Kıyamet Sûresi-6
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ (20) وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ (21)
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ (22) إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ (23)
وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ (24) تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ (25)
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ (20) وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ (21)
(KalLAv BaL TuXıbBUvNa eLGAvCıLaTa Va TaÜaRUvNa elEAvPiRaTa)
“Değil, siz acileyi seviyorsunuz ve âhireti vezr ediyorsunuz.”
Sûre kıyamete kasem ile başlamıştı. İnsana takdim ve tehir ettikleri kendisine bildirilecektir. İnsan da mazeretler ileri sürse de kendi aleyhinde olanları görecektir denmiş, orada araya girilmiş ve Kur’an’ın cem’i, kıraati ve beyanı anlatılmıştır.
Şimdi “Kellâ Bel” diyerek yeniden insana dönmektedir.
Bundan önceki âyetlerde insandan bahsetmiş ve “sen” diyerek tek kişiye hitap etmiş, şimdi ise “siz acili seversiniz” diyerek topluluğu ele almış, “sen”den “siz”e geçilmiştir.
İnsanın iki kişiliği vardır. Biri kendi özel hayatıdır. Gaye kendisidir. Âhirette de o varlığını koruyacaktır. Bir de insanlık olarak varlığımız vardır. Birlikte muhatabız. İnsan deyince bir tek kişi insan olduğu gibi tüm insanlık da insandır. Bu insanın bir taraftan kişi diğer taraftan topluluğun ferdi olmasından ileri gelir.
Kâinatın hiçbir zerresi ve hiçbir hareketi gelişigüzel sırf olsun diye olmamaktadır. Her şeyin ve her olayın bir gayesi vardır. Bunu biyoloji ilminde çok daha kolay görebilmekteyiz. Biyolojide illet çok hikmet esas alınarak incelenir. Neden gözlerimiz alt ve üst olarak değil de yan yana konmuştur. Bunu açıklarız. Nasıl oldu da böyle yan yana geldi konusunu incelemeyiz. Çünkü bunlar kendiliğinden olmamıştır.
Peki, bir kuzu neden yünlüdür de keçi kıllıdır. Bunu açıklamak isteriz. Tesadüfen böyle oldu demeyiz. Koyun daha çok açık alanlarda otlayarak yaşar, oysa keçi daha çok ormanlarda yaşar. Keçi kıllarının ormanda dolaşmasına mâni olmaması gerekir diye açıklarız da tesadüfen böyle oldu demeyiz.
Soru şudur: Her parçanın madem gayesi var, canlının gayesi nedir?
Her şeyin gayesi olacak ama kâinat gayesiz yaratılacak. Bu çelişkidir.
Kâinatın gayesi insandır, melektir, ruhtur ve cindir. Kâinat bunlar için yaratılmıştır. Yoksa şuursuz olan kâinat ne anlam taşıyacaktır. Allah onu yaratmıştır. Tanrı olduğu için yaratmıştır. Bir atasözü vardır. Boş oturmaktansa boş gezmek yeğdir. Allah mademki her şeye kadir bir Allah’tır, elbette kudretini gösterecek ve bizleri var edecek, böylece kendi tanrılığını izhar edecektir.
İnsanı bir canlı olarak var etti. İnsan orada eğitim görmekte ve yücelmektedir, kendi çalışmasını göstererek yücelmektedir. Allah böyle dilemiş, böyle var etmiş, bize de bu aklı O vermiştir. Bizim O’nu sorguya çekmemiz elbette mümkün değildir. Bizim yapacağımız şey Allah’ın ne yaptığını öğrenmek ve bize düşeni yapmaktır.
Allah kendi var ettiği insanı nasıl var ettiğini bize anlatıyor.
Burada dikkat edeceğimiz ana nokta insanın irade sahibi olmasıdır. Yani insanın kendisine iki yol gösterilmiş ve istediği tarafa gidebilmesi için de emrine imkânlar verilmiştir. Kendi iradesi ile iyilik tarafına giderse Allah onu mükâfatlandırmıştır. İnsan acili sever olarak yaratılmıştır. İlerisini değil de şimdiki ânı düşünür ve karnı doysun ister; ilerisi ne olursa olsun diye düşünür. Ama insanlar içinde ilerisini düşünenler de vardır. İşte bu düşünce sınıfı geçme aracıdır. İlerisini düşünenler dünyada da âhirette de başarılı olurlar.
İnsan diğer canlılar gibi değildir. Diğer canlılar kendileri üretirler ve kendileri tüketirler. Bir ağacın hücreleri birlikte çalışır ve birlikte yaşarlar. Hiçbir ağaç başkasına besin vermez, başka ağaç ile değiş tokuş yapmaz. O anda yararlanmak için bal özü hazırlayan çiçek arıyı güzel rengi ile çeker ama onunla bir sözleşmesi yoktur.
İnsanoğlu ise üretir ve satar, ona karşılık tüketeceğini satın alır. Yani insan bugün yarını için çalışır, bugün ürettiğini bugün tüketmez, yarın tüketir. Bir insan eğer günlük olarak çalışır, kazanır ve kazandığını o gün tüketirse yani akşamüstü parasını artırmazsa, o insan acili yaşamış olur. Ama bugün ürettiklerini yarına yani gelecek haftaya, gelecek aya, gelecek yıla, hattâ gelecek nesle bırakırsa âhireti sevmiş olur.
İlk erkek insan sabahleyin kalktı ve avlanmaya gitti, eşi ise ev işlerini yaptı. Akşamüstü erkek avdan döndü. Beş kişilik aileyi doyuracak kadar av etini eve getirmiştir. Böylece hayat sürüp gitti. Bu durum daima ve her insanlık döneminde böyle olmadı. Mesela, bugün getirdiği et arttı, dolayısıyla yarın avlanmaya gitmek zorunda kalmadı. İşte o zaman ertesi gün başka işle meşgul oldu. Zamanını artırdı. Dere kenarından ark açarak kulübesine su getirdi. Böylece her gün bir saatini su taşımaya ayırmaktan kurtuldu. Bu sayede kadın da anne oldu ve yeni çocuklar yapıp büyüttü.
İnsanlar artırdıkları zamanlarını değerlendirerek yeni çocuk yapma ve artan nüfusu besleyebilme araçlarını üretmeye başladılar. Böylece bir taraftan nüfus arttı ve insanlar dünyaya yayıldı, diğer taraftan daha az emekle daha çok insana besin temin etmeyi başardılar. Bugün bizim tepe tepe kullandığımız uygarlık imkânları atalarımızın 60 000 yıldır artırıp biriktirdikleridir; yalnız bizim atalarımızın değil, tüm insanlığın ürettiklerinin birikimidir.
Yani onlar âhiret için çalıştılar da biz şimdi yaşıyoruz.
Biz de gelecek nesiller için ve gelecekteki insanlar için çalışıyoruz.
Demek ki benim ürettiklerimi tüm insanlık gelecek içinde tüketecektir. Ben de tüm insanlığın geçmişte ürettiklerini şimdi tüketip yaşıyorum. O halde insanlık “acile” üzerinde değil “âhire” üzerinde kurulmuştur.
Şimdi kişi olarak sorunu ele alalım.
Ben anne karnına düştüğüm günden itibaren başkaları bana baktı, yedirdi içirdi, doğurdu büyüttü. Ben borçlanarak büyüdüm. Çalışacak yaşa geldiğim zaman evlendim, çocuk sahibi oldum ve ben onları büyüterek borcumu ödedim. Evlenmeyip gününü gün edenler âcileyi sevdiler, evlenenler ise borçlarını ödeyerek âhireyi sevdiler, kendilerinden sonra gelecekleri yani kendi geleceklerini düşündüler. O esnada kendilerini büyüten anne babaları yaşlandı, onlara da baktılar. Böylece alacaklı oldular, âhireti sevdiler. Çünkü yaşlanınca çocukları da onlara bakacaklardır.
Kişi insanlıkla borçlu-alacaklı olmaktadır.
Bu borçların iadesi girdilere göre değil ihtiyaçlara göredir ve dayanışma içindedir.
Kişi bütün bunları dünya düzeni içinde düşünür ve ona göre amel edip yaşar. İsraf bunun için herkese haramdır. Çünkü sen borçlusun. Bu borcun edası da artırmakla mümkün olur. Kişinin özel hayatı da “âcile” ile değil “âhire” ile sağlanmakta ve yaşayabilmektedir.
Demek ki Kur’an’da “insan” dendiği zaman iki şey anlayacağız.
Biri, Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelip giden insanlık anlamındadır. Kişiler ise o insanlığın birer ferdidirler. Bu millet görüşüdür. Hazreti İbrahim milletinden kasıt budur.
İnsan kelimesinin diğer manası ise insanlığın hücresi olan kişinin kendisidir. Eğer insanın ayrı kişiliği olmasaydı insan kelimesine iki mana veremezdik. İnsan özel olarak hem fert hem kişi olarak yaratıldığı için iki ayrı mana verilecektir. İnsan hayatta iken toplulukla yani insanlıkla yakın ilişkisi vardır. Oysa âhirete gittiği zaman insanlıkla ilişkisi sona erer. Herkes kendi başına hesabını verir. Oradaki hesap kendisini var eden Rabbine karşıdır.
İnsanın iki kişiliği olmakla beraber bu iki kişilik çıkar paralelliği içindedir. Yani kendisi için iyi olan topluluğu için de iyidir, kendisi için kötü olan topluluğu için de kötüdür.
Dünya hayatı gelip geçecek, zevki de sıkıntısı da geçmişte kalacaktır. Kişi için dünya hayatı yok hükmündedir. Asıl hayat ölümsüz hayattır. İnsanın yaratılışı buna göredir. Allah bizi kendi ilâhlığının gereği yaratmıştır. Abesle iştigal olmasın diye bize kişilik vermiştir. Adeta her birimiz kendi içimizde bir tanrı gibi kendi kendimizi oluşturuyoruz.
Sonuç olarak insan âcileyi sever ve âhireti sonraya bırakır.
Bugünkü Batı düzeni bunu yapmakla meşguldür. İşçiyi haftada kırk saat çalıştırır, ona maaş verir; sonra verdiği maaşı geri almak için barlar açar, fuhuşhaneler açar, orada israf ettirerek gerisin geriye insanların günlük kazançları ile yetinmelerini ister. Sigorta icat ederek insanların biriktirme ve çocuk yapma arzusunu köreltir. Kendisi de ayrıca faiz almak ister.
Veresiye alıp yemek âciledir; sipariş verip beklemek ise âhirettir.
Faiz almak âciledir; yatırım yapmak âhirettir.
Demek ki insan âhiret hayatına göre yaratılmıştır. Her şey ona göre düzenlenmiştir. Ama insan âcileyi istemektedir.
İşte bu iki çelişkili durum denge durumudur. İsteklerine kapılıp gününü düşünenler elenir, âhireti düşünenler kazanırlar. Dünya düzeni buna göre oluşmalıdır. Yaşayan insanların günlük ihtiyaçlarını topluluk karşılamalı ama bütün insanlar gelecek için çalışmalıdırlar.
كَلَّا بَلْ
(KalLAv BaL)
“Değil, doğrusu”
“Kellâ” ve “Bel” kelimeleri konuşmanın başında söylenmez. Bir konuşma yaparsınız. O konu ile ilgili ikinci konuşmaya geçerken “Kellâ” veya “Bel” kelimelerini kullanırsınız ya da burada olduğu gibi ikisini de bir arada kullanabilirsiniz. “Kellâ”da daha önce anlatılanlardaki yanlış anlamaları düzeltme yapılır. Bir uyarı vardır. ‘Dikkat et, o öyle değil böyledir’ anlamındadır.
“KâneLâ”dan veya “KeenneLâ”dan dönüşmüş olabilir, yok oldu anlamındadır. İleri sürdüğünüz mazeretiniz etkisiz olmuştur. Siz dünyayı sevmiş âhireti unutmuşsunuz demek olur. Yanlış yapıyorsunuz, o gün mazeretler kabul olunmayacak demek olur, insan gafletinden uyanır manasını taşır.
“KeenneLâ”dan dönüştüğünü kabul edersek, evet bir şeyler yaptınız ama sonunda yok gibi oldu, sanki yapılmamış hâle dönüştü anlamındadır. Âcilenin geçici olduğu, o anda onu yaşarsınız ve biter, sonra sanki yaşamamış gibi olursunuz.
Demek ki âcili istemek demek sanki hiçbir şey istememektir.
“Bel” kelimesi harfi atıftır. İraba etki eder. “Kellâ” harfi atıf değildir. Çünkü iki harfi atıf bir araya gelmez. Harfi atıflarda bir özellik vardır. Atfedilen atfolunandan farklıdır. “Ve” ile söylediğiniz tam doğru değildir. Çünkü atfedilmiştir. Atfedilenden farklıdır. “Le” harfi ise tekit harfidir. Böylesi doğrudur demektir. Birisi ‘Ahmet geldi’ dese, diğeri ‘Bel Mehmet” diye cevap verse ve Mehmet geldi ama Ahmet’in gelmesinden farklı bir gelme olur.
Mazeret ileri sürmek için çene çalmayınız, siz âhireti seviyordunuz ama âhiretle ilgilenmiyorsunuz. “Kellâ” ve “Bel” kelimelerinin yan yana gelmesi duruma özel vurgu yapmadır.
تُحِبُّونَ
(TuXıbBUvNa)
“Muhabbet ediyorsunuz.”
Bu söz aslında âhirete mazeret ileri sürenlere söylenecektir.
“İnsan âcili sever” yerine “siz” tabiri ile bütün insanların kastedilmediği anlaşılmaktadır.
Mü’min ve müslim olanlar âhireti düşünürler. Kâfir ve müşrikler ise âcilen bu dünya çıkarını düşünürler. İnsan her zaman ‘acaba ben mü’min miyim’ diye kendisine sorar, her zaman kendi kendisini kontrol etmek ister. Bunun en açık delili âhireti sevmenizdir.
Bugünü değil yarını düşünüyorsanız, gelecek seneyi ve gelecek nesli düşünüyorsanız, öldükten sonraki hayatınızı düşünüyorsanız siz mü’minsiniz.
Yok, bugünü, bu seneyi, bu dünyayı düşünüyorsanız, siz mü’min değilsiniz.
Kitap yazarsınız; yaşayanların hoşuna gitmez, ona karşı cephe alırlar, kimse okumaz, herkes sizi okumadan iter.
Kitap yazarsınız; AK Parti’ye veya Amerika’ya çatarsınız, sermayeye çatarsınız, o zaman herkes sizi okur, para kazanırsınız.
İşte, âcile ile âhire burada kendisini gösterir.
Para kazanmak için çalışmak âcileyi istemektir.
Çalışmak için para kazanmak âhiret için çalışmadır.
Sonunda ikisi beraber olmaktadır ama biri diğerine gaye yapılmıştır.
Çalışmayı gaye edinmek, âhireti istemek Allah’ı istemek demektir.
Parayı kazanmak için çalışmak ise âcili istemektir.
“Muhabbet” kalbde (beyinde) oluşan bir histir.
İnsan ruhunun dört melekesi vardır.
Hislerle ilgili meleke ile acı ve tatlı algıları duyar.
Fikirle doğru ve yanlışı ayırt eder.
Zekâsı ile kendisi bedene emirler verir.
Görüşme ile diğer insanlarla irtibat kurar.
“Muhabbet” yani “sevgi” insanın diğer varlıklardan bazılarını diğerlerinden ayırarak onlara karşı duyduğu özel ilgi ve ilişkidir. Bir tür tercihtir. “Allah için de muhabbet eder” sözleri Kur’an’da sıkça geçmektedir, Allah’ı tercih eder demektir.
الْعَاجِلَةَ
(eLGAvCıLaTa)
“Âcileyi”
“İcl” buzağı demektir. Buzağı bir yerde durmaz, sağa sola koşar durur. “Acul” aceleci demektir. “Âcil” aceleci demektir. Te harfi ile mastar olarak acelecilik anlamına gelir.
“Âcili sevmek” demek, sabırlı olmamak demektir. Hemen emeksiz üretmek demektir. İlerisini düşünme yerine şimdi olanı yapmak demektir.
Batılılar teknikte en ileri oldukları halde her gün yenisinin peşinde koşuyorlar, bilgisayarın modasını değiştiriyorlar, daha iyisini yapıyorlar.
Ben hayatım boyunca yenilik yapmak için boğuştum. ‘Amerika’yı yeniden mi keşfedeceğiz?’ diyorlar. Oysa Amerika’yı keşfedenler yeniden keşfettiler çünkü orada zaten orasını keşfedenlerden önce de insanlar vardı.
Bir şeyi öğrenmek yeniden keşiftir. İleri adım atabiliyorsanız keşfetmişsiniz demektir. Beşinci kattaki bir binanın yapısını bilirseniz üstüne yeni kat çıkabilirsiniz.
“MÜÇTEHİT YETİŞME VE ÇALIŞMA MERKEZİ” çalışmalarımız halkımıza Amerika’yı yeniden keşfetmeyi öğretecektir. Mevcut olan teknolojiyi acilen kullanmak değil; araştırmalar yaparak, sıfırdan başlayarak taş üstüne taş koyarak ilerlemeyi bilen müçtehittir.
Evet, biz ahşap ev yapacağız ama başkasının teknolojisi ile değil, yeni teknoloji ile yapacağız. Nedir bu yeni teknoloji?
1- Kısa boylu vasıfsız ağaç kullanacağız.
2- Yaşken kurumasını beklemeden imal edeceğiz.
3- Sökülüp birleştirilebilir bir tip ve böyle bir imalat yapacağız.
4- Merkezi sistemle değil, ilkel usta sistemi ile değil, halkın makine sistemiyle üretim yapacağız.
Fikri ortaya attığımız zaman hayal demeye başladılar. Oysa bizim hayallerimiz hep gerçek olmuştur. İşte Akevler, işte Risale-i Nurlar, işte Millî Görüş...
وَتَذَرُونَ
(Va TaÜaRUvNa)
“Ve vezr ediyordunuz.”
“Bezr” tohum, “tebzir etmek” tohumu saçmak demektir.
“Vezr etmek” bir şeyi diğerinden ayırmak demektir.
‘Şimdilik bu dursun, sonra değerlendiririm’ dersiniz. Yani bugün yapılacak işi yarına bırakırsınız. Hep gelecek için söz verirsiniz, senet imzalarsınız.
Oysa işleri o gün o esnada yapacaksınız, o anda yapmalısınız.
Halkımızda değişik deyimler vardır: Bugünün işini yarına bırakma. Kalan şeye kar yağar. İşten artmaz, dişten artar. Hesapsız kasabın masatı elinde kalır. Geleceğini düşün. Çocuklarını düşün.
İşte insanların âhireti ertelemesinin manası budur. On lokma ile doyan dokuzla da doyar, bu durumda yüzde on artırıyorsunuz demektir. 60 yaşlarına geldiğiniz zaman sizin emekliliğinizin üstünde varlığınız olur. Torunlarınız yetişmiş olur. Artık bir derdiniz ve sıkıntınız kalmaz.
Erken evlenmenin yararı budur. 15 yaşında evlendiğiniz zaman, iki yılda bir çocuk yapıyorsanız, 25 yaşında beş çocuk yapmış olacaksınız demektir. En küçük çocuğunuz 15 yaşına geldiğinde siz 40 yaşında olursunuz. İşte bundan sonrasında özgürsünüz, âhiret için çalışabilirsiniz. 63 yaşına geldiğiniz zaman sizin en büyük oğlunuz 40 yaşlarına gelmiştir. Yani çocuklarınıza bakma yükümlülüğünden kurtulmuşsunuzdur, artık onlar size bakacak yaşa gelmişlerdir.
Bu şekilde çalışan aileler dünya hayatı kadar âhiret hayatını kurmuştur. Topluluk çocukları hemen evlendirmelidir, anne baba değil topluluk bunu yapmalıdır.
“YÜZ DAİRELİK LOJMANLI İŞYERİ APARTMANLARI” projemiz işte bu düzeni kuracak, 15 yaşına gelen herkes lojmanlı işyerlerinde hemen yerleşecek, evlendirilecek ve artık âhiretini düşünmeye başlayacaktır.
الْآخِرَةَ
(elEAvPiRaTa)
“Âhiret”
“Âhar” diğeri demektir. “Âhir” son demektir. “Uhur” ense demektir. “Uhra” diğer demektir. “Âher” de diğeri demektir.
“Âhir” son, “Âhiret” sonraki hayat demektir.
Arka, oradan da son anlamında âhir kelimesi türemiştir.
“El-Âhiret” marife gelmiştir. Burada kastedilen maruf âhirettir yahut cins âhirettir. Sûrenin konusu kıyamet olduğu için bu âhiret demektir.
Beş boyutlu uzay içinde bizim kâinatımız büyümektedir. Dört boyutlu uzay zaten mevcuttur. Uzayımız devam edip gitmektedir. Âhiretten sonra da varlığını sürdürecektir. Ayrıca cennet ve cehennem bugün de mevcutturlar. Onlar bizim uzayımızın dışındadırlar. Kıyamette uzaylarımız yan yana gelecektir. Üçe ayrılacağız. Arafta sınıfta kalanlar kalacak, cehenneme okuldan kovulanlar gidecek, sınıflarını geçenler cennete gideceklerdir.
Âhiret hayatı demek, bu üç boyutlu uzayımızdan çıkıp başka üç boyutlu uzayda veya dört boyutlu uzayda yaşamamızdır. Bu dünya âhiret hayatı içindir. Asıl olan insan için hedeflenen âhiret hayatıdır. Ne var ki âhirete bir şey götüremeyiz, sadece insanlığın geleceğine hizmet edebiliriz. Çocuk yetiştirebiliriz. Yapılar yapar, işyerleri ve meskenleri bırakabiliriz; “YÜZ DAİRELİK LOJMANLI İŞYERİ APARTMANLARI” bırakabiliriz.
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ (22) إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ (23)
(VuCUvHun YaVMaEiÜin NAvWıRaTün EiLAv RAbBiHAv NAvJIRaTun)
“O gün yüzler nadıradır, Rabbine nazıradır.”
Allah zaman ve mekândan önce vardır, zamanı ve mekânı sonradan var etmiştir. Çünkü zaman ve mekânın sonradan var olduğuna bugün kesin gözüyle bakılmaktadır. Ömrü hesaplanmıştır. Bu üç boyutlu ve dört boyutlu uzay içinde doğrudur. Beş boyutlu uzay ise sonradan mı var edilmiştir yoksa hep var mıdır? Ayrıca, bizim beş boyutlu uzaydan başka beş boyutlu uzaylar var mıdır?
Sorumuz yanlış anlaşılmasın.
Bizim üç boyutlu uzayımızla onun seyrettiği dört boyutlu uzayın dışında uzaylar olduğu açıktır. Cennet ve cehennemler oralardadır. Sorumuz şöyledir; bizim arşın benzeri başka arşlar var mıdır? Allah o arşların da rabbi midir?
Arşımız dışındaki arşlarla bizim bir ilgimiz yoktur. Onlardan bir şey almıyoruz, onlara bir şey vermiyoruz. Beş boyutlu uzayımız kâmil uzaydır. Alışverişimiz olsaydı madde ve enerji artar ve eksilirdi. Arş rijit olmaz değişken olurdu.
“Rab” kelimesi arşımızın dışında da arş olduğunu ifade eder.
Mekân içinde olmayan, zaman içinde olmayan Rabbin yönü yoktur. Bizim gözlerimiz O’nu idrak edemez. Nitekim başka yerde “Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder” (6/103) diyor. Bu âyette ise “O gün yüzler nadıradır, Rabbine nazıradır.” denmektedir.
O halde bu durum nasıl açıklanacaktır?
Ben şimdi arkadaşımın yüzüne bakıyorum, onu görüyorum ama gördüğüm o değil, onun yüzünden çıkan ışıktır. Hareket edince başka ışıklar çıkar. Ben onu idrak ediyorum. Gördüğümle değil, beynimde yarattığım bir varlıkla idrak ediyorum. Yani aslında arkadaşımı göremiyorum, arkadaşımdan gelen değişik uyarıları birleştiriyor ve beynimde bir varlık tasarlıyorum. Bu gerçek varlık değildir, benim ona ad verdiğim ve beynimde icat ettiğim bir varlıktır. Bununla beraber onunla diyalog kuruyorum, anlaşıyoruz. Ortak işler yapıyoruz ve başarıyoruz.
Rabbimizi de O’nun bize gönderdiği alametlerle tanımlıyoruz, “Allah” kavramını oluşturuyoruz ama onu göremiyoruz. Yüz yüze konuşamıyoruz. Bu da bizi reybe düşürüyor. Madem Allah vardır neden görünmüyor ve benimle konuşmuyor?
Bu soruya bu dünyada cevap vermekte zorlanıyoruz. Görünseydi o zaman herkes inanmak durumunda olurdu, insan imtihan edilmemiş olurdu. Görünmeden inanacak mıyız? Hislerimize değil bilgimize inanacak mıyız? Bu sebeple geçmişimizi göremiyoruz, geleceğimizi de göremiyoruz. Âhirette ne olacaktır?
Âhiret hayatında cennete gidenler için bir imtihan söz konusu olmadığı için onlar Rablerine bakacaklar ve görecekler, her biri ile Allah ayrı ayrı konuşacaktır.
Şimdi tartışma konusu olan şudur.
Bir makamı olmayan ve bir cihette bulunmayan Tanrı’yı biz nasıl göreceğiz?
Görmenin sadece idrak olduğunu, gerçek varlığı hiçbir zaman göremediğimizi düşünürsek, o gün de Rabbimizi beynimizde oluşan şekliyle göreceğiz. Allah doğrudan hitap edecektir, bizimle konuşacaktır ve biz onunla konuşmaktan zevkiyab olacağız.
Devamlı Tanrı’ya yaklaşacağız ama hiçbir zaman O’na ulaşamayacağız. Bunun kavramı sonsuzluktur. Biz şimdi ufkumuzun önünü göremiyoruz ama cennette yeni bir ufuk göreceğiz. Onları aşacağız. Tanrı’ya doğru ilerleyeceğiz.
Başka bir şekilde şöyle izah edebilirim. Biz şimdi Tanrı’nın bir modeliyiz. İnsanlara anlatmak için Tanrı’nın modeli olarak onu var etmiştir. Allah alimdir, basirdir, semidir, kadirdir gibi sıfatları kullandığımız zaman O’nu insan gibi tasavvur ediyor ve anlatmaya çalışıyoruz. Görünürde Tanrı’ya yakın olan insandır. Meleklerin yeni buluşları yoktur, onlar mükemmel varlıklardır. İnsan ise eksik yaratılmıştır, buluşları ile kendi kendisini tamamlamaktadır. Yani irade sahibidir, bu sebeple O’na en çok benzeyen olmaktadır.
İşte, cennette olanlar Tanrı’ya biraz daha benzeyeceklerdir Daha iyi model olacaklardır. İnsanın evrimi onu daha çok Tanrı modeli yapacaktır. Tanrı tanrıyı yaratamaz. Çünkü iki tanrı olamaz. Ama Tanrı kendisine sembolik olarak benzeyen varlığı yaratabilir.
Kime anlatacak?
Yine insana anlatacaktır. Demek ki insanın gelişmiş olanı kendisini daha iyi bilen insandır. Varlığıyla ve bilgisiyle tanrı gibi olmaya çalışan bir varlıktır.
Kur’an’da, “Onlar için her iştiha ettikleri vardır” (21/102) denmektedir.
“İştiha” yemek arzusudur, Allah’ın insana verdiği bir özelliktir. İhtiyacı olan besine iştihası açılır. Doyduğu zaman da onu yemek istemez. Yani biz iştihamız olduğu için acıkmayız, acıktığımız için iştihamız vardır. Acıkma da ihtiyaçtan doğar. Demek ki âhirette de ihtiyacımız olacak ve o ihtiyacı bize bildirecek iştihamız olacaktır.
Âhirette nelere ihtiyacımız olacak?
Bu dünyada olduğu gibi yemeye ihtiyacımız vardır. Bu dünyada olduğu gibi giyeceğe ihtiyacımız vardır. Bu dünyada olduğu gibi barınmaya ihtiyacımız vardır. Bu dünyada olduğu gibi araçlara da ihtiyacımız olacaktır. Kur’an’da bunlara delil bulabiliriz.
Bir de insanların manevi varlıklara ihtiyaçları vardır. Arkadaşa ihtiyaçları vardır. Bilmeye ihtiyaçları vardır. Rablerini görmeye ihtiyaçları vardır.
Âhiret hayatı bu dünya hayatından farklıdır ama büsbütün başka hayat değildir. Biz yine insan olarak kalacak, dünyadaki ihtiyaçlarımıza aynen sahip olacağız. Maddî ve manevî her türlü hayatımız bu dünya hayatının benzeri olacaktır.
Canlılar DNA dizisinden oluşmuşlardır, hücrelere sahiptirler. Buradaki faaliyet canlıyı oluşturur. Dünyamızda canlıların ömürleri vardır. Hücre oluşur ve ölür, yerine yeni hücre gelir. Canlı da gelişir, yaşlanır ve ölür. Bu dünya hayatı canlıların var olup yok olmalarına dayanmaktadır. Oluşmanın zaruri sonucudur.
Kâinat yaratılıyor, yıldızlarda hidrojen olarak enerji depo ediliyor. Gezegenlerdeki canlılar yıldızlardaki enerjileri tüketerek varlıklarını korumaktadırlar. Biyolojik hayatın esası budur.
Peki, âhirette canlı olmayacak mıdır? Canlılar aynı şeyi yapmayacaklar mıdır? O halde orada hangi enerjiyi harcayacaklar? Güneş enerjisini mi harcayacaklar, yoksa başka bir şey mi olacak? Gölgeden bahsedildiğine göre demek ki Güneş enerjisi söz konusudur.
Yüzlerimiz olacak, gözlerimiz olacak, kulaklarımız olacak. Bizim bildiğimiz hayattan başka bir hayat vaat etmiyor Kur’an. İnsanlar öldükten sonra ruhların varlığına hep inandılar ama onu hep bedensiz düşündüler.
Oysa Kur’an “Sizi arzdan halk ettik, iade edeceğiz, tekrar oradan çıkaracağız” (20/55) dediğine göre, yeni hayatımız da yine biyolojik olacaktır. Toprağın yapısı değişmeyecektir. Yani yerin kimyası değişmeyecektir. Entropinin büyümesi moleküllerde görülmüyor. Moleküller ışınları tam verimle yayarlar. Bu dünya hayatı hidrojenin helyuma dönüşmesi ile elde edilen Güneş enerjisine dayanmaktadır.
Âhirette de bu olayın devam edeceği anlaşılmaktadır.
وُجُوهٌ
(VuCUvHun)
“Vecihler”
“Vech” yüz demektir. Abdest âyetinde sarih olarak zikredilmektedir.
Bedenimiz önce ikiye ayrılmaktadır; gövde ile baş bir, kol ve bacaklar bir grup olmaktadır. Kol ve bacaklar hareketimizi sağlamakta, gövde ve baş ise organlarımızı barındırmaktadır. Beden canlılığın gereği olan kan dolaşımını sağlamakta, sindirim ve kan dolaşımının merkezi olmaktadır. Besinleri depolama gövdeye ait olmaktadır.
Baş insanın beynini taşımakta, beyinle ilgili algılama ve konuşma organları buralarda bulunmaktadır. Başın üst ve arkasını beyin içermekte, düşünmenin merkezi orada bulunmaktadır. Yüz ise beynin dışarıyla ilişkisi olan organları taşımakta, insanlarda mevcut ana iki duyu organı burada bulunmaktadır. Işığı alan gözler burada olduğu gibi sesleri alan kulak da buradadır. Sıvıyı algılayan dil, gazı algılayan burun ile dört ana organ burada bulunmaktadır. Beşinci duyu organı olan deri ise tüm vücudu sarmıştır.
Cisimler kendilerini başkalarına ışık veya ses dalgaları ile duyururlar. Işıkla doğayı görürüz. Sesle diğer insanlarla anlaşırız. Bunlar beyne en yakın yerde yerleştirilmişlerdir.
Bunlar dışarıdan gelenleri algılayan araçlardır. Beynimiz bir de hareket emirlerini veren merkezi içerir. Bunlar gövdedeki kol ve bacaklarla sağlanır. Ağızda ise tat alan dilin yanında konuşma kabiliyeti olan dilimiz yer almaktadır.
Biz hayatımızı besin ile sağlarız. Bir şeyin bize besin olup olmadığını önce görerek tesbit ederiz. Sonra elimize alırız. Ele olan etkisiyle onun bize besin olup olmadığını biliriz. Sonra burnumuza yaklaştırırız. Kokusuyla üçüncü kontrolden geçiririz. Sonra ağzımıza alır ve tadına bakarız. Dört kontrolden sonra midemize göndeririz. Kontrol eden beyin olduğu için beyne yakın yüzde yerleştirilmiştir.
Yüzümüzdeki ağzın insan olarak dördüncü ana görevi vardır, o da konuşmaktır. Ciğerlerden gelen hava boğazımızdaki ses tellerini titreştirip düz ses çıkarır. Bu ses boğazda, yutakta, dil ve damakta, dil ve dişlerde, dudaklarda şekillenerek sesler hâline gelir. O seslere manalar şarj edilmiştir. Başkasına söylemek istediklerimizi onun sayesinde dışarıya gönderiyoruz. Demek ki başın görevi dışarı ile haberleşmeyi sağlamaktır. Beynin içinde bilgisayar vardır. Program orada hazırlanmaktadır ama yayın yani antenler yüzde bulunmaktadır.
Demek ki âhirette de bu fonksiyonları yapan organlarımız aynen var olacaktır.
“Vecih” çoğul gelmiştir. Toplantılar olacak, Rabbin zuhurunu bekleyeceklerdir. “Vücuhun” nekredir, yani bütün yüzler değil bazı yüzler, seçkin yüzler demektir. Mübtedadır. “Yevmeizin” ile takyit edildiği için mübteda olabilmektedir. Haberi “nadıre” ve “nazıre”dir.
يَوْمَئِذٍ
(YaVMaEiÜin)
“O gün”
Buradaki “nun” hazf olmuş bir kelime yerindedir. “Yevme iza cumie’n-nâsu” demektir. Nâs cem olduğu zaman anlamındadır. Marifedir. Yukarıda tarif edilen günde demek olur.
Kıyamet olunca insanlar hesaplarını verirler. Beraat ettiklerinde bir kısmı cennete giderler ve orada yüzleri nadıra olur. Soruşturmadan ve onlara hükümler tebliğ edildikten sonra, sonraki hayata geçmektedirler, o da cennet ve cehennem hayatıdır.
Arada harf-i atıf getirilmemektedir. Orada mahzuf cümleler vardır.
İnsanın bir şeyi iyice kavraması için yalnız dinlemesi değil, aynı zamanda düşünmesi de gerekmektedir. Bu sebeple Kur’an olayları peş peşe anlatmaz, değişik konuları değişik yerlerde anlatır. Örnek olarak namaz sadece bir yerde anlatılmamıştır, değişik yerlerde değişik özellikleri ile zikredilmiştir.
Kur’an âhireti de böyle anlatır, insanları düşünmeye ve beyinlerine yerleştirmeye götürür.
Burada da cennet veya cehenneme sevk edilmeleri atlanmıştır.
Kur’an’daki bu dağınıklığı eleştirenler olabilir. Oysa doğal olan budur. Bir ormana girdiğiniz zaman değişik ağaçlar iç içe değişik yerlerde yer alırlar. İlk bakışta böyle bir dağınıklık beceriksizlikten ileri geliyormuş gibi gelir. Oysa orman bir bütündür, ağaçlar da birbirlerini tamamlayandır. Güneş ışığı süzüle süzüle en alta iner ve tamamı ondan yararlanmış olur. Ayrıca değişik bitkilerin ürettiği kokular birbirlerine etki ederek onların yararlanmasını sağlarlar. Çürüdüklerinde hepsinin ayrı ayrı atıkları diğer bitkilere besin olur ve her çeşit besini ancak bu canlılıkta bulurlar.
Başka bir önemi de aynı zamanda kendilerini bu sayede korurlar, onları otlayanlar ormana giremedikleri için büyümelerine imkân verirler. Büyüdükten sonra da onları ekerler, altlarını açarak dökülen yaprak ve meyvelerden diğer hayvanların yararlanmasını sağlarlar.
İşte Kur’an’ın âyetleri de hep böyledir, bu sayede Kur’an’da her şey ifade edilmiştir.
نَاضِرَةٌ
(NAvWıRaTün)
“Nadırdırlar”
“Nadr” canlılık demektir.
Eve iki çiçek saksısı koyun, biri canlı diğeri suni olsun. Canlı olanı sizin temizlemeniz gerekmediği halde daima parlak durur. Cansız olan ise toz toprakla kaplanır. Evin hanımı veya yardımcısı her gün bez alır ve onları parlatmaya çalışır. İşte, canlılarda mevcut olan kendilerini sürekli temizleme özellikleri nadırdır. Onların görünüşü canlıdır. Bazı bürolara gider ve orada suni çiçek saksıları görürsünüz, onların canlı olup olmadığını elinizi sürmedikçe zor anlarsınız. Çünkü üstleri silinmiş ve parlatılmıştır. Ertesi gün gidip baktığınızda cansız olanın hemen bozulmuş olduğunu görürsünüz.
Bitkiler de uykuya girerler ve kendilerini temizleyemezler, o zaman da solgun olurlar. İnsanın bedeni bu özelliğe sahip değildir, kendi kendisini temizleyemiyor. Onun için yıkanma ve giyinme emredilmiştir, elbisenin yıkanması da emredilmiştir.
“Hasune” gibi sıfatları ifade eden fiillerin ism-i failleri “fail” vezni üzere gelmez. “Hasin” denmez, “Hasen” denir. “Nadır” olarak geldiğine göre nedret bir güzellik değildir, nedret bir oluşumdur. Bitkilerin kendilerini temizlemeleri sadece güzellikleri için değildir. Çiçeklerin rengârenk olması arılara kendilerini beğendirmek içindir ama nedret derideki gözeneklerin açık kalması için sağlanır.
Demek ki âhirette yüzler nadır olacaktır, kendi kendilerini canlı tutacaklardır.
Bu dünyada da nadır olma demek kendisinden emin ve sevinçli olma demektir.
Âhirette de bu böyle olacaktır.
Kur’an’da bir de “Yüzlerinin simasında secdenin eserini görürsün” (48/29) denmektedir. İnsan secde ettikçe kan yüze basınç yapmakta, deri hücrelerini beslemekte, onlar da kendilerini daha çok canlı tutmaktadır. Secdenin eseri bu dünyada görüldüğü gibi âhirette de görülecektir.
Âhirette geçinmek için çalışma yoktur. Bugün okumuş olanlar tarla ekmemekte ama çalışmaktadırlar. Âhirette öğrenme olmayacaktır gibi bir kural yoktur. Bilakis onların ilimleri artacak ve hizmetlilere verdikleri talimatla onlara projeler ürettireceklerdir. Geçinmeleri çalışmalarına bağlı olmayacaktır. Dünyada kazandıkları onları ilelebet geçindirecektir.
إِلَى رَبِّهَا
(EiLAv RAbBiHAv)
“Rabbine”
“Nazara” “İlâ” ile geldiği zaman gözle bir tarafa bakmadır. “Nazara ile’l-cebeli” dendiği zaman dağa bakma olur. “Nazara fi’l-cebeli” demek dağ üzerinde düşündü demektir. Onun ne olduğunu beyninde eleştirdi demektir.
Demek ki “Nazar” “İlâ” ile geldiği zaman doğrudan ona doğru bakmak demektir.
Oysa onun üzerinde düşünmek nazariye kurma değildir.
“Rablerine bakacaklar” O’nu görecekler demektir. O’nu kendi bildikleri Tanrı olarak göreceklerdir ama O başka herhangi bir şeye benzemeyecektir.
Burada “Rablerine bakacaklardır” demek suretiyle âhirette de evrim vardır demektir; uygarlaşma vardır, keşifler vardır, gelişmeler vardır.
Matematikte bir problem çözmek için çeşitli yollara başvurursunuz ve sonunda o problemi çözersiniz ama o esnada henüz çözülmemiş birçok problemleri öğrenirsiniz. Dolayısıyla ilimde çalıştığınızda bildikleriniz artar ama bilmedikleriniz daha çok artar.
Uygarlaşma öyledir. Bir araç keşfedersin; rahat edeceğim derken daha çok sorunla karşı karşıya kalırsın. Sorunları çözdükçe de uygarlaşırsın. Uygarlık da böyledir. Uygarlaştıkça alanınız daha çok açılır, daha çok uygarlaşma ihtiyacı doğar.
Örnek olarak birinci derece denklemlerinden sonra ikinci, sonra üçüncü derece denklemleri gelir. Denklemlerin dereceleri sonsuzdur. Dolayısıyla çözülecek denklemler bitmez.
Uygarlık da böyledir, dolayısıyla âhirette de uygarlaşma ilânihaye devam edecektir.
نَاظِرَةٌ (23)
(NAvJIRaTun)
“Nazırdır.”
İnsan ihtiyaçlarını giderdiğinde hoşlanır, ihtiyacı olduğunda da acı duyar. Âhirette acı duyma olmayacaktır ama ihtiyaç duyulacaktır ve ihtiyacın giderilmesi de zevk verecektir.
İnsanın Rabbine nazar etmeye ihtiyacı vardır, âhirette daha çok olacaktır. O nazar esnasında ihtiyaçlarını Rabbi karşılayacak, o insan da zevk alacaktır. Yani bu âyetin ifade ettiği şey şudur; âhirete dünyadaki gibi Rabbini görme ihtiyacını duyacak ve o ihtiyaç onu tatmin edecektir.
Özlediğin insanı görürsen özlemin gider. Bunların hepsi sadece zihnîdir. Allah âhirette oraya göre zihnî düzenleme yapacak ve biz orada saadet içinde olacağız.
وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ (24) تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ (25)
(Va VuCUvHun YaVMaEiÜin BaSiRaTün TaJunNu EaN YuFGaLa BiHa FaQıRaTün)
“Ve o gün yüzler vardır basıradır. Onlara fakıranın fiil edildiğini sanırsın.”
“Ve” harfi ile atfedilmiştir. “Yevmeizin” iade edilmiştir. Demek ki bu yüzler başka yüzlerdir, yevmeizin de başka gündür. “Vücuh” kelimesinin mübteda olabilmesi için “yevmeizin” burada tekrar edilmiştir.
Bu durum cennet ve cehennemdeki durum değil, kıyamet yani geçiş zamanındaki durumdur. Muhakeme edilirken defterler ilerledikçe artık cennetin yolu görünenlerin yüzleri ile cehennem yolu görünenlerin yüzleri tasvir edilmektedir. Bu sûrede cennet ve cehenneme gidilmeden önceki durum anlatılmaktadır. “Yevmeizin” hep saati anlatmaktadır.
İnsanın beynindeki durum sinirler vasıtasıyla hormonlara etki eder ve insan ruhundaki olaylar bedene akseder, yüze akseder. İnsanın düşünceleri, sevinçleri, acıları yüzde görünür.
Âhiret mahkemesinde muhakeme edilirken işlerin iyiye doğru gittiği görüldükçe yüzlere sevinç akseder, işler kötüye gidince yüzler kararmaya başlar.
Başka bir âyette deniyor ki;
يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ فَأَمَّا الَّذِينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ أَكَفَرْتُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (1063/)
“Vecihlerin ağardığı günü ve vecihlerin karardığı günü (düşün). Kararan vecihlerine gelince, İmanınızdan sonra küfür mü ettiniz? Öyleyse küfrettiğinizden dolayı azabı zevk edin.”
Bu âyette ağarmaktan ve kararmaktan bahsetmektedir.
Buradaki âyette ise nadıre ve basire denmektedir.
Bu iki âyet birbirini beyan etmektedir.
Ağarmak ve kararmaktan maksat nadıre ile basiredir.
“Basir” olmamış hurma, koruk hurma demektir, ağzınıza aldığınızda ekşiliğinden dolayı yüzünüz ekşir. Ekşime tatla ilgili bir olgudur. Yüzün ekşimesi sebep sonuç ilişkisinden dolayı mecazdır.
Her iki âyette kastedilen ne canlılık ne ekşilik ne siyahlık ne de beyazlıktır. Bahsedilen tamamen psikolojik durumdur. Psikoloji kitabı yazanlar Kur’an’dan kelimeler alacaklar ve insanda duyulan bu durumları tahlil edeceklerdir.
Âhiretteki insanların durumları anlatılmaktadır, insanların duydukları hisler anlatılmaktadır. Duygularının dışa aksetmesi anlatılmaktadır.
O hayat bugünkü hayatın devamıdır.
وَوُجُوهٌ
(Va VuCUvHun)
“Ve vecihler”
“Ve” harfi ile atfedilmiştir. Nekredir ve cemidir. Birinci vecihler ile ikinci vecihler ayrıdır. Âli İmran’daki âyette “Emmâ” ile ayrılmıştır.
Şimdi şu soru ile karşılaşırız; bu iki grup vecihlerin dışında vecihler var mıdır?
Eğer iki nekreden başka nekre yoksa ve bunlardan biri nekre olarak bahsedilse diğeri marife olur. ‘Bir elinde yağ diğer elinde de bal’ denir. Burada ikisi de nekredir. Çünkü biri nekre kalınca diğeri marife olmaz nekre olur. ‘İki adamdan biri geldi diğeri gelmedi’ denir, ‘diğer biri gelmedi’ denmez. Çünkü iki adam marife olunca, birincisi belirlenince ikincisi de belirlenmiş olur. Eğer adamlar ikiden fazla ise adamlardan biri ayakta su içti diğeri de yerde su içti dersiniz. Bu ifade doğrudur. Çünkü üçüncü kişiden bahsetmiyorsunuz.
Buradaki ifadelerin nekre olması başka yüzlerin de mevcut olduğunu ifade eder. Durumdan memnun olmasalar bile durumları çok kötü olmayanlar da vardır demektir.
يَوْمَئِذٍ
(YaVMa EiÜin)
“O gün”
“Yevmeizin” burada tekrar edilmiştir. Çünkü “Vücuh” kelimesi ancak o zaman mübteda olabilir. Oysa Âli İmran’da tekrar edilmemiştir. Bir yevm de cem edilmiştir. Çünkü nekre fail olabilir. Yani birinci yevm ile ikinci yevm aynıdır.
Bununla beraber iki âyetin farklı şekilde ifade edilmesinde elbette hikmetler vardır. Farklı şekilde ifade edilerek kelimelerin hakiki manada olmadıklarına işaret edilmiştir.
‘Bir aslan geldi ortalık sütliman oldu’ dediğimiz zaman aslanın gerçek aslan değil de bir kahraman insan olduğu anlaşılır.
بَاسِرَةٌ
(BaSiRaTün)
“Ekşimişlerdir.”
İnsanlar fikirlerini dil ile ifade ederler. Duygular ise dille ifade edilmez. Duygular yüze değişik görüntüyle akseder ve böylece ifade edilir. Gülmek insana mahsus bir olaydır. Kuzular meler ama ağlamazlar. Bebekler konuşamazlar ama ağlarlar. İnsan dik yaratılmıştır. Çünkü karşılıklı durup konuşacaklar ve fikirlerini birbirlerine aktaracaklar.
Duymayan bir emekli albayla bir işte çalışıyorduk. Kendisiyle yeni karşılaşmıştım. Benimle konuşuyordu. Yüzümü başka tarafa çevirdiğimde cevap vermedi. ‘Arkadaş sağırdır, konuşulanları dudaklardan okuyor’ dediler.
Demek ki dudakların hareketinden ne söylendiği deşifre edilebiliyor.
Fikirler için dudaklar ne ise yüz de duygular için aynıdır. Göz göze gelenler birbirlerinin içlerini okurlar. Çünkü gözlerde radar dalgaları gibi karşılıklı etkileşme vardır. Bu etkileşme iradi değildir. O duruma düşen kimse istese de istemese de durumunu belli eder.
‘Asık suratlı, yüzü simsiyah oldu’ gibi tabirlerimiz vardır.
‘Sevimli yüzü var, güler yüzlü insan’ deriz.
Bu dünya hayatında suç ve cezaların dışarıya aksetmesi caydırıcılık için geçerlidir. Âhirette her şey bitmiş olacak, cennete giden cennete, cehenneme giden cehenneme gidecektir.
Bunların teşhirinde ne mana vardır?
Demek ki o günkü hayattan da ibret almamız gereken işler vardır. İnsan cennette de olsa cehennemde de olsa insandır. İyi veya kötü insan olmak demek insanlıktan çıkma anlamına gelmez. İnsanı tanımlarken kendi kendisini yücelten varlık anlamındadır dedik. Bu yüceltme kötülükten kurtulma şeklinde olduğu gibi daha yüce yüksekliklere ulaşma şeklinde de olur.
تَظُنُّ
(TaJunNu)
“Zannedersin”
Buradaki muhatap her samidir. Muhataba olayı anlatmak için ona kendisinden örnek verilmektedir. Demek ki muhatabın zannetme vasfı olmalıdır.
Sanki onlara fakıra fiil edilmiş denmektedir.
أَنْ يُفْعَلَ بِهَا
(EaN YuFGaLa BiHAv)
“Onlara fiil edilmiştir.”
Buradaki zamir yüzlere gitmektedir, yüzler fiil edilmiştir.
Sosyal bir olay daha vardır. Bir cenaze olur, siz o cenazeye katılırsanız siz de mahzun olursunuz. Herkes hüzünlüdür, sessiz adımlar atmaktadır, siz de öyle katılırsınız. Eğer gelin giden kafileye katılırsanız siz de neşeli olursunuz. Yani hisler etkileyicidir. Beyinden çıkan elektromanyetik dalgalar tüm topluluğa sirayet eder, birlikte üzülür birlikte sevinirler.
Yan yana yürüyen iki arkadaş biraz sonra adımlarını bilinçsiz bir şekilde uygun adım hâline getirirler, sayıları ve uzunlukları aynı olur. Oysa yürürken birbirlerine bakmamaktadırlar. Bu uyum beyinler arası manyetik iletişimle sağlanmaktadır.
Savaş sırasında herkeste aynı duygu doğar, korku gider cesaret gelir, karşı tarafı öldürme zevki uyanır.
Buradaki “Ha” zamiri bütün yüzlere işaret etmektedir. O gün de bu yüzler böyle etkileşerek simsiyah olacaklardır. Yine bu da göstermektedir ki beyin yapımız aynı olmaya devam edecek, devreler hep aynı kalacaklardır.
فَاقِرَةٌ (25)
(FaQıRatün)
“Fakıra.”
“Fakr” omurga kemiğidir.
“Fıkr” ipe atılan düğümlerdir.
“Fakir” serveti vasat seviyenin altında olandır.
“Fakıra” burada bir işlemi ifade eder, bir işkence sistemidir.
Eskiden kişiyi yatırıp ayaklarını sopaya bağlar ve ayak tabanına kamçı veya sopa ile vururlardı. Bu insana sıkıntı verir ama zarar vermez. Ona “falaka” derlerdi.
Bugün işkence dediğimiz eziyet şekli çok uygundur. Bilhassa kişiye doğruyu söyletmek için geliştirilmiş usuller vardır. Kişinin bedenine zarar vermemelidir ama kişi acı duymalıdır. Gelişmiş işkence sisteminde topluca işkence yapılır. Sıra ile öldürmelere başlanır, diğerleri korkup konuşurlar yahut suçları kabul ederler. Savcı ifade alır. Eğer ifadeyi beğenmezse karakola iade eder, orada işkence ile söyletip imzalatırlar. Hâkim karşısına çıktığında inkâr ederse tekrar gönderirler. Bütün anayasalarda bu tür işkenceler yasak olduğu halde her ülkede işkence yapılmaktadır. Çünkü işkencesiz güvenlik sağlanamamaktadır.
İslâmiyet’te hukuk düzeninde işkence yoktur, askeri düzende de sadece tehlikenin önlenmesi için işkence yapılabilir.
Soruşturmalar dört kademede yapılır.
a) Sözlü soruşturma. Soruşturmacı sanığın veya şahidin yanına gider ve zorlamadan sorar.
b) Yazılı olarak sorar ve yazılı cevabı posta marifeti ile ister.
c) Başkanın daveti ile duruşmalı soruşturma yapılabilir; açıktır ve eziyetsiz sorulabilir.
d) Karakol soruşturması ancak hakemler kararı ile ve o da sadece tehlikeyi önlemek ve bilgi almak maksadı ile yapılabilir. İşkence kişide kalıcı iz bırakmamalıdır. Haklı ve haksız olmasına bakılmaksızın polisin yaptığı işkenceyi halktan biri yapsaydı ne tazminat verilecekse o tazminatı devlet eksiksiz öder.
“Fakıra” kelimesinin bir uygulama olduğunu “yuf’ale” kelimesinden anlıyoruz.
İşte, işkence yapılmadığı halde işkence yapılmış gibi bir durumda perişan haldedir.