AHZAB SURESİ TEFSİRİ(33.sure)
Süleyman Karagülle
2181 Okunma
AHZAB SURESİ 25-34

 

 

***

AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 7

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20)

534 ve 535, yani 6 ve 7. Ahzâb Sûresi Tefsir dersleri arasında, teknik bir sebeple takdim-tehir yapılmıştır.

534. Seminer, 7. Ahzâb Sûresi Tefsir Notları gelecek hafta yayımlanacaktır, inşaallah…

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25) وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26) وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27)

 

وَرَدَّ اللَّهُ

(Va RadDa elLAHu)  

“Allah reddetti.”

Reddetmek” geri çevirmek demektir.

Bundan önce mü’minlerden, mü’minlerin ricalinden ve münafıklardan bahsedilmiş, onların azab edileceği veya affedileceği bildirildikten sonra, kâfirlere gelindiğinde onların ganimetten veya feyden (savaşmadan alınan ganimetten) pay alamayacağı bildirilmiştir.

Mü’minler savaşa katılmak zorundadırlar. Müslimler ise savaşa katılmak zorunda değildirler. Bunlar cizye yani bedel vermektedirler. Bununla beraber bunlar savaşa katıldıklarında ganimetten paylarını alırlar.

Şimdi başka bir suale cevap aramamız gerekir. Kamu görevleri vardır. Genel hizmetler vardır. Kamu görevlerini yalnız mü’minler yapabilmektedir; müslimler yani zimmiler yapamamaktadır. Ama genel hizmetleri ise mü’minler ve müslimler yapabilmektedir. Sosyal güvenlikten müslimler de yararlanmaktadır. Kâfirler ise ne genel hizmet ne de kamu görevi yapabilmektedir. Sosyal güvenlikten de yararlanamamaktadırlar. Böylece kâfirler bedel vermemekle birlikte sosyal güvenlikten de mahrumdurlar. Genel güvenlikten ise kâfirler de yararlanmaktadırlar.

الَّذِينَ كَفَرُوا

(elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlar.”

Kur’an’da geçen kelimelerin iki mânâsı vardır.

Kâfir olanlar âhirette ne olacaktır? Bunlar âhirette cehennemliktirler. Bu anlamda “kâfirler” lugat mânâsıyla bile bile gerçekleri inkâr edip karşı çıkanlardır.

Yanlış bilmeden doğan sorumluluk üzerinde kelamcılar fazla durmuşlar; şuna inanan müslim, şuna inanan kâfir olur demişlerdir. Kâfir, buna veya şuna inanan değil; bile bile aksini iddia eden ve aksine amelde ısrar eden kâfirdir. En büyük kâfir şeytandır. Ama o bütün doğruları bilmektedir. Âhiretteki mânâsı ve sonucu açısında “kâfir” budur; bile bile aksini iddia etmektir, gerçekleri gizleyip örtmek ve saklamak demektir.

Biz şeriatçılar Kur’an’ın dinî mânâları üzerinde durmayız. Bu hususta mânâlar vermek din âlimlerine aittir. Biz şeriatçılar olarak Kur’an’ın dünyadaki uygulanışını yani “Adil Düzen” açısından yorumlamaya çalışıyoruz.

Müşrikler, hakem kararlarını kabul etmeyen, devleti tanımayan kimselerdir. Bunların bizim ülkemizde ve bizim topraklarımızda barınma ve dolaşma hakları yoktur, ülkemizdeki mahkemelere başvurarak dava açma hakları yoktur. Onların aleyhinde de dava açılamaz. Onlar bizim topraklarımıza gelirlerse kanları hederdir.

Kâfirler ise hakem kararlarına uymayı kabul etmektedirler. Askere gitmiyorlar ve bedel de ödemiyorlarsa, bunlar kâfirdirler. Bunlara biz taarruz etmeyiz. Topraklarımıza girdiklerinde onları müslim ve mü’minlerden koruruz. Telef edilirlerse kısas yapılır veya diyetleri ödenir. Ancak bir kâfir kâfire saldırırsa onu korumayız. Topraklarımız dışında yapılanlardan biz sorumlu olmayız. Kâfirler ülkemizde genel hizmet yapamazlar, kamu görevleri ifa edemezler. Genel hizmet ve kamu görevlerinden ülkemizde yararlanırlar. Seçme ve seçilme hakları yoktur.

Müslimler; bunlar askere gitmezler. Onun yerine bedel verirler. Genel hizmetlerden ve kamu görevlerinden yararlanırlar. Genel hizmet yapabilirler. Kamu görevleri yapamazlar. Seçme hakları vardır ama kamu yetkilerinde seçilme hakları yoktur.

Mü’minler ise askere giden kimselerdir. Bunlar kamu hizmetlerinden ve genel görevlerden yararlanırlar. Genel hizmet ve kamu görevleri de yapabilirler. Savaşa bunlar gitmek zorundadırlar. Müslimler gidebilirler, ganimete de iştirak edebilirler. Kâfirler ise savaşa iştirak edemezler. Etseler bile ganimete ortak olamazlar.

بِغَيْظِهِمْ

(Bi GaYZiHiM)

“Gayzları sebebiyle”

Gayz” kin demektir. “Ğilz” kalın, kaba demektir. “Ğılza” kelimesi sertlik demektir.

Açıkça sertlik yapamayanlar içlerinden kötülüğe niyetlenirler. Fırsat bulunca onu kullanırlar. Bu gibi insanların çıkarlarına olan önerilerde bulunursunuz. Öneri sizden geldiği için çıkarları olsa da yine kabul etmezler.

“Bi Gayzihim” “Lem Yenalu”nun mef’ulü olabilir, yahut “Reddellahu”nun mef’ulü olabilir. “Redde”nin mef’ulü ise Allah gayzlarından dolayı onları reddetti demektir. Hayra nail olamazlar. Yani ganimet alamazlar. Yahut gayzlarından dolayı hayra nail olamazlar.

Kâfir olanlar genel güvenlikten yararlanırlar ama sosyal güvenlikten yararlanamazlar.

لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا

(LeM YaNALUv PaYRan)

“Hayra nail olamazlar.”

Bu ifade “Allah reddetti” ifadesinin bedelidir. Reddi açıklamaktadır.

Hayra nail olamıyorlar, yani ganimeti istihkak edemiyorlar. Bütçeden yararlanamıyorlar. Kâfirlerin fakirlerine zekâttan pay verilmez demektir. Yani bütçeden yararlanma hakları yoktur. Müslimler zekâttan mü’minler gibi yararlandıkları halde, kâfirler yararlanamazlar. Kâfirlerin savaşa katılıp ganimetten istifade etme hakları olmadığı gibi; kıyas yoluyla bütçeden yararlanma hakları da yoktur.

وَكَفَى اللَّهُ

(Va KaFay elLAHu)  

“Allah’a kifayet eder.”

Daha önce “Vekil olarak kifayet eder” geldiği halde, burada “Allah’a kıtal olarak mü’minler yetişir” denmiştir. “Bi” ile gediğinde “Allah” fail olur. “Bi”siz geldiği zaman Allah’a yeter mânâsındadır. Yani Allah yolunda müslimlerin veya kâfirlerin savaşmaları gerekmez. Allah’ın ordusu olarak mü’minler yeter. Ülkenin güvenliğini sağlamaya o ülkenin askerleri yeterlidir. Dünyanın güvenliğini sağlamaya da ülkelerin orduları yeterlidir.

Allah yeryüzünün güvenliğini sağlamak amacıyla ordular teşkil etmiştir.

Kur’an’dan önce bu görev İsrail oğullarına verilmişti.

Kur’an’dan sonra bu görev mü’minlere verilmiştir.

İsteyen mü’min olur, isteyen müslim olur.

الْمُؤْمِنِينَ

(ElMuEMiNIyNa)  

“Mü’minlere yeter.”

Burada “Allah mü’minlere yeter” şeklinde mânâ vermek daha uygun düşmektedir. Ne var ki, burada iki mef’ul almıştır. Biri kıtal, biri mü’min. Kıtal hâl olarak gelmiş. “Kıtal etmede mü’minler Allah’a yeterler” şeklinde mânâ vermek; “Bi” ile geldiği zaman “Allah” fail oluyor. “Bi”siz geldiği zaman da mef’ul gibi oluyor.

الْقِتَالَ

(eLQıTALa)  

“Savaşta mü’minler Allah’a yeter.”

Bu mânâ değil de, “Savaşta Allah mü’minlere yeter.” Şeklinde mana verilebilir.

“Keff” avuç demektir. “Kefa billahi vekilâ” dediğimizde, vekil olarak Allah ile olmak yeterli demektir. Burada kifayet eden Allah değil de, Allah ile beraber olmak demektir.

Elkıtal” kıtalde mü’minler Allah’a kifayet eder. Kıtalde mü’minler Allah’a yeter. Kıtalde mü’minler Allah için yeterlidir. Yahut kıtalde mü’minler Allah’a yeterlidir. Eğer “Kefâ Billahi” olmasaydı bu mânâyı verirdik.

Kelimenin böyle ters mânâ alması “Kefâ” kelimesinin mânâsıdır. Yeter anlamında değildir. Biz burada savaşmaya mükellef olanların yalnız mü’minler olduğunu tesbit ediyoruz. Müslimlerin savaşa katılmakla mükellef olmadığını istidlâl ediyoruz.

وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25)

(VaKavNa elLAHu QaVıyYan GaZIyZan)

“Allah aziz ve kavi bulunmaktadır.”

Kavi” kuvvetli demektir. “Aziz” de saygın, saygıdeğer demektir, söz geçiren demektir. “Kavi” kuvvetli olup savunandır, yani saldırılara dayanabilir demektir. Aziz ise saldırıda galip olan demektir.

Savaşın iki çeşidi vardır.

Kavi” savunma, direnme, bozulmama demektir.

Aziz” ise saldırı yaparak emre almak demektir.

Bu ikisini yapacak olan mü’minlerdir.

Bir bölgede savaş olurken, o bölgedeki askerliği ülkenin başka topraklarından gelen mü’minler yaparlar. Yerli halk ise onların emrinde olur. Savaşa katılmazlar ama karşı tarafla da işbirliği yapmazlar. Düşman eğer beldeye girerse orada bulunan müslimler de savunmaya katılmak zorundadırlar. Topluluk savunacak deniyor. Dolayısıyla savaşa bütün ülkenin halkı katılacaktır. Kavi ve aziz olan bir ordu yani bir siyasi grup değil, bütün ülke olacaktır. O halde ordular bütün ülke halkından oluşmalıdır.

Eğer biz askerliği halka kendi bölgelerinde yaptıracak olursak, toprakları Allah yani tüm ülke değil de, bölge halkı kendi kendisini savunur. Bu durumda tüm ülke bölünür, parçalanır. Bu sebeple bölgelerdeki ordular o bölge halkından oluşmamaktadır. İlçedeki birliklerin zaptiye erleri o ilçeden değil, başka ilçelerden geleceklerdir.

Bu âyette kâfirlerin genel hizmet ve kamu görevi alamayacakları, ganimetlerden ve genel hizmetlerden yararlanamayacakları hususu belirtiliyor. Kamu hizmetlerinden bizim topraklarımızdayken yararlanırlar. Hakemliği kabul ettiklerinden yargılamadan yararlanma hakları doğar.

***

وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ

(Va EaNZaLa elLaÜIyNa ZAvHaRUvHuM)

“Onlara müzaheret edenleri inzâl etti.”

Burada “enzele”nin faili “Allah”tır. Mef’ul ise Mekkelilere muzaheret edenlerdir.

Kalabalık Mekkeliler ve ortakları Medine’yi sarınca, Yahudiler Medinelilerin bunları yenemeyeceklerine kanaat getirmişler ve onlar tarafı olmuş, onlara yardım etmiş oldular.

Medine Yahudilerinin Mekkelilere yardımları ne olabilirdi?

Önce onların sınırlarından Medine’ye girebilir, orada tutunduktan sonra Medinelileri sokak muharebesiyle yenebilirlerdi. Muhasara edenler daha çok oldukları için bu savaşı kazanmaları kesin olabilirdi. Diğer taraftan Mekkelilerin ikmaline yardım edebililerdi, su ve yiyecek verebilirlerdi. Bunlarla yetinmemişler, Medinelilerin morallerini bozmak için alenen Mekkelilerin tarafında olduklarını ilan etmiş, zaferlerini kesinleştirmek istemişlerdir.

Müzahir olmak” arka çıkmak demektir, yardım etmek demektir, ama aynı zamanda açıkça bunu yapmak demektir. “Zâhir” demek açık demektir, bâtının karşıtıdır.

“Zâherû”daki “Vav” Medine Yahudilerini, “Hum” zamiri ise muhasara eden Mekkelileri ve ortaklarını göstermektedir.

Allah onları bulundukları yerden indirmiştir, çıkarmıştır. Açıkça Mekkelilerin tarafını tutunca Yahudiler Medine’den çıkıp kaçabilirlerdi. Böyle yapmadılar. Medine’ye inip orada kaderlerini beklediler. Allah onlara böyle hareket ettirdi.

Bu olay İslâmiyet’in ne derece barışçı bir düzen olduğunu göstermeye örnek bir olaydır. Uhud savaşında Hazreti Muhammed istişare etmiş ve arkadaşlarına uymuştu. O sebeple perişan olmuştu. Bunun üzerine inzâl olunan istişare âyeti savaşta da olsa başkana istişareyi emretmiştir.

Burada sonunda düşmanla işbirliği yapanların bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı ise esir edilmiştir. Ama bu yapılırken hakeme başvurulmuştur, hakem kararı ile yapılmıştır. Böylece yargı üstünlüğü ve yargının hakemlere dayandığı hususu teyid edilmiştir.

مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ

(MiN EaHLi eLKıTAvBı)  

“Ehli kitabdan.”

MiN” burada teb’iz içindir. Onlara müzaheret edenler ehli kitabdan idiler demiş olmaktadır. Burada hazf edilmiş bir “Hum” vardır. “Hum min ehli’l-kitabi” anlamındadır. Yahut “Ellezîne”nin hâlidir. Ehil kimselerden onlara müzaheret eden kimseleri. “Min ehli’l-kitabi” “Ellezîne zaherû”nun bedeli olabilir. Medine’de Araplar ve Yahudiler yerleşmiştir. Hıristiyanlar yoktur. Ehli kitap deyince marife olduğu için Medine Yahudileridir. Kalelerinden bütün Yahudiler çıkmıyor, sadece bir kısmı çıkmıştı.

مِنْ صَيَاصِيهِمْ

(MıN ÖaYAÖIyHıM)  

“Sayasilerinden.”

Says” hayvanların çevrili alanları olur. Bu alanın üstü açıktır. Hayvanlar bu ağıla doldurulur. Kapıları kapatılır. Yabaniler giremez. Onlar da dışarı kaçamaz. Bir de kapalı yer olur. Onun üstü örtülüdür. Yağmurdan korunurlar. Buna “says” denir.

İnsanların kentlerde böyle toplandıkları mahalleler vardır. Ona “says” denir. Türkçede “mahalle” veya “semt” denmektedir. Buralar kale değildir. Ama sokak kapıları kapatıldığı zaman kale gibi olur ve kolay kolay girilemez.

Yahudilerin Medine içinde mahalleleri vardı. Medine on bin civarında nüfusa sahipti. Böyle yerlerin yüze yakın mahalleleri, saysleri olur. Bugünkü apartmanlara tekabül eder. Herkes kendi mahallesinde oturur. Şehrin bir de ortak alanları vardır. Şehrin halkı oraya gelir, ticaret yapar, iş yapar. Savaş esnasında alenen düşmanlara yardım etmiş ama savaştan sonra Medine’nin meydanına gelmişlerdir.

وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ  

(VaQaÜaFa FIy QuLUvBiHiMu elRuGBa)

“Kalblerine ru’bu kazfetti.”

Buradaki fail Allah’tır. Allah Mekkelilerin üzerine görülmeyen askerler göndermiş ve onları korkutup kaçırmıştır. Medine’deki Yahudilerin kalblerine de korku düşürmüş, onlar teslim olmuşlar, mukavemet etmemişler, kaderlerine razı olmuşlardır.

Kazf etmek” koymak, yerleştirmek, içine sokmak anlamına gelmektedir.

“Havf” ileride olacaklardan korkmaktır.

Ru’b” ise karşı gelmekten, direnmekten korkmaktır.

İnsanlarda böyle bir hâl vardır. Mağlup olduklarında teslim olurlar. Ölümü göze alırlar. Kendilerinde mukavemet etme gücünü bulamazlar. Savaşlar böyle kazanılır. Bir defa kalplerine korku düşüp kaçmaya başladılar mı artık o orduları durdurmak çok zordur. Bazen komutanlar birden cesaret gösterir ve askerlerini harekete geçirirler.

Esir olanlar için de durum böyledir. Esir olanlar direnme gücünü tamamen kaybederler. Kendilerine ne yapılırsa yapılsın karşı çıkmazlar. Savaşırken gösterdikleri cesaretten eser olmaz. İşte buna “ru’b” denir.

 Devletin halkın üzerinde böyle bir otoritesi vardır. Halk iktidara itaat eder. Karşı gelmek istese de bunu deneyemez bile. Kenan Evren 12 Eylül 1980’de, ‘asker el koymuştur’ dedi. Herkes itiraz etmeden itaat etti. Anarşi birden kesildi.

İktidarlar bu korkuyu koyamazlarsa o zaman iktidar olamazlar.

CHP ve askerler dışında iktidar olanlar Türkiye’de bu ru’bu ortaya koyamadılar. Hâlâ eski iktidarların ru’bu devam etmektedir. Bu sebepledir ki bürokratlar iktidardan ru’b içinde değildirler. İktidara karşı oluşmuş gizli güçlerden dolayı ru’b içindedirler. Ergenekon davası henüz bu ru’bu iktidarlar lehine çevirmiş değildir. Çünkü bu davanın muharriki iktidar değildir. Dışarıdan tezgâhlanmıştır. Sonucun nereye varacağı belli değildir.

Demokrasilerin en büyük zafiyeti budur.

O halde ne yapılmalıdır?

Yerinden yönetim getirilmelidir. Yargı hakemlerden oluşmalıdır. Yargı çok kısa zamanda karar verebilmelidir. Yargı kararları hemen orada fiilin işlendiği yerde uygulanmalıdır. Yani halk iktidardan değil, kendi seçtiği hakemlerin verdiği kararlara karşı ru’b içinde olmalıdır. İktidar da yargı kararlarına kayıtsız şartsız uymalıdır. Halk da yargı kararlarından kaçılamayacağını bilmelidir. O halde “ekseriyet demokrasisi” yerine “hakemler demokrasisi” gelmelidir. Herkes hakem kararlarından kaçış olamayacağını çok iyi bilmeli ve inanmalıdır. Yoksa demokrasi göstermelik olur. Korku salan gerçek iktidar olur. Onun için Türkiye’de daima asker iktidar olmuştur.

فَرِيقًا تَقْتُلُونَ

(FaRIQan TaQTuLUvNa)  

“Bir fırkayı katledersiniz.”

Yukarıda “enzele” ve “kazafe” fiillerini mâzi olarak kullanmıştır. Ondan sonra fiil-i muzari olarak “bir kısmını katleder ve bir kısmını esir edersiniz” denmektedir.

Ferikan” burada mef’ul olarak başa alınmıştır. Çünkü asıl sorun o savaşan gruptur, onlar öldürülmüştür. Hazreti Muhammed Yahudileri öldürmek istemiyordu. Ama devletin bir hukuku vardı. O hukuka başkan da olsa kendisi de uymak zorunda idi. Kendisine ne yapması gerektiğine dair sûre inmemiştir. Onun için “bir kısmını katlediniz, bir kısmını esir ediniz” denmiyor da; “siz böyle yaparsınız” deniyor. Böylece olay olduktan sonra yapılan uygulamayı tasvip ediyor, tasdik ediyor; bize de örnek oluyor.

Kur’an’ın emirlerine uyarak hakemlere gitme kararı aldı. Çünkü savaşırken ve vuruşurken düşmanlar ölebilir. Bu savaşın gereğidir. Ama esir alınıp savaş bittikten sonra uygulanacak hükümler ise yargı uygulaması olmalıdır. Bu sebeple Hazreti Muhammed kendi kararı ile ihanet edenleri öldürmedi. Hakem seçmelerini istedi. Yahudiler de kendilerine mü’minlerden birini hakem seçtiler. Neden onu seçtiler? Çünkü o Yahudilerle alışveriş yapardı, onlar onun has dostu idi. Onun hainleri koruyacağını sandılar. Kur’an’da iki tarafın ayrı ayrı hakem seçmesi emredildiği halde, Hazreti Muhammed onların seçtiği tek hakemin hakemliğine razı oldu. Her iki taraf tek hakemin hakemliğinde birleştiler.

Kur’an’da bu hususta bir işaret bulunmadığı için bu uygulama ya savaş uygulamasıdır, yahut hakemlikle ilgili âyetlerden iki hakem seçilmesini emreden âyetler daha nâzil olmamıştır. Onun için biz tek hakemli kararları kabuk etmiyoruz. Adaletle hükmedin emrine muhaliftir. Çünkü adalet ancak iki tarafın dengede olması ile sağlanır. Bu sebepledir ki davalı ve davacısı olmayan davalar mesmu’ olmaz. Hakemler de iki tarafın ayrı ayrı hakemleri olmalıdır. Anlaşamazlarsa başhakeme başvururlar. O tek olur.

Meclis toplandı. Bir tarafta mü’minler, öbür tarafta Yahudiler yer almıştı. Hazreti Muhammed de kendi cemaatinin içinde idi, taraflardan biri idi. Hakem mihraba geçti ve önce Yahudilere sordu. Hakemliği kabul ettiklerini ikrar ettirdi. Sonra mü’minlerin tarafına döndü ve siz de hakemliği kabul ediyor musunuz diye sordu. Hazreti Muhammed cemaati adına kabul ediyorum dedi. Hakem Tevrat’ı açtı ve okudu. Tevrat’a göre böyle ihanet etmelerinin karşılığı erkeklerini öldürmek, kadın ve çocuklarını esir etmektir. İşte bu kararı sonradan Hazreti Muhammed uygulamıştır. İhanet eden erkekler öldürülmüş, çocukları ve kadınları esir edilmiştir. Böylece Medine Yahudileri Medine Arapları tarafından asimile edilmiştir. Bugün Medine’de yaşayanlar onların çocuklarıdır.

وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26)

 (VaTaESiRUvNa FaRIyQan)   

“Ve bir kısmını esir ediyordunuz.”

Savaşın en ağır sonucudur bu; işgal ettiğiniz toprakları ganimet yaparsınız, ilerde sorun çıkaracak erkekleri öldürürsünüz, sorun çıkarmayanları ise esir edersiniz.

Esir etme” demek asimile etme demektir. Soykırım değildir. Esirler ganimet yapılır ve savaşanlara bölüştürülür. Köle hâline gelen kimseler mü’minlerin evlerinde onların bir ferdi hâline gelirler. Hattâ akraba olurlar. Kadınların mahrem olurlar. Orada eğitilirler. Sonunda oranın halkı ile eşit hukuka kavuşturulurlar. Bunun için şu yollar vardır:

a) Eğiten sahibi köleyi azat eder. Bunu yapmak en büyük ibadettir. Bazı cezalara keffaret olarak köleyi azat etme müessesesi getirilmiştir. Yeminden rücu etmek, hataen adam öldürmek böyledir.

b) Vasiyet edersiniz. Siz öldüğünüzde köle hür hâle gelir.

c) Ümmü veled yani hür olan birinin annesi hâline geldiğinde, mâliki ölünce hür hâle gelmiş olur. Akrabanın mâlik olması da hür hâle getirir.

d) Değerini ödeyecek kabiliyete ulaştığında velisi ile anlaşarak veya hakemlerden karar aldırarak hür hâle gelir.

Böylece köleler eğitilerek bir zaman sonra o topluluğun eşit fertleri olurlar.

İslâm âleminin en büyük âlimi olan Ebu Hanife’nin dedesi İran esirlerindendir. Hür hâle geldikten sonra artık onlarda bir statü farkı yoktur.

Medine Yahudileri esir alınmış ve Medine halkına bölüştürmüştü.

Medine’de Müslüman olmayan Araplar artık kalmamış idi.

Ayrıca münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar vardı.

***

وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ

(Va EaVRaÇaKuM EaRWaHuM)

“Ve ardlarına sizi vâris kıldı.”

Allah vâris kıldı. Öldürme ve esir etmeyi mü’minlere izafe etti.

“Ve ardlarına sizi vâris kıldı.”

Medine Yahudilerinin Medine dışında toprakları vardı, hurmalıkları vardı. Onlara Medineliler vâris oldular. Mü’minler vâris oldular. Erkekleri öldürüldüğü gibi kadın ve çocukların arazileri ve evleri kalmadı.

Bugün ne yapılıyor? Bunlar esir kamplarına gönderiliyor, sefalet çektiriliyor. Yahut onlar da öldürülerek soykırım yapılıyor.

Oysa İslâmiyet bunları köleleştiriyor ve mü’min aileler bunları çalıştırabiliyor. Aynı zamanda onlara kendi yediklerini yediriyor, kendi giydiklerini giydiriyor. Sonra da onlar hür hâle getiriliyor.

Batı’daki kölelik Roma döneminden gelir. Roma’da kölelerin kişilikleri yoktur. Davalı ve davacı olamazlar. Eşya gibidirler.

İslâmiyet’te böyle bir kölelik asla meşru değildir. Her insan kişidir. Davalı ve davacı olur. İslâmiyet’te mezun köle bugünkü işçi statüsünden daha ileridedir.  

Topraklarına da vâris olduğunu ifade etmektedir.

“Siz vâris oldunuz” denmiyor da, “Biz vâris kıldık” deniyor.

Çünkü bu hukuki bir olaydır. Asıl mülkiyet emekle kazanılır. Miras istisnadır. Malların sahipsiz kalmaması için teşri edilmiştir. Yani mirasçıları mala sahip çıksınlar diye vâris olmaktadırlar. Mâlik olmak hak olduğu gibi aynı zamanda malları muhafaza etme de vazifedir. Bundan dolayıdır ki sefihler hacr edilmektedir. Hassaten yer boş kalmamalıdır. Çünkü toprağın boş kalması demek insanlığa zarardır, insanlığın zarar etmesi demektir. Sahipleri araziyi ekmedikleri zaman onu istimlâk ediyoruz. Bu hüküm buradan çıkmaktadır.

وَدِيَارَهُمْ

(Va DiYARaHuM)  

“Ve diyarlarını”

Dâr” burada etrafı çevrilmiş yapıdır. “Dâr” “devir”den gelmektedir. Çevrili alan demektir. Tarlalar açık yerlerdir. Dârlar ise kapalı evler veya bahçelerdir.

“Ard” ile “dâr”ların hükümleri farklıdır. “Dâr” taşınmazın adıdır. “Ard” ise toprağın adıdır, tesislerin adıdır. Toprak eksilmediği için onun hükmü başkadır. Bir yere mâlik isen onu kullanmamakla elden çıkarılmaz, istimlâk edilmez. Sadece başkaları kullanabilirler. Kira ödemezlerse binanın rizikosunu taşırlar. Kira öderlerse binanın rizikosu mal sahibine aittir. Eğer bir akit yapılmadan işgal edilmişse riziko işgal edene ait olur ve kira da ödemez.

وَأَمْوَالَهُمْ

(Va EaMVAvLaHuM)

“Ve mallarını”

Emval” taşınır mallardır. Esir alınanların toprakları, taşınmazları ve taşınır malları esir alanların olmuş olur. Halkı ise esir edilir. Bu malların içine paralar da girmektedir. Kölelerin bütün değerleri sahiplerine intikal eder. “Vâris kıldı” demekle, mallar kölelere bölüştürülür ve eşit olarak köle sahiplerine bölünür.

“Erdahum” müfret, “diyar” ve “emvâl” çoğul olarak kullanılmıştır. Biz vâris olmaktayız. “Ard özel” mülkiyet olmadığı için tekil getirilmiştir. “Diyar” ve “emvâl”de özel mülkiyet sözkonusu olduğu için çoğul getirilmiştir. Vâris olan biziz, yani mü’minlerdir.

Esir alanlar beşte birini verdikten sonra kalan malları bölüşürler.

Esirlere de aynı hükümler uygulanabilir.

Hum” zamiri burada İsrail oğullarına gitmektedir. Anlamı şudur ki, onların topraklarının tamamına Müslümanlar hakim olacaklardır.

Gerçekten Yahudi topraklarını Müslümanlar almışlardır. Mekke’den sonra Hayber de fethedilmiş, Yahudiler Arabistan’dan sürülmüşlerdir. Sonra Filistin fethedilmiş ve Yahudilerin oralarda yerleşmelerine izin verilmiştir.

وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا

(Va EaRWan LaM TaOaEUvHAv)  

“Ve vat etmediğiniz topraklara sizi vâris kılacağız.”

Burada verilen müjde vardır. Yahudilerin topraklarına vâris olunmuştur.

Bunların dışında nelere vâris olunmuştur?

  1. Mekke fethedilmiştir. Hazreti Muhammed’in ölümünden önce bütün Arabistan’a sahip olunmuştur. Bunların çoğu savaşsız alınmıştır.
  2. Dört halife zamanında Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar uzanılmıştır. Ne var ki bütün bunlar savaşla fethedilmiştir.
  3. Sonra Türkler hakim olmuş, Moğollar İslâmiyet’i kabul etmişler ve İslâmiyet her tarafa onlar zamanında yayılmıştır.
  4. Ayrıca Batı’da Endülüs fethedilmiş ve uzun zaman Müslümanların hakimiyetinde kalmıştır.

Bunların dışında savaşsız kazanılan topraklar vardır.

  1. Buğra Han savaşla değil, kendi isteğiyle Müslüman olmuş ve bütün Türkler (Çin’de yaşayan Tabgaçlar dahil) savaşsız Müslüman olmuşlardır.
  2. Malezya ve Endonezya’ya İslâm tüccarları gitmiş, onların yaptıkları faaliyetler sayesinde oralar savaşsız Müslüman olmuştur.
  3. Orta ve Güney Afrika’da İslâmiyet savaşsız yayılmıştır; hâlen de yayılmaktadır. Bunların uzantısı olan Amerikan zencileri de savaşsız kendiliklerinden Müslüman olmuşlardır. Bugünkü ABD başkanı, Müslüman ve zenci bir babanın oğlu olmuştur.
  4. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Avrupa dışarıdan işçileri kabul etmiş, işçi olarak Müslümanlar gelmiş ve bu sayede Avrupa’nın içlerinde İslâmiyet savaşsız yayılmıştır.

İşte, İslâmiyet savaşla yayıldığı gibi savaşsız da yayılmaktadır ve yayılmıştır.

Âyette belirtildiği üzere, onların topraklarına vâris olduğumuz gibi savaşla onlarla çatışmadığımız topraklara da sahip olmuş bulunuyoruz. Daha da sahip bulunacağız.

III. bin yıla gelmeden önce İslâmiyet savaşla ve savaşsız yayılmıştır. Ne var ki bu yayılma İslâm imanıdır, ibadetlerdir, İslâm dinidir. İslâm düzeni ise yayılamamış, insanlar Kur’an’ın getirdiği düzene I. Kur’an uygarlığı döneminde ulaşamamışlardır.

Peki, bundan sonra ne olacaktır?

III. Bin Yıl Uygarlığı, Kur’an düzeninin uygarlığı olacaktır. İnsanlık zaten bu uygarlığı fikren benimsemiştir. Ancak uygulamasını yapamamaktadır. Mekanizmasını bulamamıştır.

İslam düzeni nedir?

[Tekrar hatırlatalım.]

Her şeyden önce “İslâm düzeni” demek “kurallar düzeni” demektir. İnsanlar yöneticilerin emrinde olmazlar, kuralların emrinde olurlar. Kurala uymayanlar hesabı yöneticilere vermezler, hakemlere verirler. Hukuk karşısında yöneticilerle halk birdir, hattâ hakemler de birdir. Çünkü hakemler aleyhine de hakemlere gidilebilmektedir. Ancak hakemlerin verdiği kararlar uygulanmaktadır. İslâmiyet buna “şeriat ahkâmı” demektedir. Batılılar ise buna “hukuk düzeni” diyorlar. Hukuk düzeninin, şeriat ahkâmının dört dayanağı vardır. Bu dört direk olmazsa hukuk düzeni olmaz, ahkâm şeriatı oluşmaz.

    1. Şeriat düzenidir. Demokratik düzendir. İnsanlar sözleşme yaparlar. Kendi düzenlerini kendileri oluştururlar. Dayanışma ortaklıkları kurarlar. Kendi içtihatları ile amel ederler. Çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözerler.
    2. İslâm düzenidir. Bu da lâikliktir. Aynı topraklarda yaşayanlar, dinleri ve ırkları ne olursa olsun barış içinde yaşarlar. Çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. Topraklarını korumak için ortak ordu oluştururlar. Bu orduya isteyenler bedenleri ile katılırlar, istemeyenler bedelle katılırlar. Hakemlerin verdikleri kararları uygulamada ordu teminattır.
    3. Adil ekonomik düzendir. Bu da özel mülkiyetle ve faizsiz kredi ile sağlanmaktadır. Tekele karşı ekonomik ve hukuki tedbirler alınır. Faizsiz kredi konur. Sermayeden yılda kırkta bir vergi alınır. Bu suretle tekel oluşması önlenir. Fiyatlara ve ücretlere müdahale edilmez. Krediler, resmi fiyat ve ücret üzerinden faizsiz ve icrasız verilir. Batılılar buna “liberal ekonomi” diyorlar.
    4. Hak düzendir. Yeryüzü insanlığındır. Çalışmayan veya çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Kira paylarından geçinirler. Aidatsız ve primsiz sigortalanırlar. Batılılar buna “sosyal haklar” diyorlar.

İslâm Düzeni” işte budur.

Batılılar teorik olarak bunları kabul ediyorlar ama “hukuk devleti” deyip hakemleri değil, hakimlerle hükmeden devleti kastediyorlar; “demokrasi” deyip ekseriyet kararlarını ve seçimi esas alıp halkın kendi kendilerini yönetmesi yerine, kuvvetin ve güçlünün hakim olmasını sağlıyorlar; “liberal” deyip tekellerin sömürmesini sağlıyorlar; “sosyallik” deyip sadece zengin olanların, parası olanların sigortalanmasına imkan veriyorlar.

Batı dünyası bu hâliyle sahte adil düzeni getirmiş bulunmaktadır.

Başlangıçta aşiretler ve kabileler vardı. Örgütlenmiş topluluklar yoktu. İnsanlık örgütlenmeye yani devlet aşamasına gelmeye Hazreti Nuh peygamberden itibaren başlamıştı.

Arabistan’da ise ancak Kur’an’la devlet aşamasına ulaşıldı.

Tüm yeryüzü ise devlet aşamasına ancak yirminci yüzyılda ulaşabildi. II. bin yılın sonlarında yeryüzünde devletsiz, yani mahkemesiz, polissiz ve askersiz bir yer kalmadı.

Bundan önce devletleri hanedanlar oluşturuyordu.

Yirminci yüzyılda diktatörler yönetmeye başladılar.

Günümüzde ise devletleri parti başkanları yönetiyorlar.

Hangi parti ekseriyeti alırsa, ülkeyi o parti diktası yönetmektedir.

III. bin yılda yönetim “halk yönetimi” olacaktır. Yöneticiler hükmeden değil, hizmet edenler olacaklardır. İşte bu şekilde, bir asır geçmeden, “Adil Düzen”e göre yönetilmeyen ülke kalmayacaktır. Böylece Allah’ın nuru tamamlanmış olacaktır.

“Adil Düzen” dünyaya silahla ve savaşla yayılmayacaktır. Örnek uygulamalarla Türkiye bu işi yapmazsa, başka bir ülke bu görevi yüklenecek, yüksek seviyede bir yönetim doğacaktır. Önce nüfusu 30 ile 100 kişi arasında olan birbirine yakın aileler aşiretlerini yani ocaklarını kuracaklardır. Sonra yüze yakın aşiret birleşip kabilelerini yani bucaklarını kuracaklardır. Yüze yakın bucak birleşip şa’blerini yani illerini oluşturacaklardır. Yüze yakın il birleşip kavimlerini yani devletlerini kurmuş olacaklardır. Yeryüzünün yüze yakın devleti de beşeriyeti yani insanlığı oluşturacaktır. Böylece insanlık örgütlenmiş olacaktır.

Şimdi 100’e yakın ülke, 10 bine yakın  il, 1 milyona yakın bucak ve 10 milyona yakın aşiret yani ocak olacaktır. Bunların her biri kendi istedikleri düzenlerini kuracaklardır. İstedikleri dilden ve istedikleri dinden olacaklardır. Böylece insanlık uygarlık yarışına girecektir. Sonunda başarılı olanlar kalacak, başarısız olanlar kendi kendilerini tasfiye edeceklerdir. Nüfusları olması gereken asgari nüfustan aza düşünce kendiliğinden dağılmış olacaklardır. Yeter sayıda nüfusa ulaşanlar ise yeni kuruluşları kuracaklardır. Göçler serbest olacak, nüfusu sık olan kuruluş nüfusu seyrek olana toprak verecektir.

Bütün bunlar şeriatın hükümleri içinde ve hakemlerin kararı ile olacaktır.

Hakem kararlarına uymayanlarla ise mü’minlerden oluşan ordular savaşacaktır.

İşte burada “vat etmediğiniz topraklara da vâris kılacağız” derken, bu toprakların tümü kastedilmektedir. Nekre gelmesi bu toprakların tekliğidir. Yani ondan başka toprak yok demektir.

Bu anlattıklarım, uygarlaşma duracak ve statik bir hayat yaşayacağız demek değildir.

Bu düzen karaların düzenidir.

İleride insanlık denizlere yerleşip orada kentler kuracaktır.

Sonra güneş sistemi içinde göğe çıkıp orada uygarlıklar kuracaktır.

Daha sonra da yıldızlar arası yayılacak, hidrojeni yakarak yaşayacaklardır.

Bugün böyle enerjilerin ve imkanların olduğunu biliyoruz ama elde edemiyoruz. Gelecekte teknoloji bunları da sağlayacaktır.

وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27)

(Va KAvNa elLAHu GaLAy KulLi ŞaYEin QaDIyRan)b

“Allah her şeye kadir bulunmaktadır.”

Biz kendi varlığımızdan bizi var edeni biliyoruz. Bizi var eden yalnız bizi var etmedi. Çevremizi de var etti. Biz çevremize muhtacız, ona uyumluyuz. O halde çevremizi var eden bizi de var etmiştir. Biz Allah’ın kendisini bilemiyoruz. Ancak O’nun yarattığı kâinatı ve bizleri biliyoruz. Biz O’nu yaptıkları ile tanımlıyoruz.

Bizim beynimiz ancak zaman ve mekan içinde olanları bilebilmekte ve onun benzeri olanları anlayabilmektedir. Üç boyutlu uzayı görüyoruz ve yaşıyoruz. Dört ve beş boyutlu uzayı göremiyoruz ama düşünebiliyoruz. Matematiğini yapabiliyoruz. Çünkü o uzaylar bizim uzaya benzemektedir.

Allah; kâinatı O yaratmıştır, yerleri ve gökleri O var etmiştir. Zamanın da yaratıcısı O’dur. Bizi de O var etmiştir. Dolayısıyla O yarattıklarına benzememektedir. Çünkü yarattıklarına benzemek demek, kendi benzerini var etmek demektir. Oysa var eden var edilene benzemez, ona eşit olamaz. O halde Allah bize benzemeyen bir varlıktır. Beynimiz ise yalnız benzerleri bilebilmektedir. O halde bizim Allah’ın mahiyeti hakkında bilgimizin olması mümkün değildir. Kadir olmak yapmış olmak, gücü yetmek, onu yapabilmek demektir. Biz onu ancak kadri ile tanımaktayız, bilebilmekteyiz.

Şey” dilenen, murad edilen, olması istenen demektir. Yaratılan her varlık bir şeydir. Çünkü Allah onu dilemiş ve o da olmuştur. Allah ise dilenmiş bir şey değildir ve yaratılmamıştır. Kimse de O’nun varlığını istemiş değildir. Allah mümkün olan her şeye kadirdir. Bizim düşündüğümüz her şeyi o önceden düşünmüştür. O halde biz aklımızdan ne geçirirsek o şeydir ve Allah onu yapmaya kadir bulunmaktadır.

Hareketin olması için dört boyutlu uzaya, iradeli hareketin olması için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. O halde beş boyutlu uzayda ne varsa biz ancak onları düşünebilmekteyiz. Allah da onları yapmaya kadirdir.

Allah’ın irade etmediği bir varlık henüz yoktur. Ona kadir olmaması da sözkonusu değildir. İrade ettiği şeye kadirdir. İradesi kudretinin şartıdır, ilminin de şartıdır. O her şeye kadirdir. Biz ise birçok şeyler düşünürüz ama onların bir kısmına kadir oluruz, bir kısmına ise kadir olamayız. Allah ise her şeye kadirdir. Nekre gelmiş olması, bizim de kısmen, cüzi olarak kadir olmamız anlamındadır.

Allah kâinatı var etmiş ve kanunları koymuştur. Yarattığı parçacıkların sayısı artmamaktadır. Parçacıkların hız karelerinin toplamları da artmamaktadır. Madde ve enerji sakımı kanunları geçerlidir. Kâinatın düzgünlüğü bozulmaktadır (entropinin büyümesi kanunu). Bunlar Allah’ın değişmez kanunlarıdır. Ama parçacıkların birleşmeleri ve ayrılmaları, hızlarını birbirlerine aktarmaları ise değişmektedir. Bunlara müdahale etmek, bunları değiştirmek de insana verilmiş bir güçtür. İnsan bunları kullanarak yaşamaktadır. Bu sebeple insan cüzi de olsa kadir bulunmaktadır.

Allah’ı beğenmeyenler, yaptıklarını yanlış bulanlar vardır.

Bunlar neleri iddia ediyorlar?

  1. Savaş olmasın diyorlar. Ama kendileri atom bombasını imal ediyorlar ve işlerine geldiği zaman kullanıyorlar. Başka kavimler için savaşı gayrimeşru görüyorlar. İslâmiyet  hakem kararlarına uymayanlara karşı savaşı meşru görmüştür. Yani savaş düzenini teşri etmiştir. Nasıl sağlığın yanında hastalık varsa, onun gibi barışın yanında savaş da vardır. Hastalıksız ve savaşsız bir dünya, bu dünyada değil âhirette olacaktır. Cennette ve cehennemde savaş olmayacaktır.
  2. Adam öldürmek (idam) olmasın diyorlar. Allah’ın hükümlerini beğenmeyenler idam cezasını kaldırıyorlar, kısası yasaklıyorlar. Kur’an ise yalnız öldüreni öldürüyor. Bunun dışında bir idam cezasını teşri etmiyor.
  3. Köleliği kaldırıyorlar. Oysa savaş varsa kölelik de olacaktır. Savaşı sürdürüp köleliği kaldırırsanız, o zaman soykırımı ortaya çıkar. Onu da kaldırırsanız terör ortaya çıkar.
  4. Çok evlilik olmasın diyorlar. Yine kendilerini kâinatı var edenden daha akıllı zanneden zavallılar çok evlilik müessesesini meşru görmüyorlar. Oysa çok evlilik müessesesini kaldırdığınız zaman zinayı meşrulaştırırsınız. Bu da aile yuvasını yıkar.

Allah bu kâinatı yaratmış, bu kâinatta düzenin sürebilmesi için en iyisi ne ise onu yapmıştır. Bu kâinat ölümlüdür. Ölümlü bir kâinatı var etmek elbette abestir. Var et ve yok et. Oyun mu oynuyorsun, ne yapıyorsun? Temelde böyle bir kâinatı izah etmemiz mümkün değildir. Ama Allah ne yapmış? Bu kâinattan sonra ebediyen halid olan bir kâinatı var etmiştir. Bizi oraya getirmek için, orada yaşayabilecek bir seviyeye ulaştırmak için getirmiştir. O halde âhireti de hesaba kattığımızda her şey yerli yerine oturur, bu kâinatın mânâsı da anlaşılır olur.

Âhireti hesaba kattığımızda, tarihte cereyan eden tüm olayların makul izahları vardır. Medine muhasarasının da böyle açıklaması vardır. Medine’nin muhasarası, bütün Arabistan ordularının toplanıp İslâmiyet’i ortadan kaldırmak istemeleri ve bunu başaramamaları, Allah’ın istediğini yapmaya gücünün yettiğini ifade etmektedir.

Bizim yakın tarihimizde de benzer olay olmuştur. İsrail oğulları beş yüz yıldan beri güçlenmekte ve dünyayı hakimiyetleri altına almaktadırlar. Beş yüz senelik tarihte yaptıkları şey Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıp kendilerinin hakimiyetlerini sağlamaktı.

1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde yaptıkları toplantıda aldıkları karar şudur: Artık Müslümanlar o kadar zayıflamıştır ki, Hıristiyanlarla mücadele edemez durumdadırlar. Yahudilik için en büyük tehlike İslâmiyet’tir. Çünkü Kur’an vardır. Oysa Kur’an’ın dışında Tevrat ile boy ölçüşecek bir kitap yeryüzünde mevcut değildir. O halde biz Hıristiyanlarla bir olalım ve İslâmiyet’i ortadan kaldıralım. Dünyadaki dengeyi artık din üzerinden kurmayalım, rejimler üzerinden kuralım. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki savaş dünyada dengeyi oluştursun. Biz bu denge üzerinde hükümranlığımızı sürdürelim.

Bu plana göre 1997’ye kadar yeryüzünde Müslümanlar kalmayacak.

Ayrıca, onlara göre tüm dinler de unutulacak, yalnız Yahudilik kalacaktır.

İşte Türkiye’de ve tüm dünyada yapılan İnkılâplar hep buna yönelikti.

  1. Saltanat ve hilafet kaldırılarak Müslümanlar başsız kalacaklardır.
  2. Tekkeler ve medreseler kapatılacak ve Türk halkı İslâmiyet’i unutacaktır.
  3. Yazı değiştirilecek ve Türk halkı İslâmiyet’ten koparılacaktır.
  4. Tatil günleri pazara alınarak gençliğin mabetle olan ilişkisi kesilecektir.

Bunlar yeterli değil, gençleri dinsizliğe ve ahlâksızlığa alıştırmak gerekir.

  1. Gençler evlilik dışı ilişkilere alıştırılacak, böylece insanlar dinî ahlâktan uzaklaşacaklardır. Aile müessesesi yıkılacaktır.  
  2. İçki ve uyuşturucu teşvik edilecek, insanlar zevk ve eğlenceye alıştırılacaktır.
  3. Kumar yaygınlaştırılacak, halk kazandıklarında tasarruf yapmayacak ve devamlı işçi olarak kalacaktır. İnsanlar yoksul olarak sefil hayat yaşayacaklardır.
  4. Bunun dışında büyüklerle eşlere saygı ortadan kaldırılacak ve insanlar birbirleriyle boğuşturulacaklardır.

İşte bu planları ile ortaya çıktılar, Türkiye’yi diğer dünya ülkeleri ile birlikte dinsiz ve ahlâksız hâle getirmek için çaba sarf ettiler.

Bunun için;

  1. Devlet okullarının programlarını böyle ayarladılar.
  2. Tüm sanat eserlerini ve etkinliklerini buna göre seferber ettiler.

Orhan Pamuk Nobel ödülü aldı. Merak ettim, baştan beş on sayfasını okudum. Tek yaptığı şey evlilik dışı ilişkileri çok açık bir şekilde cinsi tahrikler şeklinde anlatmasıdır. Sonra son sayfasını okudum. Orada aşk hayatını gayet mesudane geçirdiğini anlatmaktadır. Bunlar evlilik dışı cinsi ilişkilerin tasvirlerinden ibaret romana Nobel mükafatını kazandırıyor.

Medine muhasarası gibi bir muhasara ile İslâmiyet çembere alınmış, insanlığın helâki hazırlanıyordu. Ama başaramadılar. Bu milletin ve insanlığın imanını yok edemediler. İnsanlık ahlâksızlaştırılamadı. Aile müessesesi, din müessesesi, mülkiyet müessesesi ve devlet müessesesi hâlâ dimdik ayaktadır. Gelecekte de sapasağlam olacaktır.

“Allah her şeye kadir bulunmaktadır.”

 

***

AHZÂB SÛRESİ TEFSİRİ - 8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

َِياأَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعْ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا(1) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(2) وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(3) مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ وَمَا جَعَلَ أَزْوَاجَكُمْ اللَّائِي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ أُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ أَدْعِيَاءَكُمْ أَبْنَاءَكُمْ ذَلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِأَفْوَاهِكُمْ وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ(4) ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ فَإِنْ لَمْ تَعْلَمُوا آبَاءَهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَمَوَالِيكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فِيمَا أَخْطَأْتُمْ بِهِ وَلَكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(5) النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَنْ تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا(6) وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى بْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(7) لِيَسْأَلَ الصَّادِقِينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَأَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا أَلِيمًا(8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (9) إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا (10) هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا (11) وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا (12) وَإِذْ قَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ يَاأَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا(13) وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا(14) وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْئُولًا(15) قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمْ الْفِرَارُ إِنْ فَرَرْتُمْ مِنْ الْمَوْتِ أَوْ الْقَتْلِ وَإِذًا لَا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا(16) قُلْ مَنْ ذَا الَّذِي يَعْصِمُكُمْ مِنْ اللَّهِ إِنْ أَرَادَ بِكُمْ سُوءًا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةً وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(17) قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الْمُعَوِّقِينَ مِنْكُمْ وَالْقَائِلِينَ لِإِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ إِلَيْنَا وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ إِلَّا قَلِيلًا(18) أَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَإِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَأَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ تَدُورُ أَعْيُنُهُمْ كَالَّذِي يُغْشَى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَإِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ أُولَئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَأَحْبَطَ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(19) يَحْسَبُونَ الْأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الْأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلَّا قَلِيلًا(20) لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا(21) وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا(22) مِنْ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا(23) لِيَجْزِيَ اللَّهُ الصَّادِقِينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ إِنْ شَاءَ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا(24) وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا(25) وَأَنْزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا(26) وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَمْ تَطَئُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا(27)

 

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا(28) وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا(29) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30) وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَا أَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ وَأَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَرِيمًا(31) يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا(32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا(33) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا(34)

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ

(YAv EayYuHav elNaBiyYu)  

“Ey Nebi”

Nebi” haber veren gözcü demektir, gördüklerini ve duyduklarını halka duyuran demektir. Allah’tan vahiy alanlara nebi denmektedir.

Nebilerden bazıları aldıkları vahyi uygulamakla yükümlüdürler. Bunlar aynı zamanda başkandırlar. Bunlara “resul” denir.

Demek ki her resul nebidir, ama her nebi resul değildir.

Hazreti Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar bu böyledir. Hazreti Muhammed’den sonra nebilik son bulmuştur, nebi resullük de son bulmuştur. Artık kimseye Cebrail gelmemektedir, kimse Allah’tan vahiy almamaktadır.

Nebilerin yerini “ulema” almıştır.

Vahyin yerini “içtihat” almıştır.

Resulün yerini de “başkan/lar” almıştır.

Kur’an’da “Ey nebi!” diye hitap ettiği zaman, başlangıçta Hazreti Muhammed’e hitap etmektedir. Sonra ya ilmî dayanışma ortaklıklarının sorumlularına ya da kabile başkanlarına, bucak başkanlarına, Cuma imamlarına hitap etmektedir.

Burada muhatap olan bucak başkanlarının eşleridir. Bucak âlimlerinin eşlerini dahil eder miyiz, etmez miyiz? İçtihada bağlıdır. Nebi müfreddir. Dolayısıyla sadece başkanların eşlerinden bahsediliyor demektir. Marife olduğu için ahdi harici olarak ifade edilmiş olur. Ama cins için alırsak, o zaman âlimlerin eşleri de dahil olmuş olurlar.

Biz Kur’an’ı ne tarihî yönüyle, ne de âhiret yönüyle ele alıyoruz; biz Kur’an’ı fıkıh yönüyle, şeriat yönüyle ele alıyoruz. Bu sebepledir ki yorum yaparken “nebi”yi dayanışma ortaklıklarının sorumluları olarak veya bucak başkanları olarak yorumluyoruz. Böylece hükümler çıkarıyoruz. Şüphesiz diğer mânâlar da doğrudur.

قُلْ لِأَزْوَاجِكَ

(QuL Li EaZVACıKa)

“Zevcelerine kavlet.”

Ezvac” “zevc”in çoğuludur. “Zevc” eş demektir. Erkek eşe de zevc denir, kadın eşe de zevc denir. “Zevce” fasih Arapçada yoktur, Kur’an’da yoktur. Kelime erildir. “Nefs” de hem erkek için hem de kadın için söylenir. Kelime dişildir. “Nefse” Arapçada yoktur.

Burada, “Ey nebi, zevcene söyle” denmiyor da, “ezvac” diyor. Yani çok evlilik asıldır demektir. Tek evliliğin asıl olduğunu iddia edenlere karşı bu âyet bir cevaptır.

Bucak başkanları maaş almazlar, ama bütün ihtiyaçlarını hazineden giderirler. Eşlerinin masrafları da hazineden karşılanır. Diğer mü’minlerin kadınları ne giyerlerse onlar da onu giyerler, ne yerlerse onlar da onu yerler. Başkanlar asgari geçimle geçinirler. Dolayısıyla halkının durumlarını bilirler. “Kemerlerinizi sıkın” derken, başkanlar kendi kemerlerini de sıkarlar. Başkan eşleri de asgari geçim şartları içinde yaşarlar.

Bu şekilde yaşamak istemiyorlarsa, o zaman boşanma hakkına sahiptirler. Mihirlerini de bütçeden alırlar. Mihirlerinde eksiklik yapılmaz.

Kur’an burada zevcelere birlikte hitap etmektedir. Onların nafakaları eşit olacaktır demektir. Bu hüküm bütün mü’min kadınlar için böyledir. Eşit şartlar içinde yaşarlar. Mihir ise mü’minler için farklıdır. Akit yaparken kararlaştırılır, her eş için ayrı mihir konabilir. Eğer mihir belirlenmemişse, boşanma esnasında mihr-i misil verilir. Herkes için farklı olur.

Başkanların eşlerine mihir tayin edilmez. Mihirsiz evlenirlerse evlenebilirler. Böylece başkanın evlenmesi zorlaştırılmıştır. Eğer boşanmadan ölüm olursa mihir ödenmez. Ama boşanma olursa o zaman da başkanın bütün eşleri aynı mihri alırlar. Bu sebepledir ki onlara birlikte hitap etmektedir. Bununla beraber “ey nâs” dediğimiz zaman hepsine birden değil, ayrı ayrı hitap etmiş oluruz. Burada  topluca  hitap etmekle beraber hitap ayrı ayrı eşleredir.

إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا

(EiN KuNTunNa TuRiDNa eLXaYAvTa elDuNYAv Va ZIyNaTaHAv)   

“Dünya hayatını ve ziynetini murad ediyorsanız.”

Müslimler hem dünya hayatında hasene isterler, hem âhiret hayatında hasene isterler. Mü’minler ise âhiret hayatında hasene isterler, dünya hayatını ise asgari yaşayışla geçirirler.

Dünya hayatını ve ziynetini murad ediyorsanız” ifadesiyle sadece dünya hayatını değil de, onun ziynetini de murad ediyorsanız denmiş olur. Dünya hayatını murad etmek tüm insanların hakkıdır. Mü’minler de dünya hayatını murad ederler ama ziynetini murad etmezler. Dünya hayatının ziynetini murad etme hakkı müslimlerindir. Mü’minler ise dünya hayatının ziynetini bırakmıştır, onlar sadece âhiret hayatının ziynetini isterler.

“Nebiye söyle” diyerek, kadınların kendi imkanlarıyla dünya hayatının ziynetini istemeleri önlenmiş değildir. Önlenen hazineden dünya hayatının ziynetini talep etmeleridir. Dolayısıyla eş olarak verilen nafaka başkanın hayatı seviyesinde olmalıdır. Eşlerini de o seviyede geçindirmek durumundadır. Kendisi de asgari hayat şartlarında yaşar. Halk için lüks hayat yaşamak şereftir. Başkanlar için ise imkanı olduğu halde sade hayat yaşamak şereftir. Başkanın hanımlarını herkes tanır. Onların ziynetlenmelerine gerek yoktur. Onların başkanların hanımları olmaları yeterlidir.

Bu âyetten şunu öğreniyoruz ki, başkanların hanımları da mü’min olmak durumundadır. Müslim olamazlar. Yine başkanlar İslâm nikâhı ile nikâhlanırlar. Muta nikahı yapmazlar.

Başkanlar için bu hükmü koyduktan sonra, benzer hükmü ilmî dayanışma sorumluları için de koyacak mıyız? Yani onlar da sade hayat yaşamak zorunda mıdırlar? Onların hanımları da mü’min olmak durumunda mıdırlar? İlmî dayanışmanın sorumluları da muta nikahı yapmazlar mı? Bu âyetin nassından o anlaşılmaz. Ancak kıyas yoluyla aynı hükmü istihraç edebiliriz. Yani her dayanışma sorumlusu kendisi için kendisi içtihat yapar.

Başkanların konakları da sade olmalıdır. Özel odaları ziynetlendirilemez.

Başkanlık konağı mescitler ziynetlendirilebilir mi?

Bu hususta ihtilaf olmuştur. Ama mescitlerin tezyininde fiilî icma hâsıl olmuştur. Kıyas yoluyla hükümet konakları da ziynetlendirilebilir. Bunu “hamd” kelimesinden de istihraç edebiliriz.

فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ

(Fa TaGALaYNa EuMatTıGKunNa)

“Gelin sizi temti’ edeyim.”

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bunun anlamı şudur ki, bu istek her zaman talep edilebilir. Yani bu hak yalnız bir defa tanınmış değildir. Hanımlar her zaman ayrılmayı talep edebilirler. Bu hakka sahiptirler. Ama bir defa istediler mi ondan sonra rücu edilemez. Buradaki şart illet mânâsındadır. Bir defa işlendi mi bir daha geri dönülemez.

Taaleyne” kelimesi kullanılmıştır. Burada onların müracaatı gerekmektedir. Yani başkan teklif etmez, talep onlardan gelir. Eğer bu kelime getirilmeseydi, dünya hayatını ve ziynetini istemek ayrılmak için yeterli olurdu. Oysa dünya hayatını istemek yeterli değildir. İstediklerinde başkan bunlara bunu anlatacak, ondan sonra kararlarını vereceklerdir. İsteyip reddedilmesi boşanma sebebi değildir.

Bu âyetten istidlâl edeceğimiz başka bir hüküm de; belirlenmiş mihir verilmeyecektir. “Meta’” verilecektir, yani takdir edilecek mihir verilecektir. Bu mihrin miktarı da dünya hayatının ziyneti kadar olacaktır. Bu yolla onlara fazlası verilmiş olacaktır.

وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا(28)

(Va EuSarRıXKunNa SaRAXan CaMIyLan)  

“Ve sizi cemil bir serah ile tasrih edeyim.”

SaRaHa” bırakmak, serbest bırakmak, evlilik bağını çözmek demektir.

Evlilik bağı kadınlar için, hele İslâm nikâhı ile nikâhlananlar için büyük bir bağdır. Başkaları ile evlenemiyorlar. Hattâ evlilik görüşmelerini bile yapamıyorlar. Boşanmış olan kadın onunla hiç evlenilmemiş gibi olur. Bununla beraber eşinin usul ve füruu evlenemez.

Burada bir sorun devam edecektir. Başkanın karısı anneleri hükmündedir. Başkan öldükten sonra onun eşiyle ona biat edenler evlenemezler. Yani bucak başkanı ise o bucak halkı evlenemez. Bir dayanışma sorumlusu ise o dayanışmaya ortak olanlar evlenemez.

Böyle boşanmış kadınla acaba evlenmeleri caiz olur mu?

Sarahan Cemiylen” tarifi ile ilişki kesilmiş oluyor. Boşanmış kadın artık akraba olmuyor. Ancak boşanmış bir üvey anne ile evlenme mümkün olmadığı için bu yasağın devam etmiş olması gerekir. Cemil boşanma, yakınlık bağlarının çözülmediği bir boşanma olur demektir. Benzer ifadeyi Kur’an, nikâhlayıp duhul olmadan boşanma olursa, onlar için de cemil sarih ile tasrih ediniz diyor. Şimdi bir erkek bir kızla nişanlansa ve duhul olmadan boşasa, o kadın o erkeğin babası ile evlenemez, ama oğlu ile evlenebilir. Çünkü duhul olmamıştır. Buna göre, başkandan boşanan kadın başkanın usulü ile evlenemez ama füruu ile eğer duhul olmadıysa evlenebilir. O halde burada aynı ifadeyi kullandığına göre, başkandan boşanmış olan kadın artık başkanın eşi olma vasfını kaybetmiş olduğu için başkaları ile evlenebilir hükmünü çıkarabiliriz.

Yukarıda anlattıklarımızın aksi hükme varıyoruz. Yukarıdaki istihsan iledir. Bu hüküm ise âyete dayanmaktadır. Tercih olunur.

***

وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ

(Va EiN KüNTunNa TuRiDNa elLAHa Va RaSULaHUv)   

“Allah ve resulünü murad ediyorsanız.”

Ve” harfiyle atfedilmiştir. Dünya hayatını değil de, “Allah ve resulünü istiyorsanız” deniyor. Bu sûrede “Allah ve resulü” deyimi çokça geçmektedir.

Kur’an’da hakemlik de örnek olarak aile geçimsizlikleri için anlatılmıştır. Bu sûrede de işaret edilen aile işlerinde hakemliğin başta rol oynadığı ifade edilmiştir.

Allah ve resulü” deyimiyle, başkanın eşlerine de hakemlere gitme hakları tanınmıştır. Yani eğer bir eş başkan tarafından haksızlığa uğramışsa, hakemlere gidip hakkını isteyebilir. Yalnız “Allah” denseydi, o zaman başkanla ilgisi olmazdı. Yalnız “resul” söylenseydi resul tanrı olurdu, resul tanrılaşırdı. “Allah ve resulü” tabiri ile kişi olarak değil, başkan olarak onu istiyorsanız mânâsı çıkar ve eşler başkanlar aleyhine dava açabilirler.

Bunun gibi karı-koca da birbiri aleyhine hakemlere gidebilirler.

وَالدَّارَ الْآخِرَةَ

(Va elDAvERu eLEaPiRaTi”   

“Âhiret dârını murad ediyorsanız.”

Dünya hayatının ziynetini değil de, âhiret dârını murad ediyorsanız diyor.

Dünya hayatında ziynet yani gösterişli yaşama meşru kılınmıştır. Bunun sebebi şudur. Dünya hayatı yarıştır. Çiçekler çok güzel yaratılmıştır, arıları böylece kendilerine çekerler. Bizim hayatımızda da yarış vardır. Ziynetli olanlar yarışı kazanırlar.

Âhirette bu tür yarış olmadığı için buradaki ziynetler de orada sözkonusu değildir. Oranın hayatı buraya benzemez. Burada geçinmede yarış vardır, evlenmede yarış vardır. Orada ise böyle yarış yoktur. Onun için âhiret ziynetini isterseniz demiyor da, âhiret dârını istiyorsanız denmiştir.

Başkanların eşi olanlar sorumluluk yüklenirler. Başkanların eşlerinin de yönetimde görevleri ve yetkileri vardır demektir. Eşlerin misafirleri ağırlama, yemekleri hazırlama görevleri vardır. Bugün de protokolde hanım eşlerin bu görevleri devam etmektedir.

فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ

(FaEinNa elLAHa EaGadDa LiLMuXSiNAvTı MiNKunNa)   

“Allah sizden muhsenat olanlara i’dad etmiştir.”

Burada “Fa” harfini getirerek kuralın genel olduğunu ifade etmiştir. Yani Allah ve resulünü ve âhiret dârını isteyenler muhsenattırlar. Ama diğer muhsenat için de ifade aynıdır.

Muhsenat” burada dişi kurallı çoğulla getirilmiştir. Hanımların konakta özel görevleri olacak, iş bölümü yapacaklar ve birlikte konağa gelen misafirleri ağırlayacaklardır. Başkan ve başkanın eşleri konağı yöneteceklerdir.

Bir bucak yönetiminden bahsedilmektedir. Bu bucak yönetimine kurallar içinde taşra bucakları, il ve ülke merkez bucakları dahildir. Belki taşra bucağındaki bir başkanın bir veya iki eşi olacaktır. Ama il merkez bucağının ve ülke merkez bucağının eşleri o nisbette çok olacaktır. Eş olmayan hizmetçiler de olabilecektir. Böylece konak içi işler harem ağlarına değil de, başkanların eşlerinin oluşturacağı bir grup tarafından yönetilecektir. Çok eşlilikte kadınların evliliklerine göre bir sıraları vardır. İlk hanımlar daha kıdemli olurlar ve ona göre işbölümünde yer alırlar. Kendi özel hayatlarında ziynetli hayat yaşayamazlar ama ziynetli konakta bulunurlar. İkram edilen yemeklerde kendileri de yer alırlar. Yemek yerken kölelerle hürler arasında fark olmadan eşitlik vardır. Aynı sofrada otururlar. Kadınlarla erkekler arasında da fark yoktur. Kadın erkek beraber oturup yemek yiyebilirler. Kadınlar ayrı oturabilirler. Ama hizmetçilerle sahipleri ayrı oturmazlar. Ev halkı hep birlikte sonra yemek yiyebilirler. Başkan da sonra yer.

أَجْرًا عَظِيمًا(29)

(EaCRan GaJIyMan)

“Azim bir ecir vardır.”

Konak mensubu hanımlar ve konak mensupları diğer insanların sahip olduğu bazı imkanlardan mahrumdurlar. Ancak buna karşılık orada bulunmak ve oturmaktan dolayı da imtiyazları vardır. Başkalarından bir iyilik karşılığında aldıkları karşılık daha fazladır. Yani mü’minlerin hanımları bir iyilik yaptıkları zaman aldıkları karşılık 10 ise; başkanın hanımları aynı iyilik karşılığında aldıkları karşılık 2 katı olabilir. Burada sadece “büyük ecir” demiş, bu ecrin ne kadar olduğu belirtilmemiştir. Ancak bundan sonraki âyette cezanın iki misli olacağı bildirilmiştir. Demek ki bu miktar iki veya daha fazla misli olacaktır.

Bu âyette çok önemli bir kural öğrenmiş oluyoruz. Önemli yerde olanlar o yeri işgal ettikleri için bir ücret almazlar. Ama yaptıkları iyiliklerin ücretleri katlı olabilir. Ücretlendirmede işin ağırlığına ve sorumluluk derecesine göre meslekî dereceleri yüksek olabilir. Ancak sonunda yaptıkları işlere veya sorumluluğa göre ücreti paylaşırlar. Bir müdüre ek zam verilmez. Ama saatlik derecesi 100 yerine 200 yapılır. Harcadığı saat bununla çarpılır. Böylece iş yapmadan kimse bir karşılık almaz. Başkanın evi konakta olur. Müdürün evi fabrikada olur. Her zaman iş başına çağrılır demektir. Bu sebepledir ki o fazla saat çalışsa bile ancak sekiz saat çalışmış kabul edilir. Ama saati iki misli değerlendirilebilir. Yani kamu görevi yapanların da ücretleri harcadıkları saate göre paylaştırılır. İşin önemine göre saatlik ücretleri resmi derecelerinin üstünde tutulabilir.

***

يَانِسَاءَ النَّبِيِّ

(YAv NiSAEa elNaBiyYi)  

“Ey nebinin nisası.”

Burada nebinin nisasından bahsetmektedir.

Yukarda ise ezvacından bahsedilmiştir.

Yukarıda başkan eşlerine söylenmiştir.

Burada ise Allah başkanın nisasına doğrudan hitap etmektedir.

Nisa” tabiri içine eşler girdiği gibi çocukları ve diğer ricalden olmayan yakınları da girmektedir. Bunlar konakta otururlar, konağın imkanlarından yararlanırlar. Ama aynı zamanda konağın erkanına uymak durumundadırlar. Bunların işledikleri suçların cezaları diğerlerinin iki katıdır; iyiliklerin karşılıklarına kıyasla iki katıdır.

Burada yine bir sual sorulabilir. Bucak başkanının mal varlığı bucak mal varlığı ile birleşmiştir. Şirket-i mudarabe şeklindedir. İlmî dayanışma sorumlularının mal varlıkları ne durumdadır? Şirket-i mudarabe içinde midir, yoksa ayrı mıdır?

Bu hususta bir açıklık bulamamaktayız. Ancak başkanın ocağı bu âlimlerin katıldığı ocaktır. Merkez ocaktır. Merkez ocağında yaşayanlar isterlerse şirket-i mudarabeye katılarak yaşarlar, isterlerse katılmadan yaşarlar.

Şöyle diyebiliriz. Merkez aşiret ocağının başkanı bucak mameleki ile şirket-i mudarabe ortaklığındadır. Bu zorunludur. Diğer ilmî dayanışma sorumluları merkez ocaklarda otururlar. İsterlerse başkanın ortak olduğu dayanışma ortaklığına katılırlar, isterlerse ayrı olarak yaşarlar. Onlara ve ailelerine uygulanacak hükümler ona göre olacaktır. Ama ilmî şûra üyeleri olmayanlar bu mufavada şirketine ortak olamazlar.

Bu hüküm merkez bucaklar için de böyledir. İlçe merkez bucakları için uygulanacak hükümler kıyas yoluyla aynı olabilir. Yahut tamamen farklı olabilir. Orada başka ilçeden gelen nöbetlilere benzer hükümler uygulanır. Hükümleri kıyas yoluyla uygulayanlar tesbit edeceklerdir. Bizim burada hepsini saymamız mümkün değildir.

مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ

(MaN YaETi MiNKUnNa BiFAXıŞaTin MuBayYıNaTin)  

“Sizden kim mübeyyen fahişe ile ciet ederse.”

MeN” meni umumidir. Kelime olarak müfrettir. Müşterektir. Mânâ olarak müfret veya cem olacağı gibi müzekker veya müennes olabilir. İsim olarak nekredir. Kendisinden sonra gelen fiil ise marifedir. Yani fahişe ile gelmede geliş marifedir. Dolayısıyla belli usullerle ispat edilmiş fahişe olacaktır.

Fahişe” burada masdar anlamındadır. Fuhuş ile kim gelirse anlamındadır.

Mübeyyen” demek, ispat edilmiş fuhuş anlamındadır.

Fahişe nekre olduğundan sadece zina değildir. Başka suçlar da sayılmış olmaktadır. Zinanın fahişesi ise iddet içinde bir kadının birden fazla kimse ile birleşmesidir. Erkeğin yakını olup olmaması veya fiilin gizli işlenip işlenmemesi sözkonusu değildir.

Zinayı biz şu şekilde tarif ediyoruz. Gizli yapılan cinsi ilişki zinadır.

Evlilik yapmayacak kimselerle yapılan cinsi ilişki zinadır. Birisi ile nikahlı iken başkası ile yapılan cinsi ilişki zinadır. Doğacak çocuğu tanımamak üzere ilişki kurmak zinadır. Fuhuş ise; cinsi ilişki kurduktan sonra iddet dolmadan başkası ile cinsi ilişki kurmak fuhuştur. Hiçbir zaman evlenilmesi caiz olmayanla cinsi ilişki kurmak fuhuştur. Kız kardeşiyle cinsi ilişkide bulunmak fuhuştur. Baldızı ile cinsi ilişkide bulunmak zinadır.

Mübeyyen olmak” demek, ispatlanmış demektir.

Dört soruşturmacı tarafından tesbit edilmesi gerekir.

Zina iddiasında bulunan kimse sadece soruşturmacılarına söyler. Bunlar adil olmalıdırlar. Yani hakemlerin reddetmediği soruşturmacılar olmalıdır. Soruşturma yapanlar soruşturmayı gizli yürütürler. İddia eden ‘şahitlik ederim’ der. Dört tane adil şahit bulunduğunda hakemini seçer ve dava açmasını söyler. Karşı taraf da hakemini seçer. Baş hakemi seçerler. Duruşma olur.

Bu şekilde ispatlanmış suç mübeyyen suçtur.

Mübeyyen olmayan suçlar dedikodudur ve kimse cezalanmaz.

يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ

(YuWAGaF LaHAv eLGaÜABu WıGFaYNı)

“Ona iki misli azab verilir.”

Suç fahiş suç olmalıdır. Sonra mübeyyen suç olmalıdır. O zaman verilen ceza iki mislidir deniyor. Demek ki kısas dışında idamlık ceza yoktur. Zina yapan kimseye 100 sopa vurulur. Fuhuş yapan kimseye 200 sopa vurulur. Ayrıca ev hapsine alınır.

İşte bu ceza kısmı ta’dif edilir. Ev hapsinde olması ceza değildir, tedbirdir. Bir sahip bulunduğunda ona verilir. Başkandan boşanmış bir kadın suç işlerse ona iki kat ceza verilmez. Çünkü o tamamen ayrılmıştır.

Burada azap marifedir. Dı’f ise masdar olduğu, mutlak masdar olduğu için nekredir.

وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30)

(Va KAvNa ÜAvLiKa GaLay elLAHı YaSIyRan)

“Allah için bu yesir bulunmaktadır.”

Yani topluluğun iki kat ceza uygulaması için ikinci karara gerek yoktur. Statüsü bu şekilde olana ceza iki misli uygulanacaktır. Bunun için 200 sopaya ve kişiye gerek yoktur. Herkes ikişer sopa vurur. Dayanabilmesi için her yüz sopada ara verilir. Ceza uygulamasının topluluk tarafından yapılacağını bildirir. Topluluk içinde uygulayacak. 100 kişi bulunmazsa aynı kişiler ikinci geçiş yaparlar.

Yesiran” kelimesinin nekre olmasından bu cezanın topluluk tarafından uygulanacağı anlaşılmaktadır.

Bunu âhirette verilecek ceza olarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü mübeyyen kelimesi bunu ifade eder. Bununla beraber bu şekilde işlenmiş günahı Allah affedecekse ve âhirette de ortaya çıkarmayacaksa, o zaman ona ceza vermeyecektir demektir.

Eğer cezalandıracaksa orada da mübeyyen olması gerekir şeklinde yorum yapabiliriz. Yani âhirette Allah’ın affettiği, defterlere bile geçmeyen, meleklerin bile tesbit edemedikleri veya unuttukları suçlar olabilir.

***

وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلَّهِ وَرَسُولِهِ

(Va MaN YaQNuT MiNKunNa LılLAHı Va RaSUvLiHi)   

“Sizden kim Allah ve resulüne kunut ederse.”

Kunut etmek” demek, kulak vermek demektir, dinlemek demektir.

Allah ve resulünün kararlarına, hakemlerin kararlarına sizden kim kulak verirse. Muhsin olanlara ecri azim verileceği anlatılmıştı. Burada ise kim kunut ederse deniyor.

Ve” harfi ile getirilmiştir. İhsan etmek, sade hayat yaşamak ve tüm insanların hayatlarını daha yüksek hayata çıkarmak için çalışmadır. Burada harfi atıfla yani ondan farklı olarak onlardan bir kısmı genel hizmette veya kamu görevinde özel vazife alabilir. Bu takdirde hakem kararlarına kulak verecek ve kararlara göre ameli salih işleyecektir.

Muhsin olmak bütün zevcâtın ortak işleri olduğu halde;

Kunut edip ameli salih işlemek ise onlardan bir kısmına nasip olacaktır demektir.

MeN” kelime olarak müzekker ve tekil olduğu için burada “YaKNuT” olarak gelmiştir. Yukarıda “MeN Ye’Ti” gelmişti. Sonra ise “LeHa” gelmiş, “EcReHâ” gelmiş, müennes zamir gönderilmiştir. Ve önemli olan “Ya’mel Salihan” denmemiş de “Ta’mel Salihan” denmiştir. Yani müennes gelmiştir. Bu “MiNKünNe” zamirinden sonra böyle getirilmiştir.

وَتَعْمَلْ صَالِحًا

(Va TaGMaL ÖAvLıXan)   

“Ve salihi amel ederse.”

Kulak verecek ve salihi amel edecek. Salih olarak amel ederse de anlaşılır. Amel mef’ul veya hâl olur. Burada hâl olma ilk mânâdır. Başka âyetlerden biliyoruz ki salih amelin sıfatıdır. Burada ise amel edenin hâli olmuştur. Yani kendisi salih olmuş olur. Burada hâl olamaz çünkü “Saliha” olarak gelmesi gerekir. O halde mef’uldür. Yani başkanın hanımının yaptığı iş salih ameldir. Hakemlerin kararından sonra kunut edecektir. Yani hakem kararlarını dinleyecektir. Sonra da salih amel yapacaktır. Salihi yapacaktır.

Mahkeme kararları zahirî kararlardır. Delillere dayanılarak ve şeriatın kuralları içinde hükmeder. Bu kararlar bazen haksızlığı da içerir. Bunun için başkan istihbarat yaparak mağdur olanlar varsa haksızlığı gidermesi gerekir.

Nasıl istihbar edecektir?

Eşleri aracılığı ile istihbar edecektir. Eşleri diğer hanımlarla sohbet ederken birtakım haberler öğrenirler. Bunların bir kısmı dedikodu olur ama birçoğu da gerçekleri içerir. Hakemlerin verdiği kararla gerçekler her zaman aynı olmaz. Ne var ki hakem kararlarını kimse değiştiremez. Mağdur olanlar her zaman hakemler aleyhine dava açmazlar. Açsalar bile hakemler zahire göre hükmederler, kendi içtihatları ile hükmederler. Bu hatalardan sorumlu değildirler. İşte bu takdirde başkan istihbarat edecektir ve ona göre mağduriyetleri giderecektir. İstihbaratın ötesinde başkanın hanımları devreye girerek tarafları uzlaştıracaklardır. Mahkeme kararları tarafların rızası ile uygulanmayacaktır. Yani dava sonuçlanmadan önce sulh caiz olduğu gibi davadan sonra da sulh caizdir.

نُؤْتِهَا أَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ

(NuETıHAv EaCRaHAv MarRaTaYNı)  

“Ona iki merre ücret veririz.”

Daha önce başkanın hanımlarına azim ücret verileceğinden bahsetmiştir. Sonra azapta dı’feyn yani iki kat demiştir. Burada ise iki kere denmiş olmaktadır.

Dünyada ücret verilecektir. Âhirette de ücret verilecektir mânâsını verebilirdik. Ne var ki bu mânâ ona rızkı kerimi hazırladık ifadesi mânidir. Dünyada iki ücret veriliyor. Âhirette de rızkı kerim veriliyor. Bunun anlamı şudur. İstihbarat haberi doğru çıkarsa, haber verenin ödüllendirilmesi gerekir. Başkanın hanımı veya hanımları bir bilgiye sahip olduktan sonra başkana arz ederler. Başkan soruşturmacılara havale eder. Soruşturmanın sonunda getirdikleri haber doğrulanırsa haber verene ücret verilir. Bu birinci ücrettir. Başkanın hanımı veya hanımları bu mağduriyeti giderici amel yaparlar. Tarafları uzlaştırırlar veya buldukları fondan onu karşılarlar. Bu işi yaptıklarından dolayı da ücret alırlar.

Gerek haber getirmeleri gerekse haksızlığın giderilmesi için yaptıkları çalışma karşılığı aldıkları ücretler taraflarca ödenmez, bunun için ayrılmış fondan ödenmiş olur.

Bugün başkanların emrinde tahsisat-ı mesture (örtülü ödenek) vardır. Buna benzer bir fon da başkanların emrine verilmiştir. O fondan bu tür haksızlıklar giderilir. Böyle bir fon taşra bucaklarına verilmemiştir. İl ve ülke merkez bucak başkanlarına verilmiştir.

Demek ki bu âyetin hitap ettiği başkanlar il ve ülke başkanlarıdır. Bununla beraber bucaklarda da vakıflar kurulabilir. Vakıfta böyle fonlar olabilir.

وَأَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَرِيمًا(31)

(Va EaGTaDNAv LaHAv RıZQan KaRIyMan)

“Ona kerim bir rızık i’tad ettik.”

Burada “Ve” harfi ile atıf yapılmıştır. İkisi bu dünyada olsaydı ücretin rızık olmaması gerekirdi. Yahut “Ve” harfi gelmemeliydi. İki ücret dünyevi ücrettir. Bu da uhrevi ücrettir.

İ’tad etme” uhrevi ücret için söylenir. Ona yani salih amel edene ayrıca âhirette kerim rızık hazırlanmıştır. Bu âyet cennetin hâlen mevcut olduğuna delâlet eder. “Hazırlayacağız” denmiyor, “hazırladık” deniyor. Başka bir anlatışla; âhirette de beslenmemiz gerekmektedir, rızka ihtiyacımız var demektir.

İnsanların ruhunun fıtratı öyledir ki, ancak bedenleri ile iş yapabilirler, hattâ bedenleri ile yaşayabilirler. Bedensiz durumları uyku durumudur. Kendi varlıklarından bile haberleri olmaz. Âhirette bedenle mi bedensiz mi dirileceğiz? Tartışmada asıl zorluk bedensiz dirilmedir, hattâ var olmadır. O zaman ruh, ruh olmaktan çıkar. Başka bir yaratık olur.

Âhirette de bu dünya hayatına benzer hayatımız olacaktır. Yiyeceğiz, içeceğiz ve tüm dünyevi hayatımızı yaşayacağız. Fark ne olacak? O hayatta acı olmayacak, hastalık olmayacak, ölüm olmayacaktır. Bir kimse dünyada günah işler cezasını çekerse, âhirette bir daha ceza çekmeyecektir. Ama bir kimse bir iyilik yapar da dünyada ücret alırsa, ona âhirette de karşılık verileceğini bu âyet bildirilmektedir.

***

يَانِسَاءَ النَّبِيِّ

(YAv NıSAEa elNaBiyYı)

“Ey nebinin nisası.”

Kur’an’da başkanın eşleri özel olarak muhatap alınmaktadır.

Başkanın eşlerinin hukuku mü’minlerin eşlerinden faklıdır.

Bir defa muta nikahı ile tezevvüc edilemezler. İslâm nikahı ile evlenmeleri gerekir. İkincisi, mü’minlerin nikahlanması ancak mihirle olduğu halde, başkanlar mihirsiz nikahlanırlar. Bundan başka mü’minlerin hanımlarına kocaları değil başkaları veli olabilirler. Oysa başkanların hanımlarına ancak başkanlar veli olurlar. Başkanın boşaması hakemler kararı ile olmaktadır. Boşanma isteği kadından gelse de mihri tam olarak verilir.

لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ

(LaSTunNa KaEPaDın MıNa elNıSAEi)   

“Nisadan biri gibi değilsiniz.”

Başkanlar seçimle gelirler. Başkan seçilirken eşleri de değerlendirilerek seçim yapılır. Başkanın başkan olduktan sonraki evliliklerde de başkana muvafık eş olması gerekir. Başkana muvafık olmadığı hakemlerce sabit olan bir eşi başkan alamaz. Başkanın eşleri hakemlere gidebilirler. Başkan da eşlerinden dolayı hakemlere gidebilir.

Başkan eşi olmanın imtiyazı vardır. Her şeyden önce “harem” dediğimiz ev içini tedvir etmek, misafirleri karşılamak, yemek hazırlamak başkanların eşlerine aittir.

Halkın arasında cereyan eden olayları başkanlara ulaştırmak da başkan eşlerine aittir. Halktan ricada bulunmak, başkanın ricalarını halka götürmek de başkanın eşlerine aittir.

Bu görevleri yalnız başkanın eşleri yapmaz. Başkanın bakmakla mükellef olduğu yaşlı anne babası ve kızları da bu işleri yaparlar. Konağa aldığı diğer mahremler de aynı işleri yaparlar. “Nisa” kelimesi bunu ifade eder.

إِنْ اتَّقَيْتُنَّ

(EiNı itTaQaYTunNa)  

“İttika ediyorsanız.”

İttika etmek” demek, şeriata uygun hareket etmek demektir.

İslâmiyet’te zina ve fuhşun cezası belirtilmiştir. Ondan daha hafif olan suçlar için Kur’an’da cezalar konmamıştır. Örnek olarak, evli bir kadın başka bir erkekle duhul olmadan sevişse veya cilveleşse, buna uygulanacak ceza nedir? Bunun için kadın hacredilir. Velisinin izni olmadan hareket edemez. Velisi onu sopa ile de tedip edebilir. Hakem kararı ile hacr yapılır. Hakem kararı ile hacr kaldırılır.

Başkan eşlerinin velileri kocalarıdır.

Dolayısıyla, ittika etmeyen, kötü yollara düşmesinden korkulan bir kadın hacredilir. Hacr hakemler kararı ile olur. Ama velilik görevi ise başkana verilmiştir.

فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ

(FaLAv TAPWaGNa Bi eLQaVLı)

“Kaville hud etmeyin.”

Hud etmek” kışkırtmak, gıdıklamak demektir. Mânâlı mânâlı konuşarak karşıdakinin içine bazı gizli ümitleri uyandırmadır. Başkanların hanımları başkaları ile konuşurken bu tür konuşmazlar. Başkan nasıl konuşurken dikkat etmek zorundaysa, ağzından çıkan her sözün anlamları varsa; başkanın hanımları için de aynı şey sözkonusudur. Başkanın hanımları başkan öldükten sonra bile başkanın cemaatiyle evlenemiyorlar.

فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ

(Fa YaOMaGa elLaÜIy FIy QaLBıHIy MaRaWun)  

“Kalbinde marazı olan kimse tama’ edebilir.”

Başkanın eşleri konuşmalarında ciddi olmak zorundadırlar. Erkekleri kışkırtacak, onlara birtakım kapalı vaatler anlamına gelen sözler söylememeleri gerekir. Başkanların hanımları giyinirken açık saçık olmamak üzere düzgün kıyafet giyebilirler. Hareketlerinde ve davranışlarında da saygılı olurlar. İkramda bulunurlar. Nehy edilen kışkırtıcı sözlerdir.

وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا(32)

(Va QuLNa QaVLan MaGRuFan)  

“Maruf söz kavledin.”

KaVL” burada nekre gelmiştir. Söyleyeceğiniz herhangi bir söz maruf olsun, mânâsı açık olsun, kastettiğiniz bilinsin.

Şarkı söylemek, türkü söylemek, şiir okumak, güldürücü fıkralar anlatmak başkanlara ve eşlerine yakışmaz. Çünkü onlarda maruf kavl yok, hep rumuzlu cinaslı kavl vardır.

Burada “LeHuM” kelimesi getirilmemiştir. Her zaman her yerde böyle hareket edin demektir. Halk başkanların eşlerinin sözlerine bakar ve ne söyleyeceklerine dikkat eder. Dolayısıyla konuşurken gelişigüzel değişik mânâlara çekilecek sözleri söylemezler.

Halbuki âlimler beyinlerinden geçenleri söyler ve tartışırlar.

Başkanlar ve eşleri tartışmazlar. Halk onların sözlerini kural olarak kabul eder, verdikleri söz olarak kabul eder. Halk onların söylediklerinden onları sorumlu tutar.

Başkanlığın nisası ve başkan eşi olmak imtiyazlıdır ama o nisbette de zordur.

***

وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ

(VaQaRNa FIy BuYuTiKunNa)

“Evlerinizde karar kılın.”

Başkan ev ev dolaşmaz, eşleri de ev ev dolaşmazlar. Başkan mescitte sohbetler yapar. Gelenler orada kendisini ziyaret ederler. Eşleri de misafirleri evlerinde kabul ederler. İsteyen hanımlar gelip ziyaret ederler. Bucağın hanımları gelip ziyaret ederler. Evleri onlara açıktır.

Demek ki halkla olan ilişkiler böyle sağlanacaktır. Açık günleri olacaktır. Davetli davetsiz o toplantılara katılacaklardır. Ayrıca özel davetli günleri olacaktır. Halktan istediklerini seçip davet edeceklerdir. Onlara yemek de verirler. Bunlar hazineden karşılanır.

Bugün resmi davetleri erkekler yapmaktadır. Oysa her eş, hattâ annesi ve kızları da davet verebilir. Çocukları da davetlerde bulunabilir. Gaye halkla ilişkiyi kesmemektir. Halkın doğrudan başkana ulaştıracağı şeyleri eşleri vasıtasıyla aldırmadır.

Burada “Buyutikunne” tabiri kullanılmıştır. Her hanımın ayrı dairesi olabilir. Kendi konuklarını kendi dairesinde karşılar.

وَلاَ تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى

(Va Lav TaBarRaCNa TaBarRuCa eLCAvHiLiYaTi elUvLAv)  

“Ûlâ cahiliye teberrucu ile teberruc etmeyiniz.”

Ûlâ Cahiliye” devlet aşaması önceki cahiliyedir.

Cahiliye” kelimesi dört defa geçmektedir. Yalnız burada “Ûlâ” kelimesi kullanılmıştır. İlk cahiliye döneminden kasıt Kur’an’dan önceki durumdur.

İkamet etmek emirdir. Dışarı çıkmayınız anlamında değildir. Dışarı çıktığınızda açık saçık çıkmayınız demektir. Dış elbiselerinizi giyiniz demektir. Halkın ziyarete geldiği saatlerde de sizi evinizde bulsunlar. Dışarıda dolaşırken de arkadaşla dolaşınız. Başkanın başkanlığını sarsmak için saldırıda bulunanlar, rahatsız edenler olabilir.

وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ

(VaEaQıMNa elÖaLAvTa)  

“Salâtı ikame ediniz.”

Salât” burada müfrettir. Emir çoğuldur. O halde cemaatle namaz kılacaklar demektir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak kadınlara da farzdır. Beş vakit namazda başkanın cemaatine katılacaklardır. Ziyaret edenler onlarla görüşecektir.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm; “Başkan zenci de olsa ona itaat ediniz” diyor.

“Fasık facir ise de mi itaat edeceğiz?” diye soruyorlar.

O da; “Evet, sizinle namaz kıldığı müddetçe itaat edeceksiniz” diyor.

Evet, başkanın kendisi namaza geldiği gibi eşleri de gelmelidir. Halkla ilişki kesilmemelidir. Bu sebepledir ki merkez bucakların başkanları yalnız merkez bucak halkının başkanıdır, taşra bucak halkının başkanı değildir.

وَآتِينَ الزَّكَاةَ

(Va EAvTIyNa elZaKAvTa)  

“Ve zekâtı îtâ ediniz.”

Buradan şunu öğreniyoruz ki, başkanın eşleri şirket-i mudarabeye ortak değildirler. Çünkü şirket-i mudarabede zekâtı şirket verir. Bunlar kendi işletmelerini işletirler. Para kazanırlar ve bunları istedikleri gibi kullanırlar.

Zekât” müfrettir. Hepsi başkana verirler, başkan dağıtır. Hazineden verilecek nafaka herkes için aynıdır. Ama kendi kazançları ile elde ettikleri varlıklarını istedikleri gibi harcarlar. Onların kendi imkanları ile asgari hayat şartları ile yaşama zorunluluğu yoktur. Sadece hazine mallarından fazla şey talep edemezler.

وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ

(Va EOıGNa elLAvHa Va ReSULaHUv)  

“Allah ve resulüne itaat ediniz.”

Başkanların mahkeme kararlarına karşı bazı muafiyetleri vardır. Önce kısas yapılmaz, diyete dönüşür. Suçu kasden yapmış olsa bile diyeti kendisi ödemez, bucak bütçesinden ödenir. Borç ve alacaklar kendisinin değil, şirketi mufavadanındır. O bucağı terk edip giden de kısas isteyemez. Çünkü terk edip gidenden de kısas istenemiyor. Bu imtiyazlık durumu sadece başkanın kendisine ait olup yakınlarına uygulanmaz. Başkanın eşleri, anne babası ve diğer yakınları da kısasa tâbidirler.

Bakınız; kabul ettiğimiz usul sayesinde ne kadar çok meseleleri çözüyoruz.

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ

(EinNaMAv YuRIyWu elLAHU LıYaÜHaBa GaNKuMu elRıCSa)

“Allah sadece sizden ricsi izabe etmek istemektedir.”

Burada “Ve” getirilmemiştir. Bundan önce verilen emirlerin illetini beyan etmektedir.

Rics” pislik ve kötülüktür. Sizden kötülüğü gidermeyi murat etmektedir.

“Allah ve resulüne itaat ediniz” deniyor. Yani hakemlerin kararlarına uyunuz demek isteniyor. Böylece kimse hiçbir dedikodu yapamaz. Şikayetçi olanlar hakemlere gidebilirler. Mağdur olanlar hakemlere gidebilirler.

İzmir Akevler’de yöneticiler bir karşılık almadan hizmet ettiler. Kendi ceplerinden harcadılar. Onlara saldıranlar vardır. Bana şikayet edenler vardır. Benim cevabım son derece açıktır: Hakemlere gidin, kazanın; onlar hakemlerin kararlarını yerine getirmezlerse o zaman gelin bana şikayet edin. Şimdi siz ne kadar haklı olursanız olun, ne onların ne de benim yapacağım bir şey yoktur. Yargı herkese lazım diyenler çoktur. Evet, yargı herkese lazım ama o yargı tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın olmalıdır. O yargı herkese lazım.

Burada da ehli beyt için bunları söylemektedir.

Hakem kararlarına saygılı olmak demek, dedikodulardan kurtulmak demektir.

أَهْلَ الْبَيْتِ

(eHla eLBaYTı)   

“Ey beyt ehli”

Burada harf-i nida yoktur. Mensub gelmiştir. Bedel olsaydı mecrur gelirdi. O halde mahzuf olan bir fiilin mef’ûlü olmalıdır. “Unadıküm / size nida ediyorum” benzeri kelimedir. Ehli beyt nisa-ı nebidir. Yalnız ezvacı değil, çocukları ve anne babası da dahildir. Yani çocukları ayrı otursalar da, anne babası ayrı otursa da, ehli beyttendir. Diğer akrabalar yanlarında oturuyorlarsa ehli beyttendir. Sonra ehli beytten olma başkanların hayatları, hattâ başkanlıkları zamanları ile ilgilidir. Emekli olduktan sonra başkanlık eşi olma imtiyazı da kalkar. Bu kural iktidarın tecezzi etmemesi kuralıdır. Konak artık yeni başkan ve eşleri tarafından yönetilir. Eski başkan ve eşleri konakta oturabilirler ama artık konak yönetimi onlara ait değildir.

وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا(33)

(Va YuOahHiRaKuM TaOHiYRan)

“Sizi temizler”  

“Rics izhab etmek ve onları tethir etmek.”  

Taharet ikiye ayrılır. Necasetten taharet. Hadesten taharet. Cünüplük ve abdestlikten taharet hadesten taharettir. Necasetten taharet ise izhabdır. “Ve Siyabeke Fa Tahhir”deki “tahhir” çamaşırı yıkamadır. Pislikten temizleme değildir. Allah bizim temizlenmemizi nasıl istiyorsa, elbisenin de temizlenmesini istemektedir. Burada her ikisi de mecazidir.

Ricsi izhab etmek, hakemlerin verdikleri cezaların infazı ile olur. Maddi cezalarla olur. Oysa bir de insanların yıpranması var, halkın nezdinde kötü olma vardır. İttika ettiğinizde bunlardan yıkanmış olursunuz. Örtünme, evlerde oturma tethir için gereklidir.

***

وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ

(Va’ÜKuRNa MAv YuTLAv FIy BuYuTiKunNa)

“Beytlerinizde tilavet edilenleri zikrediniz.”

Zikretmek” demek, anlamak ve anlatmak mânâsına gelir. Başkanın sohbetleri dışında eşleri de kadınlarla sohbet ederler. Başkan ile tartışma yapılmaz. Hanımlar toplantısında ise tartışma yapılır.

Bu toplantılara erkekler de katılabilir mi?

Genel kural şudur. Erkeklerin toplantılarına kadınlar da katılabilir, ama kadınların toplantılarına erkekler katılmazlar. Bu hususta âyette herhangi bir delil bulmuş değiliz. Kur’an’da buna dair delile rastlamış olacağız. O zamana kadar tavakkuf edip istishabı esas kabul edip bu toplantılara erkeklerin katılmamalarını uygun görürüz. Burada görüşülenleri eşleri başkana aktarırlar. Buradaki “zikredin” emri başkanın yanında zikredin anlamına gelir. Her eşi ayrı toplantı yapabilir. Yahut birlikte toplantılar yapılır. Siganın çoğul olarak gelmiş olması toplantının birlikte yapılmasının uygun olacağını belirtir.

مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ

(MiN EAvYATı elLAHı Va eLXıKMaTı)  

“Allah’ın ve hikmetin âyetlerinden.”

Bu âyet bizim baştan beri savunduğumuz Kur’an’ın müsbet ilimlerle anlaşılması gerektiği hususunu teyit etmektedir. Kitabın ve hikmetin âyetlerinden bahsetmektedir. Başka yerde de kitab ve hikmetle anlat denmektedir.

Demek ki burada “Allah’ın âyetleri” dediğimizde Kur’an’ın âyetleri kastedilmektedir.

Hikmetin âyetleri” dendiğinde doğa kanunlarındaki âyetlerden bahsetmektedir. Bunların ayrı ayrı âyet olduğu değil de, ikisinin bir âyet olduğu belirtilmektedir. Kur’an’daki bir âyet doğayı belirtir. Böylece Kur’an’ın Allah sözü olduğu ortaya çıkar. Bir de bu yolla doğa kanunlarını öğrenmiş oluruz.

Kur’an’daki doğa âyetlerini anlayabilmemiz için Kur’an’da geçen kelimelerin doğa olaylarındaki mânâlarını bilmemiz gerekmektedir. Nasıl fıkhı kavramamız için ancak Kur’an’da geçen fıkhi terimleri bilmek zorunda isek, doğa kanunlarını da bilmek zorundayız. Bunu başarabilmemiz için doğa olaylarının ilmini yaparken Kur’an’ın terimlerini kullanmak durumundayız. Bunun için iyi Arapça bilmek, bir de iyi astronomi bilmemiz gerekmektedir.

Üçüncü bin yıl uygarlığı uzun ve sabırlı çalışmalar sonunda elde edilecektir.

Birinci Kur’an uygarlığını kuranlar Arapçayı sünnete göre mânâlandırdılar. Fıkıh ilmi oluştu. Oysa o zaman bugünkü müsbet ilimler olmadığı için bu açıklamaları yapamadılar.

İşte Adil Düzencilere düşen görev bu olacaktır. Gerek Hüseyin Cisri, gerekse Bediüzzaman’ın açıklamaları bizi bu hususta cesaretlendirmektedir. Demek ki bu husus kolay anlaşılır bir husustur. Biz bu hususta fazla çalışma yapamadık. Ama artık usul belirlenmiştir. Yenibosna’daki çalışmalarla bu hususta başarılı yol alınacaktır demektir.

Bunun için Adil Düzen marketler zincirini kurmalıyız...

Genel hizmetten bir pay ayırıp bu hususta çalışanları desteklemeliyiz...

Hakkı üstün tutan tüm Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular, hattâ Yahudiler bu çalışmalara katılmalıdırlar. Bu sayede ilerleyişimiz kolaylaşacaktır.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا(34)

(EinNa elLAHa KAvNa LaTIyFan PaBIyRan)

“Allah latif ve habir bulunmaktadır.”

Burada “Ve” harfini getirmeden bu cümleyi ekledi. Kadınlar toplantısının “latif” olacağı, şeffaf olacağı bildirilmiş oluyor. Bu toplantılara erkeklerin de katılabileceği hususu ortaya çıkabilir. Toplulukta her şey açıktır. Dernekler kendi toplantılarını her zaman yapabilirler. Ama necva yapamazlar. Yani kapalı toplantılar yapamazlar. Başkanın eşleri de toplantılarını açık yaparlar. Bunu necva âyeti ile istidlal ediyoruz.

Demek ki istishab ile amelimiz yanlış imiş. Erkeklerin toplantısına kadınlar katılabildiği gibi kadınların toplantısına da erkekler katılabilir. Kıyas bunu gerektirir.

Habir” olması da bu anlamda olup bu toplantılarda ortaya çıkan haberler başkana ulaştırılmalıdır. Yani genel hizmetliler bunları değerlendirip haber yapmalıdırlar. Herkesin genel hizmetlisi vardır. Haber alan genel hizmetlisi vardır. Kişiler bunlara haberlerini bildirirler. Bunlar ortak haber yapıp basına ve yayına bildirirler. Yahut her biri kendi farklı haberini bildirir. Her haber hizmetlisinin bir saati vardır. Onu tek başına kullandığında kısa zamanda harcar. Ortak harcama yapılınca kendisine zaman artırmış olur.

Allah’ın habir olması, haberleşme hizmetinde hanımların da yer alacağını göstermektedir. Bu âyetten anladığımıza göre kıyas yoluyla diğer hizmetlerde de yer alabilirler demektir.

 

 


AHZAB SURESİ TEFSİRİ(33.sure)
1-AHZAB SURESİ 1-8
2045 Okunma
2-AHZAB SURESİ 9-17
1831 Okunma
3-AHZAB SURESİ 18-24
1850 Okunma
4-AHZAB SURESİ 25-34
2181 Okunma
5-AHZAB SURESİ 35-37
2250 Okunma
6-AHZAB SURESİ 38-48
13329 Okunma
7-AHZAB SURESİ 49-52
2366 Okunma
8-AHZAB SURESİ 53-57
2176 Okunma
9-AHZAB SURESİ 58-68
2355 Okunma
10-AHZAB SURESİ 69-73
4685 Okunma

© 2024 - Akevler