MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1420 Okunma
12 VE 14.AYETLER

MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 4

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ (12) وَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ هِيَ أَشَدُّ قُوَّةً مِنْ قَرْيَتِكَ الَّتِي أَخْرَجَتْكَ أَهْلَكْنَاهُمْ فَلَا نَاصِرَ لَهُمْ (13) أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ (14)

 

إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ

(EinNa elLAHa YuDPıLu)

“Allah idhal eder.”

İnne” aksini bilen kimselerin bilgilerini düzeltmek için getirilir.

İnsanların âhiret hakkındaki bilgileri eksiktir, yanlıştır. Öldükten sonra hayatın olmadığını kabul eden çok az insan vardır. Eğer öyle olsaydı herkes hemen intihar ederdi. Nasılsa biraz sonra yok olunacaktır. Bu çile ve meşakkate gerek olmazdı. Esasen dünyaya gelmemizin manâsı nedir. Ağlayarak doğduk, acılar içinde öleceğiz.

O halde her insan madem ki yaşamak istiyor, akıbetinden emin değildir. Bilgisizliği giderecek bir şey ortaya çıkar diye yaşamak istemektedir.

İnsan yalnız kendisinin yaşamasını istemekle kalmayıp neslinin, çocuklarının, torunlarının yaşamasını istemektedir; devletinin ve milletinin yaşamasını istemektedir. Demek ki insanın dünyadan beklediği bir şey vardır.

Bu ölümlü dünyadan ne beklenir?

Âhiret hayatı beklenir, öldükten sonra yaşama beklenir.

Sûrenin bundan önceki bölümünde insanların “kâfir” ve “mü’min” diye ikiye ayrıldığı ve mü’minlerin galip geleceği anlatılmıştır. Dünyada olacaklar bildirilmiştir. Şimdi ise âhiret hayatını anlatacaktır. Ey kâfirler; siz bu dünyada mağlup olacaksınız ama âhirette de daha kötü ve acı durumunuz vardır denmektedir.

“Allah idhal edecektir.”

Burada “Ve” harfi veya “Fe” harfi getirilmemiştir. Zira dünya hayatının olaylarını bırakıp âhireti anlatmaya başlamıştır. Dünya cennetlerine girmesi söz konusu olsaydı “Ve” harfini getirirdi ve “Allah” kelimesini iade etmezdi. Demek ki kelimeyi izhar etmenin başka bir kuralı da, konu değişirse ve kişi yeni konuya eski konunun faili veya mef’ulü olarak değil de yeni hüviyetiyle girerse lafız iade edilir. ‘Abdullah çok iyi cumhurbaşkanlığı yapıyor, tarafsızlığını koruyor’ dediğimizde, ‘o ailesine de düşkündür’ dersem; onun ailesine düşkün olmasından dolayı iyi cumhurbaşkanlığı yapıyor anlamı çıkar. Ama onun Akevler’de yetiştiğini söylersem ve buradaki kastım da onun Akevler'de yetişmesi ile cumhurbaşkanlığı arasında bir ilişki kuruyorsam, ‘Abdullah Akevler’de yetişmiştir’ derim. “Fe” harfini getirmediğim gibi zamirle de ifade etmem. İşte, Allah burada âhiret hayatını anlattığı için “Ve” harfini getirmediği gibi “Allah” kelimesini iade etmiştir.

Allah kâinatı bundan 13.7 milyar yıl önce yarattı. Sonunda insanı var etti. Kâinatın emanetini insana verdi. Kâinat ölüme doğru gitmektedir. Yani, kâinat da tıpkı insan gibi doğmuştur, büyümektedir, gelişmektedir; yaşlanacak ve sonunda ölecektir. Bu tesbit bugün müsbet ilim tarafından onaylanmıştır. İkinci kural şudur. Var olan hiçbir şey yok olmaz. Başka şekle girer ama yok olmaz. Maddenin enerjiye dönüştüğü bilinmektedir. Ama enerji de maddeye dönüşür ve asla zayiat olmaz, yenisi de eklenmez.

Bunu ruh için de söyleyebiliriz.

O halde ruh da yok olmaz.

Hemen şu soru akla gelir: Peki, ne olacaktır?

Evrim kanununa göre daha üstün bir hayata geçilecektir. Sonbaharda yapraklar dökülür; ilkbaharda daha genç ve fazla yaprak çıksın diye. Bu kâinatın sonu vardır; daha üstün kâinata geçilmesi için.

İşte, Allah o hayatı bize haber veriyor.

Niye burada haber veriyor?

Bir taraftan bize niçin ölmeyi göz önüne alacağımızı anlatmak istiyor, diğer taraftan “Adil Düzen”e karşı olanlara da sizin akıbetiniz kötüdür diyor.

الَّذِينَ آمَنُوا

(elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“İman etmiş olan kimseler.”

Bu sûre iman etmiş olanlarla küfretmiş olanları karşılaştırıyor. Karşılaştırmada “onlar” denmeyeceğinden izhar edilmektedir, izmar edilmemektedir. Bu kural da bilinmelidir. Eğer zamirde belirsizlik ortaya çıkıyorsa, o zaman zamir değil isim zikredilir.

Burada kastedilen “iman etmiş olan kimseler” kimlerdir?

Yeryüzünün güvenini ve düzenini sağlamayı kendilerine görev kabul eden kimselerdir. Bunlar da iki gruba ayrılmaktadır; bedel verenler ve bedenen katılanlar.

Esas iman etmiş olanlar bedenen katılanlardır. Ama bedel verenler de taban mü’minlerdendir, yani bedel verenler de onlar gibi cennete gireceklerdir.

O halde şöyle diyebiliriz. Mü’minlere yüklenen genel güvenlik görevini bedenen ifa edenler vardır, bir de amelen ifa edenler vardır. Yönetme bakımından bedenen katılanlar yetkilidirler. Ama yararlanma bakımından bedenen de mâlen de katılanlar yararlanırlar. O halde burada cennetten yararlanma olduğu için müslimler de mü’minler gibi yararlanacaklardır. Demek ki yararlanma bakımından mü’min ve müslim birdir. Sadece görev bakımından, dolayısıyla yetki bakımından mü’minler müslimlerden üstündür.

Ebu Hanife İslâm ve iman birdir demektedir.

Yararlanma bakımından bu söz doğrudur.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

(Va GaMıLUv elÖAvLıXATı)

“Ve salih ameller işlemiş olanlar.”

Burada “Ve” harfi ile atfetmiştir.

“Ellezî”neyi iade etmemiştir.

Dolayısıyla aynı kimselerdir.

Yalnız iman etmek bir manâ taşımaz; yalnız salih amel etmek de bir sonuç getirmez.

Salih amel” ne demektir?

Canlılar başlangıçta tek hücreler hâlinde yaratıldı. Evrimleştiler ve büyük canlılar oldular. İnsanlar da başlangıçta fertler hâlinde yaratıldı. Zamanla çoğaldılar. Tıpkı hücreler gibi çoğaldılar ve ayrıldılar. Sonra birlikler oluşturdular. Aşiretler/ ocaklar kurdular, kabileler/ bucaklar kurdular, şa’bler/ iller kurdular ve kavimler/ devletler oluşturdular. Şimdi de tüm insanları içine alan insanlığı oluşturmaktadırlar.

İşte bu birlik nasıl oluşur?

Amel-i salih ile oluşur.

“Amel-i salih” ne demektir?

Eğer benim yaptığım araba lastiği sizin yaptığınız arabaya uyuyorsa, biz amel-i salih içindeyiz demektir.

Salih amel tek taraflı gerçekleşmez.

Tüm topluluk salih amel içinde olursa o zaman ortak üretim doğar.

Allah bizden ne istiyor?

İman edip genel güvenliği sağlamamızı ve salih amel yapıp birlikte yaşamamızı istemektedir.

Genel güvenliği nasıl sağlarız? 

Askeri örgüt kurarız. Ast-üst oluştururuz, emir ve komuta zinciri içinde silahlı güçle genel güvenliği sağlarız. Hakemlerin verdikleri kararları yerine getiririz. Müslimler de buna maddi destekle katılmış olurlar.

Salih amel için  bazı tedbirlerin alınması gerekmektedir.

a) Genel planlama yapılmalıdır. İnsanlık yeryüzünün planlamasını yapmalıdır. Ülkeler ülke, iller il, bucaklar bucak planlamalarını yapmalılar. Siteler ve yapılar planlama üzerinden yapılmalıdır. Çünkü başka türlü amel-i salih olmaz.

b) Üretimde standartlar oluşturulmalı, birilerinin yaptıkları parçalar diğerlerinin yaptığı parçalara uymalıdır, üretilenler birbiriyle uyumlu olmalıdır.

c) Faizsiz kredileşme ile insanlar işbölümü yapabilmelidir. Çalışanlarla işverenler arasında “kredi” ile diyalog kurulmalı, “adil ücret zinciri” kurulmalıdır.

d) Elde edilen ürünler hak sahiplerine ve muhtaçlara ulaştırılmalıdır. Bu da “adil pazar mekanizması” ile olur.

Demek ki “amel-i salihat” derken “Adil Düzen” denmiş olmaktadır. Yani amel-i salihat demek, “Adil Düzen”e göre yapılan işler demektir.

Mü’minlerin görevleri yalnız güvenliği sağlamak demek değildir. Aynı zamanda herkesin aş ve iş bulduğu düzeni kurmak gerekmektedir.

Amel-i salihatın oluşması için neler yapılmalıdır?

Onu yeniden hatırlatalım.

Yeryüzü kıtalara ayrılmalı, her kıta kendi planlamasını ve çalışmasını yapmalıdır. Kıtalar uluslara temlik edilmeli, onlar kendi planlamalarını yapmalıdırlar. Ülkeler bölgeler şeklinde organize olmalı, kendi planlama ve organizasyonlarını yapmalıdırlar. Bölge topraklarından bir kısmı illere temlik edilmelidir. İller ilçeler olarak teşkilatlanmalıdır. Topraklarından bir kısmı bucaklara temlik edilmelidir. Semtler şeklinde organize olmalıdır. Topraklardan bir kısmı ocaklara mesken siteleri olarak temlik edilmelidir.

Bu yerinden yönetimin yapılması için ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kurulmalıdır. Bunların her biri kendilerine düşen görevleri yapmalıdırlar. Sonra ihtilaflar hakemler yoluyla acilen çözülmelidir. Hakemlerin kararlarına uymayanları yola getirmek için güvenlik kuvvetleri oluşmalıdır.

Böylece amel-i salihin işlenmesi için gerekenler yapılmış olur.

Bugün mevcut olan devletler aslında bunların hepsini yapmak istemekte, ne var ki başaramamaktadırlar.

“Adil Düzen” bunların nasıl yapılacağını açıkça anlatmaktadır.

İnsanlık uğraşacak, başka yollar arayacak ve sonunda “Adil Düzen”e teslim olunacaktır. İnsanlık tav’an veya kerhen İlâhi düzene gelecektir.

İşte yeryüzünde böylece “Adil Düzen”i tesis edenler için âhiret müjdesi verilmektedir.

جَنَّاتٍ

(CanNAvTın)

“Cennetlere”

Cennet” bahçe demektir, ağaçlı meyveliklerin bulunduğu bahçe demektir. Dışarıdan içi görünmediği için “cennet” denmiştir. “Cin” kelimesi de buradan gelmektedir.

Dünyadaki seralar da birer cennettir, kapalı bahçelerdir.

Âhiret cennetlerden oluşacaktır. Cennetlerin kapıları vardır ama ayrı cennetler yoktur. Mekân birdir. O mekân içinde değişik bahçeler vardır. Bunlar birbirini tamamlamaktadır.

Yeryüzündeki bahçeler de böyledir. İnsan için gerekli maddeleri üretirler. Nasıl değişik maddeleri değişik fabrikalar üretirler, her fabrikada istediğimiz mallar bulunmazsa; canlılar da böyledir. Değişik canlılar değişik maddeleri üretirler, sonra besin zincirleri sayesinde bunları birbirlerine aktarırlar.

Âhirette de değişik bahçeler bulunacak, bahçelerde değişik meyveler üretilmiş olacak, değişik kanallardan bize geleceklerdir. Âhiret hayatı da bu dünya hayatı gibidir. Fark; burada ölüm vardır, orada ölüm yoktur.

Bugün bedenimizde hücreler vardır. Birçok hücreler sık sık değişmektedir. Maddenin tamamı birkaç yıl içinde yenilenmektedir. İnsan bir göl gibi akan maddelerle oluşmaktadır. Gölün suyu aynı kalmakta ama suyun kendisi sürekli değişmektedir.

Bu durum âhirette de böyledir. Nebati hücreler sık sık değişecek, maddeler yenilenecek ama bizde yaşlanma olmayacaktır.

Bugün bir araba alsanız zamanla ömrü biter, sonunda onu bir hurdalığa atarsınız. Öyle araba yapalım ki parçalar ucuzdur ve sürekli değişmektedir. Ömrü biten parçaları atarız, başka parça alırız. Böylece yeni araba almamıza gerek kalmaz. Sürekli olarak parça değiştirmekle arabayı eskimeden kurtarırız.

İşte, âhirette de bizim hayatımız böyle olacaktır.

Bu dünyada amel-i salih işleyenlere âhirette cennetler vardır.

تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ 

(TaCRIy MıN TaXTıHAv eLENHARu)

“Tahtlarında nehirler cereyan eder.”

Taht” alt demektir.

Toprağa gömülmüş nehirler akar. Buralara alınmış sular vardır. Künklerde akan sular vardır. Uygarlık ilerledikçe cennet hayatına yaklaşıyoruz. En ileri teknoloji sayesinde cennet insanların saadet içinde yaşadığı bir ülke olacaktır.

Âhirette doğa kanunları değişecek mi, yoksa aynı kanunlar mı olacaktır?

Entropinin büyümesi olmayacaktır. Düzelme ve bozulma bir arada olacaktır. Entropi aniden asgariye iner, sonra yavaş yavaş değişebilir. Bugünkü hayatımız böyle olmalıdır. Yahut entropi birden büyür, sonra yavaş yavaş küçülür.

Beslenmemiz ancak entropinin büyümesi ile mümkündür. Âhirette de beslenmeden bahsedildiğine göre bu dünya hayatına benzer bir hayat olacaktır. Yani entropi birden küçülecek, sonra yavaş yavaş büyüyecek, biz o sayede yaşayacağız.

Bugün iki havuzu bir boru ile birleştirirsek, yukarıda olan su aşağıya akar. Biz arada türbin koyarız ve yararlanırız. Eğer hayatımız tersine akarsa su yukarıya boşanır. Bizim için fazla bir şey değişmez, yani türbinimiz yine çalışır.

Âhirette entropi sorunu şöyle çözülmüş olabilir.

Biz entropinin düşmesi ile yaşayabildiğimiz gibi yükselmesi şeklinde de yaşarız. Yahut bizdeki entropi düşmesini başka canlılar yükseltebilirler. Onlar başka doğa kanunlarına tâbi olmuş olur. Suların akması hayatın sularla olmasıdır. Kullanılan sular kirlenir. Akıntılar  gölü temiz tutar. İnsan bedenindeki madde değişimi de bedeni temiz tutar. Bu durum âhirette de devam edecektir. Allah’ın evrim kanunu eskisini ortadan kaldırıp yenisini getirme şeklinde değildir. Eskinin üzerinde değişiklik yapılır, yeniden organize edilir.

Şöyle ifade edebiliriz. Bir ev yaşlanınca yıkılıp yenisi yapılır. Yeni evin projesi eskisinden farklıdır. Daha ileri projedir. Ancak genel olarak eskinin oluşmuş tarafları korunur. Âhiret bütün hayatın başkası olmayacak, bizde değişiklik olmayacaktır. Gözlerimiz, kulaklarımız, ayaklarımız, ellerimiz, hattâ simamız bile değişmeyecektir.

وَالَّذِينَ كَفَرُوا

(Va elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olan kimseler.”

Sûre baştan itibaren küfretmiş olanlarla iman etmiş olanları karşılaştırmaktadır.

Bu bölümde kâfirler ile mü’minler âhirette karşılaştırılmaktadır.

“Adil Düzen”i kabul edip işsizlik son bulunca bu dünyada başarıya ulaşacağız.

Bu işi nasıl halledeceğiz?

Halka “faizsiz sipariş kredisi” vermek, çalışanlara da “faizsiz çalışma kredisi” vermekle bu iş çok kolay çözülmektedir.

Oysa küfretmiş olanlar sömürülerini devam ettirmek için karşılığı olmayan kâğıt parayı -bir generalimizin dediği gibi yeşil boyalı kâğıt zaten karşılıksız paradır- bize borç olarak vermektedirler. Üstüne bir de o karşılıksız paradan faiz istemektedirler. Zaten bedava karşılıksız kâğıtla bizden istediğini alıyor, sonra onunla bize saldırıyorsun. İnsaf et de bari faiz isteme.

Farz edelim ki sermaye İstanbul’u bombalamak veya bombalatmak istiyor. Boş kâğıdı Almanlara veriyor. Almanlar boş kâğıdı bize veriyor, bizden portakal alıyorlar. Borçlarına karşı sermaye çalışıyor, fabrikalarında silah üretiyor. Sonra da o silahları İsrail’e veya başka herhangi bir komşumuza veriyor ve İstanbul’u bombalatıyor.

Yani, insafsız kâfir bizi kendi emeğimizle vuruyor.

Bu da yetmiyor. Ayrıca Almanlara verdiği para için Almanlardan faiz alıyor, o da onun acısını bizden çıkarıyor.

İşte bunlar küfretmiş olan kimselerdir. Nankördürler. Avrupalılar İspanya ve Almanya’da onları keserken bize sığınmışlar ve bugünkü güce böyle ulaşmışlardır.

İşte, bugünkü düzeni sürdürüp “Adil Düzen”e karşı çıkanlar, ‘Ben “Adil Düzen”e karşıyım!’ diyen, bizim kendilerini çok sevdiğimiz gafiller, adlarını söylüyorum, R. T. Erdoğan ve H. Karaman bu gaflet içindedirler. Bu kimseler kâfirleri kendilerine evliya edinmiş, biz mü’minleri terk etmişlerdir.

Bütün gönlümüzle onların tevbelerini bekliyoruz...

يَتَمَتَّعُونَ

(YaTaMatTaGUvNa)

“Tamattu’ ediyorlar.”

Bugün faizli sömürü sistemi sayesinde çağımızın en büyük gücü olan ve ABD’de yerleşmiş bulunan birkaç yüzü geçmeyen İsrail oğullarından gelenler, ABD kulelerini yıkmış ve ABD’yi Müslümanlara saldırtmış, böylece dünyayı kana boyamışlardır. Ne var ki ABD halkı uyanmaya başlamış ve sermaye emrindeki partiyi iktidardan indirmiş, yerine bir zenci ve Müslüman olan kişinin oğlunu başkan yapmıştır.

Bundan elli sene evvel sermayenin iki çenesi vardı: ABD ve Sovyetler Birliği.

Bugün çenelerin ikisi de düşmüş bulunmaktadır. Artık silah zoru ile bir şey yapamaz hâle gelmiştir. Ne var ki “boyalı kâğıt” yani “karşılığı olmayan kâğıt para/dolar” hâlâ ellerindedir ve onun sayesinde dünya basını ellerindedir.

Temettu’ ediyorlar.

Birbirlerini sömürüyorlar.

Bu ifade onların sömürüsüne boyun eğenlerin de onlardan olduğunu ifade diyor.

“İstimta’ etmek” başkalarını sömürmektir.

Temettu’ etmek” ise birbirlerini sömürmektir.

“İstimta’” yerine “temettu’” kelimesini getirmiş olmakla sömürenlerle sömürülenleri bir arada zikretmektedir. Onlar birbirlerini sömürüyorlar.

“Adil Düzen”e karşı olanlar, “Adil Düzen”i uygulamayanlar sömürülmektedir.

Burada korkunç olan, böylece sömürülenlerin de küfretmiş olanlar arasında zikredilmiş olmasıdır. Bu sömürüye karşı çıkmayan, bunlarla cihad etmeyenler de küfreden kimselerdir.

Hepimiz elbirliği ederek bu “zalim düzen”in yerine “Adil Düzen”i getirmeliyiz.

Ben bu yazıları yazanları, okuyanları, değerlendirenleri, üzerinde çalışmalar yapanları Adil Düzen Çalışmalarına davet ediyorum.

  1. İstanbul’da Lütfi Hocaoğlu’nun Adil Düzen çalışma arkadaşlarına…
  2. Üsküdar’da Reşat Nuri Erol’un Adil Düzen çalışma arkadaşlarına...
  3. Esenler’de (İst.) Bünyamin Demir'in Adil Düzen çalışma arkadaşlarına...
  4. Bursa’daki Zafer Kafkas’ın Adil Düzen çalışma arkadaşlarına…
  5. Mardin’de Vahap Alma’nın Adil Düzen çalışma arkadaşlarına...
  6. Ankara’da Ali Erişen’in Adil Düzen çalışma arkadaşlarına…

Sömürüye karşı doğrudan ve fiilen harekete geçmeleri için bu âyet ile hatırlatıyorum.

Sonra;

-Süleyman Akdemir’in Başkanlığındaki İzmir Akevler Kooperatifi camiasını…

-Necmeddin Erbakan’ın Başkanlığındaki tüm Millî Görüş çalışanlarını…

-Recep Tayyip Erdoğan’ın Başkanlığında bütün AK Partilileri…

-Fethullah Gülen’in çevresindeki Risale-i Nur şakirtlerini…

-Süleyman Tunahan’ın yolundan gidenleri…

-Haydar Baş cemaatini ve partililerini…

-Ve isimlerini sayamadığımız diğerlerini…

Bu âyeti değerlendirmeye davet ediyorum...

“Adil Düzen” için cihad etmeyenler, yani sömürüden kurtulmağa çalışmayanlar için küfretmiş olanlar denmektedir.

İslâmiyet’in yanında yer almamakla beraber, İslâmiyet’e karşı olmayan MHP’lileri “Adil Düzen”e davet ediyorum.

Bu arada BDP de yol ayırımındadır. Temsil ettiği halk Müslümandır ve İslâmiyet’e büyük hizmetleri olmuştur, olacaktır da; onların da bizim yanımızda yer alıp küfürden kurtulmalarını istiyorum.

CHP üstün devlet anlayışındadır, sömürüye karşıdır. Tek ilaç “Adil Düzen”dir. Gelin, 1973 hatırasına, o zamanki koalisyon hatırına bir daha birlikte hamle yapalım.

ANAP bizden kopmadır, DYP ile Refah-Yol koalisyon birlikteliğimiz vardır.

Haydi, ne duruyoruz?

Birden yüklenelim de insanlığı sömürü âfetinden kurtaralım. Sadece bizler değil, bizzat sömürenler de bu beladan kurtulsun. Biz onların ne kendilerine ne de sermayelerine karşı değiliz, biz onların sadece sömürülerine ve fitnelerine karşıyız.

وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْأَنْعَامُ

(Va YaEKuLUvNa KaMAv TaEKuLu eLEaNGAMu)

“En’amın eklettiği gibi ekl ederler.”

Burada örnek olarak davarlar yani geviş getiren hayvanlar gösterilmiştir.

Bunların özellikleri nelerdir?

Ne bulurlarsa onu o gün otlarlar, yarını düşünmezler. Günlük geçinirler. Hepsi kendi karınlarını doyurmaya bakar, yanındakileri düşünmezler, düşünemezler. Hayvanların karnını doyurma dışında herhangi bir hedefleri gayeleri yoktur, niçin var edildiklerini ve yaşadıklarını bilmezler. İnsanlar için yaratılmışlardır ve o sayede bereketli olarak vardırlar.

Bugünkü sömürenler ile sömürülenlerin durumu budur. Günlük kazanma peşindedirler. Herkes ‘ben kazanayım’ diyor, yanındakileri düşünmüyor. Hiçbir idealleri veya görevleri yoktur, niçin yaratıldıklarının farkında değildirler.

Ve sömürenler de sömürülenler de neye hizmet ettiklerini bilmemektedirler.

Şuursuz ve bilinçsiz bir şekilde yaşamaktadırlar.

Oysa mü’minler önce yarını düşünürler, gelecekte biçmek için bugün ekerler. Tohumu toprağa atıp önce çürütürler, meyvesini sonra toplarlar. Bunlar âhirete inanmaktadırlar. Bugüne değil öldükten sonraki hayata hazırlanmaktadırlar. Bunların idealleri vardır. İnsanlığı refaha, saadete, selamete ve huzura kavuşturmak istiyorlar. Çünkü bunları Allah var etmiş, onlara bu görevi vermiştir. Onlar bu görevlerini yapacaklar ve öldükten sonra O’na yani Yaratıcılarına kavuşacaklardır.

Mü’minler kendileri için istediklerini başkaları için de isterler.

‘Benim olsun’ demezler, ‘bizim olsun’ derler.

Kur’an âhiret hayatından bahsettiğinde kâfirlerin durumu ile mü’minlerin durumunu böylece açıklamaktadır.

Mü’minler görevlerini bilmektedirler. Niçin yaratıldıklarını, ne yapmaları gerektiğini ve ne yaparlarsa sonunda ne ile karşılaşacaklarının bilincindedirler.

Tekrar baştan alalım.

“Adil Düzen” diyoruz, barış düzeni diyoruz, Hak düzeni diyoruz, şeriat düzeni diyoruz. Bunların bize göre ne olduklarını söylüyoruz. Ama herkesle bu konuları tartışmaya, uzlaşmaya hazırız. Hakemlere gidebiliriz. Bizim dayatmacılığımız yoktur. Bizim insanlardan istediğimiz yalnız kendi çıkarlarını düşünmemeleri ve en’am gibi bilinçsiz hareket etmemeleridir, sömürülmeye veya sömürmeye rıza göstermemeleridir.

Biz hakemler sistemini istiyoruz.

Neden?

Çünkü “hakimler sistemi” sömürüye dayanır. Sömürenlerin yargıca müdahalesi demektir. Siz de hakim bağımsızlığını istiyorsunuz ama siz sadece sizi dinleyen hakimin bağımsızlığını istiyorsunuz. Biz ise tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı istiyoruz.

Siz istemiyor musunuz?

Diyeceksiniz ki, biz de onu istiyoruz.

Demek ki anlaştık!

Şimdi bir adım ileri gidelim.

Bu sorun nasıl çözülecektir? Böyle bir yargı nasıl kurulacaktır?

Önce ilmî araştırma yapalım. Fikren tartışalım. Sonra deneyelim. Pilot bölgeler seçelim, orada uygulayalım, kendi aramızda uygulayalım. Uygulandıktan sonra tekrar ilim adamları devreye girsin, sonuçlarını ortaya koysunlar. Görelim bakalım, “Adil Düzen” nedir.

Aslında yerinden yönetimi getirsek bu sorun kendiliğinden çözülür. Her bucak yerel olarak kendi uygulamasını yapar. İstediği düzeni uygular. Sonra her birinin ayrı ayrı başarısına bakarız. Başarı kriteri ise oraya göç edecekler ile oradan göç edeceklerin farkıdır. Nüfus artıyorsa o yönetim iyidir. Nüfus azalıyorsa o yönetim kötüdür.

وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ (12)

(Va elLNAvRu MaÇVan LaHuM)

“Nâr onların mesvasıdır.”

Seva” son duraktır. Bir şey yuvarlanır, yuvarlanır sonunda bir çukura varır ve durur. Geri dönüşü olmayan menzile, son menzile “seva” denir.

Mesva” ism-i zaman, ism-i mekan ve masdar-ı mimidir. Son varış yerleridir demektir. Ateş onların son varış yerleridir.

Canlılar dört çeşittir.

Bâtınî âlem varlıkları vardır; bunlar ruhlar ve meleklerdir.

Zahirî âlem varlıkları vardır; bunlar insanlar ve cinlerdir.

Ruhlar ve insanlar, zahirî âlemin molekül yapısı ile yaşayanlardır.

Bâtınî âlemde olanlar ise çekirdek yapısıyla yaşarlar.

Bunların bugün fizikte oluşumları belirlenmiştir.

İnsanlar âhirete vardıklarında yine insan olarak kalacaklardır. Yani yapıları insan yapısında olacak, molekül yapısında olacaktır. Çevreleri de bugünkü dünya moleküllerine benzeyecektir. Doğa kanunlarında değişiklik olmayacak, sadece insandaki bazı genetik düzenlemelerle insan ölümsüz hâle gelecektir. Diğer varlıklar için böyle bir şey söylenemez. Madem ki onlar bize besin oluyorlar, demek ki orada da ölüm vardır.

Orada yalnız insanlar mı ölümsüz, yoksa bazı gelişmiş canlılar da mı ölümsüz?

Bizim görüşümüz; yalnız insan, cin, melek ve ruh ölümsüzdür. Bunların birbirleri ile görüşmeleri de mümkündür. Âhiret hayatının yapı şeklini tam anlamamız için daha fazla fizik ve kimya bilgilerine ihtiyacımız vardır. Zaten bize gereken oradaki hayatın fizik ve biyoloji bilgileri değildir. Oranın varlığına inanmak gerekir. Orada cennet ve cehennemin olduğuna kani olup ona göre amel etmek önemlidir.

Mesva” son duraktır. Daha ileri gidilecek bir yer yoktur. Daha kötü bir yer de yoktur. Ama oradan geri dönülmez, çıkılmaz anlamında değildir. Karargâh orasıdır.

Biz diyoruz ki; cennetten sonra daha üst bir durak vardır. Cennetteki ömür dolduğunda daha üst yeni cennete gidilecektir. Onun için cennet mesva değildir, yani son durak değildir. Ama cehennem son duraktır. Yeni ikinci âhiret hayatı başladığında cehennemdekilerin durumu daha kötü olmayacaktır demektir.

***

وَكَأَيِّنْ

(Va KaEayYıN)

“Ve nice”

Buradaki “Ve” hâl vavıdır. Onlar temettu’ ediyorlar ve hayvanların eklettiği gibi ekl ediyorlar. Oysa biz nice karyeleri helâk ettik. Onların yardımcıları bulunmadı. Bunları da helâk etmeye gücümüz yeter.

Bugün helâke müstahak olanlar karşılıksız para ile dünyayı sömüren tekel sermayedir. İnsanlık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçti. Bu geçiş birtakım sıkıntılı asırlar içinde oldu. Geçişin sağlanması için tekel sermayeye bazı imkânlar verdi. Şeytana iğva imkânı verdiği gibi onlara da faizli işlem yapma iznini verdi. Âhiretteki hesapları kendilerine aittir. Bu dünyada olup bitenler yararlı olmuştur. Çağımızdaki uygarlık tekel ekonomi ile gelmiştir.

Ne var ki, şimdi görevleri bitti, artık sömürmeye devam için bir gerekçe yoktur. Faizli düzeni sürdüremezler.

Yaşamak istiyorlarsa faizsiz “Adil Düzen”e geçmeleri gerekir.

Yapacakları basittir.

Faizli karşılıksız paraya son verecekler, banknotları altına kote edeceklerdir. Kuyumculara banknotları borç verecekler, altın alacaklı hâle getireceklerdir. Kuyumcular o banknotla altın alıp satacaklardır. Ne var ki banknotun satış değeri, altının banknotla alış değeri sabit olacaktır. Diğer paralarla banknotun ve altının alış ve satış değerleri serbest olacaktır. Uluslararası para budur. Yani bugünkü “dolar” ve “euro”nun yerini “altın para” alacaktır. Tekel sermaye bunu yapabilir ve bu sayede 500 sene, hattâ daha fazla ömrünü uzatabilir.

Allah’ın tekel sermayeden istediği basittir.

Önce ekonomide sömürü sistemini kaldırın, faizi yok edin. Kredileşme sistemini getirin. Karşılıksız para çıkarmayın. Ama sizin sermayeniz yine sizin olsun, dünya üzerindeki uluslararası ticaret yine sizin olsun.

Bir de ilimle meşgul olun. İnsanlığı uygarlaştırmaya devam edin.

Siyasete karışmayın. Siyaset sizin işiniz değildir. Siyaset mü’minlerin işidir.

Dine ise kimse karışmasın, herkes kendi dinini kendisi yaşasın. Siz de sizin dininizi yaşayın. Düzen ise Tevrat ve Kur’an düzeni olsun.

Böyle yapmazsanız, bilin ki geçmiştekileri helâk ettiği gibi Allah sizi de helâk edecektir. Mesvanız da ateş olacaktır.

Bu kadar güçlü oldukları halde bir avuç sömürücüye âlet olup dünyanın sömürülmesine hizmet eden Hıristiyanlara da aynı ihtarı yapmaktadır: Mesvanız cehennemdir.

Bu ihtardan Müslümanların kurtulacaklarını sanmak büyük gaflettir. Hepimiz bu hitabın muhatabıyız ve hepimiz sorumluyuz.

KeEyyin” aslı “Kem Eyyin”dir. Ne kadar da çok demektir. “Eyyin” “Eyyu”nun kurallı çoğuludur. “Eyyu” hangisi demektir. Nicelerini demek olur. Yani birçok demek olur.

Allah geçmişte değişime ayak uyduramayanları helâk etmiştir.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm Arabistan’da başarıya ulaştı.

Neden başarıya ulaştı?

Yaptığı inkılâplar Arabistan’ı göçebelik döneminden uygar döneme geçirdi; devletsizlik aşamasından devletlilik aşamasına geçirdi. Bu çok ileri bir hamle idi. Başarıya ulaşması kesindi.

Bugün de  insanlık ileri hamleye geçecektir.

Kur’an’ın yeniden hâkim olacağından kimsenin şüphesi olmasın.

مِنْ قَرْيَةٍ

(MiN QaRYaTin)

“Karyelerden”

“Karyelerden nicelerini helâk ettik” diyor.

Karye” kelimesi kullanılmaktadır.

“Belde, medine, mısr” yerine “karye” kelimesi gelmektedir.

Arapçada kural vardır. Birbirine benzeyen kelimelerden birini onların ortak adı olarak kullanabilirsiniz Aslında pek çok Erbakan soyadlı kimse vardır. Ama biz “Erbakan” dendiğinde “Necmettin Erbakan”ı anlarız. Oysa Erbakan soyadı bir çok kimseleri içerir.

Bunun gibi; “karye” kelimesi yüz haneli bir köy anlamına geldiği gibi “belde, medine ve mısr”ı da içeren bir sözdür de. Aynı zamanda burada “karye”den maksat “belde, medine ve mısr”ları içeren bir manâ taşımaktadır. Zaten helâkler genel olarak yerel olmaktadır.

هِيَ أَشَدُّ قُوَّةً

(HiYa EaŞadDu QuvVaTan)

“Kuvveten eşedd idi.”

Şiddetli” demek sıkı demek, gergin demektir.

Kuvvet” güçlülük ve sağlamlık demektir.

Kur’an burada önceki kavimlerin Mekke kavminden daha güçlü olduklarını ifade etmektedir. Sûrenin Hazreti Muhammed’e nâzil olduğu yukarıda belirtilmişti. O halde buradaki muhatap Hazreti Muhammed’dir. Bu durumda helâk edilen karyelerin Mekke karyesinden daha şiddetli oldukları ifade edilmiştir. Bu husus doğrudur.

Uygarlaşma yani devlet aşamasına gelme demek, askerler besleme ve mahkemeler kurma demektir. İlk uygarlık Mezopotamya’da doğmuştur. Milattan önce 3000 yıllarında ilk uygarlaşma başlamıştır. İlk helâk da tufanla olmuştur. Ondan beşyüz yıl sonra Mısır’da devlet kurulmuştur. İran ve Anadolu’da devletler oluşmuşsa da, bunlar yeni uygarlık yerine o uygarlığın uygulamaları olmuştur. Üçüncü uygarlık Hindistan’da görülmüştür. Milattan önce 2000’li yıllarda oralarda da devletler kurulmuştur. Ondan beşyüz yıl sonra Çin’de uygarlaşma olmuştur. Milattan önce bin yıllarında Orta Asya’da ve Kuzey Avrupa’da da uygarlaşma başlamıştır.

İşte, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemlerde dünyanın birçok ülkelerinde uygarlaşma gerçekleşmiştir. Arabistan ise henüz uygarlaşmamıştı. Mekke ve Medine kentlerinde henüz devlet örgütü yoktu.

Devlet örgütü olmayan topluluklar ilkel topluluk kabul edilir.

Genel olarak durum şöyledir. Gün geçtikçe devlet güçlenmekte, devlet çok etkili hâle gelmekte, ancak yöneticiler etkilerini yitirmektedir. Günümüzün yöneticileri eski yöneticilere nisbetle halk üzerinde çok az etkilere sahiptir. Fatih ve Kanuni zamanında ‘kaldır’ dediği zaman cellat onu öldürüyordu. Aynı şeyi Abdülhamit yapamıyordu. Bugünkü cumhurbaşkanının ise hiçbir ceza verme yetkisi yoktur.

İşte bu âyet devletlerin gittikçe zayıflayacaklarını değil, güçleneceklerini, yöneticilerin halkına hakimiyetinin zayıflayacağını göstermektedir.

Burada “karyenin ehli” şeklinde hazf edebiliriz ama “başka karyenin emirleri” şeklinde de hazf ediliyor. Yani burada kastedilen yöneticilerdir.

Günahlar iki türlüdür. Yasak olan günahlar ve yasak olmayan günahlar. Dünyevi helâkler yasak olan günahlara gelir. Yasak olmayan günahların cezası ise âhirette verilir.

Daha şiddetli idiler” demek, kamuya karşı işlenen suçlarda daha çok etkin idiler demektir.

مِنْ قَرْيَتِكَ الَّتِي أَخْرَجَتْكَ 

(MiN QaRYaTiKa elLaTIy EaPRaCaTuKa)

“Seni ihraç eden karyenden daha şiddetli idiler.”

Örnek olarak Firavunları verebiliriz.

Firavun Hazreti Musa ile cidale başlamış, sonunda boğulmuştur.

Günümüzde de Stalin’i, Hitler’i, Çavuşesku’yu ele alabiliriz. Bir ara ABD Başkanı Bush da diktatörlüğe soyunmuş; ‘Ya bizdensiniz ya karşımızdasınız’ demişti!

ABD’de tekel sermayenin planları vardı. Dünyayı ikiye bölüyor, Doğu-Batı çatışması ile dengesini kurmak istiyordu. Tarihte Hıristiyanlarla Müslümanları çatıştırmış, bu sayede bugünkü güce ulaşmıştı. Dinler etkilerini kaybedince rejimler savaşı ile varlığını sürdürmüştür. Rejimler de etkisini kaybedince yeni gruplaşma cihetine gidecekti. Bu coğrafi bölünmedir; Doğu-Batı bölünmesi. Doğu Budizm ve Hindu dinlerinde, Batı ise Hıristiyan olacaktı. Ne var ki Müslümanların yarısı doğuda yarısı batıda idi. Müslümanların soykırımı planlanmıştı.

İşte, tekel sermaye sahipleri ABD’de fitne çıkarmak için yıkacakları kuleleri önce Yahudilerden başkalarına sattılar. Sonra kendi uçakları kulelere çarptığı gün de bütün Yahudileri oradan boşalttırdılar. Dünyada suni bir güç oluşturdular: Bin Ladin, yani Donkişot, Müslümanların büyük gücü (!). İki kuleyi yıktılar.

İki gayeleri vardı.

Biri; suçu Müslümanlara atıp Müslümanları soykırımından geçirmek.

İkincisi ise; Yahudileri eski dünyaya taşınmaya zorlamak.

Merkezin neresi olacağı hususunda bir bilgi edinemedim.

Ondan sonra da o günkü güçlü insan ‘Ya bizdensiniz ya karşımızdasınız’ dedi! Türkiye’yi yanına almak istedi. Türkiye’ye 50 000 veya daha fazla asker getirecek, sonra İran’la Türkiye’nin arasını açacak ve savaştıracaktı.

Cengiz Çandar gibi şişirilmiş yazarlar; Türkiye ABD’nin yanında olmazsa Müslümanlar soykırımına uğrarlar diye yazılar yazdılar.

Sonra ne oldu?

TBMM’den 1 Mart Tezkeresi (2003) geçmedi. Almanya ve Fransa yanımızda yer aldı. Rusya ve Çin de onları destekledi. Böylece ABD’nin süper güçlüğü sona erdi. Şimdi de başkanlık tahtında Obama oturuyor.

İşte, Allah basit bir tezkere ile tüm saltanatı sona erdirebilir.

Şimdi Hitler var mı, Mussolini var mı, Stalin var mı?

أَهْلَكْنَاهُمْ

(EaHLaKNAvHuM

“Onları helâk ettik.”

Helâk olan karye değildir, helâk olan karye halkıdır.

Zalim yöneticiler olduğunda halkın yapacağı şey yöneticileri yola getirmektir.

Türk halkı bunu başarmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra güçlü bir yönetim oluşmuş ve halkı ezmiştir. Halkın kendi inançlarına müdahale edilmiş ve karanlık günler yaşanmıştı. Türk milleti sabırla direndi ve Türkiye’de devrim olmadan demokrasiye geçildi. Askeri müdahalelerle devrim önlendi. Dış güçlerin ayarladığı isyanları askerler müdahalelerle bastırdılar. 1960 ve 1980’de yönetime el koydular. 1970 ve 1990’larda ise uzaktan müdahale ettiler. Türkiye bu ıslahtan dolayı helâke uğramadı. Romanya’da olduğu gibi birçok ülkelerde yönetimler helâk olup gitti.

Türkiye İstiklâl Savaşı’ndan sonra saltanatı kaldırdı ama onlara dokunmadı, yurt dışına gönderdi. Oysa bu çok tehlikeli idi. İslâm âlemini Türkiye aleyhinde organize edebilirlerdi. Ama hanedan asaletini gösterdi ve Türkiye aleyhinde harekete geçmedi. Biz onların Türkiye’ye gelmelerini ve Türkiye’de mesela Söğüt kasabasında kendilerine has bucak oluşturmalarını uygun buluruz.

فَلَا نَاصِرَ لَهُمْ  (13)

(Fa LAv NASıRa LaHuM)

“Onlara yardım edecek yoktur.”

Evet, karyenin zalim yöneticileri helâk oldular. Onlara yardım edecek kimse yoktur.

Helâk ettik, o zaman yardım edecek yoktu denmiyor da, yardım edecek şimdi de yoktur denmektedir.

Faşistler gitti, Naziler gitti, sosyalistler gitti...

Kimse onları geri getirecek güçte değildir.

Bugün ABD halkı Obama’yı başkan seçti. Dünyaya şunu duyurdu: Biz ne zenci düşmanıyız, ne Müslüman düşmanıyız. Biz insanları severiz. Düşmanlık iddiaları tamamen tekel sermayenin fitnesinden ibarettir. Ellerindeki medya yoluyla bize yapılan iftiradır. Obama’nın seçilmesi “Adil Düzen”in kapıya gelmiş olması demektir. Amerikan halkını  bu seçimleri sebebiyle tebrik etmeliyiz.

Bugün Rusya’daki en etkin kişi Putin’dir; İslâm Konferansı’na ben de İslâm devletiyim diye başvurmuştur…

Yarım asır içinde nerden nereye geldik.

Papa İstanbul’a gelmiş, Sultan Ahmet Camii’nde âlemlerin Rabbine dua etmiştir.

Mehmet Akif’in; “Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın, / Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.” sözleri bugün kapımızı çalmıştır.

***

أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ 

(EaFaMaN KAvNa GaLAy BayYıNaTın MıN RabBiHiM)

“Rabbinin beyyinesi üzerinde olan kimse.”

Fa” burada sebep fasıdır.

Neden helâk etti?

Neden mü’minleri galip getirdi.

Neden onların âhiretleri de mamur bulunmaktadır?

Onun sebebini anlatmaktadır.

Burada çok önemli tahliller yapılmaktadır.

Mü’minler neden hidayettedirler, kâfirler neden helâktedirler.

Bunun sebebini açıklamaktadır.

Onlar Rablerinden beyyine üzerindedirler. Yani Rableri onlara beyyine göndermiştir. “Beyyine” sabit demektir; açık olan, sabit olan demektir.

Mahkemede şahitleri getirip onlar lehine şehadet ettirmek bir beyyinedir.

Bizim elimizde Kur’an vardır. Bu beyyinedir. Açık ispattır. Kur’an’ın Allah sözü olduğu ilmen sabittir. Tarafımızdan yazılan kitapta 25 (yirmi beş) delil ikame edilmiştir.

Sizlere özetle arz edelim.

Kur’an, kendisinden sonra kitap ve nebi gelmeyecektir demiş ve bu gerçekleşmiştir. Bugün kimse ben peygamberim diye iddia edemez. Yalnız İslâm âleminde değil, dünyada da peygamberlik iddiası ile kimse çıkmamıştır. Kur’an’ın yerine ikame edilen bir kitap getiren olmamıştır.

Bu kitabın tahrif edilemeyeceğini beyan etmiş ve başka hiçbir kitabın  ulaşamadığı bir titizlikle günümüze kadar harfi harfine gelmiştir. Burada mucize olan sadece gelmesi değildir, Kur’an’ın bunu bildirmesidir.

Kur’an Hazreti Muhammed’i Kur’an’ı yorumlamaktan men etmiş, Biz sonra onu beyan edeceğiz demiştir. Ondan sonra ekoller oluşmuş, bugün Batı ilimlerinin de kaynağı olan beyan ilimleri gelişmiştir. Dünyada başka hiçbir dile böyle bir ilim nasip olamamıştır. Bundan sonra da olması beklenemez. Kur’an kendisinin nasıl beyan edileceğini bizzat kendisi anlatmıştır. Sonra müçtehitler ona göre beyan ilmini geliştirmişlerdir.

Kur’an’da muhkem âyetlerin olduğunu, onun yanında diğerlerinin müteşabih olduğunu belirtmiş ve onları ancak ilim adamlarının anlayacağını, hepsini değil bir kısmını zaman geçtikçe ilimin gelişmesiyle daha çok anlaşılacağını ifade etmiştir. İlmin de daima gelişeceğini bildirmiştir. İlme uymayan ifadelerin müteşabih olduğunu anlatmış, ya işe göre yorumlamayı yahut bu sonra anlaşılacaktır deyip geçmemizi öğretmiştir. Kur’an insanlığın hidayeti için ve Kur’an’ın anlaşılması için ilmi bir araç yapmış, böylece insanlığı müsbet ilme götürmüştür.

Şimdi de bu anlattıklarımız içinde hatalar vardır. Onlar bizim hatalarımızdır. Allah size de akıl vermiş, onları ayırabilirsiniz. Ama içindeki doğrular tamamen Allah’ın bize yaptığı beyanlardan ibarettir. Hepimiz Kur’an üzerinde çalışacağız, ittifak ettiğimiz hususlar doğrudan Allah’ın vahyidir. Onda hata olmaz. İcma budur. Sadece bu varsayım bile Kur’an’ın İlâhi kitap olduğunu ispat etmeye yeterlidir.

“Rabbinden gelen beyyine üzerindedir”in mânâsında olduğu gibi; Allah onları beyyine üzerine bırakmıştır.

Herkes kendisini düşünsün...

Nasıl beyyine üzerinedir, hidayeti nasıl bulmuştur?

Birçok tesadüfler veya tevafuklar bizleri hidayete ulaştırmıştır. Bu tesadüfler Allah’ın takdiridir. Bizi hidayete koymak için bunları yapmıştır. Buradaki bizim iyi niyetimizden dolayı Allah’ın ihsanıdır, yoksa biz hiçbir zaman bu yerlere gelemezdik.

Bilesiniz ki, biz “Adil Düzen”den bahsediyorsak bu O’nun lütfüdür

Siz de bizden bunları duyma imkanına ulaşmışsanız, bu da Allah’ın lütfüdür.

Yoksa sadece bizim çalışmalarımızla bir yere varmak mümkün değildir.

İşte Allah bu âyette bunu bildirmektedir.

“Rabbi tarafından ihsan edilen beyyine üzerinde olan” diyor.

كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ

(KaMaN ZuyYıNa LaHU SUuEu AmaLiHIy)

“Kendisine amelinin sûu tezyin ettiği kimse gibi midir.”

Kendisine amelinin kötülüğü Allah tarafından tezyin edilmiştir.

Kötü niyetli olanlara yaptıkları kötü işler iyi görünür.

Burada “zeyyene” denmeyip “züyyine” denmesi, beyyinedeki ikinci mânâyı teyid etmektedir. Yani beyyine üzerinde olmamız bizim emeğimizle olmuş bir şey değildir. Allah lütfetmiştir. Onlara da Allah lütfetmiştir.

Bunun sebebi nedir?

Sadece niyet sözkonusudur. İyi niyetli iseniz, Allah sizi beyyine üzerine koyar; kötü niyetli iseniz sizi kötülük yapmaktan alıkoymaz, sizi korumaz, bu yetmiyormuş gibi bir de size yaptığınız kötülükleri iyi gösterir. Böylece kötülükte devam edersiniz.

İşte, şimdi iyilik yaptığımız zaman iyi olduğu için bize iyi görünür. Ama kötülük yaptığımızda o iş de bize iyi görünür.

O halde, biz amelimizin iyi olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte burada bazı kriterler ortaya koymamız ve kendimizi kontrol etmemiz gerekir. Kur’an bunları bize şu kurallarla öğretmektedir.

“Siz onları seversiniz, onlar sizi sevmez.” O halde bir amel tüm insanlık için hattâ sizi sevmeyenler için de yararlı ise o amel-i sâlihtir. Yani çıkar çatışması kötü, çıkar paralelliği iyidir.

1- Her söze kulak vermek ama sonra kendi içtihadınla hareket etmek gerekir. Başkalarının sözlerini değersiz görme ucubedir. Başkalarının sözlerini aklınızla ve ilminizle değerlendirmeden koşulsuz kabul etmek şirktir, onu tanrı kabul etmedir.

2- İyilikte karşılıklı yardımlaşma, kötülükte yardımlaşmama esası vardır.

3- Biz kimin söylediğine bakmayız, ne söylediğine bakarız. Biz kimin yaptığına bakmayız, ne yaptığına bakarız. İyi bir şey yapıyorlarsa biz destekleriz.

4- Kur’an’ın emrettiği dördüncü esas, hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin emridir. Söz söylerken hakkı söyleyeceğiz.

Bu dört ilke ile kendimizi kontrol etmeliyiz.

Yaptığımız bu ilkelere uyuyorsa o zaman bizim yaptığımız doğrudur.

Bunun kontrolü Hakkı tavsiyeleşmek ve sabrı tavsiyeleşmektir.

وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ  (14)

(Va itTaBaGUv EaHVAEHuM)

“Ve onlar hevalarına tâbi oldular.”

Heva” ne demektir? “Haviye” kelimesi ile akrabadır. Çukura yuvarlanmak demektir. Kendimizi hislerimize bırakır da aklımızı kullanmazsak çukura yuvarlanmış oluruz.

Onlar hevalarına tâbi olmuşlardır. Sermaye dünyayı yönetme hevasına düşmüştür. Yeryüzünde tek devlet olma sevdasına düşmüştür. Oysa Allah güvenliği ülkelere yani kavimlerin mü’minlerine tevdi etmiştir.

İnsanlık tek devlet olmayacak, ilimde âlimler öncülük edeceklerdir. Dünya devleti oluşamaz. Buna heves eden sermaye hevasına uymuştur.

Allah’ın beyyinesine uymayanlar hevalarına uymuş olurlar. Çünkü bir şey ya Haktır ya dalâlet. Haktan sonra yalnız dalâlet vardır.

 

 


MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
1-1 VE 3.AYETLER
1365 Okunma
2-4 VE 6.AYETLER
1635 Okunma
3-7 VE 11.AYETLER
1508 Okunma
4-12 VE 14.AYETLER
1420 Okunma
5-15.AYET
2902 Okunma
6-16 VE 19.AYETLER
1393 Okunma
7-20 VE 23.AYETLER
1597 Okunma
8-24 VE 28.AYETLER
1273 Okunma
9-29 VE 32.AYETLER
1462 Okunma
10-33 VE 35.AYETLER
1398 Okunma
11-36 VE 37.AYETLER
1380 Okunma
12-38.AYET
1643 Okunma