KIYAMET SURESİ TEFSİRİ(75.SURE)
Süleyman Karagülle
1811 Okunma
16 VE 19.AYETLER

Kıyamet Sûresi-5

بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

***

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ (16) إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ (17)

فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ (18) ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ (19)

 

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ

(LAv TuXarRiK BiHIy LiSAvNAKa LiTaGCaLa BiHIy)

“Onu acl edeceksin diye lisanını tahrik etme.”

Bu sûre kıyamete kasem ile başladı ve sonunda mevtanın ihyası ile sonlanmaktadır. Bu âyetlerden önceki âyetler de sonraki âyetler de kıyametten bahsetmektedir. Bu âyetlere ise âhiretle ilgili bir mana vermek zorlamalı görülmektedir ama bununla beraber deneyelim.

Mazeretler ortaya koysa da âhirette insan kendi nefsi üzerinde olanı görecektir. O halde burada hazfedilmiş bir cümle var. O kitabını acele okuyup bitirmesi için acele acele okumaya devam edecektir. Sorgulama ve duruşma durumu o kadar zor ve ağırdır ki insan cehenneme gitmeyi bile göze alıp birden bu sorgulama dönemini atlamak istemektedir.

Bugün dahi öyledir. Mahkûm olduktan sonra tutuklu rahat etmektedir. Artık ona bir şey sorulmuyor. Cezası bellidir, artık cezasının bitmesini beklemektedir.

Böylece kendi hesap defterini okuyup bitirmekte, çalışırken acele etmektedir.

Buradaki “Ba” sebebiyet ba’sı olur. Onunla acele etmeye çalışmak. Tecil zaten acele etmek demektir. “Bi” harfi ile de ettirmek anlamı verilmiş olur. Yani bu defterin hesabını bir an önce bitirin anlamı verilebilir.

Müfessirler bu manâyı vermemişlerdir.

İnsanı muhatap almış, bundan önce müstakar rabbine demiştir. Oradaki “Ke” harfine öyle mana vermiştir. Oradaki muhatap Son Nebi’yse, Kur’an’ı getiren Nebi’yse, burada da muhatap O’dur demektir, O’na “sen lisanını tahrik etme” denmiş olur. Müfessirler bu manayı vermişlerdir. Bu mananın verilmesi için karine bundan sonraki “kur’anehu” denmesidir. Kıraat kelimesi tilavet manası ile değerlendirilmedikçe muhasebe kitabını kıraat etmenin anlamı nedir?

Biz bu âyetin âhiretteki anlatılan olaylar meselesi üzerinde durmayacağız, biz bu âyetin bu dünyadaki manası üzerinde duracağız.

Baştan başlayalım.

Kur’an Mekke’de nâzil olmaktadır. Mekkeliler ilgilenmek istemiyorlar ama ilgileniyorlar da. Son Nebi’nin çevresinde birkaç kişi var. Kur’an nâzil oluyor. Sonu ne olacak, kim veya kimler bunu değerlendirecek? Yoksa biraz sonra unutulup gidecek mi?

Daha Kur’an’ın yazılması bile başlanmamıştır. Cebrail okuyor, Son Nebi de onu ezberliyor. Kolay iş değil, okuma yazma bilmeyen birinin gün gün, ay ay gelen sûreleri hafızasında tutması kolay değildir. O kendisini basit bir insan olarak görüyor. Herkes gibi o da Kur’an’ın bazılarını unutacağını sanıyor.

Cebrail okuyor. O da tekrar ediyor. Arkadaşları da dinliyor.

İşte Kıyamet Sûresi böyle devam ederken, Cebrail’den duyduklarımı unutmayıp yanlış aktarmayayım diye acele acele söylemeye başlıyor. Bu olay bu sûre inerken oluyor.

Cebrail Kıyamet Sûresi’nin yayınını kesiyor, stadyumda meydana gelen olayı anlatmaya başlıyor. Bir açık oturumda oturan birinin kriz geçirmesi veya hatalı bir iş yapması gibi bir olayla karşılaşılınca yayında olan program kesilir, araya onun haberi verilir yahut programa ara verilerek reklam girer. Bu yayıncılığın bir tekniğidir. Seyirci de sıkılmıştır, nefes alır yahut heyecanla gelecek programı bekler.

İşte burada olan olay budur.

Yayın kesilmiş ve sahnede cereyan eden olay yayının konusu olmuştur. Canlı yayının gereği bunlar olmaktadır. Demek ki Kur’an bir canlı yayındır. Bugün de öyledir.

“Acele edeyim diye dilini tahrik etme” diyor.

Buradaki hareket çeneni yorma demektir. Yani bu konularda savunmaya geçme, söylenenleri anlatmaya veya yorumlamaya koyulma. Senin görevin; bana bunlar bildiriliyor, ben de size söylüyorum deyip savunmaya geçmemedir.

Düşünceleri pekiştirmek için görüşleri müzakere etmek gerekir. Tedebbür etsinler ve tezekkür etsinler diyor Kur’an. Emir cemaatedir ama onun canla başla savunucusu olup onlarla çekişme.

Bugün bu söz bize de söylenmektedir.

Bir görüşümüzü ortaya koyarız. Onu bizim iyi anlamamız için tartışırız. Sonraki ise bizi ilgilendirmez. O fikirlerin ve o yorumların avukatlığını yapmayız. Biz söyledik. Söz başlangıçta bizimdi ama söyledikten sonra o söz artık bizim değil bütün insanların olmuştur, istedikleri gibi anlar ve değerlendirirler.

Nebi de dâhil olmak üzere herkes acele etmek ister, kendi dediğinin anlaşılmasını ve olmasını ister. İşte burada nehy edilen budur. Sen görüşlerini söyleyeceksin, sen elinden geleni yapacaksın, ondan sonrasının sana ait olmadığını bileceksin.

Sizlere kendi hayatımdan bir misal vermek isterim. Halk Partisi ile mücadele ettik. CHP 1950’de gitti ama hiçbir şey değişmedi. İstanbul’da bir dersiam vardı, seksen yaşlarında idi. Yeğenleri ve ben sandığa gitmesini istemiştik. Onlar CHP’ye, ben de Millet Partisi’ne oy verilmesi gerektiğini söylüyorduk. Sandığa gitmek istemiyordu. “Bugüne kadar kaç seçim geçirdik; söylerler, gelirler, sonra hep aynı şeyi yaparlar!” diyordu bize. Sandığa gitti ve Millet Partisi’ne oy verdi. Sonra dedikleri çıktı. Mezun oldum. Askeri müdahale oldu. DP’li olmadığım halde beni görevden uzaklaştırdılar. İzmir’e gittim. O sıralarda Tac adlı hadis kitabını okuyordum. Orada resul diyor ki; başkanınız çekik gözlü bir zenci de olsa ona itaat ediniz. Arkadaşları soruyor; fasık ve facir olsa da mı? Cevap veriyor; evet, fasık facir de olsa, sizinle namaz kıldığı müddetçe ona itaat edeceksiniz. “Kad ma sallu meaküm” diyor.

Hadisten çok etkilendim ve sonra düşündüm. Namaz kılan bir bakan değil, bir milletvekili bile bulmak mümkün değildi. Kılanlar da gizli kılıyorlardı. Bizimle hiçbir şekilde beraber değildiler. O halde bunlara itaat etmemiz gerekmiyordu. Kendimize namaz kılan bir başkan bulmamız gerekiyordu. Arkadaşlarıma teklif ettim; bağımsız adaylığımızı koyalım dedim, böylece namaz kılmayanlara oy vermekten kurtulalım, elbette seçilemeyeceğiz ama âhirete vardığımızda işte biz namaz kılana oyumuzu verdik ama sen onu iktidar etmedin diye kendimizi savunuruz diyordum.

Benim gayem sorumluluktan kurtulmaktı. Yoksa bizim seçileceğimizi, bizim iktidara ortak olacağımızı, bir gün gelecek anayasa ekseriyeti ile devlete hâkim olacağımızın hayali bile mümkün değildi. O zaman bunları iddia edeni tımarhaneye gönderirlerdi.

İşte, acele olsun diye lisanını tahrik etmenin manası budur.

Sen sana verilen emri yerine getireceksin, ötesine karışmayacaksın.

Akevler’i kurduğumuzda gayemiz sadece birkaç arkadaşla bir araya gelerek birlikte Kur’an okumak idi. Benim sonradan katıldığım bir cemaat İzmir’in Halil Rifat Paşa semtinde Hasan Basri Çantay’ın Kur’an tercümesini okuyorlardı. Mescidimiz kirada bir ev olmuştu. Akevler Kooperatifi bu amaçla kurulmuştur. Akevler Sitesi bugün genişlemiş, büyümüş, çığırından çıkmış ve onu örnek alan TOKİ olmuştur!

İslâmiyet’i anlatmak için onlarca yıl öncesinde kitaplar yazıyordum. Bilgisayar yoktu, daktiloda yazıyordum. Bunları yaparken bu çalışmaların değerlendirileceğini düşünmüyor, belki kimse okumayacak ve değerlendirmeyecektir diye düşünüyordum. Zaman zaman, dönem dönem, benim haberim olmadan Reşat Nuri Erol bunlara sahip çıkmış ve bugün büyük bir “KÜLLİYAT” oluşmuştur. Ali Bülent Dilek kardeşimiz de kendi kendine bu külliyât üzerinde durulması işini yapmaktadır.

Şunu iyice bilmeliyiz ki biz bir şey yapmıyoruz. İlâhi takdir vardır. O takdirin içinde Allah bize görev vermiş ve o görev yerine getirilecektir. Biz görevimizi yapıp yapmamaktan sorumluyuz. Olacaklar ise bize ait değildir. Allah olacağını haber veriyorsa onun olacağına inanmalıyız ama ne zaman olacağı üzerinde durmamalıyız. Acele olsun diye istememeliyiz. Onun için çene yapmamalıyız. Bizim görevimiz bize emredileni yapmaktır.

Şu anda İstanbul Yenibosna’da ne yapıyoruz? Allah bize ne gibi bir görev vermiştir? Biz bunların hiçbirisini kendiliğinden yapmış değiliz. Allah istemiş ve O yaptırmıştır. Eğer katkımız olmuşsa yaptıklarımıza hamd etmeliyiz.

Dünyayı değiştirecek ve “III. Binyıl Uygarlığı”nı kuracak işler yapıyoruz. Hiçbirimiz bunları planlamadık. Olaylar kendiliğinden gelişmiş, Allah bize de orada görev vermiştir.

1- Bu seminer 716. seminerdir. Bu seminerlerin oluşması ve devamı tamamen Reşat Nuri Erol’un sabırlı çalışmaları ile olmuştur, hâlen sabır ve sebatla çalışmaya devam etmektedir. Bu seminerlerin özelliği özgür yorumdur. Diğer faaliyetlerimiz bu seminerlerin tebliği ile başlamış, ne benim ne de Reşat Nuri Erol’un aklından geçmemiş oluşlar olmuş, mesela “RUHU’L-KUR’AN PROJESİ” doğmuştur. Şimdi Akadca dili ile Kur’an Arapçası üzerinde Dr. Mete Firidin arkadaşımız durmaktadır. Onun hiçbir gayesi yoktu, bunu basit bir araştırma meselesi olarak yapmıştı ama bugünkü Kur’an Arapçasının çıkışını anlayabilmemiz için oralara kadar inmemiz gerekmektedir. Mesela, bu konu üzerinde çalışılmalıdır. Bu çalışma Kur’an’daki ‘seyredin eski kavimlerin sonunu görün’ emrinin bir uygulamasıdır.

2- İkinci iş ise “RUHU’L-KUR’AN PROJESİ”dir. Allah Lütfi Hocaoğlu’nu, Tayibet Erzen’i, Leyla Koçyiğit’i ve Emine Hocaoğlu’nu görevlendirmiş ve yepyeni bir çalışma ortaya konmuştur. Proje Lütfi Hocaoğlu’ndan çıkmıştır ama hamiliğini bu üç hanım yapmıştır. O sayede biz şimdi size bu yorumları yapıyoruz. İstanbul Yenibosna’daki kooperatiflerimizin merkezinde yıllardan beri devam eden bu çalışma, “III. BİNYIL MEDENİYETİ”nin oluşmasında seminerlerden daha çok muharrik olacaktır.

3- İstanbul Yenibosna çalışmalarında üçüncü adım atılmaktadır, bu çalışmamız da “ORTAKLIK MUHASEBESİ”dir. Bugün ortaklık muhasebesi olmadığı için ortaklıklar kurulamamaktadır. Bu ihtiyacı Osman Aydın hissetmiş ve öğrenmek için İzmir’den İstanbul’a gelmiştir. Bu çalışma da dünyada yalnız İstanbul Yenibosna’da yapılmaktadır.

4- Şimdi “MÜÇTEHİT YETİŞME VE ÇALIŞMA MERKEZİ” kurulmuştur. İki araştırmacı katılmıştır; Osman Aydın ve Zeki Altuboğa. Üçüncü araştırmacı da katılmak üzeredir. Bu araştırma merkezimizin bu çalışması “III. BİNYIL UYGARLIĞI PROJESİ”dir. Iraklı muhacir ve ilim adamı Şamil Şahin özel olarak ilgilenmiştir. Usul-u Fıkıh âlimi ve Reşat Nuri Erol’un otuz yıllık çalışma arkadaşı olan üniversite öğretim görevlisi Şamil Şahin’in bizzat kendisi iki defa Yenibosna’ya gelmiş, projemiz hakkında bilgi almış, broşür hazırlanmış ve Arapça olarak yayımlanacaktır.

Bakınız, bunların hiçbirisi lisanımızın tahriki ile olmamıştır, takdir-i İlâhi ile olmuştur ve hâlen de olmaya devam etmektedir.

Bu kadar büyük bir ceht basit lisanın hareketiyle elde edilmiştir. Kur’an’ın üslubudur, en hafifinden emreder, diğerleri evleviyetle öyle yapılmalıdır.

لَا تُحَرِّكْ بِهِ

(LAv TuXarRiK BiHIy)

“Onunla hareket ettirme”

“Tahrik” müteaddi bir fiildir.

“Bi” burada âlettir yani onu kullanarak dilini hareket ettirme.

İnsan önce beyinde düşünür ve karar verir, o kararın emri ile de hareket eder. Lisanı Kur’an’la hareket ettirme, onu araç yapıp dilini hareket ettirme.

Kur’an burada aynı zamanda konuşmanın mekanizmasını anlatmaktadır.

İnsan dediğimiz varlık “ruh” ve “beden”den oluşur. Ruhu bedene bağlayana “nefis”, bedeni ruha bağlayana “hayat” diyoruz.

Ruhun iki yanı vardır. Biri “fikir”dir, diğeri de “his”tir. Fikir yanlışı doğrudan ayırır, his iyiyi kötüden ayırır. His neyin yapılmasına, fikir ise nasıl yapılmasına karar verir.

Bedenin iki yanı vardır. Biri “yapma” yanıdır, diğeri “konuşma” yanıdır. Yapma yanı ile insan dış varlıklarla ilişki kurar, onlara etki eder. Konuşma ile de diğer insanlarla etkileşir.

Ruh beyne konuşma melekesi ile ulaşır. Beyin onu söz hâline getirir ve konuşur. Duyu organları ile hisler Kur’an’ı duyar ve beyne ulaştırır. Beyin onun aktarılmasına karar verir ve ünsiyet melekesine hitap eder, onu konuşturur.

Böylece Kur’an ruhun kıraatine araç olmaktadır.

Bu sebeple “Bi” harfi ile zikredilmiştir.

لِسَانَكَ

(LiSAvNAKa)

“Lisanını”

Kur’an dillerden ve renklerden bahsetmektedir. “Lisan” fikri ifade aracıdır. “Levn” (renk) ise hissi ifade aracıdır.

Senin lisanını” derken Kur’an’ın vahiy esnasında resulün lisanıdır ama her okuyucuya emredilmektedir.

Acele etmek için konuşmayı çabuklaştırmamız nehy edilmiştir.

Benim de sizin de Kur’an’ı okurken, yorumlar yaparken acelemiz olmamalıdır. Başkaları için değil kendimiz için okumalıyız. Herkes Kur’an’ı kendisi için okuyacak, kendisi için düşünecek ve kendisi için yararlanacaktır. Başkalarından yardım istemek için tartışılır.

Amelde acele davranmak nehy edilmiyor, konuşmada acele davranmak nehy ediliyor. Biz kendimize düşen görevi ertelemeden yapacağız ama sonuçları erken beklemeyeceğiz.

O sebeple “Lisaneke” denmiştir.

لِتَعْجَلَ بِهِ

(LiTaGCaLa BiHIy)

“Onun acele olması için”

Burada “Bi” harfi tadiye için gelmiştir. Onun için tekrar edilmiştir. Eğer bu da sebebiyet için olsaydı “lita’cele” denir ve yeterdi.

Kur’an’ı aracı olarak kullanıp işleri aceleye getirme yoktur.

Kur’an büyük inkılâbını yapacaktır ama zamanı gelince yapacaktır.

Nitekim Mekke’de sadece tebliğ yapılmıştır. Medine’de sadece uygulanmıştır. Beyanı Irak’ta yapılmıştır. İkinci beyanı da İstanbul’da yapılmaktadır.

Bunun yani beyanın acelesi yoktur. Uygulamada acele etmeliyiz yani bize verilen emri yerine getirmeliyiz. Sonrası bize ait değildir.

إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ

(EnNa GaLaYNAv CaMGaHUv Va QuREANaHUu)

“Cemi ve kur’anı bize aittir.”

Burada önemli dört tekit vardır.

Biri fasldır. “Ve” harfi ile getirilmemesi nehyin tekidi içindir. Lisanı tahrik etme, çünkü bize ait bir şeye karışman demektir. “Fa” getirilseydi veya “Ve” getirilseydi, bu ifade yukarıdaki ifadeden farklı olurdu. Arada harf getirilmemesi, nehiyden maksadımız bize ait bir şeye karışman anlamındadır demektir.

Demek ki biz görevimizi yapıp bitirdikten sonra sonucun oluşması veya oluşmamasına karışmak şirktir. Bir toplulukta sonuç ancak birçok insanın ayrı ayrı çalışması ile elde edilir. Sonuç alınamıyorsa bizim onu zorla oluşturmamız demek onlara tahakküm etmemiz demektir.

İkinci tekit “İnne” ile gelmesidir. “İnne” tereddüdü gidermedir.

Demek ki insan bu tür gaflete düşer, kendisinin bir şey yaptığını sanır. Sonucun olmaması hâlinde kendisini sorumlu görmeye başlar. Oysa kişi ‘ben görevimi yaptım mı yapmadım mı’ diye düşünecek, sonuca karışmayacak. Sonuç kendi kusurundan gelmişse, işte ona üzülmesi gerekir. Adil Düzen Çalışanları bunu iyi düşünmeli ve ihmallerinden dolayı sorumlu olduklarını bilmelidirler.

Üçüncü tekit ise “Aleyna”nın takdim edilmesidir. Oysa “Aleyna” haberdir. Yeri isimden sonradır ama kendilerine ait olduğunu belirtmesidir.

Dördüncü tekit ise masdarların “Hu” zamirine izafesidir. Harfi tarifle gelebilirdi. Hassaten onun cem’i ve kıraati bize aittir demektedir. Masdarın zamire izafe edilmesi de tekidi ifade eder.

Burada “cem’” ve “kur’an” kelimeleri bir araya getirilmiştir.

Kur’an indiği zaman Arapça yazı Araplar tarafından yazılıp okunabiliyordu ama Arapların dışında ise okunması adeta mümkün değildi. Sesli harfler yoktu. Dolayısıyla bir kelime değişik şekillerde okunabiliyordu.

Bazı harfler yazılıyor, bazen okunuyor bazen okunmuyordu. Harfi tarifin elifi cümle içinde okunmazdı. B,T,Ç,Y,N harfleri çoğu zaman aynı harfle gösteriliyordu. X,P,C harfleri O ve J, Ö ve W,D ve Ü,Z ve R,S Ve Ş; 11 harf tek harf olarak gösteriliyordu. Bazı harfler çift ses çıkarır. Bu yazının böyle olması nedeniyle yazı tek başına delil teşkil etmemektedir. İşte bu ikincisine kıraat denmektedir.

Kur’an’ın diğer bir özelliği, kendisi şiir olmadığı halde kulağa şiirin ahengini vermesidir, insanların sadece akıllarına değil aynı zamanda hislerine de hitap etmesidir.

Laik müziklerde şu özellik vardır. İnsan üzüntülü ise üzüntüsünü artırır, sevinçli ise sevincini artırır. Eğer sevinç zamanı üzüntülü bir müzik duyarsan rahatsız olursun, miden bulanır. Üzüntülü zamanında sevinç müziği böyledir. Kur’an ise aksini yapar, çok neşeli olan seni düşünceye çeker ve üzüntülü isen de seni teselli eder, üzüntünü giderir. Kur’an’ın yalnız manası değil lafzı da mucizedir. Onun için Kur’an’ın kitabeti kadar kıraati de önemlidir.

Burada öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır. Görev kimde ise yetkili de odur. Sen lisanını tahrik etme, bu iş bizim görevimizdir, senin görevin olmadığı gibi buna yetkin de yoktur denmektedir. Böylece görev kimde ise yetki de ondadır kuralı ve buna göre genel kural ortaya çıkar. Görevli olabilmek için insanın ehliyetli olması gerekmektedir. Görevli aynı zamanda yetkilidir. Yetkili sorumludur. Sorumlu hak sahibidir.

Şimdi cem’in montaj olduğunu biliyoruz.

Kur’an nedir?

Kur’an da işletmedir. Makineyi monte edersiniz, bakımını yaparsınız ve işler hâle getirirsiniz. Sonra da yakıtı verip çalıştırırsınız. İş hayatında Kur’an odur. Tabii ve sosyal kanunları Allah vazetmiştir. Onların işleyişi de O’na aittir. Kanunlar ve planlar akıp gitmektedir. Hepsi takdir-i İlâhi ile olmaktadır. Bizim o işlerde görevimiz vardır. Görevimizi yerine getirirsek mükâfatlandıracaktır, yerine getirmezsek cezalandıracaktır. Biz görevimizi yerine getirmezsek bizim yerimize başkalarını getirir.

إِنَّ عَلَيْنَا

(EinNa GaLaYNAv)

“Bizim üzerimizedir.”

Hazreti Peygamber aleyhisselâmın görevi Kur’an’ı alıp arkadaşlarına anlatmadır. Mekke’deki görevi bundan ibaret idi. Medine’ye göç ettiğinde ise görevi Kur’an’ın ilk örnek uygulamasını yapmak olmuştur. On sene içinde ilk uygulamayı yapmış, ondan sonra arkadaşları uygulamaya devam etmiştir.

Kur’an yalnız Resul’e nâzil olmamıştır. Muhatap yalnız Hazreti Muhammed aleyhisselâm değildir. Arkadaşları da muhataplar içinde idiler.

Kur’an’ın nüzulünden sonra onun anlaşılması için vahiy bugüne kadar devam etmiştir. Yani Allah Kur’an geldikten sonra kenara çekilip istirahat hâlinde değildir. Her an vahiy devam etmekte, her an Kur’an’ın manâsı yenilenmektedir. “Aleynâ” ifadesi Allah’ın istirahate çekilmediğini ifade eder. Bizim yazdıklarımız ve yayınladıklarımız da O’nun izniyle olmaktadır. Hatalarımız olabilir, günahlarımız olabilir ama olanlar O’nun izniyle olmuştur.

Nebilere verilen görev risaleti başlatmadır, risaleti sona erdirme değildir. Nebi Kur’an’ı Cebrail’den öğrendi, biz de onun öğrenip öğrettiklerinden öğrendik; Allah’ın nezaretinde ve O’nun takibinde öğrendik. Bizim görevimiz de öğrendiklerimizi uygulamak ve gelecek nesillere aktarmaktır.

Aleynâ” sözü resule yani başkana karşı kullanılmış sözdür, bu hususta başkanın yetkili olmadığı ifade edilmektedir. Yöneticiler karar alırlar ve kendi yetkileri içinde aldıkları kararı onlar değil karar kim için alınmışsa o uygular, sorumlu da o olur. Amir memuru suçlayamaz, en çok yetkiliyi görevden alır. O görevi başkasına verebilir.

جَمْعَهُ

(CaMGaHUv)

“Cem’i”

“Kesb etmek” toplamaktır, küsbe yapmaktır. Küsbe yığındır. Kişiler ürettiklerini ambara verirler, ambar da onu saklar.

Kur’an’ı cem etmek yani âyetleri ve sûreleri yerli yerine yerleştirip kitap hâline getirmek bize aittir diyor Allah. Allah herkese bir görev vermiştir.

Bediüzzaman diyor ki; ister müçtehit olunuz, ister âlim olunuz, ciheti imaniyeye Risale-i Nurlar görevlidir, Risale-i Nurların usulüdür, bu görev siz şakirtlere verilmiştir.

Yine tarihe dönelim. Dört halifeden sonra Yunan ve Hint uygarlıkları ile karşılaşılmış, o zamana kadar anlaşılan Kur’an’ın birçok akla aykırı yorumları ortaya çıkmıştı. İnsanlar reybe düşmüş ve Kur’an’ın Allah’ın sözü olup olmadığında tartışmalar yapmamışlar ama bazıları inanmaz olmuşlardı. İşte o zaman Ebu Hanife’den önce gelenler kelam ilmini geliştirdiler, Kur’an’ı yeniden yorumlayarak Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu teyit ettiler.

Bediüzzaman işte bunu yaptı. Yunan felsefesine dayanan İlm-i Kelam’ı Bediüzzaman modern ilimlere dayandırmış ve yeniden İlm-i Kelam’ın metodunu ortaya koymuştur. Kelam yalnız akla hitap ettiği halde, Bediüzzaman akla olduğu kadar kalbe de hitap etmiş, ‘300 sene sonra insanların hak yola geldiğini görüyorum’ demiştir. Aradan 100 sene bile geçmeden onun şakirtleri dünyaya öğretmenlik yapıyorlar.

Ebu Hanife devrinde ise imandan çok insanlar yeni uygarlıklarla karşılaşmışlar, bu sayede yeni bir dünya ortaya çıkmıştır. Ne yapacakları hususunda tereddütler doğmuştur. Onlar da fıkıh yaparak bu eksiği tamamlamışlardır.

Fıkıh dönemine gelmeden mü’minler tesbit işiyle uğraşmışlardır. O da Kur’an’ın cem’i ve kıraattir. Kâğıdın olmadığı, kalem olarak isten yapılmış kamışlı kalemin kullanıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve Kur’an’ın uygulamasını tesbit edip bizlere kadar ulaştırmak adeta imkânsız gibi bir şeydir. Ama Kur’an daha Mekke döneminin ilk zamanlarında “onu cem etmek bize aittir” demek suretiyle cem olunacağını bildirmiştir.

وَقُرْآنَهُ

(Va QuREANaHUu)

“Ve kıraati”

“Cem etmek” arabayı monte etmektir. Âyet ve sûreleri toplayıp bir kitap hâline getirmektir.

Kıraati” ise onun yazılarını doğru okutmadır.

1400 senedir kıraat okulları oluşmuştur. Kur’an okunmakta ve hafızlar yetişmektedir. Kıraatler ağızla tesbit edildiği gibi kıraatler kelimelerle de tasvir edilmiştir. Bugün Kur’an’dan birkaç sûreyi herkes öğrenmekte, milyonlarca mü’min her gün Kur’an okumaktadır.

“Cem” Kur’an’ın kitap hâline getirilmesi, “kur’ân” da onun okunmasıdır.

Bizim işlerde de “cem” proje yapılması, “kıraat” ise o projenin okunmasıdır. Proje birden oturarak oluşmaz. Onun üzerinde çalışılmaya başlanır ve denemeler yapılarak zamanla oluşturulur. Sonunda zamanla parça parça oluşan proje bir araya getirilerek kitaplaştırılır. Ondan sonra ise onun kıraati söz konusudur. Okunmalıdır ve yapılmalıdır. Okunması kıraattir.

Şimdi anayasamızda ne yapıyoruz?

Rasihler parça parça projenin kurallarını ortaya koyarlar, işin nasıl projelendirilebileceğini anlatırlar. Bu işte baş saik kıraattir, vahiydir, nüzuldür. Fakihler okurlara dayanarak proje oluştururlar. Bu cemdir. Ehl-i zikr ise bu projeleri okur ve âmil olanlara öğretirler. Bu da kıraattir. Âmiller ise onu uygularlar. O da beyandır.

فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ

(Fa EiÜAv QaRaENAvHu FatTaBıG QuREAvNaHUv)

“Kıraat ettiğimizde kıraatine tâbi ol.”

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Tertip için değildir. Çünkü onun cem’i ve kıraati çok sonra olacaktır. Sebep-sonuç “Fe”sidir. Öyle ise mademki onun cem’i ve kıraati bize aittir. Kıraat ettiğimizde sen onun kıraatine tâbi olursun. “Bize tâbi ol” demesi gerektiği halde, “sen onun kıraatine tâbi ol” denmiştir.

“Kur’anehu” kelimesi burada tekrar edilmiştir. Oysa zamir getirilmesi çok daha uygun gibi görünür. “Kur’ânehu” demesiyle birinci Kur’an ile ikinci Kur’an farklıdır. Birinci Kur’an cem edildikten ve kitap hâline geldikten sonra okunan kitaptır. İkinci Kur’an ise vahiyden sonraki Kur’an’dır.

O halde peygambere verilen görev Cebrail’in okuduğuna tâbi olup onu halka okumaktır. Onun toplanıp kitap hâline getirilmesi görevi peygambere ait olmadığı gibi kitaptan kıraati de ona ait değildir. O vahiy okunmaktaydı, biz ise kitabı okumaktayız. Aramızdaki fark bu kadardır. Biz de onu beyan etmek, biz de onu yaşamakla yükümlüyüz.

“Cem etme” parçaları bir araya getirerek bir arada makine oluşturmaktır. Yeryüzü de bir makinedir. “Planlama” parçaları, parselleri birleştirme ve o parsellerde oluşacak yapıları ve işleri ortaya koymadır. Bu topluluğa aittir. Halk bu plan ve projelere göre hareket eder, bu plan ve projelere tâbi olmak zorundadır. Kıraat olunduğu zaman ona tâbi olunacaktır. Her kıraatin arkasında o kıraate tâbi olma vardır.

Kıraate tâbi olma emredilmiştir.

Kıraate tâbi olma ne demektir?

Okuduğunu aynen okumadır, yaptığını yapmadır.

Burada tâbi olmanın yolu da öğretilmiştir. Tâbi olmak için onun sana okunması gerekmez. O başkasına okur ya da kendi kendine okur, siz de duyar ve ona tâbi olursunuz.

Cem bir defa yapılır, oysa kıraat devamlı gerçekleşir. Kıyamete kadar her gün yeniden kıraat edilecektir. İnsanlar dil öğrenir gibi Kur’an’ı öğrenip kıraat edeceklerdir. Kıraatin kulaktan olması gerekmektedir. Kıraatin mütevatir olması gerekir. Çünkü “biz kıraat ettiğimizde” diyor.

Projeler yapılır, ondan sonra o proje sürekli olarak uygulanır.

III. binyılın planlaması ve projesi, mesken ve işyerinin aynı yerde olmasıdır. Meskenler birliğinin sayısı da 100’e yakındır. On aşiretten oluşacağı da aşiretin on olmasıdır. Kıyas yoluyla on aşiret bir karye eder. Ayrıca yüzün manâsı evlik demektir.

5000 metrekare üzerinde kurulan yüz lojmanlı binanın üç bodrum katı olacaktır. Bir zemin katı ve bir de çatı katı olacaktır. On tane on dairelik mesken katları olacaktır. İşte bu yüz dairenin projesini yapma birinci kıraattir. Sonra onu inşa etme cemdir. Sonra da orada yerleşip işletme kıraattir, cemden sonraki kıraattir.

Bu yüz dairelik apartmanların projesi tip proje olacak ve tüm insanlık bu projemizin esasını koruyacaktır. III. binyıl uygarlığı betonarmeye dayanan uygarlık olacaktır. İdeal proje bulunduktan sonra artık o öyle yapılır.

فَإِذَا قَرَأْنَاهُ

(Fa EiÜAv QaRaENAvHu)

“Kıraat ettiğimizde” 

Buradaki kıraat vahye dayalı kıraattir, muhatabı da Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Cebrail okuyor ve Hazreti Muhammed de tekrar ediyor, arkadaşları yazıyordu. Gayet fasih bir Arapça ile kıraat oluyordu. Fesahat demek bir Kureyşli onu duyduğu zaman herhangi bir yadırgama hissetmiyordu demektir.

“Atmayı dene” dediğimiz zaman eğer kıyasla yapsak “atmasıyı dene” dememiz gerekir. Oysa “atmasını” deriz veya “atmayı dene” yerine “atmanı dene” dememiz gerekir.

İşte, bir yabancı bu hataları yapar ama bir Türk bu hataları yapmaz. Bu kurallara uyma da değildir. Tamamen o dilin yapısı ve o dilin doğru bilinmesi ile ilgilidir. Nasıl bilgisayarda yazarken yanlış kelimelerin altı kırmızı çiziliyorsa, insan beyninde de o dile göre yanlış söylenenlerin altı çizilir, insan o yanlışı hoş karşılamaz.

İşte, Kur’an nâzil olduğu zaman hiç kimse onun belagatine ve fesahatine karşı çıkmıyordu.

Araplarda adet idi, meşhur şairlerin 7 şiiri asılırdı. Böylece her yıl o yılın meşhur şairlerin şiirleri orada kalırdı. Bazı şairler çok meşhur olur, şiirleri öldükten sonra da orada kalırdı. Bu hususta Arap şairleri çok mahir idiler. Kendilerinden üstün bir şair çıkarsa şair kendi şiirini indirir ve o şiiri asardı.

İşte Kur’an âyetleri de bu şiirler arasında yer almıştır.

Bununla beraber Kur’an’ın ifadelerinde çok acayip hal vardır. Mesela “kıraatine tâbi ol” dendiği zaman gramere aykırı bir şey yoktur. Kulağa da çok hoş ifade gelmektedir. Ama “onun okunmasına tâbi ol” ifadesi ancak birtakım tevillerle anlaşılır.

Kıraat eden kendisi değil Cebrail’dir ama Cebrail O’nun adına kıraat etmektedir, O’nun nezaretinde kıraat etmektedir. Bu sebeple Allah’ın kendisi kıraat ediyor kabul ediliyor.

“Nâ” harfinin meleklerle veya insan topluluğu ile yapılan işlere delâlet ettiği kuralı burada açıkça görülmektedir. Usul-ü Fıkhın kuralları işte böyle ortaya çıkar.

فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ

(FatTaBıG QuREAvNaHUv) 

“Kıraatine tâbi ol.”

Birisi “gelin şu masayı şuradan kaldırıp şuraya koyalım” dese, diğerleri de bunu kabul etse ve masa bir yerden diğer yere nakledilse. Sonra kaldırana 1000 TL mükâfat verilse veya suç işledikleri için 500 TL tazminat ödense, teklif edenin diğerlerinden farklı bir pay alması veya cezalanması gerekir mi? Kuralımız şudur, teklif eden ile kabul eden eşit haklara sahiptir, birinin daha fazla hissesi yoktur.

“Adil Düzen”i İzmir Akevler Kooperatifi önerdi. Millî Görüş de bunu kabul etti. “Adil Düzen” bu iki kuruluşun ortak malıdır. Kimse öncülük iddiasında bulunamaz, ‘benimdir, sizin değildir’ diyemez.

İşte bu kural bizim istihsanla tesbit ettiğimiz kuraldır. Buradaki “Kur’ânenâ” denmeyip “Kur’ânehu” denmiş olması bunu ifade etmek içindir.

Allah kıraat ettikten sonra o artık tüm insanlığın malıdır. Onun kıraatine eşit şartlarla sahip ve görevlidirler. Muhatap Hazreti Muhammed ise de Kur’an tüm insanlara kıraattir. “Fettebi’hu” denmeyip “Fettebi’ Kur’ânehu” denmiş olmasının hikmeti budur.

Buna kıyasen diyoruz ki proje telif hakları yoktur. Proje yapma topluluğa aittir ama proje uygulaması yapmak serbesttir. Çünkü bu âyette “Fettebi’hu” denmemiş, “Fettebi’ Kur’ânehu” denmiştir.

Müelliflere emeklerini kim ödeyecektir?

Bu sorunun çözümü genel insan sorunlarının çözümünde yatmaktadır.

Ben şimdi emekli maaşı alıyorum ve onunla yaşıyorum. Bu maaş benim sizlere sunduğum bu yorumlar karşılığıdır. Benim maaşın daha evvel yatırdığım sigorta primlerinden karşılanıyor. İşte bu uygulama Batı dünyasının çarpık mantığının sonucudur.

Kural şudur.

Hazreti Âdem’den beri insanlık besin üretmekte, artırıp stoklamaktadır. Bu arada nüfus da artmaktadır. Nüfus ise “emek” demektir. Bu sayede besin daha çok artmaktadır.

İki hususa dikkat etmek gerekir.

1) Benim bugün tükettiğim mallar bugün üretilenler değildir, geçmişte üretilenleri tüketiyorum.

Benim bugün tükettiğim malı bir kişi, iki kişi değil, tüm insanlık geçmişte üretmiştir.

2) Benim ürettiğimi de ben tüketmiyorum, tüm insanlık tüketecektir.

İnsanlık bugün değil çok sonraları tüketecektir.

O halde benim emekli maaşım benim geçmişte çalıştığım değil, bugünkü üretimden ayrılan pay olacaktır. Benim ürettiklerimden sigortaya pay ayrılacaktır ama bu pay aslında gelecek insanlar için ayrılmış olacaktır. Yani benim geçmişte yaptığım katkı kadar değil bugün bana düşen kadar pay almalıyım. Bu da katkıya göre değil ihtiyaca göre olacaktır.

“Kur’ânenâ” denseydi sadece onun o kıraatine tâbi olunacaktı.

Oysa “Kur’ânehu” denmekle sûrenin kıraati olmuştur.

ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ (19)

(ÇümMa EinNa GaLaYNAv BaYAvNaHUv)

“Sonra beyanı da üzerimizdedir.”

Önce kıraat var. Bu vahiy yoluyla gelen kıraattir. Sonra cem var ve cem olarak kıraat var. İşte bundan sonra beyan var. Beyan ortaya çıkarma, uygulama anlamındadır.

Hazreti Peygamber Kur’an’ı yorumlama yetkisine sahip değilken uygulama ile onu beyan etmiştir. Bununla beraber Hazreti Peygamber kimsenin ameline karışmadı, sadece kendisi kendi hayatında uyguladı. O emretmedi, onlar tâbi oldular. Savaş durumlarında ise uygulama farklı olmuştur.

Toplanması ve okunması “Ve” harfi ile “Fe”den sonra zikredilmiş olup beyan tamamen ayrı olarak “Sümme” ile ifade edilmiştir.

Rahman Sûresi’nde; Kur’an’ı talim etti, insanı halketti ve ona beyanı öğretti denmiştir. Bunları harf-i atıfsız zikretmiştir. Orada Kur’an ile beyanı tamamen ayrı olarak zikretmiş, aralarına “ve” harfini koymamıştır. Beyan bir yanı ile Kur’an’dan tamamen farklıdır. Beyan, delillerin toplanarak onun üzerinde değerlendirme yapılmasıdır. Oysa Kur’an delillerdir; kitabı ile kıraati ile delildir.

Bizim Kur’an’ı anlamamız için Arapça bilmemiz gerekmektedir. Arapçayı Allah bizlere vahiy ile öğretmedi, başka şeylerle öğretti.

Usulcüler fıkhı delillerden hükümler çıkarmak şeklinde tarif ederler.

Geçmişte cereyan eden olayların tamamı delildir.

Mesela İstanbul’un fethi delildir.

Neye delildir?

Benim İstanbul’da yaşama hakkıma delildir. Bunu kabul edince fetih meşru hâle gelir.

Peki, bu zulüm değil midir, onların topraklarını gasp etmemiz zulüm değil midir?

Önce şunu belirtelim ki eğer başkasının oturduğu toprakları almayı gasp kabul edersek yeryüzünde meşru bir yönetim bulamazsınız. Toprakları kimse yaratmadı. Oraya girip işgal ettiği için insanlar oranın sahibi sayılırlar.

Olay şöyledir.

Birincisi; yeryüzü insanlığındır, her yerde herkesin hakkı vardır. Ne var ki orasını değerlendirmesi gerekir. Önce oranın güvenliğini sağlamalıdır. Güvenliği sağlayamıyorsa o yeri işgal etme hakkı yoktur.

İkincisi; oranın imarını yapması gerekir, ancak o zaman o topraklar üzerinde ayrımcı hak iddia edebilir.

Sonuç olarak biz İstanbul’u aldık ama onlar da başkalarından almışlardı. Hakkımızı geri aldık diyebiliriz. Alınca Bizanslılardan daha fazla güven getirdik mi, daha çok imar ettik mi? Bu soruların cevabı ‘evet’ ise o zaman almamızda haklı imişiz demektir. 

Bu tartışmalar beyandır ama İstanbul’un fethi bir delildir, kıraattir, cemdir.

Hicrî ikinci ve üçüncü asırlarda beyan ilmi doğmuştur.

Kısaca size beyanı anlatmaya çalışacağız.

Beyan delillerden hükümler çıkarmaktır.

Olay dil ile ifade edildikten sonra delil olur. İstanbul’un fethi değil de “İstanbul 1453’te Fatih tarafından fethedildi” cümlesi bize delildir.

Olaylar ve olayların dille ifade edilmesi olan deliller. Bir yerde ne yapılacağına karar vermeden önce delillerin kurallar içinde muhakeme edilmesi ve sonunda onun uygulanması safhaları vardır. Soru şudur. Beyan, delillerin toplanıp hükmün ortaya konması mı, yoksa o hükmün infazı ile delillerin sonuçlarına varılması mıdır?

Dar manada delil, delillerden hükümlerin istihracı ile ifade edilmesi, ondan sonra da onun icrasıdır. Geniş manada ise delil içtihadı da içine almaktadır. Beyan fiili de içeriğine almaktadır.

“İslâm” kelimesini ele alalım. Dar manada Ehli Kur’an anlaşılmaktadır, geniş manada ise Ehl-i Hakkın adıdır. Kelime ikisi arasında müşterek hâline gelir. Eski manasını kaybetmez, yeni mana kazanır. Delil ve beyan da böyle iki kelimedir.

Olayların Tesbiti:

Dille İfadesi                                                       Delil

Kurallarla sonuca varma     İçtihat         Beyan

İçtihada göre fiiller                Amel

Delil olayların tesbitini de içine alır. Yani dar manada delil yalnız dille ifade edilenlere dendiği halde, geniş manada tesbit olayını da içine alır. Benzer şekilde içtihat hükümleri koyma olduğu gibi geniş manada fiili de içine alır.

O halde beyanı sonra bize aittir denmesinin manası, onu yorumlamak bize aittir demek olduğu gibi onu uygulamak da bize aittir denmiş olmaktadır.

Şimdi Kur’an’ın 1400 senelik uygulaması göze alındığında görüyoruz ki ilk çalışmalar Araplar tarafından yapılmıştır. Bu dönem içtihat dönemidir. Sonra uygulama dönemi gelmiş, ikinci uygulama Türkler tarafından gerçekleşmiştir. Türkler kurdukları insanlık imparatorlukları ile tüm dünyanın düzenini değiştirmişlerdir. Doğuda bu olaylar devam ederken Kur’an’a inanmayan Avrupa da örnek alarak onun hükümlerini gerçekleştirmiştir. Onu ona inanmayanların uygulamaları ortaya koymuştur.

İslâmiyet’in Batı uygarlığına etkisini anlayabilmemiz için Roma Hukuku ile İslâm Hukuku arasındaki farkları bilmemiz gerekmektedir.

1- Roma’da kanuni kişilik vardır. Kanun bir eşyaya kişi derse kişi olur, kanun bir insana eşya derse eşya olur. Roma’da pek çok insan kişi sayılmaz, bazı insanların davacı ve davalı olma ehliyetleri yoktur.

İslâmiyet bunu kökünden kaldırdı, her insanın kişiliği vardır, davalı ve davacı olabilir. Kişinin tüm hukuku korunmuştur. Roma’nın anladığı anlamda bir kölelik yoktur. Kölenin bazı hakları kısıtlı olmakla birlikte bütün temel haklara sahiptir.

2- Roma’da merkezi hukuk sistemi vardır. Güçlü olan halkı itaatine alır ve kurallar koyar, halk da ister istemez ona uyar.

İslâmiyet bunu da kaldırmış ve kanun sistemi yerine şeriat sistemi konmuştur. Topluluklar ve kişiler kendi hukuklarını kendileri koyar ve uygularlar, akit serbestliği vardır. Devlet kural koymaz, halkın kendileri için koyduğu kuralları uygular.

3- Roma’da monopol vardır. Herkes devletin düzenine uymak zorundadır. Halkın inançları ve mezhepleri farklı olamaz.

Hâlbuki İslâmiyet’te düzende bir zorlama yoktur. Bir topluluk içinde değişik din ve mezhepler yer alır, kimse kimsenin inançlarına ve hareketlerine -yargı dışında- baskı yapamaz. Medine Sözleşmesi ile başlayan bu ilkeler hep uygulanmıştır.

4- Roma’da mahkemeler kralın hukukunun bekçisidir ve merkezden atanmaktadır. Yönetim halkın üstündedir, hükmedendir.

İslâmiyet’te ise insanlar yargı önünde eşittirler. Yargının üstünde başka bir yargı vardır. Yönetimde üstünlük yoktur. İslâmiyet’te tarafların seçtiği hakemler yargı oluştururlar ve yönetim de yargının denetimindedir.

Batı Endülüs’te yenilmiştir...

Batı Balkanlar’da yenilmiştir...

Sonunda çökmeye başlayınca ister istemez Müslümanların düzenine teslim olmuştur. Böylece Kur’an’ın dünyadaki uygulaması ile “beyan bize aittir” sözü gerçekleşmiştir.

Demek ki Kur’an tüm dünyada uygulanır hâle gelmektedir.

Batı İslâmiyet’ten aldıklarını gizlemeye çalışmaktadır ama Güneş balçıkla örtülemiyor.

Kur’an’ın cem’ini ve okunmasını “Ve” harfi ile birleştirdikten sonra “Sümme” kelimesi getirilmiştir. Oysa cem ile kıraat arasında ne ilişki varsa, kıraat ile beyan arasında da o kadar ilişki vardır. Dolayısıyla  “Sümme”nin daha derin manasının olması gerekir.

Kur’an’ın müsbet ilimli yorumu ancak bugün yapılabilmektedir. Onu ilimle tafsil ettik âyeti asrımızda gerçekleşmiştir. Kur’an tüm insanlığa nâzil olmuştur. Bugünkü haberleşme, bugünkü ulaşım, bugünkü öğrenim içinde uygulanır hâle gelmiştir. Dünya böylece tek köy gibi olmuştur. Kur’an günümüzde âlemlere rahmet olmuştur.

“Beyanehu” dendiği zaman Kur’an’ın açıklaması ve uygulaması şeklinde anlaşılmalıdır. Kur’an’dan önce üniversiteler olmadığı için gerek nübüvvet gerek saltanat babadan oğluna intikal ediyordu. İlk dört halife zamanında farklı sistem uygulandı. Sonra sistem hemen saltanata dönüştü. Çünkü o günkü şartlarda saltanat dışı yönetim mümkün değildi ama 20’inci yüzyıla gelindiğine hanedanlık sistemi sona ermiş, sembolik krallar dışında dünyaya cumhuriyet dönemi gelmiştir. İşte bu durum Kur’an’ın beyanıdır.

Bugün anayasaların maddeleri dört tanedir; “demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik”. İslâmiyet’teki bunların karşılığı “şeriat, islâm, adalet ve hak” kavramlarıdır. İnsanlık tav’an veya kerhen İslâm’ın temel esaslarını sözde de olsa kabul etmiştir. Başka adlarla da olsa ortaya çıkmış ama tamamını benimsemeye meyletmiştir. Kadın hakları, çocuk hakları, engellilerin hakları, azınlıkların hakları icat edilmiştir. Oysa bütün insanlar eşittir ve temel haklara sahiptir. İnsan, insan olduğu için hakları vardır. İnsandan başka hak sahibi kimse yoktur ki “insan hakkı” diye tabir olsun. Batı dünyası henüz bu kavramları kavrayamamıştır ama zorunlu olarak Kur’an’ın getirdiği hakları benimseme yolundadır.

Çağımızın fıkhını yaptığımızda fıkhımız güneş gibi olacak, diğer bütün düzenler mum olarak bile görünmeyecektir. Acele etmeyiniz. O günün gelmesi bir-iki asır sürebilir. Bugün yaşayan insanlar göremeyebilir ama siz ilmî çalışmalarınız sayesinde ileride neler olacağını çok kolaylıkla görebilirsiniz.

ثُمَّ

(ÇümMa)

“Sonra”

Burada “sonra” denmiş olmasının sebebi Kur’an gelinceye kadar içtihat ve icma müessesesi yoktu, inkılâplar hep vahye dayanıyordu.

İlk defa Fıkıhçılar içtihat müessesesini getirdiler, kıyası geliştirdiler. Aklî kıyas cins ve tür arasındaki ilişkileri inceler. Şer’î kıyas ise özellikler arasındaki ilişkileri inceler. Bu metot müsbet ilmin temelidir. Bugünkü Batı ilimleri hep bu metodun kabulü ile doğar.

Yunan mantığında kat’îler vardı, zannîler vardı. Ancak kat’îlerin ameli vacip idi. Oysa fıkıhçılara göre zannî delillerle amel edilmesi caizdir, ilmen onların kesin doğru kabul edilmesi ise yanlıştır. Böylece tamamen yeni bir mantık ortaya çıktı. Zannî deliller de amel için zorunlu kabul edildi. Bu da denemeyi getirdi. Yanlış da olsa yapmak yapmamaktan daha doğrudur. Biz doğruyu yanlış yaparak öğreniriz.

İşte Batılılar buna “deneme-yanılma metodu” demektedirler.

İşte bu suretle yeni bir dünya ortaya çıkmıştır.

Kur’an bu sebeple “sümme/sonra” kelimesini kullanmıştır.

إِنَّ عَلَيْنَا

(EinNa GaLaYNAv)

“Bizim üzerimizdedir.”

Bizim üzerimizdedir” demek, Allah kesin açıklamalarda bulunacak demektir.

Yani Allah beyan edecek ve kati olanı bildirecektir.

Hem Kur’an’dan sonra vahyin olmadığını söylüyor, hem de sonra kati bilgiler verilecektir deniyor.

Demek ki vahiyden başka bir de kati ilim mevcuttur.

Bu da sonradan gelecektir.

İşte bu da icmadır.

İcma delillerden biridir ve fukaha bunu da saymaktadır.

Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyeceğine göre, vahiy kesildiğinde insanlık sorunları böyle çözecektir. Bu da bütün müçtehitlerin içtihatlarında birleşmeleridir.

بَيَانَهُ (19)

(BaYAvNaHUv)

“Beyanı.”

Beyan” iki mana taşır. Biri; ifadenin taşıdığı manaları açıklanacaktır. Kur’an’ın manasında ancak icma ile birleşebiliriz. İslâm âleminde ve insanlıkta birlik ancak icmanın kati delil kabul edilmesi ile sağlanır.

Herkes kendi içtihadı ile amel edecek, içtihadını değiştirebilecektir. İcmadan sonra artık kişi içtihadını değiştiremez. Değiştirse bile icmaya aykırı içtihadıyla amel edemez.

İcmanın temel hükmü budur. İcma varsa, buna aykırı içtihatla mamulün bih olmaz. İçtihat yapılabilir. Sonunda icma hâsıl olursa icma ile icma değişebilir.

Âhiret bahsini anlatırken birden yayını kesmiş ve bu hususta bilgi vermiştir. İçtihat ve icma müesseseleri ikinci asırda ortaya çıkan kavramlar olduğu halde, Kur’an daha ilk nâzil olduğu zaman bunu ortaya koymuş bulunmaktadır.

Bugün kanunlar sermaye tarafından hazırlanmakta, Türkiye’de görüşülerek kabul edilmektedir. Yeni kanunlar yapılmamaktadır. Kur’an da böyledir. Bir yerde hazırlanmış da buraya aktarılmaktadır gibi gelir. Tevrat ve benzeri kitaplarla kıyas yapılabilir. Oysa Tevrat’ta ve diğer kitaplarda içtihat ve icma müesseseleri yoktur. Bunlar vahyin yerine konmuştur. O halde bu şeriat kanunları bir başka dünyada hazırlanmıştır, oradan dünyaya kopya ettirilmektedir.

Ne var ki yine müsbet ilimle biliyoruz ki yeryüzüne başka gezegenden kimse gelmemiştir. Bu da bu kitapların İlâhi kitaplar olduğunu ortaya koyar. Aynı şeyi anlatıyorlar ama tekrar ederek bir gerçeğin değişik yanlarını ortaya koymaktadırlar.

 

 

 


KIYAMET SURESİ TEFSİRİ(75.SURE)
1-1 VE 2.AYET
2198 Okunma
2-3 VE 4.AYET
2572 Okunma
3-5 VE 10.AYETLER
1701 Okunma
4-11 VE 15.AYETLER
1619 Okunma
5-16 VE 19.AYETLER
1811 Okunma
6-20 VE 25.AYETLER
1774 Okunma
7-26 VE 30.AYETLER
1639 Okunma
8-31 VE 35.AYETLER
2241 Okunma
9-36 VE 39.AYETLER
2230 Okunma
10-40.AYET
1693 Okunma

© 2024 - Akevler