MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌأَنْ لَنْ يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ (29) وَلَوْ نَشَاءُ لَأَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِسِيمَاهُمْ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ فِي لَحْنِ الْقَوْلِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ أَعْمَالَكُمْ (30) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ (31) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَشَاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الهُدَى لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا وَسَيُحْبِطُ أَعْمَالَهُمْ (32)
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ
(EaM XaSiBa elLAÜIyNa FIy QuLUvBiHiM MaRaWun)
“Yoksa kalplerinde hastalık olanlar hesap ettiler mi”
Daha önce kıtal zikredilince kalblerinde hastalık olanlar korka korka bakarlar demiş, sonra savaşta veya cihatta irtidat eden kimselerden söz etmişti. Kalblerinden hasta olanlardan kimi tedavi olacak ve gerçek mü’minlerin saflarına katılacaklardır. Bir kısmı ise irtidat edecek ve tekrar cahiliye dönemine gideceklerdir.
Şimdi tekrar kalblerinden hasta olanlara dönmüştür.
Kalblerinden hasta olan kimselerin hepsi irtidat etmemişlerdir. Bu sebeple onları zamirle değil de izharla göstermiştir. Zamir yakına gider, yanlış yeri işaretlerdi.
Bu âyet bundan evvelki âyetten önce olsaydı, kalblerinde hastalık olanların hepsi irtidat etmiş olacaklardı. Oysa gerçek olan şudur. Her hasta ölmez, birçok hastalar tedavi olur. Kalblerinde marazı/hastalığı olanlar da böyledir. Kendiliğinden de tedavi olurlar. Ama doktora gidip ilaç alırlarsa daha kolay tedavi olurlar.
Doktor kimdir?
Doktor biziz. Tedavi, yazdığımız reçeteye dayanarak Kur’an’ı “Adil Düzen” gözüyle okumalarıdır. Yani çağımızın ilimleri ve eski fakihlerin usulleri ile Kur’an’ı tedebbür etmeğe başlamalarıdır. Zaten bu reçete yukarıda verilmiştir.
Kur’an okumak bir ağacın sulanmasına benzer. Nasıl susuz kalan ağaç zamanla kurursa; sürekli Kur’an okuyup imanı onunla takviye edilmezse zamanla iman kurur. İmansız ne cihad ne de amel-i salih olur.
Bizim görevimiz nedir?
Kur’an’ı tercüme edeceklere ve yorumlayacaklara hatırlatmamız gerekir; bizi de okuyun. Sadece bin sene evvel gelenleri okuyup orada kalmayın, bizi de okuyun, sonra kendi içtihatlarınızla yorumlayın.
Bundan elli sene evvel, altmış sene evvel Kur’an’ı mealleri ile okuyanların nisbeti belki binde bir idi; bugün görüyorum ki insanlar Kur’an’ı artık mealsiz okumamaktadırlar. Bu günlere geldiğimiz için Rabbimize binlerce şükürler olsun.
Şimdi atılacak yeni adımlar vardır; Kur’an üzerinde düşünmek ve yorumlamak. Herkes, bütün Kur’an ehli buna başlamalıdır. İşte “Adil Düzen” o zaman gelecektir.
أَنْ لَنْ يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ (29)
(Ean LaN YuPRiCa elLAHu EaWĞANaHuM)
“Allah dığnlarını ihraç etmeyecek mi?”
“Dığn” nedir?
Bir evde bulunan çöpleri, pislikleri, eskileri, yırtıkları görünmesin diye bir dolaba alıp kapatırsınız, yahut onları bir örtü ile örtersiniz. İşte herkese göstermediğiniz süprüntü, çirkin ve bozuk şeylere “dığn” denir.
İnsanın kalbinde olan bazı düşünceleri ve fikirleri göstermek istemez, söylemek istemez. Onu içinde saklar. İşte ona da “dığn” denir.
Lugatlarda kin ve haset gibi kelimelerle tercüme etmekte iseler de; kin de bir dığndır ama dığn sadece kin değildir. Bugün her şey dığndır. İnternet siteniz var, parolanız var, herkes giremez. Göstermek istemediğiniz şeyler orada yazılır.
İşte, Allah bu dığnları ihraç edecektir.
İçlerindeki kin ve düşmanlık bir gün ortaya çıkacaktır.
Evet, biz ne yapmak istiyoruz?
İnsanlığın sorunlarını çözerek dünyanın daha adil olmasını ve daha ileri gitmesini sağlamağa çalışıyoruz.
Bunu nasıl sağlamak istiyoruz?
- Her söze kulak veriyoruz. Görüşlerimizi anlatarak bizim yanlışlarımızı ve eksiklerimizi bulmalarını istiyoruz. Karşımıza birileri çıkıp da yanlışlarımızı ve eksiklerimizi göstermemişlerdir. Ya bizimle alay etmişler, ya gülmüşler, ya “Adil Düzen”den vazgeçirdik diye öğünmüşler; ya da daha da ileri giderek partilerimizi kapatmışlar, mallarımızı gasbetmişler. Ama asla oturup da kimse yanlışlarımızı göstermemiştir. Ben onların hataları üzerinde fazla durmuyorum. Ama Erbakan kırk senedir onların yanlışlarını anlatıyor, çare ve çözümleri de söylüyor. Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘sen bunu yanlış söylüyorsun’ demedi. Yaptığımız bir hesaba göre ödenen ekmek bedelinin üçte biri vergiden ibarettir, üçte biri de faizden ibarettir. Bir ekmek almak için üç ekmek parası ödüyoruz. Bugüne kadar yaptığınız hesap yanlıştır diyen olmadı. Bunun çaresi ve çözümü; halka ön ödemeli faizsiz-icrasız kredi verilmesidir, çalışanlara faizsiz-icrasız çalışma kredisi verilmesidir dedik. Biri çıkıp da parayı nereden bulacaksınız demedi. Biz söyledik, kulak vermeden arkalarını dönüp gittiler!..
- İkinci istediğimiz iş, pilot bölge denemelerini yapalım dedik. Mesela, başbakan pekala böyle denemeler için bir para ayırtabilir ve bizim değerlendirmemizi isteyebilirdi. Biz onlardan da vazgeçtik. Topladığımız 100’er, 200’er liralarla elde ettiğimiz, satın aldığımız, bugün kırk milyon değerindeki 150 senelik tapulu toprağımızı/arazimizi geçmişteki yönetimler gasbetti. Kırk milyon dolarlık malımız-mülkümüz gasbedilmiş durumda. Onu yani malımızı bize versinler, yeter. İflas bankalarının 50 milyar dolarını ödediler ama bizim hakkımızı, bizim malımızı, bizim tapulu mülkümüzü hâla vermediler! Bu zulüm ve gasp daha ne kadar devam edecek?!.
***
وَلَوْ نَشَاءُ
(Va LaV NaŞAyEu)
“Meşiet etseydik.”
“Şey” uzaktaki karaltıdır. Sonra varlık anlamına gelmiştir. Masdar olarak “meşiet” bir varlığı var etmeyi istemek anlamındadır. Önce bir resim çizmeyi tasarlarsınız, sonra onu elinizle çizersiniz. Tasarlama meşiettir. Onu çizmek ise hilkattir. Diğer taraftan bir ağacın veya duvarın eğik olması raid olması demektir. Mail (meyleden) olması anlamındadır. Suyu içmek için pınara eğilmek revdetmektir. Uzakta otlağın olup olmadığını gözetleyene raid denir.
“İrade etmek” bir şeyin olmasını istemektir.
“Meşiet” ise bir şeyi yapmayı istemektir. Birinde fail başkası olabilir. Meşiette ise fail aynı zamanda isteyendir. Allah için irade ile meşiet aynı manâdadır, çünkü istediğini yapacak O’ndan başka kimse yoktur.
Kelamın en zor sorunu meşiet ile ilim arasındaki çelişkidir. Allah gelecekte olacak her şeyi biliyorsa, o zaman Allah’ın iradesi yoktur. İradesi varsa, gelecekte neyi irade edeceğini şimdiden bilemez. Hattâ bizim irademiz varsa şimdi ne yapılacağı belli değildir. Belli olmayanın bilinmesi mümkün değildir. O halde benim ne irade edeceğimi Allah nasıl bilecektir? Külli irade ile külli ilim çelişkidedir.
Bu çelişki iki şekilde açıklanabilir.
Bunlardan biri, her şeyi bilir, şeyden başkasını da bilir anlamını taşımaz. Şey olmayanlar yani meşiet edilmeyenler yoktur. Yok olanın bilinmesi manâsızdır. O halde Allah her meşiet ettiğini bilir. Yani eski meşietlerini unutmaz anlamındadır. Daha meşiet etmediği şey olmadığı için onların bilinmesi söz konusu değildir. İnsanların meşieti de onun meşieti içindedir. İnsan da meşiet ettikten sonra o meşiet olur.
Diğer açıklamaya göre Allah zaman dışıdır. Allah’ın geçmişi, geleceği ve hâli yoktur. Allah’ın bilmesi ve irade etmesi zaman içinde olmadığı için çelişki sözkonusu değildir. Biz zaman dışı düşünemediğimiz için o durumu kavrayamıyoruz. Biz ancak biz neyi kavrayabilirsek onu biliriz.
Bir insan hapisteki arkadaşını ziyaret etmek isterse, kapıya gelir, duvara çarpar, içeri giremez. Onun için kapı açılmadan içeri girmek çelişkidir. Ama kuş uçarak rahatlıkla içeri girebilir. Üç boyutlu uzayı bilemeyen bir insan için kapı açılmadan hapishaneye girmek imkansızdır. Oysa biz şimdi girebilir diyoruz. İşte, zaman ve mekan içinde hapis olan beynimiz zaman ve mekan dışı olayları kavrayamaz.
“Bizim meşietimiz olsaydı” diyor; “Allah’ın meşieti olsaydı” demiyor.
“Bizim meşietimiz olsaydı” diyor; "Ene" ve “Allah” kelimesini getirmiyor. Uygun olan o isteseydi şeklindeydi.
Kur’an’ın temel üslubudur. Hep “Allah” diye zikretseydi, Kur’an Allah’ın sözü olmazdı; hep “biz” veya “ben” diye zikretseydi, o zaman da Hazreti Muhammed kendisinin tanrı veya ortağı olduğunu iddia etmiş olurdu. Oysa “biz” ve “Allah” kelimelerini yan yana kullanarak konuşanın Allah olduğunu, konuşanın nakleden Hazreti Muhammed olmadığını ifade etmiş olmaktadır.
Allah bir şeyi doğrudan yapacaksa “ben” demektedir.
Eğer vasıtalarla bir iş yapacaksa, o zaman “biz” demektedir.
Biz isteseydik beyninize öyle devreler yerleştirirdik ki, insanların yüzlerine baktığında beyinlerinde ne düşündüklerini bilebilirdin. Ama Allah böyle meşiet etmedi. Onun için böyle olanları, böyle kalblerinde marazı olanları sen tanıyamazsın.
Bu bize bir gerçeği bildirmektedir. İnsanların niyetlerini okumak mümkün değildir.
Savaşta bir sahabe düşmanı alt eder. Kılıcını boğazına dayamıştır. Düşman ‘iman ettim’ der ama sahabe yine de onu öldürür. Arkadaşları onu peygambere şikayet ederler. Sahabe de cevaben; ‘o yalan söylüyordu, iman etmemişti’ diyor.
İşte o zaman Hazreti Peygamber kıyamete kadar geçerli olacak söz söyler:
“Hel şakakta kalbeh? Kalbini yardın mı?”
İşte bu sebepledir ki biz insanların doğru veya yanlış yaptıklarını söyleriz ama kimseye sen kötüsün, sen iyisin diyemeyiz. Çünkü onun niyeti önemlidir. Bu husus Allah’a aittir. Âhirette her şey bilinecektir.
لَأَرَيْنَاكَهُمْ
(La EaRaYNaKaHuM)
“Onları sana irae ederdik.”
Demek ki çevremizde olan insanların bazıları kalbleri hasta olanlardır. Beyinleri bozuktur. Bazıları da bilmeden hata yapmaktadırlar. Biz bunları ayıracak güçte değiliz. Yüzlerine bakıp da senin kalbinde hastalık var diyecek durumda değiliz.
“Re’y etmek” görmek demektir. Gözle bir şeyi görmek “basar”dır.
Görme olayı şöyle olmaktadır. Göze ışık gelir, mercekten geçerek gözün ak tabakasına düşer. Orada ışık algılayan hücreler vardır. Nasıl otomatik kapıya yaklaştığın zaman kendiliğinden kapı açılırsa, gözdeki hücreler de ışıktan etkilenerek elektrik akımı oluştururlar. Bilgisayardaki sayılara benzer şekilde sayısal işaretleri sinir vasıtasıyla beyne gönderirler. Beyne gelen gördüğümüz şekil değildir, sadece “sıfır” ve “bir” işaretleridir. Beyin bir bilgisayardır, beyinde onlar gerekli yerlerde yerleştirilir. Ruh buraya gelmeden önce hiçbir şey anlamaz. İşte burada ruh beyinle temasa geçerek şekli algılar. Önce beyne gelen rakamların gönderen varlıkla doğrudan ilişkisi yoktur. Ruhun onu algılaması benzer şekilde ilişkili değildir. Bu hususu Kant çok iyi bir şekilde izah etmiştir; Allah eşyayı nasıl gösteriyorsa biz öyle algılıyoruz.
“Re’y” beyinde oluşan bir sayılar kümesidir. Onu biz de düzenleyebiliriz.
İşte buna “re’y” diyoruz.
Peki, gösterme nasıl olacaktır?
Beynimiz bilgisayardır. Göz, kulak ve diğer organlardan gelen etkiler etki eder, ruhumuz etki eder, bilgisayar çalışır.
İşte bu bilgisayara etki eden başka varlıklar da vardır. Bunlar melekler ve şeytandır. Düşüncelerimiz bunların etkisi altında oluşur. Şimdi eğer Kur’an burada “ereytukeha” deseydi beynimize doğrudan etki eden Allah olurdu. Ama Allah bize doğa kanunları içinde etki etmektedir. Meleklerle etki etmektedir. Onun için “nâ” getirilmiştir.
فَلَعَرَفْتَهُمْ بِسِيمَاهُمْ
(Fa LaGaRaFTaHuM Bi SIyMAyHuM)
“Sen onları simaları ile örf ederdin.”
Eğer biz onları gösterseydik sen elbette onları tanırdın.
“Arife” tanımak, “alime” bilmek demektir.
“Alem” de “Arafe” da dağ demektir. Alem sivri dağ demektir. Arafe ise üstü düzlük olan dağ demektir. Sivri dağ uzaktan bakıldığında görülür ve bölgenin kime ait olduğunu belirtir. Bilgi anlamına gelir. Bayrağın adı da alemdir. Yüksek tepede dikilir. Arafada insanlar toplanır, görüşür, birbirlerini tanırlar.
Burada sen onların kalblerinde marazı olanları tanırdın denmektedir. Ama biz sana onları göstermedik, tanıyamazsın demektir.
Devletin insanların peşine gizli ajanlar takarak onları takip etmesi, bu şekilde tanımaya çalışması yanlıştır. İçleri ne olursa olsun, suç işlerlerse cezalarını görürler, suç işlemezlerse de onlara dokunulamaz.
İnsanın en büyük özelliği hem topluluğun ferdi olması hem de kendi kişiliğinin bulunmasıdır. Yani insanda iki şahsiyet vardır. Kendi başına kaldığı zaman kendi dünyası, başkalarının yanında olduğu zaman ayrı dünya. Davranışları farklıdır. Allah buna izin vermiştir. Dolayısıyla başkalarının gizli dünyalarını araştırıp ortaya koyma hakkı başka insanlara tanınmamıştır. Kendin tetkik edip kişiyi öğrenebilirsin ama onu başkalarına anlatamazsın.
“Sima” ne demektir? İsm, semy, vesm birbirine yakın manâlardır. Kişiyi tanıtan ad, işaret ve görüntüdür. Biz insanı sima ile tanırız.
Bugün bilgisayar da simaları tanımaktadır. İnsan ne kadar değişirse değişsin yüzündeki bazı boyutlar aynı kalır, oranlar değişmemiş olur. Bilgisayarda bunları karşılaştırarak o yüzün o yüz olduğunu tanımaktadır. Bizim beynimiz de aynı şeyleri yapmaktadır. Kişinin çehre sayılarını saklamakta, sonra aynı sayı ile o insanın kim olduğunu bilmektedir.
Nasıl insanların yüzüne bakıyor ve onun erkek veya kadın olduğunu görüyorsak, aynı şekilde yüzüne bakıp kalblerinde marazı olanları bilecektik. Bilgisayarda bir işlem yaptığımızda yanlış yapınca yanlış yaptın diyor.
Allah isteseydi beynimizdeki bilgisayara küçük bir program koyar, kalblerinde maraz olanları görürdük. Böyle yapmadı. O halde biz de Allah’ın sünnetini bozmayacağız.
Acaba neden yapmadı?
Yapmadı, çünkü insanlara mühlet verilmiştir. Kötülükleri yapmak istedikleri takdirde yapabilsinler diye mühlet verildi; çünkü daha sonra tevbe etme ihtimalleri vardır. Biz onun üzerine yürüdüğümüz zaman onu daha çok o tarafa itmiş oluruz. İnsanla ya tam savaşa girip onu öldürünceye kadar takip edeceğiz; ya da sabredecek, onun zararsız hâle gelmesi ve iyileşmesi için görmemezlikten geleceğiz.
Türkiye’de yaşadığımıza göre ve beraber savaşmadan oturmak zorunda olduğumuza göre kimseye karşı cephe almamalıyız. Bize saldıranı bile biz merhametle karşılayacağız. Savaşta ise gılza bulacaklardır.
وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ فِي لَحْنِ الْقَوْلِ
(Va La TagRıFanNaHuM FIy LaXNı eLQaVLı)
“Ve onları kavil lahnında marifet edeceksin.”
“Vav” harfi nereye atıftır? Şartın cevabına atfedilmiş olur. O zaman sen onları kavlin lahnı ile tanımayacaksın olurdu. Bu atıf caiz değildir. İki bakımdan caiz değildir.
Böyle atıflarda “le” tekit harfi getirilemez. Getirilecek olsa “la” getirilir.
Diğeri ise; birincisi fiil-i mazidir, bu ise tekit edilmiş fiil-i muzaridir.
O halde buradaki atıf “araftehüm”e değildir.
Nereye atıftır?
Uygun bir atıf yeri bulamıyoruz.
Böyle durumlarda hazfedilmiş cümleler var, oraya atfedilecektir demektir.
Biz sana gösterirdik ve sen onları simaları ile tanırdın ama biz sana göstermedik, sen onları simaları ile tanıyamıyorsun. Bununla beraber onların bazı davranışları sana onların kalblerinde maraz olduğunu ifade eder. Hazf edilen cümle buna delalet eder, “araftahum biamalihim” denmektedir. Yüzlerinden belli değildir, amellerinden bellidir.
Burada neden hazfedilmiştir?
Amellerin tamamı ile değil, bazı davranışlarından bellidir demektir. Bunların Arapça kelimelerle ifadesi sözü uzatacağı için Allah sizin amellerinizi bilir ifadesinde burada amellerinin hazf olduğunu anlıyoruz.
Amelleri ve sözleri de onların kalblerinde maraz olduğunu ifade eder.
Şimdi, önce “Adil Düzen”ci olup sonra “Adil Düzen”e karşı olanları nasıl değerlendireceğimiz hususu bu âyette açıkça anlatılmaktadır.
Dikkat edecek olursak burada onlara hitap etmiyor, bize hitap ediyor.
Bizim onları tanımamız için iki aracımız vardır. Biri onların yaptıklarıdır.
Neler yaparlar?
- Onlar Allah’a inanırlar, Kur’an’a inanırlar, şeriata göre hareket ederler. Ne var ki dünyanın zulüm üzerinde kurulu olduğunu görürler, Allah’tan değil de zalimlerden korkarlar. Onların gemisine binip kurtulmayı çıkar yol kabul ederler.
- Yine onların Kur’an’da bugünkü zulmü def edecek formüllerin olmadığını, Kur’an’ın insanları hidayete erdireceğine inançları yoktur. Çözümü cari sistemde aramaktadırlar.
- Hazfedilmiş cümlede bunlar söylenmektedir.
Bu cümlede ise “sen onları kavlin lahnından anlarsın” denmektedir.
Bir örnek verelim. Bir zamanlar Saadet Partililer “Adil Düzen” söyleminden vazgeçmişlerdi. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesinde “Adil Düzen” diyerek dini siyasete âlet ettiler diyor. Önce, mahkeme “Adil Düzen” suçtur demiyor, onu istismar ettiler diyor. Birileri bir şeyi istismar ediyorsa, başkalarının onu istismar etmeden değerlendiremeyeceği anlamına gelmez. Kaldı ki, gerekçe karar değildir. Gerekçede suç olduğu söylense bile, hükümde yer almadıkça hiçbir yaptırımı yoktur. Kaldı ki, mahkeme geçmişte olan bir olay hakkında karar alır, gelecekte olanlar için karar alamaz. Mahkeme yasama organı değildir. Mahkemenin yasak koyma yetkisi yoktur. Ne var ki Saadet Partisi kapanır diye on sene “Adil Düzen” kelimesini ağızlarına almadılar; hâlâ da Erbakan’dan başkası ağzına almamaktadır.
Sonra halktan baskı gelince “Adil Düzen” kelimesi yerine “adil bir düzen” kelimesini kullanmaya başladılar. İşte bu lahnı kavldir. Yanlış bir şey söylemiyorsun ama sözü öyle söylüyorsun ki ne şiş yansın ne kebap.
“Adil Düzen” “İslâm düzeni” gibi bir deyimdir, 20. asrın Hak uygarlığını anlatan bir düzendir, doğmakta olan ikinci Kur’an uygarlığının adıdır, üçüncü bin yıl uygarlığının ana dayanağıdır. Üçüncü bin yıl uygarlığının en büyük sorunu zulümdür. Sadece 20. yüzyılın iki büyük cihan savaşı bile “Adil Düzen”in ana isim olmasını gerektiren sebeptir.
“Lahn” ses demektir.
Diller derece derecedir.
1. İlim dili veya mantık dili. Âlimler tarafından tanımlanmış kelimeleri içerir, taşıdığı manâ açıktır. Bilenler için kesindir. Bilmeyenler de her zaman öğrenebilirler.
2. Hukuk dili ise insanlar tarafından bilinsin bilinmesin, o dili bilenler tarafından kullanılan cümleleri içerir. Baştan tanımlanmış değildir ama hukukçular onları tanımlayarak manâ verirler. Söylendikten ve yazıldıktan sonra tanımlanır. Ülkenin dilidir.
3. Bir de sanat dili vardır. Bu da seslerin yaşadığı, hayatın çağrıldığı dildir. Belli bir kuş cıvıltısı ile uyanan kimseler kuş deyince o sesi duyarlar. “Turnalar uçun, yayladan geçin” dendiği zaman, bunun etkisi ancak o yaylalarda yaşamış ve oradaki hayatı görmüş kimseye vardır, onun üzerindeki insana etkisi başkadır. Şehirde büyüyüp ne turna görmüş ne de yayla görmüşse, ona etkisi hemen hemen hiç yoktur.
4. Nihayet bir bucakta konuşulan dil vardır. Komşu bucaklardan farklıdır. Aynı bucakta yaşayanlar her gün birbirleriyle karşılaşmakta, alışveriş yapmakta, birlikte benzer olaylarla karşılaşmaktadır. Bu dil yazı dilidir. Çünkü buradaki ifadeler soyuttur, somut değildir. Ağaç dendiği zaman ağacın kendisi akla gelir ama herhangi bir ağaç gelmez. Oysa ocaklarda/aşiretlerde konuşulan dilde tamamen somutluk vardır. Orada “kapı” deyince belli kapı gelir, “at” dendiğinde belli at gelir. Bu dil ancak her saat beraber yaşayıp özel ilişkilerde bulunan kimseler arasında doğar. O aşiretin/ocağın dışında olanlar o konuşmalardan bir şey anlayamazlar. Bu dil yazı ile ifade edilemez.
İşte, “lahn” öyle bir sözdür ki, onu yalnız özel ilişkilerde olanlar anlarlar. Şifre misalidir. Sen onları sözlerinin lahnından anlarsın deniyor. Halk anlamaz. Başkaları anlamaz ama onlarla devamlı ilişki hâlinde olan sen onların ne demek istediklerini anlarsın.
Şimdi tekrar siyasete dönelim.
‘Ben Millî Görüş gömleğimi çıkardım’ derken söyleyen ne kastetmişti? Bunu siyasi olarak söylüyordu. Önce “Millî Görüş” kavramı onun hasımları tarafından çok saldırıya uğradı. İç ve dış güçler onu yok etmek istiyorlardı. Takiyye olsun diye gömlek çıkarıldı. Ama halk onun lahnından gerçekte gömlek çıkarılmadığını gördü ve yine ona oy verdi.
Sonra aynı zat ‘Ben Adil Düzenci değilim!’ diyor. Peki, Adil Düzenci değilse zalim düzenci midir? Hayır, ama yine “Adil Düzen”in şeriat düzeninden başka bir şey olduğunu sanıyor. İşine de geldiği için ‘Ben Müslümanım ama Adil Düzenci değilim!’ diyor.
Bunların görünen manâları başka, onun asıl hüviyetini belirten mânâ başkadır.
Siyasette hep lahnı kavl ve aine-i amel ile kararlar alacaksınız.
Kur’an, sen elbette onları lahnı kavl ile tanıyacaksın diyor. Bunun tekitle gelmesi, yöneticinin daima uyanık olması, lahnı kavl ile tanıması gerektiği anlamına gelir.
Türkiye’de lahnı kavilleri okuma kabiliyeti olan zat Mahir Kaynak’tır. Teşhiste yüzde seksen isabet eder. Tedavide ise geç de olsa doğruya doğru adım atar. Siyasilerin en çok yararlanması gereken kişilerden birisi olduğu halde, onlardan çok uzaklardadır.
Neden?
Çünkü o zaman başka gömlek giyenlerin altındaki gömlek görünür.
وَاللَّهُ يَعْلَمُ أَعْمَالَكُمْ (30)
(Va EalLAHu YaGLaMU EaGMALaKuM)
“Amellerinizi ise Allah bilmektedir.”
Buradaki “Ve” yukarıda mahzuf olan cümledeki amillerin hâlidir. Yani sen onları amelleri ve kavlin lahnı ile bilmektesin. Allah ise sizin de onların da amellerini bilir.
İnsanlar kendilerini unutur ve başkalarının yaptıklarına dalarlar. Oysa herkes kendi işiyle meşgul olmalıdır.
Biz de öyle yaptık, bu sûrede başkalarının yaptıkları ve yapacaklarıyla ilgilendik. Oysa kendimize dönmeliyiz, ne hatalar yapıyoruz diye onu düşünmeliyiz. En sondan başlamalıyız.
Şimdi biz ne yapıyoruz?
En basitinden, dergideki (Akevler Adil Düzen Dergisi yazar-yorumcu) yazılarımızın sayısı beş-altılara kadar düştü. Oysa hedefimiz otuz (yazar-yorumcu) kadardır.
Benim bu satırlarımı okuyanlara hatırlatmak istiyorum. Buradaki amelimizi Allah’ın görmekte olduğunu bilmeliyiz.
Başka ne oldu?
İzmir’de ve Ankara’da toplantılar devam ederken; yapılanlar terk edildi, daha başka şeylerle uğraşılmaya başlandı.
Başka ne oldu?
Üsküdar’daki toplantılar devam ediyor. Acaba kaç arkadaş devamlı geliyor?
İstanbul Esenler Medhal’de de sayılar gittikçe artacağına azalıyor.
Biz Yenibosna’da her gün toplanmaya çalışıyoruz; dört-beş kişi! Haftada bir gün (cumartesi) de bu seminerleri okuyarak gerekli düzeltmeleri yapıyoruz. Katılanların sayıları azalıyor. Her gün gelen Hakan Kandal bile cumartesileri gelme ihtiyacını duymuyor!
Ondan sonra dolap/mobilya imalatı ile uğraşıyoruz. Yeterince önem veriyor muyuz?
Bütün bunlar bize ihtar olsun diye, Allah sizin amellerinizi biliyor diyor.
Şahsen kendime dönüyorum. Benim amellerim de meydandadır. Tereddüt içindeyim. Kur’an’ı okuyorum, yorumlar yazıyorum ama gelecekten emin olarak kendimi veremiyorum.
İşte, Allah bizim amellerimizi görmektedir.
Bu karamsar görüntümüzün yanında Allah bize sizin amellerinizi biliyor diyerek, ne kadar büyük işler yaptığımızı hatırlatıyor, müjde veriyor.
-Bütün dünyada demokrasi yani şeriat düzenini arayan yedi milyar insanda bizden başka var mı?
-Oturup da acaba Allah ne diyor diye düşünen insanlar bugün var mı?
-Bütün dünyada acaba Allah’ın düzenini arayan var mı?
Belki iki milyar Ehli Kur’an vardır; devletleri, üniversiteleri, okulları, vakıfları vs vardır; peki, bütün bu varlıklara rağmen oturup Allah’ın istediğini araştıran var mıdır?
Türkiye üç asırdır kendisine düzen arıyor; bildiğiniz bir yerde İslâm düzeni nedir, Kur’an düzeni nedir diye düşünen ve araştıran oldu mu?
Millî Görüşçüler, AK Partililer Akevler’in ilk “Adil Düzen” çalışmalarından yararlandılar, bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular; hiç geriye dönüp ne imiş bu Kur’an düzeni diye düşünen var mı?
İşte bu yokluklar içinde yalnız Akevler “Adil Düzen” üzerinde çalışmaktadır.
Çalışmaları da yukarıda belirttiğimiz perişanlık içindedir.
Çalışanlar yoksulluk ve yokluklar içindedir ama her şeye rağmen çalışma vardır.
İşte, Allah diyor ki, sizin bu gayretlerinizi bilmektedir. Allah bize müjde veriyor. Hamd olsun Allah’a; amellerimizi gördüğü için hamd olsun. Eksikliklerimizi mağfiret eylesin. Bizi kendi yolunda sebat ettirsin. Herkes bu duada bulunsun.
***
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
(Va La NaBLuVanNaKuM)
“Ve sizi elbette belv edeceğiz.”
Buradaki “vav” nereye atıftır? Hal cümlesi isim cümlesi olur. Bundan önceki isim cümlesine atıf da beliğ değildir. Daha önceki fiil cümlelerine atıf olmalıdır. Sen onları kavlin lahnı ile bilirsin, biz de sizi imtihan edeceğiz diyor.
Evet, Allah amellerimizi görüyor; herkesinkini görüyor, ne yaptıklarını, işin nereye varacağını görüyor. Üçüncü bin yıl uygarlığı oluşurken kimin ne amaçla ne yaptığını görüyor.
Saadet Partisi’ni ele alalım.
Necmettin Erbakan babasından aldığı İslâmî terbiye ile bir tarikata katılmış, orada mü’min olarak başarılı bir profesör olmuş… Sonra çok ortaklı Gümüş Motor Fabrikası’nı kurmuş… Sonra Odalar Birliği genel sekreteri ve genel başkanı olmuş… Sonra siyasete atılmış, birkaç partisi kapatılmış... Ne sıkıntılar yaşamış, ne mücadeleler geçirmiş... Yılmamış, seksen beş yaşında partinin başına geçmek zorunda kalmış... Şimdi de genç bir insanın heyecanı ile başbakanlığı istemektedir...
Bir de onun yanında olanları düşünün; kendilerini genel başkan yapıyorsunuz, o başkan “Millî Görüş” gömleğini çıkarıyor veya “Adil Düzen”e cephe alıyor!..
AK Parti tavizler verdi, iktidar oldu...
Yenisi de (Has Parti) aynı şekilde iktidar olacağını sanıyor…
Hepimiz imtihandayız.
İmtihan iki türlü olur.
Ya yoksullukla imtihan olunur; bu imtihan hafif imtihandır.
Kötü olan ise varlıkla imtihan olmaktır; bu da ağır imtihandır.
Allah peygamberlerin çoğunu yoklukla imtihan etmiştir. Çünkü varlıklı olanlar varlığa dalmakta, artık görevlerini unutmaktadırlar.
“Belv” bilemekten gelir. Bir demiri eğe ile veya çarkla bilerseniz keskin olur.
İnsanlar da belalara uğrar da sabrederlerse olgunlaşırlar. Bütün sorun sabırdır, Kur’an üzerinde sabretmedir.
Kur’an’ı çağımızın sorunlarını çözmek üzere okumakta ve üzerinde düşünmektesiniz.
Kur’an’ı şöyle okumanızı tavsiye ederiz.
- Kur’an’a dayanarak içtihat yapacaksınız. Kur’an’da delilini bulamadığınız bir şeyi yapmayacaksınız.
- Sonra içtihadınıza göre amel edecek, başarılarınızı kontrol edeceksiniz. Şunu çok iyi kavramalısınız; amelsiz ilim olmaz.
- Sonra başarıya ulaştığınızda ben bunu Kur’an sayesinde elde ettim diyeceksiniz. Başaramazsanız, bunun kendinizin hatası olduğunu kabul edip yeniden içtihat yapacaksınız. Böylece Kur’an’ın ışığı altında içtihat ve uygulamalara devam edeceksiniz.
- Başkalarının içtihatlarına da bakacaksınız. 1) Kur’an’a dayanarak içtihat yapanlara öncelik vereceksiniz. 2) Kur’an bugün nâzil oluyormuş gibi yorumlayanlara öncelik vereceksiniz. 3) Kur’an’ı müsbet ilmin verilerine göre yorumlayanlara öncelik vereceksiniz. 4) Nihayet Kur’an’ı uygularken sizinle işbirliği yapanlara öncelik vereceksiniz.
Bizim sizlere tavsiyemiz budur.
Sadece bizi okuyun, başkalarını okumayın demiyoruz; bizi de okuyun diyoruz.
حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ
(XatTAv NaGLaMa eLMüCAHıDIyNa MiNKuM)
“Ta ki sizden mücahitleri bilelim.”
“Mücahitler” kimlerdir? Mü’minler kimlerdir?
“Cehd” gayret etmek, sabretmek, çabalamaktır. Tüm gücünü orada kullanmak demektir. Mü’min ile mücahit arasında fark vardır.
“Mü’min” görevi yüklenmiş, gerektiğinde gereğini yapan kimsedir. Askere gider, gerekirse savaşır. Görevlerini yerine getirir, nöbetini tutar.
“Mücahit” kimdir? “Mücahit” ise hedefe varmak için emir almadan kendi arzusu ile çaba gösteren demektir.
Dün mücahitlere ihtiyaç vardı.
Dünün mücahidi kimdi?
-Bediüzzaman Saidi Nursi idi.
Dünün mücahidi kimdi?
-Süleyman Tunahan’dı.
Daha önceki mücahitler kimdi?
-İstiklâl Savaşı yapanlardı.
O gün silahla cihad yapmak gerekiyordu.
Sonra ilimle cihat yapmak gerekmişti. O günlerde herkes ilim cihadında idi.
Babam Numan oğlu Süleyman Karagülle bir köy hocası idi. Bizim tarlamız vardı. Babam çocukları okutur, köylü de babamın tarlasını çapalardı. Cumhuriyet dönemiyle birlikte büyük baskı başlamış, Kur’an okutmak yasaklanmıştı. Gizli korkular içinde okumalara devam edilmiştir. İşte ben orada ve o şartlarda yetiştim. O mücahit olmasaydı ben şimdi yazamaz, siz de bu yazılanları okuyamazdınız. O günün cihadını onlar yaptılar.
Sonra bizim nesil geldi, cihadı başka türlü yaptı. Biz kooperatifler kurduk... F. Gülen vakıflar kurdu... Erbakan siyasi faaliyet gösterdi...
İslâmî bir düzen olduğunu insanlık kabul etti.
“Adil Düzen”in de ne olduğunu gösterdik.
Şimdi yeni cihada geçmemiz gerekiyor; o da söylediklerimizi uygulayıp göstermektir. Yeni neslin cihadı bu olacaktır.
“Mücahit” kurallı çoğuldur. Yani mücahitler bir cemaat olacaklardır. Şimdiye kadar biz parça parça çalıştık. Ayrı ayrı çalışmamız gerekiyordu. Şimdi birleşmemiz birden “Adil Düzen” uygulamalarına yüklenmemiz demektir.
Bu “Adil Düzen” nedir?
Bu İslâm düzenidir, bu şeriat düzenidir, bu hak düzenidir. Gelin artık bir olalım, insanlığın zulumattan kurtarılması için Allah’a dua edelim, O ne derse onu yapalım.
Bizden yararlanarak maddî varlıklar elde edenler oldu. Onlar müellefe-i kulubdur. Onları onlara bırakalım, onları kendi hallerine bırakalım.
Biz Allah’a güvenerek yeniden sıfırdan başlayalım. Şimdi “Adil Düzen”e göre ekonomik kuruluşları oluşturma ve herkese iş ve herkese aş bulma zamanıdır. Zenginlerin parası ile değil, yoksulların emeği ile bu işi başaracağız.
وَالصَّابِرِينَ
(Va elÖAvBiRIyNa)
“Ve sabirleri”
“Sabirler” mücahitlere atfedilmiştir. Atıf matuftan farklıdır. Birincilerinin aynısı olsaydı “mücahidîne essabirîne” derdi. Atfettiğine göre “mücahitler” farklı “sabirler” farklıdır. “Minküm” burada tekrar edilmemiştir. Ancak matuf matufun aleyhin sıfatını da taşır. Dolayısıyla sizden sabredenler anlamındadır.
“Sabredenler”den kasıt nedir?
Mücahitler aktiftir, “Adil Düzen”in getirilmesi için çalışmaktadırlar. Sabredenler ise “Adil Düzen” için gayret göstermiyorlar ama “Adil Düzen”de sabrediyorlar.
İşte Saadet Partililer burada başarıya ulaşmışlardır. İzmir Akevler başarıya ulaşmıştır. Evet, bunlar cihadı gevşetmişler ama ne Saadet Partisi’nde bugün kalanlar, ne de İzmir Akevler’dekiler sabrı bırakmamışlar. Kırk senedir sabırla hak yolunda yavaş yavaş da olsa ilerlemektedirler. Bu anlamda AK Partililer de sabrı bırakmamışlardır.
DP’liler ve ANAP’lılar sabır göstermemiş, eriyip gitmişlerdir.
Hareket Partililer (MHP) de sabır göstermişler. CHP’liler de sabır göstermektedirler.
Zaferin iki anahtarı vardır; cihat ve sabır. Kötülükte veya iyilikte cihat ediyorsanız, onun için cihat eden varsa, bir gün başarıya ulaşırlar.
Solcular başarıya ulaşamadılar; mevcut anlayışlarıyla ulaşamayacaklar. Solculuk kapitalizmden daha ileri bir sistemdir. Tek eksikliği zorla kabul ettirmeleridir. Şimdi ise onlar ise solculuğu bırakmışlardır. Çin de bırakmış, dolara teslim olmuştur. Sol/sosyalizm başarıya ulaşmak için aile düşmanlığını bırakmalıdır, mülkiyet düşmanlığını bırakmalıdır, din düşmanlığını bırakmalıdır. O zaman da “Adil Düzene” gelmiş olurlar. Böyle olması gerekirken, onlar tam tersini yaptılar, kapitalizme dönmeye başladılar!
Evet, Halk Partisi (CHP) devlet ciddiyetini kavramış bir partidir. Tek eksikliği din düşmanlığıdır. Madem ki din düşmanlığı ile başarıya ulaşamıyor, o halde din düşmanlığını bırakması gerekir. Başarı için bu yetmez. Müntesiplerinin sabırlı olması gerekir. Bu sabır MHP’de görülüyor, CHP’de de görülüyor. Oysa DP’nin devamında görülmüyor. Bu sebepledir ki onların başarıya ulaşması mümkün değildir.
Bizler “Adil Düzen”in mücahitleri olarak çalışmalarımıza devam edeceğiz. Başarıya ulaşamıyorsak, başarısızlığımızın sebebinin bizim kendi eksikliğimiz olduğunu bilmeliyiz.
İzmir’e gitmeden evvel, Akevler’i kurmadan evvel, Özdemir Demir Çelik Fabrikası’nı devralmadan evvel, Kırgızistan’a gitmeden evvel, İstanbul’da ahşap evler teşebbüsüne girişmeden evvel hep yanıldığımı, hatalarımın da olduğunu gördüm ve her seferinde hatalarımı düzeltmeye çalışıyorum. Milad market denememiz bize birçok şeyler öğretti; başarısızlığımızı öğretti. Ben ve arkadaşlarım bu başarısızlıklardan bıkmadık, cihadımıza devam ediyoruz. Sabredenler de vardır sabretmeyenler de. Başarmamız çok yakındır. İmtihan olunuyoruz, sınıflarımızı geçiyoruz. Cihadı bırakanlar var ama sabrı bırakanlar yok.
وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ (31)
(Va NaBLuVa EaPBaRaKuM)
“Sizin ahbarınızı belv edeceğiz”
“İmtihan” kelimesi tekrar edilmiştir. Birincisinden farklı bir imtihandır.
İmtihan iki maksatla yapılır.
Okullarda imtihanlar öğrencileri çalıştırmak için yapılır. İmtihan yapmazsanız öğrenciler çalışmaz. O halde birinci imtihan ve nun-u tekitle belirtilmiş imtihan bizi yetiştirmek için yapılan imtihandır, mücahit olmamızı ve sabırlı olmamızı sağlayan imtihandır.
Burada ise ikinci tip imtihan yapılmaktadır. Bu da bilip bilmediğimizi, dayanıp dayanmadığımızı bilmek için yapılan imtihandır. Yani kim nedir, bilinsin diye imtihan yapılmaktadır. Bilgi sahibi olunması için yapılan imtihandır.
Burada nun-u tekit getirilmemiştir. Çünkü nun-u tekit aksi düşüncelere getirilir.
İmtihansız, sıkıntısız başarıya ulaşılacağı zannedilmektedir. Başarıya ulaşmak için birtakım sıkıntılara katlanmağa hazır olmalıyız. Ayrıca kimin ne olduğunun bilinmesi için de gelen sıkıntılar bizim için hamd vesilesidir.
AK Parti sekiz senedir hep başarılara imza atıyor. Yanlışlar yapıyor ama sonu hayırlı oluyor. Bu gidişatın sonunda ağır bir imtihana maruz kalacak, arkadaşları Erdoğan’ı terk edip gideceklerdir. Kendisi terk edip gittiği gibi demeyeceğim; çünkü o terk etmedi, o dökülen oyları topladı. Ama Numan Kurtulmuş terk ettiği gibi diyeceğim.
İşte o zaman R. Tayyip Erdoğan ne yapacaktır?
Kader bu kadar imiş deyip teslim mi olacak, yoksa o da Erbakan gibi devam mı edecek? Kimileri senaryoyu Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağı üzerine kuruyor. Erdoğan’ın daha dört-beş senesi vardır. Bugünkü siyaseti ile varlığını sürdürecektir. Ondan sonra bu şartlar altında devam etmesi mümkün değildir. Ya kendisini yenileyecek, ya da hiç beklenmedik olaylar olacaktır.
Buradaki bilme demek topluluğun bilmesidir. Allah elbette herkesin beyninde olanı da bilmektedir. Ancak topluluğun da bilmesi gerekir. Kandırarak iş yapacaklarını sananlar aldanmaktadırlar.
***
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا
(EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
Bakara Sûresi’nin ikinci sayfasında da böyle “İnnellezîne Keferû” ile başlanmıştır.
Harfi atıf getirmemektedir. Bundan önce mü’minlerden ve kalbinde hastalık olanlardan bahsetmiştir. Kalblerinde hastalık olanlar mü’minler sınıfından sayılmamıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi onlar cehennem ateşiyle inzar edilmemişlerdir.
Bunun anlamı şudur.
Bugün bize karşı olanlar, yarın bizim yanımızda yer alacaklardır. Kur’an ilk nâzil olduğu zaman bizim geçirdiğimiz devreler hep geçmiştir. Mekke’de karşı olanlar, sonraları mü’min olmuşlardır. On sene gibi kısa zamanda tüm Arabistan İslâm yönetimine dahil olmuştur.
Bugün bizim görevimiz ağırdır; Kur’an’ı çağımızın müsbet ilimleri ile anlamaya çalışmak ve insanlığın sorunlarını çözmek. Sadece teorik olarak çözmemiz yetmemektedir, uygulayarak göstermemiz gerekir. Allah, niyet ettiğimizde bize imkanlar verecektir. Eğer imkanlar yoksa biz hazır değiliz demektir.
Şimdi burada kimleri anlatıyor?
Biz “Adil Düzen”i insanlara anlattıktan sonra hâlâ direnmeye devam edecekleri şimdi burada anlatılmaktadır. Fiil-i mâzi ile getirilmiştir. Çünkü uygulama olay cereyan ettikten sonra olacaktır.
“Küfretmek” demek, nankörlük yapma veya bile bile aksini iddia etme demektir.
Bunlar cemaat olacaklar ve “Adil Düzen”in gelmemesi için direneceklerdir.
وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(Va ÖadDU GaN SaBiYLi elLAHi)
“Ve Allah’ın yolundan saddettiler.”
Burada zikredilen “sebilillah” topluluğun yoludur. Allah amellerinizi biliyor idi. Bunun topluluk olması gerekir. Zaten bundan sonra gelen resule şakketmek de bunu teyit eder. Küfür mutlak ifade edildiği halde, burada “Allah’ın sebilinden sapma” şeklinde ifade edilmiştir. Küfür kötü amelle birleşmedikçe, iman da iyi amelle birleşmedikçe, başlı başına ne cehenneme götürür ne de cennete götürür. Oysa yaygın kanaate göre iman ve küfür cennet ve cehennemliğin sebepleridir. Kâfirlerin iyi amelleri işe yaramadığı gibi mü’minlerin de kötü amelleri devamlı cehennemi gerektirmez. Bu yanlıştır. Belki imansız iyi amel az işe yarar, belki imanlı kötü amel affa sebep olur. Ama asıl olan iyi niyetle yapılan salih ameldir.
Amel-i salih de topluluğun işine yarayan ameldir. Allah insanı yaratmış, kendisinin haklarını topluluğa vermiştir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur.
O’nun yolundan sudud etmek demek, topluluğun kurallarına uymamak demektir.
Eskiden peygamberler gelir, topluluğun kurallarını onlar anlatırdı. Krallar topluluğun hükümlerini koyardı. Kur’an’dan sonra peygamber gelmeyecektir. Topluluğun kurallarını topluluklar koyacaktır. İçtihat ve icmalarla her bucağın ayrı şeriatı oluşacak, bu şeriata göre amel edilecektir. Kur’an’ın emrettiği husus budur. Ya o topluluğu terk ediniz, yahut o topluluğun kurallarına uyunuz. İşte burada ifade edilen budur.
Her topluluk kendi kanunlarına uymalıdır.
Türkiye ise adeta kanunlara uymama ülkesidir. Batı bize öyle kanunlar empoze ediyor ki, o kanunlara uymamız mümkün değildir.
İşte bu kötü durumdan nasıl kurtulacağız?
300 seneden fazla zamandan beri Batı’nın bâtıl düzeninde can çekişiyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nu böylece yıktık. Şimdi de 500 milyar dolar borç batağındayız. Gelin millî anayasa yapalım diyoruz. Biz bunu kırk senedir söylüyoruz. Batı’dan kanunları tercüme ediyorsunuz, sonra o kanunlara uymuyorsunuz; kanunsuz ve kuralsız yaşıyorsunuz. Bu arada bizi de sizin gibi kanunsuz ve kuralsız hareketlere zorluyorsunuz.
وَشَاقُّوا الرَّسُولَ
(Va ŞaqQuv elRaSuvLa)
“Ve resule şakkederse.”
“Şak” ayırmak demektir.
Bir topluluğa ya katılmayacaksın, o topluğu terk edeceksin, ya da kurallara uyacaksın.
Burada “Ev/veya” kelimesi kullanılmamıştır, “Ve” kelimesi kullanılmıştır. Çünkü üçü öyle birbirine bağlıdır ki, birisini yapmakta ısrar edersen, sonunda hepsini yapmak zorunda kalırsın. “Ve” harfleri ile geldiği için her biri ayrıdır ama birbirinden ayrılmaz durumdalar, yani hepsi birdir. Ayrı ayrı özelliği ifade ediyor ama özelliği taşıyan birdir. Ayrı ayrı olsaydı “Ellezîne”yi tekrar ederdi. Küfredenler, seddedenler ve şakkedenler hep aynı kimselerdir. Bu üç sıfatı da birlikte taşırlar. Üç tane vasıf sayılmış, dördüncü olarak şart getirilmiştir.
Küfretmek nedir?
Küfretmek, devleti tanımamak, onun tebaası olmadığını iddia etmektir.
Bu bir Fransız, bir Alman olabilir. Bizim ülkemize gelip de devletimizi tanırsa, o devlet düzeni bakımından kâfir değildir. Ama burası siz Türklerin değildir, ben sizin devletinizi tanımıyorum derse ve ülkemize gelmezse, bir diyeceğimiz yoktur. Ülkemize gelip de bir yanlış hareket yapmazsa, yine ona bir diyeceğimiz yoktur.
Biz sözlere değil fiillere ceza veririz.
Ülkemize gelip kurallara uyarsa, ona da diyeceğimiz yoktur. Çünkü kurallara uyuyor. Bu kişi bugünkü yönetimi tanımıyor, ondan aldığı emirleri dinlemiyor ama kuralları tanıyor. Mesele yoktur. Çünkü yönetim zaten kurallar dışına çıktığınız zaman müdahale etmektedir. Kuralları tanımıyor ama yönetimi dinliyor. Bu da zararsızdır.
Hâsılı, ancak üç vasfı taşırsa, işte onlardan söz edilmektedir.
Küfredecek, yönetimi tanımayacak, kurallara uymayacak.
Şimdi şu sorulur:
Bunların durumu nedir?
Biz Adil Düzen hakemleri olarak ne karar veririz?
Bu kişi kimseye zarar vermemişse, ona vereceğimiz ceza yoktur.
Bu üç vasıftan üçünü de taşıyanın durumu bundan sonraki cevapta görülecektir.
Bir mü’minin iki görevi vardır. Biri, İslâm düzeninin gelmesi için hiçbir taviz vermeden çaba göstermedir. Hazreti Ebubekir çok yumuşak bir kişiliğe sahipti. Hazreti Ömer ise sert mizaçlı idi. Hazreti Muhammed vefat edince bazı kabileler zekât vermek istemediler; biz namaz kılarız ama zekât vermeyiz dediler. Hazreti Ömer yumuşadı; bunlar ehl-i salâttır, kıtal caiz değildir dedi. Hazreti Ebubekir sertleşti; bir kuzu için bir beldeyi yok ederim dedi. Hazreti Ömer bu sertlik karşısında fikrini değiştirdi ve Hazreti Ebubekir’e tâbi oldu.
Bir taraftan böyle, diğer taraftan da yumuşak davranmak gerekmektedir.
Siz başlangıçta çok sertlik gösterirseniz insanlar kaçıp giderler.
Bu sûre inananlara ve inanmayanlara uyarılar yapmaktadır. Ama onları itip yabancılaştırmamaktadır. Kâfirlerin cezası bile çok hafif olmaktadır.
مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الهُدَى
(MiN BaGDi MAv TaBayYaNa LaHuMu eLHuDAy)
“Kendilerine hüda tebeyyün ettikten sonra.”
Dördüncü madde olarak şart var; hüda onlara tebeyyün edecektir. Yani “Adil Düzen” onlara anlatılmış olacaktır. Acaba bunu nasıl başaracağız, hüda onlara nasıl tebeyyün edecektir, bu hüdayı tebyin edecek kimdir? Bunu düşünmemiz gerekmez mi?
Evet, geçmişte hüdayı tebyin eden peygamberler idi.
Şimdi ise hüdayı tebyin edecekler âlimlerdir. Yani biziz. Allah kime ilim vermişse onlardır. Allah peygamber göndermiyor ama âlim yapıyor.
Âlimler peygamberler gibi sorumludurlar.
Daha önce bahsetmiştim. Yeryüzünde İslâm düzenini Kur’an’dan öğrenmeye çalışan kimse yoktur. Bilen yoktur. Eğer seksen beş yaşında birisi (Necmettin Erbakan) siyaset yapmak zorunda kalıyorsa; sorumlu olduğu için yapıyor, başkaları yapmadığı için yapıyor. Başka; seksen iki yaşındaki biri bunları yazmak zorunda ise, üzerinde farz olduğu için bunu yapıyor. Allah size de bu çalışmalara katkı vermeyi nasip etmişse, sizi de görevli yapmıştır, artık siz de görevlisiniz.
O halde şimdi ne yapmalıyız?
Sorulara cevap vermeye çalışalım.
- “Adil Düzen”den öğrendiklerimizi anlatmalıyız. Susturmak için ne yaparlarsa yapsınlar, biz yılmadan anlatmak durumundayız. Erbakan hayatı boyunca her türlü baskılara göğüs gererek bunu yapmıştır. Şimdi bizden oy istiyor; boşa gitse de vermek durumundayız, çünkü bugün de anlatıyor.
- İkinci işimiz ise uygulamadır. Biz Akevler olarak uygulamayı Erbakan’ın siyasette başardığı kadarıyla başaramadık. Şimdi iş başa düşmektedir. Uygulamalıyız. Yenibosna’daki mobilya üretimi denemelerimiz bunun içindir. Katılmalısınız.
- İktidar olmak için değil, sırf “Adil Düzen”i oluşturmak için bir parti kurmalıyız. Seçimlere bile girmeyiz, çalışmalarımızı hangi parti desteklerse ona katılırız.
- En önemli husus; ister parti kuralım, ister kooperatif kuralım, ister vakıf kuralım, bütün bu kuruluşlar kendi içimizdeki uygulamalı “Adil Düzen”e göre olacaktır.
İşte, biz bunları yaptığımızda onlara hüda tebeyyün etmiş olacaktır.
Şimdi tebeyyün etmemiştir.
Biz bile basit bir marketi işletemiyoruz...
Basit Akevler Adil Düzen Dergisi garip garip bize bakıyor...
Daha doğru dürüst on kişi bile olamamışız da onlara nasıl tebeyyün edecektir.
Bu karanlık tabloda şunu görmekteyiz. Hüda henüz bize bile tebeyyün etmemiştir.
O halde herkes mazurdur. Biz de mazuruz. Çalışmakla mükellefiz ama henüz sonuca varacak durumda değiliz.
Bu âyet insanları ikiye ayırdı.
Yukarıda mü’minler ve kalblerinde hastalığı olanlardan bahsetti. Onları uyardı.
Sonra da hepten karşı olanlardan bahsetti. Onların yükünü bize yükledi.
Hüda tebeyyün edecek. Biz Kur’an’a inananlar, Tevrat’a ve İncil’e inananlar, Furkan’a inananlar, sorumluyuz. El ele verip onlara tebyin görevimizi yapmalıyız.
لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا
(LaN YaWurRu elLAHa ŞayEan)
“Allah’a asla bir zarar veremeyecekler.”
Evet, yine Allah bizi uyarıyor. Onlar zarar verirler diye bizim gevşememiz sorumluluğu muciptir. Onlar bu davranışlarından sorumlu olmadıkları gibi tebeyyün ettiği kadarıyla da hiçbir zarar iras etmezler. Bu şekilde olanlar, kendilerine hidayet tebeyyün ettikten sonra hâlâ küfretmeye devam edip topluluğun “Adil Düzen” kurallarına uymayanlar, yönetime karşı çıkanlar ve topluluğa karşı nankörlük edenler topluluğa zarar vermeyeceklerdir. Aksine bunların bu direnişleri toplulukları ıslah edecek, uygarlaştıracak, daha ileri yerlere getirecektir. Uygarlaşma devam edecektir.
Toplulukta uyanlar uyar ve yaşamaya devam eder; uymayanlar uymaz ve yaşamaya devam edemez, yok olup giderler.
Bu değişmez.
Tabiî kanuna göre gericiler ve tutucular hiçbir zaman başarıya ulaşamamışlardır. Sosyalizm gibi çok kötü yönetim daha önceki yaşlı yönetimleri ortadan kaldırmış, “Adil Düzen”e yol açmışlardır.
وَسَيُحْبِطُ أَعْمَالَهُمْ (32)
(Va Sa YaXBiOu EaGMAvLaHuM)
“Onların amellerini yakında ihbat edecektir.”
Onlar zarar veremez, onların amelleri boşa gidecektir.
İnsanlık yarım bin yıldır dinsizleşme yolundadır. İsrail oğulları, tekel sermaye insanlığın uygarlaşmasını sağlamış ama diğer taraftan tüm insanlığı dinsizleştirerek sömürmek istemişlerdir. Hatası buradadır. Bu hatasından dolayı yakında yok olacaktır. Görevini yapmış, görevi bitmiştir.
Görevi “Adil Düzen”e, üçüncü bin yıl uygarlığına yol açmak idi. Onu da yaptı.
Şimdi dünya yol ayırımındadır.
Kimileri Kur’an’ın ve diğer İlâhi kitapların gösterdiği düzene dönecektir, “Adil Düzen” çalışanlarına uyacaktır. Diğerleri ise karşı çıkacak ve helâk olacaklardır.
Diyeceksiniz ki; siz kuruntu içindesiniz, üç-beş kişi bir araya gelmiş, Kur’an’ı kendilerine göre yorumluyorlar, dünyayı fethedecekleri kuruntusundadırlar.
Hatanız şudur.
Bunları biz yapacağız demiyoruz, tarihî gelişme bunları yapacaktır diyoruz. Biz kendimizi kurtarmakla meşgulüz, yoksa dünyayı biz kurtarmayacağız, Allah onu biz istesek de istemesek de zaten yapacaktır. Sizlere de sadece Allah’ın dediklerini aktarıyoruz.