminata bağlanmıştır. Kadın için ise tazminattan mahrumiyet vardır. Böylece evlenme ve boşanma zorlaştırılmıştır.
3) Boşanma yerine ayrılığa karar verir. Buna îlâ denir. Erkek îlâda bütün eşlerden uzak olur.
4) Bir de zıhar müessesesi vardır. Bu îlâdan farklıdır. Bu helali haram yapan yemindir. Suni akrabalıklardır. Akdî akrabalıklar kaldırılmıştır.
اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ
(elLAEi TuJAHiRUNa MiNHunNa)
“Kendilerinden muzahara ettiğiniz kadınlar.”
Erkeğin kadına sınırsız yaklaşmayacağını ifade eden sözdür veya müessesedir.
Burada “muzaharet etme” kelimesi kullanılmıştır. “Senin sırtın annemin sırtı gibidir” demek şeklinde anlaşılıyorsa da zıhar bir müessesedir.
Her ne suretle olursa olsun, eşinden uzak duran kimse eğer yemin etmişse veya yemin mahiyetinde bir şey söylemişse, o zaman zıhar olur. Yeminsiz uzak durmuşsa o da îlâ olur. Îlâda yemin olmadığı zaman erken vazgeçse de kefaret ödemez. Zıhar yemin olduğu için dört aya kadar bekler. Vazgeçerse kefaret verir. Vazgeçmezse, dört ay sonra boşanma olmuş olur.
Îlâ olsun zıhar olsun en uzunu dört aydır. Bir kadını zımnen de olsa onun izni olmaksızın dört ay terk ederse îlâ olur. Yani kadını haklı olarak boşar. Dört ay dolduktan sonra kadının talebi ile boşanma olur. Mihri tamamen alır.
İster zıhar ister îlâ olsun, eşinden uzak kaldığından bütün eşlerden uzak kalır. Dört ay içinde döndüğünde yeniden mihir ve nikâh gerekmez. Bir eşine îlâ yapıp diğer eşleriyle, hattâ cariyesi ile cinsi ilişkide bulunursa, talak vuku bulmuş olur; ilişki kurduğu gün talak olmuş olur.
“Min” harf-i ceri ile zıhar olur, “Min”siz ise yardımlaşma anlamı çıkar.
أُمَّهَاتِكُمْ
(EumMaHAvTiKuM)
“Ümmleriniz değildirler.”
“Ümm” “imam”dan türeyen kelimedir. “Mâ”nın (su) cemi/çoğulu “miyah” geldiği gibi; “ümm”ün cemi de “ümmehât” olarak gelir. Bu kıyassız bir çoğuldur.
Yahut “ümm”ün aslı “emh”dir. Bunlar sizin analarınız değildir.
Burada tek taraflı tasarrufla akrabalığın tesis edilemeyeceği ifade edilmiştir. Akrabalığın ehramla (doğrudan akrabalık), sıhrla (evlilikten doğan akrabalık), sütle ve kölelikle teessüs edeceği belirtilmiş olmaktadır.
وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ
(Va MA CAGaLa EaDGıYAEaKuM EaBNAEaKUM)
“Ed’iyanızı da ebnaınız ca’letmedi.”
Annelerde “muzaharat” kelimesini, burada da “deî” (الدَّعِيُّ) kelimesinin çoğulunu “ed’iyâ’” (أَدْعِيَاءَ) kullanmıştır. Bu da evlatlık demektir. Burada iki taraflı uzlaşma ile yapılan bir tasarruf vardır. Yukarıda ise tek taraflı tasarruf vardır.
İslâmiyet’te vasiyet yasaklandığı gibi evlât edinme de kaldırılmıştır. Oysa evlât edinme hem Araplarda hem de Roma’da çok yaygın müessesedir.
İslâmiyet gereksiz ve yararsız yasaklamaları kaldırmıştır.
Topluluklarda bilhassa evlilik alanında gereksiz yasaklamalar getirilmekte ve bu sebeple insanlar sıkıntılı hayat yaşamaktadırlar. Evlenilemeyecek kimseler sınırlı hâle getirilmiştir. Miras kaçırma da önlenmiştir.
Allah’ın haram ettiğini helal etmek ne kadar yanlışsa;
Allah’ın halal ettiğini haram etmek de o kadar yanlıştır.
Çocukları olmayan kimselerin evlat edinmeleri zaruri ihtiyaç gibi görünürse de, akrabalık sistemi genişletilmektedir. Yani usul ve füru birinci derecede akrabadırlar. Yoksa kardeşler, kardeşlerin füruu veya usulün kardeşleri akrabadırlar. Bunlar arasında evlenme yoktur. Bununla beraber bunlar yoksa amca çocukları da mirasçı ve yükümlüdürler.
Bize göre komşulara kadar bu yükümlülük vardır. Durum böyle olunca, eğer evlatlık müessesesini kabul edecek olursak, evlatlıktan red müessesesini de kabul etmek durumunda olmalıyız. Mirasta mahfuz haklar da olmamalıdır. Bu da doğal olanın yerine akdî olanları ikame etme demektir. Bu sebeple doğal olan bir şey akdî olanla tebdil edilemez.
Bu genel kural gereği evlat edinme de meşru sayılmamıştır. Yani âyet yaratılışla sabit olanın akdî yollarla değiştirilemeyeceğine dair bir kural getirmektedir. Erkeklerin birden fazla evlilik yapabilmesi fıtridir. Diğer canlılarda da var olan bir şeydir. Bunun kanunlarla yasaklanması meşru olamaz. Bir kadının birden fazla erkekle ilişkide bulunmaması da doğaldır. Yani zina kanunlarla meşru hâle getirilemez.
ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ
(ZAvLiKuM QaVLuKuM BiEaFVAHiKuM)
“Bu sizin ağzınızla söylediklerinizdir.”
Yukarıda yaptığımız izahı burada açıklamaktadır. Yani sözlerle akrabalık tesisi doğa kanunlarını tağyirdir. Biz doğa kanunları içinde iş yaparız. Doğa kanunlarını değiştiremeyiz. Doğa kanunlarını değiştirme bizim gücümüzün üstündedir.
“Bi efvahiküm” ile tavsif etmesi, ef’aliküm değildir demektir. Süt akrabalığı ile sıhri akrabalık fiilî akrabalıktır. Sadece ağızla söylenen değildir. Sütle insanın bedeninde değişiklik olmaktadır. Eşle birleşmede de akrabasındaki gibi fiilî değişmeler oluşmaktadır.
وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ
(Va elLAHu YaQULu eLXAqQa)
“Allah ise hakkı söyler.”
Allah bir şeye “ol” der, o da öyle olur. Allah bir şeye hak demişse o haktır. İnsanlar onu değiştirme yetkisine sahip değildirler.
Köleler azad edildiği zaman azad edenin soyuna dahil olur. Azatlıklar akraba olup vâris olurlar. Ancak bu amca çocukları benzeri vârisliktir.
Evlenmedeki akrabalık da sıhrî akrabalık gibidir. Kölelik devam ederken akrabalık devam eder. Kölelik bitince, onun boşadığında evlenmek caizdir. Bizzat köle ile de evlenmenin caiz olduğunu söyleyenler vardır.
Biz buna iştirak etmiyoruz. Bir kadın kölesi ile mahremdir, evlenemez. Azad etse de evlenemez görüşündeyiz.
Bunun gibi, eğer erkek baştan cariye yapmamışsa o kadın köle akrabadır. Azad etse de onunla evlenemez. Ama azad ettiği kölenin boşadığı karısı ile evlenir.
İşte sınır buradadır.
Bu âyet bize göre evlenemeyeceğinin sınırını koymuş, evlenebileceğinin de sınırını koymuştur.
وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ (4)
(VaHuVa YaHDi elSaBiYLe)
“Sebile o hidayet eder.”
Burada isim cümlesi yapılmıştır. Allah izmar edilmiştir. “Sebil” kelimesi ise marife yapılmıştır. Şeriatı O koyar anlamındadır.
İnsanların şeriat koyma yetkileri ancak şeriatın izin verdiği yerlerde vardır. Allah söylemişse artık insanların söz söylemesi olamaz. Mevridi nasda kıyasa mesağ yoktur. (Yazılı delilin vardığı yerde kıyasa izin yoktur.)
Kıyas da usulüne göre olmalıdır. Yani nass Allah’tandır. Kıyas da O’nun gösterdiği usuller içinde olmalıdır. Kıyas ve kitaptan başka delil yoktur. Sünnet ve icma delil değildir. Sünnet ya Kur’an’ın açıklamasıdır yahut Hazreti Peygamber’in yaptığı kıyastır. Onun bizden farkı, o hata etmişse Allah düzeltmiştir. İcma da böyledir. Kıyasların kesin olanı icmadır. Yani, sünnet ve kıyas yardımcı delillerdir. Ana deliller akıl ve nakildir, yani kitap ve kıyastır.
Burada bize şeriatın tedvininde biyolojik kanunlara uygun olması belirtilmiş oluyor.
Kalbin tek olması gibi aile müessesesinin varlığı da tektir. Aile suni müessese değildir. Doğal müessesedir. Bizim onu değiştirmemiz mümkün değildir. Kadın erkek gibi değildir. Onları bir yapmanın anlamı yoktur.
Şimdi bu gerçekleri gördükten sonra “pozitif ayırımcılık” diye bir kavram geliştirmişlerdir. Allah’ın yanlış yaptıklarını bunlar kanunlarla düzeltecekler!
Herkesin hakkını vermek, zayıfı korunak başkadır; doğa yanlış yapmış, biz onu düzeltelim başkadır.
Kadın çocuk doğurabilmekte, süt verebilmektedir.
Erkek ise daha güçlü ve kuvvetli olmakta, koruyabilmektedir.
O halde kadının üstün meziyetlerine karşı üstün hakları olmalıdır. Askere gitmemeli, diyet ödememelidir.
Erkeğin de kendi üstünlüğüne göre kendi hakları olmalıdır. Askere komuta etme yetkisi onun yani erkeğin olmalıdır.
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 2
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4)
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلاَّ أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8)
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ
(EuDGUvHuM Li EAeBAEiHiM)
“Onları babalarına ait olmak üzere davet ediniz.”
İnsan hangi babadan doğmuşsa onun soyadını taşıyacaktır, onun oğlu olarak adlandırılacaktır. Kadın da kendi kızlık soyadını taşıyacaktır. “Ahmet’in karısı, Ayşe’nin kocası” şeklinde adlandırılabilir. Yahut “Karagülle damadı” veya “Karagülle gelini” denebilir. Eğer bir yere gelin gitmiş ve orada çocuk doğurmuşsa, onun soyadının anası denebilir. Mesela “Hocaoğlu anası” denebilir. Ama doğrudan kocasının veya karısının soyadını kullanmak İslâmî değildir.
İslâmiyet’te iki soy takip edilir. Oğulun oğlu ve kızın kızı. Karıştı mı terk edilir. Yani oğlu babasının soyadını taşır. Kız da anasının soyadını taşır. Kişi annesinin ve babasının soyadlarını kullanabilir.
“Onları babalarının olmak üzere çağırın.”
Şimdi usulümüze dönelim. Kıyas olarak alırsak, aynı zamanda analarının olarak çağırın olmuş olur. Mefhumu muhalefet olarak alırsak, onları analarının değil de babalarının olarak çağırın denmiş olur. Fıkıhçılar babaların babalarını sahih ata, nenelerin atalarını de sahih ata olarak adlandırırlar. Eğer arada cins değişikliği varsa, ona fasit ana veya ata diyorlar. Buna istisna olarak da babaların annelerini zikrediyorlar.
Biz “abaukum” veya “abauhum” ifadeleri ile sırf babalar ve sırf analar diyoruz. Baba annesi ile anne babasını tefrik etmiyoruz. Biz “atalar” dediğimizde analarını babalarını, “nineler” dediğimizde, anaların analarını anlıyoruz. “Dedeler” dediğimizde, anneden veya babadan dedeleri anlıyoruz. “Ceddeler dediğimizde, büyük anneleri anlıyoruz.
Biz kıyası muhalif mefhuma tercih ettiğimiz için araya cins değişikliği olmayan baba babalarına etkin babalar, aralarında cins değişikliği olmayan anneannelere de etkin anneler diyoruz. Miras ve akrabalık görevleri etkin annelere ve etkin babalara aittir. Diğer yakınlar ise bunlar yoksa söz konusu olur. Çocuğun kız veya erkek olması hükümde herhangi bir ayrılık ortaya çıkarmaz.
هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ
(HuVa EaQSaOu GıNDa elLAHi)
“Bu Allah’ın indinde eksattır.”
Burada “Hüve” zamirine raci bir yer yoktur. Bu mânâsınadır. “Zalike Hüve” demek olur. “Zalike” hazfolmuştur. Bu, yani babalarına ait olmak üzere çağırmanız, yani onları babalarına ait kabul etmeniz demek olmuş olur.
“Kıst” ayrılan parça demektir. Pay demektir. Adl olma, fiyatta denk olmadır. Üç kilo patates beşer kuruşta üç kilo domates beşer kuruşa adl olur. Kıst ise kiloda eşitliktir. Değerde eşitlik adldır. Hazımda veya ağırlıkta eşitlik kısttır.
Burada “kıst” kelimesi getirilmiştir. Babalara aidiyet biyolojik aidiyettir. Belki ilişkide babadan daha yakın kimse bulunabilir. Ama şeriatta aidiyet doğrudan biyolojik aidiyet olduğu için Allah’ın indinde ve topluluğun indinde daha eksattır.
Bu hüküm mutlaktır. Dolayısıyla bir kimsenin ülkesini veya dinini değiştirmekle akrabalığı sona ermez. Kardeş kardeştir. Dini ne olursa olsun kardeştir. Ülkesi ne olursa olsun kardeştir. O halde ihtilafı dineyle veya ihtilafı dareyne mirastan mahrumiyeti gerektirmez. Akrabalık hukukunu düşürmez. Bu çok önemlidir. Evlenmelere izin verildikten sonra mirastan mahrumiyet yanlış bir şeydir. Sadece taşınmazlara malik olamazlar. Cari değerden pay alırlar. Bir bucakta ancak o bucağın sakinleri taşınmaz elde edinebilirler. Bir il içinde ancak o ilin sakinleri taşınmaz elde edinebilirler. Bir ülkede ancak o ülkenin vatandaşları taşınmaz elde edinebilirler.
فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ
(FaEiN TaGLaMUv EaBAEaHuM)
“Âbâını bilmezseniz.”
Buradaki “Fa” harfi istisna fasıdır. İstisnadan farkı hükmün genelliğidir. Yani hüküm yalnız mensubiyeti ifade etmek için değil, tüm âbâsı meçhul kimse için geçerli hükümler getirmektedir. Babaların bilinmemesi iki sebeple olur. Yabancı birisi ülkemize gelmiş veya terk edilmiş bulunan kimseler için geçerlidir. Zinadan doğmuş çocuklar da böyledir.
Fıkıhta bu husus lakîd bahsinde incelenmiştir.
“Fa” harfi ile gelmiş olması, babasının bilinmemesi hâlinde bu hüküm uygulanır. Hüküm anne için de geçerlidir. Annesi de bilinmeyen çocuklar veya kişilere uygulanacak hüküm, babaya uygulanacak hükmün aynıdır diyoruz. Kıyas bunu gerektirir.
فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ
(Fa EiPVANuKuM FIy elDIyNı)
“Dinde kardeşlerinizdir.”
Bir kimsenin anne babası bilinirse dinde kardeştirler. Yani vatandaştırlar. Eğer anne veya babası bilinmiyorsa, çocuğun bulunduğu yerde birisi varsa onun sahibidir.
“Din” kelimesi burada inanç anlamında değildir. Buradaki din vatandaşlık anlamındadır. Yani bu kimsenin hangi aşirete, hangi kabileye, hangi şa’ba ve hangi kavme mensup olduğu hususunun tesbiti sözkonusudur. Aynı aşirete mensupturlar. Aynı bucağa mensupturlar. Aynı şa’ba/ile/vilayete mensupturlar ve aynı ülkenin vatandaşıdırlar.
وَمَوَالِيكُمْ
(Va MaVALıYKUM)
“Ve mevlalarınızdır.”
Bir kimse bir kimseye iltica ettiğinde, iltica edilen kimse kabul ederse köle olmuş olur. Yani bir kimse bir yere iltica edip orada yerleşmek isterse, onu birisi kabul ettiği takdirde o oranın vatandaşı olur; ancak onun kölesi olur. Bulunan kişi de böyledir. Eğer gelen birinin akrabası ise o zaman hür vatandaş olur. Demek ki iltica hususunda kölelik sistemi esas alınmıştır.
Bir kimse kendi bucağında istediği yerde mülk edinebilir. Oraya işini ve evini taşıyabilir. Eğer bir aşirete mensup değilse, bucağın merkez aşiretine mensup olur. Kişi sakin olduğu ilin bütün ilçelerinde yaşar, bucaklara ait olmayan yerlere ev yapabilir, işyeri kurabilir. İl merkez bucağına mensup olmuş olur. Bunun dışında bir vatandaş ülkenin illere ait olmayan topraklarına ev yapabilir, işyeri kurabilir. Ülke merkez bucağının sakini olur. Bütün insanlar bir ülkeye ait olmayan topraklarda her zaman ev kurabilir, işyeri açabilir. Buralarda iş yapması için bir yerden izin alması gerekmez.
Buna karşılık bir kimse kendi bucağı olmayan taşra bucaklardan birinde yerleşecekse, yahut kendi ili olmayan taşra illerden birinde yerleşecekse, yahut kendi ülkesi dışında başka bir ülkenin topraklarında yerleşecekse veya buralarda işyeri kuracaksa, oranın sakinlerinden birinin onu kabul etmesi gerekecektir.
Kabul eden için iki yol vardır. Önce köle statüsünde gelir. Orada yaşayabilecek hâle gelir. Yahut daha gelmeden hür olma şartı ile gelecektir. Onu yerleştirme göreviyle görevlidir. Köle olarak gelmiş olsa bile, eğer o bucağın sakini olabilecek statüyü kazanmışsa, hakemlere giderek hür hâle gelebilir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus açıkça ifade edilmemiştir. Eman için fıkıhta hükümler vardır, ama vatandaşlık için yoktur. Biz bu âyete dayanarak, bir kimse taşra yerlere yerleşecekse, birisinin onu orada yerleştirmesini tekeffül etmesi gerekir.
Şimdi önemli bir soru ortaya çıkıyor. Esir alınan kölelere sahip çıkan başka ülkelerden birileri çıkarsa ve bedelini öderse hürriyete kavuşturabilir. Yani nasıl mükateb olmada istediği zaman hakemler onda kabiliyet görürlerse mükateb yapmak zorunda iseler; bunun gibi yabancı birisi ben bunun bedelini ödeyip hür hâle getireceğim derse onu kabul zorunda olduğu gibi, köle sahibini değiştirmek istediği takdirde ona satmakla yükümlüdür.
Buradaki “mevaliküm” kelimesi “diniküm”e atfedilmiştir. Bütün bu mânâlar ortaya çıkmaktadır.
Bu âyette kölelik ve vatandaşlık statüsü ele alınmıştır.
“Mevali” kelimesi önemli bir kelimedir. “Mevalî” kelimesi Kur’an’da bir defa geçmektedir. “Mevla” kelimesi çok defa geçmektedir. Efendi anlamına gelmektedir. Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir. Burada köşe anlamında gelebileceği gibi, dayanışma ortağınızdır denmiş olabilir. Bu şekilde anladığımızda vatandaşlık yetkisini verme dayanışma ortaklığına aittir. Bu hükmü şöyle genişletiyoruz. Bir kimse bir yere iskan etme yükümlülüğünü yüklendi mi, dayanışma ortaklığı da yüklenmiş olur. Bir kimse dinde (Kur’an deyimiyle millette) dayanışma içine girmek zorunda değildir. Meslekte de böyledir. Ama siyasette ve ilimde ise dayanışma ortaklıklarına girmek zorundadır. Hiçbir dayanışma ortaklığının kabul etmediği kimse orada zimmi olabilir veya orasını terk etmekle yükümlü olur. Bunlar için ayrı siteler oluşturulabilir.
وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ
(Va LaYSa GaLaYKuM CuNAXun)
“Sizin üzerinizde cunah yoktur.”
“Cunah” Türkçede günah olarak geçmektedir. Bu şekilde anladığımızda mübahtır demektir. Kur’an’da bu mânâda getirilmiştir. Burada da bu anlamdadır.
Bazı âyetlerde cunah yoktur derken, yapmanız gerekir anlamındadır.
O halde günah değildir dendiğinde, eğer ibadetlerde söyleniyorsa ibahayı ifade etmez. Çünkü ibadetlerde cunah yoktur dendiği zaman, asgari olarak sünnettir demektir. Çünkü ibadetlerin mübahı sünnet olanlardır.
Demek ki Safa ve Merve arasında say etmek ibadetler arasında zikredildiği için, Hac merasiminden zikredildiği için asgari olarak sünnettir. Şimdi vacip midir, değil midir üzerinde durmamız gerekmektedir. Haccın iki farzı vardır; tavaf ve vakfe. Bir de yürümedir. Arafat’tan Mina’ya doğru yürümek farz kılınmıştır. Nâsın ifada ettiği gibi ifada edin deniyor. O halde buna eş bir yürüme de olmalıdır. Bu da say olabilir. Demek ki hareket için dört husus belirlenmiştir; tavaf, vakfe, ifada ve say. Biz Hac için bunları Haccı iptal etmeyen farzlardan kabul ediyoruz. Tavaf ve vakfe haccı ifsad eder. Say ve ifada ise Haccı ifsad etmez.
فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ
(FIyMa EaPOaETuM BiHIy)
“Hata ettiklerinizde cunah yoktur.”
“Cunah yoktur” dendiği zaman aksi geçersizdir demektir.
Bir kimse kıble bu taraftadır deyip içtihat yapsa, içtihat yaptığı tarafta namaz kılsa, onda bir cunah yoktur. İçtihat ettiğinin aksine amel etse ve isabet etse, ameli geçersizdir. Bu hükmü buradan istidlâl ediyoruz. Bir kimse kıble yönünün batı olarak zannetse ve o tarafa doğru namaz kılsa, ama sonra kıblenin güneyde olduğunu öğrense, namazı sahihtir, iade etmez. Ama kıbleyi batı tarafıdır diye içtihat etse, ama arkadaşının hatırı için onun güney tarafı kılsa, sonra da güney olduğu kesinleşse, namazını iade etmesi gerekir. Çünkü ibadette cunah olmamak vücubu ifade eder.
Kur’an’ı anlayabilmemiz için usul vazedip tüm âyetleri o usule göre yorumlamamız gerekir. Bütün âyetleri usulümüze göre yorumladıktan sonra sistem oluşuyorsa, o zaman usulümüz doğrudur demektir. Bakara Sûresi’nin son âyetlerinde; unutursak veya hata edersek bizi muahaza et diye dua ettirmektedir. Burada da hatadan sorumlu olmadığımızı ifade etmektedir. Hükmün genel olduğunu “Va” harfleri ile anlamaktayız.
Demek ki hatalarda cunah yoktur. Ama kıyasla bunun tesbit edilmesi gerekir. Hataen katillerde diyet vardır, kefaret vardır. Mallarda verilen zararlarda tazminat vardır. O halde hatadan muaf olması genel değildir. Kıyasla tesbit etmemiz gerekir.
Burada kıyasta asıl babası bilinmeyen kimsenin dinde kardeş ve mevali sayılmasıdır. Bu kısım cezayı kaldırır. Ancak sonradan hak tebeyyün edince ona göre zararın giderilmesi gerekir. Yani hatanın hükmü önemlidir. Geçen geçmiştir. Geçmişte işlenmiş olandan dolayı tazminat gerekmez. Hata düzeltilir. Ama ceza verilmez.
Farz edelim ki, evlenen kişilerin akraba oldukları anlaşılırsa evlilik sona erer. Ama daha önceki evlilikten oluşan her şey sahihtir. Mihir ve miras geçerlidir. Akrabalık geçerlidir. Gasp edilen bir maldan dolayı magsûb olan kişi ettiği zararları tazmin ettirir. Ama hataen alan kimse zararları tazmin etmez. Sadece aldıklarını iade eder.
Fıkıh ilminde sorunlara vakıf olduktan sonra Kur’an bu şekilde okunursa çok daha doğru bir şekilde mânâlara ulaşılmış olur. Sorunları bilmeden Kur’an’a bu mânâları vermek mümkün değildir. O zaman âyetler müteşabih olurlar.
Geçmişte yapılan içtihatlar onun için bugün yeterli değildir. Hattâ geçerli değildir. Misal verelim. Eskiden karşılıksız TL yoktu. Dolayısıyla fıkıh kitaplarında da ona ait hükümler bulunamaz. Belki mağşuş paraya benzetilebilir. Mağşuş paraların veya gümüşe başka madenlerin karıştırılması ile elde edilir. Bu takdirde kıyasa kıyas yapılmış olur ki, o zaman kıyas sahih olmaz. O zaman biz içtihadımızı yapmalıyız.
Kur’an’ın; az olsun çok olsun yazmaktan üşenmeyin âyeti, bize gerek semen gerekse mebiin belirli olması illetini getirmektedir. O halde kâğıt para belirsizlik illetiyle maluldür. Dolayısıyla onunla borçlanmak haramdır. Ama paranın o günkü altın değeri belli olduğu için peşin alışverişlerde belirsizlik illeti yoktur, o halde caizdir diyoruz. O halde karşılıksız para eğer o ülkede revaçta ise onunla peşin muameleleri yapmak meşrudur. Ama onunla borçlanmak caiz değildir. Çünkü ileride onun değerinin ne olacağı meçhuldür.
İşte bu hükmü fıkıh kitaplarında bulmanız mümkün değildir.
وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ
(VaLaKiN MAv TaGamMaDAT QuLUvBuKuM)
“Velakin kalblerin taammüdünde”
“Va” harfi atıf harfidir. “Lakin”siz gelirse daha önceki hükmü değiştirmiş olur.
“Ahmet gelmedi, lakin Hasan gelmedi” dersin. Oysa “Ahmet geldi velakin gitti” dersin. Yani daha önceki hükmü iptal etmezsin.
Hatada cunah yoktur, velakin kalblerin taammüdünde cunah vardır demek olur.
İnsanın düşünerek hata yapması, hata üzerinde ısrar etmesinden insan sorumludur. Çok önemli bu husus üzerinde durulmalıdır. İnsan önüne gelen konuları hatalı da olsa çözüp yapmalı mıdır? Yoksa düşünerek ve araştırarak doğru olduğunu bildikten sonra mı amel etmelidir? Kur’an’dan önce içtihat dönemi yoktu. Olaylar sınırlı idi ve insanlara ne yapacakları öğretilmişti. Oysa insanlık uygarlaştıkça artık olaylar o kadar çoğalmağa başladı ki, insanın başına gelecek olayları önceden bilmesi imkânsız hâle gelmiştir. Bu sebeple usul değişmiştir. Kişi karşılaştığı olaylarda içtihat yapacak, hatalı da olsa beklemeyecek, yapacaktır. Eskiden herkes kendi ürettiğini tüketiyor, belli kişiler arasında dayanışma ve iş bölümü vardı. Dolaysıyla kişinin beklemesinde fazla mahzur yoktu. Şimdi ise seri üretim yapılmaktadır. Kimse durmaz; durursa sistem durur. Hata ve yanlış olsa da sana düşeni yapacaksın. Hatalı da olsa imalat devam edecektir. İşte bu sebepledir ki insan yanlış söyleyebilir. Hatalı imalat yapabilir. Hatadan dolayı zarar oluşursa tazmin eder. Ama cezaya tabi tutulamaz. Diyelim ki bir ilaç imal ettin. İlaç hatalı olduğu için kişiye zarar verdi. Bunu tazmin edersin. İlaç zarar vermedi ama bana sen bu ilacı satmasaydın başka ilaç alacaktım. O ilaç beni iyi edecekti. Dolayısıyla ilaç sebebiyet verdi. Eğer bunu kasden yapmışsa öder. Ama hataen yapmışsa ödemez. Hukuk çok gerekli bir şeydir. Anlaşılması da o kadar zor bir şeydir. Eskiden kanunlarla sorunlar çözülmüştür. Bugün ise olaylar o kadar çoktur ki kanunlarla çözülemez. Onun için usul kanunlaştırılır. Ama uygulama kanunlaştırılamaz.
İşte kanunda madde olarak şu yazılabilir.
Kanun Maddesi- Bir kimse karar vermesi gereken yerde karar vermez de zarara sebebiyet verirse veya zararı önlemezse, karar vermeyen kimse tazmin eder. Ama hatalı karar verirse zarar âkilesi tarafından tazmin edilir. Zarar önlenememişse, görev zarar önleme üzerinde kurulmamışsa tazmin edilmez.
Hukuk fakültelerinde kanunlar ezberletilmez; onun yerine hukuk öğretilir, usul öğretilir. Almanya’da kanunlar çoğaldıkça hukuk tahsili uzatılmaktadır. Bunun çözüm olmadığı aşikardır. Sorunu çözmek için kanun sistemi yerine içtihat sistemi getirilmelidir. Anglosakson hukuku Osmanlılardan mülhem olarak içtihat sistemini getirmiştir.
Burada hata ile taammüd karşı karşıya getirilmiştir. “Amd” kelimesi yerine “taammüd” kelimesi getirilmiştir. Bunun sebebi amdın olduğunu ispat külfeti amd vardır diyenin ispat etmesi gerekir. Yani bir görevli karar verdi, hata etti. Sorumlu değildir. Ama kasden yanlış karar verdi. O zaman sorumludur. Ne var ki kasden böyle karar verdiğini ispat etme külfeti iddia edene ait olmuş olur. “Taammüd” kelimesi ispat külfetini belirtmiş olur.
Burada geçen “taammüd” kelimesinin ispat külfetini ifade etmesi bizim kabul ettiğimiz bir usuldür. Kim müteammiden adam öldürürse deniyor. Kur’an’da bulunan bu ifadeyi bugünkü hukukçular da kullanıyor. Cezası idamdır deniyor. Ancak müteammid kelimesini tasarlayarak, hazırlık yaparak şeklinde ifade etmektedirler. Oysa İslâm fıkıhçıları kasdın olduğu sabit olunca o taammüd olmuş olur diyor. Biz de bu görüşe katılıyoruz, çünkü burada hataya karşı taammüdü kullanmıştır.
وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (5)
(Va KAvNa elLAHu ĞaFUvRan RAXIyMan)
“Allah gafur ve rahim bulunmaktadır.”
Görevli hatadan sorumlu değildir. Ama devlet görevlinin yaptığı hatadan sorumludur. Görevliye içtihadınla hareket et deniyor. İçtihat eder de zamanında karar verirse, hatasını âkilesi öder. Ama zamanında karar almadığı için zarar doğarsa onu kendisi öder.
Böylece bir görevlinin sorumluluğu netleşmektedir.
Bir mahkeme verdiği kararında hata ederse, doğacak zararları ona hakemlik ehliyeti veren dayanışma ortaklığı tazmin eder. Ama bir mahkeme zamanında karar almadığı için vatandaşlar mutazarrır olurlarsa bunu hakemlerin kendileri tazmin ederler.
Çalışma arkadaşımız Ali Bülent Dilek’in ortak olduğu bir arsa vardır. İrsen intikal etmiştir. Kırk senedir nizadadır. Şimdi bu kararı verme konusunda hakimler sorumludur. Onlara tazmin ettirilir. Ama bir hakim çıkıp da zamanında karar verseydi, bu kararın hatalı olduğu sonra ortaya çıksaydı, bunu devlet tazmin etmelidir. Çünkü bugün hakemlik sistemi yok, hakimlik sistemi vardır. Onu hakim olarak kim atamışsa o tazmin eder.
Gafur bulunmaktadır. Çünkü vermiş olduğu zararları devlet tazmin edecektir. Böylece zararlar kapatılacaktır.
Rahimdir. Çünkü görevliye rücu etmeyecektir.
Burada nekre gelmişlerdir. Çünkü hükümler Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan bucaklar da bu işi yapmaktadır. Bucaklar çok olduğu için nekre gelmiştir.
Bu sistem geçerli olsa, bugünkü bürokratik engeller tamamen ortadan kalkacaktır. Önce her görevli yetkisini geciktirmeden kullanacak ve karar verecektir. Rüşvet alayım diye savsaklayıp ‘Bugün git yarın gel!” olmayacaktır. ‘Ben yukarıya soracağım’ denmeyecektir. Sorulması gerekmeyen şeyi yukarıya soruyorsa, bunun iki mânâsı olur: Ya bilgisizdir, o zaman o görevde olmaması gerekir. Yahut da sırf uzatmak için soruyor, o zaman da kasden uzatıyor demektir. Bu durumda şu soruluyor: Bu ikisinden hangisi? Memur savsaklamadığını, bilmesinin mümkün olmadığını ispat etmekle yükümlüdür. Çünkü ona içtihat yapıp amel etme görevi verilmiştir.
Usulcüler bilgiyi dört sınıfa ayırmışlardır.
- Muhkem ve müteşabih olanları görevli bilmek zorundadır. Bilmeyen görevli o göreve ehil değildir. Müfesserde zamanla değişme ihtimali vardır. Değiştiğine dair bir bilgi gelinceye kadar onunla amel eder. Muhkemde değişme ihtimali yoktur. Gelse bile o bildiğini yapacaktır.
- Nass ve zahir olanları da içtihadı ile bilmek durumundadır. İçtihat ederek gecikmeden amel edecektir. Nassda eski içtihadı ile amel eder. Zahirde o anda yaptığı acele içtihadı ile amel eder. Olay tekerrür edince içtihat yapma durumundadır.
- Hafi ve müşkülde içtihat tamamlanıncaya kadar uygulamayı bekletme durumu vardır. İçtihat yapabilecek bir zaman verilmiştir. Hafide sormak için beklemeye almaz. Müşkülde ise içtihat yapar ve uygular. Sorar, cevaba kadar bekletebilir. Bu hususta muhtardır. İkisinden de şahsan sorumlu değildir.
- Mücmel ve müteşabihi beklemeye alma durumundadır. İçtihatla belli olmayan ve mutlaka yetkinin beyanı gereken hususlar böyledir. Mücmelde sorar, beklemeye alır. Müteşabihte sormaz, beklemeye alır.
İslâmiyet’te bazı müesseseler vardır. O müesseseler sayesinde düzen kurulabilmektedir. Bunların başta geleni dayanışma ortaklığıdır. Kişi hata yaptığı zaman kendisi sorumlu olmaz, dayanışma içinde tazmin edilir. Böylece içtihat müessesesi çalışır. Dayanışma ortaklığının olmadığı yerde içtihat müessesesi çalışmaz. Çünkü kişiler korkup bir iş yapamazlar. Ertelemede sorumluluk erteleyene aittir. Dayanışma tazmin etmez. Yahut içtihatla yapılabilenleri tazmin etmez. Böylece kişiyi içtihat yapma imkânına dayanışma ortaklığı götürmüştür. Cinayette de kısas ve diyet müesseseleri vardır. Af veya hata hâlinde diyete dönüşmektedir. Kesin olarak sabit olmayan cinayetler diyete dönüşmektedir. Faili meçhul cinayetler de diyete dönüşmektedir. Diyet de dayanışma ortaklıkları tarafından ödenmektedir. Böylece İslâmiyet içtihat müessesesini getirmekle yetinmemiş, onun için gerekli olan her türlü hükümleri koymuştur. Cezada kesinliği kabul etmiştir. Uygulamada içtihadı kabul etmiştir. Ne var ki dayanışmayı getirmediği için yani sigorta müessesesini çalıştırmadığı için sistem başarılı olmamaktadır.
***
النَّبِيُّ
(ElNaBiyYu)
“Nebi”
“Nebi” burada marifedir. Eğer tarihî mânâ verirsek, nebiden maksat Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke’de öyledir.
Şimdi ise nebi dendiğinde Cuma namazını kıldıran kabile imamı ile günlük namazı kıldıran aşiret imamı kastedilmektedir. Bir de dayanışma ortaklıklarının sorumluları kastedilmektedir. Bu kelime çok önemli hükümleri içerir.
Daha önce çözemediğimiz sorunlar burada çözülmektedir. Yani “nebi” deyince “resulleri” de içeri almaktadır. Kabilede her resul aynı zamanda nebidir. Aşiretteki başkan resul değildir, nebi de değildir, ama bazı konularda onların ikisinin yerine geçmektedir. Kıyas yoluyla uygularız.
Demek ki “nebi” dediğimizde, Kur’an uygarlığının ilk resul nebisi Hazreti Muhammed’dir. Ondan sonra her dönemde ve kabilede nebiler vardır. Resulün de nebi olması gerektiği için hükümlere resuller de tâbidir. Her bucağın nebileri ve resulleri vardır. Nebi aynı zamanda savaşta komutandır. Askeri komutanlar da ilim adamlarından olmalıdır. Dolayısıyla onlar da komutandır demektir. Yani dayanışma ortaklıklarında ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıkları sorumluları nebilerdendir, yani orta ehliyetlidirler. Dinî ve meslekî dayanışma ortaklıkları zorunlu değildir. Onlar bunların sorumluluğunda orta ehliyetli olmasalar da taşra bucaklarında dayanışma sorumlusu olabilirler. Ancak meslekî dayanışma sorumlusuna siyasî, dinî dayanışma sorumlusuna ilmî dayanışma sorumlularından biri kefil olmalıdır, yetki vermelidir. İllerde yüksek ehliyetliler ve ülkede üstün ehliyetliler nebi durumundadır. Yahut dayanışma ortaklıklarının başkanları nebidirler. Yani her âlim nebi yerinde değildir. Sadece sorumluların başkanları nebidirler. Bir de bucak başkanları hem resul hem de nebidirler.
أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ
(EaVLAv Bi eLMuEMiNIyNa)
“Mü’minlere evlâdır.”
Askerlikte başkanın emrindesiniz. Size emrettiğinde ölmeyi de göze alacaksınız. Askerliğin temel kuralı budur. Kim resule itaat ederse Allah’a da itaat etmiş olur. Üstün emrine uyarak şehit olmak suretiyle Allah’ın emrine uyarak şehit olmuş olursunuz.
Bu hüküm akla uygun gelmez. Ama zaten savaşın kendisi akla uygun değildir. Bütün ordularda bu mantık içinde savaşılır.
Kur’an insan psikolojisine göre hükümler koymuştur. Savaş kıyamete kadar devam edecektir. Savaşın hükümleri de öyledir. Kur’an gerçekçilikten ayrılan hayalî hiçbir hüküm koymamıştır. Mü’min olan seve seve amirin emrini yerine getirmek için ölür.
Acaba bugün askerlik yapanlara da bu emredilmiş midir?
Emredilmiştir. Çünkü ileride Türkiye’ye “Adil Düzen” gelecektir. “Adil Düzen” de İslâmiyet’i dünyaya getirecektir. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracaktır. Bundan dolayı bugün savaşan ve ölen kimse “Adil Düzen” için ölmüştür. Dolayısıyla şehittir.
Bir gün Türkiye’den ümit kestiğimiz zaman mü’minlere düşen görev Türkiye’yi terk etmektir. Türkiye’yi terk etmiyorsak, bunun mânâsı hâlâ Türkiye’den ümitliyiz demektir.
Ben Kırgızistan’a gittim. Bu Habeşistan’a yapılan hicret gibiydi. Daha sonraki gelişmeler Türkiye’ye dönmeyi gerektirmiştir. Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye’de 28 Şubat olayları oldu. Benim ümidim arttı. Emekli askerlere parti kurmalarını tavsiye ettim. Onlar mevcut partilerin desteklenmesi gerektiğini söylediler. AK Parti’yi iktidar ettiler. AK Parti bu işleri başaramıyor, “Adil Düzen”e inanmıyor. Saadet Partisi de bugünkü hâliyle ondan farksızdır. Bundan dolayı “Adil Düzen Partisi” kurulmalıdır. Bana göre emekli askerler Adil Düzen âlimleriyle işbirliği yaparak “Adil Düzen Partisi”ni kurmalıdırlar. Muvazzaf askerler siyasete karışmamalıdırlar.
مِنْ أَنْفُسِهِمْ
(MiN EaNFuSiHiM)
“Kendi nefislerinden.”
“Evlâ”nın mukayesesinde “MiN” getirilmiştir. İsmi tafdillerde “MiN” getirilerek karşılaştırma yapılır. Bu kelimeyi getirerek yakınlığın birbirlerinden değil, kendi canlarından daha evlâ olması gerekir.
Ast üstü için ölebilmelidir. Başkanı biz böyle koruyacağız. Emirlerine böyle itaat edeceğiz. Askerlikte şeriat yoktur. Şeriatın yerini amirin emirleri almıştır. Dolayısıyla ne emrederse o yerine getirilecektir. Bundan kurtulmak mümkün değildir. Savaş durumu değilse, yani cephede değilseniz, komutanı değiştirme yetkisi vardır. Dolayısıyla emre itaat etmezsin ama onun birliğinden de ayrılırsın. Diğer birlik komutanlarından biri seni kabul ederse o birliğe intikal etmiş olursun. Seferberlik hallerinde yani savaş var ama çatışma yoksa komutandan izin istersin, eğer izin verirse değiştirebilirsin. Şayet çatışma hâli varsa, komutan izin verse de birlik değiştirilemez. Kişi çatışma alanını terk edemez. Terk ettiği takdirde öldürülür ve öldüren sorumlu olmaz.
وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ
(Va EaZVACuHUv EumMaHAvTuHuM)
“Ve eşleri anneleridir.”
Nebinin yani bucak başkanları ile ilmî ve siyasî dayanışma sorumlu başkanlarının eşleri onların yani kimlerin başkanı veya sorumlusu ise, onların eşleri/zevceleri sizin annelerinizdir.
Burada önemli bir sorun çözülmüş oluyor. Bu da şudur. Bir bucak başkanının eşi, kocası öldükten sonra kendi bucağındaki kimselerle evlenemez. Onların anneleri durumundadır. Ama başka bucağa göçmek şartı ile evlenebilir. Bir dayanışmanın sorumlusu olanın eşi, o dayanışmanın sorumlusu ile evlenemez, ama başka dayanışmanın erkekleri ile evlenebilir. Bu akrabalık velayet akrabalığı olup köle-efendi arasındaki ilişkiye benzemektedir.
Bucak başkanı olanlar bucak başkanı oldukları zaman mallarını bucağın mufavada şirketine koyarlar. Ölünceye kadar malları orada kalır. Öldüklerinde, konan mallar doğrudan vârislere intikal eder. Kâr ve zarar ise bucak yönetimine kalır. Bu husus tüm bucaklar için geçerlidir. Merkez bucaklarının başkanları için de aynı hüküm geçerlidir.
Burada sorulacak bir soru vardır: İl merkez bucağının başkanlarının eşleri, merkez bucağının halkı ile evlenemez, ama ilçe bucağının halkı ile evlenebilir mi?
İlçe merkez bucaklarının halkı ile de evlenemez. Taşra bucaklarının halkı ile, asker olmayan halkı ile evlenemeyeceği hükmünü buradan çıkaramayız.
Demek ki bucak başkanları ile bucak mü’minleri arasında akrabalık doğmaktadır. Ama bucak mü’minleri arasında bir akrabalık doğmamaktadır.
Köleler hakkında aynı şeyi söyleyebiliriz. Kölelerden mü’min olanlar arasında aynı akrabalık sözkonusudur.
O halde, şimdi evliliği yasaklayan akrabalıkları yeniden sıralarsak:
- Neseb akrabalığı usul ile füruu içerir. Kardeşleri, kardeşlerin çocuklarını, usulün kardeşlerini de içerir.
- Sıhri akrabalık eşin yakınlarıdır. Akrabalıkta kadın erkek farkı yoktur.
- Süt kardeşler. Bunlarda biyolojik ve aynı yerde büyümeden doğan illet vardır.
- Dördüncü akrabalık ise velayet akrabalığıdır. Kölenin sahibi ile akraba olması veya başkanın bucak halkına akraba olması bunlardandır. Burada nebilerden bahsettiğine göre, dayanışma sorumluları ile ortakları arasında da aynı akrabalık doğacaktır.
وَأُولُو الْأَرْحَامِ
(Va EuLu eLEaRXAMı)
“Erhamlı olanlar.”
“Erham” “rahm”ın çoğuludur.
Türkçede akrabalığı neseb ile ifade eder, daha çok erkeklerle ilgili sayarız. Oysa Kur’an akrabalığı rahim dolayısıyla saymaktadır. Babanın babası ile arasındaki akrabalığı da yine doğumlu saymaktadır. Yani insanın babası ile olan akrabalığı yine annesi aracılığı ile olmaktadır. Rahim erkek ile kadın arasında ortak olduğu için babanın çocuğu annesi aracılığı ile olmaktadır. Bu kelimeden dolayıdır ki, anneyi ilkah eden erkek kişinin babası olmaktadır. Anasını reddeden bir kimse babasını da reddetmiş olur. Babasını reddeden kimse anasını reddetmiş olmaz.
“Ulu’l-erham” anne-baba ve onların anne ve babaları ve yukarıya doğru anne ve babalar ve çocuklar ve çocukların çocuklarıdır. Erkek ve kadın eşittir. Yakınlık derecesi eşittir. Baba da anne kadar yakındır. “Erham” kıyasla erkeğin yumurtalıklarını da içerir.
İkinci derecede akrabalar kardeşlerdir. Kardeşlerin çocukları ve anaların kardeşleri yer alır. Bunlarda da akrabalık doğum sayısına göre ayarlanır. Bunlar arasında evlenme haramdır. Birbirine vâris olurlar. Bundan uzak olanlarla evlenmek caizdir. Daha yakınları bulunmadığı takdirde kıyas yoluyla onlar da erhamın yerine geçerler.
بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ
(BaGWuHuM EaVLAv BaGWuHuM)
“Bazıları bazılarına daha evladır.”
Yani nebi nefislerinden daha yakındır.
Siyasi velayetin dışında bir de biyolojik velayet vardır. Bunlar doğuştan olan velayettir. Siyasi velayet değişebilir ama doğuştan olan velayet değişmez. İnsan babasını veya kardeşini değiştiremez. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te evlat edinme yoktur. Evlatlıktan çıkarma da yoktur. Ama insanlar birbirinin velileridir. Doğuştan dayanışma ortaklıklarına girerler. Usul ile füru arasında böyle doğuştan dayanışma vardır. Ayrıca kardeşler, yeğenler, dayı ve amcalar arasında da böyle doğal veli dayanışması vardır. Kısasta afv yetkisi vârislerden alınmış, bunun yerine vâris olmayan en yakınlısına verilmiştir. Böylece kısasla diyet arasında karar dengesi sağlanmıştır. Kur’an’da buna “min ehlihi” denmiştir.
Burada yine usulde sorun vardır. Kardeşleri vâris olunca ne olacaktır? İlletle bunların kısas isteme hakkına sahip olmaması gerekir. Bu âyetin “min ehlihi” hükmünün illeti ile sabit olur. Muhalefet mefhumu ile sabit olmuş olur. Kardeşler mirasçı olunca, kısas isteme yetkisinde amca çocuklarına intikal etmiş olur.
Baba varken dedenin kısas isteme hakkı var mıdır?
Baba varken de dede kısası affa çeviremez. Sebep, dede de oğluna binecek yükün hafiflemesini ister, bunun için afv tarafı olur. Yani kısasta sınır çizerken hikmetten yararlanılabilir. Çünkü burada illetin sınırı çiziliyor. İlletin illeti de hikmettir. Hikmet illet olamaz ama bir şeyi illet olarak kabul etmede hikmetin etkinliği vardır.
“Ba’duhum bi ba’d” demek, Türkçede birbirlerinin demektir.
فِي كِتَابِ اللَّهِ
(FIy KiTAVBi elLAHi)
“Allah’ın kitabında”
“Allah’ın kitabında” demek, Allah’ın değişmez kanunlarında demektir.
Haklar iki şekilde sabit olur. Bunlardan kimileri doğaldır. İnsanların yaratılışından beri vardır. Devlet olsun olmasın, mahkeme olsun olmasın, her zaman bu vardır. Bunlara doğal haklar diyoruz. Mesela yaşama hakkı herkesin doğal hakkıdır, yani akdî değildir. Hattâ kanunların verdiği haklardan da değildir. Doğal velinin velayeti başkanın velayeti gibidir. Birçok sahalarda doğal veli başkandan daha önce gelir. Mirasta önce erham gelir. Velayette de önce doğal veli gelir. Öyle ki, bir bucak başkanı bir kimseyi zorla hastahaneye koyabilir. Doğal veli koyabilir. Ne var ki ona itiraz edecek daha sonraki veli velayeti üstüne alarak yine koymayabilir. Hasta olan kimseye yapılacak tedavide hasta kendi lehine karar veremiyorsa hakemlerce hacredilir (kısıtlanır). Vâris olmayan yakın veli karar verir. Hakim karar vermez.
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
(MiNa eLMuEMiNIyNa)
“Mü’minlerden.”
Mü’minler dayanışma ortaklıklarını kuranlardır. Akdî yakınlık doğmuştur. Akdî yakınlardan daha yakındırlar. Yani fıtrî velayet akdî velayetten öncedir.
Bu hususta geçmişte şöyle farklılık olmuştur. Resul Medine’de dayanışma ortaklıklarını akdî değil fıtrî yapmıştır. Hazreti Ömer ise fıtrî olan dayanışma ortaklıklarını akdî dayanışmaya çevirmiştir. Komutanlara bir defter verdi. Buna “divan” denir. İsteyen istediği komutanın divanına yazılırdı. O onun âkilesine girerdi. Savaşa onunla giderdi. Diyeti o âkile öderdi.
Biz anayasada Hazreti Ömer’in bu uygulamasını benimsedik. Bu âyetten sonra anlaşılıyor ki, Hazreti Ömer’in uygulaması ve bizim şimdiye kadarki içtihadımız doğruymuş. Şöyle bir kademelendirme yapmamız gerekir. Eğer zarar azsa kişi kendisi tazmin etmelidir. Zarar biraz fazla ise kişinin kanunî yakınları tazmin etmeli; çoksa bucak, daha çoksa il, daha çoksa ülke, daha çoksa insanlıktaki dayanışma tazmin etmelidir. Hattâ şöyle hüküm getirebiliriz. Hafif diyetler failin akdî velileri tarafından tazmin edilir. Ağır diyetler ise failin akrabaları ve onların dayanışması tarafından karşılanır. Sonra kendisine rücu ederler. Kasden katleden kimse kısasa tâbi tutulur. Affedilirse diyete dönüşür. Diyet katilin kendi mallarından karşılanır. Karşılanamıyorsa akrabalık dayanışmasınca karşılanır. Kendisi ağır çalışmaya alınır. Elde edilen gelir diyeti ödeyenlere ödenir.
وَالْمُهَاجِرِينَ
(Va eLMuHaCiRIyNa)
“Ve muhacirlerden başka”
Burada muhacirler mü’minlere atfedilmiştir. Muhacirler ve mü’minler akdî akrabalardır. Bu sebeple “MiN” tekrar edilmemiştir. Yani akdî akrabalık fıtrî akrabalıktan sonra gelir.
Ülkemize hicret eden mü’min veya müslim yardım görür ama bunlar akrabalık seviyesine yükseltilemez. Hicret etmeyen kimselerle bizim akdî velayetimiz olmaz. Dayanışma ortaklıklarına ancak hicret edenler alınır.
Burada şu sonuç çıkar. Bir kimse iki ayrı yerin dayanışma ortaklıklarına giremez. Bir yerin dayanışma ortaklıklarında yer alabilir. Bir yerin dayanışma ortaklıklarına girebilmek için oranın sakini olmak, oraya hicret etmiş olmak gerekir. Muhacir olmayanlarla dayanışma ortaklıklarına doğrudan girilemez. İnsan kendi bucağında, kendi ilinde ve kendi devletinde dayanışma ortaklıklarına girebilir.
Burada öğrendiğimiz başka bir şey, müslimler de dayanışma ortaklıklarına girebilir. Çünkü “ve” harfi muhacirlerle mü’minleri ayrı saydı, “ve” harfi ile atfetti.
Muhacirler bir veli tarafından iskan edilirler. Kölelerin sahipleri vardır, onu vatandaş yaparlar. Muhacirlerin veli kardeşleri vardır, onları iskan ederler. Topluluk onlara görev verir, destek verir, onlar da onu yaparlar. Ama bunlar kardeş olmazlar. Evlilikte haramlık doğmadığı gibi mallarında da ortaklık yoktur.
إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ
(EilLAv EaN TaFGaLUv EiLAv EaVLiYAEiKuM)
“Sadece velilerinize yaptıklarınız müstesnadır.”
Yani asıl olan doğuştan olan velayettir. Fakat bunun bazı istisnaları vardır.
Dayanışma ortaklığı istisnalardandır. Dört çeşit dayanışma ortaklığı vardır; ilmî dayanışma, meslekî dayanışma, siyasî dayanışma ve dinî dayanışma ortaklıkları mevcuttur. Bazı konular bu dayanışma ortaklıklarına yüklenmiştir. Bunlar istisnai durumdur.
Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî ve kasden iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin eder.
Zarar büyüdükçe dayanışma ortaklığı genişler.
Görülüyor ki, asıl velayet Allah’ın kitabında yazılı olan fıtrî dayanışmadır. Ama bunlardan bazı konular istisna edilmiş, akdî dayanışmaya havale edilmiştir.
Resul zamanında akdî dayanışma yoktur ama demek ki Kur’an’da vardır. Hazreti Ömer’in yaptığı Kur’an’a dayanmaktadır. Biz de Kur’an’a dayanarak Hazreti Ömer’in içtihadına uyduk.
Burada bir değişiklik yapmış oluyoruz. Asabeye dayanan dayanışmaları da devreye sokuyoruz. Kasden iras edilen katillerin affı hâlinde ödenecek diyet asabe esasına dayanmıştır. Hattâ bu diyetler siyasi âkilesi tarafından değil, bütün topluluk tarafından ödenmelidir. Borç olarak verilmiş olmaktadır. Bucağın bütün halkı tarafından ödenmelidir.
Burada kasameye benzer durum ortaya çıkar. O zaman burada kasameye delil bulunmuş olur. Yani affedilen katilin diyeti verecek durumu yoksa bucak halkı paylaşarak öder. Malları vârislerine dağıtılır. Kendisi zorunlu çalışma sitesine alınır. Orada çalıştırılır ve gelirleri ona borç verenlere dağıtılır. Demek ki asıl olan diyetin ödenmesi, kasden cinayet yapanın cezasız kalmamasıdır.
Burada fiil masdarı “İlâ” ile gelmiştir, “Li” ile gelmemiştir. “Evliya” kelimesi “Küm”e izafe edilmiştir. “Yef’alu” değil de “Tef’alu” getirilmiştir. Çoğul yapılmıştır. Dayanışma ortaklıklarıyla ilgili hükümleri içermektedir. Sözleşmeye göre herkes kendine düşen payı verir. Dayanışma ortaklıklarında gaye, büyük zararın kişilere binip onların çökertmemesidir. Dayanışma ortaklığına verilecek ve dayanışma ortaklığı borcu kapatacaktır. Bu sebepledir ki “İlâ” denmiş, “Li” denmemiştir. Çünkü onlar vermiyor, onlar aracılığı ile veriliyor. Birlikte ödendiği için çoğul getirilmiştir. Yükümlülük mü’minlere ait olduğu için onlar muhatap alınmıştır.
مَعْرُوفًا
(MaGRUFan)
“Belirlenmiş olarak.”
Burada marife değil nekre gelmiştir. Ama maruf kelimesi getirilmiştir.
Bunun anlamı şudur ki; her dayanışma ortaklığı kendi sözleşmesini kendisi yapar. Bu sebeple nekredir. Ama her dayanışmanın tek sözleşmesi olacaktır, maruf olacaktır. Ancak o sözleşmede yer alan hususlarda dayanışma ortaklıklarının hükümleri uygulanır. Sözleşmelerde yer almayan hususlarda doğal velilik müesseseleri çalışır.
Burada istisna ile getirilmiştir. Dayanışma ortaklıklarının yetki ve görevleri kanunidir. Kıyas yapılarak genişletilemez. Sözleşmelerin hükümleri de kıyasla genişletilemez.
Bazı yerlerde “malum” denmekte, bazı yerlerde ise “maruf” denmekte, bazı yerlerde de “madut” denmektedir. Malumda icma şarttır. Marufta ise istişare yeterlidir demektir. Kıyasla yeni hüküm konamaz. Ama mevcut hüküm istişareyle tesbit edilir.
كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ
(KAvNa ÜAvLiKa Fıy eLKiTABi)
“Bu kitapta bulunmaktadır.”
Buradaki “Bu” işareti hükümlere gitmektedir. Yani maruf olan şey kitapta bulunmaktadır. Buradaki kitap dayanışma sözleşmesidir. Her dayanışma ortaklığı bir sözleşme yapar. Orada ortakların hak ve mükellefiyetleri, velilerin yetki ve mükellefiyetleri yazılı bulunmaktadır.
“el-Kitab”daki harfi tarif Kur’an’a da gidebilir. Ancak “mesturen” kelimesinin nekre olması, “maruf”un da nekre olması sebebiyle uygun olmaz. O halde kitapta mestur olan, dayanışma ortaklığında mestur olan anlamındadır. Bu ifade o zaman marufenin sıfatı olur.
“Zalike” marufeye giden zamir yerini alır.
Kur’an’ın çeşitli kitapları yazılacaktır:
- Kıraat Kitabı. Bilgisayar programında bir âyete bastığınızda, mütevatir olan yedi kırattan yedisi gelmelidir. Ayrıca on kıraat da yer alabilir. İcaz kıraatlere de işaret edilir.
- Sarf Kuralları Kitabı. Bilgisayar programında bir âyete basınca sarf ortaya çıkmalıdır.
- Lugat Kitapları. Kök ortaya çıkarılmalı, o kökten Kur’an’da geçen kelimeler bulunmalı. Sonra akraba kökler bulunacak, Arapça Lugat buna göre tertiplenecek. Latin harfleriyle kelimeler yazılacak ve ona göre kelimeler sıralanacaktır.
- Ondan sonra cümle yapısı ile ilgili kitaplar Meani, Beyan, Bediiyat ilimlerine göre tasnif olunacaktır.
Buna göre Kur’an’ın usulü sürekli olarak okunacaktır. O zaman anlaşılan mânâ uygulanacaktır. Eskilerin usulü geliştirilecek ve Kur’an yeniden anlaşılacaktır.
Bizim usulümüz budur, bizim mezhebimiz budur.
مَسْطُورًا (6)
(MaSOURan)
“Yazılı olarak.”
Üsküdar’da haftalık seminerlere başladığımız ilk yıllarda Burhan Erol ile bir konuda sözleşme yaptık, mutabık kaldık. Ertesi gün geldi ve vazgeçti. “Niye sözünden döndün?” dedim. Bana cevap verdi: “Ben imza koydum mu? İmza olmadan sözleşme olmaz.”
Onun bu sözü benim sorunumu çözdü.
Sözleşmenin tam olması için kimi meclisin dağılmasını, kimi karşılıklı tutuşturulan ellerinin çözülmesini gerekli görür. Görüşme esnasında rücu caizdir. Bu hususta fıkıh kitaplarında hükümler vardır. Ama delil yoktur.
Burhan Erol’un bu sözünden sonra sorunu çözdüm.
Mukavele ancak taraflar mukaveleyi imzaladıkları zaman kesinleşir. İmzalanıncaya kadar taraflar rücu edebilir. Nitekim bugün de birtakım akitlerin yazılı olması şartı vardır. Şifahi anlaşmalar bazı akitlerde geçerlidir.
İşte bu âyet bunun Kitap’ta mestur olduğunu bildiriyor.
Demek ki Kitap’ta mestur olmayanlar da vardır.
Kitab etmek, farz kılmak demektir. Mestur olması ise yazılı hukuk olması anlamındadır.
Bu âyet bize yazılı hukuku öğretmektedir. Yazılı olmayan kitap da olabilir demektir.
***
وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ
(Va EiÜ EaPaÜNAv MiNa elNaBiyYıNa)
“Hani nebilerden (misaklarını) almıştık.”
Burada nebiler erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. Bunlar aşağıda sayılan resullerden farklıdır. Onlar resullerdir. Nebiler, resul olmayan nebilerdir. Her resul nebidir, ama her nebi resul değildir. Bir bucakta bir resul bulunur, oysa nebilerin yerini alan alimler ise çoktur; on civarındadır. Bir dönemde bir bucakta birden fazla başkan olamaz. Ama dayanışma sorumluları çok olur.
“Biz ahzettik” diyor.
Bugün milletvekilleri ve başkanlar yemin etmektedirler...
Seçilecek kimseler yeminlerini yaparlar. Seçim pusulalarında yazarlar. Seçildiklerinde o yemini tekrar ederler. Yemin ederler ve yeminleri de kabul olunur. Mesela Türkiye 70 milyondur. Adaylığını koyanlar yemin metnini yazarlar. İnternette yayınlarlar. Halk da o metni beğenir, onlara vekalet verirse, Allah onların yeminlerini ahzetmiş olur; yani kabul etmiş olur.
Burada alınan yemindir.
“Ahzetmek” demek, halkın onun bu yeminini kabul etmesi demektir. Herkesin, velisi tarafından da olsa, oy verdiğini kabul edelim. 100 000 oyla evet denilenin yemini kabul edilmiş olur. Böylece o kadar kimsenin veya yarısının evet dediğini Allah kabul etmiş olur.
Burada ne getiriliyor?
Öneri getiriliyor ve öneriye evet deniyor.
O halde yeminin metnini partiler hazırlayacaklardır. Her parti kendi partisinin metnini sunacaktır. Oy verenler partiye oy vermiş olurlar. Partinin bir yemin metni olur.
مِيثَاقَهُمْ
(MIyÇaQaHuM)
“Misaklarını”
“Misak” tekil, “zamir” ise çoğuldur.
“El-Misak” denseydi bütün seçmenler aynı misaka oy vereceklerdi.
“Mevasikahum” denseydi, her adayın kendi misakı olacaktı.
Her partinin ayrı misakı olacaktır. Parti seçimde milletvekiline oy verirken o partinin misakına yemin etmiş olur. Partilerin programı ortaya çıkar. Bu misaktır, yani sözleşmedir; Allah ile yapılan sözleşmedir; halk ile yapılan sözleşmedir.
Artık parti o seçim döneminde programını değiştiremez.
Her yeni seçimde programını değiştirebilir.
İşte bu yemin şeklini parti Ramazan Bayramı’nda tesbit eder. Halk Kurban Bayramı’na kadar oy kullanır. Son yirmi günde de oylar tasnif edilmiş ve seçim kesinleşmiş olur.
Bağımsız milletvekilleri ise kendi yeminleri ile seçime girerler ve o yıl o yemine göre iş yapmış olurlar.
وَمِنْكَ
(Va MiNKa)
“Ve senden”
“Ahz” tekrar edilmemiştir. Bunun anlamı şudur. Bir defa oy verilip kabul edildikten sonra Allah’ın bu görevlendirmesi süreklidir.
Hazreti İbrahim peygamber bizim de peygamberimizdir. “Sen” diye hitap edilen Hazreti Muhammed değildir. Öyle olsaydı sonunda zikrederdi. Nebilerden sonra ve senden demekle kastedilen, şimdi bizim başımızda olan başkanımızdır.
Peki, o zaman bunların arasında Hazreti Muhammed bulunmaktadır. Doğrudur. Hazreti Muhammed’den misak ahzedilmiştir. Daha doğrusu her başkan Hazreti Muhammed’in halifesidir. Dolayısıyla onun adına ahzı kabul edilmektedir.
Burada “Ve Minke” denmemiş, hazfedilmiştir. “Minhum”un içine girebilir.
“Ben onlardan 100’er liralarını alacağım ve senden de.”
“Senden de” ifadesinden, senin yüz liranı da alacağım çıkabilir.
Nebilerden alınan misak başkadır, resullerden alınan misak başkadır. Yani milletvekilleri milletvekili olur ve seçim beyannamesini yayınlar. Bakan olduktan sonra bakanlık için beyanname yayınlarlar. Burada “senden de” diyerek ve ayrı “Ehaznâ” kullanmayarak, bakanların misakı meclisten olacağı hükmü konuyor. Burada peygamberlerin aynı zamanda nebi olacakları da böylece oluşuyor.
وَمِنْ نُوحٍ
(Va MiN NuXın)
“Ve Huh’tan”
Buradaki “MiN” zaidedir. Yani zamire atfedileceği zaman harficer tekrar edilir.
“MiNKe” kelimesi nebilere de eklenebilir, resullere de eklenebilir.
Tarihte ulu’l-azm dört peygamber gelmiştir. Birincisi Hazreti Nuh’tur. Hazreti Nuh Mezopotamya’da Sümerler arasından gelmiştir. İlk kentleşme orada başlamıştır. Yazı orada icat edilmiştir. İlk uygarlık orada gelmiştir. Hazreti İbrahim orada yetişmiştir.
Hazret Nuh’un yazılı kitabı yoktu. Ama yazılı hukuk orada doğmuştur.
وَإِبْرَاهِيمَ
(Va EiBRaHIyMa)
“Ve İbrahim”
Burada “MiN” tekrar edilmemiştir. Yani onlardan bir misak alınmıştır. Hazreti Nuh kendi kavminde ilk şeriatı getiren peygamberdir. Hazreti İbrahim ise bu şeriatı beşerileştirmiştir. Yani kavmî olanı bin sene sonra beşerileştirmiştir, ilmîleştirmiştir.
وَمُوسَى
(Va MUVSAv)
“Ve Musa”
Hazreti İbrahim Mekke devri ise, Hazreti Musa da Medine devrine tekabül eder.
وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ
(Va GIySa iBNi MaRYaM)
“Ve Meryem Oğlu İsa’dan.”
Bunları “MiN”siz atfetti. “MiNKe”yi ise “MiN”le atfetti.
Şûrâ Sûresi’nde de bu peygamberleri bu sıra üzerinde saymaktadır. Hazreti Nuh ve diğer peygamberler için “vessaynâ” kelimesini getirmektedir. Burada ise sadece “MiNKe” ile işaret etmektedir. “Meryem Oğlu İsa” olarak ifade etmektedir. Demek ki Hazreti İsa’dan misak alırken annesi de aralarında vardır.
Burada üç çeşit misak sözkonusudur. Hazreti Nuh’tan alınan misak, son nebiden alınan misak ve diğer peygamberlerden alınan misak.
Senden alınan misakı ortadan alarak içtihadı da eklemiştir. Hazreti Nuh peygamberin şeriatı da sözlere dayalı idi. Şeriat peygamberin içtihatlarından oluşuyordu. Bizim sünnet benzeri idi. Bu bakımdan onun yanında zikretti. Yazılı kitap gelmiş olması bakımından da Tevrat ve İncil’e yakındı.
وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا (7)
(Va EaPaÜNAv MıNHuM MIyÇAQan ĞaLIyZan)
“Ve onlardan galiz misak ahzettik.”
Burada “Ve” ile atfedilmiştir Sonra “Misak” nekre gelmiş, “Galiz” ile tavsif edilmiştir. Burada “KüM” değil de “HüM” getirilmiştir. O halde “HüM” zamiri bütününe şamil değildir, ya nebilere gitmektedir, yahut da resullere gitmektedir.
Biz bunu resullere göndermekteyiz. Çünkü daha yakındırlar.
Bu nedir?
Başkanların ve bakanların yaptığı yemindir; ikinci yemindir. Milletvekilleri bir yemin yazarak yayınlarlar ve halktan oy isterler. Sonra da seçilirlerse o sözleşmeye uygun olarak yasama görevini icra ederler. Sonra vezirler ve başkan da bir sözleşme yapar ve ona göre yemin ederek işe başlarlar.
İki çeşit misak olduğunu biliyoruz; yeminli ve yeminsiz misak.
Yeminli misaka galiz misak denmektedir.
İşte gramer ile usul arasındaki fark burada doğar. Usulde kelimeler özel mânâlar kazanırlar. “Misak” ve “galiz misak” gramer bakımından belli iki deyimdir. Ama aralarındaki fark belirsizdir. Galiz olmasının mânâsı belirsizdir. Onu biz belirli hâle getiririz.
“Erzurum” kelimesi belirsizdir ama kanun onu belirli hâle getirir. Erzurum kelimesinin haritada sınırları kanunla çizilmiş olur.
Şimdi biz bunları şöyle tarif ediyoruz.
Misak, söz vermektir.
Galiz misak ise yeminli söz vermektir.
Yeminsiz misakta zaruret oldukça verdiğin sözü yerine getirmezsin, bir cezası yoktur.
Halbuki yeminli söz vermede zor olsa da sözünü yerine getireceksin, yahut kefaretini vereceksin.
Biz böyle tarif ediyoruz. Siz farklı tarif getirebilirsiniz. Nitekim mezhepler de böyle doğar. Allah buna izin vermiştir. Herkes kendi içtihadı ile amel eder.
“MiNHuM”daki zamir Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gidiyor. Biz usve yoluyla bütün başkanlara ve bakanlara teşmil edebiliriz.
Burada tekil olmasından anlaşılmaktadır ki her bucağın ayrı misakı olacaktır. Bakanlar bu misakın üzerinde yemin edeceklerdir. Aslında başkanın yaptığı yemini yaparak işe başlarlar. Başkan seçilmeden önce böyle bir yemin yapar, bakanlar da onun yeminini tekrar ederler. Böylece icrada birlik oluşur. Nekre olması, her bucak başkanının farklı yemin yapmasıdır.
Demek ki, seçilmek isteyen kimse bir sözleşme yapar ve seçenlere arz eder. Sıralama usulü ve kabul yoluyla kişi seçilir. Sonra kürsüye gelir ve yeminini yaparak işe başlar.
“Galiz Misak”ın mânâsı bu olabilir. Yani milletvekilleri de galiz yemin yaparlar. Milletvekilleri kendi yeminlerini tekrar ederler. Bakanlar ise başkanın yeminini tekrar ederler.
Bölge yönetimleri devlet başkanlarının, ilçe yöneticileri il başkanlarının, semt yöneticileri bucak başkanlarının yeminlerini tekrar ederler. Yeminle yönetimde birliği sağlarlar. Milletvekilleri yemin etmezler, sadece söz verirler. Böylece de içtihatları değiştiğinde yeni içtihada göre oy kullanırlar. Oysa bakan ve başkanlar yeminle söz verdikleri için onlar istifa ederler. İçtihatlarına göre değil, misaklarına göre amel ederler.
***
لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ
(Li YaSEaLa elÖaDiQIyNa)
“Sadıklardan sual etsin diye.”
Yukarıda misak alınmış, burada o misaka sadık olanlardan sıdkları sual olunsun denmiştir. “Sual etmek” sormak veya talep etmek anlamına gelir. Misakta yaptıkları tazminat taatleri, istensin diye onlardan misak almıştır.
İsteyen kimdir?
Allah.
O’nun halifesi olan kamu/devlet isteyecektir.
Bu sebeple diyetleri toplayıp mağdura teslim etmek görevi devlete aittir. Tahsil edemezse kendisi tazmin eder.
“Sadıklar” burada harfi tarifle getirilmiştir. Mallarından sadaka al, kadınlara sadukalarını verin âyetlerinde geçen sadakadır, burada verilenler. Diyete katılma da sadakadır. Ortakların birbirlerine olan sadakatlarını belirlemiş olur. Ortak kendisine düşen dayanışma payını ödemediği zaman sorulur. Bu takdirde suale ikinci mânâ sorması için olmuş olur. Bu sorgulama hakemler tarafından yapılır.
عَنْ صِدْقِهِمْ
(GaN ÖıDQıHıM)
“Sıdklarından sual etsin diye.”
“Sıdk” kelimesi müfreddir, masdardır. Bununla beraber dayanışma ortaklıkları müteselsilen kefil oldukları için birinin yapmaması hâlinde onun yükümlülüğünü de yüklenmiş olurlar, bölüşerek öderler. Ödemeyen dayanışmadan çıkarılmış olur. Bunlara ayrı site yapılır. O sitede askeri yönetim olur. Ödemedikleri borçlar için iflas hükümleri uygulanır. Acziyetten dolayı ödemiyorsa, bedenen de çalışamıyorsa, o muaf tutulur. Bu hususta kararı hakemler verirler. Onun için “Yes’ele”nin faili “Allah” kılınmıştır. Zekâta ve mihre uygulanan hükümler bunlara da uygulanır. Kelimenin aynı kökten gelmesi de illetin belirlenmesinde rol oynar.
Demek ki dayanışmadan gelen yükümlülük üzerinde cebri icra uygulanmaz. Borçlunun borcunu ödememesi hükümleri uygulanır. Âkileden çıkarılır. Siyasî veya ilmî âkileden çıkarılanlar o bucakta yaşayamazlar. O bucağı terk etmezlerse, zorunlu ikamet bucaklarına sürülürler.
وَأَعَدَّ
(Va EaGadDa)
“Ve i’dad etmiştir.”
“Eadde” hazırladı anlamındadır.
Bu âyetle güçleri yettiği halde diyete iştirak mükellefiyetlerini yerine getirmeyen veya çalışarak ödemeyenler, zorunlu çalışma sitelerine sürülerek orada askerî metotla çalıştırılırlar. Bunlar için özel site hazırlanır. Site devlet içinde hazırlanır. Devletin kuruluşunda, planlamasında bu siteler vardır. Bölgelerde vardır. İnfaz sitelerinin ilçede veya bölgede olması gerekir. İlçelerde böyle bir site oluşturma büyüklük bakımından yeterli değildir. Bu sitenin bucak olması gerekir. Yoksa bağımsız site olamaz. Bu da ancak bölgedir.
İşte bu belirleme istihsandır. İnsan aklı tereddütsüz bunu belirler.
لِلْكَافِرِينَ
(LiLKAFiRIyNa)
“Kâfirler için”
“Kâfirler” cizye vermeyen kimselerdir. Hakem kararlarına uyuyor ama cizye vermiyorlarsa, bunlara “kâfir” diyoruz. Hakem kararlarına uymayanlar ise müşriktirler. Müşriklere ülkemizde hayat hakkı tanımayız. Mü’min olanlardan diyetlerindeki payları ödemeyenler de kâfirler gibidir. Cizye vermeyenlere ne muamele yapılırsa diyet ödemeyenlere de aynı ceza verilir. Bunun için bölgelerde sürgün siteleri yapılır, oraya gönderilir ve askeri usulle orada idare edilirler. Çalışmayanlar darbedilir.
“Kâfirler” burada kurallı erkek çoğulla getirilmiştir. Demek ki bunlar bir bucak seviyesinde bir yerde toplanacaklardır. Bu bucaklar hakemler yoluyla değil, hâkimler yoluyla yargılanacaklardır.
عَذَابًا أَلِيمًا (8)
(GaÜABan EaLIyMan)
“Elim bir azab.”
“Elim bir azab” denmektedir. Sürgün sitelerinde değişik semtlerde değişik azab şekilleri uygulanabilir. Farklı askeri metot uygulanır. Buraya cizye vermeyenler de, diyet ödemeyenler de sürülür. Ancak askeri yönetim farklı seviyede olabilir. Bu hususta maslahat ne ise ona göre hükümler konur demektir.
“Azab” kelimesi Kur’an’da değişik yerlerde geçmektedir. Azap bu dünya için infaz şeklidir. “Adil Düzen” gelip siteler kurulduktan sonra sorunlar ortaya çıkacaktır.
İşte bu şekilde azap âyetlerinin okunup içtihatların yapılması gerekir. Bizim içtihatlarımız yeterli değildir. Kur’an’da geçen kelimelere siz hayatta karşılık bulacaksınız. Sonra Kur’an’da baştan sonuna kadar o kelime üzerinde o mânâsı ile duracaksınız. Hükümler bu şekilde ortaya çıkar. Sorun kelimelerin o konularda karşılığını bulmadır.
Kur’an’ın yorumunu ne üzerinden yapıyorsan, matematik üzerinde çalışıyorsan, orada da azabı elim vardır. Ne olduğunu bilebilmek için matematikçinin matematik kavramlarından birine koyması ve çalışması gerekir.
İnsanlık Kur’an’ı işte böyle ele alacak ve yeni uygarlıkları kuracaktır.