MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1403 Okunma
33 VE 35.AYETLER

MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 10

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ (33) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ (34) فَلَا تَهِنُوا وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ (35)

        

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAvEayYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Ey iman etmiş olanlar” bu sûrede 10 defa geçmektedir.

EMN” kökü bu surede 11 defa geçmektedir. Bunun ikisi ism-i fail, biri de fiil olarak geçmektedir.

Başta iki âyette “iman etmiş olan ve salih amel işleyenler” denmekte, sonra aynı âyette “Muhammed’e inzâl olunana iman edenler” olarak ifade etmektedir “Bi” harfi ile getirilmektedir.

Birinci iman etmiş olanlar, dayanışma ortaklıkları kurup güvence içinde salih amel işleyenlerdir.

İkincisi ise Kur’an’la işlerini güvenceye alanlar anlamındadır.

Üçüncü âyette iman etmiş olanların hakka tâbi olduklarını beyan etmektedir.

Dördüncü zikredişte “ey iman etmiş olanlar” diyerek dayanışma ortaklıkları kuranları yani devleti oluşturan yöneticileri muhatap almaktadır. Topluluğa yardım ederseniz o topluluk da size yardım eder mânâsında, Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder denmektedir.

Beşincisinde, Allah’ın iman etmiş olanların Mevlası olduğu, oysa cizye vermeyen kâfirlerin ise dayanışma ortaklıklarının olmadığını beyan etmektedir.

Altıncısı, Allah’ın âhirete iman etmiş olanları cennete koyacağını beyan etmektedir.

Yedincisinde iman etmiş olanlar demiyor da, iman etmiş erkeklerle kadınları ayırarak kadınların askeri mükellef olmadıkları, her ikisi için başkanın istiğfar etmesini istemektedir. İman etmiş olarak değil de, mü’minler olarak zikretmektedir.

Dokuzuncu olarak kalblerinde hastalık olan iman etmiş kimseleri zikretmektedir. 

Onuncuda ise “ey iman etmiş olanları” ikinci defa zikretmektedir, “Allah ve resule itaat edin” denmektedir.

Onbirinci olarak da “iman ederseniz” denmektedir.

Sûrede “ey iman etmiş olanlar” iki defa geçmektedir. Birincide Allah’ın (topluluğun) yardımını istihkak etmek için topluluğa yardım etmek gerekir şeklinde ifade edilmiştir. Burada ise bu yardımın nasıl yapılacağını anlatmaktadır.

“Adil Düzen”i kurmamız için topluluğun işlerini yapmalıyız. “Adil Düzen”i öğrenmeliyiz, uygulamalıyız, anlatmalıyız; birleşerek “Adil Düzen” yönetimini kurmalıyız. Allah’a yardım budur. Bunlar ilmî çalışmalarla olur.

İlmî çalışmalar yaparken askeri disipline gerek yoktur.

Yukarıda anlatılanlar Mekke dönemi idi. Mekke dönemi mü’minlerinden bahsedilmiştir. Cihat var, iman var ama askeri düzen, üst-ast ilişkileri yoktur.

Medine’de ise artık örgütlenme var. Artık düzen kurulmuştur. İkinci iman etmiş olanlar bunlardandır.

Biz henüz “Adil Düzen” iktidarı olmuş değiliz. Cihat edeceğiz ama böyle yek vücut olarak değil, her birimiz ayrı ayrı kendi içtihadımızla cihat edeceğiz.

İlmî ve dinî çalışmalar böyledir.

Siyasî ve ekonomik çalışmalarda durum farklıdır.

İşte bu ikinci iman etmiş olan kimselerde ise Medine döneminden bahsetmektedir. Bu iki çeşit iman sistemini Kur’anda daha önce bulmuştuk. Burası şimdi teyit etmektedir.

أَطِيعُوا اللَّهَ  

(EaOıGUv elLAHa)

“Allah’a itaat ediniz.”

Kur’an’da tek başına “Allah’a itaat ediniz” ifadesi yoktur.

“Allah’a itaat ediniz ve resule itaat ediniz. / Allah ve resule itaat ediniz. / Resule itaat ediniz. / Allah ve resulüne itaat ediniz” şekilleri ile geçmektedir.

Niçin tek başına “Allah’a itaat ediniz” denmemiştir?

İttibada o yapar siz onun yaptığını yaparsınız, onun sizin yaptıklarınızdan haberi olmayabilir. İmam namaz kılar, siz de ona ittiba edersiniz. O (imam) kıbleye taraftır, yüzünü kıbleye dönmüştür, sizi görmez bile, kimlerin kendisine cemaat olduğunu bilmez bile.

İtaat da ittiba gibidir. Farkı; o size emreder, siz onun dediğini yaparsınız. Onun yapması gerekmez. Oysa ittibada o yapar siz uyarsınız.

İşte, Allah’ı görmediğimiz için O’na ittiba etmemiz mümkün değildir. Resule ittiba Allah’a ittibadır. Yine Allah’ı görmediğimiz için O’na itaat etmemiz mümkün değildir. Çünkü kuralları ve emirleri yerine getirmek ne ittibadır, ne de itaattir. Doğrudan size emretmelidir. Onun için Kur’an’da sadece “Allah’a itaat ediniz” ifadesi yoktur, burada olduğu gibi “Allah’a itaat ediniz ve resule itaat ediniz” emri vardır.

Bu durum bize açıkça gösteriyor ki; Kur’an’da geçen “Resule itaat ediniz” ifadesi “Hazreti Muhammed’e itaat ediniz” değil, “başkanınıza itaat ediniz” demektir; bu da “emir sahiplerine itaat ediniz” demektir.

Allah’a itaat etmek” demek, kurallara uymak demektir. Bu da doğrudan ve sadece tek başına kurallara uyma demek değildir, birlikte kurallara uyma demektir.  Başkan namazı kurallar içinde kılacak, cemaat da başkana tâbi olacaktır. Burada başkana itaat yoktur, topluluğa itaat vardır. Başkanlık sadece birliği sağlamak için icma ile sabit olan hususlarda ona uymaktan ibarettir. İşte “Allah’a itaat” budur.

Şeriatın koyduğu hükümlere birlikte uyacağız. Mesela atölyemizde dolap/mobilya imalatı yapıyorsak, işbölümü yapacağız, herkes işin bir kısmını yapacaktır. Bu yapılanlar plana ve projeye uygun olacaktır. Ne var ki herkes ayrı ayrı değil, bir makinenin parçaları gibi organize olarak birlikte iş yapacağız. Herkes kendi işini yapacaktır; kurallara göre, şeriata göre yapacaktır ama birlikte yapacaktır. Örnek olarak birisi matkapla delik delerken diğeri de onları kalıplara yerleştirecektir. Üçüncü kişi ise vidalayacaktır. Bunlar birlikte yapılacaktır. Herkes farklı iş yaptığı için burada ittiba yoktur. Hepsi bir arada çalıştığı için itaat vardır.

O halde işbölümünde herkes bir iş yaparken bir taraftan diğer ortağına emretmektedir, diğer taraftan birinden emir almaktadır. Yahut bazen kendisi emretmekte, bazen de kendisi emir almaktadır. İşte bu itaat Allah’a itaattir. Bu ahenkli çalışma ancak ekip başının komutası ile olmaktadır.

وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ

(Va EaOIyGuv eLRaSUvLa)

“Ve resule itaat ediniz.”

Ve” harfi ile gelmiştir ve emir tekrar edilmiştir. O halde bu itaat diğer itaatten farklıdır. Bu itaat ekip başına itaattir. Allah’a itaat yapılacak işler bellidir. Plana bağlanmıştır. Herkes ancak o plana göre hareket eder. Orada birbirine emrederken ya sırf hatırlatmak için emreder, yahut ne zaman o işi yapacağını bildirmek için emreder. Emretmez, kurallar emreder. Ekip başına itaat ise doğrudan başkanın takdirleri ile verdiği kararlardır.

İleri topluluklarda ekip başının yaptığı işler çok azdır. Ekip başı sadece nezaret eder, yanlış yapanlar varsa onlara müdahale eder. Bazen yardım gerekirse onlara yardım eder. Bazen da planda veya kuralda belirsiz işler olur. Planlama yaparken tamamen yeniden kabuller yapmak gerekir. İşte bunların sağlanması için başkan kural koyar veya plana ilave yapar yahut özel emirler verir. Burada ona da itaat etmek gerekir. İşte bu ikinci itaat da ekip başına kurala aykırı olmamak üzere kuralı aşmış konularda itaattir.

وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ (33)

(Va Lav TuBOiLUv EaGMAvLaKuM)

“Amellerinizi iptal etmeyiniz.”

İnsan topluca üretip ayrı ayrı tüketecek şekilde yaratılmıştır. İnsandan başka böyle bir varlık yoktur. İnsan diğer hayvanlardan dört özelliği ile ayrılır.

a) İnsan hem topluluk içinde yaşar hem kişiliğini korur. Oysa diğer canlılar ya topluluk içinde yaşarlar kişilikleri kalmaz, ya da ayrı ayrı yaşar toplulukları olmaz. Topluluk içinde hür olan yalnız insandır. Bu da ancak kurallara uymakla sağlanır. Kuralların bozulacağı yerlerde yöneticilere uymakla olur.

b) İnsanın diğer özelliği; insanlar ortak çalışarak birlik oluştururlar. Sonra bölüşerek ayrı ayrı tüketirler. Bu da yalnız insana mahsus bir olaydır. Diğer canlılar ortak çalışırlarsa ortak tüketirler.

c) İnsanın başka bir özelliği de iç içe teşkilatlanmadır. Bu sayede tüm insanlar tek ümmet olmuşlardır. Başka canlılarda iç içe organizasyon yoktur. Bu da ancak kurallara uyarak hareket etmekle sağlanır, yöneticileri dinlemekle sağlanır.

d) Nihayet insanlar birbirleri ile ayrılırlar veya savaşırlar. Oysa başka canlılar ya savaşırlar yahut uyum içindedirler.

Burada işaret edilen husus; eğer kurallara uygun hareket edilmezse, yetkililerin kararlarına uyulmazsa, yapılan işlerde uyum olmaz, birinin yaptığı diğerine uymaz, hattâ bozar ve ameller bâtıl olur.

Bugün Avrupalılar bu şekilde planlı, projeli, kurallı ve uyumlu işler yaptıkları için hakimdirler. Bizden zahiren kat kat ileridedirler. Müslümanlar ise yaşlanmanın sonunda eski kurallar uygulanamadığı için kuralsız yaşamaya başlamışlardır.

“Adil Düzen” kurmaya çalışanların en çok karşılaştıkları zorluk; kuralsız hareket etmeye, disiplinsiz hareket etmeye alışmış mü’minleri kurallı ve disiplinli şekle getirmektir.

Basit bir üretim uygulamasında da bu böyledir. İstişare ile kurallar konmalı, kurallar ittifakla oluşmalı ama sonra herkes kurala uymalı, yahut herkes kendi koyduğu kurala uymalıdır. Akevler denemelerindeki başarısızlığımızın sırrı budur.

Herkes kendi kurallarına başkalarının uymasını istemektedir. Başaramayınca da terk edip ayrılmaktadır. Ben dahi kuralsız hareket ettiklerini gördüğüm arkadaşları terk edip yeni arkadaşlar aramağa başladım; belki de hata ettim.

Savaşlar da böyle kazanılır. Kurallı hareket ve uyumlu hareket. Yani Allah’a itaat etme ve yetkiliye itaat etme.

Tekrar söyleyelim ki, ilmî çalışmalarda ne kurallar vardır ne de itaat vardır. Herkes kendi bildiğini savunur. Başkasına itaat haramdır. Kural içine gömülmek de hatadır. Yeni delil yeni ilmî sonuca götürür. Dinde ise  kurallar vardır, itaat yoktur. İnsanlar içtihatlarına uyuyorsa itaat ederler. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. İtaat askerlikte ve işte vardır. Askerlikte yöneticiler öndedir, sonra kurallara uyulur. Ekonomide ise kurallar öndedir, yöneticilere kurallar çerçevesinde uyulur.

Ekonomide Allah’a itaat hakimdir, askerlikte ise resule itaat hakimdir.

***

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ

(Einna elLaÜIyNa KaFaRUv VeSadDUv GaN SaBiLilLAHi)

“Küfretmiş ve Allah’ın sebilinden saddetmiş olanlar.”

Muhammed Sûresi’nde “KFR” kökü 11 defa geçmektedir. Biri başka mânâdadır, onu küfretmekle ilgilidir. İkisi “kafirûn” olarak geçmekte, üçü “küfretmiş ve saddetmiş” olarak geçmektedir. Kur’an’da farklı kelimeler farklı mânâlar ifade eder.

İnsanlar dört gruba ayrılmaktadır.

  1. Mü’minler cihada bedenen katılanlardır. Mekke döneminde savaş cihadı yoktur, tebliğ cihadı vardır. Medine döneminde silahlı cihad vardır.
  2. Kâfirler ise tebliğe karşı çıkanlar, tebliğ edenlere eziyet edenlerdir. Mekke döneminde bunlar vardır. Medine döneminde bunlar yargı kararlarını kabul eden ama cihada katılmayan kimselerdir. Biz onlara dokunmayız ama onları korumayız da.
  3. Müslimler Medine döneminde ortaya çıkarlar, bunlar askerlik bedelini verirler ve bedenen askerlik yapmazlar.
  4. Müşrikler, ne mâlen ne de bedenen savunmaya iştirak etmeyen kâfirler gibidirler. Kâfirlerden farkları yargı kararlarını kabul etmemeleridir. Bunların bizim topraklarda yaşama hakları yoktur.

Allah’ın yolundan saddetmek” demek, Allah’ın yoluna karşı savaş açıp zulmedenler demektir. Yirminci yüzyıl böyle bir yüzyıl olmuştur. Din ayıp hâle getirilmiş, ilkellik kabul edilmiş, gericilik kabul edilmiş.

Oysa insanlar devlet öncesi dönemi yaşarken Mezopotamya’da Hazreti Nuh gelmiş ve ilk uygarlığı kurmuştur. Mısır bu uygarlığın kuvvete dönüşmüş şeklidir. Sonra Hazreti İbrahim gelmiş, onun doğuya giden oğulları Brahmanizm ve Budizm’i kurmuşlardır. Batıda Hazreti İshak’ın oğulları Yahudiliği ve Hıristiyanlığı oluşturmuştur. Hazreti İsmail de İslâmiyet’i getirmiştir. Bugün yeryüzünde milyarlarca müntesibi bulunan dört büyük din vardır. Geçmişteki bütün medeniyetler bu dinler tarafından kurulmuştur.

Bugünkü Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti ile Hıristiyanlığın sentezinden oluşmuştur. Kuvvet medeniyetidir, İslâmiyet’in bozulmuş şeklidir.

Dinsiz bir uygarlığın nasıl olacağını merak ettiğim için Kırgızistan’a gittim. Beş sene orada kaldım ve ne gibi yenilikleri var, ne gibi farklılıkları var, görmek istedim. Dinsizlik modası dışında kapitalistlerden hiçbir farkı yoktu. Kapitalistlerin “para babaları” yerine sosyalizmde/komünizmde o makama “parti babaları” oturmuş; tüm yenilik ondan ibaretti. Daha başka gülünç bir şey söyleyeyim. Eskiden halkı sömüren “toprak ağaları” şimdi “parti yöneticisi” olmuş, halkı öyle sömürüyorlardı.

O halde sol diye bir şey yoktur, sadece fitnedir. Din gericilik imiş!

Uygarlıklar yaşlanınca içlerinde tutucu olanlar ortaya çıkar. Dindarlar onları yenerler. Uygarlaşma olur. En çetin dinsiz saldırı yirminci yüzyılda olmuştur. Artık dinsizleri yenmeye başlamış bulunuyoruz. Sovyetlerin yıkılması, AK Parti’nin anayasa ekseriyeti ile iktidar olması, Avrupa’da Papa’nın etkin hâle gelmesi ve nihayet ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi zaferimizin adım adım ilerleyişidir.

“Adil Düzen” dünyada duyulmuştur, Akevler de çalışmaya devam etmektedir.

“Adil Düzen”e karşı gelen küfretmiş ve engel olmaya çalışanların sonlarını belirtmektedir. Bundan önce amellerinin iptal olunacağı bildirilmiş, sonra mü’minlerin durumları anlatılmıştır. Bir yerde ihbat etmekten bahsetmektedir. Bir yerde ibtal etmektedir. Kâfirlerin amellerini Allah ihbat edecektir. Mü’minler ise kendi amellerini ibtal etmesinler diyor. Demek ki bir işlemin, bir akdin yerine gelmemesi iptal olabilir, ihbat olabilir.

Şimdi bu iki kelime üzerinde durmamız gerekir.

“Habata” ishal olmak demektir; yani yediği şeyler bir işe yaramayıp boşa gitmek anlamındadır. “Bâtıl” ise “batın” kelimesine akrabadır. Amellerin işe yaramaz hâle gelmesidir. Dışarıya atmıyorsun ama içerde de işe yaramaz hâle gelmesidir.

Mü’minlerin ameli bâtıl, kâfirlerin ameli ise hubut etmiş olur. Kâfirlerin amelini Allah ihbat eder, mü’minler ise kendi amellerini kendileri ibtal ederler.

Kâfirlerin amellerini yakında ihbat edecektir.

ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ

(ÇümMa MAvTUv VaHuM KufFAvRun)

“Sonra onlar küffar iken mevt ettiler.”

Burada “Sümme/sonra” getirilmiştir.

Bir kimse bir günah işler de hemen ölürse, âhirette mazereti olacaktır; ‘beni yaşatsaydın ben tevbe edecektim’ der. Onun için kötülük işlemiş olanlara Allah tevbe etmeleri için mühlet verir.

Çalışmalarımızda bu tür hatalar yaptık da hâlâ varlığımızı sürdürüyorsak, Allah bize mühlet veriyor; tevbelerinizi yapın, hatalarınızı düzeltin.

Bunun için “sümme/sonra” kelimesi getirilmiştir.

Mevt edenler” burada küfretmiş olan kimselerdir.

Birden mevt de söz konusu olabilir. Zelzele, tabiî âfetler veya savaşı kaybetme gibi olaylarla birden ölebilirler. “Sümme”nin başka mânâsı da budur. Topluluk birden helâk olur. Ama buradaki “mevt/ölüm” mânâsı yenilmeleri, teslim olmaları demektir.

Mücadeleye devam eder, “Adil Düzen” başarıya ulaştığı halde hakka karşı direnmeye devam ederlerse, artık onlara göç imkanı tanınır, ülkemizi terk imkanı tanınır. Ama artık onlar bağışlanıp tekrar vatandaş yapılmazlar. Onlar nefy olunurlar.

Küffar” “kâfir”in çoğuludur. İsm-i faillerin değişik çoğul kalıpları vardır. “Kavafir, Küffar, Kafiret, Kafirun” topluluğu ifade ettiği gibi, “ellezî” veya “men” mânâsına da gelebilir. Marifeli “kafirun”da fail belli ama fiil belli değildir. Nekredir. Bu sebeple harfi tarifli olarak muzaf olabilir. “Kafir” kelimesi müfret, “kafirun” çoğuldur. “Kavafir” de çoğuldur. “Küffar”da mübalağa vardır.

İrtidat edenlerin katledileceği söylenmektedir. Oysa burada “Sümme” getirilmesinden kâfir olanların da yaşama hakları anlaşılmaktadır. Baştan kâfir değil de küfretmiş olanlar denmektedir. Yani sonradan kâfir olanlardan bahsetmektedir.

O halde mürted katledilmez. Askerlik görevi ihtiyaridir. Ancak seçtikten sonra o ülkeyi terk etmedikçe yaşama hakkını kaybedersin. Baştan kabul etmeyeceksin.

“Adil Düzen”i kooperatif olarak kurmalıyız. İsteyenler “Adil Düzen Siteleri”ne taşınsınlar. Orada kalabilmeleri için küfredip Allah’ın yolundan ayrılmamalıdırlar.

Bâtılda yapılan akit yok sayılır ama başka ceza verilmez. Mesela bir işçi sıva yaptı. Sıva bâtıl ise sıva parası verilmez ama ondan malzeme parası, yıkma parası da alınmaz.

Biz hazine arazisini kooperatif olarak açtık. Biz Akevler’de bir çalılığı temizleyip kullanılır hâle getirdik. İhya ettiğimiz için yerin bize verilmesi gerekirken, hiç olmazsa yaptığımız emeğin değerlendirilmesi gerekirken, hakim bize tazminat ödetti.

İşte bu hüküm ihmal değil ihbattır. İhbatta hep Allah ihbat etti deniyor. Çünkü ihbat ancak mahkeme kararı ile olur. Ceza davası usulü ile olur. Dört şahit gerekir. Oysa ibtal hukuk davaları ile olur ve iki şahit yeterlidir.

فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ (34)

(FaLaN YaĞFıRalLAHu LaHuM)

“Allah onları mağfiret etmeyecektir.”

Yani topluluk onların yaptıklarını bağışlamayacaktır. “Adil Düzen” iktidar olduktan sonra hâlâ direnenlere en küçük müsamaha gösterilmeyecektir. Hazreti Muhammed’in Yahudilere yaptığı acımasız uygulama iktidar olduktan sonra karşı gelenlere uygulanacaktır. İktidar olmadan önce yaptıklarına ancak doğal hukukta suç olan ceza verilebilecektir.

Bir gerçeği iyice öğrenmemiz gerekir.

“İslâm dini” (takvası) vardır, “İslâm düzeni” vardır.

İslâm dininde zorlama yoktur; isteyen inanır, isteyen inkâr eder, isteyen cennete isteyen cehenneme gider. İslâm düzeni, barış düzeni dünyaya hakim olacaktır. Sadece hakem kararlarına uymayanlarla savaşılacaktır. Bu hususta dünyaya tek düzen gelecektir.

“Adil Düzen”e karşı çıkacaklar kıyamete kadar olacaktır. Ancak karşı çıkanların başları ezilecektir. Allah’ın Kur’an düzeni tüm dünyaya hakim olacaktır. Her yerde İlâhi adalet var olacaktır. Bunun bekçileri de mü’minler olacaklardır.

“Din” ile “düzen”i ayıramayanlar burada gaflete düşmektedirler. Ya “din”in de her yere hakim olacağını iddia ediyorlar, yahut “düzen”in de hakim olamayacağını sanıyorlar.

Topluluğun genel af ile suçları bağışlaması caizdir. Bu iki şekilde olur. Yasama organı genel af çıkarabilir. Bu ne zaman mümkün olur?

Belvi umumi varsa, suçu işleyenlerin sayısı yüzde onu geçmişse, artık diğerlerinin o suçu işlememesi zorlaşır. Zorlaşmasa bile, bir topluluktakilerin onda birinden fazlasının üstüne yürürseniz, onların tarafları eksilmez, artmaya başlar. Dolayısıyla ceza hukuku ile onları kaldırmanız mümkün değildir.

Bugünkü “vergi ve KDV kaçakçılığı” böyledir. Bugün “hile” böyledir. Bugün “rüşvet” böyledir. Bugün “iftira” böyledir.

İşte bu takdirde fertlere ceza verme yerine, “hicret” müessesesini çalıştırmak gerekir. Bunun için ülke bucaklara ayrılır, her bucağın yönetimi bağımsız olur. Kendi yasalarını kendileri yapar. Henüz belvi umumi yayılmayan bucaklarda veya yeni kurulan bucaklarda o suç girmez. Halk isterlerse eski sitelerde kalır, cehennem hayatına katlanır; istemeyen ise oradan ayrılır, belvi umumi olmayan sitelere geçer.

Ceza vermeyeceğimiz başka bir husus ise zulüm düzeninde işlenen suçlardır. “Adil Düzen”i getirmeden önce işlenmiş suçlar böyledir.

Doğu illerimizin güvenliği artık hukuk sistemi ile çözülememektedir. Çünkü PKK orada hakim duruma gelmiştir. İnsanlar korkuları ile onlara katılmışlardır.

Ne yapacağız?

Yine bucak sistemini getireceğiz, her bucak kendi güvenliğini sağlayacaktır. Sağlayamazsa, sıkıyönetim ilan edilecek ve askeri metotla eşkıya bertaraf edilecek, güvenlik tesis edilecektir. Ondan sonra “Adil Düzen” gelmeden önce işlenmiş fiiller affedilecektir. Ama güvenlik sağlandıktan sonra suç işlemeye devam eden olursa asla müsamaha gösterilmeyecektir. Bu merhaleden sonra onların hicret etmelerine izin verebiliriz ama ülkemizde yaşamalarına asla izin vermeyiz.

Ceza vermediğimiz üçüncü konu ise; ispat edemediğimiz takdirde tahmini yollarla kimseye ceza veremememizdir. Şüpheler ukubatı idra eder. İspattan sonra da artık kamu suçlarında afv yoktur. Cinayetlerde yani kişilere yapılmış saldırılarda vâris olmayan en yakın akrabanın affı ile “kısas” düşer, onun yerine “diyet” alınır. Diyetin bağışlanması sözkonusu değildir. Hatalarda diyet bağışlanabilir.

İşte burada Allah’ın onları mağfiret etmesi sözkonusu değildir ifadesi ile hırsızlık yapanın kolu kesilir, kimse bağışlayamaz. Zina yapana cezası verilir, bağışlama mümkün değildir. Zina iftirası da böyledir.

***

فَلَا تَهِنُوا  

(Fa LAv TaHiNUv)

“Vehn etmeyin.”

Hına” bir tür katrandır. Katran sert olur. Asfalt gibi bir de sulu olur, ona “hına” denir. Balmumu başta şedit iken biraz ısıtınca gevşer. Biraz sonra da sıvı olur. Cam da böyle vehn eden maddedir.

Savaşta birden mağlup olup çekilme vardır. Hına ise zamanla direnci kaybetme şeklinde olur.

“Annesi onu vehn yoluyla hamletti ve vehn yoluyla vaz’ etti.” Bu âyet sıkıntı yoluyla hamile kaldı, sıkıntı yoluyla doğurdu şeklinde ifade edilmektedir. Bu mânâ da doğru olabilir. Ancak “haml”de ve “vaz’”da karın kaslarının gevşemesi, kalça kemiklerinin gevşeyerek ayrılıp çocuğun doğum sırasında geçmesine müsait hale gelmesi anlamındadır. Hamile kalma ve doğurma olayları bu âyete göre incelenmelidir.

Topluluk gevşeyip çöktüğü zaman teslim olur. Oysa direndiği zaman bir gün gelir yener. Osmanlı İmparatorluğu yenildiği zaman Türk halkı vehn etmemiş, direnmişti. Sonunda galip geldi. İnkılaplarla Türkiye’yi dinsizleştirmek istemişler ama Türk milleti direnmiş ve sonunda galip gelmiştir. Saadet Partisi (Millî Görüş partileri), Milliyetçi Hareket Partisi defalarca büyük sıkıntılara girmişler ama gevşememişler ve varlıklarını devam ettirmektedirler. Oysa Demokrat Partililer (DP, AP, DYP) gevşemiş, şimdi yok olmuşlardır. Biz parti kurduğumuz zaman eski meclis başkanı ve DP’li Ferruh Bozbeyli Demokratik Parti’yi kurmuştu. Onlar bize karşı elden ele ve el üstünde dolaştırılıyordu. Şimdi onların adını anan var mıdır? Ama biz şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.

Bu gevşeme olayı her yerde mevcuttur.

İzmir’deki Akevler büyük sıkıntılar sonunda gevşemiştir, varlığını korumaktadır ama son zamanlarda bir güç gösterememektedir. Bununla beraber sabır dönemini yaşamaktadır. Gelecekte yeniden canlanması her zaman mümkündür.

İstanbul Akevler’de (Etiler atölyesi, Sapanca atölyesi, Çatalca/Kabakça Köyü atölyesi, İzmir Akevler Çelik Döküm Fabrika atölyesi çalışmalarıyla) biz “Ahşap Evler” yapmaya başladık, yaptık, kısmen başarıya ulaştık; zamanla gevşenildi, şimdi yapamıyoruz... Çatalca ve Pendik/Kaynarca’daki market teşebbüslerinden sonra, Yenibosna’da “Akevler Milad Market”i açtık; bir müddet işletildikten sonra zamanla gevşenildi, başaramadık ama varlığımız devam ediyor... Şimdi elbiselik/ayakkabılık (mobilya) imalatını kendimiz yapıyoruz ve pazarlıyoruz; gevşemezsek başarırız...

Gevşeme başarısızlığın ana kaynağıdır. Başarı azmin sonucudur.

Erbakan’daki azmi görmemiz gerekir. Herkes gevşemiş gitmiş, sömürenlere teslim olmuş ve iktidar olunmuş ama ne yapılıyor; karşı tarafa hizmet ediliyor. Numan Kurtulmuş da aynı gevşeklik içinde ama Erbakan o azmi ile şimdi yeniden “Adil Düzen”i canlandırıyor. İlk bakışta bir sonuç alamayacak gibi görünür. Oy alamayabilir. Ama “Adil Düzen”e inanmış insanları harekete geçirebilir. Yeniden harekete geçen Millî Görüşçüler eskide olduğu gibi İzmir Akevler’le, İstanbul Akevler’le irtibata geçebilirler.

Biz 1967’de kurulduk, Erbakan “Adil Düzen”e 1980’lerde sahip çıktı; yani yirmi sene sonra sahip çıktı.

İstanbul çalışmalarına da 1996-97’de (1991-92’de ilk çalışmalara ve hazırlıklara/RNE) başladık. 2016’da yirmi yılını (veya 2011-12’de/RNE) doldurmuş olacaktır. O yıllarda “Adil Düzen”e sahip çıkan birisi ortaya çıkabilir.

Cihat dört alanda yapılır; ilimde, dinde, ekonomide ve siyasette.

Acaba hangi sıra takip edilecektir?

İslâmiyet’i ele alalım. Önce bütün dinler insanları ilme davet ettiler, imana davet ettiler. İman demek, onun için canını vermeye hazır olmak demektir. Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmak demektir. Böyle iman sahibi olma temel noktadır. Mekkeliler böyle iman sahibi oldular. Biz de öyle başlamalıyız.

Sonra imanlarını artırmak için ilim yaptılar. İbadet cemaatlerini oluşturmadılar, Kur’an okudular. Bugün de onu yapmalıyız.

İşte sizinle bu seminerleri yapıyoruz...

Her gün üç kişi, beş kişi bir araya gelerek okumalısınız; aynı zamanda yazmalısınız.

Bundan sonra siyasi oluş ortaya çıktı. Henüz daha ruhbaniyet yoktu. Kur’an’dan başka ve sosyal ibadetlerden başka özel dualar ve ibadetler yoktu.

-Namaz toplantılar düzenidir, okuldur; ibadet değildir.

-Zekat devlet bütçesidir; tasadduk değildir.

-Oruç bedenî eğitimdir.

-Hac büyük kongredir.

Devlet oluştu.

Sonra ne oldu?

Sonraki tarihî gelişme yine iki sistem üzerinde olmuştur. Önce medreseler ve ilim gelişti. Sonra ordular (yönetim/siyaset) oluştu. Sonra tekkeler (din) gelişti. En sonunda loncalar (ekonomi) kuruldu.

Biz bugün önce ilimle başlamalıyız. Bunda ihtilaf yoktur.

Sonra ne yapmalıyız?

F. Gülen gibi dinî cemaat mı oluşturacağız. Cemaat büyüdü ama başarılı olamadı; var olan dünya düzenine uydu, dünyaya yeni düzen getiremedi.

Erbakan gibi siyaset mi yapacağız?

Onun talebeleri bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardalar ama başarılı olamadılar.

“Adil Düzen”e göre kurulan İzmir Akevler ise gevşedi ve şimdi uyuyor.

O halde bundan sonra ne yapacağız?

Hatalarımızı bilmeliyiz.

“Adil Düzen”e göre yeniden başladığımız Yenibosna hareketine devam etmeliyiz.

  1. Önce bilmeden yapmaya kalkışmayacağız. Öğreneceğiz, ondan sonra harekete geçeceğiz.
  2. İkincisi, sorunu halkla çözmeliyiz. Siyasetle işe başlarsak, başımıza gelen yine gelir. İşe ekonomi ile başlayacağız. Önce ekonomide uygulayacağız, kendi işimizde uygulayacağız. Para kazanma amacımız olmamalıdır, amacımız işsizlere iş bulma olmalıdır.
  3. Ondan sonra insanlara “Adil Düzen”de kendilerinin işler kurmasını sağlayacağız. Bunu ancak inanmış insanlar yapar. Tarikatlar yapar. Onları ikna etmeliyiz. Yahut içimizden Kur’an’a laiklik içinde değil, şeriat içinde inanmış insanlar bulmalıyız.

Bugünkü ehli tarik için şeriat diye bir şey yoktur; faiz helaldir, hile helaldir, işbirlikçilik helaldir.

Akevler dışında zekat için çalışan yoktur. Zengin olup halkı sömürerek İslâmiyet’e hizmet etmeyi düşünmektedirler. Sonra zengin olunca görürler! Şeriat onların bu sistem içinde zengin olmasına mânidir. O zaman da bilinç altında “Adil Düzen”e düşman olurlar.

Yeni ekonomi sistemine neden ihtiyaç vardır?

Sanayi düzenine geçilince kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Başkasının işinde çalışıyor. Bunun sonucunda sömürü ortaya çıkmıştır, işsizlik ortaya çıkmıştır. Kur’an bu sorunu, işsizlik sorununu çözecek ve mucizesini gösterecek. Bu işsizlik içinde halkın Kur’an şeriatına gelmesi beklenemez.

Mekke’de sahte mabut putlardı. Her kabilenin putu vardı ve kabile mensupları bu putlara ibadet ediyorlardı. Dünün tanrısı put idi. Bugünün tanrısı ise karşılıksız paradır; faiz parasıdır. Bugünün putunu ancak ekonomik kuruluşlarla yenebiliriz.

Bugün insanlar paraları olursa her sorununu çözeceklerini sanırlar. Paraları varsa tedavi olacaklardır. Oysa paraları varsa tedavi olmaz, hastalıkları uzatılır.

Sizlere azmin örneği bir olayı anlatacağım. Seksenlerde Erbakan’la “Adil Düzen Çalışmaları” yapıyorduk. Doksan bir seçimi (Kasım 1991) yapıldığında Adil Düzen Çalışanları listelerin başlarına konacaklardı. Süleyman Akdemir İstanbul Pendik-Kartal’da adaylığını koyuyordu; genel merkez müdahale etti ve en az oy olan Kadıköy’e koydular. Kadıköy’de RP İlçe Başkanı Gürsoy Erol başkanlığında çalışan ekip vardı. Ahmet Uzun, Hasan Uzun ve Ahmet Sadıkoğlu bunlardandı;  Hasan Hacıbektaşoğlu, Selahattin Öztürk, Salim Sadıkoğlu onlardandı. Süleyman Akdemir’i dinleyince “Adil Düzen”i kurmak istediler. Akdemir onları Kırgızistan’a davet etti. Hasan Hacıbektaşoğlu, Ahmet Uzun ve Hasan Uzun orada kaldılar. “Adil Düzen” denemesini yaptık, başaramadık, yirmi bin dolardan fazla mal varlığı orada kaldı; hâlâ duruyor. Önce onlar Türkiye’ye döndüler, sonra ben döndüm. Bu arada ahşap evler projesini İzmir’dekilere anlattım; duymadılar... Yalova’da anlattım, ilgilenmediler... Sapanca’da Nurettin Sarı ise ilgilendi; sonunda “Ahşap Evler Ortaklığı”nı kurduk. Kadıköy grubunu davet etmedim; çünkü onları Kırgızistan’daki ortaklıktan zarar ettirmiştim. Onlar bana geldiler ve ‘bizi niçin ortak etmedin’ dediler. Ben de ‘daha önce size zarar ettirdim, şimdi nasıl ortak edeyim’ dedim. ‘Olsun, biz katılmak istiyoruz’ dediler ve ortak oldular. Bu arada Gürsel Kartal ve ortağı Çetin Öztekin de katıldı. Çalışmaya başladık. Para verenlerin değil, çalışanların hazımsızlığı sonucu başaramadık. Sonra İstanbul’da Yenibosna’da yeni çalışmalarımızla faaliyete geçtik.

Bugün bizi destekleyenlerin başında yine Kadıköy grubu vardır. İşte azim budur, gevşememe budur. Onların azmi bizi başarıya ulaştıracaktır.

وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ

(Va TaDGUv EiLa elSaLaMı) 

“Ve selme davet etmeyiniz.”

“La” harfi burada tekrar edilmemiştir. Ancak kelimenin sonundaki “nun” harfi hazf olmuştur. O halde bu “tehinu”ya atfedilmiştir Baştaki “La” ikisini içine alır. Gevşeyip barış istemek yasaklanmıştır. Nehyedilen, gevşeme nedeniyle selm talep etmedir, yoksa yasaklanan barış değildir.

“Adil Düzen”i kuracaklar ile “Adil Düzen”e karşı olanlar aynı kefede eşitlik içinde değildir. Adil Düzenciler karşı olanların üzerindedirler. Dolayısıyla “zalim düzen”le “Adil Düzen”in uzlaşması sözkonusu değildir. Uzlaşma “Adil Düzen” üzerinde olmalıdır. O da herkesin kendi içtihatlarını ve icmalarını yaşamasıdır.

Demokrasiden, laiklikten, sosyallikten, liberallikten sapmadan bir düzen gelecektir. Buna karşı çıkanlar hezimete uğrayacak ve tarih olacaklardır.

“A'leyne” denmiyor, “ve entumu-l a'levne” deniyor. Siz yücesiniz, onlara taviz veremezsiniz. İşte, burada asıl işaret edilen budur. Yücelik silahta güçlülük değildir. Yücelik sistemde üstünlüktür. İşte bu yücelik bizi Avrupa Birliği’ne katılmaktan men ediyor. Evet, Avrupa Birliği bizim sistemden daha üstünse katılalım, ama bizim düzenimiz daha üstünse onlar bize katılırlarsa o zaman beraber olabiliriz.

Taviz vererek barış istemek, barışmak için taviz vermek yoktur. Bununla beraber Cumhuriyet döneminde verilen tavizleri de içerebilir. Çünkü biz o zaman yüce değildik. Henüz “Adil Düzen” gelmemişti. Bin sene evvelki durum böyle idi. Şimdi ise biz dünyaya “Adil Düzen”i duyurduk. Belki de anlayamadılar. Çünkü inanmayanların beyinlerini Allah kapatır, anlayamazlar.

Bizim üstünlüklerimiz nelerdir?

-Biz “ekseriyet sistemi”ni değil, “hicret demokrasisi”ni öneriyoruz.

-Biz dini dışlayan laikliği değil, uygarlık yolculuğunda dinlerin birlikte yürümeleri şeklinde anlıyoruz.

-Aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözmeyi öneriyoruz.

-Tekelin korunduğu liberalizmi değil, Genel Hizmetlerle desteklenen liberalizmi istiyoruz.

-Nihayet, paralı sosyal sigorta yerine, tüm insanların yeryüzündeki arazi payları ile güvenceye alınmalarını istiyoruz.

Onlar nerde, biz nerdeyiz?

Biz saadetin tepelerinde geziyor, onlar zulmün çukurlarında inliyorlar.

Biz onlara nasıl teslim olur da uzlaşırız. Biz uzlaşırız ama hakta uzlaşırız. Hakkın ne olduğuna da hakemler karar verir.

وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ  

(Va EaNTuMu eLEaGLavNa.

“Oysa siz a’lâsınız.”

Türkçede hal, iken sözü ile ifade edilir. Şart manası da vardır. Arapçada hal sıfat gibi kaydi olur veya tesbiti olabilir. Yani siz üstün iseniz barış isteyiniz demek olur, yahut siz üstünsünüz barış isteyiniz mânâsı çıkar. Başka yerde “onlar barış isterlerse siz barışın” emri vardır. Burada ise “barışa davet etmeyiniz” denmektedir. Selme davet etmeyiniz denmektedir.

“Selm” barış demektir.

Kur’an’da “selem, selm, silm” kelimeleri geçmektedir.

“Selm” kelimesinin biri burada;

Biri de وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (61)  Enfal Suresi’nde geçmektedir.

“Selm, silm, selem” kelimelerinin anlamları yakındır, değişik söyleniş şekilleridir.

Bilhassa burada “onları selme davet etmeyiniz” diyor. Bir de “sizden barış isterlerse barışın” âyetinde aynı kelime kullanılmaktadır. Böylece burada ve arada söylenen uzlaşmadır. Bizimle uzlaşmak istedikleri takdirde biz uzlaşacağız. Enfal’deki emir odur. Burada ise biz onları uzlaşmaya çağırmayacağız. Hangi konularda? Biz haklı olduğumuz konularda uzlaşmaya davet etmeyeceğiz.

Avrupa Birliği’yle zina yasağının kaldırılması hususunda uzlaşmaya gitmeyeceğiz. Tezkereyi (1 Mart 2003) geçirmeyeceğiz. İran’ı vurmak için yaptığı hazırlıklara katılmayacağız. Ama haksızlık olmaması şartı ile elbette her türlü anlaşmaları yapacağız. Gümrükleri kaldıracağız ama başka ülkelere onlar için gümrük uygulamayacağız.

Siz üstün iken” denmektedir. Buradan iki mânâ çıkar; siz haklı iken veya siz güçlü iken anlamı çıkmaktadır. Eğer biz haksızken yanlışsak derhal onların dediklerini kabul edeceğiz. Hak üzerinde herkesle uzlaştığımız gibi Avrupalılarla da uzlaşırız. Diğer taraftan eğer zor durumda isek uzlaşabiliriz.

Lozan’da kabul edilen gizli maddeler bu sebeple mazur görülür. Hâlâ onları sürdürmenin anlamı yoktur. Bugün de yine zaman kazanmak amacıyla onlarla haksız konularda dahi uzlaşmak meşru görülebilir.

Saadet ve AK Parti’nin yaptıkları hata onlarla uzlaşma değildir, “Adil Düzen”i unutmadır. Erbakan bile “Adil Düzen”i yeniden söylem yapıyor ama “Adil Düzen”in sisteminden artık hiç bahsetmiyor. Sanki o şu mesajı veriyor. Ben de Numan gibi yapıyorum. AK Parti ile iyi geçineceğim. “Adil Düzen”in sistemini geçmişte yaptığım gibi uygulamayacağım.

Oysa bize düşen görev “Adil Düzen”in kendisini anlatmaktır. Kabul edip etmemeleri bizi ilgilendirmez. Herkesin bir görevi vardır, onu yapar. Biz görevimize bakmalıyız.

وَاللَّهُ مَعَكُمْ

(Va elLAHu MaGaKuM)

“Allah sizinle beraber iken.”

Burada da ya siz haklısınız ve Allah sizinle beraberdir, bu durumda onlarla uzlaşmayın anlamı çıkar. Yahut durumunuz böyle ise uzlaşmayınız mânâsı çıkar. Bu ikinci mânâ şart mânâsını verecektir ki uzak mânâdır. Siz üstün iseniz uzlaşmayın, korkmayın, Allah sizinle beraberdir mânâsı da çıkar.

Her halükarda bizim haksızlıkta uzlaşmamız men edilmiştir.

Demek ki yapacağımız nedir?

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na son şeklini verecek ve dünyaya duyuracağız. Ondan sonra yanlışlığımız varsa gelin tartışalım diyeceğiz. Onlar da evet diyecekler. Onlardan kimler evet diyecek, insaf sahibi evet diyecek, kilise evet diyecek. Ondan sonra korkmadan Allah ne diyorsa onu yapacağız.

Bu Adil Düzen çalışanlarının işidir. Henüz sayılarımız çok az, vaktimiz de yok. Yeteri kadar hazırlık yapmış da değiliz. Ama bir gün, yakın bir gün sayılarımız artacaktır. Yeter zaman geçtiği için vaktimiz de olacak. O gün gelecek, siz bu tebliği devlet adamlarına değil, zenginlere değil, cahil din adamlarına değil; insaf sahibi ilim adamlarına ve Allah’a inanıp teslim olanlara anlatacaksınız. O gün çoğalayım deyip tavizler vermeyeceksiniz. Hakta birleşeceksiniz. Haklılığın tesbitinde hakemlere gidebilirsiniz. Hakem kararlarına karşı hakemlere gidebilirsiniz ama hakem kararları varken ona uyacaksınız.

Bunları yapacak olan sizsiniz diyorum, çünkü bunların çoğu benden sonra olacaktır.

وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ (35)

(Va LaN YaTıRaKuM EaGMAvLaKuM)

“Ve amellerinizi vetr etmeyecektir.”

Amellerinizi tek bırakmayacaktır.

Biz İzmir’de İslâm düzeni için çalışmaya başladık. Tavizler vermeden devam ettik. Allah amellerimizi tek bırakmadı. Yalnız başımıza kalmadık. Erbakan katıldı ve bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.

Hiç şüpheniz olmasın ki bugünkü tek başına kenarda basit bir şekilde çalışmanız böyle tek kalmayacaktır. Mutlaka sizin amellerinizi değerlendirecek kimseleri Allah çıkaracak ve bizim amellerimiz meyvelerini verecektir.

Yeryüzünde tek başına işler yapılamıyor. Her şey çift yaratılmıştır. Bu çalışmalar da birilerinin benimsemesi ile meyve verecektir.

Sûrede “amel” kökü 12 defa geçmektedir. 6’sı onların amelleri şeklindedir. 3’ü sizin amelleriniz şeklindedir. Diğer 3’ü de başka sigalarla gelmiştir.

Birinci Kur’an uygarlığında muhacirlerini ensar destekledi. Sonra Arapları Türkler ve İranlılar destekledi. İslâm uygarlığı tek başına gelişmedi. İkinci Kur’an uygarlığına da Batı uygarlığı Hıristiyanlaşarak katılacaktır. Ameller karşılıksız boş bırakılmayacaktır.

Bundan önce geçen âyette “Allah sizin amellerinizi bilir” denmişti. Burada da “amelleriniz yalnız bırakılmayacak” denmektedir. Arada “amellerinizi iptal etmeyin” emri verilmiştir. Bu iptal nasıl olacak? Eğer taviz verirseniz iptal olacak. Başkalarının söylediklerine göre faaliyetlerinizi değiştirirseniz o zaman iptal edilmiş olur.

Bize “Adil Düzen” sözünü bırakınız diyorlar.

“Adil Düzen” kelimesini bırakıp “zalim düzen”i mi alacağız?

Eğer kelimede, söylemde bir şey varsa derhal "Ama o Erbakan’ın sözüdür" diyorlar!

Biz Erbakan’ı bırakmadık, bırakmayacağız. F. Gülen’i de bırakmadık, bırakmayacağız. Çünkü onlar yirminci yüzyılın hâdileridir. Biz silsile-i musaddikiniz, mükezzibin değiliz. Biz onların yaptıklarını silmeyiz; tamamlarız, daha da geliştiririz.

O halde “Adil Düzen” ne onların ne de bizim sözümüzdür, Allah’ın bizlere ihsan ettiği sözdür. Rabbimizin nimetini tahdis ederiz. Hak yolunda bir adım atanları dua ile anarız.

Şeytan daima sizin içinize girer, ‘bu olmazsa siz iyi olacaksınız’ der. Siz o şeytanı derhal kovun. Kişi ne kadar kötü olursa olsun biz onu uzaklaştırmayız. Ona sabreder, düzelmesi için ona yardımcı oluruz.

 

 


MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
1-1 VE 3.AYETLER
1370 Okunma
2-4 VE 6.AYETLER
1642 Okunma
3-7 VE 11.AYETLER
1513 Okunma
4-12 VE 14.AYETLER
1424 Okunma
5-15.AYET
2917 Okunma
6-16 VE 19.AYETLER
1398 Okunma
7-20 VE 23.AYETLER
1602 Okunma
8-24 VE 28.AYETLER
1277 Okunma
9-29 VE 32.AYETLER
1467 Okunma
10-33 VE 35.AYETLER
1403 Okunma
11-36 VE 37.AYETLER
1385 Okunma
12-38.AYET
1647 Okunma