Kıyamet Sûresi-2
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ (1) وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ (2)
***
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَلَّنْ نَجْمَعَ عِظَامَهُ (3)
بَلَى قَادِرِينَ عَلَى أَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ (4)
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَلَّنْ نَجْمَعَ عِظَامَهُ
(Ea YaXSaBu eLEiNSANu EaNLaN NaCMaGa GıJAvMaHUv)
“İnsan azmlerini cem etmeyeceğimizi hesab mı ediyor?”
Kıyamet ve nefsi levvameye kasem ettikten sonra yeminin cevabını soru olarak getirmektedir.
Cevap soru olabilir mi?
Bu soru gerçekten soru değildir, insanların böyle sanmalarının yanlış olduğunu veya kötü olduğunu ifade eden sorudur. Dolayısıyla cevap olarak getirilmesi caizdir. Bununla beraber sorunun cevap olamayacağını kabul ettiğimizde “Belâ Kadirîne” cevap olabilir. Ancak onda da “Belâ”lı cümle cevap olabilir mi? “Belâ” kendisinden öncekini tasdik edicidir. İnsan öyle mi sanıyor? Evet, cem edecektir şeklinde nefy var.
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
“Evet, sen bizim rabbimizsin.”
“E”den sonra gelen “Belâ” “E”deki menfiliği kaldırıp müsbete çevirir. “Değil miyim?” sorusunda iki menfi var, müsbet olur. Sonra da “Belâ” tarafından müsbet tasdik edilmiş olur.
İnsan kemiklerinin cem edilmeyeceğini mi hesap ediyor? Öyle hesap ettiği doğru değildir. Kemiklerini cem edeceğiz manâsı verilebilir. Menfilik “Belâ”dan önce olsaydı, “Belâ”dan sonraki menfilik daha önceki istifhamı müsbete çevirir mi? Burada da tereddüt vardır. Bu sebepledir ki bu âyete iki manâ verebiliriz. İnsan kemiklerini toplamayacağımızı sanıyor. Hayır, toplayacağız, aynı zamanda benaneleri de tesviye edeceğiz manâsı çıkabilir.
“Belâ” kelimesine bu manâyı verme dil kurallarına göre burada zor görünüyor. Biz ikinci manâ veriyoruz. Evet, bizim insanın kemiklerini toplamayacağımızı sanıyor. Evet, toplamayacağız, onun benanlarının tesviyesine kadiriz. Bu ikinci manâ da tam doğru değildir.
Kemikler toplanmayacaktır. Benaneler tesviye edilecek ve o benaneler kemikleri yeniden inşa edecektir. Eski kemikleri toplanmayacağından “Belâ” ona işaret etmektedir. Benzeri yeniden inşa edeceğinden “Belâ” bu sebeple mâkablini tasdik mahiyetinde olacaktır. Cümle çok derin manâları ifade edecek şekilde tanzim edilmiştir.
Şimdi insanın yaratılışı ile ilgili bilgileri ele alalım. İlk Âdem, insan olmayan bir canlının karnında yapılan bir düzenleme ile insan hücresi olarak oluştu. Hücre bölündü. Erkekte x ve y bırakıldı. Kadında y bertaraf edilerek xx kaldı.
46 kromozomdan oluşan insan hücresi çoğalmakta ve bugüne kadar milyarlarca insanı oluşturmaktadır. Bu benzerlik moleküllerde bulunan üç kollu özellikten ileri gelir. Bir stoklar takımı vardır. İki kolu vardır. Bu yolla birbirine eklenmektedir. Bir zincir oluşturmaktadır. Bir de üçüncü kolu vardır. Üçüncü kol ile de eşi ile birleşmektedir. Bunlar iki çifttir. Bir misalle anlatmaya çalışayım. Bir sandalyeye erkek oturursa karşısında kadın oturacaktır, kadın oturursa karşı tarafta erkek oturacaktır. Karşı karşıya mutlaka bir kadın bir erkek olacaktır.
Diğer taraftan insanlar iki renktirler; beyazlar ve siyahlar. Beyazların karşısında beyaz, siyahların karşısında da siyah eş oturacaktır. Bu suretle dizilen sandalyelerde çeşitli diziliş verilir.
Bu sandalyede oturanlar sandalyelerini aksi istikamete çevirip salonun diğer yarısına hitap edebilirler yahut birbirine dönerek eşler olarak oturabilmektedirler. Salona taraf döndükleri zaman üçlü grup oluşturmaktadırlar. Üçü birden dönebiliyor. Teker teker geri dönemiyorlar. Birbirlerine döndükleri zaman her biri kendi eşiyle karşı karşıyadır.
E | E | K | K | K | E | K | E | K | K | E | K | K | E | K | E | E | E | K | K |
K | K | E | E | E | K | E | K | E | E | K | E | E | K | E | K | K | K | E | E |
Siyahların karşısında siyahlar vardır, beyazların karşısında beyazlar vardır.
Erkeklerin karşısında kadınlar vardır, kadınların karşısında erkekler vardır.
1- Böyle dizilmiş moleküllere “kromozom” denmektedir. Kur’an “salsal” demektedir. Bunların iki özeliği vardır.
2- Çevrede birçok siyah ve beyaz kadınlar vardır ama bunların eşleri yoktur. Evlenmemişler, serbestçe dolaşıyorlar.
3- Bunlar birbirlerinden ayrılır ve çift dizi yerine tek dizi hâline gelirler.
4- Her ikisi çevreden evli olamayanlardan birer eş bulmakta ve tekrar çiftli dizi olmaktadır.
E | E | K | K | K | E | K | E | K | K | E | K | K | E | K | E | E | E | K | K |
K | K | E | E | E | K | E | K | E | E | K | E | E | K | E | K | K | K | E | E |
K | K | E | E | E | K | E | K | E | E | K | E | E | K | E | K | K | K | E | E |
E | E | K | K | K | E | K | E | K | K | E | K | K | E | K | E | E | E | K | K |
Böylece her salsal kendine benzer bir dizi oluşturmaktadır. İşte bu sayededir ki bütün canlılar çoğalıp üreyebilmektedir.
Kendilerine benzer varlıkları üretme kabiliyeti canlılığın özelliğidir.
Su damlaları da benzer varlıklardır, onlar da bulutta dağılmış moleküllerin bir araya gelmesiyle çoğalmaktadırlar. Ne var ki damla içinde yer alan moleküller belli bir konuma göre konmamıştır. Raslantı olarak yerlerini almışlardır. Oysa canlı kendi dizisine benzer diziyi oluşturmaktadır.
Şimdi bu dizinin ikinci özellikleri de şunlardır. Beraber ikisi de sandalyelerini değiştirmeden gerisin geriye dönebilmektedirler. Ne var ki bunlar üçlü takım oluşturmakta ancak üçü birden geriye veya ileriye dönebilmektedir. Yani eşler yüzlerini birbirlerine çevirebilmekte ama ancak üçü birden çevirebilmektedir. Bazen eşlerine sırtlarını bazen yüzlerini vermektedir.
Şimdi, yine canlılar 20 çeşit molekül kullanarak inşaat yaparlar. Yani yeryüzünde milyar çeşit molekül vardır ama canlılar yalnız yirmi çeşit molekül kullanırlar.
İşte, birlikte dönebilen üç gruptan her biri ancak bir molekülü tutabilir. Böylece her grubun bir asidi vardır. Onun görevi o asidi çevrede yerleştirmektir.
Şimdi bizim erkek ve kadın, siyah ve beyaz olmak üzere dört çeşit varlığımız vardır. Bunları üçlü olarak sıralamak istersek; birincisinde 4, ikincisinde 4 koyabiliriz, 16 tür olarak dizebiliriz. Üçüncüyü de kullanırsak 64 çeşit takım oluşur. Eşleri ile birlikte olur. Ne var ki kadın veya erkek olma bakımından eşleşince fark etmiyor, çünkü biri kadınsa diğeri mutlaka erkektir. O halde yarısını almamız gerekir. 32 çeşit üçlü grubumuz oluşacaktır. Bunların 20’sini 20 asit için kullanacağız. Diğerleri de zinciri koparmak ve açmak için kullanılmaktadır.
İşte, canlı bunlardan oluşmaktadır. İnsan da canlı olduğu için bu yapıya sahiptir. Bu dizi insanı oluşturmada yeterlidir.
Bir canlının erkek ve dişi yumurtalarını alıp tüpte birleştirebiliyorlar. Sonra döllenmiş yumurtanın çekirdeğini boşaltıyorlar, herhangi aynı türden diğer canlının normal hücresinin çekirdeğini alıp o hücreye koyuyorlar. Böylece canlı oluşmakta, klonlanmış yavru meydana gelmektedir. Ne var ki ömrü çekirdeği alınan canlının hücresinin ömrü kadar olmaktadır.
Bir hücredeki yapı aynı kalmakta ama atomlar yerlerini yenilere bırakmaktadır. İnsan ölmekte ama onun cinsel hücreleri devam etmektedir. O halde hiçbir zaman yeni hücre icat edilmemekte, eski hücreler çoğalarak yenilenmektedir.
Benim hücrelerim hep değişmektedir. Hücrelerin atomları da hep değişmektedir. Akarsuya benzemektedir. Göle devamlı su gelir ve gider ama göl sabit kalır. Gölün sakinleri de sabit kalır. Demek ki canlılık bir yapıdan ibarettir, moleküllerin özel şekilde dizilişinden ibarettir. Âhirette benzer canlının yapısını oluşturma sadece onun DNA’larının muhafazası şeklindedir.
Bu bilgilerden sonra insanın yaratılışına da kısaca temas edelim.
Babadan gelen erkek kuyruklu hücre, bu nutfedir. Annede bulunan döllenmemiş hücre ile birleşir ve döllenmiş hücre olur. Bu “alaka”dır. Alak yapışkanlar demektir. Alaka ise bir yapışkan demektir. İnsan milyarlarca alakadan oluşur. Alak ise bunların hepsinin bir arada yer alanlarıdır. Ceviz dediğimiz zaman yalnız bir tane ceviz veya bir torba cevizler demeyiz, bir torba ceviz deriz. Bunlar tür isimleridir. Arapçada bu isimler cem isimlerdir. Zamirler müfret gider. Onlardan birini kastedecek olursan sonunda “t” getirirsin. Mesela inek sürüsü “bakar”dır. Hepsi dişi olabilir. Bir tanesi ise “bakarat”dır. Bu erkek olabilir. İşte “alak” kelimesi böyledir. Bir insanın tüm hücreleri alakdır. Bir hücresi alakadır. İnsan bir hücreden var edilmiştir. Onun bölünerek çoğalması ile insan oluşmaktadır. Kendisi “alak”dan ibarettir, başlangıcı “alaka”dır.
İnsan bir arabaya benzer. Araba akıllı arabadır. Kısa zamanlarda kendi kendini idare edebilmektedir. Şoförü de ruhtur. İnsan ruhudur. Ruhun “nefs” denen bir melekesi vardır. O meleke ile bedenle ilişki kurabilmektedir. Ondan haber alabilmekte, ona emirler verebilmektedir. Ruhta mevcut olan bu özelliğe benzer özellik de insanın bedeninde mevcuttur. Beyin dediğimiz bir merkez vardır, bilgisayar benzeri bir âlettir. Bedenden haberler almakta, bedene emirler verebilmektedir. Beynin başka özelliği ruhun nefis ile irtibat içinde olmasıdır. Ölüm demek arabanın hurdaya çıkarılması demektir. Şoförün yani ruhun yok olması değildir. Kendisi o arabadan iniyor, başka arabaya binmiş olabilir.
Bir hususa da işaret etme zorunluluğu vardır. Kromozomdaki üçlü harflerden oluşmuş heceler birbirine benzer canlıların oluşmasını sağlamaktadır. Bununla beraber her canlı ayrı özellik taşımaktadır. DNA denen harflerin incelenmesiyle onların yüzdeleri ile her canlı birbirinden ayrılmaktadır. Hattâ hangi canlının hangi canlının bölünmesi ile oluştuğu da bilinmektedir. İşte, kromozomlardaki yapı ile bilgisayardaki çipler aynı özelliği taşırlar. İstersek bilgisayardaki 0 ve 1’in sırasını kâğıdımızda yazar, orada dizebilirsek dizebiliriz ve yeni bilgisayar yapabilir programı yükleyebiliriz.
Bunun gibi kromozomların bilgisi bir arşivde muhafaza edilirse yarın onun ustası onu dizerek aynı insanı yapabilir.
Allah kâinatı yaratmadan önce mekân yoktu, zaman yoktu, madde yoktu, enerji yoktu. İnsan yoktu, ruh yoktu, melek yoktu, cin yoktu. Allah bunları var etti. Bunlardan melekler ilk olarak görevlendirildi. İşte, Allah bunlara canlıdaki programları öğretti, onlar da o programa dayanarak canlıları oluşturdular. Bu meleklerin varlığını bitkilerin ve hayvanların varlığı ile biliyoruz. Elbette Allah bunları melekler olmadan da yapabilirdi. Ne var ki o zaman bu kâinatı yaratma abes olurdu. Kendisine yani bir işe yaramayan bitkileri ne diye üretsin? Ama melekleri, ruhları, cinleri ve insanları yaratmıştır. Bu kâinatı onlar için yaratmıştır. Onlar çalışsınlar ve yaşasınlar diye yaratmıştır.
Kıyamet olduğu zaman, levvame nefsin levmleri de dâhil olmak üzere hayata devam edeceğiz. Bu nerde saklanıyor? Öldüğümüz günkü yerde saklanıyor. Çünkü bizim yaşadığımız dünya ölmüyor. Film gibidir. Biz yeni dünyayı görüyoruz ama eski dünya yerinde duruyor. O yaptıklarımız heykelleşmiş duruyor. İşte o heykellerden beynimizin bilgisayarı kopya edildiği gibi, kromozomlardaki DNA’lar da kopya edilebilmektedir.
İnsan kemiklerini cem etmeyeceğimizi mi zannediyor sorusunun cevabı şudur.
Evet, çürümüş kemikler cem edilmeyecektir ama aynı benaneleri taşıyan hücreler var olacak ve onlar bir araya gelerek benzer yapıyı oluşturacaklardır. Ruhlar da bu yeni arabalara bineceklerdir. İnsan ölmeyecek ama arabalar her zaman değiştirilebilecektir. Bu son derece kolay ve basittir. Arabanın kontağını kapatır ve inersiniz, yanındaki yeni üretilmiş arabaya binersiniz. O araba eskisinin bütün bilgilerini de taşımaktadır. Hattâ dört boyutlu uzayda seyahat edebildiğiniz için de eski arabanıza uğrar oradan istediğiniz parçayı da alabilirsiniz.
Demek ki âhiret ile dünya arasında en büyük fark bu dünyada üç boyutlu uzayda hapis olmuş olmamızdır. Âhirette ise geçmişimizi ve geleceğimizi görme imkânına ulaşacağız demektir.
أَيَحْسَبُ
(Ea YaXSaBu)
“Hesap ediyor mu?”
İnsan kemiklerini cem etmeyeceğimizi sanıyor.
“Yarın derse gelmeyeceğimi mi sanıyorsun; geleceğim.” cümlesine benzer manâ verirsek, “insan kemiklerini cem etmeyeceğimizi sanıyor” manâsı son derece kolayca çıkar. Ne var ki Arapçada birisi sual sordu mu “evet” ve “hayır” demek için “naam” ve “lâ” kullanılır. Bir de ikisinin arası bir kelime vardır, o da “belâ”dır.
“Hel yahsebu’l-insanu en necmea izamehu” şeklinde söylense, insan elbette kemiklerini cem edeceğimizi hesap ediyor.
“Hel yahsebu’l-insanu en len necmea izamehu” denseydi, insan kemiklerini cem etmeyeceğimizi hesap ediyor olacaktı.
“E yahsebu’l-insanu en necmea izamehu / insan kemiklerini cem edeceğimizi mi sanıyor” cümlesi de doğru olurdu.
“E yahsebu’l-insanu en len necmea izamehu”nun manâsı, insan kemiklerini cem etmeyeceğimizi mi sanıyor çıkar ki manâ böyle değişir.
Yani burada E, Hel anlamında menfi cümleyi ispat için gelmiştir.
Bundan sonra gelen kelime mâkablindeki menfiyi ispat içindir. Dolayısıyla buradaki bu ifade iki menfinin cemi şeklinde değildir. Nefy için değil taaccüb için gelmiştir. Ne tuhaf, insanın kemikleri çürüyor, o halde cem etmeyeceğimizi sanıyor demiş olmaktadır.
Hesap etmek demek nişan almak demektir. İsabet edeceği şekilde nişan alırsın ve inanırsın ki gelecekte bu olacaktır. Zan ile hesap kelimeleri birbirine benzer. Hesapta olumluluk hâkimdir. Zanda ise hata hâkimdir.
İnsan davranışları kemiklerin bir araya gelmeyeceği şeklindedir. Amelleri bu şekildedir. İman daha çok kalbidir. Hisab ise daha çok azmidir. Yani karar verme ile ilgilidir.
الْإِنسَانُ
(elEiNSANu)
“İnsan”
“İnsan” cins isimdir. Cemi yoktur. Kökü “Üns”den gelmektedir. “Vahşi”nin karşılığıdır. Canlılar vardır ki birbirlerinden kaçarlar. Toplulukları çok zayıftır veya yoktur. Bazı canlılar vardır ki birliktedirler ve topluluktan ayrılmazlar.
Üns olanlar ise başlangıçta ayrı ayrı iken sonradan katılarak o topluluğun ferdi olurlar. İnsan bu özelliği taşıyan tek varlıktır. Ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratılmıştır ama bir araya gelerek yeni topluluk oluşturmaktadır. Bir araya gelmekle beraber kişiliğini korumaktadır, ailesi içinde ayrılığını korumaktadır.
İnsan birlikte çalışıp üretmekte, sonra bölüşüp ayrı ayrı tüketmektedir. İnsan bunu ekonomide yapmakla kalmamakta; dinde, ilimde ve siyasette de aynı şeyi yapmaktadır. Cemaatle bir olup namaz kılmakta, sünnetleri ise kendi başına kılmaktadır. İnsanlar Ramazan orucunu birlikte tutarlar ama nafile oruçlar ayrı ayrı tutulur. Zekât birlikte eda edilir, oysa fitre ayrı ayrı verilir. Hac birlikte ama umre ayrı ayrı yapılır.
İnsanın bu genel yapısı sayesinde insanlık uygarlaşmaktadır. Bir varlık kendi kendisini uygarlaştıramaz ama insan kişi olarak topluluğu evrimleştirmektedir. Bugünkü uygarlığı topluluklar değil kişiler ortaya koymuşlardır. Hamle olduktan sonra topluluk onu benimser ve yaşatır ama topluluk kendi kendine hamle yapamaz.
İnsanda diğer canlılardan farklı melekeler vardır. Her şeyden önce insanda kalıcı hafıza vardır, geçmişini ve geleceğini bilmektedir. Hayvanlarda ise dosyalanmış hafıza yoktur. İnsanda yazı yazma kabiliyeti vardır, resim yapma kabiliyeti vardır. Hayvanlarda böyle bir meleke yoktur. İnsanda kendi kendini eğitme kabiliyeti vardır, mesela kötü alışkanlıkları eğitim sayesinde bırakabilmektedir. İnsanda hak anlayışı vardır, yaptığı işin haklı-haksız olduğunu bildiği gibi kendisine yapılanın haklı-haksız olduğuna da karar verebilmektedir. Sonra insan muhakeme edebilmektedir, mantık ve matematik işlemleri yapabilmektedir. Hayvanlar sayıyı sayarak değil görerek bilirler. Beşe kadar biz de saymadan kaç olduğunu biliriz. İşte bu insan düşünmekte ve hesap edebilmektedir ama hesaplarında eksiklik var, hatalar var, görmezlik var, duymazlık var.
أَلَّنْ نَجْمَعَ
(EaNLaN NaCMaGa)
“Cem etmeyecek olmamız”
Değişik şeyleri gelişigüzel bir araya getirme kesp etmektir. Bir makinenin parçalarını bir araya getirip birleştirmek ise cem etmektir. Cemaat kelimesi buradan gelmektedir. Kemikleri bir araya getirip torbaya doldurmak değil de kemikleri yerlerine yerleştirip bir yapı oluşturmak cem etmektir.
İnsanın uzuvları vardır. El, ayak, göz, baş birer uzuvdur. Baş ve gövde bir yapıyı oluşturur, kol ve bacaklar ikinci yapıyı oluşturur. Baş ayrı parça, gövde ayrı parçadır. Kollar ayrı ayaklar ayrıdır. Başın içinde beyin vardır. Gövdenin içinde yürek vardır. Bunlar merkezlerdir. İnsan vücudu bir makine gibidir. Değişik yerlerde değişik uzuvlar yerleştirilmiştir. Ne var ki bunların tutunduğu yer kemiklerdir.
Bir ev yapmaya başladığınız zaman önce iskeletini oluşturursunuz, betonarmesini yaparsınız. Sonra duvarları, tavanı, döşemeyi yapmaya başlarsınız.
Allah da insanı kemik üzerine yerleştirmiştir.
İnsanlar da bunu bilmektedirler. Kemik uzun zaman toprakta çürümemektedir.
عِظَامَهُ
(GıJAvMaHUv)
“Onun kemikleri”
Kemiklerini cem etmeyeceğimizi mi sanıyor?
İnsan döllendikten sonra ilk hücreler işbölümü yaparlar. İkizlerden biri hareketli hücreleri oluşturmayı yüklenir, diğeri ise yapı hücrelerini üretmeyi yüklenir.
İkinci kademe bölünmede hareketli hücreleri üretmeyi yüklenen ikiye bölünür. Bunlar da aralarında işbölümü yapar. Biri üreme hücrelerini üretmeyi yüklenir, diğeri ise işletme hücrelerini üretmeyi yüklenir.
Yapı hücresi de bölünür ve iki hücre olur. Aralarında işbölümü yapar. Biri dış ilişkileri düzenler, diğeri ise iç yapıyı oluşturur.
Böylece 4 hücre yine bölünürler ve vücudun ana dokularını oluşturma görevini yüklenirler.
Ana Hücre | a) Hareketli Hücre | a1) Beslenme | 000) Taşıma |
| | | 001) Savunma |
| | a2) Çoğalma | 010) Hormonlar |
| | | 011) Cinsel Hücreler |
| b) Hareketli Hücre | b1) İç düzen | 100) Kemik |
| | | 101) Kas |
| | b2) Dış İlişki | 010) Sinir |
| | | 011) Deri |
Kemikleri oluşturan ilk hücre üçüncü bölünmeden sonra ortaya çıkar. Kemik ve kıkırdak hücreleri aynı hücrelerden oluşur.
İlk kemik hücresi ikiye ayrılır. Baş ve gövde ile kol ve bacak hücreleri oluşur.
Sonra böyle bölünerek özel kemikler meydana gelir. Dişler kemikten değil deridendir. Çünkü o dış ilişkileri düzenlemektedir.
Dirilme deyince insanlar eski kemiklerinin canlanması şeklinde anlamaktadırlar. Oysa dirilme eski yapının tekrar ortaya çıkmasıdır. Kur’an sürekli olarak bitkilerin yeniden yeşermesini örnek olarak göstermektedir.
Tohum bitkinin özelliğini taşıyan programı içermektedir. İçinde tek bir hücre vardır. Gününü ve yerini bulunca diğer hücreler besin hâline getirilir ve o bir hücre, o program bitkiyi oluşturur, buğdaysa buğday olur, armutsa armut olur. Kuşların ve böceklerin yumurtaları da böyledir.
Benim saçlarımı sakalımı kesiyorum ama bende bir değişiklik olmuyor. Vücudumdaki hücreler yenileniyor ama ben değişmiyorum.
Siz ölü idiniz, biz sizi topraktan çıkardık, oraya iade edeceğiz, sonra oradan tekrar çıkaracağız denmektedir. Birinci çıkarma gibi çıkaracaktır. Yani toprağın zerrelerini birleştirerek yapı hâline getirecektir ama bende bir değişme olmamaktadır. Çünkü beni oluşturan ruhtur ve ruhun bir özelliği olan nefistir. Ben çocukken başka bedene sahiptim, şimdi başka bedene sahibim ama ben benim. Kendimi biliyorum, başkaları da benim bedenime değil de ruhuma bakarak beni ben olarak biliyorlar.
Burada insanın dirilmesi ile ilgili anlayış ile gerçek anlayış arasındaki tereddüdü de cem kelimesi ile ifade etmektedir. Cem etmek monte etmek anlamında olarak olduğu zaman onun parçalarını toprakta toplamak anlamında olarak anlamak yanlıştır. Benzer programa göre eski bedenin yerine yeni bedeni ikame etme başkadır.
بَلَى قَادِرِينَ عَلَى أَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ (4)
(BaLAy QaDiRIyNa GaLAy EaN NuSavViyYa BaNANaHu)
“Evet, benaneleri tesviye etmeye kadiriz.”
Eskiden mors alfabesi vardı. Uzağa bir şey söylemek istediğin zaman sesi gönderemiyordun, onun yerine uzun ve kısa ışık ve işaret gönderiyordun. Kısa işaret 0 ve uzun olan 1 idi. 01’leri sıralayarak karşı tarafa değişik harfleri gönderebiliyordun. Mesela iki nokta i’dir, a ise bir nokta bir çizgidir. Bugün de bütün uzaktan haberleşmeler hep aynıdır. Sadece 0 ve 1’ler karşı tarafa gitmekte, onlar da yeniden sese veya şekle dönüşmektedir. İnsan beyni de böyle çalışmaktadır. Elektrikî devreler kapanıyor veya açılıyor, 0 ve 1’ler ortaya çıkıyor, böylece her türlü anlaşmaları yapabiliyoruz.
Gelen 01’leri bizim alabilmemiz için ya ekranda parlak karanlık noktalar olarak ortaya çıkar ya da ses dalgaları olur ve duyarız. Bunlar kâğıtta yazı hâline gelebilmekte, resim olabilmektedir. Bunun için de cihazların olması gerekmektedir.
İşte canlılar böyle 01’lere sahiptir ama onlar da iki çifttir. Yukarıda anlatmıştık. Bitkiler yalnız atomları kullanırlar. Hayvanlar ise ayrıca elektrikî devreleri yani bilgisayarları kullanırlar. Hem bitkilerin hem de hayvanların kullandığı iki çift atom uygun şekilde dizilerek maddeleri istediği yerlerde yerleştirip yapı yaparlar veya birbirlerine haber gönderirler. Bitkiler elektrikî devreleri kullanmazlar, sadece iki çift ana molekülleri kullanırlar. Demek sinir sistemi olan varlıklar hayvanlardır, sinir sistemi olmayanlar ise bitkilerdir. Tek hücreli çekirdekli hayvanlar vardır.
Canlıları şu şekilde tasnif edebiliriz.
Çekirdekli hücreler vardır, çekirdeksiz hücreler vardır. Çekirdekli hücrelerde sinirleri olan hücreler vardır, sinirleri olmayan hücreler vardır. Dört grup canlı mevcuttur.
Bunların dışında canlı olmamakla beraber bölünüp çoğalabilen canlılar vardır. Bunlar kromozom ve virüstür. Bunun dışında çekirdeksiz hücrelerin içinde serilmiş kendilerini eşleyen moleküller vardır. Bunlara DNA denmektedir. Canlının bütün özelliklerini taşıyan topraktan atasına benzeyen yeni canlıyı oluşturan bunlardır.
DNA’lar tek başına bir şey yapmamaktadırlar ama üçlü gruplar hâlinde 20 çeşit asidi gerekli yerlere bunlar yerleştirmektedirler. Buradaki “Benane” işte bu moleküllerdir. İki çifttir, birbirleri ile eşleşmektedirler.
Bunların uygun şekilde yerleşmesi ile belli iş yapılabilmektedir. Bunlara “gen” denmektedir. Genler birkaç DNA’nın birleşmesinden oluşmaktadır. Kur’an bunlara “Hame” demektedir. “Hame” demek üretim yapan bir DNA yani “Benane” takımıdır.
Çekirdekli hücrelerde genler birbirine eklenerek “kromozom” dedikleri zincir oluşturmaktadırlar. Kur’an buna “Salsal” demektedir.
Demek ki canlı dört çeşit çekirdek asidi ile yirmi çeşit aminoasitten oluşmaktadır. Aminoasitler canlının duvarlarını, tavanını, döşemesini, dolaplarını oluşturmaktadırlar. İki çekirdek asit de bunları yerlerine yerleştiren inşaat işçileri ve ustaları durumundadırlar.
Buradaki acayiplik, grup hâlinde işçilik yapan çekirdek asitlerinin yirmi aminoasidi dizmesidir. Yani çekirdek asitler aminoasitleri belirli yapıda dizerler. Bunlar faaliyet göstererek çekirdek ve aminoasitleri üretirler. İşte canlılık budur ve devam etmektedir.
Bu 24 çeşit asit uzayda yoktur, ancak eski canlılar üretebilmektedir.
İşte burada çözümü olmayan sorun şudur.
Bir hücrenin oluşması için bu kadar yüksek seviyede plan ve projesini yapan kimdir? Yapıldıktan sonra da ilk hücreyi imal eden kimdir, nasıl imal edilmiştir? Tanrı tanımazlar bunu tesadüflerle izah etmeye çalışmakta iseler de söylediklerine kendileri de inanmamaktadırlar. Çünkü ihtimaliyat kanunlarına göre bu imkânsızdır.
Bu konu meleklerle de izah edilemez. Çünkü onlar da bâtın âlemin canlılarıdır, onların da genleri vardır, onların da DNA’ları vardır. Dolayısıyla onların da oluşması mümkün değildir. Bu sebepledir ki ilim adamları şu sonuca varmışlardır. Biz neler oluyor ise onları tesbit ederiz. Nitekim canlının neler yaptığını belirleriz. İlmin görevi budur. Tanrı var mıdır yok mudur; bunu ilim tesbit eder ama ondan sonra Tanrı niçin vardır, nasıl vardır; bunu ilim tesbit edemez ve açıklayamaz.
Psikologlar da şimdi böyle yapıyorlar, ruhları değil ruhsal olayları ortaya koyuyorlar. Nasıl oluyor da ruh bunu yapıyor, bunu incelemiyorlar. Çünkü bunu bilmek mümkün değildir.
Önce herkes kendi varlığını bilmektedir. Mesela, biri ‘ben yoğum, sen yoksun’ diyemez. Yoksak nasıl konuşuyoruz? Yok olan ‘ben yoğum’ diyemez. Ben varım, sen varsın; diyelim ki bizden başka kimse yoktur. Diğer insanları biz var zannediyoruz ama aslında onlar yoktur. Nitekim bilgisayar benimle satranç oynayabiliyor ama biliyorum ki o ayrı bir varlık değildir, atomların belirli bir dizilişine göre benimle satranç oynayabilmektedir.
Ben ve senden başka hepsi ruhsuz birer bilgisayardır diyebilir ve yalnız ikimizin varlığını kabul edebiliriz. Nitekim rüyada da ben birçok hareket yapıyorum ama onlar yoklar. Ne var ki ben su içmesem büyük ıstırap çekmekteyim, su içince de ferahlamaktayım. O halde çevremi inkâr edemiyorum. Çevremle varlığımı sürdürüyorum.
İşte bu düşünce bizi Tanrı’ya götürmektedir. Ben varım, çevremdeki diğer insanlar vardır. Bunlar ancak kâinat içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Onun dışında tesadüflerle oluşamayacak bir dizi vardır. Bu dizi kromozomlardaki dizidir, genlerdeki dizidir. Biz bu dizi sayesinde varız. Bu dizi kendi kendine olamaz. O halde bu dizinin projesini yapan birisi vardır, O da Tanrı’dır.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Atomlar var, moleküller var. Bunların sayıları malumdur. Belli sıcaklıkta ve belli oranda olunca değişik cisimler oluşturabiliyorlar. Ama bunlarla dizi oluşmamaktadır. Oysa canlı kendi ürettiği moleküllerle varlığını sürdürmektedir. Bu sebeple denebilir ki cansız maddeleri yaratma kadar örnek canlı yapı oluşturma vardır.
Bunların hepsi sadece sıra ve sayıdan ibarettir. Bu aynı zamanda projedir.
Çürümüş dağılmakta olan bu kemiği kim diriltecek diye iddia ediyorlar. İlk inşa eden diriltecektir deniyor. Yani canlının DNA’larını kim baştan sıraladıysa sonra da o sıralayacaktır. 01’leri beyinde başlangıçta kim dizmişse yine o dizecektir demektir.
Diyelim ki S. Karagülle’nin kromozomları kayboldu. Baştan onu o şekilde var eden yeniden elbette var edebilir. Unutacak değildir ki. Bununla beraber yine meleklerin bu işi yapmaları için onların dördüncü boyuttaki kopyaları durmaktadır. Onlar oradan okuyarak yeniden aynı insanı diriltebilirler. Ölüm için melek görevlendirdiğine göre dirilme için de benzer bir görevlendirme olabilir.
Kâinatta teorik olarak 118 element vardır. 100 civarında olanları elde ediyoruz ve ömürleri dakikaların üstündedir. 18 kadarının ise saniyenin küsurları kadar ömürleri vardır. Demek ki kâinat 100 kadar element üzerinde kurulmuştur. Bu elementlerin hepsi hidrojen atomunun birleşmesinden hâsıl olmuştur. Hidrojen de elektron, proton ve nötröndan oluşmuştur.
Bu elementler öyle yaratılmıştır ki canlılar onunla gerekli asitleri imal etmektedirler. Dört işçi çeşidi ve yirmi tuğla çeşidi tüm canlılara yetmektedir.
Bir hanım yemek pişirirken yemek pişirme bir maharet ister ama eğer malzemesi yoksa hiçbir şey yapamaz. Ama bir kimse ne kadar bilgisiz olursa olsun malzeme varsa iyi kötü yemek pişirir. Yani asıl sorun 24 çeşit asidi üretmedir. Bunlar da basit hidrojen atomundan ve elektrondan üretilmişlerdir. Yani Allah kâinatı öyle yaratmış ki en basit şeylerden başlamış ama en kompleks yani karmaşık şeyler hasıl olmuştur.
Bütün bunlar hesaplama ve ölçülendirmedir. Allah bunları yapma kudretine sahiptir; tâ ilk kâinatı yaratırken bu kudrete sahipti. Bundan sonrası malzemeyi kazana koyup kaynatma kadar basittir.
بَلَى
(BaLAy)
“Evet”
“Belâ”dan önce menfi cümle gelmelidir. “Belâ” onu müsbet yapar. “Bel”den farkı, önceki cümleyi reddetmez. “Belâ” ise kendisinden öncekini reddeder.
Hesap etmedi. Hesap etmelidir. Kemiklerini cem etmeyeceğiz manâsı yerine cem edeceğiz manâsını vermemiz kurala uygun değilmiş gibi gelmektedir. İşte bu sebepledir ki burada “Belâ” kendisinden önceki cümleyi nefy etmektedir.
Evet, onlar öyle hesap ettiler ama onların hesabı yanlıştır. Biz kemikleri cem edeceğiz manâsını veririz. Ama başka bir ifadeyle; evet, onların hesabı doğrudur, biz kemikleri cem etmeyeceğiz ama o kemikleri üreten benaneleri tesviye edecek ve o çürümüş kemiklerin tekrar oluşmasına imkân vereceğiz denmiş olmaktadır. Cümlede Arap diline aykırı herhangi bir durum yoktur. Anlaşılan manâ da sonuç da doğrudur. O takdirde cem kelimesi mecazi olmuş olur.
قَادِرِينَ
(QaDiRIyNa)
“Kadiriz.”
Türkler ism-i faili haber olarak getirdiklerinde cümlenin failine zamir göndeririz. Kadiriz derler. Oysa Araplar biz kadirlerdir derler. Buradaki manâsı biz kadiriz demektir. Tekillik ve çoğulluğa uyarlar ama mütekellim ve muhataba uymazlar.
“Kıdr” kazan demektir. İçine ölçülü malzemeler koyma takdirdir, ölçülendirmedir. Sonra miktar çokluk ifade eder olmuştur.
Allah kâinatın malzemesini ışık kuantumlardan birleştirerek atomları oluşturmakla yarattı. Hidrojen atomu meydana geldi. Hidrojen atomunun birleşmesi ile diğer yüz kadar atom meydana geldi. Atomlar birleşerek molekülleri oluşturdular. Canlılık ise başka şekilde başladı.
En hafif malzemeler alınmıştır. Hidrojen ve oksijen birleşmiş ve su olmuştur. Su hayatın temelidir. Suyun diğer cisimlerden farkları vardır. İkiye bölünür. H ve OH olur. H fazla ise asidik alan olur, OH fazla ise bazik alan olur. Ayrı ayrı diğer oksitlerle birleşerek asitleri ve bazları oluştururlar. Su devreden çekilir tuz olur. Su canlıların taşıdığı maddeleri kendi içinde çözer ve onların serbest hareket etme imkânını sağlar. Su yapılara girer ve çıkar, böylece hayat olaylarına imkân verir.
Bu maddelerden başka en hafif dört değerli element karbondur. Dört eşit kolu vardır. Birbirleri ile birleşebilirler. Böylece iskeleti bunlar oluştururlar. Bütün zincirleri karbon zincirdir. Azot ise karbon kadar önemli elementtir. Yapı taşları onunla oluşur.
Yine çok önemli element fosfordur. Fosfor enerjinin kullanılmasında önemli rol oynar. Bunlar tuğlaların çamurlarıdır. Bunların özel biçimleri ise organik moleküllerdir. Bunlar da 24 adettir. İşte böylece dört ustanın emrine verilmiş enerji vardır. Onları kullanarak molekülleri dizmektedirler. Sonra da o fabrika molekülleri üretmektedir.
Kâinatın neresine bakarsak bakalım ince ölçüler ve sayılar vardır. O sayede düzen mevcuttur. Doğa kanunları da sayılardan ve ölçülerden ibarettir. Demek ki Allah önce Hâlik olarak madde ve enerjiyi var etti, sonra da bunları belli miktarlarla birleştirerek bugünkü kâinatı oluşturdu. Malzeme inşa eden O’dur. Yemeği pişiren de O’dur.
Allah iki şeyi belli sayıda yarattı.
Biri madde parçacıklarıdır, atomların sayısıdır.
Diğeri ise bunların hızlarıdır. Bunların hız karelerinin toplamı enerjiyi oluşturur, bu da belli sayı kadardır. Kâinatta artıp eksilmezler. Sadece hızları parçacıkları birbirine aktarırlar. Hayat olayları bu aktarmalarından ibarettir. Ölçü içinde yapılmaktadır.
“Kadirîn” kelimesi iki manâyı birlikte taşımaktadır. Biri yeter sayıda ölçülü sayıda var etme demektir. Diğeri de buna gücü yetme demektir. Burada kastedilen daha çok belli miktarlarda yapmadır. Tesviye kelimesi buna işaret etmektedir.
“Kadir” kelimesi aynı zamanda sünnetullahı da içine almaktadır. Her şey ölçülü olunca birinin ölçüleri ile diğerinin ölçüleri arasında bağlar kurulabilmektedir. Çünkü ölçülendirmek sayılar arasında ilişki kurmak anlamındadır. Kaba koyduğum patates ile kabın büyüklüğü arasında ilişki vardır. Bunlar birbirinin sebep sonucu değildir ama varlıkları birbirine bağlıdır. Bu sebepledir ki doğa kanunları zorunlu değil, Allah’ın onlara o sayıları yüklemiş olmalarından dolayı böyledirler.
عَلَى أَنْ نُسَوِّيَ
(GaLAy EaN NuSavViyYa)
“Tesviye etmemize”
“Alâ” üstünlüğü ifade eder. “Kellemeni ala’l-içtihat” dediğimiz zaman benimle içtihat üzerine konuştu anlamı çıkar. Kadirun aleyhi demek ona gücü yeten demek de olur. “Seva” eşitlik anlamındadır, hiza anlamına gelir. Buradaki tesviye dizme anlamındadır. Bilgisayarda 01 veriler öyle dizilir ki karşı taraf onu algılar ve onun dediğini yapar.
“Ben geldim” dediğimiz zaman harfler dizilmiştir b,e,n,g,e,l,d,i,m bir dizidir. Bunlardan birini değiştirirsek genellikle bir manâ ifade etmez. Mesela “ben geldim” desen bir şey ifade etmez yahut başka şey ifade eder. Ben yazıyorum, birçok harfleri yerli yerine yerleştiriyorum. Yanlış yaptığım zaman arkadaşlar düzeltiyor.
İşte beynimizde bunun gibi 01’ler dizilmiştir. O dizilişe göre ben şimdi bu harfleri dizebiliyorum. Kâinat böyle uygun dizilerden oluşmaktadır. Ancak o dizilerde bir değişme olduğu zaman sadece o yer çöker, oysa canlının bir yerinde bir bozulma olsa ondan sonra o bozukluk bütün vücuda yayılır. Bir hücrede meydana gelen bozulma ondan üreyen bütün hücrelere yayılır. Tekrar onu düzeltmek gerekmektedir. Nasıl araba yolda giderken sağa sola kayar ama şoför onu düzeltirse, canlılarda benanelerin böyle zaman zaman düzeltilmesi gerekmektedir. O da tesviyedir.
Kur’an’da “Ben yaparım” dediğinde Allah onu doğrudan araçsız yapar demektir. Ama “Biz” kullanıldığı zaman Ben ve melekler demektir. Benaneleri Allah meleklerle tesviye edecektir. Buradan ilk canlı da böylece melekler tarafından tesviye edilmiştir.
Arapçada üç illetli harf vardır. “Vav, Ya, Elif”. Bunlar birbirlerine dönüşürler. Dördüncü harf-i illet “Nun”dur. Tenvin elife dönüşür “Sinn” diştir. “N”lerden biri “V” diğeri “Y” olmuştur. Dişler aynı seviyede dizilmiş olduğu için “SENN” ile “SVY” yakın manâlar taşımaktadır. “S” harfi de dişlere benzetilerek üretilmiştir. Çünkü dişlerden çıkar. Yani “tesviye”nin kökü dişler gibi dizmek anlamındadır.
بَنَانَهُ(4)
(BaNANaHu)
“Benan / DNA”
فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْأَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ
“Benan” kelimesi iki yerde geçmektedir. “Savaşta boyunların üstünde vurun. Onlardan her benana darbedin” denmektedir (12)Burada “onlardan” denmektedir Bütün benanları darbedin olmuş olur.
Buradaki “onlar” kimlerdir?
Onlar savaşan kimselerdir, düşmanlardır. Onlardan yalnız “Fevka’l-E’nak” denmektedir. Bir de onlardan “her benanı” denmektedir. Onlardan bir grup vardır.
Buradaki emir melekleredir. Fevka’l-E’nak” da baş demektir, beyin demektir. “Fevka” dendiğinde boyundan vurma emri dışında kalır. O halde onların beyinlerdeki olanları darbedin yani onlara anlatın anlamı çıkmaktadır.
Burada “Min” teb’iz için gelebilirdi.
“Darbetmek” vurmak anlamında olduğu gibi vurup ayırmak manâsını da verebiliriz. “Darb” kelimesi iade edilmiştir. Yani birinin darbı başka şekilde, diğerinin darbı başka şekildedir. Beyindeki vuruş iki şekilde olur; biri beyindeki elektrik devrelerini köreltme, diğeri ise beyinde genetik sistemi ortadan kaldırmaktır. Beyinden “Benan” masdar olarak alındığında uygun işlerdir, ahenkli oluştur.
Benaneleri tesviye etme 20 çeşit asidi tutan üçlü DNA gruplardan her birini tesviye etmedir. Onların tesviyesi insanın oluşmasını sağlar. İnsanların benanı iki türlü irsî özellikleri aktarır. Bunlardan biri gözü, kulağı, damarları, kemikleri oluşturan DNA gruplarıdır. O canlı türünde o değişmez. Babadan ve anadan aynı şekilde gelir, bir tür içinde bu özellikler aynıdır. İkinci tür DNA grupları vardır. Bunların alternatifleri vardır. Babadakiler de farklıdır, anadakiler de farklıdır. Eşleşmede bunlar değişiktir. “Külle” kelimesi her iki türden özellikleri bozun anlamındadır.
İnsan beyninin çalışmasında elektrik devrelerinin yanında DNA devreleri de vardır. DNA devreleri yenilenmezler. Ölünceye kadar aynı kalırlar.
“Benan” kelimesini yetenek anlamında aldığımızda; elektronik yetenekler vardır, bir de biyolojik yetenek vardır. Her ikisi üzerinde darbediniz denmektedir. Yetenekleri tamamen koparma ve yok etmeden ziyade, uyuşturma ve o anda çökertme, sonra tekrar faaliyete geçecek halde bırakma anlamındadır. Boyuna değil de beyne vurma bu demektir.
Bir kimsenin bedenine zarar verseniz onun iyileşmesi çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Oysa eğer uyuşturursanız o sonra tekrar faaliyete geçer. Uyku, bayılma, uyuşma bu tür etkilemedir. “Darb” kelimesinin kullanılması buradan gelmektedir.
“Darb” kelimesinin iadesi elektronik uyuşma ile biyolojik uyuşmanın farklı olmasından ileri gelmektedir. Bu hususta daha fazla bilgi sahibi olmamız gerekmektedir. Yeterli bilgiye sahip olmadığımız için bu ifadeler müteşabihtir.
Bu manâlardan sonra “benane” demek insanda mevcut özelliklerden her biridir. Bunu da insandaki üçlü DNA grupları yapmakta ve burada bu ifade edilmektedir.
İşte, Kur’an bir savaş durumunu anlattığı zaman bize aynı zamanda insanın yapısını ve melekleri, meleklerin insana etkilerini de anlatmaktadır. Savaş hallerinde topluluklarda bu durumlar ortaya çıkmaktadır.
Batı bin yıl İslâm âlemini yenmek için uğraşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’na düşmanlık İstanbul’un fethi ile başlar. Viyana kuşatmasında korkulu günler geçirmişlerdir. Bugünkü Avrupa varlığını Viyana kuşatmasının başarılı olmamasına borçludur. Batılılar bunu bilmektedirler. Avusturyalılar tüm Avrupalıları bu sebeple kendilerine borçlu görmektedirler. Durum böyle iken İstiklâl Savaşı’nı kazanmamız normal akılla izah edilemez ama Allah tüm insanlara ona göre akıl vermiştir ve onlar da başarıya ulaşmışlardır.