Kıyamet Sûresi-7
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
كَلَّا إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِي (26) وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ (27) وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ (28) وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ (29) إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ (30)
كَلَّا إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِي
(KalLAv EiÜAv BaLaĞaTi elTaRAQıYe)
“Kellâ, teraki baliğ olunca.”
“Kellâ”dan sonra başlayan ve “Fe” harfinden önce sona eren bu âyetlerden beşinin sonu “Kaf” harfi ile bitmektedir. Bundan önceki âyetle olan ilişkisi, yüzlerin ağardığı günlerle yüzlerin karardığı günleri anlatmaya devam etmektedir. Ne var ki burada “yevmeizin” tekrar edilmiştir.
“Kellâ” ile ayrılmıştır. Bundan önce anlatılanlar, kıyametten sonra geçecek olan soruşturma ve muhakeme zamanıdır. Burada anlatılan ise infazdır.
Olaydan sonra soruşturma yapılır, dava açılır, muhakeme edilir ve sonunda karara bağlanır. Karardan sonra da infaz safhası gelir.
Bu “Kellâ”dan sonra beş âyette anlatılanlar infaz safhasıdır. İlk üç âyet dörder kelimedir ve “Rak” ile bitmektedir, son iki âyet beşer kelimedir ve “Sak” ile bitmektedir.
Bu sûreyi baştan itibaren yorumladığımızda kıyameti saatle başlattık, Ay’ın tutulmasını ve Güneş’le cem olmasını dirilmeden önce olarak yorumladık, bu âyete kadar öyle geldik. “Kıyam” kelimesi ayağa kalkma olduğuna göre sûre saatin yani yeni kâinatın başladığı zamanı anlatmış olabilir. Şimdi sûreyi yeniden ele alıp baştan yorumlayabiliriz. Bunu yapmamıza uygun düşmeyen “Ay husuf ettiğinde” ifadesidir. O takdirde Ay’ın husuf etmesi, Güneş’i bize yansıtmaması anlamına gelir, husuf edip cem edecektir denmektedir.
O şekilde anladığımız zaman bu sûre baştan sonuna kadar dirilme ve sorgulama zamanını anlatmış olur. Sûreyi bu varsayımla yani bütün olayların ikinci dirilmeden ve cennet veya cehenneme gitmeden önceki zamanı kabul ederek Kur’an’ı yeniden yorumlamamız gerekmektedir.
Bu beş âyette geçen kök kelimeler 9 tanedir. 3 kök de tekrar edilmiştir Toplam olarak 12 etmektedir.
“İzâ, men, innehu, ve, ve, ve, bi, ilâ, kellâ”; 9 da mebni vardır.
Toplam 21 eder. 3*7=21’dir.
Kökleri manaları ile üçlü gruba ayırırsak;
“Kavl, zan, yevm”
“Buluğ, sevk, firak” ilişkiyi ifade ederler.
“Rak, leff, rab” kalan üç kelime de birbirleri ile ilişkili olmalıdır.
“RQB, RQM, RQV, RQD, RQQ”. Bu kelimelerden üçü dudak harfi ile biter.
“Rakaba” boyun demektir. İnsanın yüksek tarafını ifade eder. “Rakam” yükseklik demektir. “Rukıyyet” ise yükselme anlamındadır. Nefesin boğaza çıkması şeklinde yorumlanması beni tatmin etmiyordu.
Buradaki “Teraki” tefaul bâbıdır, masdardır. “Terquve”nin çoğulu olarak ifade edilmektedir. “Terquve” kalıbı Kur’an’da yoktur. Bu kelime masdardır. “Terkıy” tefaul bâbıdır. “Terakı” mef’ul olabileceği gibi fail de olabilir. “Belegat” kelimesinin faili daha önce geçmemiştir. O halde terakı baliğ olunca. “Teraki” yükselme yarışmasıdır. Muhakeme edip yukarıya çıkma yarışması olarak aldığımızda manası dava sona erince, muhakeme temel alınınca manası çıkar.
“Rak” kelimesi geçtiğinde, yükselten kimdir; hükmeden, dereceleri belirleyen, karar verecek kim denir. Soruşturma başka karar başka yerde olmaktadır. Muhakemede iki kural vardır. Ya hâkimler aynı zamanda soruşturma yapar (bugün Türkiye’de uygulanan usul budur), ya da soruşturma ayrı hüküm veren yer ayrıdır (fıkıhta bu usul benimsenmiştir). Âhirette de durum budur. Muhakeme edilecek, her şey hesaplanacak, niyetler de belirlenerek sonunda sonuç arz edilecektir.
Farklar nerdedir?
Katsayılardadır. Sevapların kasıtlara göre ve mazeretlere göre değerlendirilmesidir. Sûrede mazeretlerin konacağı ifade edilmiştir. Şimdi de son hüküm kimde denir. Burada “Kıle” denmektedir. Hakemlerin seçilmesidir. Kişilere sorulur, kim hükmetsin, kararı kim versin? Yani insanlar kendi hakemlerini kendileri seçeceklerdir.
İnsan artık anlıyor ki o ayrılacaktır. Kendisi firaktadır. Firak marife gelmiştir. Buradaki zamir zanneden insan ise kendisinin firak olduğunu zannedecektir. “Firak” “ferik”in cem’i olarak alınırsa o zaman parça parça olduğunu görecektir demektir.
كَلَّا
(KalLAv)
“Öyle değil”
“Kellâ” kelimesi gruplama için getirilir. Bir taraftan uyarmakta ve düşündürmekte, diğer taraftan her paragraf başına işaret etmektedir. Kur’an yazılmıştır ama yazıya göre mana taşımaz. Hep harflerle ifade edilir. Paragraf başında harflerden bazıları getirilir. “Lekad, Kellâ” bunlardan biridir. Bu sûrede tekrar edilen “Kellâ”lar bu paragraf başlarına işaret etmektedir.
Bundan sonra gelen “İzâ” kelimesi daha önceki cümlenin zarfı olabilir yahut şart cümlesi olabilir. O zaman muahhar cevabın şartı olur. “Kellâ” gelince daha öncenin zarfı olmadığını ifade eder.
Bu sûrede cennet ve cehenneme gitmeden önceki muhakeme dönemi anlatılmakta, dikkat etmemiz gerektiği ihtarları yapmakta, dünyadaki muhakemenin de benzer şekilde yapılması gerektiğini anlatmaktadır.
1) Kimsenin savunma hakkı elinden alınamaz. Savunması alınmadan kimse mahkûm edilemez. Gaip olan zararsız ise gelinceye kadar beklenir. Firarsa firar ettiği için tenkil edilir, mahkûm edilemez.
2) Verilecek cezalar kasda dayanacaktır. Kasdı olmayan fiillere ceza verilemez. Maksat ne ise hüküm ona göredir. Fiile değil kasıt fiile dönüşmüş kasıtlara ceza verilir.
3) Soruşturma yapan başkasıdır, hüküm veren başkasıdır. Soruşturmacılar şahittir, hüküm verenler hakemlerdir.
4) Hakemlerin taraflarca seçileceği hükmüdür. “Men râki denir” deniyor, hakem kim olacak deniyor.
إِذَا بَلَغَتْ
(EiÜAv BaLaĞaT)
“Baliğ olduğu zaman”
Buradaki “İzâ” şart “izâ”sıdır. Haberi “o gün mesak rabbinedir” ifadesidir. “İzâ” marifeli zarftır. Olması bilinen bir şeyin olma zamanı şart koşulmaktadır. Bu “İzâ” da maruf olan zamanı ifade eder. Muhakeme bittiği ve karar zamanı geldiği vakit demektir.
Burada şu sorunun cevabını buluyoruz. Bir kimse dava açmadan önce soruşturma yaptırabilir mi? Bizim yazdığımız anayasada hep bugünkü uygulamaya bakarak önce mahkemeye gidiyor, sonra soruşturmacıları seçiyorlar gibi düşünüyorduk. Gerçi buna ait hüküm ifade eden bir ifademiz yoktur ama beynimizde hep öyle düşünüyorduk. Oysa bu âyetler bize şunu gösteriyor. Soruşturma bitmişse, tanıklar şehadet edeceklerse o zaman hakemini seçip dava açıyoruz. Soruşturmacı bulamamışsan hakemlere gitmenin manası yoktur.
“Belega” kelimesi fiil-i mazidir ama “İzâ” ile geldiği zaman geleceğin hikâyesi olur. Fiil-i muzari gelseydi, soruşturma devam ederken “Men Rak” denebilirdi yani hakeminiz kim denebilirdi. Fiil-i mazi geldiği zaman soruşturmacılara dosyanızı hakemlere teslim edin denir.
İşte, hakemlere dosya teslim edildikten sonra artık soruşturmaya devam edilmez, soruşturmacılar soruşturmalarına devam etmezler. Deliller değişse de artık yeni delillere göre tanıklık yapmazlar. Dosya teslim edildikten sonra soruşturmacı tanıklıktan vazgeçtiği takdirde soruşturma ehliyetinde bir noksanlık söz konusu olabilir.
Görülüyor ki Kur’an’da hüküm âyeti olmayan bir âyet yoktur. Âhiretten bahseden âyetler de hüküm ihtiva eder. Çünkü Allah’ın şeriatı âhirette de devam etmekte olacaktır.
Burada “Belagat”teki “T” harfinden dolayı nefes olarak kabul edip ruhun nefes olduğunu zorlar dururduk.
Kur’an’da “nefislerinizi ihrac edin” denmektedir.
Bu âyetin manası sağ doğmanın işareti olan çocuğun nefes alması gibi, ölüm de nefesin durmasıyla açıklanmaktadır. Kalb durduğu halde çalıştırılabilmektedir. Son nefesten sonra artık insan sağ sayılmaz. Nabız dursa bile ciğerler nefes alıp veriyorsa kişi ölmüş sayılmaz. Orada nefes verme olsa bile bu bir varlığın boğazda yükselmesi anlamında değildir.
Herkes şunu bilmedir ki Kur’an’da eğer bizim aklımıza bir şey uymuyorsa ya bizim aklımızda bir noksanlık vardır yahut Kur’an’da henüz onunla ilgili âyetle karşılaşmadığımızdan dolayıdır. Bunun için müteşabihtir deriz. Allah bir gün bildirirse bilmiş oluruz.
التَّرَاقِي
(elTaRAQıY)
“Teraki”
Baliğ olan nefes değil terakidir. Masdar her zaman fail olabilir, fiil yardımcı olur. “Nasr ciet ettiği gün”de olduğu gibi masdar başka fiile fail olur. Masdar olunca da fiilin müennes gelmemesi gerekir. Demek ki bu çoğuldur. O zaman bizim verdiğimiz mana hatalı olmuş olur. “Terkuve” kelimesinin çoğulu olarak kabul ettiğimizde “terkuve” kelimesinin boğazdaki çıkıntıyı ifade ettiği şeklinde yorum yerine, tepe yani yüksek yer anlamı verilebilir. “Terkuve” yine infaz anlamına gelmiş olur, onun çoğulu olmuş olur.
Muhakeme ile terkuve arasında ne fark vardır?
Terkuve infaz sahasıdır. Muhakeme daha önce olmaktadır. Soruşturmacılar olayı tahkik ediyorlar, hakemler de soruşturmacıların şehadeti ile sabit olan vakaları hükme bağlıyorlar. Daha infaz safhası yoktur, tutuklama ve gözaltına alınma da yoktur.
Karar verildikten sonra infaz safhası gelmektedir. “Men Râk” demek infaz edecek kimdir demektir. İnfaz etme işi fıkıhta tartışmalıdır. İnfaz yetkisi başkana aittir, başkan infaz eder. Bucak başkanı af olup olmadığını belirler ve infaz kararını ilan eder. İnfazı yapacak ise askeri birliktir, illerde zabıtadır.
İnfaz dayanışma ortaklıkları tarafından yapılır. Suçlunun dayanışma ortaklığı kendisi infaz eder. Böylece artık intikam hissi kalmaz. Kendi dayanışma ortaklığı infaz etmezse başkanın emriyle infaz karşı dayanışma ortaklığınca yapılır.
Şu sorulabilir; başkan cellât bulundurma yetkisine sahip midir?
Başkan doğrudan doğruya hiçbir güce sahip değildir. O gücünü siyasi dayanışma ortaklıklarından alır. O aynı zamanda merkez bölgeye ait ordunun da başkomutanıdır. İsteyenler başkanın ordusuna asker olurlar. Başkanın kabul ettiği kimseler asker olmuş olurlar.
Bu husustaki görüşlerimizi istihsanla yaparken Kur’an’da elbette bunların cevabına rastlanacaktır. Şimdi âhirete geldiğimizde bucak başkanı yoktur, dayanışma ortaklıkları yoktur. İnfazda artık sehpalar yoktur yani cezalar bu dünya cezasına benzememektedir. İşte Kur’an’da bunlara işaret ediliyor. Terakiye varılınca, iş infaza gelince sorusu sorulmuş olmaktadır.
وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ
(Va QIyLa MaN RAaQı)
“Ve Râk kimdir denilir”
أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ
“Semaya rukyet etmedikçe sana inanacak değiliz, rukyetine de inanmayız.”
Bu âyette rukyet göğe çıkma ile ifade edilmiştir, sülasidir. Mastarı da rukıyyettir.
أَمْ لَهُمْ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَلْيَرْتَقُوا فِي الْأَسْبَابِ (10)
“Semavat ve arz ve aralarında olanların mülkü onların mı? Öyleyse esbaba irtika etsinler.”
Yollara koyulsunlar. Yolları kullansınlar. Sülasisi de iftial bâbında olan da yola koyulmayı söylemektedir. Yolların içinde irtika etsinler demek, içinde yukarı çıkıp oralarda dolaşmak demektir. Raky etmek oraya çıkmak, irtika ise orada dolaşmaktır.
“Ruka” üfürükçülük anlamında gelmekte ise de Kur’an’da bu anlamda geçmemektedir.
Terakıya baliğ olunca ve rak kimdir denilince ifadesinde rak kelimesine verilecek mana ne olabilir?
Tefaul bâbı birden fazla müşareket içindir. Bir dağın çevresinde herkes dağın tepesine çıkmaya çalışıyor. Ne var ki borç ve alacak hesapları ile herkes diğerine çelme takabiliyor. Sonunda herkes hakkından vazgeçiyor ve tepeye çıkılıyor yahut tepede herkesin hesabı tamamlanmış oluyor.
Evet, bu dağa tırmananların bir kısmı yolda kalıp tepeye ulaşamamıştır. Tepeye ulaşanların listesi soruluyor. Kimler dağa çıkabildi yani kimler kurtuldu, kimler cennetlik oldu denir. Bunun listesi istenir ve bunlar cennete sevk edileceklerdir.
Bir insanda 3 milyardan fazla baz sayısı vardır; 3*10^9
Bunların bu şekilde sıralanışının ihtimali 1/(4^(10^9))
Bu bize kesin olarak gösteriyor ki insan muktedir bir bilen tarafından yaratılmıştır. İşte bu muktedir bu sûreyi bize indirmiştir.
Sadece bu âyeti ele alalım, harfleri sayalım.
V Q Y L M N R A Q
Âyette 10 harf vardır. Onlu sistem.
Durakta tenvin sayılmazsa o zaman 9 harf kalır. Bu sûrede 3’lü sistem hâkimdir. Ona göre Y Q Q boğaz, M V A dudak, L N R orta harflerdir. Med harfleri çıkarılırsa 7 harf kalır.
Ayrıca MV, QQ, YA, LR, Nn çifterdir.
Kur’an böyle mucizeleri ile göstermektedir ki Kuran’ın harflerini dizen ancak DNA’ları dizendir.
İşte, burada kıyametin durumunu anlatmaktadır. Biz de burada onu takip ediyoruz. Tüm ilmin ispat yolları ile âhiret ispatlanmış olmaktadır.
وَ
(Va)
“Ve”
Buradaki “Ve” “Kıyle” kelimesini “Balağat” kelimesine bağlamaktadır. “İzâ” şartı içinde toplanmaktadır. Dört şart cümlesi birbirine eklenmektedir.
1) “Terakı baliğ olunca”
2) “Kim rak oldu dendiğinde”.
3) “Ve firak olduğunu zannettiğinde”
4) “Sak saka iltifaf olunca” cümleleri şart cümlesi olarak getirilmiştir.
Artık fırkalaşma zamanı gelip de kendisinin nereye gittiğini anlayınca kişi artık arabaya bindirilip sevk edildiğinde gidilecek yer rabbinedir. İnsan, senin gideceğin yer rabbindir.
Bu şartların dördü bir arada gerçekleşmek durumundadır.
قِيلَ
(QIyLa)
“Denir”
Garaja gittiniz, İzmir’e gidecekseniz. Orada “İzmir’e, İzmir’e!” diye bağırırlar. Siz de arabaya binersiniz ve gidersiniz. İşte, muhakeme bitip mahkûmlar sevk edileceği zaman arabalar bekler. Hesabı biten ve sevkiyat belgesini alan gelip arabasına biner, cennet veya cehenneme yol alır. İşte, burada “Kıyle” denmesinin sebebi, söyleyen kendisi söylemiyor, olayı haber veriyor. “İzmir’e, İzmir’e!” deyip bir makine gibi cümleyi kendisi kurmuyor, kararı da kendisi vermiyor.
Bu tür hareketlerde askeri komutlarda belli kelimeler vardır. Yapılması gerektiğinde öyle bir komuta verilir. Namazdaki tekbirler de bu tür kelimelerdir.
Kur’an burada bize davetin böyle bilinen kelimelerle olacağını bildirmektedir. Dolayısıyla farklı kelimelerle okunamaz. Görevli melekler kendilerine verilen sözü tekrar edeceklerdir.
مَنْ
(MaN)
“Kim”
“Men” ism-i mevsuldür. Aynı zamanda soru edatıdır. Soru için olduğunda “Men” mübtedadır, ondan sonra gelen haberdir. “Kim var gelsin.” Soru yerine ism-i mevsul de olabilir. O zaman sadece mübteda zikredilmiş, haberi hazfedilmiştir. Kim yükselecekse araba hazır denmektedir yahut da cümle soru şeklindedir. Biri cevaben diyecek, ona cevaben araba hazır diyecektir.
Buradan anlıyoruz ki sevkiyat peyderpey yapılacaktır. Yargılanması bitince hazırlanmış dolmuşa binecek ve oradan ayrılacaktır.
Sorgulama zamanı bugün de çok zor geçen bir zamandır. Sorgulananlar bıkarlar, bir an evvel kararı beklerler. Soruşturma zamanı hapishaneden daha ağırdır. Bu sebepledir ki soruşturması biten kimse artık orada bekleyemez. Çünkü artık ona nafakası verilmeyecektir. Karnı acıkmıştır. Bir an evvel oradan ayrılmayı isteyecektir. Dolayısıyla soruşturması ve muhakemesi biten oradan ayrılacaktır.
Şimdi burada iki ihtimal vardır; ya soruşturma bitmiş karara bağlanmıştır yahut soruşturma bitmiş ama henüz karara bağlanmamış, bunlar mahkemeye sevk edileceklerdir. Şimdilik bu hususta hangisinin olacağı belirsizdir. Biz anlamıyoruz. Bu sûrede anlatılan yargılamadan önceki durum mudur yoksa yargılamadan sonraki durum mudur, daha anlamış değiliz.
رَاقٍ
(RAaQın)
“Râk”
Yükselecek kim, çıkacak kim? Kim çıkacaksa gelsin binsin demektir. Buradan anlıyoruz ki sevkiyat helikopterlerle olacaktır, karayoluyla götürülmeyecektir.
İşte buradaki yükselmeyi terakıdaki yükselmeden farklı olarak anlıyoruz. Terakıyı soruşturma olarak anlıyoruz, buradakini ise araca binip yükselme şeklinde anlıyoruz.
Eğer terakıyı nefes ile yorumlayacak olursak burada “rak” değil “rakıye” olacaktır. O halde fail nefes değil insandır. Boğazdan çıkacak nefesle alakası yoktur.
Bizim yorumlarımızda zorlamalar olduğunu düşünenler olabilir. Siz gramer kurallarına uyarak başka manalar verebilirsiniz ve o da doğru olabilir.
Kim davasını bitirdi anlamında bir soru olabilir yahut kim kurtuldu anlamına gelebilir. Biz soruşturmanın sona erdiği şeklinde anlıyoruz.
“Râk”ın faili “Men” olduğu için erkek ve kadını müfret ve cemi’ içine almaktadır. Eğer soruşturmanın sonu olarak anlarsak soruşturma yeri ile yargılama yeri ayrı yerde olacaktır. Soruşturma olayların cereyan ettiği yerdir. Bu dünyada yargılandığı yer ise bucak merkezidir. Âhirette de soruşturma bittikten sonra yine başka yere sevk edilecek ve orada muhakeme edilecektir. Sevkiyat hava aracı ile olacağı için “rak” denmektedir.
وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ
(Va JanNa EanNaHuv eLFıRAQu)
“Ve firak olduğunu zannetti.”
Bu âyetin manasını anlayabilmemiz zamirin nereye raci olduğu hususunun tesbiti ile olacaktır.
1- “Ennehu”daki “Hu” şan zamiri olur. “El-Firak” Ennenin haberi olmuş olur. Zanne iki mef’ûlün bih alan nasih fiildir. Eğer iki mef’ûlün bihinin önüne En ya da Enne gelirse buna sedde mesedde mef’ûleyn denir. Bu nedenle buradaki hu şan zamiri olmaz. Enne’den önce mübteda konumundadır. Bu takdirde ayrılmanın bu yargılamadan sonra olacağını anlar, el-firakı bi’l-hükmi şeklinde yorumlayabiliriz.
2- Yahut “rukıyye”ye giden mahzuf bir zamir olur. Bu gidişin tefrika gidişi olduğunu anlar. Çünkü ayrı ayrı araçlara bindirilir. Soruşturmada suçsuz olanlar artık yargılamaya götürülmez. Diğerleri ise yargı huzuruna çıkarılırlar. Bugün dünyada uygulanan sistem orada da uygulanmış olur. Bu manaların verilmesi için şan zamirinin üstünlü “enne”ye de gelebilmesi ile olur.
3- Yahut “EnneHu”daki zamir “Enne”nin ismidir. Zamir yine “Râk”a gitmektedir. “el-Firak” haberdir. Aynı mana çıkar.
4- Diğer taraftan buradaki zamir insana racidir. Kendisi firaktadır, ayrılıktadır, fırkanın birine katılmıştır.
Bu zamirin işaret ettiği kimseyi belirledikten sonra diğer kelimelere ona göre mana veririz.
“Zanne” kelimesi tahmin etmektir, öyle olmasına hükmetmektir, doğruluğu % 70’ten fazla olmaktır. Kur’an’da anladı anlamındadır ama başkasının anlatması ile anladı değil de, kendi kendine anladı demektir. “Zekere” ise zikretti, başkasının söylediklerini anladı veya hatırladı anlamındadır.
“Zannetmek” fiili insana has bir fiildir. Hayvanlar zannetmezler, hata etseler de kendileri kesin bilirler yani kani oldukları gibi hareket ederler. İnsanda ise yaklaşık olarak bilme, tahmin etme melekesi vardır. İnsan böyle yaratılmıştır.
İnsanlar gaybı bilme melekesine sahiptir. İnsanlar geçmişte olanları bugün bilmektedirler, kendilerine öğretilen dil ile kavramaktadırlar.
“Zannetmek” aynı zamanda yanılmayı da içine alır. İnsanın içtihatla amel etmesi zan melekesine dayanır. Zannınızla amel edecekseniz, yanılırsanız da zannınız doğru çıkar.
Yirminci yüzyılda insanın kesin bilgilere sahip olacağı zannedilmişti. Fizikte ispat edilmiştir ki kesin bilgi yoktur. Bilgide mutlaka hata vardır. İnsana yakından bakarsanız ince detayları görürsünüz ama tümünü kavrayamazsınız. O detaylarla insanı tanıyamazsınız. Uzaktan bakınca insanı görürsünüz ama detayları bilemezsiniz.
Demek ki insan mutlaka eksik bilecektir. ‘Size ilimden az şey verildi’ âyeti bunu ifade etmektedir. Ama bize yaklaşık bilgi yetmemektedir. Köşegeni bildiğimiz karenin hiçbir zaman kenarını kesin olarak hesaplayamayız. Her seferinde biraz yaklaşırız ama hiçbir zaman tam değerini bulamayız. Birçok hesaplarda bize iki basamak bile yeterli olmaktadır.
Hiçbir zaman hesaplayamadığımız bir sayı da dairenin çevresidir. Çapını bildiğimizde çevresinin uzunluğunu hesaplamamız mümkün değildir. Ama bize 3,1416 sayısı yetmektedir.
İşte, insana has olan bu zan fiili hem eksikliği hem de gerçekliği ifade eder. Dolayısıyla iki anlamda kullanılmaktadır. Zannın ilme dönüşmesi icma ile olur. Tüm ilgililerin ittifak ettiği husus kesin kabul edilir, sonradan onu değiştirmek için de yeniden ittifak gerekmektedir.
Soruşturması tamamlanan kişi artık araca binecektir. Yükselen araca binecektir. Dünyadaki bütün psikolojik hallerine sahiptir. Yani insan âhirette de zannedecektir, her şeyi kesin olarak bilmeyecektir.
Burada anlatılan zaman cennet ve cehenneme gitmeden sonraki zamandır, dirildikten sonraki muhakeme zamanıdır.
Cennete gittiğimizde insandaki zannetme melekesi devam edecek midir?
Onun cevabını başka âyetlerde aramamız gerekir.
İnsanların en çok merak ettiği hususlar geçmişi ve geleceği bilmektir. Bunu bize anlatacak olan kaynak Kur’an’dır. İlâhi söz olduğu ilmen sabit olan bir kitapta geçmişimiz, nasıl yaratıldığımız, geleceğimiz ve nereye gideceğimiz anlatılmaktadır.
Herkesin sırf bunun için Kur’an’ı sürekli okuyup üzerinde düşünmesi gerekir.
Oysa insanlar günlerini futbol seyretmekle geçiriyorlar. Bu durum insanlığın çökmekte olduğunu göstermektedir. Nuh Tufanı’na benzer bir tufan ile karşı karşıyayız. Biz buna “Sosyal Tufan” diyoruz. Bunun gemisi “Adil Düzen”dir, ilâhi düzendir. Gemiye binenler kurtulacak, binmeyenler gark olacak, helâk olacaklardır.
وَظَنَّ
(Va JanNa)
“Ve zannetti”
Ve anladığı zaman... Dört fiilden biri zannetmedir. Terakıya baliğ olunduğu ve râk olan kim dendiği ve zannettiği ile vesak saka iltifaf ettiği zaman gidilecek yer rabbinedir denmektedir.
İnsanda iki meleke vardır. Biri devamlı ilerlemek ister, yenilik ister ve bir an önce hedefe ulaşma arzusundadır. Diğeri ise bulunduğu durumdan ayrılmak istemez, beraber olduğu kimselerden ve mevcut yerlerden ayrılmak istemez.
Aile içi gerginlikler buradan doğar. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar bulundukları yerlerde kalmayı severler, yer değiştirmeyi istemezler. Oysa nafaka sorumluluğu yüklenen erkek devamlı hamle yapmak, ileri gitmek ve yer değiştirmek ister.
İnsandaki bu meleke âhirette de devam edecektir demektir. Bir taraftan sorgudan kurtulmak isteyecektir ama diğer taraftan ayrılma ve kopma onu üzmektedir.
Bir gelin evinden ayrılır ve kocasının evine hicret eder yahut erkek karısının yurduna hicret eder. Evlendikleri ve çocukları olacağı için memnundurlar ama diğer taraftan ailesinden ve çevresinden kopacaktır. Bu da onları ve ailelerini üzmektedir. Sonunda ayrılıklara bile sebep olmaktadır. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar / arşı arşı memlekete kız vermesinler” türküsü herhalde hepinizi etkilemiştir.
Artvin’de bir söz vardır. Gelin ata binmiş, memleketinden ayrılacakmış, ağlamaya başlamış. Babası çok acımış, gelin alan kaynata da böyle ağlayan gelini ne yapalım demiş ve bu işe son verilmesi hususunda anlaşmışlar. Geline gidip müjdeyi vermişler; ağlamana gerek yok, bu işi burada sona erdirdik demişler. Gelin “Ben hem ağlarım hem giderim” demiş.
Bu kadar mihnet ve sıkıntıdan sonra yepyeni baki hayata gittiğimizde böyle bir halet-i ruhiye içinde oluruz. Ağlaya ağlaya gideriz. Ağlaya ağlaya ölmüyor muyuz?
أَنَّهُ
(EanNaHuv)
“O”
EnneHu kendisi firaktır, artık dağdağalı ve maceralı yaşam son bulmaktadır.
Başka bir âyette onlar diyecekler ki; sen bizi iki defa öldürdün ve iki defa dirilttin.
İlk defası ilk yaratılmamızdır. Daha önce de ölü idik. Sonra öleceğiz, sonra dirileceğiz. İki ölüm var ama birinci ölüm öldürme değildir. Âhirette asıl dirilme cennet ve cehenneme gitme zamanında olacaktır. İlk ölüm hâlinden sonra dirilme hâline geçiştir. Anne karnından başlar, dünya hayatından geçer, kıyamette yeniden ayağa kalkar ve sonunda yeni yapıya, cennet veya cehennem yapısına ulaşır. İşte insan asıl hayatı o zaman anlar olur.
الْفِرَاقُ
(eLFıRAQu)
“Firaktır”
“Firak” masdardır, kayanın parçalanması, dağılması demektir.
İyi insanla kötü insan birbirinden ayrılacak. Eski yapılar ve topluluklar sona erecek. Yeni bir hayat başlayacak. Bu ayrılık yalnız cennete gidenlerle cehenneme gidenler arasında olmayacak. Cennettekiler de cehennemdekiler de fırka fırka olacak, grup grup olacak, herkes sevdiği kimselerle birlikte olacaktır.
“Adil Düzen Anayasası”nda bu gruplaşmayı sağlamak amacıyla insanlık ülkelere, ülkeler illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılmıştır. Hicret demokrasisi getirilmiştir. Kişiye topluluğunu değiştirme hakkı sağlanmış ve imkânlar oluşturulmuştur. Göç edenin taşınmaz mallarını devlet cari fiyatlarla satın almaktadır. Ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları oluşturulmuştur. Kişi her zaman sosyal grubunu değiştirebilmektedir. Bu durum yalnız insanlara hastır. İnsandan başka hiçbir canlıda topluluğunu değiştirme ve gruplar oluşturma yoktur. Bu durum firak ile ifade edilmiştir. İnsanlık dünya hayatında uygarlaştıkça âhiret hayatına yaklaşmaktadır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” buna doğru atılan büyük adımı anlatmakta ve ortaya koymaktadır.
Dilde fail yerine mastar da zikredilir ve kendisindeki o özellik belirtilir. Bu firaktır. Bugün firak günüdür anlamına geldiği gibi artık firak benim, her şeyimden ayrılıyorum demek de olur.
Kur’an’ın adı Furkan’dır.
Budizm’in kitabının adı burkandı.
Topluluğun dağılmasını Kur’an nehy etmekte ama hicret demokrasisini tesis etmektedir. İnsanlar bir olmalıdırlar, ayrılmamalıdırlar ama bu birlik rıza ile olmalıdır. Hicret demokrasisi bunu gerçekleştirmektedir, isteyerek ayrılmayı sağlamaktadır.
وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ
(Va iLTafFaT elSAvQu Bi elSAvQi)
“Ve sak saka iltifaf ettiğinde.”
“Firak” kelimesini hicret özgürlüğü ile tanımladıktan sonra bu âyetin belirsiz olan manası da anlaşılır hâle gelmiştir.
“İltifaf etmek” demek kendi isteğiyle bitişmek demektir. Lif, pamuk, yün, keten gibi uzun ince yapılardır. Bunları eğirdiğiniz zaman iplik olurlar, onları dokuduğunuz zaman da kumaş olurlar. Tüm varlıklar ve canlılar liflerden oluşmuştur. Onların birbirleriyle dolanmaları ile varlık meydana gelmektedir.
Kromozomlar da birer liftir, birbirlerine sarılmış liflerdir. Dört değerli karbon zincirleri oluşturarak hayatı sağlamaktadır. Kristal yapılar da liflerden oluşmaktadır.
İltifaf etmesi, kendi isteğiyle ve kendi arzusuyla lifleşmesi demektir. Aslında kromozomların oluşması iltifaf ile olmaktadır. Birbirinden ayrılmış olan kromozom çiftinin her biri ağını kurarak her benan eşini bekler. Eş moleküller kendi istekleri ile gelip zincire katılırlar ve böylece iki çift salsal meydana gelir. Yani hayat firak ve lifaftan ibarettir. Lifaftan değil iltifaftan ibarettir.
Ailelerinden kopan erkek ve kız birleşerek iltifaf ederek yeni aile kurarlar. Ayrılma ve birleşme, işte ebedi kanun, âhirette de işleyecek olan sünnetullah.
Fıkıhta yurtlar üçe ayrılmaktadır. Kişilerin topluluktan ayrılmasına izin vermeyen topluluklara “dar-ı harb” denir. Bunlarla savaşmak meşrudur.
Firaka izin vermekle beraber iltifafa izin vermeyen ülkelere “dar-ı terk” denir.
Hem firaka hem de iltifafa izin veren yerlere “dar-ı islâm” denir.
Âhirette de bu durum devam edecektir. İnsanlar cennetlik ve cehennemlik olduğu gibi cennettekiler de cehennemdekiler de kendi arzularına göre gruplanacak, böylece yeni hayat da topluluk ve aile hâlinde devam edecektir.
Buradaki “sak saka iltifaf edince”den maksat, birbirlerine uyumlu olanlar yan yana gelince, birbiriyle beraber olunca demektir. Eşler birer sakdır. Evlenince iltifaf etmiş olurlar.
İnsanların iki türlü hayatları vardır, birincisi topluluktaki hayatları, bir de ailedeki hayatları. Ailedeki hayatlarında karı koca olarak iltifaf ederler. Toplukta iş yaparken veya sohbetler yaparken herkes bir arkadaş bulur ve onunla çalışmaya başlar. Bu da iltifaftır.
Kendi hayatınızı düşününüz, mutlaka iltifaf ettiğiniz bir arkadaşınız vardır. Özel hayatınızı düşünürken eşiniz aklınıza gelir, hep eşinizin isteklerini değerlendirerek hareket edersiniz. Topluluk içinde de öyle birisi vardır ki her işi ona danışma ihtiyacını duyarsınız. Eşinizi zor değiştirirsiniz yani değiştirmezsiniz, genellikle ölünceye kadar o beyninizden hiç ayrılmaz.
İki dul evlenmişler. Birbirlerine hep eski eşlerini anlatmaya başlamışlar. Bir gün biri ‘Bir yatağa dört kişi sığmaz’ demiş ve ayrılmışlar.
Evlilikte bu böyle olmakla beraber iş hayatında sık sık iltifaf ettiğiniz kimseleri değiştirirsiniz. Okuldaki arkadaşlarınız hatıralarda kalır. Gençlikte cihat edersiniz, başarılara ulaşırsınız ama bir müddet sonra bir de bakarsınız ki birlikte çilesini çektiğiniz ideallerinizdeki arkadaşlar da ayrılmış, herkes yeni arkadaşlar bulmuştur.
Âhirette de benzer hayatın olacağı anlaşılmaktadır.
وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ
(Va iLTafFaT elSAvQu BiL elSAvQi)
“Ve sak saka iltifaf edince.”
“Sak” kelimesi bacak demektir. Ayrıca buğdayın başaklarını taşıyan dallar da sakdır. Hayvanların ayakları da sakdır.
“Sevk” fiili bir yerden diğer bir yere nakletmektir, Türkçede de “sevk” olarak kullanmaktayız.
“Sokak” kelimesi Türkçede yanlış kullanılmaktadır, doğrusu “sokak” değil “suk”dur.
İki ayak veya dört ayak insanın ve hayvanın yürümesi için konmuş iki organdır. Kuşların iki kandı da böyledir. Bunlarla hareket sağlanmaktadır.
Bu iki veya dört ayak gelişigüzel yan yana gelmemiştir. Aralarında son derece hassas uyum vardır. İnsan ayakta durmakta, ne öne ne arkaya ne sağa ne de sola devrilmektedir. Sıra ile adım atmaktadır. Ayağın biri yerden kesildiği halde yine de devrilme yoktur. Biri yere bastığı zaman diğeri onun ardından aynı yükü yüklenmektedir.
Dört ayak üzerine yürüyen hayvanlarda ise bu ayar dört ayak üzerinde olmaktadır. Dört ayaktan çapraz olarak ikisi yerde iken diğer ikisi hareket eder. Sonra yer değiştirirler. Böylece uyum yalnız sağ sol arasında değil, aynı zamanda ön arka ayaklar arasında da münavebeli uyum vardır. Bazen atlarda olduğu gibi arka ayaklar beraber, ön ayaklar beraber hareket eder.
Bitkilerde kısa boylu otlar ve çalılar gruplar hâlinde bulunurlar. Böylece rüzgâra karşı kendilerini daha kolay korurlar. Saçak kökleri ile yere sıkı tutunurlar. Hayvanlar kendilerini koparsalar bile kökleri yerinde kalır ve başka dallar çıkarırlar.
Demek ki “sak” dediğimiz zaman iki yan yana gelen benzer varlıklar değil, birbirleri ile eşleşmiş birlikte ahenkli bir şekilde hareket eden çift veya gruptur.
Bu anlaşma, bu birleşme iltifaftır. Karı koca arasında, çifte koşulan öküzler arasında böyle iltifaf vardır. Şoförle arabası arasında, ruhla beden arasında da böyle iltifaf vardır.
Âhirette iş yok güç yok ne için iltifaf olacaktır?
Karı koca çocuk yapmayacaklarına göre ne için iltifaf edeceklerdir?
İşte, Allah bu gibi sorulara cevap vermektedir.
Orada boş ve zevksiz oturma, heyecansız ve idealsiz oturma yoktur. Bu dünya hayatından daha çok meşgalemiz olacak, daha çok sevincimiz olacak, heyecanlarımız ve başarılarımız olacaktır. Bu sebeple orada da arkadaşa ve eşe ihtiyacımız vardır.
İzmir Akevler’in kuruluş gayesi yani gaye maddesi “Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır” şeklinde olmuştur. İşte bu sakın saka iltifafıdır. Yarım asra yakın çalışmalarımızda yaşamada beraber olmak isteyenleri bir araya getirdik. Uşşakiler bir apartmanda toplandılar, ilâhiyatçılar bir apartmanda toplandılar. Ama çalışmada beraberliği sağlayamadık.
Şimdi İstanbul Akevler’de kurmakta olduğumuz “YÜZ DAİRELİK LOJMANLI İŞYERİ APARTMAN” projemiz bunu sağlayacak, sakın saka iltifatını sağlayacaktır, inşaallah.
Önce yüz ortak bir araya gelecek ve hiçbir ödeme yapmadan oradaki işyerinde birleşeceklerdir. Elli dükkân olacak, iki kişiye bir dükkân düşecektir. Herkes ikişer ikişer ortak olacak ve bir dükkâna sahip olacaklardır. Sak sak ile iltifaf etmiş olacaktır. Lojmanlarda da karı koca birlikte yerleşecekler, orada da sak sak ile iltifaf edecektir. Her kat bir aşiret/ocak olacak ve böylece aralarında buğday sümbül katı gibi olacaklardır.
İzmir Akevler’deki başarısızlığımızı inşaallah İstanbul’da gidereceğiz. İzmir de bu çalışmaya katılmıştır. İleride Millî Görüşçüler ve Fethullah Gülenciler de buna katılacaklardır. Belki bizimle beraber olmayacaklar ama kendileri aynen bunları yapacaklardır. Yeni tarikat, yeni dini kuruluş oluşacak, onlar yapacaklardır. Allah bundan sonra yapılacakları onlara havale etmiş olacaktır. Bize düşen sadece çalışmadır. Sonrası bize değil O’na aittir.
وَالْتَفَّتْ
(Va iLTafFaT)
“Ve iltifaf etti”
Soruşturması bitmiş olanlar araçlarına binmiştir, gidecekleri yere götürülmektedirler. Gidecekleri yer cennet veya cehennem olacaktır. Cennet ve cehennemde de dereceler belirlenmiştir. Dünyada işledikleri iyiliklere göre zenginlik içinde olacaklardır. Cehennemde de işledikleri günaha göre darlık içinde olacaklardır. Dünyadaki örgütlenmeler sona ermiştir. Anne baba, karı koca, yakın arkadaşlar birbirlerinden ayrılmış olacaklardır.
Tam bir firak günüdür.
Ondan sonra da herkes yeni eş ve yeni arkadaş bulacaktır. Artık onlar birbirlerinin sakı olacaklardır.
Yüksek mertebeye yükselenler isterlerse aşağı mertebede eski sakları ile bir olabilirler ama bu dünyada oluyorlar mı? Milletvekili seçilen bulunduğu yeri terk ediyor ve hemen oraya koşuyor. İyi iş bulan orada kalıyor mu? İşini bulduğu yere koşuyor.
Herkes gittiği yerde yeni sak buluyor ve hayatını orada geçirmeğe başlıyor. Almanya’ya işe gidenler Türkiye’deki eşlerini ve çocuklarını unutuyor, orada yeni hayat kuruyorlar.
Bununla beraber, eşlerden biri yüksek derecede ise diğerini yanına alma imtiyazına sahip olabilir. İşte şefaat bunlar için söz konusudur.
السَّاقُ
(elSAvQu)
“Sak”
“Sak” marife gelmiştir. Burada ahd için değil cins içindir. Birinci marife sak sağ bacak, diğer marife sak sol bacaktır. Arapçada dişilik alameti olan “T” ve “Y” harflerini taşıyan kelimeler dişi kelimelerdir. Bunun dışında iki grup kelime de yine dişidir. Bunlar dişilik alameti taşımazlar ama zamirler dişi zamir olur. Bunlardan biri çift organlardan her biridir. Göz ve kulak, el ve ayak.
Bir de doğurgan dişidir. Güneş, yer, gök dişidir.
Çift bacak olduğu için “sak” kelimesi dişidir. O sebeple “ilteffet” sonunda “T”li gelmiştir. Kelime anlam genişlemesi ile başka mana taşısa da dişilik özelliğini korur.
بِالسَّاقِ
(Bi elSAvQı)
“Sak ile”
Buradaki “Bi” musahebet içindir yani bir olma anlamındadır. Bu musahebet sadece aynı yerde olma anlamında değildir, yerine yerleşmiş olma anlamındadır. Yani parça yerine oturmuştur anlamındadır. İltifaf aslında lazım fiildir, bu “Be” harfi ile taaddi etmiştir.
Bir aşiret on aileden oluşur. Ne var ki hemen gruplanma meydana gelir. Herkes ikişer ikişer birleşir ve birlikte hareket ederler. İyi topluluklarda bu birleşme iyilik üzerinde olur, kötü topluluklarda da bu birleşme kötülük üzerinde olur.
Demek ki aşiret beş çift aileden oluşacaktır. Biri aşiret başkanıdır, biri yardımcıdır. Diğer dört grup da dörtlüsünü oluşturur. Aşiret sosyal bir topluluk değildir. Aşiret sosyolojinin değil psikolojinin konusudur. Sosyal olaylar bucakta başlar ve bucak bütün sosyolojik olayların merkezidir.
Âhirette de bu yapılaşmanın devam edeceği anlaşılmaktadır. Ne var ki dünyadaki yapılaşma yerine yeni saklar oluşacaktır. Elbette orada da değiştirme olacaktır.
إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ (30)
(İLAy RabBıKa YaVMaiÜiN elMaÇAvQu)
“O gün mesak rabbinedir.”
Ey insan, senin sevk olunduğun yer Rabbindir. Son kararı ve hükmü O verecektir. Alim-i zati-s sudur O’dur. Yalnız cennetlikler değil cehennemlikler de insanın rabbine arz edilecektir. O’nunla doğrudan görüşecektir. Cehenneme giden acı cezalar görecektir ama O’na doğru yol alacaktır. Cehennem de hakka giden yoldur. Nush ile uslanmayan kötekle ıslah edilecektir.
Cehenneme gitmek demek cinleşmek demektir. Yani molekül yapısından atom yapısına dönüşmedir. Cinler Güneş’te böyle yaşamaktadır.
“Güneş’te Hayat” risalemiz bunu anlatmaktadır. Cehennem de ateştir. Dolayısıyla orada moleküler hayat yoktur, atomik hayat vardır.
İnsanın genetik yapısına benzer cinlerin de genetik yapısı vardır. Onlar da Güneş enerjisinden yararlanırlar. Biz oksijen ile karbondioksiti birleştiririz, onlarda depo edilen enerjiyi kullanırız. Bizim enerjimiz kimyasal enerjidir.
Onlar ise izotopları birleştirip depo ederler. Sonra ayrıştırarak onu harcarlar. Karbon, azot, oksijen yerde olduğu gibi Güneş’te de aktif rol oynarlar. Özümleme yaparlar. Bunları Güneş’ten gelen ışınların analizinden öğreniyoruz.
Sonunda cehenneme uyum sağlayarak Allah’a böyle mi yaklaşacaklar, yoksa cehennemden çıkacaklar mı? Rablerine nasıl sevk olunacaklar?
Kur’an’da “La yemutune fiha ve la yahya” denmektedir; ne ölü ne diri şeklindedir deniyor. Bu durum geçiş dönemidir. Nasıl ipek böceği krizalit devre geçirirse insan da cennet hayatına intibak etmek için böyle bir hayat geçirecektir. Ondan ayrılırken de böyle hayat geçirecektir.
Bu âyet cehennemden çıkıp cennete gidebileceklerdir anlamını taşımaktadır. Diğer taraftan birçok cehennemde devamlı kalınacağı âyetleri vardır. İkisini birleştirip yorumlarsak, bazıları devamlı kalacak, bazıları ise cehennemden çıkarak yeniden moleküllü hayata dönecektir.
Cümle “İzâ”nın cevabıdır. Yani soruşturma bittikten sonra Rabbe doğru yol alınacaktır. Cehennemlikler oradan kurtulmaya çalışarak Rabbe doğru yol alacaklar, cennetlikler daha da yükselerek Rabbe doğru yol alacaklardır. Cennette ayrı düşenler kavuşmak isterlerse daha çok çaba göstererek istediklerine ulaşabilir ve Rablerine doğru birlikte yol alırlar.
إِلَى رَبِّكَ
(EiLAy RabBıKa)
“Rabbinedir.”
Bundan önce “Müstakar Rabbinedir” denmiştir. İki yerde Rabbe doğrudan yönlendirmiştir. Orada benzerini getirmiştir. Farklı zamanlarda yani muhakeme esnasında da sonra da Rabbe doğru yöneliş vardır. Rabbine nazıre dendiği yerde insanları ikiye ayırdığı halde buralarda bütün insanların Rablerine doğru yol aldığı belirtilmiştir.
“Rab” yetiştirici demektir.
Demek oluyor ki dünyada ve âhirette hep yürümek ve Rabbe doğru gitmek vardır.
Hint felsefesi ve tasavvuf bu yolculuğu Rabbe dönüş olarak kabul eder. İnsan Rabbinden koptu ve uzağa düştü. Şimdi çabalaya çabalaya Rabbine doğru gitmektedir. Nasıl Güneş’te enerji depolanmış tükenmekte ise biz de onu tüketerek O’na doğru yol almaktayız.
Mevlana ‘ney’ denen müzik âletine ‘neden inlersin’ diye sorar. O da; ‘beni kamışlıktan kopardılar, asıl yurdumdan ayrıldım, onun için inlerim’ der.
İnsan da Rabbinden koptuğu için inlemekte, Rabbine doğru yol almaktadır. Mevlana’nın deyimiyle; kim olursa olsun, Hıristiyan olsun, Mecusi olsun, fasık olsun, kâfir olsun, hep O’na doğru yol almakta, O’ndan uzak düştüğü için inlemektedir.
يَوْمَئِذٍ
(YaVMaiÜiN)
“O gün”
O gün mahşer günü değil cennet ve cehennem günü olduğu için bu kelime tekrar edilmiştir. Başka bir gün tekrar edilmiştir.
الْمَسَاقُ (30)
(elMaÇAvQu)
“Mesak.”
“Mesak” sevk edilen yerdir.
İnsan devamlı olarak baştan koptuğu Rabbine doğru yol almaktadır. Hilkat budur. Gök ve Yer baştan tek idi, sonra ayrıldı. Yüksek seviyede enerji hidrojen atomunda dolduruldu. O tükenmekte ve biz onun sayesinde yaşamaktayız.
Tasavvufçuların ifadesi ile insanlar da Rableri ile bir idiler, O’ndan koptular. Şimdi kendi çabaları ile tekrar O’na doğru yol almaktadırlar. Bu yol alış âhirette de devam edecektir. Kimi ileri gidecek, kimi geri kalacak ama herkes O’na doğru ilerleyecektir.
Ara sıra şeriatın daracık yollarından çıkıp tarikatın geniş caddelerinde dolaştığımızda rahat nefes alırız. Oysa şeriat geniş caddedir, tarikat tek yoldur. Bu sebepledir ki Kur’an “tarikat” demiyor, “minhac” diyor.