MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 3
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ (7) وَالَّذِينَ كَفَرُوا فَتَعْسًا لَهُمْ وَأَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (8) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَرِهُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ (9) أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ أَمْثَالُهَا (10) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ (11)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(Ya EyYuHA elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Sûre “Ellezîne Keferû” ile başladı.
Sonra “Ellezîne Âmenû” ile devam etti.
Yani; önce “küfredenlerden” sonra “iman edenlerden” bahsetti.
Sûrede “Ellezîne Âmenû” dendiğinde Ehl-i Kur’an’dan bahsedilmektedir.
Kur’an büyük dinlerden ve mensuplarından bahsederken; Yahudilere “ellezîne hâdû” demektedir, Hıristiyanlardan bahsederken “nasara” demektedir, Hindulardan ve Budistlerden bahsederken “sabiin” demektedir.
Bu sûrede önce küfredenler ile iman edenleri tanımladı.
Küfredenler nankörlük ettiler; kendilerinin dalâlette olmaları ile kalmadılar, diğer insanları da insanlığın yolundan saptırdılar.
Buna karşılık Kur’an’a inanan kimseler ise işleri salah üzerinde oturttular.
Böylece Hakkı üstün tutanlar ile kuvveti üstün tutanları tanımlamıştır. Sonra bunlar arasında çatışma olacağını ve Hakkı üstün tutanların üstün geleceklerini belirtmiştir. Şimdi ise Hakkı üstün tutan iman etmiş olanlara hitap etmiş ve onlara görev vermiştir.
Yukarıda önce küfredenlerden, sonra iman edenlerden söz etmiş; burada ise aksini yapmış, iman etmiş olanlara doğrudan hitap etmiş, küfretmiş olanlardan bahsetmiştir.
“İman etmiş olan kimselerin” kimler olduğunu hatırlayalım.
Yeryüzünde Hakkı üstün tutanlar vardır, kuvveti üstün tutanlar vardır. Bunlar arasında kıyamete kadar sürecek savaş vardır.
Hakkı üstün tutanlar Allah’ın hizbidir.
Kuvveti üstün tutanlar şeytanın hizbidir.
Allah’ın hizbi her zaman galip gelir ve böylece uygarlık gelişir.
Allah’ın hizbi mensupları mü’minlerdir.
Onu destekleyen ve oy verenler de müslimlerdir.
Mü’minler doğrudan yeryüzünün güvenini temin edenlerdir.
Müslimler ise bu güven içinde yaşayan, üretim yapan ve vergilerini verenlerdir.
Yeryüzünde güvenin tesis edilmesi düzenini yani ilk “Adil Düzen”i Hazreti Nuh peygamber kurmuştur. Mezopotamya’da bu düzen tesis edilmiştir.
Sonra Hazreti İbrahim peygamber gelmiş ve yeryüzünün güvenliğinden onlar sorumlu olmuşlar; İsrail oğulları bunun için seçilmiş, onlara bu görev verilmiştir.
Gerçekten Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman Akdeniz’i ve Karadeniz’i birer güvenlik gölü hâline getirmişlerdir. Güvenlik içinde seyreden gemilerle hareket eden Fenikeliler ve Yunanlılar tüm bu denizlerin kenarlarında siteler kurmuş ve uygarlıkları geliştirmişlerdir.
Sonra Hazreti İsa’ya inananlar Roma ve Bizans uygarlıkları ile tüm dünyaya uygarlıkları götürmüşlerdir.
Ne var ki, bu uygarlıklar Hak uygarlıkları olmakla beraber, çalışma şekilleri kuvvete dayanmış, insanlık bu uygarlıkları kabul etmiş ama bir türlü “Adil Düzen”e varamamıştır.
Kur’an’dan sonra bu görev İsrail oğullarından alınmış, tüm insanlardan “mü’min” olanlara verilmiştir. Dünyayı yönetme görevi artık sadece bir ırka değil, dünyadaki gönüllülere yani “mü’min” olanlara aittir. Çünkü herkes her zaman “mü’min” olabilir; yani “asker” olabilir.
Bu sûrenin bize öğrettiği şu gerçek vardır: Yeni insanlık düzeni ancak Kur’an’la kurulabilir. Kur’an’ı kabul etmeyenler yani onun getirdiği şeriatı benimsemeyenler asker olamazlar. Kur’an Hakkı üstün tutanların şeriatıdır. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in getirdiği düzenin kitabıdır. Kur’an 1400 yıl önce gelmiş ve insanlığa bu yeni düzeni öğretmeye başlamıştır. Sonra Kur’an ilimleri doğmuş, özel hukukta Kur’an ahkâmı uygulanmıştır. Kamu hukukunda insanlık henüz o seviyeye gelmemiş olduğundan uygulanamamıştır.
“III. Bin Yıl” Kur’an düzeninin uygulanacağı çağ olacaktır.
Kamu hukukunda da Kur’an ahkâmı uygulanacaktır.
Bu ahkâm Tevrat ahkâmından farksızdır.
Aralarındaki fark, biri yani Tevrat üç bin yıl önceki sorunları çözmektedir.
Kur’an ise çözümleri getirmemiş, çözme metotlarını öğretmiştir.
Bu metot kıyamete kadar değişmeden devam edecektir.
Bu sûre şimdi mü’minlere yeryüzünün güvenliğini sağlama görevini vermektedir. Bakara Sûresi’nde İsrail oğullarının görevleri nasıl yaptıkları anlatılmaktadır. Bu sûrede ise onların yerine geçen iman etmiş olanların görevleri anlatılacaktır.
إِنْ تَنصُرُوا اللَّهَ
(EiN TaNÖuEUv elLAHa)
“Allah’a yardım ederseniz.”
Allah bizim yardımımıza mı muhtaçtır?
Kendisinin gücü yetmiyor da bizden yardım mı alıyor?
Allah kâinatı yaratmıştır, insanı yaratmıştır. İnsanı yeryüzünde halife yapmıştır. Yeryüzü fena âlemidir, yani var olup yok olma arasındaki mücadeledir. Canlı hücreli vücudu yaşatmakta, mikroplar ise öldürmektedir. Bunlar arasındaki çatışma canlılarda evrim meydana getirmektedir.
Kuvveti üstün tutan kimseler mikroplar gibidir; uygarlığı frenlemek ve insanlığı yok etmek için uğraşırlar.
Mü’minler ve onları destekleyen Müslimler ise uygarlığı geliştirmek ve insanlığı yaşatmak için uğraş verirler.
Allah burada, uygarlık için uğraşanlara “Allah’a yardım ederseniz” diyor.
“Nusret” düşmana karşı yardımdır.
“Avn” ise işlerine yardımdır.
“Allah’a yardım etmek” demek, topluluğa yardım etmek, insanlığa yardım etmek demektir.
Topluluk nerde başlar, nerde biter?
- On aile bir aşireti oluşturur.
- Yüz aşiret bir kabileyi oluşturur.
- Yüz kabile bir şa’bi yani vilayeti oluşturur.
- Yüz şa’b yani il bir kavmi, yani bir devleti oluşturur.
Yeryüzünde yüze yakın kavim vardır, bunlar insanlığı oluşturur.
Bunlar kademe kademe Allah’ın temsilcileridir.
Bunlara yardım etmek Allah’a yardımdır.
Burada “İN” ile getirilmiştir, “İZâ” ile getirilmemiştir. Çünkü savaş asıl değildir, savaş arızidir. Asıl olan barıştır.
Biz ne zaman savaşmak zorunda kalırız?
“Adil Düzen” aşiretini kurarız. Kabilemizi oluştururuz. Şa’bimiz oluşur, devletimiz oluşur. İnsanlığı oluştururuz. Bunların oluşması için çalışmak Allah’a yardımdır; yani topluluğa yardımdır.
“Adil Düzen”in gelmesine dev güçler karşı çıkmaktadırlar. Bu karşı çıkışa rağmen adım adım onları yeniyoruz.
İşte, Allah’a yardım budur.
İnsanlar ancak şeriatlarla uygarlaşmışlardır. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed; insanlığı bunlar nûra kavuşturmuştur. Savaş her zaman silahla olmaz; ekonomik olur, ilmî olur, dinî olur. “Adil Düzen”e karşı çıkanlarla fikrî savaş da nusrettir.
Bir inkılabın gerçekleşmesi için önce o inkılabın projesi oluşturulur. Sonra onu uygulayacak ekip ortaya çıkar. Sonra o uygulamayı halka benimseten bir grup oluşur. Sonunda uygulanmış olur. Bütün bu safhalarda görev almak Allah’a yardımdır.
يَنصُرْكُمْ
(YaNÖuRKüM)
“Size yardım eder.”
“Adil Düzen” için çalışanlar insanlığa hizmet etmiş olur. Sonra da insanlık onlara yardım eder. Allah için çalışanlar O’ndan yardım almış olurlar.
Eğer burada kâinatı var eden Allah kastediliyorsa, o zaman “Allah da size nusret eder"in mânâsı İlâhi nusrettir. İlâhi nusret iki şekilde olur. Allah’ın emirlerine uyduğunuz zaman, sünnetullah sizi selamete götürür. Bu da Allah’ın yardımıdır. İkinci nusret ise özel olarak sizinle ilgilenmesidir.
Allah böyle özel olarak insanla ilgilenir mi?
Kâinatta hiçbir varlık tıpkı birbirinin aynı değildir. Ama Allah’ın iradesi olmadan bir şeyin oluşması mümkün değildir. Her insanla ayrı ayrı ilgilenmediğini düşünürüz. O halde Allah’ın amellerinizin karşılığı olarak nusreti değil de, doğrudan size yardım etmesidir. Biz Allah için amel-i salih yaparsak, Allah bizim başka işlerimizi kolaylaştırır.
Burada görevli kılınanlar “müslimler” değil “mü’minler”dir.
Gelecek dünyada tüm insanlığı güvene erdirecek bir düzen kurulacaktır. Elbette düzeni bozacak olan kişiler de olacaktır. Aşiretler (ocaklar), kabileler (bucaklar), şa’bler (iller), kavimler (ülkeler) küfür grubunda yer alabilir. Bunlar içinde kuvveti üstün tutan küfretmiş olanlar olacaktır. Mü’min kişinin, mü’min ocağın, mü’min bucağın, mü’min ilin, mü’min ülkenin görevi bunlarla cihat yapmak ve onları etkisiz hâle getirmektir. Bunlar Allah’ın hizbidir. Buna karşı olanlar şeytanın hizbidir.
وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ (7)
(Va YuÇabBiT EaQDAvMaKuM)
“Ve kademlerinizi tesbit edecektir.”
Güreş yapanlar önce ayaklarını sağlam basar, ondan sonra karşı hamle yaparlar. Ayakları kaydığı takdirde karşı tarafa galibiyet imkanını verirler.
Ayakları tesbit etme mecazidir. Yani gerisin geriye gitmeme, savaşı terk etmemedir. Savaş önce biz galip geleceğiz inancı ile başlar. Her iki taraf birbirini küçük görür ve karşı taraf galip geleceğiz diye saldırır. Sonra savaş esnasında bir tarafta aniden mağlup olduk havası doğar. Bu sefer hep birden kaçmaya başlarlar. Kaçanlar kovalanır. Yakalandıklarında direnmezler, teslim olurlar. Sehpaya idama giderken bile direnmezler. Böyle bozgun anlarında güçlü komutan veya içlerinden biri direndiğinde, bu sefer karşı tarafta bozgunluk hâli görülür. Savaş psikolojisi ve mağlubiyet hâli başka bir durumdur. Asla uygun davranışlar yoktur.
İstiklâl Savaşımız bunun örneğidir. Birinci Cihan Savaşı’nda mağlup edilen Türkiye, Allah’ın Türk halkının ayaklarını tesbiti sebebiyle direnmiş ve savaşları kazanmış, düşmanları denizlere dökmüştü. Demek ki bu Allah’ın yardımı ile olmuştur.
Hayatımızda böyle kaçma psikolojisine sık sık düşeriz. Eğer baştan Allah için bir işe başlamışsak, o zaman Allah bize sebat gücünü verir, geri dönmeyiz.
Bu durum yalnızca savaşta böyle değildir.
“Adil Düzen”in gelmesi çalışmalarında da benzer durumlarla karşılaşılır.
Bazı arkadaşlarımız zaman zaman Adil Düzen çalışmalarından vazgeçerler. Üzülürsünüz. Ama sonra tekrar daha güçlü olarak geri dönerler. Bu da Allah’ın onların kademlerini tesbit etmesi ile mümkündür. Nitekim bugünlerde İzmir Akevler’deki arkadaşların bu fetret devresini görmekteyiz.
***
وَالَّذِينَ كَفَرُوا
(VaelLaÜINa KaFaRUv)
“Küfretmiş kimseler.”
“Ellezîne Keferû” bu sûrede 7 defa geçmektedir.
“Ellezîne Âmenû” da 7 defa geçmektedir.
- Sûrenin başında önce “keferû” sonra “âmenû” geçiyor ve küfretmiş olanların amellerinin idlal edildiği, mü’minlerin ıslah edildiğini beyan etmektedir. İdlal-ıslah karşılaştırılıyor. (1,2)
- Burada da “küfredenler” önce, “iman edenler” sonra zikredilmiştir. Küfretmiş olanlar bâtıla, iman etmiş olanlar Hakka tâbi olmuşlardır. (3,3)
- Burada önce “imanetmişler” sonra “küfretmiş olanlar” zikredilmiştir. Allah’a yardım edenler ve ta’sa uğrayanlar. (7,8)
- Burada önce “iman etmişolanlar” zikrediliyor. Sonra küfretmiş olan kimseler değil de, “kâfirler” olarak bahsediyor. Allah iman etmiş olanların mevlasıdır. Kâfirlerin ise mevlası yoktur deniyor.
- “İman etmiş olanlar” önce getiriliyor. “Küfretmiş” olanlar sonra getiriliyor. İman edenler cennette, küfreden kimseler ateşteler. (12,12) Burada yalnız cehennemlikten bahsediyor. Küfretmiş olanların amelleri iptal edilecektir. (32)
- Burada sadece mü’minlerden bahsetmektedir. Savaşı isterler. Önce iman edenlerden bahsetmekte, sonra küfretmiş olanlardan bahsetmektedir. (20)
- Burada ikinci defa “ey iman etmişolanlar” olarak başlıyor. Sonra “küfretmiş olanlardan” bahsetmektedir. İman etmiş olanlara Allah’a itaat edin, resule itaat edin denmekte. Küfretmiş olanların mağfiret edilmeyeceğinden bahsetmektedir. (33,34)
Önce küfredenlerden sadece iki defa bahsetmektedir. Kalanında iman etmiş olanlardan bahsetmektedir. Sûrede kâfirlerden bahsetmektedir. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlardan da bahsetmektedir. Kâfirlerle savaş durumu anlatılmaktadır.
فَتَعْسًا لَهُمْ
(FaTaGSan LaHuM)
“Küfretmiş olanlara ta’s vardır.”
“Ellezîne Âmenû” mübtedadır. “Fa Ta’san Lehum” haberdir. Haber ile mübteda arasında “Fa” harfi gelmez. Eğer gelirse mübteda şart cümlesi olur ve haber cevap cümlesi olur. Burada “Fa” ile getirilmiş olduğuna göre “küfretmiş olmak” şart cümlesi, “ta’san” da haber cümlesi olmaktadır. Kimler küfretmişse onlar için ta’s vardır denmektedir.
Bu ifadede küfretmiş olmayanlara ta’s yoktur anlamı çıkar mı?
‘Kim bana gelirse ben ona on lira vereceğim’ dersem, gelmeyene vermeyeceğim demektir. Gelmeyenlere vermeyeceğim demek olur.
İstisnada durum böyle değildir. İstisna edilene olur veya olmaz.
Şimdi bu kural doğru mudur?
Kur’an’ın tamamı okunup kontrol edilecektir. Geçmiştekiler bu kuralları Arapçadan aldılar; biz ise doğrudan Kur’an’dan almalıyız. O zaman içtihat etmiş oluruz. Aksi halde sadece taklit etmiş oluruz. Lügatte bütünün ispatı mümkün değildir. Birçok şeyleri doğrudan sünnetten ve icmadan öğrenmek zorundayız.
Ne zaman ispat etmek, ne zaman taklit etmek durumundayız?
İhtilaflı hallerde içtihat yaparız.
İcmada ise ispat etmeye kalkışmak yanlıştır.
Kur’an dilini yeniden ele almalıyız ve asrımıza göre değerlendirmeliyiz.
Bunun için her Adil Düzen Çalışanı Kur’an’ın bir kök kelimesini ele alacak ve ömür boyu üzerinde çalışacak. Kimi de bir kuralı alacak ve onun üzerinde çalışacak.
“Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı” böyle kurulacaktır.
“Ta’s” çöküntü demektir. İnsan yüz üstü düşerse ta’s etti denir. Gücünü kaybetme, varlığını kaybetme, cesaretini kaybetme anlamına gelmektedir.
Ayağı kayıp yere düşmek ta’sdır. Yani, iman etmiş olanlar sağlam olarak duracaklar, kâfirler ise ayakları kayıp yere düşeceklerdir. Bunlar için ta’s vardır deniyor.
Savaşta kendini üstün görmek kademin sebatıdır. Korkup kaçanlar veya teslim olanlar ise ta’s ile ifade ediliyor.
İnkılap yapıldığı zaman, kendisine saldıranlara karşı, kendi devletine karşı ta’s etmemiş, çökmemiş, ayakları sabit kalmıştır. Sermayenin dinsizleştirme politikasına karşı direnilmiştir. Bunun sayesinde bugün biz iktidar olmuş bulunuyoruz.
وَأَضَلَّ أَعْمَالَهُمْ (8)
(Va EaWalLa EaGMAvLaHuM)
“Amellerini idlal etmiştir.”
“Amellerin idlal etmesi” ne demektir?
“İdlal etmek” kaybetmek, görünmez hâle getirmektir. ‘Deve dalalet etti’ demek, ‘deve kayboldu’ demektir. Onlar çalışıp çabalayacak ama sonra elde bir şey kalmayacaktır.
Mü’minlere Allah yardım edecektir. Ayaklarını sabit kılacak, küfretmiş olanların amelleri boşa gidecektir.
Canlının hücreleri canlıyı yaşatırlar, yeni benzer canlının oluşmasına imkan verirler. Mikroplar ise canlıyı bitirirler ama aynı zamanda kendileri de helâk olup giderler.
Mü’minler birbirlerinin vârisi olarak yaptıklarını ekleyerek uygarlığı oluştururlar.
Küfretmiş olanlar ise direnirler, sonunda yenilirler, kendilerini helâk ederler ve direnişleri de kırılıp gider.
Bir şey yapmak istiyorlar.
Ne yapmak istiyorlar?
İnsanlığı sermayenin emrinde birleştirmek ve sermayenin gücüyle insanlığa huzur ve saadet getirmek! Bunun için önce tekel sermaye oluşturmak gerekir. Bunun için itaat eden insanlar elde etmek gerekir. Din, aile, mülkiyet ve devlet kalkmalıdır.
İşte bu ana hedefe ulaşmada en kolay din düşmanlığında başarı elde edilebilir.
Mesela, bir cumhurbaşkanı düşünün; Alevidir. Ama gerçekten Alevi değildir. Yani İslâm dini anlayışı söz konusu değildir. Kendisinde Allah korkusu yoktur. Sünnilerce dışlandığından da Tanrı düşmanı olmaktadır.
Türkiye’deki tüm güçlerin sermaye emrinde çalışmaları budur.
Bunların hepsinin amelleri boşa gidecektir.
Onların asıl patronları yani tekel sermaye kötü bir şekilde çökecek, bunlar da dilenerek geçinme durumunda kalacaklardır. Hedeflerine ulaşamayacaklardır. Kendileri çökecek, amelleri de boşa gidecek, varlıkları kalmayacaktır.
***
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu böyledir.”
Burada işaret edilen küfretmiş olanların çökmesi ve yaptıklarının da boşa gitmesidir.
Evet, tekel sermaye çökecek ve yaptıklarının hepsi kayıplara karışacaktır. Yani din yeniden dünyaya yol göstertecek, siyasette yerinden yönetimli hakem sistemi gelecek, ekonomide dolar ve euro sıfırlanacak, ilimdeki ateizm ve safsatacılık ortadan kalkacaktır.
بِأَنَّهُمْ كَرِهُوا
(Bi EanNaHuM KaRiHUv)
“Çünkü onlar kerh ettiler.”
“Kerh etmek” hoşlanmamak, olmasını istememektir. Şimdiden onlar çöktüler ve yaptıkları da boşa gitti. Çünkü onlar hoşlanmadılar, olmasını istemediler.
İnsanlar, sebebini bilmeden bazı şeylerden hoşlanmazlar. Freud’un “bilinç altı” dediği bir olay vardır. Beyninde belli muhakemeler olur, sonuç ters çıkar. Ama onu açıklayamaz. Çünkü işlem bilinç altı yapılmıştır.
Bu bir hastalıktır. Bunun tedavisi tartışmadır, muhalefettir. Bu sebepledir ki bütün peygamberler muhalefetle karşılaşmıştır. Birçok kimse vardır ki tartışmaz, karşı tarafı dinlemez. Kulaklarını kapatır. İşte bu küfürdür.
Türkiye “Adil Düzen”e tüm basın ve yayın organlarını kapatmıştır. Çünkü “Adil Düzen”den hoşlanmamaktadırlar. Bunun için çöktüler ve amelleri de boşa gitmiştir.
مَا أَنزَلَ اللَّهُ
(MAv EaNZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzal ettiğinden.”
Sûrenin başında da “inzâl ettiği” dendiğinde “Mâ”yı getirmiştir. Burada da bunların hoşlanmadığı kitabın kendisi değil içerdiği anlam ve hükümlerdir.
Demek ki “Ellezî Enzele” dendiği zaman lafzı ve manâsı ile indirilen Kur’an’dır.
“Mâ Enzelellahu” ise Kur’an’ın içerdiği ahkâmdır. Düzendir. “Adil Düzen”dir.
Burada şu hususa tekrar işaret edelim ki, Kur’an lafzı ile başka kitaplardan farklıdır. Tevrat’ın lafızları ve İncil’in lafızları orada mevcut değildir. Getirdiği ahkâm ise Tevrat’ın, İncil’in ve diğer bütün kitapların içerdiklerini içermektedir.
“Mâ” burada aynı zamanda âm içindir. Yani onlar yalnız Kur’an’dan değil, tüm semavi kitaplardan hoşlanmadılar.
Tarihte böyle bir nesil gelmemiştir. Her devrin insanları kendi kitaplarından hoşlanmış, sadece 20. yüzyılın ateist insanı şeriattan hoşlanmamıştır. Dolayısıyla hâssaten bu çağın ateist insanına hitap etmiştir. Bu kadar şaşkın insanın bundan sonra geleceğini de zor düşünebiliriz. İlmin çok açık ispatları karşısında bu tür bir kandırma mümkün olmayacaktır. Yalancının mumu yatsıya kadar sürmüş ve öyle zannediyorum ki bir daha yanmayacaktır.
Yukarıda Hazreti Muhammed’e indirilenin “Mâ” ile gelmesini zor izah ettik. Ama burada o izahımız teyid edilmiştir.
Hazreti Muhammed’e indirilen Kur’an’dan çok, onun getirdiği hükümleri yani şeriatı benimsemişlerdir. Şeriat aynı olduğu halde değişik uygulamaları vardır.
Onların hiçbirisinden hoşlanmadıklarını anlatmak için “Mâ” gelmiştir.
“Nezzele” demeyip “Enzele” demiş olması ve burada “Mâ” olarak ifade edilmesi, yukarıda Kur’an’ın Hazreti Muhammed zamanındaki şeriatını kastetmiş olması, burada da zamanımızın şeriatını kastetmiş olmasıdır. Yani burada kastedilen inzâl ile Muhammed’e kastedilen tenzîl başkadır. Çünkü Allah içtihat ve inzalle her bin yılda bir Kur’an’ın başka şeriatını inzal eder. O devrin âlimleri o devrin sorunlarını çözerler.
Burada neden sûrenin başında Kur’an’dan ve onun manâlarından bahsederken Hazreti Muhammed’in ismiyle zikretmiştir. Çünkü burada her bin yılda yeni şeriatın ortaya çıkacağına böylece işaret etmiştir.
Bunu bir örnekle izah edelim.
Kur’an’da; zekâtı verin, sen onların mallarından sadaka al denmektedir. Ayrıca ganimetten bahsederken humustan bahsetmektedir.
Kur’an’da buna benzer hükümlerin dışında onda bir, yirmide birden bahsetmemektedir.
Hazreti Muhammed madenler için beşte bir, tarım ürünlerinden onda bir ve ticaret mallarından kırkta bir verilecektir demiştir. Sünnette develerde kırkta birin nasıl ödeneceği anlatılmıştır.
Deve zekâtı ile devlet idare edilemeyecektir.
TL’nin ve senetlerin zekâtı nelerdir?
Bunların hükümleri Kur’an’da vardır ama sünnette yoktur.
İşte bu hükümler fukahanın koyduğu usulle bugün içtihat edilir. Böylece çağımızın şeriatı oluşacaktır. Yarın deniz kentleri kurulacaktır. İnsanlar ayda şehirler kuracaklar. Oralarda bizim içtihat ve icmalarımız hiçbir işe yaramaz.
Ama Kur’an bizim gibi onlara da hitap edecektir.
“Ellezî” değil de “Mâ” gelmesinin hikmeti budur.
فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ (9)
(Fa EaXBaOa EaGMAvLaHuM)
“Amellerini ihbat etmiştir.”
Bundan önceki âyette idlalden, burada da ihbattan bahsetmektedir. Her ikisinde de fail Allah’tır. Buradaki zamirle Allah’ın inzâl ettiği denmiştir, Allah kelimesi izhar edilmiştir. Birinci zikredilen topluluksa, ikinci zikredilen Allah kâinatın halikıdır.
Burada bilhassa içtihat ve icmanın da Allah’tan gelen ilhama dayandığı anlatılmaktadır. Yani biz içtihat yaptığımızda, hata etsek bile Allah bize hata ettirmiştir. Dolayısıyla bizim öyle yapmamızı istemektedir. İcmada ise zaten hata yok kabul edilir. Bununla beraber mahallî icmalarda hata olabilir. Buradaki amel ile daha önceki amel de farklıdır. Daha önceki amel Adil Düzene karşı açtıkları savaşın amelidir. İkincisi uygarlaşmadaki amelleridir. O ameller de hubut etmiştir.
Şimdi iptal var, ifsat var. İptalde hüküm başlangıçtan itibaren iptal edilir. İfsatta ise hakemin kararından sonra hükümsüz hâle gelir. Amelden birini idlal olarak, diğerini hubut olarak düşünebiliriz. İdlalde amel yok olmuyor. Başka yere gidiyor. Yararlı olmaktan çıkıp zararlı yere gidiyor. Amellerden diğeri ise yok oluyor.
“Habata” ishalde dışarıya atılan atıklardır. Develer yazın taze ot yeyince ishal olurlar.
“Hubut etmek” ishal olmak demektir.
Amellerinizi hazmedemeyecek, sonra onları dışarı atacaksınız. Yukarıda amellerin başka yerlere gittiğini, o amellerin sonra diğer amellerini attırdığını ifade etmektedir.
Yanlış yapılan işler doğru yapılanların da heder olmasını sağlar. İyi ameller kötülükleri giderdiği gibi; bazı kötü ameller vardır ki iyi amelleri de boşa çıkarmıştır.
Mesela, İstiklâl Savaşımız iyi ameller idi. Lozan bir zaferdi. Sonra inkılaplar o zafer ve o iyi amelleri de götürecek duruma geldi. Daha sonra o kötü gidişten dönülmek istendi, ne var ki hâlâ dönülemedi. Sosyalistler eski düzeni yıkmak istediler. Sonunda düzen bozuldu, hâlâ düzelemiyor.
Şunu kabul etmek gerekir ki; ister Sovyetlerdeki sosyalist inkılaplar, ister Türkiye’deki millî inkılaplar, o günkü toplulukların tutuculuğundan geliyordu. Ömrünü tamamlamış II. bin yıl uygarlığının yenilenmesine hazırlık için gelmişlerdi. Dinsizlik modası bâtıl veya fâsık dinlerin ayıklanması için gelmişti. Ama inkılap yapmak isteyen dinsizlerin akıbeti dalâlet ve hubuttur. Kur’an bunu bildirmektedir. Cumhuriyet karşısında saltanatı yaşatmak mümkün olmazdı. “Adil Düzen” karşısında ekseriyet demokrasisini yaşatmak da elbette mümkün olmayacaktır.
***
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ
(Ea FaLaM YaSIyRUv FIy eLEaRWı)
“Arzda seyr etmediler mi?”
“Ea” nefyi cevaplayan soru edatıdır.
‘Gezmediler mi?’ dendiğinde; gezdiler, gördüler demektir.
Burada bize muhalefet edenlerin yeryüzünü dolaştıklarını ve gördüklerini söylemektedir. Batı’da beşyüz yıldır Rönesans başlamıştır. Rönesans’ın başlangıcından itibaren, tekel sermayenin yönlendirmesi ile Avrupa’da dinsizlik yapılmaktadır.
Aslında bu dinsizlik Avrupa’da Haçlı Seferleri ile bin yıl önce başladı. Hazreti İsa Avrupa’da tanrı kabul ediliyordu. Kur’an bunu reddediyordu. Müsbet ilimler de bu redde girişince Batı’daki inanç sarsıldı. Papa’nın hükmü gittikçe çökmeye başladı. Müsbet ilim Avrupa’nın bâtıl inançlarını yıktı.
Sonunda ne oldu?
Müsbet ilim bâtıl inançları kaldırdı.
Onun yerine müsbet ilimle teyid edilen hak din müsbet ilimce tasdik edildi.
Tevrat’ta Hz. Nuh hikâyeleri anlatılıyordu. Hz. İbrahim’den, Hz. Yusuf’tan, Hz. Musa’dan, Hz. İsa’dan bahsediliyordu. Kur’an bunları tasdik ediyordu. Batı’nın inkarcı ilmi bunları reddediyor, böyle bir dünyanın olmadığını iddia ediyordu. Ne var ki, 20. yüzyılda yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tuğla tabletler, Tevrat’ı ve Kur’an’ı onaylıyordu. Bu kitaplar ilk büyük uygarlığın Mezopotamya’da başladığını bildiriyordu.
Burada ‘gezdiler, gördüler’ diye haber veriliyor.
Böyle olmasına rağmen hâlâ “Adil Düzen”e neden inanmazlar diyor.
Kur’an indiği zaman bu Mezopotamya uygarlığından tabletlere ait hiçbir şey yoktu. Bir yerde kazı bile yapılmıyordu. O halde bu hitap o zamanki Araplara olamazdı. Bu hitap ancak günümüzde kazılar yapan, dünyayı tetkik eden, kültür araştırmaları yapan Avrupalılara hitaptır. Kur’an adeta bize, yaşamakta olduğumuz bin yılımıza hitap ediyormuşçasına konuşmaktadır.
Gelecekte yeni bin yıllar ortaya çıkınca onlara daha başka şeyler anlatacaktır.
“Seyretmek” bir amaçla dolaşmaktır. Amaçsız dolaşma ise seyahattir.
“Seyretmediler mi?” derken, bundan maksat hakikatleri öğrenmek için çaba sarf etmediler ve sonuçlar almadılar mı deniyor.
Bu çabaları yaptıkları halde hâlâ neden III. bin yıl inkılabına akılları ermiyor.
Peygamberlerin ve insanların ortaya koyduğu geçmiş olayları anlatalım.
- İnsan yaratıldı. Meyve toplayıcılıkla işe ve hayata başladı. Sonunda nüfus arttı, soğuklar ortaya çıktı, şartlar değişti.
- Peygamberler onlara avcılık dönemini önerdiler. Hz. İdris Peygamber geldi, mağaralarda ders vermeye başladı. Direndiler ve helâk oldular. Avcılar dolaşmaya başladılar ve dünyayı kapladılar. Ne var ki nüfus çoğaldı, yeryüzünün her tarafı keşfedildi. Sıcaklar gelmeye başladı, otlar fışkırdı. İnkılap oldu.
- Avlanma yerine hayvanları ehlileştirmeyi peygamberler emrettiler; dinlemediler ve helâk odular, dinleyenler yeryüzüne hakim oldular. Çobanlık dönemi başladı.
- Bu sefer yine nüfus çoğaldı. Kuraklıklar başladı. Otlar hayvanlara yetmedi. İnsanlık yeni arayışa geçti.
- Yine peygamberler insanlara tarımı ve tarım hukukunu önerdiler, tarım düzenini önerdiler. İnsanlık bunu hazmedemedi. Nuh Tufanı oldu. Yeryüzüne tarım hakim oldu.
- Ondan sonra uygarlıklar dönemi başladı. İlk uygarlık Hazreti Nuh ile geldi. Sonra Hazreti İbrahim ile geldi. Biri tufanla gelebildi, ikincisi Hazreti Lut’un bombaları ile yeni uygarlık oluştu.
- Mısır’da da benzer olaylar oldu.
- Hazreti Musa geldi, Filistin'de şeriat uygarlığını kurdu. Eski Yunanlılar onları izledi.
- Hazreti İsa geldi. Dünya İlâhi nurla doldu. Direnenler tarihe karıştı.
- Nihayet Kur’an geldi, direnenler helâk oldular. Kur’an’ın nuru dünyayı sardı.
Bunlar Batılıların araştırmaları sonucunda ortaya çıkan gerçeklerdir. O halde kâfirlerin direnmesi bitecek, yeryüzüne III. bin yılda Hak uygarlığı hakim olacaktır.
فَيَنظُرُوا
(Fa YaNJuRUv)
“Nazar etmediler mi?”
“Nazar etmek” burada seyretmeye “Fa” ile atfedilmiştir ve “nun” düşmüştür. Dolayısıyla “Fa” takip fasıdır. Ve o da “Lem” ile menfidir. Muzari cehd-i mutlaktır yani mazidir. Gezdiler ve gördüler demektir. Araştırdılar, kazılar yaptılar ve tabletleri çıkardılar. Sonuçları gördüler.
Soru sorarak olanları anlatmaktadır. İnsanlığın bugün ulaştığı ilmî mertebeye işaret etmektedir. Batı’nın ateist dünyası ilimde ve sanatta en büyük hamleyi yapmıştır.
Bir tohum atarsınız, önce çimlenir. Sonra yavaş yavaş büyür. Belli büyüklüğe kadar meyve görülmez. Uygun yaşa geldiği zaman tek tük meyve verir. İki üç yıl veya üç-beş yıl sonra artık her sene tonlarca meyve verir.
İnsanlık da böyledir. Bu ağaç Hazreti Nuh zamanında dikildi ve büyümeye başladı. Bakıcılar her bin yılda bir değişti. Son bakıcısı ise Kur’an’ı getiren Hazreti Muhammed aleyhisselâm olmuştur. Onun döneminde tek tük meyve vermiş, örnek uygulamalar olmuştur. Asıl hasat zamanı bugün olmaktadır. Son bakıcılar olan Avrupalılar meyveleri devşirmeye devam ettiler. Elbette bu meyveler esasında tohumda bulunmaktadır. Bundan önceki bakıcıların yaptıkları çok zordu. Çünkü ilk defa meyve devşiriliyordu. Nasıl değerlendirileceği bilinmiyordu. Avrupalılar da medeniyet ağacına büyük katkılarda bulundular. İnsanlığı uygarlaştırdılar.
Ne var ki Batılıların uygarlaştırmaları “teknikte” ve “ekonomide”dir; “yönetimde” ve “hukukta” ise bir katkıları olmamıştır. Yeni teknolojiye beş bin senelik hukuk yeterli olamamaktadır. Dolayısıyla insanlık yeni şeriatı, “sanayi dönemi şeriatını” veya “bilgisayar çağı hukukunu” dört gözle beklemektedir.
Bunun gelmesi için çalışan, hattâ gelmesini önlemeyenlere müjdelenmektedir.
Gelmesin diye direnenler ise mutlaka mağlup olacaklardır.
Allah yeryüzünü zalimlerin elinde bırakmayacaktır.
كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
(KayFa KAvNa GaQıBaTu elLÜIyNa MiN QaBLiHİM)
“Kendilerinden kabl olanların akıbeti nasıl oldu.”
Evet, yeryüzünü gezip dolaştılar ve olanları gördüler. Geçmişte nasıl evrim olduğunu bildiler. Direnenlerin sonunda nasıl yok olduklarını anladılar.
Evrim kanunlarını onlar keşfettiler. Dindarları siz gericisiniz diye asırlardır horluyorlar, eziyorlar. Bugün biz Adil Düzenciler ortaya çıktık. Biz tutucu değil, ilericiyiz. Sizin istediklerinizi yapıyoruz.
Demokrasiyi, ama gerçek demokrasiyi, içtihat sistemini getiriyoruz.
Lâikliği ama gerçek lâikliği getiriyoruz.
Çoklu kuvvetler dengesini ve yerinden yönetimi getiriyoruz.
Liberalliği getiriyoruz, ama tekelsiz ve sömürüsüz liberalliği getiriyoruz.
Ve dayanışmacı yeryüzü kira payı olarak sosyalliği getiriyoruz.
Siz bunları istemiyor mu idiniz?
İşte, Allah size istediklerinizi verdi.
Şimdi neden hâlâ küfür ve inadınızda direniyorsunuz?
Sizden önce gelenlerden direnenlerden kimse var mı? Her tutucu yok olmadı mı?
Siz de onlar gibi yok olacaksınız. Bu inadınızla göçüp gideceksiniz. Âhirette neler olacağından şimdilik bahsetmiyoruz. Dünyada sizinle hesaplaşıyoruz.
Yeniden tekrar edelim. Tarihte Hak uygarlıkları ve kuvvet uygarlıkları gelmiştir. Önce Hak uygarlıkları gelir, hukukta ve yönetimde hamle yapar ama daha sonra yaşlanır. Hak uygarlıkları sonra kuvvet uygarlıklarına dönüşür ve ortadan kalkar. Ama yerine mirasçısını bırakır. Kuvvet uygarlığı Hak uygarlığının cenazesini kaldırır. Sonunda cenazeyi kaldıranın cenazesi kalkar ve kuvvet uygarlığı yok olup gider. Şimdi ne Firavunların Mısır’ı, ne Eski Yunan’ın Grek’i, ne de Eski Roma’nın bakiyesi var.
Ama İbrahimî din bütün gücü ile yeryüzüne hakimdir.
İbraniler dünyaya hakimdir. Hıristiyanlar hakimdir. Müslümanlar hakimdir. Brahmanlar ve Budistler hep ayaktalar.
Çünkü Hak tektir. Hak eskimiş değildir. Hakkı götüren kuvvet uygarlığının ömrü dolmuştur. Daha iyi, daha üstün uygarlığa yer versin diye eski uygarlık istirahatgâhına çekilmiştir. Yeni uygarlık yeniden doğmaktadır.
Tarihte hep böyle olmadı mı?
Siz yeryüzünde dolaştınız, araştırdınız da bu gerçeklere siz varmadınız mı?
دَمَّرَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ
(DamMaRa elLAHu GaLaYHıM)
“Allah onları dumura uğrattı.”
“Dumura uğratmak” demek, kalıntıları bırakmak demektir. “Dübür” arka demektir. “Dümür” ise arkası kalmak demektir. Bir ağaç yıkılır, filizlenmeyen kökleri kalır.
Kuvvet uygarlıkları da böyle olmuştur. Yıkıldılar, kalıntıları kaldı. İz bırakmadan gitmediler. Uygarlıkların katkıları oldu. Ne var ki onları takip edenler kalmadı. Mikroplar gibi oldular; hastayı yiyip bitirdiler ama kendileri de yok oldular.
Niçin böyle oldu?
Görevleri bitti. Yapacaklarını yaptılar. Çünkü onlar yapıcı değil yıkıcıdırlar. Onlar taşı toprağı yükseltirler, imar ederler. Ama sosyal yapılarda gözleri kördür, kulakları sağırdır. Çok basit şeyleri bile bir türlü anlamıyorlar.
Onların atomları var, onların zehirleri var, onların tankları var. Sinemaları var, tiyatroları var, üniversiteleri var. Orduları var. Hakimleri var.
Biz ise her taraftan garibanız, hiçbir şeyimiz yoktur. Ama adım adım geliyoruz. Bizim çarıklı adımlarımız onların bombalarından daha güçlü hâle gelmektedir. Tüm insanlıkta Allah’a inananlar üstün gelmeye başlamışlardır.
“Adil Düzen” yönetimi geldiği zaman tüm insanlık bizim yanımızda olacaktır. Olmayanlar mağlup olacaklardır.
Evet, doğrudur; biz de bin sene sonra yenileceğiz. O zamandakiler şimdiki ateistlerin değil, o zamanki çapulcuların zulmüne uğrayacaklar. Ama yine dördüncü bin yıl uygarlığı doğacaktır. Bu deveran kıyamete kadar böyle devam edecektir.
“Allah” kelimesi burada iade edilmiştir.
Oysa bundan önceki fiillerde Allah izmar edilmiştir.
Çünkü onları dumura uğratacak olan III. bin yıl uygarlığını kuranlar, Hakkı üstün tutan mü’minler olacaktır. Onlar faizsiz düzeni getirecekler. Herkese faizsiz ihtiyaçları olan kredileri verilecektir. Kimse onlardan faizle karşılıksız kredi alamayacaktır. Bankaları ya “Adil Düzen”e gelecek ya da yıkılıp gidecekler, dumura uğrayacaklardır. Çok evlilik müessesesini getireceğiz, artık zina yapan kadın bulunamayacak. Muta nikahını getireceğiz, artık genel evler kalkacak. Hakemler sistemini getireceğiz, artık davalar kırk yıl sürmeyecektir. Onlar rüşvet alamayacaklar. Rüşveti suç olmaktan çıkaracağız. Adil yönetim gelince zalim yönetime kim rüşvet verir. İşte bu sebeplerden dolayı “Adil Düzen” onları dumura uğratacaktır. Savaşla değil, kılıçla değil, kalemle değil; “Adil Düzen”le onlar silinip gideceklerdir.
Onun için burada “Allah” kelimesini izhar etti, izmar etmedi.
وَلِلْكَافِرِينَ أَمْثَالُهَا (10)
(Va Li eL KAvFıRIyNa EaMÇAvLuHAv)
“Kâfirler için emsali vardır.”
Burada “Ellezîne Keferû” demeyip “kâfirler için” demiştir, ism-i faille getirmiştir. “Ellezîne Keferû”da hem küfür marifedir hem küfredenler marifedir. Kâfirun da ise küfredenler marifedir ama küfür marife değildir.
Burada kastedilen kâfirler zamanımızın kâfirleridir. Yani sömürü sermayesinin aktörleri ve onların ordusu kastedilmiştir. Bugünkü kâfirlerin küfrü ise farklıdır. Bugün kişilerin tanrılığı veya putların tanrılığı değil de, karşılıksız kâğıt paranın tanrılığı iddia edilmektedir. Bu paranın her şeye hakim olduğunu, bu parayı ele geçiren sömürü sermayesinin ilelebet hakim ve galip geleceğini iddia ediyorlar. Bundan dolayıdır ki “Ellezîne Keferû”da marife iken, burada geçmiş kâfirlere benzer durum olduğunu söylüyorsa, küfürlerinin farklı olduğu ifade edilmiştir.
Esasen geçmişte de hep farklı putlara tapılmıştır. Her topluluğun ayrı tanrısı vardır, ona tapılmaktadır. Bunun için o putperestliğe “şirk” denmiştir. Onlar tanrılarını düşünmüşler, ortaklık içinde kâinatı yönettikleri iddia edilmiştir. Bugün ise müsbet ilimlerle kesin olarak anlaşılmıştır ki, kâinat tek kuvvetle var olmuştur ve tek kuvvetle düzenlenmektedir. Bunu çok açık olarak gördükleri halde; görmemezlikten gelmekte, hâlâ dinsizlikte ve “Adil Düzen” dışında olmakta ısrar etmektedirler.
Buradaki “Hâ” zamiri akıbete gitmektedir.
Bunların yani bugünkü kâfirlerin akıbeti böyle olacaktır.
Bugün karşılıksız para yeryüzünü sömürmekte, ateşler içinde kavurmaktadır. Bugünün Firavunu karşılıksız faiz parasıdır. Bu para tepetaklak gidecektir. Lut kavminin helâk olması gibi bu karşılıksız para da helâk olacaktır. Bir daha hiçbir zaman karşılıksız para tedavüle girmeyecektir.
“Adil Düzen”in önerdiği “altın, demir, buğday ve toprak paraları” devreye giren emek ve mal karşılığı çıkarılacaktır. Malın karşılığı senet, senedin karşılığı para olacaktır. Ondan sonra kıyamete kadar artık karşılıksız para hortlamayacaktır.
Akıbet aynı akıbet olacaktır.
Burada “emsali olacak” deniyor, “aynı olacak” denmiyor.
Tufan olmayacak, gökten atomlar düşmeyecek…
Ama karşılıksız faizli para tanrısı yer ile yeksan olacaktır.
Bu nasıl olacak?
Etkin bir devlet, ‘ben malımı ancak kendi param ile satarım, yabancı parayı kabul etmiyorum’ dediği anda; dolar ve euro tepetaklak gider ve artık bir daha yeryüzünde görünmez olur. Sovyetlerin parası böyle bir şekilde iki defa bir anda battı.
Yüz hanelik bir semt isterse bu karşılıksız para putunu kendi semtinden uzaklaştırabilir. Yeter ki “Adil Düzen” öğrenilsin ve ona yönelinsin.
***
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu böyledir.”
“Zâlike” burada mübtedadır, haberi mahzuftur. Zâlike zâ demek olur. Yahut “Zâlike” müptedadır, bundan sonra gelen “Bi” harfi ile başlayan cümle haberdir. Bu şu sebeplerden dolayı böyledir denmiş olur. Her iki durumda da manâ fazla değişmez.
Burada işaret edilen nedir?
Kâfirler için dumura uğrama akıbetidir.
Neden böyle olmaktadır?
Çünkü takdir-i İlâhi böyledir. Şeytan şeytanlığını yapacaktır. Kâfirler küfürlüklerini yapacaklar. Böylece mü’minler arasına karışan münafıklar elenecek, Medine Yahudileri gibi hainler cezalarını çekeceklerdir. Mü’minlerdeki gevşeklik sona erecek ve kendilerine geleceklerdir.
Hâlâ “Adil Düzen” dışında bir çıkış yolu olduğunu sanıp dalâlet içinde sömürü sermayesine hizmet ediyorlar.
Hâlâ sermayenin kontrol ettiği karşılıksız paraları biriktirip onunla İslâmiyet’e hizmet edeceklerini zannedenler var.
Belki de zannetmeyenler sadece birkaç aileden ibarettir.
Sonunda küfür mağlup olacak ve devreden çekilecektir.
Bugün neden devam ediyor?
Saadet Partililer ile Ak Partililerin kafalarına, “Adil Düzen” dışında bir kurtuluş olmadığı hâlâ girmemiştir. Hâlâ bâtılın peşinden koşuyor, oralarda bir şey bulacaklarını sanıyorlar. Onun için hâlâ küfrün zulmü devam etmektedir. Hâlâ biz Adil Düzen Çalışanları bir bakkalı Adil Düzene göre işletip örnek olarak gösteremedik.
Biz çalışıyoruz...
Çalışmamız tamamlanıp ayne’l-yakin gösterilmedikçe, onlar varlıklarını ve üstünlüklerini sürdüreceklerdir.
بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا
(BiEanNa elLAHa MaVLa elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Çünkü Allah iman edenlerin Mevlasıdır.”
“Allah” burada zamirle değil de lafızla beyan edildi. Çünkü bundan önceki “Allah” topluluğu ve mü’minleri ifade etmiştir. Buradaki “Allah” ise kâinatın rabbi olan “Allah” olarak ifade edilmektedir. Çünkü Allah bu mü’minlerin arkasındadır, Adil Düzencilerin arkasındadır. Onların Mevlasıdır. Onların arkasında ise şeytan vardır.
Şimdi, Allah ile şeytan arasında ne fark vardır?
Şeytanı da Allah var etmedi mi, o halde onların arkasında ne vardır?
Biz top oynamak istiyoruz. Bunun için stadyum yapıyoruz, takımları oluşturuyoruz. Her iki tarafta iyi oyuncular yer aldılar. Oyuncular, takım seçmelerinde, kendilerine ait istekleri ve iradeleri ile o takıma ve bu takıma gittiler.
Spor Genel Müdürlüğü olarak bunu yaptık.
Farz edin ki, PKK’lılarla anlaştık, maç yapacağız, yenen devletimizi yönetecek.
Biz Genel Müdürlük olarak eşit şartlar hazırladık, onlar kaptanlarını kendileri seçtiler. Biz Genel Müdürlük olarak devletimizi korumak istiyoruz, bizim takım galip gelsin istiyoruz. Biz bu maçı ülkemizi PKK’lılara teslim emek için yapmıyoruz. Tam aksine devletimizin güçlü olduğunu göstermek için yapıyoruz. O zaman ne yaparız? Bizim halkımıza biz Genel Müdürlük olarak kaptanlık yaparız. Karşı tarafın bize itiraz hakları yoktur. Biz bu maçı ya siz ya biz diye ayarlamadık. Zaten anlaşmamız böyledir.
İşte; Allah kâinatı yarattı; mikropları da yarattı, şeytanı da yarattı ama onlara mutlak galibiyet tanınmadı. Eşit şartlarla yarışı başlattı ama sonunda mü’minleri galip getirecektir. Onun için Allah iman etmiş olanların mevlasıdır.
“İman edenler” tektir. Sıratı müstakim üzerinde olanlardır. Bunun için kâfirlerde olduğu gibi ism-i faille getirmemiştir. Çünkü mü’minler ahd ile marifedirler, Adil Düzen Çalışanlarıdır. Adil Düzen inananlarıdır. İman ise tektir. Ahd yerine istiğrak içindir. Bir şey tek olunca aynı cinsten olur, ahd için olur, istiğrak için olur.
وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ (11)
(Va EanNa eLKAvFıRIyNa LAv MaVLAv LaHuM)
“Kâfirlerin Mevlaları yoktur.”
“Kâfirlerin Mevlaları şeytandır” denmemiş de “kâfirlerin Mevlaları yoktur” denmiştir. Çünkü şeytan onların yanındadır, onları isyana ve küfre teşvik etmektedir. Ama bu onların iyiliğini istediği için değildir; onları tuzağa düşürmek, onları batırmak için onların yanındadır. Bir tür Allah’ın casusu olarak oradadır. Allah’ın istediği isyanı ve küfrü yaptırmak, böylece yaşlanmış İslâm uygarlığını kaldırmak, sonra da geri çekilip onların çöküşlerini kıs kıs gülerek seyretmek istemektedir. Bu sebepledir ki onların Mevlaları yoktur. Şeytan onların Mevlaları değil düşmanlarıdır.
Kur’an tarihî gelişmeyi bu kadar açık ve kesin dille anlatmaktadır. Bize ne kadar büyük vazife yüklenmiştir. Peygambersiz olarak ilk uygarlığı kurmada çorbada bizim de tuzumuz olacaktır. Bu şeref, bu imkan her zaman herkese nasip olmaz. Buradaki bu çalışmalarımızla âhirette yüce makamımız olacaktır. Bırakalım cennetteki yüce makamları, cennetin bir köşesinde yerimiz olsa bile yeter. Bu günahkar davranışlarımızın karşılığı Araf olsa bile bin defa hamd etmekteyiz.
BU DURUMDA NE YAPMALIYIZ?
Önce, ilk işimiz, Kur’an’ın Adil Düzene göre yorumunu birlikte okumaya başlayacağız. Karşılıklı müzakere ederek anlamaya çalışmalıyız. Allah bize böyle bir kitabı göndermiş, biz onu okuyacağımıza başka yerlerde başka şeyler arıyoruz. Bâtıl düzende çırpınıyoruz.
Kur’an’ı Adil Düzene göre yorumlayan başka bir yer olmadığına göre; sizler her şeyden önce bu yorumları okuyacaksınız. Katkılarda bulunacaksınız. Bizim bu yorumlarımızı da okumayanlar, Adil Düzen Çalışanı değildir. Onlar yorumlar da biz okumazsak, biz de Adil Düzen Çalışanı olamayız. Her söze kulak vermeliyiz.
İkinci işimiz ise öğrendiklerimizin bir ucundan tutup yapmaya başlamalıyız. Adil Düzene göre bir bakkal, Adil Düzene göre bir atölye açmalıyız. Aramızdaki oluşumları Adil Düzene göre yapmalıyız. Artık “senet” çıkarıp aramızda onunla alışveriş yapmalıyız. Hakemler oluşturup nizaları onlarla çözmemiz gerekmektedir.
Bunları yapmayanlar, doların peşinde koşanlar, davalara boğulanlar…
Kur’an’ı Adil Düzene göre okumayanlar Adil Düzenci olamazlar, sadece kendilerini kandırmış olurlar.
Bunları okurken başkalarını değil, her biriniz kendinizi düşünerek okuyun. Ben Adil Düzen Yorumlarını okuyor muyum, orada emredilenleri yapmaya çalışıyor muyum diyeceksiniz. İşte o zaman Rabbimiz bizim Mevla’mız olur. Yoksa bizim Mevla’mız olmaz, şeytanın seraplarında koşmuş oluruz.
Sözlerim doğru anlaşılmalıdır.
Kur’an’ı Adil Düzene göre anlamaya çalışmayanlar Adil Düzenci olamazlar. Çalışanlar da bir araya gelmiyor. Çalışmalarını birbirine aktarmayanlar da Adil Düzenci olamazlar.
Adil Düzenden öğrendiklerini güçleri yettiği nisbette uygulamayanlar Adil Düzenci olamazlar.
Bu şekilde çalışanların Akevler Adil Düzen Dergisi’ne girip bizi haberdar etmelerini istirham ediyoruz.