***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17)
قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)
قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ
(QaD YaGLaMU elLAHu)
“Allah ilm etmektedir.”
“GaD” fiil-i maziye geldiğinde onu hâle yaklaştırır. “Cae/geldi” dediğiniz zaman, geçmişte geldiğini ifade etmiş olur. Ama “Kad Cae” dediğinizde, geldi ve buradadır anlamı çıkar. Geçmişten hâle yaklaştırmaktadır. Türkçede “gelmiştir” dediğimizde, “kad cae”nin anlamını vermiş oluruz. Muzarinin başına gelince dilciler bazen mânâsını vermişlerdir.
Bu mânâyı verecek olursak, burada Allah bazen biliyor anlamını vermiş oluruz. Bu mânânın hatalı olduğunda kuşku yoktur. O halde “KaD” kelimesi mazide ne mânâ taşıyorsa, muzaride de o mânâyı taşımaktadır.
“KaD” kelimesi “KâNe”nin değişmiş şeklidir. Fiilleri hâle çeker. Maziye gelirse, mazide olan olayın hâlen devam ettiğini ifade eder. Muzaride olursa, muzaride de gelecek zamanını hâle çeker. Yani şimdi olmaktadır ve gelecekte de olacaktır.
“Allah bilmektedir” veya “Allah biliyor” anlamları çıkmaktadır.
“Allah biliyor” dediğiniz zaman, topluluk da bilir anlamı çıkar.
Tarihî olaylar er veya geç ortaya çıkar. Gizli yapılan işler bir yerden sonra bilinir hâle gelir. Yapanlar öyle hatalar işler ve belgeler bırakırlar ki, ileride onlar bilinecektir.
Sivas olaylarını tertip eden CIA ile işbirliği yapan o zamanki MİT idi. Bütün mesele Sünniler ile Alevilerin arasını açmaktı. Olayı tertipliyorlar ve sonunda tertipleyenler olayı Sünnilere atıyorlardı. CIA sözcüleri de bunu ağızlarına sakız yapıyorlardı.
Ama sonra ne oldu?
Bunun tertip olduğu Ergenekon olaylarında ortaya çıktı.
Oysa biz daha o gün bunun böyle olduğunu bilmekteydik.
“KaD” “İnNe” mânâsına da gelir. İsim cümlelerinde “İnne”, fiil cümlelerinde “Kad” getirilir. Fiil-i muzari olarak kullanılması, olayların toplulukta ortaya çıkacağı şeklinde ifade edilmektedir. Yani Allah bilecektir demek, insanlık bilecektir demektir. Bu şekliyle “Kad”, “Se” ve “Sevfe” anlamlarına da gelebilir.
Kur’an’ı anlamamız için daha çok çalışmamız gerekmektedir.
الْمُعَوِّقِين مِنْكُمْ
(eLMuGavVıQIyNa MiNKuM)
“Sizden muavvikin olanlar.”
“AVK” arazideki çıkıntı demektir. Geri çeviren, yansıtan anlamındadır.
“Avk etmek” çağırmak demektir. Olayları başka türlü göstermektir. Toplulukta olayı başkasına yıkma demektir. Kendileri yapar, sonra onu başkasına atarlar. O anda insanlar suçlu olmayanı suçlu, kötü olmayanı kötü görürler.
Zamanla bu çarpıtmalar ortaya çıkar. Kimlerin bu çarpıtmaları ne amaçla yaptıkları anlaşılır. Allah onları açığa çıkarır. Topluluk ve insanlık bunları kolayca anlar.
Amerika’daki sömürü sermayesi, Amerikan tekel sermayesi, ABD’den taşınma kararını almıştır. Bunu sağlamak için Amerika’da Yahudilerin kötü durumda olduklarını anlatacak ve onları oradan taşınmaya zorlayacaktır.
Kuleleri kendileri yıktılar... Bunu da Müslümanlara yükleyerek, Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine vurdurmak istediler...
Ama sonuç ne oldu?
Amerikan halkı Obama’yı devlet başkanı yaptı.
Karikatür olayı veya Papa’nın bir konferansını çarpıtarak Müslümanlarla Hıristiyanları boğuşturmak istediler.
Papa ne yaptı?
Sultan Ahmet Camii’nde dua ederek onların oyunlarını ortaya çıkardı.
Yirminci yüzyıl bu tür çarpıtmalarla doludur.
Bunları kurallı erkek çoğulla getirdiğine göre, bu oyunları oynayanlar her zaman bir topluluktur. Harfi tarifle getirilmiştir. Kimlerin olduğu bellidir. Ama çarpıtma belli değildir. Değişik yerlerde değişik şekilde çarpıtırlar.
وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ
(Va eLQAEiLIyNa LiEiPVANıHıM)
“Ve kardeşlerine şöyle diyenler. Kardeşlerine şöyle dediler.”
Muavvık olanların bir de kardeşleri vardır. Bunlar kimlerdir?
Bunlar olayı tertip edenler değildir. Ama olayı çarpıtanlardır.
Kuleleri kendileri yıktılar. Sonra onların kardeşleri olan basın ve yayın bile bile olayları çarpıtmışlardır. Susurluk olayında da böyle çarpıtmalar olmuştur.
Bugünkü Ergenekon olaylarında kim bilir suçu kimler işledi, ama yargılananlar kimlerdir? Madımak olayları da böyledir. Olayları iyi bilmemiz gerekir. Hep böyle tertipler yapılır. 31 Mart Vakası böyledir. İzmir Suikastı da böyledir.
Tertip edenlerin kardeşleri bu gibi olayları basın yoluyla, yayın yoluyla, şehadet yoluyla desteklerler. Onlar bu kardeşlerine işaret verirler ve onlar da koro hâlinde hareket ederler. O günkü olayları istedikleri istikamette yürütürler.
Ama sonra bütün bu olayların iç yüzü ortaya çıkar.
İki asırdır insanlık böyle aldatmacalarla kandırılmaktadır.
Ama şimdi hadiseler anlaşılır hâle gelmiştir. Allah onların yaptıklarını bilir olmuştur.
İleride çok daha açık ve net olarak bilinecektir. Adil yargılama ve soruşturma müesseseleri kurulacaktır. Hakemlerden oluşan mahkemenin kararlarına kimsenin kuşkusu kalmayacaktır. Muavvıkların yaptıkları bir bir ortaya çıkacaktır.
Ermeniler Türklere karşı soykırım yapmaya kalkıştılar. Şimdi ‘Türkler soykırım yaptılar’ diye avk yapmaktadırlar. Gelecekte bunların hepsi aydınlanacaktır. Türkiye’de o dönemde soykırım yapanlar varsa, onlar Batıcı Jön Türklerdir. Onlara casus ve provokatör olarak o kötülükleri yaptırdılar, şimdi bizi suçluyorlar!
هَلُمَّ إِلَيْنَا
(HaLumMa EiLaYNAv)
“Bize helm edin.”
“HeLM” lehim kelimesine akrabadır. Yapışmak, bitişmek anlamındadır. Bize eklenin, bize katılın demektir. Tertipler yapanlardır.
Bunlar tekel sömürü sermayesinin gizli kapaklı örgütü Masonlardır. Tertipler bunların karargahlarında oluşur. ABD’deki sömürü sermayesi merkezdir. Değişik ülkelerde onların teşkilatı olmalıdır. Onlar Masonlardır. Onların kardeşleri de oluşturdukları dışa bağımlı basındır, medyadır. Böyle tertipler yapar, sonra onu basın ve yayın yoluyla yaygara ederler. Tertipten sonra basın ve yayın kardeşlerine; haydi, siz de kampanyamıza katılın derler.
Kuveyt’e Saddam’ı saldırtmış, sonra da küçücük devleti koruyacağız diye Irak’ı işgal etmişlerdir. Basın bunu günlerce aynı terane ile işler. 28 Şubat günlerinde Müslim Gündüz, Ali Kalkancı olaylarında basın ve yayının neler yaptığını gördünüz.
İşte bunlar onların kardeşleridir. Kur’an bize bu olayları çok açık bir şekilde anlatmaktadır, bunların ortaya çıkacağını bildirmektedir.
“Aşk yok meşk yok” ifşaatı âyetin bir tezahürüdür. Olay cereyan ettiği zaman hemen hükme varmamak gerekir. Basın çok sinsi şekilde işler. Şimdi bir iftira yapar. On sene sonra o iftirayı kullanmaya devam eder. Halkımızı böyle kandırırlar.
Son yaptıkları iş, ordu ile AK Parti’yi birbirine düşürmek olmuştur.
- Dolarları akıtarak Ergenekon olaylarınu tertip ettiler.
- Tüm belgeler ellerinde olduğu için onları polise ve savcılığa verdiler.
- Polis ve savcılar harekete geçti. Böylece askerlerle siviller arasında savaş başladı.
- Komutanlar muhakemeye izin vermezse basın orduya saldıracak ve halkın nazarında sıfırlanacaktı. Ordu bunların muhakemesine izin verdi. Ama denetimini bırakmadı.
- Sanki Ergenekon davasını AK Partililer açmış gibi kardeşleri harekete geçti ve AK Partililer Türk ordusuna karşı kahraman yapıldı. Düşüncesiz AK Partililer dolduruşa geldiler ve asker düşmanı kesildiler.
- Tabii ki, AK Partililer askerlere düşman kesilince, askerler de AK Partililere düşman kesildiler.
- Şimdi ne durumdayız? Alt kademe AK Partililerle askerler arasında büyük gerginlik vardır. Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakanlık arasında ise dostluk mevcuttur.
- Böylece ordu komutanlara, AK Partililer de parti yöneticilerine karşı kışkırtılmaktadır. Hedeflerine doğru gitmektedirler. Neler olacak?..
وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ
(Va Lav YaETUvNa eLBAESa)
“Ba’se ety edemezler.”
“Ba’s” kötülük demektir.
Hedefleri nedir?
Hedefleri ordu ile AK Parti’nin arasını açmaktır. Böylece milleti ordudan, orduyu da milletten uzaklaştırarak Türkiye devletini teslim almaktır.
Lozan gizli maddeleri arasında Mustafa Kemal’e kabul ettirilen inkılapların gayesi de buydu. Devlet inkılapları yapacak, halk devletten ve ordudan soğuyacak, aralarında kavga başlayacak, 1997’de Anadolu’yu İsrail devleti teslim alacaktı. İnkılapları yapanlar ve yaptıranlar başkalarıydı; ama Türk ordusu yapıyormuş havası içinde takdim ettiler. Hedeflerine ulaşamadılar. Türk milleti sabretti. Önce inkılaplar karşısında sabırla durdu. Sonra demokrasiyi getirdi. Sonra Millî Selâmet Partisi’ni iktidar etti. Sonra Erbakan’ı başbakan yaptı. Şimdi de anayasa ekseriyeti ile İslâmî düşüncede olan bir parti iktidardadır.
Amerika’da yıkılan kuleler Hıristiyanlarla Müslümanları ne kadar boğuşturdu?
Müslim Gündüz düzmece hikâyesi Türk milletine ne kadar zarar verdi?
Sivas olayları Alevilerle Sünnileri ne kadar savaştırdı?
Evet, bu âyet diyor ki; böyle avk edenler başaramazlar, kötülükler yapamazlar.
“Etâ” kelimesi lazım bir fiildir. Ama bazen müteaddi olur. Burada mef’ul aldığına göre müteaddi olmuştur.
“Etâ” gelmek veya varmak demektir. Be’se varamazlar, kötülüğe ulaşamazlar demektir. Kötülüğü yapamazlar demiyor da, kötülüğe varamazlar diyor. Yani hiç yapamayacak değil. Çalışacaklar ama hedeflerine ulaşamayacaklardır.
“Lâ Yaktadiruna” demiyor da, “Lâ ya’tuna’l-be’se” diyor.
إِلَّا قَلِيلًا (18)
(EilLAv QaLIyLan)
“Kalil müstesna.”
Burada istisna edilen kalil nedir?
Az bir kötülük yaparlar anlamında olabildiği gibi;
Az bir zamanda kötülük yapabilirler anlamında gelmiş olur.
Türk milletine inkılaplarla zarar verdiler.
Bu zarar ne gibi bir zarar olmuştur?
CHP, ciddi devlet anlayışına sahip bir partidir. Türk devletinin bağımsızlığı için büyük çaba sarf etmiştir. İstiklâl Savaşı’nda siyasi zafer kazanılmış, ondan sonra ekonomik zafer için kollar sıvanmıştır. Osmanlılardan kalma dış borçlar tasfiye edilmiş, yabancı sermaye ülkeden çıkarılmıştır. 1950’lerde Türkiye artık hamleler yapma durumuna gelmiştir. Şayet millî ekonomiye devam etseydi, iktisadi devlet kurallarıyla hareket gösterseydi, on sene içinde Türkiye de Almanya ve Japonya gibi kalkınmış ülke hâline gelirdi. Çünkü teknoloji transfer edilmişti. Halk sanayi için eğitilmişti. Ülke bakir kaynaklara sahipti. Bir tane örnek makineyi aldığımız zaman onu imal edecek hâle gelmiştik.
Ancak, halk inkılaplardan dolayı CHP’ye dargındı. Eline fırsat geçer geçmez CHP’den uzaklaşıp yılana sarıldı. Demokrat Parti’yi Batı kurdurmuştu. Dinsiz kalmak şartı ile Türkiye yeniden borçlanacak, yeniden yabancı tekel sermayenin sömürü alanı hâline gelecek ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yarım asır sonra yıkılacaktı. Buralar İsrail imparatorluğunun sömürge alanı olacaktı.
İşte, bugün beş yüz milyar dolara varan borcunuz bu devrin hediyesidir.
Ne var ki, hedeflerine ulaşamadılar.
Başbakan Adnan Menderes’i astılar ama Menderesler bitmedi.
Türkiye’yi dinsizleştiremediler, devletimizi yıkamadılar.
Tam tersine, Türkiye “Adil Düzen”i ortaya koydu.
Şimdi büyük hamle yapmaktadır. AK Parti ile orduyu birbirine kavga ettiremeyecekler. Ettirseler bile, hatta cumhuriyetimizi yıksalar bile; bize az zarar verirler, biz yeniden II. cumhuriyetimizi kurarız. Bu sebepledir ki biz korku içinde değiliz. Az kötülükler gelse bile, sonunda zafer bizim olacaktır. Tarihte hep böyle olmuştur.
***
أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ
(EaŞixXaTan GaLaYKuM)
“Sizin üzerinize haşyet ederek.”
“Eşihha” hâldir. “Ye’tûne”deki çoğul zamirinin hâlidir. Onun için “t”li gelmiştir. Çoğulun hâli müennes gelir. “Şıhha” belli bir duyguyu ifade eder. Hasetten farklıdır. Hasetten emin olmasını isterler. Başkalarının olmaması için cimrilik yaparlar.
Batı ve Batı’nın yandaşları bugün dünyayı sömürmektedirler. Sömürülerin devam etmesi için kendileri dışında başka ülkelerin sanayileşmemesi ve zenginleşmemesi için sistemler oluşturmuşlardır. Faiz meşrulaştırılmış, bankalar kurulmuştur. Kendilerinin dışında hiçbir üretimin para üretmemesi gerekir. IMF sistemi ile tüm bankalar ABD dolarının denetimine alınmıştır. ABD Merkez Bankası da sömürü sermayesinin denetimindedir. Böylece tüm dünya borçlu, yoksul ve teknikte geri bırakılarak kendi sömürülerini sürdürmek istemektedir. Onların olmasın ki bizim sömürümüz devam etsin diyorlar.
Tevhidi Tedrisat Kanunu budur. Halk böylece cahil bırakılacaktır. Resmi tedrisat taklitçi olur. Önde gidenleri en erken bir asır arkadan takip eder. Hiçbir işe yaramadığı için de okullar insanları hayattan koparan ve sadece kuru diploma veren müessesesler olur. Bizim üniversitelerimiz ya bir asır gerideki Avrupa’yı ezberletmektedir, ya da bin yıl geriden İslâmiyet’i ezberletmektedir. Böylece İslâm âlemi cahil bırakılarak sermaye sömürüsüne devam edilmektedir.
Bu durum, Lozan gizli anlaşmalarının gereği olarak Batı’nın eşıhha olarak dayatmasıdır. Meslek okullarının önü kapatılmıştır ki Türkler sanayii öğrenmesinler. Bunu da İmam Hatip okullarını meslek okulu hâline getirerek orduyu onunla kandırmışlardır.
Ne kadar zarar vermişler?
Az bir şey zarar vermişlerdir.
Basın-yayın ellerinde olduğu için gerçekleri halktan saklamaktadırlar. Kardeşlerine böyle yaptırmaktadırlar. Din bir meslek değildir, inanç ve genel kültürdür. Meslek olsa bile, sadece onu yasaklarsın. Ama onlar öyle yapmadılar, tüm meslek okullarının önünü kapatarak sanayileşmemize darbe vurdular. Zararları fazla olmadı. Az oldu. Geri bırakmalar kısa zaman devam etti. Şimdi sadece Türkiye değil, bütün dünya sanayileşiyor.
فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ
(Fa EiÜAv CAvEa eLPaVFu)
“Havf geldiğinde.”
“Hafet” arıcıların taktıkları maske veya giydikleri hırkadır.
“Havf etmek” arı maskesini giymek demek olur. Yani korku ile tedbir almak anlamına gelir. Yahut korkudan maske rengine dönüşmek, sarmak demektir.
“Havf gelince” deniyor. Kime geldiği söylenmiyor. Korkulu anlar gelince anlamı çıkabilir. Tehlikeli anlarda insanlar korku geldiğinde sığınacak yer ararlar. Gözler sana döner.
Yukarıdaki “Eşıhha” kelimesinin “Fa” ile izahından; bu korkulu anlar mü’minlere geldiğinde, mü’minler tehlikeye girdiklerinde mânâsı çıkar.
Hendek Savaşı’nda mü’minler için korkulu anlar gelmişti. Tüm Arabistan Mekkelilere katılmış, herkes istemeye istemeye onların yanında yer almıştı. Çünkü zafer kazanıldıktan sonra katılmayanların halleri kötü olurdu. Madem ki herkes katılmıştır, herkes kendilerinin de savaş içinde olma zorunluluğunda hissetmişti.
Bu olay tüm Arabistan’ı tehlike karşısında birleştirme ruhuna ulaştırmıştı. Arabistan artık kabileler yığını olmaktan çıkıyor, tek bir ulus olma yolunda adım atıyordu.
Gerçekten ne olmuş?
Hendek Savaşı’ndan sonra halk Mekkelilerden ümidini kesmiş ama dağılmamış, Medinelilerin etrafında toplanmayı tasarlamaya başlamıştı. Nitekim Mekke Fethi’nden sonra fevc fevc Medine’nin etrafında toplanmaya başlamışlardı. Bu sefer kuvvetli gördükleri Medinelilerin etrafında yer almaktan uzak kalmak istemiyorlardı. Bir iki sene içinde tüm Arabistan Medine Devleti’nin emrine girmiştir.
رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ
(RaEaYTaHuM YaNJuRUvNa EiLaYKa)
“Onları sana bakarken görürsün”
Fitne sokmak, halkı birbirine düşürmek amacıyla tertipler yapanlar az bir zarar vermenin arkasından yaptıklarını görünce, tertiplerinin sonuç vermeyip yaptıklarının ortaya çıkması ile onlar için korku anları gelince, acaba şimdi bize ne yapacaklar diye düşünmeye başlayınca anlamındadır. Buradan anlıyoruz ki, gelen korku onlara gelen korkudur.
Geçmişte olanlardan asıl suçlu kimlerdir?
Tarihte neler oldu?
Başbakan Adnan Menderes Türkiye’yi borçlandırıp altyapısını yapacaktı. Ama Türkiye’yi kalkındırmayacaktı. Oysa Menderes sadece altyapı yapmakla yetinmedi, Türkiye kalkınmaya başladı. 1954’de kredileri kestiler. Menderes, Cumhuriyet Halk Partisi’nin biriktirdiği altınları sattı ve sanayileşmeye devam etti. Altınlar bitince de karşılıksız para çıkardı ve kalkınmaya devam ettirdi. Bunun üzerine ihtilâl yaptılar ve onu astılar.
Halk kısa zaman sonra DP’nin devamı gibi Adalet Partisi’ni başa getirdi. Böylece az bir zarar verdiler. CHP ve MSP koalisyonu oldu, sol-sağ çatışması sona erdi.
28 Şubat’ı da Türkiye’ye son darbeyi vurup yıkmak amacı ile yaptılar. Beş sene sonra Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
İşte o kalil be’sin peşinden onların korkuya kapıldığını görürsün. Korku içinde sana nazar ederler. Sen ne yapacaksın, onları nasıl cezalandıracaksın diye korkar olurlar.
Yahudiler ihanetten sonra aynı korku içine düşmüşlerdir. Bu sefer korkak gözlerle nazar etmişlerdir. Bu korku ve dehşet İstiklâl Savaşı’ndan sonra Rum ve Ermeniler için sözkonusu olmuştur. Medine Yahudileri gibi Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Onlar, müstevlilerin siyasi emelleriyle menfaatlerini tevhit etmiş, çıkarlarını onlarla birleştirmişlerdir. İstiklâl Savaşı’nda Rum ve Ermeniler akıbetleri Medine Yahudileri gibi olmuştur. Sağ kalanlar Türkiye’yi terk edip gitmişlerdir.
Bugün AK Parti ve ordu çatışmasını tezgahlayanların akıbeti de onlar gibi olacaktır.
تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ
(TaDUvRu EaGYuNuHUM)
“Aynları devreder. Gözleri döner.”
Gözlerde bir başkalık meydana gelir. Bir tarafa dönüp hareketsiz olur. Çevreyi görmez hâle gelir. “Gözleri döndü” tabirini kullanmaktayız. İnsan kızdığı zaman artık gözleri görmez olur. Cesaretlenerek saldırır. İnsan korktuğu zaman da aynı olayla karşılaşır.
Ölen insanın da ölmeden önce gözleri devreder. İki göz aynı yere odaklanmaz. Ölenin bu çirkin durumu ortadan kalksın diye ölünün gözlerini kapatırlar.
Kur’an burada aynı zamanda gözlerin bu tür refleks davranışlarını da anlatmaktadır. Böyle durumlarda insan artık görerek değil de, içgüdü ile hareket etmeye başlar. Refleks dediğimiz hareketler olur. Mekke fethedildiği zaman da Mekkeliler aynı korku içine düşmüşler ama koktukları başlarına gelmemiştir.
Türkiye’de de, aynı şekilde geçmiş yıllarda yaptıklarını hatırlayarak, Millî Görüş hükümetleri iktidar olunca korkuya düşmüşler, gözleri dönmeye başlamıştır. Ama korktukları başlarına gelmemiştir. Bu sadece Millî Görüş iktidarının zafiyetinden ileri gelmemektedir. Zor kullanırsanız sonra onlar birleşir ve size saldırırlar. Ama güçlü olduğunuz halde siz baskı yapmazsanız yavaş yavaş size alışırlar, bir gün korkuları geçer ve sizin yanınızda yer alırlar.
كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ
(Ka elLaÜIy YuĞŞAy GaLaYHi MıNa eLMaVTi)
“Üzerine mevtten ğaşy edilen kimse gibi gözleri döner.”
Buradaki “Ellezî” “Lam”ı cins içindir. Yani böyle olan kimsenin gözleri nasıl olursa, korkanın gözleri de öyle olur demektir.
Ölüm nedir?
Ölüm, araba şoförünün arabayı terk etmesi demektir. Artık bedenin ruhla ilişkisi kesilir. İnsan ölmüştür. Ama bedende ölüm her tarafa yayılmış değildir. Nefes almasının durması ölüm olarak kabul edilir. Çünkü nefes almayınca kan temizlenmez ve sonunda insan kısa zamanda ölür. Nabzın atıp atmaması ile de kontrol yapılmaktadır. Kan dolaşımının durması ölümü getirir. Suni teneffüsle insanlar tekrar canlandırılmaktadır.
Beden ruh ile irtibata geçmektedir. Ruh uyurken de bedenden uzaklaşmaktadır. Rüyada veya ayıkken derhal faaliyete geçmektedir. Ruhun bedenle ilişkisi kesildiğinde gözlerde değişme olmaktadır. Dolayısıyla insanın öldüğü gözlerdeki durumdan da anlaşılmaktadır.
“Aleyhi”deki zamir “Ellezi”ye gitmektedir. Ölüm esnasında bir perde oluşmakta ve gözler ışığın nerden geldiğini algılayamamaktadır. Dolayısıyla iki göz arasında uyum belli yöne yönelip hareket etme kabiliyetini kaybetmektedir. Her göz kendi duruşuna geçmektedir. Dolayısıyla görenler öldüğünü anlamaktadırlar. “El-Mevt”teki harfi tarif cins içindir. “Min” ise ölüm örtüsü mânâsına gelir ki, tebyini cins içindir.
فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ
(Fa EiÜAv ÜaHaBa eLPaVFu)
“Havf zihab edince.”
Buradaki “havf” marifedir. Yukarıdaki havf gidince, yani gelen havf gidince. Müslümanların zafer kazanmasıyla birden onlara havf gelir, korkularından gözleri döner. Sonra olanlar olur. Barışı yeniden tesis eder. Adil Düzen yönetimi yerleşir. Eski yaptıklarının bir kısmının cezasını çekerler, bir kısmı da afv olur. Normal hayata dönülmüş olur.
Siyasette böyle çalkantılar olmaktadır. Belli bir ekip iktidar olur. Karşı tarafa yapacaklarını yapar. Halk yeni iktidara uyar. Örnek olarak Sovyetlerde iktidar olunmuş ve karşı gelen milyonlarca insan öldürülmüş. Sonra Stalin ölmüş, yerine gelenler onun gibi olmamışlardı. Herkes yavaş yavaş sosyalizme alışmıştı. Sonra Gorbaçov ihtilali olmuş, karşı devrim korku salmış, Lenin heykelleri yıkılmıştı. Irak’ta Saddam için aynı şeyler yapılmıştı. Zaman geçince, korku gidence, bu sefer Gorbaçov aleyhine konuşmalar başlamıştır.
Yani kural şudur. Korku anlarında herkes korkulan şey tarafı olur. O gün ses çıkarmazsınız. Şimdi ne olacak diye düşünürsünüz.
1960 ihtilalinde Kızılay’a indiğim zaman, Demokrat Parti aleyhinde hareket vardı. Sokakta yürüyen insanların gözleri korkudan dönmüştü. Kimse ses çıkaramıyordu. Ben Demokrat Partili değildim. Sesimi çıkarmadım.
Sonra Erbakan aleyhindeki olaylarda da durum buydu. Erbakan’ı koruyamadık. Çünkü o bizimle değil, hainlerle işbirliği içinde idi. Bizi unutmuştu. Yüksek yargının yılbaşı toplantısında kendisine alenen hakaret edilmişti. Ailesine saldırılmıştı. Eğer Erbakan iktidarda iken benimle olsaydı, Erbakan dışarı çıkmadan benim adamlarım o hakimin kemiklerini kırardı. Ama o bizlerden uzak olmuş, onlarla işbirliği içine girmişti. Bu durumda bizim yapacağımız pek bir şey yoktu.
Asıl mesele nedir?
Böyle korkulu anda bu korkuyu delip karşı harekete geçtiğinde o sindirilmiş kimse harekete geçer ve o iktidar değişikliği gerçekleşmez. Ama bunun için iktidar olanların onları iktidar edenleri unutmaması gerekir.
R. Tayyip Erdoğan ne yaptı?
Kendisine en yakın olan 160 kişiyi eledi. Kendisine karşı olan solcuları da bakan yaptı. Sonra ne oldu? Seçimde yüzde 10 gibi büyük miktarda oy kaybetti. Biz şimdi ona sahip çıkmıyoruz. Böyle yapmaya devam ederse AK Partililer de sahip çıkmazlar.
Buradaki havf izmar edilmemiştir, izhar edilmiştir. O halde Fa takip “Fa”sı değil de tavsif “Fa”sıdır. Hüküm yalnız korku anlarının geçtiği zamanki zamana ait değildir. Geneldir ve her zaman geçerlidir. “İn” değil “İzâ” getirilmiştir. Yani bu tür korkular her zaman geçer demektir. İktidarlar oturunca halk onları öğrenir, onlar da halka kendilerini beğendirmek isterler, dolayısıyla korku anları geçer. Bunun için “İzâ” gelmiştir.
سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ
(SaLaQUvKuM Bi EaLSiNaTin XıDADin)
“Hidad ve elsine ile salkederler. Dişleriyle sıyırırlar, soyarlar.”
“Salk etmek” demek, ağacı kabuktan, deriyi bedenden, eti kemikten, postu kıllardan sıyırmak, soymak demektir.
“Elsine” dişler demektir.
“Hıdad” hadidin (demirin) çoğuludur. “Elsine”nin sıfatıdır.
“İnsanı sıyırmak” demek, bütün eksikliklerini, kusurlarını ortaya dökmek demektir.
İnsanın kendi gerçek kişiliği vardır. Bir de topluluk içinde görünür kişiliği vardır. Topluluk gerçek kişilerden değil, görünür kişiliklerden oluşur. Herkesin bir gizli tarafı vardır. Bunu topluluğa göstermez. Böylece topluluğu rahatsız etmez. Nasıl insan edep yerlerini saklamakla yükümlüyse, birçok olumsuz özelliklerini de topluluktan saklaması gerekir. Hicab yani utanma budur.
“Demir dil” demek, keskin ve sert dil demektir.
Burada çok önemli bir hususu daha belirtmemiz gerekir. İnsan toplulukta olduğu gibi görünmez, o topluluğun istediği gibi görünür. Bunun başka mânâsı, o topluluğun istediği bir kişi olarak topluluğa çıkar. Bu münafıklık değildir. Münafıklık, örgütleşip ikinci bir topluluk olarak ortaya çıkmadır. Kişinin iki topluluğa mensup olmasıdır. Bu toplulukta başka tip topluluk ferdi olarak görünmesi, diğer toplulukta başka türkü bir topluluk ferdi olarak görünmesidir. Bunu topluluklardan birini gizlemesi ile yapar; daha doğrusu topluluklardan birinin gizli topluluk olmasıdır.
أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ
(EaŞıxXaTan GaLay eLPaYRı)
“Hayra eşıhha olarak.”
Hayra tamah ederek, hayrın sizde olmamasını istemek amacıyla.
Topluluk bir insanı gördüğü gibi tanır. O topluluk içinde o insan öyledir. Topluluktaki yararı ve zararı göründüğü gibidir. Dolayısıyla onu deşifre etmek demek, onu zararlı hâle getirmek demektir.
Hayrı kendilerine akıtmak için böyle değişikliklerde bulunurlar. Topluluklarda bir grup insan vardır ki, bunlar sırları öğrenir, onunla korkutur ve şantaj yaparlar. Sırlarının ifşa olmaması için bu hayrı onlar sağlarlar. Bunu gelişigüzel yapmazlar. Bilinen ve varlığa sahip olanlara karşı yaparlar. Onun için burada “hayr” kelimesi marife olarak gelmiştir.
Kur’an böylece bize sosyal hastalıkları anlatmaktadır.
İnsan böyle yaratılmıştır. Topluluk içinde böyle yaşamak zorundayız. Mahremiyeti ifşa etmek suç teşkil etmiştir. Ne var ki ispat külfeti getirilmiştir. Bir kimseye bir şeyi isnad eder de o suçu ispat edemezseniz, cezanın yüzde sekseni size uygulanır. Ayrıca, artık adil olamazsınız, kamu görevleri yüklenemezsiniz. Bir kimse zina yapsa, mahkum olsa, cezasını çekse; onun şahitliği kabul edilir, kamuda istihdam olunur. Ama bir kimse zina iftirasında bulunsa, sonra ispat edemese; o kimse mecruh hâle gelir, onun şahitliği kabul olunmaz ve o kimse kamuda istihdam edilmez.
أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا
(EuLAvEıKa LaM YuEMiNYv)
“Onlar iman etmemişlerdir.”
Buradaki “ÜLâİKe” bu şekilde yapanlardır. Korku geçince sırları faş etmek için çalışanlardır. Böyle kimselere uygulayacağımız ceza, mürtetlere uyguladığımız ceza olur. Bu şekilde hıdad dille sırları faş edenlere uygulanacak ceza budur.
Örnek verelim. 28 Şubat döneminde Müslim Gündüz ve diğerlerinin tertiple oluşturdukları bir cinsi ilişkiyi faş eden basın-yayın olmuştur. O günkü kanunları ele alalım. O gün zina suçtur ama eşin davacı olması gerekir. Evli değilse zina suç değildir. Suç olmayan fiillerden dolayı arama izni verilemez, verilmesi istenemez. Suç olmayan bir fiilden dolayı ev basılamaz. Sırları ifşa eden teşhirler yapılamaz. Demek ki o gün tüm basın ve yayın suç işlemiştir. Bu tertibi yapan ve buna âlet olan tüm görevliler suçlu idi. Adalet Bakanı veya İçişleri Bakanı; bunlar örgütlü suç işledikleri ve suçlarına kamuyu âlet ettikleri için hepsi yakalanır, hapse atılır ve görevlerine son verilirdi. Kanunlar bunu emrediyordu.
Ergenekon davasında generallerde suç arayacağınıza, bunları şimdi muhakeme edip hapse tıkayın. Ama yapamazsınız, çünkü siz havf içindesiniz.
Böyle olan kimseler iman etmemişlerdir. Bu şekilde hareket ettikleri hakemler nezdinde sabit olanlar derhal ülke dışına çıkarılır ve çıkmayanlar öldürülür.
Kimsenin başkalarının mahrem tarafını deşifre etme hakkı yoktur. Sivil yönetimde mahremiyet yoktur. Oysa askeri yönetimde mahremiyet vardır. Ordunun mahremiyetini ihlal eden suçludur. Verilecek ceza geçici veya sürekli sürgündür. Yurt dışına çıkarılır, yahut sürgünler sitesinde hapsedilir. Sürgünler sitesinde olanlar dışarı çıkamazlar ama dışarıdakiler oraya girip çıkabilirler. Yakınları da onunla birlikte orada yaşayabilirler. Orada hukuk düzeni yoktur, orada askeri düzen vardır.
فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ
(Fa EaXBaOa elLAHu EaGMAvLaHuM)
“Allah amellerini hubut ettirmiştir.”
Korku günlerinde korkularından iyi işler de yaparlar. Ancak sonra böyle şaşırınca o amelleri de boşa gider. Yani sürülenler için iki statü vardır. Ya suçsuz olup sadece başkan tarafından sürülürler. Bu takdirde hiçbir haklarını kaybetmezler. Ama eğer suç işlemişlerse ve bu suç hakemler tarafından tesbit edilip sürülmüşlerse; o zaman buradaki malları bu toplulukta kalır, alıp gidemezler. Tüm alacaklarından vazgeçerler.
Bunu nerden öğreniyoruz?
“Feehbetallahu a’mâlehum”den öğreniyoruz. Demek ki, bu şekilde dilleri ile saldıranlar suçlu olarak sürülerek buradaki servetlerini de kaybederler.
Müslimler vardır, mü’minler vardır.
İnsan mü’min olduktan sonra imanından dönmez. İmanından dönen kimse irtidat etmiş olur. Dolayısıyla tüm mal varlığını kaybeder, haklarını kaybeder. Eğer ülkeyi terk eder de kaçarsa, postunu kurtarmış olur. Mü’min olmak yani asker olmak ciddi bir iştir. İnsanlığın güvenliğini tekeffül etmektir. Ondan firar etmek büyük sorumluluktur.
Kıyasla, müslim olmak da böyledir.
Müşrik, kâfir, müslim ve mü’min vardır.
İleri gitme daima vardır.
Müşrik, hakem kararlarını kabul ederek her zaman kâfirlik mertebesine yükselebilir ve bizden emin olur.
Kâfir, cizye vererek her zaman müslim mertebesine yükselir, bu sayede malı ve canı emniyete alınır.
Müslimler de askere giderek mü’minlik mertebesine çıkabilirler.
Ama ters işlem olamaz, mü’min müslim olamaz; müslim kâfir olamaz; kâfir de müşrik olamaz. Olurlarsa, bunarlın kanları heder olur.
Müslim ve mü’min böyle anlaşılmalıdır.
Geçmişte Hıristiyanlar kâfir addedilmiştir. İman birtakım inançlarla yorumlanmıştır. Âhiret hayatı için o yorumlar doğru olabilir. Biz ise bu “dünya düzeni” içinde bunları tanımlıyoruz. Bunları bu şekilde ayırmadığımız takdirde, Kur’an’ı “düzen” bakımından yorumlayıp anlamak mümkün değildir.
وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19)
(Va KAvNa ÜAvLiKa GaLay elLAHı YaSIyRan)
“Allah için bu yesir bulunmaktadır.”
Bunların amellerini âhirette silip, yapmamış hâle getirip, borç ve alacak hesabına geçirmemek Allah için çok kolaydır. Âhirete vardığımızda amel defterimiz olacaktır. Herkes zerre kadar hayır yapmışsa orada onu görecektir, şer işlemişse onu da görecektir.
Âhirette insanlar amellerinden dolayı sorguya çekileceklerdir; inançlarından dolayı sorguya çekilmeyeceklerdir. Ne var ki niyetli amellerden dolayı sorguya çekileceklerdir. Allah, iyiliğe niyet edip yapamayan kimseye sevap yazacaktır. Ama kötülüğe niyet edip de yapmayan kimseye günah yazmayacaktır. Böylece Allah’ın rahmeti herkesi kaplayacaktır. Kimse işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmayacaktır.
Âhirette böyle olduğu gibi; bu dünyada da toplulukta bu tür suçlar ameli ihbat eder. Yani vatandaşlık haklarını ortadan kaldırır. İmandan vazgeçmek, imanla kazanılmış bütün amelleri çürütür. O halde klasik kelamcıların her şeyi imanla bitirmeleri yanlış olmakla beraber, iman etmiş ve sonra irtidat etmiş olan kimsenin amelleri yok imiş gibi olur. Ya ülkeyi terk eder, ya da tevbe eder veya canını verir. Barış düzeninde barışın devamı için ne gerekiyorsa o yapılmaktadır. Barışı ifsad edecek hiçbir şeye izin verilmemektedir. Kimse imana zorlanmamaktadır. Ama kendi isteğiyle iman eden kimselerin artık yüklendikleri vazifeleri yerine getirmeleri istenmektedir.
Bu bir zulüm değil midir?
Basit bir kötüleme imandan olmayı neden doğursun?
Yani, sonuç olarak insanların sakladıkları sırlarını açığa vurarak onlara şantaj yapanların suçu irtidat suçudur. Cezaları da o toprakları terktir. Terk etmezlerse kanlarının heder olduğudur.
***
يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا
(YaXSaBUvNa eLEaXZABa LaM YaUHaBUv)
“Ahzâbın zihab etmeyeceğini hesab ediyorlar.”
“Hizb” birbirleri ile çarpışan iki grup demektir. Hizbullah ve hizbuşşeytan vardır.
Allah iki ordu var etmiştir.
Birincisi kendisinin istediklerini yapan ordudur. Buna hizbullah deniyor. Vücudun hücreleri hizbullah gibidir.
Bir de bunları denetleyen, vazifelerini yerine getirmediklerii zaman onlara saldırıp helâk eden, böylece vazifelerini yapan kimselerin gelmesine izin veren hizb vardır. Allah şeytanı bunlara musallat etmiştir. Bu kâinatta, çökertip temizleyenlerle yapıcılardan oluşmuş bir düzen kurulmuştur. Allah’ın takdiri ile Allah’ın hizbi sonunda daima galip olacaktır.
Medine’nin etrafını düşman sarınca, Medine münafıkları ve kalblerinde hastalık olanlar, bu kadar güçlü bir ordu muhasarayı bırakıp gider mi diye düşünmüşlerdi.
İnsanların durumu her zaman böyledir. İktidarda olanların hiç düşmeyecekleri sanılır. Oysa bir rüzgar ve belki de bir düdük sesi iktidarı alt üst eder. Türk ordusu gerektiğinde bunu yapmıştır. Halkın isyanına ordunun müdahalesi imkan vermemiştir.
CHP’nin gitmeyeceği sanılmış ama 1950’de gitmiştir.
Demokrat Parti’ye zeval yoktur sanılmış ama 1960’da gitmiştir.
Bugün de AK Parti iktidarda hiç gitmeyecekmiş gibi oturmaktadır.
Oysa Allah’ın hizbi olanlar bile zamanla bozulurlar, dolayısıyla onlar da giderler.
“Ahzâb” burada marife getirilmiştir. Mekkelilerin organize ettiği ahzâbdır.
وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ
(Va EıN YaETi eLEaXZABu)
“Ahzâb gelirse.”
“Ahzâb” burada da marife gelmiştir. İzhar edilmiştir. Yukarıdaki ahzâbdan farklıdır. Bu ahzâb da Medine ordusudur, İslâm ordusudur. Yani muhasaraya almış orduya karşı ordu hazırlanır da savaşa başlarlarsa, bunlar sizinle olmak istemezler. Uzakta kalmayı tercih ederler. Sonunda karşıdakiler galip geleceklerse, karşı tarafta olurlar.
Amerika Birleşik Devletleri, birinci ve ikinci savaşlarda önce uzak kalmış, sonunda kendisinin katılması ile galip olacak tarafa geçerek sermayenin galip gelmesini sağlamıştır. Yüz seneden beri sermaye dünyaya hakim durumdadır. Sermaye önce çatıştırır. İki tarafın mecali kesildikten sonra, galip getirmek istediği tarafa geçer ve sonunda kendisi ucuz bir şekilde zaferini ilan eder. İran’la Irak’ı çatıştırmış. Sonunda Irak’ı muzaffer kılmak istemiş ama başaramamış ve en sonunda ceza olarak kendisi Irak’ı işgal etmiştir.
يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ
(YaVadDUv LaV EanNaHuM BaDUvNa Fiy eLEaGRABı)
“Onlar çatışma zamanında badiyede Arapların yanında olmalarını isterler.”
Önce uzak kalmayı, tarafsız olmayı, çatıştıktan sonra sonunda birini destekleyerek galip getirmeyi ve sonunda kendilerini muzaffer olmuş duruma düşürmeyi isterler.
Sermaye bugün de Türkiye ile İran arasında aynı çatışmayı istemektedir. Siz savaşacak ve birbirinizi bitireceksiniz. Sonra o müdahale edecek ve taraflar onun emrine girecektir.
Uzun yıllar devletler kurmuş olan İran ve Türkiye halkı bu oyuna gelmemiştir.
Hâlen sermayenin sıkıntısı budur. Cengiz Çandar gibi kalplerinde maraz olanlar, tezkere geçmedi diye İslâm âleminin jenoside uğrayacağını iddia etmişlerdir.
Türkiye bugün itibarlı devlet hâline gelmiştir.
ABD bir zenci ve Müslümanın çocuğunu başkan yapmıştır.
يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ
(YaSEaLUvNa GaN EaNBAEıKuM)
“Enbaınızı sual etsinler.”
Uzakta olacaklar ve durumunuzu soracaklar. İki taraf da çarpışa çarpışa yorulmuştur. Şimdi yenilmiş durumda olana destek verilmelidir, mağlup olduğu halde galip getirilmelidir. Sonra da iki taraf emir altına alınmalıdır. Bu işte onların halleridir.
İran ne yaptı?
Savaşı batılıların yardımı olmadan kazandı. Ama Iraklıların toprağına girmedi. Böylece savaş durdu. Bunun üzerine Irak Devlet Başkanı Saddam’a ‘Kuveyte gir!’ dediler. Sonra da ‘Sen Kuveyt’e saldırdın!’ diye onlar Irak’a saldırdılar. Bir başka bahane olarak da ‘atom silahın var’ dediler ve orduları sevk ettiler. Iraklılar da devletlerini teslim ettiler. Saddam teslim etti. Sonra askerler onu yakaladılar. Yani CIA’nın haberi olmadan yakalandı. Onu kullanan ABD yeri gelince koruyamadı. Kendi vatanını satanın başına bunlar gelir.
وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ
(Va LaV KAvNUv FIyKuM)
“Aranızda olsalardı.”
Yani badiyeye gitmeyip de sizin aranızda olsalardı.
Allah bir düzen kurmuş; savaşmak isteyenler savaşır, savaşmak istemeyenler zorlanmazlar. Bunun için cizye müessesesini getirmiştir. Asker olmak isteyen asker olur ve savaşır. Asker olmak istemeyen bedel verir ve savaşa gitmez.
Burada şu sonuca varılmaktadır ki; Medineliler Medine’ye saldırı olunca mü’min olmayanlar da savaşacaklardı. Bu anlaşmayı yapanlar eğer savaş esnasında kentte değilseler savaşmak zorunda değildirler. Savaş bittikten sonra tekrar dönebilirler. Ama kentte kaldıkları müddetçe savaşmak zorundadırlar. Hele düşmanla işbirliği yaparlarsa affedilmezler.
مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا (20)
(MAv QAvTaLUv EılLAv QaLıLan)
“Az bir kısmı dışında savaşmadılar”
Badiyeye gitmeleri kentte kalıp savaşmalarından daha hayırlı olur. Çünkü savaşırlarsa sizin gibi sonuçlardan yararlanırlar. Ama savaşmazlarsa tazminat öderler.
Demek ki Müslimler muhasaradan evvel tehlike belirdiği zaman kenti terk ederlerse savaş bitinceye kadar orada kalırlar. Mallarına el konur ve savaşta harcanır. Savaştan sonra döndüklerinde mallarından tenzilat yapılır. Savaşta şehit olanların diyetlerine de bunların mallarının katkıları olur. Ama kendilerine dokunulmaz. Savaşa katılanlar malları ve canları ile katılırlar. Kent kurtulunca yarısı mal sahiplerinin olur, yarısı can sahiplerinin olur. Ölenler de sağ kalanlar gibi pay alırlar. Belki daha fazlası verilir. Zimmiler malları ile katılmışlardır. Kalanın yarısı canları ile katılanların, diğer yarısı da malları ile katılanlarındır. Nasıl bir taksim yapılacağı hususu ganimetlerin taksim hükümleri ile belirlenir.
***
AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 6
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا (21) وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا (22) مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا (23) لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (24)
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
(LaQaD KAvNa FIy RaSUvLı elLAHi EuSVaTun HaSaNaTun)
“Allah’ın resulünde sizin için hasene usve vardır.”
Burada fasl yapılmış yani atıf harfi getirilmemiştir. Çünkü iki konu arasında ayrılık vardır. Yukarıda kâfir ve münafıklardan bahsettiği halde, burada resulden bahsetmektedir.
Sûrenin konusu başkan ve ordudur.
Bir topluluk müslimlerden ve mü’minlerden oluşur.
Mü’minler içinde bir de rical vardır. Bucak başkanı mü’minlerin ricalinin komutanıdır, emiridir. Rical ona askeri emir komuta zinciri içinde itaat eder. Bundan sonra bu ricalden bahsedecektir. Bu konunun burada yer almasının hikmeti budur. Mü’minler içinde rical üzerinde özel başkanın yeri vardır.
“LaQaD” ile başlamıştır. Bundan önce “Ve Lekad” ile başlayan âyet vardır. Allah’a sırtlarını çevirmeyeceklerini ahdetmişlerdi âyetinin başında “Lekad” gelmişti. Sonra Allah sizden muavvikinleri bilmektedir âyeti gelmiştir. Bu âyet “Lekad”a daha yakın konuları işlemektedir. Sırtlarını çevirmeyeceklerdi ile hasene usve arasında ilişki vardır. Başkanın emrinde savaşmayı taahhüt edip sonra onun emirlerine itaat etmemek doğru olmasa gerekir. O halde bu âyet o âyeti açıklamaktadır. O zaman da onunla çok yakın ilişki olduğu için fasledilmiştir.
“KâNe” kelimesi nakıs fiil ise ismin haberi vardır demektir. İsim mübteda yerinde olur. Burada hasene usve vardır kelimesi haberdir. İsim ise “Leküm”dür. “Fî Resulillah” ise mukaddem sıfattır. Yani hasene usvenin zarfıdır. “Lekad Kâne”yi kaldırıp cümleyi tercüme ederseniz, “sizin için Allah’ın resulünde üsve-i hasene vardır” mânâsı verilir. “Kâne”yi eğer tam fiil kabul edersek Allah’ın resulü sizin için usve-i hasene olarak yaptı anlamında olur. O zaman fail hasene usve olur. Leküm ve Fî Resulillah ayrı ayrı Kânenin mef’ulleri olurlar. Bu iki mânâ verilişinde önemli olan fark şudur. Ya Allah başlangıçta böyle yaratmıştır, insan tabiatı budur anlamındadır. Yahut şimdi size bunu şeriat olarak vazetmektedir mânâsı çıkar. Yani bir anlatıma göre doğa kanunu olarak bunu ifade etmiştir. Yahut şeriat olarak böyle emretmektedir.
“Allah’ın resulü” terkibinde marifelikler vardır. Yani Allah da marifedir, resul de marifedir. Buna iki şekilde mânâ verebiliriz. Allah olarak kâinatı var eden hakimi mutlak Allah’ı anlarız. O takdirde resulden murat Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed resul olduktan sonraki hayatı bir usvedir. Nasıl Kur’an Allah’ın kelamı ise Hazreti Muhammed de 40 yaşından 63 yaşına kadarki hayatı bizim için usvedir. Burada “resul” kelimesini kullandığı için kırk yaşına gelmeden önceki hayatı bizim için usve değildir. O halde kırk yaşından önce anlatılanların hiçbiri bizim için örnek teşkil etmez, çünkü o zaman o resul değildi.
“Allah” kelimesini Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluk olarak anlarsak ve resul olarak bucak başkanı olarak düşünürsek, başkan sizin usveniz denmiş olur. Şimdi şunu tartışabiliriz. “Allah” kelimesini topluluk olarak anladığımızda o zaman kâinatın halikını anlamamış olacağız. O halde bu kelime o zaman mecazi olur.
Aradaki alaka nedir? Mecazı mürsel midir, yoksa istiare midir? Allah kendi hak ve görevlerini topluluğa devretmiştir. Topluluk O’nun halifesi olmuştur.
Halef ile selef arasında ne tür bir alaka vardır?
Vekilin yaptığını asıl yapmış kabul ederiz. Asıl olanın adını söyleriz ama kastettiğimiz vekildir. Vekilin adını söyleriz ama kastettiğimiz asıl olur. “Ben vergimi devlete verdim” dediğiniz zaman, siz vergiyi devlete değil tahsildara vermişsinizdir. Şimdi burada hangisi müsteardır, hangisi müstearun minhdir? Yani hakiki olan devlet midir, yoksa tahsildar mı?
İşte, birçok mecazi kelimeler vardır ki bir cihetten biri mecazi diğeri hakikidir, başka cihetten biri mecazi diğeri hakikidir. Mesela “salât” kelimesi böyledir. Lugatta salât duadır, namaz için kullandığımızda kül cüz alakasıyla mecazdır. Şeriatta ise salât emredilmiştir. Dua mânâsına kullanıldığı zaman da yine kül cüz alakası ile mecazdır.
Resul olarak da Hazreti Muhammed aleyhisselâmı değil de, kabile başkanını anlayacağız. O halde burada resul kelimesini hakiki mânâda kullanmış olacağız. Halkın gönderdiği resuldür. O halde bucak başkanı topluluğun resulüdür. Allah’ı gerçek mânâda anlarsak, o zaman resul halife Hazreti Muhammed olur. Biz Allah’ı mecaz olarak anlıyoruz. Resulü hakiki mânâsıyla anlamış oluyoruz.
“Usve” doktor demektir. Nasıl hasta doktorun tavsiyesine uymak durumundaysa, kendisi hastalığını ve tedavisini bilmediği için doktoru ne isterse onu yaparsa; başkan da siyasette veya savaşta ne söylerse ona uyulur. Doktorunu değiştirebilirsin ama doktorun tavsiyelerine uymak zorundasın. Mü’minler için başkan yani komutan da böyledir. Ya komutanını değiştirirsin ya da o ne derse onu yaparsın. Bu değiştirme hükmünü, Allah’ın arzı geniş değil miydi, neden hicret etmediniz emrine bağlıyoruz. Ne var ki bu değiştirme savaş zamanında olmalıdır. Topluluğa zarar vermemelidir. Yani sırtları çevirme şeklinde olmamalıdır. Allah’la ahitleştiler, sırtlarını çevirmeyeceklerdi âyeti ile buradaki resulde sizin için usve vardır âyeti böylece bir dengeyi ifade eder.
“Hasenat” kelimesi getirilmiştir. Hazreti Muhammed hasene bir üsvedir. Burada hasene sıfatı tavsiftir. Her yönüyle bize usvedir. Ama onun bütün yönleri hasene demektir. Oysa başkan sözkonusu ise orada sıfat takyididir. Yani başkan meşru emirler verirse ona uyulur. Ama gayrimeşru emirlere uyulmaz.
Burada şu kural ortaya çıkar. Bir ast üste uyar. Ama üstüne isyan ise uymaz. Devlet başkanına isyan eden ordu komutanına uyulmaz. Ordu komutanına karşı gelen kolordu komutanına uyulmaz. İsyan eden ordu komutanına uymayan kolordu komutanına itaat edilir. Ortak ortaklıktan her zaman ayrılabilir. Ama fiili zarar vermişse öder.
Burada “kıdve” kelimesini kullanmayıp “usve” kelimesini kullandığı için bu kadar hükümler ortaya çıkmaktadır.
لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ
(LiMaN KAvNa YaRCu elLAHa Va eLYaVMa eLEaPiRa)
“Allah ve âhiret yevmini reca eden kimse.”
“LiMeN” “LeKüM”ün bedelidir. Buna bedeli baz denir. Sizin için usvedir ama herkes için değil; Allah ve âhiret gününe iman edenler için usvedir, hasene usvedir.
“KâNe” kelimesi burada “YeRCû”nun sürekliliğini ifade eder. Allah’ı ve âhireti reca eden kimseler için hasene ücret vardır.
Buradaki âhireti reca etmek ne demektir?
Allah ve âhiret yevmini reca etmek ne demektir?
Allah ve âhiret yevminin olduğuna iman edip beklemek demek olur. O zaman Allah ve âhiret mecazdır. Kastedilen onların varlığıdır. Yahut Allah ve âhirete inanmaktadırlar ama âhirette cenneti, Allah’ta da rızayı reca etmek demek olur. O zaman da reca mecazi olur, kaydî mecaz olur. Yani Allah’ın rızası, âhiretin cenneti reca edilmiş olur.
“ReCa” demek, beklemek ve ümit etmek demektir, gelmesini istemek demektir. “RaCeA” kelimesine akrabadır. Reca, ümitle beklemektir, iyiliği beklemektir. İntizar etmek ise kötülüğü beklemektir.
Yine burada da “Allah”tan maksat topluluktur, “âhiret”ten maksat savaştan sonraki haldir, ilerisidir. Komutanına itaat edenler sonunda muzaffer olurlar, toplulukları da kurtulur.
Nerede itaat edilir?
Meşru olan gayeye ulaşmak için alınan emre itaat edilir.
İstiklâl Savaşı’nda Türk halkı komutanları olan Mustafa Kemal’i dinledi. Başarıya ulaştı. İnkılâplarda isyan etmedi, sabretti. Bu sayede bugünkü Türkiye oldu.
Başkanlarını usve yapmayan halk ve topluluklar varlıklarını sürdüremezler.
وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا(21)
(Va ZaKaRa elLAHu KaÇIyRan)
“Ve Allah’ı kesîr zikredenler için usve vardır.”
“Limen Kâne” fiiline iki hâl bağlanmıştır. Biri, Allah ve âhireti reca etmek. Diğeri de Allah’ı çokça zikretmek. Burada “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Birincide kastedilen kâinatı var eden Allah’tır. İkincisinde kastedilen topluluktur.
“Allah’ı zikretmek” demek, toplulukla ilgili sorunları akılda tutmak demektir.
“Kesir” sözünden maksat; insan geçinmek için çalışır, artan zamanlarını topluluğa verir. İşte bu gibi bir insanın tek düşüncesi topluluğun düzelmesidir.
Türklerin 1900’lardaki sorunları neydi?
Devletleri yıkılmakta idi. O zamanın yöneticileri ve askerleri düşmanlarla anlaşmışlardı. İmparatorluğu yıkacaklar, millî devlet ise onlara teslim edilecekti. İmparatorluğu yıktılar. Millî devlet teslim edilmedi. İstiklâl Savaşı buna karşı yapıldı. Türk milletinin sorunu millî devleti kurmak idi. Bu başarıldı. Ama bundan sonrasındaki merhalede millî devletin varlığını sürdürmesi milletin temel zikri oldu.
Esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatanlar bu sefer Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatmaya koyuldular. Zikirleri bu oldu. Dört anlayış devam etti.
-Cumhuriyet Halk Partisi, Osmanlıcılığın devamı olarak Cumhuriyeti vird edindi.
-Milliyetçi Hareket Partisi, Türkçülüğü esas aldı, bunu zikretmeye başladı.
-Demokrat Partililer Batılılaşmayı temel kabul ettiler.
-Millî Görüşçüler İslâmiyet’i temel aldılar.
1950’den sonra bir başkanın etrafında toplanılamadı. Dolayısıyla askeri ihtilaller peş peşe geldi. Türkiye bugünkü duruma ulaştı.
O halde yapılacak iş neydi?
Devletin sadece şekli değil, dini değil, ulusu değil, uygarlığı değil; bütün bunların yanında tüm topluluk esas alınmalı idi. Bu da ancak bir başkanın etrafında toplanmak, onu usve yapmakla mümkündür.
Afganistan İstiklâl Savaşı’nı kazandı ama bir Mustafa Kemalleri ve bir İsmet İnönüleri olmadığı için bu zaferi değerlendiremediler.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak isteyenler hep başkanlar üzerinde oynamaktadır. Halkın toptan itaat edeceği bir başkanı Türk milleti henüz edinemedi. Ölü Mustafa Kemal’e taparak bu işi götürmek istiyor. Ordu böyle bir Atatürkçülükle Türkiye’yi yaşatmak istiyor. Bu da sonuç vermiyor. Askeri müdahaleler sorunları çözmemiştir. Bugün asker müdahale etmeme kararını almıştır. Ama bu da sorunları çözmüyor.
Eğer Türkiye Devleti’nin yaşamasını istiyorsak; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül istifa etmeli, onun yerine Meclis bir asker cumhurbaşkanı seçmelidir. Bu asker rejimlere karşı tarafsız olmalıdır. Yani ne cumhuriyetçi, ne AB’ci, ne İslâmcı, ne de milliyetçi olmalıdır. Kendisi tarafsız olmalıdır.
Ama ordular tarafsız olamaz; değişik ordular değişik görüşleri benimseyecek. Partiler tarafsız olamaz; değişik partiler değişik görüşler benimseyecek. Üniversiteler tarafsız olamaz; değişik üniversiteler değişik görüşleri benimseyecek. Mezhepler ve tarikatlar tarafsız olamaz; değişik tarikatlar değişik idealleri benimseyeceklerdir. Bunlar zor kullanmayacaklar, halkı kendilerine çağıracaklar. Ülkedeki sözleri ve güçleri, kendilerine katılan halk kadar olacak.
Yargı hakemlerden oluşacak ve tarafsız olacaktır. Baş hakem tarafsız olacaktır.
Başkanlar, devlet başkanı, il başkanları, bucak başkanları tarafsız olacaklardır.
Kendileri dinsiz olacaklardır demiyoruz; başkanlıkta tarafsız olacaklardır.
İşte böyle başkanlar hasen usve olacaklardır. O zaman o topluluğun varlığı ve geleceği hayırlı olacaktır.
***
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ
(Va LamMAv RaEa eLMuEMıNUvNa eLEaPZaBa)
“Mü’minler hizipleri gördüklerinde.”
“LemMâ” “İZâ” mânâsındadır. “İz”de şart yoktur. Oysa “izâ” ve “lemmâ”da şart vardır. “İzâ” dendiğinde, gelecekte gördüklerinde mânâsını veririz. “Lemmâ”da geçmişte gördüklerinde mânâsını veririz. Her ikisinde her gördüklerinde mânâsı verilebilir. Türkçede “lemmâ”yı gördüklerinde şeklinde, “izâ”yı görünce şeklinde tercüme edebiliriz.
“Mü’minler” yani müslimler değil de mü’minler; yani asker olmayı kabul edenler, siyasi dayanışma ortaklıklarına katılanlar. Bunların içine kadın ve yaşlılar da dahildir. Bunlar ‘ya İstiklâl ya ölüm’ diyen bir topluluktur, bağımsızlık için ölümü göze alanlardır. Topluluğu yönetmek de bunların hakkıdır. Kamu görevlerini yalnız bunlar yaparlar.
Müslimler genel hizmet yapabilirler ve genel hizmetten yararlanırlar, görevlerinden yararlanırlar. Ama müslimler kamu görevi yapmakla yükümlü değildirler. Orada son sözü de söyleyemezler, yönetici olamazlar.
Bunlar düşman ordusunu gördüklerinde, yani Mekkelilerin önderliğinde toplanan tüm Arabistan’ın muhasaracı ordularını gördüklerinde sevinmişlerdir. Çünkü bunlar şunu bilmektedirler ki, zafer ancak savaştan sonra doğar.
Biz Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmeseydik, İstiklâl Savaşı’nı yapmak zorunda kalmasaydık, hasta adam olarak kalacaktık. Öyle olmasaydı biz gayrimüslimleri Türkiye’den gönderemezdik ve Türkiye bir İslâm ülkesi hâline gelemezdi. Dinsizleştirmek şartı ile Türkiye’yi bize bıraktılar. Biz dinsizleşmedik ama şimdi bizi Avrupa Birliği’ne alıyorlar.
Mü’minler için savaş bir nimettir. Bir şart vardır. Kendileri düşmana saldırmamalı, düşmana karşı savunma durumunda olmalıdırlar.
قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ
(QAvLUv HAÜAv MAV VAGaWaNa elLAHu Va RaSUvLuHUv)
“İşte Allah ve resulünün vaat ettiği budur, dediler.”
Burada önemli bir sorun ile karşı karşıya gelmekteyiz.
Biz “Allah ve resulü” deyince hakemler kararını anlıyoruz.
Burada bunu nasıl anlayacağız?
“Allah ve resulü” demek hakemler demektir.
O neyi vadediyor?
Siz bekleyeceksiniz. Düşmanlar size saldırırlar. Bu sayede sizin elinize fırsat geçer ve o fırsattan yararlanarak istediğiniz olur. Siz düşmana saldırmayacaksınız, düşman size saldıracak. Siz savunmaya geçeceksiniz ve sonunda istediğiniz olacaktır.
Allah Medine’yi Müslümanlara has kılmıştı. Bütün müşrikler Müslüman olmuştu. Ama Yahudiler orada kalmışlardı. Mü’minler Yahudileri Medine’den çıkartmayı arzu etmişler ama onlar suç işlemedikçe böyle bir şey yapmaları hukuken mümkün değildi. Hukuk, yani Allah ve resulü, yani yargı mü’minlere şunu vaat etmiştir. Eğer Yahudiler suç işler de ihanet ederlerse, o takdirde siz onları Medine’den çıkarabilirsiniz. Ama suç işlemedikçe hukuken onlara yapılacak bir şey yoktu.
İşte, mü’minler Medine’ye saldıran güçlü orduları görünce sevindiler. Çünkü şimdi Yahudiler tam imtihan vereceklerdi. Ya onların tarafına geçecek ve sonra çıkarılacaklardı. Ya da sadakatlerini gösterecek ve onlarla yaşama yılları aranacaktı. Sonunda ne oldu? Yahudiler ihanet ettiler ve Medine’den tamamen ayıklandılar.
Benzer olay Türkiye’de olmuştur. 1071’de kazandığımız zaferden itibaren 1922’ye kadar Hıristiyanlarla biz birlikte yaşadık. Türkiye’de onlar bizimle eşit haklara sahip oldular. Hattâ onlar bizden daha rahat ve zengin oldular. Türkiye’yi İslâm ülkesi yapmayı her zaman arzu ettik ama şeriatın hükümleri dolayısıyla onlara dokunamazdık. Sonra ne oldu? Birinci Cihan Savaşı’nda yenildik. Hıristiyanlar karşı tarafa geçtiler. Bizi soykırıma tâbi tuttular. İşte onların hu ihanetleri üzerine İstiklâl Savaşı’nı yaptık. Bugün Türkiye yüzde 99 Müslümandır.
28 Şubat da böyle bir zaferin müjdecisidir. 28 Şubat olmasaydı, bugün AK Parti anayasa ekseriyetiyle iktidar olamazdı. Yarın AK Parti’ye karşı da aynı zulüm ortaya çıkabilir. Öyle olduğunda sevinmeliyiz. Demek ki “Adil Düzen”e doğru bir adım daha yaklaşacağız. Biz gelen saldırıları nimet bileceğiz, Allah’ın rahmeti olarak bileceğiz.
وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ
(Va ÖaDaQa elLAHu ve RaSUvLuHUu)
“Allah ve resulü sadık oldu.”
Burada “Allah ve resulü sadık oldu” denmektedir. Zamir gönderileceği yerde, Allah ve resulü kelimeleri iade edilmiştir. Bunun anlamı şudur.
“Allah” kelimesinin iki mânâsı vardır.
Biri, kâinatı var eden Allah mânâsıdır.
Diğeri de, O’nun halifesi olan topluluk demektir.
“Allah ve resulü”nün de iki mânâsı vardır.
Biri, Allah ve resulü deyince yargı anlıyoruz.
Diğeri ise Allah’ın resul aracılığı ile bildirdiği anlamındadır.
İşte bu iki mânâya işaret etmek için “Allah ve resulü” burada iade edilmiştir.
Kur’an’ın her yerinde “Allah ve resulü”nden hakemlerden oluşan yargı anlaşılmamalıdır. Bazı yerlerde gerçek yani kelime anlamına da gelir demektir.
İşte bu anlayışla Kur’an baştan sonuna kadar taranmalı, “Allah ve resulü” geçen kelimeler ele alınmalıdır. Nerelerde?
- Allah ve resulü demek, Allah’ın resulü aracılığı ile bize bildirdikleridir. Vahye dayanan sünnet böyledir. Kitap doğrudan Allah’ın bildirdiğidir. Sünnet ise Allah ve resulünün bize bildirdiğidir.
- Allah ve resulünün hükmü demek, hakemlerin verdikleri kararlardır, yargı kararları demektir.
- Bazı âyetler ise iki mânâyı da taşırlar. Bir mânâsı ile sünnet demektir. Bir mânâsıyla da hakem kararları demektir. Her iki mânâ da doğrudur. Yerine göre o mânâ verilecektir.
Kur’an böylece okunup yorum kuralları getirilecektir.
İnsanlık kıyamete kadar çalışacak ama yorum kurallarını bulmayı bitiremeyecektir.
وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا
(Va MAv ZaDaTHuM EilLAv EIyMANan Va TaSLIyMan)
“Onların sadece iman ve teslimlerini ziyade etmiştir.”
Burada “iman” demek, Allah’ın vaat ettiklerinin olacağıdır, “Adil Düzen”in geleceğine iman etmek demektir. Bunun için ölesiye çalışma demektir. Aleyhte bir şey olduğu zaman, bunlar yeni doğum sancılarıdır deyip ümitlenmektir. Burada “iman”ın yanında bir de “teslimiyet” vardır; o da olacakları kabul etme demektir.
Örnek verelim.
Biz “Adil Düzen”in geleceğine inanıyoruz. Bu amaçla çalışıyoruz. Ümidimiz şudur ki, bizim çalışmalarımız yarın meyve verecek ve “üçüncü ekol” kurulacaktır.
-Birinci ekol Yunanistan’daki Sokrat ekolüdür.
-İkinci ekol İslâmiyet’teki Hanefi (Ebu Hanife) ekolüdür.
-Bizim olacağına iman ettiğimiz ekol de “Adil Düzen Ekolü”dür.
Böyle olacak, çalışmalarımız inşaallah insanlığa “analoji ekolü”nü getirecektir.
Biz işte buna inanıyor, buna göre çalışıp çabalıyoruz.
Allah’ın zikrini yükselttiğimiz müjdesini ümit ediyoruz.
Ama böyle olmazsa; bizim bu çalışmalarımızı Allah siler, unutturur, yüz yıl bile geçmez, “Akevler ve “Adil Düzen”in adı bile kalmaz, kitaplarda bile rastlanmaz...
Biz bunun endişesini taşımıyoruz.
Allah bizi unutturacaksa; bizden daha hayırlısını getirecek ve insanlığa daha büyük merhamette bulunacak demektir. Bizim adımız anılmış veya anılmamış, ne çıkar.
Adımızın anılması âhirette bize hiçbir yarar sağlamaz.
Âhirette biz teker teker sadece yaptıklarımızın hesabını vereceğiz.
İşte “iman ve teslimiyet” budur.
“Teslim”i siz “İslâm” diye anlarsınız.
Burada “iman ve İslâm” kavramlarının geçmiş olmasından anlıyoruz ki; mü’minlerin aynı zamanda müslim oldukları belirtilmiş oluyor. Devlet yönetiminde mü’minlerin imtiyazları vardır, ama insan haklarında müslimler ile mü’minler arasında hiçbir fark yoktur. Herkes eşitlik içinde haklara sahiptir.
***
مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ
(MiNa eLMuEMiNIyNa RiCAvLun ÖaDaQUv MAv GAvHaDUv elLAHa GLaYHi)
“Mü’minlerden Allah’la ahdettiklerine sadık olan rical vardır.”
İslâm devlet düzeni tarihte oluşmuştur. Kur’an sanki onları anlatan bir kitap mahiyetindedir. Yani, Hazreti Peygamber İslâm devletini öyle kurmuştur ki, Kur’an ona göre inmiştir. Aslında Kur’an indiğine göre İslâm devleti kurulmuştur. Cebrail Hazreti Muhammed aleyhisselâma anlatmış, o da uygulama yapmıştır. Bunun böyle olduğunu ve bunun Kur’an’daki yerini ancak 1400 sene sonra bulabiliyoruz.
Müşrikler vardır.
-Bunlar hakem karalarını kabul etmeyen kimselerdir.
Kâfirler vardır.
-Bunlar hakem kararlarını kabul ederler ama askere gitmezler ve bedel vermezler. Bunların bizim ülkemizde bizim halkımıza karşı genel güvenlikleri vardır. Mahkememize başvurarak haklarını isterler.
Müslimler vardır.
-Bunlar askere gitmezler ama cizye verirler, bedel öderler. Hakem kararlarına uyarlar. Bunlar genel hizmetten de yararlanırlar. Kamu görevlerinden yararlanırlar. Ayrıca genel hizmet yapabilirler.
Mü’minler ise;
-Hem genel hizmetten hem de görevlerden müslimler gibi yararlanırlar. Müslimler gibi genel hizmet de yapabilirler.
-Kamu görevlerini yerine getirmek ise yalnız mü’minlerin yükümlülüğündedir. Müslimler kamu görevlerini yapmak zorunda değildirler ama yapabilirler. Mü’minler ise kamu görevlerinden sorumludurlar; aynı zamanda yetkilidirler de.
-Mü’minlerin çocukları ve eşleri de mü’minler sınıfındadır.
-Mü’minler içinde ergin erkekler ricali oluştururlar. Savaşanlar ve diyet ödeyenler bunlardır. Askerlikte komutan bunlar olabilir, bucak başkanları bunlar olabilirler. Kadınlar ve emekliler komutan olamazlar, çocuklar komutan olamazlar.
“Ricalün” kelimesinin nekre gelmesi, bir kısım mü’minlerin ahdettiklerine sadık olmamalarından dolayıdır. Bunun fıkhı sonucu, kişi savaşa katılmamışsa irtidat etmiş olmaz, mü’minlikten çıkmaz. Ama savaşa katılır da savaşta firar ederse, o zaman irtidat etmiş olur. Öylelerine başkanların uygulayacağı sürgünlük uygulaması dışında bir ceza uygulanamaz. İslâmiyet’te en önemli husus insanların zorla savaştırılmamalarıdır. Savaşmak isteyenler savaşır, istemeyenler zorla savaştırılmaz. Savaştan kaçma ise savaşanları ateşe atmadır. Onların önce savaşa koşup sonra savaştan kaçmaları, kalanların yenilmelerine sebep olur.
Mü’minler neyi taahhüt ettiler? Allah’la ne hususunda ahitleştiler?
Birileri Kur’an okur ve ondan şeriat hükümlerini ihraç ederler. O hükümleri uygulamak üzere bir cemaat oluşturacaklarını taahhüt ederler. Sonra biri çıkar ve bunların başına geçerek siyasi birlik oluştururlar. İşte bunlar Allah ile ahitleşmişlerdir.
Önce bir aşiret oluşturup o aşirette çalışmaya başlarlar. Bunlar on aileden oluşacaktır. On aile “Adil Düzen”i öğrenir. Sonra bunlar bir bucak kurarlar, bucak sözleşmesini hazırlarlar. Böyle bir siteyi kurabilmek ancak demokratik ülkelerde mümkündür. Demokratik olmayan ülkelerde böyle bir site oluşturmak çok zordur.
Peki, demokratik olmayan ülkede nasıl cihat yapılacaktır?
Yeni bir ocak veya bucağı kurmaya çalışacaksınız. Size mâni olmaya çalışacaklar, siz ise devam edeceksiniz. Bir gün gelir, onlar sizin görüşlerinizin yayılması için kendileri demokratik bir düzen getirirler. Dünyada bu böyle olmaktadır. Demokratik bir ülkede ortaklıklar kurmak isteyenlere bunları oluşturmak serbesttir. Türkiye’mizde hiçbir zaman parti kurmak, dernek kurmak, vakıf kurmak veya kooperatif kurmak yasak olmamıştır.
Ancak CHP zamanında, tek parti döneminde fiilen yasak olmuştur.
1950’den sonra yasaklar güya kalktı ama bu dönemde de Müslümanlara özel yasak uygulamaya başladılar.
1960’dan sonra bu haklar anayasalara geçti. İşte o tarihten itibaren Müslümanlar dernek, parti, vakıf ve şirketler kurmaya başladılar.
Çeşitli müdahaleler ve resmi baskılar yapıldı ama savaşı biz kazandık.
Bugün artık bu baskılar kalkmıştır.
Ne var ki, o gün bizim baskılar altında yaptığımızı şimdi sizler baskısız düzende yapmıyorsunuz! Demek ki henüz vakti gelmedi. Her şeyin günü ve vakti gelecektir.
Mü’minlerin ricali imanlarından ve İslâmlarından bir şey kaybetmediler. En tehlikeli günlerde bile sabırla beklediler ve direndiler. Teslim oldular; Allah’tan gelecek olan kadere teslim oldular. Huzur içinde idiler.
Bu iman ve teslimiyetin sonu ne oldu?
Rüzgar bizden yana esti ve düşmanların kalbine korku düştü. Zafer kazanıldı.
Benzer olaylar İstiklâl Savaşı’nda olmuştur. Ülkeye patron ararken İstiklâl Savaşı kazanıldı. Gerçi bu zaferin kazanılmasında bazı özel sebeplerle sömürü sermayesinin yaptığı destek de rol oynamıştır. Bugüne kadar tekel sermayenin direktifleri içinde yaşadık. Ama şimdi sömürü sermayesinin hakimiyeti sona erince gerçek istiklâlimizi şimdi kazandık.
Bunlar nelerdir?
- Dış siyasetimiz bağımsız hâle gelmektedir. Eskiden sermayenin izin verdiği ölçüde dış ilişkilerimizi ayarlarken, şimdi kendi siyasetimizi oluşturuyoruz.
- Ekonomimizi ancak sömürü sermayesinin izin verdiği ölçüde kendi isteğimize göre yapabiliyorduk. Artık Türk girişimcilerinin başında sömürü sermayesinin jandarmalığını yapan bürokratlar yoktur.
- Eğitimimiz sömürü sermayesinin kontrolünde idi. Kendi çocuklarımıza Kur’an’ı bile öğretemiyorduk. Bunlar artık tarih olmaya başlamıştır.
- Basın yayınımız onların emrinde ahlâksızlığı ve dinsizliği telkin etmektedir.
Bu durum kısa zaman sonra ortadan kalkacaktır. Artık uluslar kendi siyasetlerini kendileri belirleyecek, insanlar arasında barışı ve birliği hakemler sağlayacaklardır.
İşte, sabrın sonunda zafer bizim olmuştur. Daha da kesin zaferlere ulaşacağız. Askeri müdahaleler o anda hep İslâmiyet’in aleyhinde gelişmiş gibi görünmüş ama sonunda olaylar bizim lehimize olmuştur.
فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ
(Fa MiNHuM MaN QaWAv NaPBaHUv)
“Onlardan bir kısmı nahbını kaza etmiştir.”
“NaHBe” sıra veya kura demektir. Bir savunmada herkes bir yeri savunmayı yüklenir. Düşman bunlardan birisine saldırır. Savunmayı onlar yapar. Diğerleri ise saldırıyı beklerler. Savunma olursa savunurlar, olmazsa savunmazlar. Demek ki burada işbölümü vardır. Ancak görev denge üzerinde yapılmaktadır. Kime saldırı gelirse onlar savunmuş olur.
Bir komutanın emrinde 10’a yakın birlik bulunur. Komutan görevi bunlardan birine verir. Diğerleri ise görev almayı beklerler. İşte buna “nahbe” denir.
Genel olarak görevi yapan bir daha o görevi yapmaz, diğerleri yapar. Ama gerek kalmazsa, sonraya kalanlar hiç görev yapmayabilirler. Bu tür göreve “nahbe” denir.
Sırasını savana nahbeyi kaza etti denir.
Bu da bir hukuktur. Nahbe hukukudur.
Nahbe nöbetten farklıdır. Nöbette herkes nöbete gider. Nöbet tutmayan olmaz. Savaşmaya sıra gelmişse herkes savaşa katılır. Halbuki nahbede sıranın kime geleceği belli değildir. Göreve herkes katılmaz. Sıra katılmayanlara gelir. Ama herkese sıra gelmeyebilir.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ
(Va MıNHuM MaN YaNTaJıRu)
“Ve onlarda muntazır olanlar vardır.”
Görev bana verilsin veya görev bana düşsün diye bekleme vardır. Cephelere yerleştirirken komutan uygun geleni uygun yere yerleştirir.
Biz Türkiye’yi 12 bölgeye bölüyoruz.
Bu 12 rakamı bir rastlantı mıdır?
Kur’an’da da 12 sıbttan bahsedilmektedir.
Erzurum’da konuşlanan ordu Erzurum ve çevre bölgesi dışından gelen halk tarafından oluşmuştur. Bu bölge, bu alan karlı ve soğuk bir alandır. Düz yerleri ve ormanlıkları vardır. Çok zor şartlarda savaşılabilir. Böyle yerlere taarruz etmek çok zordur. Bu gibi bölgeleri savunmak da hazırlıklı olmak şartıyla çok kolaydır. Ne var ki o şartlara alışan insanlara ihtiyaç vardır. Burada kışın savunma yapmak daha kolaydır.
Karadeniz kıyılarında ise yazın savunma kıştan çok daha kolaydır. Çünkü yemyeşil ormanlıktır. Düşman bu durumda içerilere doğru ilerleyemez, sen düşmana karşı çok kolay gizlenirsin. Ama kışın karın iz bırakması ve ağaçların yapraklarının dökülmüş olması savaşı ve savunmayı zorlaştırır.
Hâsılı, her bölgenin kendi savaş şartları vardır. İnsanlar bundan dolayı orada yani bizzat o bölgede eğitim görmelidirler.
وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا(23)
(Va MAv BadDaLUv TaBDIyLan)
“Tebdil etmediler.”
Yani verdikleri sözleri tebdil etmediler. Ahitlerini değiştirmediler. Sözlerinde durdular. Ahitlerine muhalefet etmediler.
Amerika Birleşik Devletleri’nde askerlere ne diyorlar?
Biz galip geleceğiz... Silahımız var… İkmalimiz var... Siz sadece ordumuza katılın… Size bir şey olmaz… Sadece maaşınızı alın ve ordumuzda bulunun yeter!..
Böyle derler ve ordularını bu şekilde hazırlarlar!
Böyle bir ordu ile insanlığın güvenliğini yüklenmişlerdir!
Kur’an’da, böyle paralı askerlerle dünya güvenliğinin sağlanamayacağı ifade edilmiş oluyor. Kur’an’a göre; savaşa gideriz ve kimimiz şehit oluruz, kimimiz ise şehitliğimizi bekleriz. Asker olmak demek ölümü beklemek demektir. Kur’an bunlar için; onlar mallarını ve canlarını Allah’a satmışlardır diyor. Bunun karşılığı ise cennettir. Mü’min bu demektir, bunu yapan demektir. Allah’la ahitleşmek demek, bu alışverişi yapmak demektir. Mü’minler canlarını kurtarmakla uğraşmazlar. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu rütbeleri memnuniyetle kabul edip ölürler veya ölümü beklerler. Yani; ya şehit, ya gazi.
Bugünkü basın ve yayın mensupları böyle kişileri tanımıyor, bilmiyor ve ortaya çıkarmıyor. Ancak gelecekte “Adil Düzen” geldiği zaman böyle sadık olan mü’minlerden olan rical kolayca bilinecek ve tanınacaktır.
Önce insanların kâfir kalmalarına da izin veriyoruz, yani kâfirler vardır. Hattâ onlar bizim ülkemizde yaşarlar. Genel hizmetlerden yararlanamazlar ama kamu görevlerinden yararlanırlar.
Sonra müslimler vardır. Bunlar dünyada da hasene isterler, âhirette de hasene isterler. Bunlar savaşmak zorunda değildirler. Bedel verir ve savaşmaktan kurtulurlar. Bütün vatandaşlık hakları korunur.
Nihayet mallarını ve canlarını Allah’a satarak yeryüzünde Allah’ın ordularını oluşturan insanlar vardır, yani mü’minler vardır. Bunlar Allah için ya ölmüş kimselerdir, ya da ölmeyi bekleyen kimselerdir. İslâm orduları işte bunlardan oluşur.
Vatandaşları zorla orduya alıp silah zoru ile savaştıran devletler kısa zaman içinde başarılı oluyorlar ama biraz sonra bunların hakimiyetleri bitiyor.
Yeryüzünde zafer inananlarındır, zafer mü’minlerindir.
Diyelim ki âhiret yoktur. Diyenlim ki -haşa- Tanrı yoktur.
İnsanlar ikiye ayrılıyor.
Madem Tanrı yoktur, madem âhiret yoktur; ben yaşadığım kadar yaşarım, başkalarını ezebildiğim kadar ezerim ve sonunda ölür giderim; bu dünyada yaşadığım bana kâr kalır!
Bunlardan, bu gibilerden oluşmuş bir ordu ne kadar savaşabilir?
Bu gibiler kısa bir sıkıntıda kaçıp başka yerde yaşamayı yeğleyeceklerdir.
Şimdi, yine diyelim ki Tanrı ve âhiret gerçekten yok ama ona inanan bir grup var. Bunlar ölmeyi göze alan, ölmeyi yükselme ve şeref kabul eden kimselerdir. Bunların oluşturduğu ordular elbette galip geleceklerdir. İnanıyorsanız üstünsünüz, yenersiniz âyeti bir doğa kanununu ifade eder. Bunlar bazen âhiret ve Tanrı’nın varlığından kuşkuya düşebilirler. Ama o zaman şöyle düşünürler. Ben er veya geç nasılsa öleceğim. Üç yıl saha fazla yaşasam veya eksik yaşasam ne çıkar. Ben Allah ve âhiret varmış gibi amel ederim. İnandığım doğru çıkarsa kazanırım, çıkmazsa bir zararım olmaz. O halde ben zarar etmeyen ama kazanma ihtimali olan bir oyun oynuyorum der ve inanarak savaşır. Bunlar daima galip gelir.
İşte yeryüzünün güvenini ancak bu inananlar sağlayacaklardır.
Bunu Yahudiler bilmektedir. Onlar dünyayı yönetmek için insanlığı beşyüz yıldan beri dinsizleştirmeye uğraşmaktadırlar. Yirminci yüzyılda artık zafere ulaştıklarını sanmışlardı. Ama yirminci yüzyılda ortaya çıkan ilimler Allah’ın varlığını kanıtladı, Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kanıtladı ve âhiretin varlığı da böylece kanıtlanmış oldu.
İnsanlık dinsizliğe doğru giderken, birden dönüş yaptı ve…
Bugünkü insanlık inananların zaferini kutlamaya başlamıştır...
***
لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ
(LiYaCZıYa elLAHu elÖADiQIyNa Bi ÖıDQıHıM)
“Allah sadıkları sıdıklarından dolayı cezalandırsın diye (sözlerini tebdil etmediler).”
Sözlerinde durdular. Sözlerinde sadık kaldılar.
Biz buradaki ma bedeluya talik ettik. Lam saddakuya da talik edilmiş olabilir. Mânâda fazla değişiklik olmaz.
“Sadakat” müsbet fiildir. “Tebdil etmeme” menfi fiildir.
“Ahmet dün işe geldi, evinde oturup keyif çekmedi” dediğimiz zaman, Ahmet’in bütün gün işe geldiğini ifade etmiş olursunuz. Burada da “sadık kaldılar, değiştirmediler” deyince, ahitlerini eksiksiz yerine getirdiler demek olmuş olur. Bunlar bunu yaparken, Allah onların bu sadakatlerinin mükafatını versin diye bunu yaptılar denmiş olmaktadır.
Kamu görevlerini yerine getirenler genel hizmetleri ifa ederken ve bunları yaparken ücretleri istihkak ederler. Savaşı kazananların ganimete sahip olmaları da buradan gelmektedir. Devlete sadık olanların sıdkları mükafatlandırılmalıdır.
Sermaye insanları savaştırıyor, varışı masa başında yapıyor ve parsayı kendisi topluyor. Ancak bu oyun bitmektedir. Artık savaşı kazananlar savaşı kazanmanın nimetlerini kendileri paylaşacaklardır. Paralı savaşçılar yenilecek, inanmış savaşçılar ortaya çıkacaktır. Dinleri ne olursa olsun, Allah ve âhirete inanıyor ve şeriatın dünyaya hakim olmasını sağlamak için çalışıyorlarsa; işte bu çalışanların oluşturduğu devletlerin mü’min orduları dünyaya hükmedeceklerdir. Gerçek lâikliği de, gerçek demokrasiyi de, gerçek sosyalliği de, gerçek liberalliği de işte bu ordular getirecekler ve koruyacaklardır.
Bizim Türk ordusunu yıpratmak ve zayıflatmak değil; Türk ordusunun inanmış bir barış ordusu hâline gelmesini sağlamak ve onun çok daha kuvvetli bir ordu olması için çalışmamız gerekir.
Türk ordusu zaten böyledir. Böyle olduğu içindir ki Çanakkale’den beri hep zaferlerden zaferlere koşmakta, her gittiği yerde kendisini sevdirmektedir.
Bizim işimiz kolaydır.
Türk ordusuna bazı bilmediklerini anlatabilirsek sorunumuz biter. Bunun için yapacağımız şey, bizim doğru dürüst bilmemiz ve kendi aramızda uygulamamız yeterlidir. Ordu içine casuslar sokarak bu işi yapamayız. Türk ordusu bölünürse artık bize de yaramaz. Onun için ordunun tamamı gerçekleri görmelidir. Bir subay takiyye yapa yapa Genelkurmay Başkanı olsa bile dört senede ne yapabilir. Takiyye alışkanlığını değiştiremez.
O halde YAŞ kararlarına itiraz etmek yanlıştır.
Askerlerin sivil mahkemelerde muhakeme edilmesi yanlıştır.
Millî Güvenlik Kurulu bizim en kutsi bir kuruluşumuzdur.
Genel sekreter asker olmalıdır.
Devlet başkanı asker olmalıdır.
Bakanlar ve başbakanlar sivildirler.
Orada askerler sivilleri, siviller de askerleri eğitmelidir.
Millî Savunma Bakanı olarak öyle birisi getirilmelidir ki; o “Adil Düzen”i bilmeli ve orada başbakan ve diğer bakanlara birlikte anlatmalıdır.
Askerler de ülkenin çıkarlarını sivillere anlatmalıdırlar.
Yani, Millî Güvenlik Kurulu, sivil-asker uzlaştırma okulu olmalıdır.
İki ayda bir değil, her hafta toplanmalıdır.
Ordumuzun çok güçlü ve saygın olması için elimizden geleni yapmalıyız. Ama ordumuz Allah ve âhirete inananlardan oluşmalıdır. İnanmamış kimselerin orduda yeri olmamalıdır, çünkü bunlar savaşmazlar. Biz onlara güvenir, savaşa gider, ondan sonra da mağlup oluruz. Bunun için isteyenler bedel vererek askerlik yapmamalıdır. İnanmamış subaylar sivil görevlere terfi ettirilerek oralara getirilmeli, ordu yalnız inanmışlara bırakılmalıdır. Bunu yapmamız zordur. Ama bunun yerine on iki ordumuzun orgenerallerine değişik inançta olanları getiririz ve halkımıza; buyurun, istediğiniz orduda askerlik yapın deriz. Ondan sonra savaşta veya tatbikatlarda başarılı olan askerler kendiliğinden diğerlerini elerler. Askere gidenler sadece mü’minler olacağı için sonunda inanmış ordu oluşur.
وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ
(Va YuGazZıBa eLMuNAFıQIyNa EiN ŞAyEa)
“Ve meşieti olursa münafıkları tazib etsin diye sadık kaldılar; yahut tebdil etmediler.”
Bir toplulukta inkılabın olması için inkılap taraftarı bir grup ortaya çıkar. Bunlar yenilik yapmak isterler. Diğerleri ise onların bu yeniliklerine direnirler. Aralarında mücadele başlar. Tutucular ve inkılapçılar birbirleri ile çekişirlerken, halk gerçekleri öğrenmeye başlar ve yavaş yavaş inkılapları sindirme cihetine gider. Bu tutucularla ilericiler arasındaki çatışma olmadan halk inkılapları benimseyemez.
Türkiye’de iki yüz yıldır, üç yüz yıldır inkılaplar yapılmaktadır. Ne var ki bu inkılapların hepsi dışarıdan gelen baskılar sonucu saltanat veya iktidar partisi tarafından empoze edilmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye inkılaplarını tamamlayamamıştır.
Mustafa Kemal asker kafası ile inkılapları tamamladığını sanmış ve ulusuna muasır medeniyetin fevkine çıkmayı hedef olarak göstermiştir. Onun bu sözlerinden sonra neredeyse seksen sene geçmesine rağmen, biz hâlâ Avrupalılaşmaktan dem vurmaktayız!
İşte bundan dolayı peygamberler inkılaplar yaparken münafıkların da muhaliflerin de varlığını kabul etmekte, onları zorla inkılaplara götürmemektedir.
İnkılaplara karşı olanlara baskı yapılıp sindirilmeleri için cezalar verilmekte ama direnenler yine de tamamen yok edilememektedir. Türkiye’de bunun için zor kullanılmış, direnenler sindirilmiştir. Ama biraz sonra tekrar ortaya çıkmışlardır. Ne tarikatlar ne de medreseler ıslah olmamıştır. “Adil Düzen”e karşı direnenler İmam Hatip okulları ve tarikatlar olmuşlardır. Yani Osmanlı dönemi adeta geri gelmiştir.
Sovyetler (SSCB) de yetmiş yıllık baskı ile bir yere varamamışlardır. Gorbaçov’un bir fiskesi Sovyetleri tarihten silmiştir.
Oysa peygamberler inkılapları halka inandırarak yaptılar. Binlerce sene sonra insanlar hâlâ onların arkasından gitmektedir.
أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ
(EaV YaTUvBa GaLaYHıM)
“Yahut onların tevbesini kabul eder.”
İnkılapları durduracak dereceye varan münafıklığı yok eder. Buna karşılık baskı ile değil, inandırarak inkılapları başarmak için de münafıkları affeder.
Burada çok önemli bir olay vardır. Topluluk içinde münafıklık ve gericilik daima var olacaktır. Onları yok etmek ve ortadan kaldırmak sözkonusu olmayacaktır. Onlar muhalefet edince inkılapçılar inkılaplarını daha iyi ve daha kolay anlatırlar.
Biz iktidardan sadece demokrasi istiyoruz, lâiklik istiyoruz, eşit şartlar istiyoruz. Yoksa devletin imanın bekçisi olmasını istemiyoruz. İnanmak veya inanmamak serbest olacaktır. Devlet bunlara karışmayacaktır. Birileri diğerlerini ezerse, devlet orada kendisini gösterip adil bir şekilde sorunları çözecektir.
Bugün ne yapılmaktadır?
Dindarlara baskı yapılmakta, dinsizler hakim kılınmaktadır. Buna rağmen dindarlar güçlenmekte ve adım adım iktidara gelmektedirler. İlâhi nizam böyledir. Tarihte en büyük zulümler yirminci asırda dindarlara karşı yapılmıştır.
Ama sonunda ne olmuştur?
Dinler bütün güçleri ile muzaffer olmuşlardır.
Din düşmanları şimdi köşe bucak saklanmaktadırlar.
Din düşmanlığı ne yapmıştır?
Dindarları birbirine dost yapmıştır. Artık dinler birbirleri ile değil, dinsizlik ve imansızlıkla birlikte mücadele etmektedirler. Bundan sonra ağır zararlar iras etmeyen münafıklar da affedilmektedir.
Burada önemli bir hukuk kuralı da getirilmiştir.
“Adil Düzen” geldiği ve iktidar olduğu zaman ne yapacaktır? Eskiden “Adil Düzen”e saldıranları cezalandıracak mıdır? Yoksa düzenin gereği bu zulümleri yapmışlardır diye onları af mı edecektir? Veya bir kısmını cezalandıracak, bir kısmını affedecek midir?
Bu âyet bize işte bunu anlatmaktadır.
Ergenekon davası bu sebeple yanlış bir davadır.
Ergenekon suçları devlet suçlarıdır. Düzen değişmemiştir ki, devlet değişmemiştir ki, devletin istihdam ettiği kişileri bugün muhakeme ediyoruz, mahkum etmeye çalışıyoruz.
Hata nerede işlenmiştir?
İç güvenlikle ilgili olan PKK sorunu askerlere havale edilmiştir. Askerler iç güvenliği sağlayamazlar. Onlar cephe savaşını bilirler. Askerlikte adalet yoktur. Asker -nasıl olursa olsun- savaşı mutlaka kazanmalıdır. Ordu kendi halkıyla savaşamaz. Siz bu görevi onlara verince, onlar düşmana karşı yapılan cephe imha hareketlerini yaparlar. Çoğu zaman sonuç da alamazlar. Şimdi bizim onları muhakeme etmemiz anlamsızdır.
Devletten maaş ver, emir ver; ve şimdi de muhakeme et!
Ergenekoncular ne zaman muhakeme edilir?
Türkiye’ye “Adil Düzen” gelir. İnkılap tamamlanır. Demokratik, laik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti kurulur. O zaman adil yargı sistemi içinde suçlular muhakeme edilir. Herkesin suçu ortaya çıkar. Sonra bunların bir kısmı affedilir, bir kısmı cezalandırılır.
Devlet “Adil Düzen”e kavuşmadan, Ergenekon davasının açılması ve yürütülmesi sonunda orduyu böler veya ordu müdahale etmek zorunda kalır.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (24)
(EinNa elLAHa KAvNa ĞaFUvRan RaXIyMan)
“Allah gafur ve rahim bulunmaktadır.”
Zulüm düzeninde işlenen suçlarda esas olan cezalandırmak mı, yoksa esas olan affetmek midir? Bu ifadeden anlıyoruz ki, bizim için esas olan affetmektir. Yani inkılaptan önce işlenmiş suçlara karşı inkılaptan sonra kurulacak mahkemelerce verilecek kararların sonucunda çoğu affedilir. Böylece inkılaplar sevimli hâle gelir ve halk onları sevmeye başlar.
Bununla beraber bazı kimselerin affı inkılaplara zarar verebilir. Onların istisnai olarak cezalandırılması gerekir. Bazı kimseler cezalandırılmazlarsa fitne başı olmaya devam ederler. Onlar istenmeseler de onlar âlet edilebilirler.
Bazı kimseler özel suçlar işlemiş olabilirler. Kamu yetkilerini kendi şahsi ihtirasları için kullanmış olabilirler. Bunların affedilmesi caizdir.
Burada suç işleyenleri affetmek yeterli değildir. Suç işleyenlerin bir daha suç işlemek zorunda kalmamaları için onlara iş ve aş sağlamak gerekir. Rahmanın mânâsı budur.
PKK’lıları affedelim ama eğer onları yerleştirmezsek, onlara iş ve aş temin etmezsek, tekrar örgütlenip dağlara çıkabilirler. Bunlara farklı muamele yapmazsak, bu sefer PKK’ya katılmış olanlar işsiz oldukları için onlar eşkıyalığa başlarlar.
O halde PKK sorununu çözmek için bir defa herkes için aidatsız ve primsiz sosyal güvenlik müessesesini kurmamız gerekir.
Ondan sonra da herkese mutlaka iş temin etmemiz gerekir.
Herkese aş, iş ve eş sorununu çözmeden yapacağımız operasyonlar boştur.
Bunları sağlayan da “Adil Düzen”dir.
“Adil Düzen” herkese bunları nasıl ve ne şekilde sağlayacaktır?
Her Adil Düzen Çalışanı bunları çok iyi bilmeli ve her yerde herkese anlatmalıdır.
Merkez Bankası parayı basıyor ve her çalışana faizsiz olarak “çalışma kredisi” veriyor. Çalışan istediği işverenin yanına gidiyor ve çalışıyor. Ücretini bankadan alıyor. İşveren ve işletmeye de faizsiz-icrasız “hammadde kredisi” veriliyor. Mamul madde üretiliyor ve ambara konuyor. Satılınca devlet kredilerini tahsil ediyor. Bunda bir zorluk yoktur. Devlet böylece karşılıksız para çıkarmamış oluyor. Herkese iş bulmuş oluyor. Bu arada ücrette serbest rekabet, piyasalarda serbest rekabet devam ediyor.
Elde edilen ürünlerden devlet payını alıyor. Bundan bir kısmını ayırarak çalışmayanlara sosyal güvenlik içinde ödeme yapıyor. Halktan herhangi bir aidat istemiyor. İşverenden de istemiyor. Böylece herkese aş da bulunmuş oluyor. Evlilik dışı ilişkiler yasaklanıyor. Evlenenlere mesken kredisi veriliyor. Aş ve iş zaten herkese sağlanmıştır. Böylece herkes evlenmek zorunda kalıyor. Evlenme imkanlarına da sahip.
İşte “Adil Düzen” budur.
Böylece anarşi biter, PKK biter.
Böyle bir düzeni kurduğumuzda eski suçları da affederiz.