İstanbul'a yağmur yağdı...
1883 Okunma, 11 Yorum
Reşat Nuri Erol - Milli Gazete
Ilker Ardic

İstanbul'a yaz yağmuru yağdı böyle oldu! Kurbağalı Dere'de olanlar oldu! Peki, yaz yağmuru yağmayıp daha fazlası olsa ne olurdu? Onu da kış aylarında Ayamama Deresi'nde gördük; hepsi bir yana, maalesef sel sularına kapılıp ölen onlarca vatandaşımız bile oldu...

Yağmur yağdığında neler olduğuna dair, ben sadece iki yazarın yazdıklarından söz edeceğim, gerisini siz bulun, okuyun, düşünün, uyanın ve yetkilileri uyarın!..

Birincisi Rauf Tamer: 'Önce şu, yağmur'a teslim olan şehre bakın. Ne asfalt yapmışlar ama... Ne biçim yol bunlar? Bunlar ne biçim mühendis, müteahhit? Ne biçim malzeme? Ne biçim hesap kitap bu? Acaba hangi okullardan mezun olmuşlar? İşi amele'ye bıraksalardı bundan alâsını yaparlardı...'

İkincisi Aziz Üstel: 'Yağmura teslim olan köy!' Yazının başlığı böyle, devamı şöyle: 'Köy derken elbette İstanbul'dan söz ediyorum. Dünyanın hiçbir çağdaş kentinde, yağmur, böylesine bardaktan boşanırcasına da yağsa, bir kenti bu kadar etkileyemez! Okullar kapanıyor, evleri seller sular götürüyor, insanlar kentin göbeğinden geçen derede boğuluyor... Ve bu kent 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti diye dolanıyor ortalıkta...'

İstanbul'a sadece yaz yağmuru yağdığında böyle oluyorsa; sel, kar, zelzele, savaş ve benzeri daha başka âfetlerde neler olabileceğini düşünün; alınası tedbirleri düşünün!..

...

İnsanlık belli bir çağa gelince kentleşmiş, kentler kurulmuş ama bu kentler maalesef plan veya projeye göre oluşmamıştır. Dolayısıyla bu kentlerde trafik sorunu, kar ve sel sorunu, zelzele sorunu çözülemiyor, savaş yani savunma sorunu çözülemiyor. Bu sorunlar sadece mevcut iktidarın ürettiği sorunlar değildir, bu sorunlar İstanbul kurulduğundan beri oluşmuş sorunlardır. Elbette bu sorunların çözümü de sadece bu iktidara yüklenemez. Bu iktidarın sorumluluğu; bunu çözmek sanki kendisinin sorumluluğunda imiş gibi davranıp; uzlaşmadan karar alması, bilenlerin ve halkın önerilerini kâle almamasıdır.

AK Parti'nin bugünkü Büyükşehir Belediye Başkanı'ndan "İstanbul'un sorunlarının çözümleri" hakkında konuşmak üzere randevu istemiştik. 'Ben Adil Düzen taraftarı değilim!' deyip görüşmemiştir! İşte, iktidarın en önemli eksiği veya suçu budur.

Sn. Başbakan'ın suçu: Kendi İstanbul başkanlığı döneminde çözüm önerilerimizi dinlememesi, dinlediğinde gereğini yapmaması; kendisinden sonra da 'başkan' diye 'İstanbul'un sorunlarına çözümler üretenlere kulak vermeyen birini' orada oturtmasıdır.

...

İstanbul'un sorunları tüm İstanbulluların, tüm Türkiye'nin, tüm dünyanın sorunudur. Herkes elinden gelen katkıyı yapmalıdır. Birlikte hareket edip 1500 senelik birikmiş sorunları çözmeliyiz. Bizim katkımızı istemeyen başkanı, katkımızı isteyenle değiştirmeliyiz.

İstanbul'un sorunlarının çözülmesi için her şeyden önce "İstanbul'un Sorunlarını Çözme Kurulu" oluşturulmalıdır. Bu kurulu İstanbul Büyükşehir Belediyesi oluşturacaktır. Bu kurul, İstanbul belediye meclisi seçimlerinde yüzde beş oy alan her partinin bir ilim adamını üye olarak göndermesi ile oluşacaktır. Bu kurula bir fon ayrılacaktır. Ayrıca bunlar kamu imkanlarından yararlanma yetkisine sahip olacaklardır. Önce İstanbul'u örgütleyeceklerdir. Bu örgüt "İstanbul'u Kalkındırma Kooperatifleri" şeklinde olabilir.

Her yüz hane bir semt olacaktır. Ona yakın semt halkı birleşip bir kooperatif kuracaktır. Ona yakın kooperatifin bir merkezi olacaktır. Kooperatiflerin kurduğu kooperatifler ortaklığı olabilir. Kooperatif ortaklıkları bir "Merkez Kooperatif" kurar. Böylece her ilçemizde merkez kooperatifleri oluşur. Bu kooperatiflerin başında "İstanbul'u Kalkındırma Kurulu" bulunur.

Örgütlenmeyen topluluk, planlama yapmayan topluluk sorunları ortaya koyamaz, önerilerde bulunamaz, bir iş yapamaz ve kendini koruyamaz.

Çözümler üzerinde durmaya devam edeceğim...

 

 

Yorum: Allah istanbul u daha büyük afetlerden korusun yoksa halimiz nice olur düşünmek bile istemiyorum sayın Reşat bey çok güzel bir konuya değinmiş teşekkür ederim.

 

Ilker Ardic


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
14.06.2010
17:11

-MEMLEKETİM KOSOVA’DA -HEM DE TAM DA DĞDUĞUM ŞEHİRDE- AVRUPA’NIN EN ZENGİN MADEN YATAKLARI VAR VE "KOSOVA AB ÜLKELERİ İLE ABD’NİN İŞGALİNDE"...

-IRAK BAŞTA OLMAK ÜZERE, ARAP ÜLKELERİ "PETROL" İÇİN İŞGALDE...

-AFGANİSTAN; STRATEJİK KONUMU SEBEBİYLE İŞGALDE...

BİR DE AŞAĞIDAKİ YAZIDA ANLATILAN SEPEPLE İŞGALDE:

Bu haberden sonra o savaş hiç bitmez!

Zenginlik başa bela!

ABD’nin önemli gazetelerinden New York Times’da dün yayınlanan bir makale, kısa vadede Afganistan, orta vadede ise Asya kıtası için pek de ’hayırlı’ olmayan bir ’keşfi’ tüm dünyaya duyurdu: ABD, Afganistan’da 1 trilyon dolara yakın değerde, daha önce keşfedilmemiş maden kaynakları bulmuş.

Keşfi yapanlar Pentagon yetkilileri ve bir takım ABD’li jeologlar.

İşin içinde Pentagon olunca, hemen ardından silah endüstrisinin de orada olacağını tahmin edebiliriz.

Afganistan’ın jeostratejik açıdan önemini kat be kat arttıracak bir gelişme bu.

Neymiş bu daha önce keşfedilememiş olan madenler? Demir, bakır, kobalt, altın ve endüstriyel üretimde müthiş öneme sahip lityum. Bu kaynaklar o kadar zenginmiş ki, Afgan ekonomisi dünyanın en önemli madencilik merkezlerinden biri haline gelebilir, Afgan savaşının seyrini değiştirebilirmiş... Makalede ismi verilmeyen ABD yönetiminin üst düzey yetkilisi öyle demiş.

Pentagon’da yayınlanan bir andıça göre ise, Afganistan, "Lityum’un Suudi Arabistan’ı" olabilirmiş. (Bilginin Pentagon’dan gelmesine dikkat!)

Peki Lityum ne işe yarar? Bugün kullandığımız birçok gezici teknolojinin güç tüketiminde "lityum piller" kullanılır. Cep telefonlarında ve dizüstü bilgisayarlarda günümüzün yerleşik pil teknolojisi açısında, lityum son derece önemlidir.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanı David Petraeus’ün açıklamasına göre "Burada korkunç bir potansiyel var. Tabii ki bu işin daha bir çok bilinmeyeni var, ancak varolan potansiyel çok çok önemli"

Afganistan’dan iyi haber bekleyen Obama yönetimi ise bu havadise çok sevinememiş. Çünkü bu keşif, Batı koalisyonuna şimdiden kök söktüren Taliban’ı daha çok heveslendirebilirmiş. Ayrıca hükümet içersindeki yolsuzluklar da bu yeni keşfedilen zenginlik ile iyice artabilir, Afgan hükümetine yakın bir avuç oligarkın elinde oyunca olabilirmiş...Hatta ABD’yi rahatsız edecek bir gelişme çoktan yaşanmış, dedikodulara göre: Çin, 30 milyon dolar rüşvet karşılığında bir bakır madeninin işletme hakkını satın almış.

Pentagon, bir takım uzmanlarını çoktan bölgeye göndermiş. Yanlış anlamayın, altyapı konusunda Afgan hükümetine yardımcı olabilmek için...

Şimdi neden yazının başında, pek de ’hayırlı’ olmayan bir haber diye başladığımızı anlamışsınızdır.

www.iyibilgi.com özel

Reşat Nuri Erol
14.06.2010
20:33

GDO: Çağdaş Esaret

Bu bir beslenme kitabı değil, karşı olup olmamakla ilgili bir mesele de değil! Bu kitap geleceğimizi ipotek altına sokmaya çalışanlara bir başkaldırıdır. Tohumumuza el konulduğu zaman biz köleyiz. Bu yüzden ’çağdaş esaret’"

Prof. Dr. Kenan Demirkol, ‘GDO: Çağdaş Esaret’ kitabı ile akademik kapitalizmin kirli yüzünü teşhir ediyor… GDO’ların ve patentlenmiş tohumların tarımsal üretime taşınmasının, gizlenemeyecek sonuçlarını ortaya koyuyor. GDO’ların yaygınlaşmasından ve o nedenler artan tarımsal ilaçlamadan sonra alerjide, kısırlıkta, kanser risklerinde, antibiyotiklere direnç geni gibi sağlık sorunlarında gözlenen değişmeler, artışlar kitapta açıkça ortaya konuyor. Kitap ’Kaynak Yayınları’ndan yayımlandı.

Bilimsel gelişmelerin sağladığı olanakların, emperyalist tekellerin yaşamın tüm örgütlenmesine el koyma ve sömürülerini yoğunlaştırma çabaları yönünde kullanılmalarını bilim(!) adına destekleyen “bilimci” tavra en ciddi yanıtlar bu kitapta…

GDO: ÇAĞDAŞ ESARET kitabının yazarı, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi Prof. Demirkol’a, GDO’ların hayatımızı nasıl tehdit ettiğini, onlardan kurtulmanın yollarını ve bu kitabı okuyanların hayatlarında nasıl bir değişim olacağını sorduk.

İşte Prof. Demirkol’un açıklamaları…

"GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) tek boyutlu bir şey değil! Ancak tek cümlede özetlemek gerekirse insan hayatını ve doğayı hiçe sayarak egemenlik kurma savaşı. Özellikle 1950’lerden itibaren Amerika’da gıda silah olarak keşfedildi ve bugüne kadar kademe kademe bunu daha da etkin kılmaya çalıştılar. Bunun çok tipik bir örneği 1970’te ortaya çıkan petrol krizi sonrası Roma’da yapılan dünya gıda konferansında açlık çekilen 30 ülkeye tarımsal yardım yapılması kararı alınmak üzereyken Amerikan tarım bakanının toplantıya girmeyip, dışişleri bakanı Kissenger’in toplantıya gidip tarım yardımını gıda yardımına dönüştürmesidir. Ancak bu yardım için bir koşul şart konulmuştur. “Doğum kontrolü yaparsanız biz de size gıda yardımı yaparız.” Diye şart koştukları koşulla gıda, ülkelere istediğini yaptırabilmek için bir baskı unsuru yani bir “silah” olmuş oldu.

1980’li yıllarda ilk kez Amerika’da canlı bir varlığa patent alma hakkı tanındı. Bu sayede canlı bir varlık olan bitkinin genetiği değiştirilerek patent hakkı elde edilmiş oldu. Siz bugün GDO’lu tohum üreten herhangi bir Amerikan şirketinin tohumunu taklit ederseniz patent yasasını çiğnemiş olursunuz.

Hibrit tohumda bir egemenlik olmuştu, çünkü hibrit birçok ülkede yetiştiriliyor ama egemenliği daha da dar alana çekmek için yapılmış bir savaş bu."

Kitabınızın giriş bölümünü okurken, özellikle Arjantin ve soya konularında sanki Türkiye’de yaşanan olayları okur gibi oldum. 15 yıl önce Arjantin’de GDO’lu soya üretimi başlayıp piyasaya sürüldükten sonra Türkiye’de de aynı zaman diliminde soya ve soya ürünleri ön plana çıkmış ve yoğun reklâmlarla halka pazarlama çalışmaları yapılmıştı. Bu bir tesadüf mü yoksa arada bir gen(!) bağı var mı?

"Tesadüf değil! Bu gelişmeler birbirine zincir halinde bağlı, Türkiye’ye 12 yıldır GDO’lu gıda giriyor çünkü bunu engelleyecek bir yasa yok!"

Yani biz bilmeden yediğimiz GDO’lu gıdalar sebebi ile GDO’nun sebep olduğu tüm risklerin altına girmiş oluyoruz.

"Elbette… Aslında öncelikle Amerikan halkı, dünyanın en mazlum halkı, Amerika’da halen GDO’lu ürünler üzerinde GDO’ludur yazma zorunluluğu yok. Arjantin’de de aynı şekilde. Günümüzde Türkiye’deki market raflarından satın alınan hazır çorbadan bisküviye kadar ortalama 1000 çeşit gıda maddesinde GDO var!"

Peki, bu GDO’lu gıdaları yemek istemiyorsak nasıl engelleyeceğiz?

"Tek yol satın almamak!"

Yani tüketiciler hazır gıdalara karşı boykot mu uygulayacak?

"Ben tüketici lafını kullanmıyorum, biz dünyayı tüketmiyoruz, üretenler tüketiyor ve yine onlar bize bu tüketici yakıştırmasını yapıyor. Biz bu ürünleri kullanmayacağız yani kullanım boykotu uygulayacağız…"

Bu kitabı elimize aldığımızda büyük bir şok yaşıyoruz. Kitabınız yayınlanmadan önce de GDO’lar konusunda medya-basın organlarında ve çeşitli konferanslarda halkı bilgilendirmek için büyük zaman ve emek harcadınız. Biz halkın içinden gelenler olarak bu şokları yaşarken ‘Biyogüvenlik Yasası’nı onaylayan vekillerimiz buradaki bilgilerden hiç haberdar olmadılar mı?

"Bir ‘Biyogüvenlik Yasası’ çıktı. 2004 yılından beri bekleyen yasa 2010’da çıkabildi. Yasa çıkmadan önce GDO’nun ithalatı ile ilgili bir yönetmelik çıktı. Aslında yönetmeliğin hangi yasaya dayandığı da belli değil, ortada kalan bir şey!

Tarım Bakanlığı ısrarla GDO’ların ülkeye sokulmaması için bu yasayı çıkardık diyor. Biz de ısrarla hayır ithalatı meşrulaştırıyorsunuz demiştik ve gerçekten de meşrulaşmış oldu! Nitekim yönetmelik çıktıktan sonra Mart 2010’a kadar 240 bin ton GDO’lu ürün ülkemize girdi."

Yönetmeliğin Ekim 2009’dan itibaren defalarca değişmesi de ilginç değil mi?

"28 Nisan 2010’da tekrar değişti, yönetmelikte daha önce “İnsan ve hayvan sağlığında kullanılan antibiyotiklere karşı direnç geni içeren GDO’ların ithalatı yasaktır.” ibaresi kaldırıldı. Bakın bu bile ülkemiz için büyük bir zarar. Çünkü bu karar en çok kullanılan antibiyotik direnç geni “kanamisin” antibiyotiğine karşı. Kanamisin yaygın kullanılan bir antibiyotik değil ama mevcut tüberküloz ilaçlarına direnç geliştirmiş verem vakalarında yedek saklanan bir antibiyotik. Yani son silah!

Dünyada her yıl 8 milyon yeni tüberküloz hastası vakası oluyor, giderek mevcut tüberküloz ilaçlarına dirençli vakalar ortaya çıkıyor. Tüberküloz Türkiye’de de insan sağlığı için halen büyük bir sorun. Ayrıca, büyük baş hayvanlarımızın büyük bir bölümü de tüberküloz! Dolayısı ile bu Türkiye için halen bir sorun ve böyle olduğu halde son kalan koruyucu silaha karşı direnç geliştiren genlerin insanlara ve hayvanlara yedirilmesi büyük bir toplumsal sağlık sorunudur. İzmir’de yapılan bir çalışmada kanamisin direnci görülmüştür.

Bunun daha da ilginci biyolojik silah kullanıldığında, kullanılan bakterilerin de aslında tek tedavisi kanamisinle mümkün.

Aslında Amerika şunu demek istiyor olabilir: “Ben gelecekte senin üzerine biyolojik bir bomba atacağım, o zaman senin tedavin mümkün olmasın! Şimdiden kanamisin direnci oluşsun. O bombayı attığım da da senin yaşama şansın kalmasın.”

Bu çok acı bir gerçek! Böyle bir durumda Parlamento, nasıl olur da onu seçenlerin sağlığı ile oynayabilir. Ben bir hekim olarak bunu algılayamıyorum! Anlaşılan ne büyük baskılar veya ne tür çıkar ilişkileri var ki böyle bir yasa çıkabiliyor?"

"GDO: Çağdaş Esaret" kitabını okuyanlar sizin gözünüzle ne kazanacaklar?

"Birincisi, son on yıllar içerisinde hızla yaygınlaşan kanserin sebeplerinden birini öğrenmiş olacaklar. Dolayısı ile kansere veya başka hastalıklara yakalanmamak için daha doğal nasıl beslenirim? sorusu uyanacak. Çünkü öncelikle tüm insanlarda bu sorunun uyanması lazım, çünkü insan uyanmadan cevap aramıyor. Hazır verilen cevapları beyin algılamıyor. İlk önce insanın beyninde bir soru oluşacak ki aldığı cevabı da değerlendirebilsin.

Yani kitabı okuyanlar, bugün marketten bir alışveriş yaptığımda ne tür risklerle karşı karşıyayım, kendimi, çocuğumu ve ailemi nasıl korurum? sorularını sormaya başlayacaklar ve ondan sonra da arayışa girecekler, önemli olan bu!

İkincisi, Türkiye’de 13 bin bitki çeşidi var, bunun üçte biri sadece Anadolu topraklarına mahsus. Peki, bu kadar bitki çeşidi olan bir coğrafyada yaşayan ben niye sebze tohumlarımın yüzde seksen beşini ithal etmek zorundayım? Neden İsrail ve Hollanda’dan gelmiş besin değeri çok düşük domates yemeye mahkûmum? Niye Çanakkale domatesini doya doya yiyemiyorum? Sebze tohumlarının yüzde seksen beşini ithal ederken bunun yanında gelecekte buğdayın anavatanı olan Anadolu’da kendi buğdayımı mı kullanacağım yoksa buğday tohumuma da birileri el mi koyacak?

Tohumunuza egemen olan size egemendir. Gelecekte buğday tohumunu Amerika’dan yada İsrail’den almak zorunda kalırsanız o zaman bu ülkelere nasıl kafa tutacaksınız? Bağımsız bir ülke olduğunuzu nasıl savunacaksınız?

Artık ülkeleri asker gücüyle istila etmeye gerek yok. Tohumla istila etmeniz yeterli!

Bu bir beslenme kitabı değil, karşı olup olmamakla ilgili bir mesele de değil! Bu kitap geleceğimizi ipotek altına sokmaya çalışanlara bir başkaldırıdır. Tohumumuza el konulduğu zaman biz köleyiz. Bu yüzden ’çağdaş esaret’"

www.iyilikguzellik.com özel Nihal Doğan

Reşat Nuri Erol
15.06.2010
04:17

D8’lerin 13. Kuruluş yıldönümü bugün Çırağan Sarayı’nda kutlanacak

Esam’dan tarihi toplantı15 HAZİRAN 2010

İsrail’in yardım gemilerine yaptığı vahşi saldırı ve ardından BM’nin İran’a yaptırım kararı alması dış politikada önemli gelişmelere neden olurken, bu kritik günlerde İstanbul tarihi bir toplantıya daha ev sahipliği yapacak.

Zulüm ve sömürü ortadan kalkacak

ESAM Genel Başkanı Recai Kutan, yaşanan son gelişmelerin D-8 gibi stratejik oluşumların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdiğini söyledi. Kutan, "Samimi inancımız odur ki şayet D-8’ler, başlangıçtaki hedefleri doğrultusunda yeterince güçlü ve aktif hale getirilebilirse, dünyadaki haksızlık, zulüm, çifte standart ve sömürü ortadan kalkacaktır" dedi.

İsrail’in yardım gemilerine yaptığı vahşi saldırı ve ardından BM’nin İran’a yaptırım kararı alması dış politikada önemli gelişmelere neden olurken, bu kritik günlerde İstanbul tarihi bir toplantıya daha ev sahipliği yapacak.

54. Hükümet döneminde Başbakan Necmettin Erbakan’ın yoğun çabalarıyla hayata geçirilen ve Türkiye’nin en önemli dış politika açılımlarından biri olarak nitelendirilen D-8’lerin 13. kuruluş yıldönümü bugün İstanbul’da kutlanacak.

Çırağan Sarayı’nda yapılacak

Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi ESAM’ın organize ettiği toplantıya D-8 ülkeleri temsilcilerinin yanı sıra, önemli devlet adamları ve akademisyenler katılacak. Bugün Çırağan Sarayı’nda yapılacak bu anlamlı toplantıya D-8’e üye ülkelerin kuruluş anlaşmasına imza atan devlet ve hükümet başkanları ile dışişleri bakanları da davet edildi.

Çırağan Sarayı’nda Saat 10:30’da başlayacak toplantıya D-8 oluşumunun mimarı, Milli Görüş Lideri ve 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un yanı sıra D-8 üyesi ülkelerden çok sayıda temsilci katılacak. Toplantıda D-8’in şu andaki İranlı Genel Direktörü Büyükelçi Kia Tabatabai de hazır bulunacak.

Kutan: D-8’in önemi bugün daha iyi anlaşılıyor

ESAM Genel Başkanı Recai Kutan, yaşanan son gelişmelerin D-8 gibi stratejik oluşumların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdiğini söyledi. Kutan, "D-8’ler, dünyayı kendi hegemonyaları altına almaya çalışan güçlere karşı yeni bir medeniyet projesi olarak çıkmıştır. Gerek İsrail’in yardım gemilerine yönelik vahşi saldırısı, gerekse BM’nin tam bir çifte standart örneği ortaya koyarak İran’a yaptırım kararı alması D-8 gibi oluşumların önemini somut bir şekilde ortaya koymuştur. Samimi inancımız odur ki şayet D-8’ler, başlangıçtaki hedefleri doğrultusunda yeterince güçlü ve aktif hale getirilebilirse, dünyadaki haksızlık, zulüm, çifte standart ve sömürü ortadan kalkacaktır" dedi.

Son günlerde baş gösteren "eksen kayması tartışmalarına" da değinen Recai Kutan, "Türkiye’nin ekseni D-8’ler olmalıdır. D-8’lerin en önemli prensipleri, adaletten, özgürlükten, barıştan yana olmaktır. Sömürünün, zulmün, baskı ve dayatmanın karşısında durmaktır. Bizim milletimiz tarih boyunca her zaman zalimin karşısında, mazlumun yanında olmuştur. Bizim eksenimiz budur" diye konuştu.

D-8 oluşumunun tarihi

D-8’ler, bundan 13 yıl önce, 15 Haziran 1997 günü İstanbul-Çırağan Sarayı’nda, Bangladeş, Mısır, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan, Endonezya ve Türkiye’nin devlet ve hükümet başkanlarının bir araya gelmesiyle kuruldu. D-8’in kuruluşu, dünyaya "İstanbul Deklarasyonu"

ile ilan edildi. Projenin mimarı 54. Refahyol Hükümeti Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan oldu. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi Genel Başkanı Recai Kutan, D-8’in kurulduğu dönemde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yapıyordu.

TV5’ten canlı yayınlanacak

Çırağan Sarayı’nda Saat 10:30’da başlayacak ve TV5’ten canlı olarak yayınlanacak toplantıya D-8 oluşumunun mimarı, Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un yanı sıra D-8 üyesi ülkelerden çok sayıda temsilci katılacak.

Reşat Nuri Erol
16.06.2010
18:21

LÜBNAN’DAN BÜYÜK ’TÜRKİYE’ İDDİASI

16 Haziran 2010 01:32

Lübnan’da yayımlanan Ed-Diyar gazetesi, Türkiye ve İsrail arasında imzalanacak bir anlaşma uyarınca, Gazze’ye giren tüm insani yardımın denetlenmesi sorumluluğunun Türkiye’ye verileceğini iddia etti. Ankara ile Tel Aviv arasında yaşanan gemi krizinin ardından üzerinde görüşülmeye başlanan anlaşmaya göre, Gazze’ye giren tüm insani yardımı Türkiye denetleyecek. Anlaşma kapsamında Türkiye ayrıca, Gazze’ye giriş yapan para ve silahın Hamas’a yöneltilmesine engel olunması konusunda da taahhütte bulunacak.

Gazete Arap diplomatik kaynaklarına dayandırdığı haberinde, bu durumda Türkiye’nin Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılmasında anlamlı bir rol oynayabileceğini ve böylece gelecekte İsrail ile Arap dünyası arasında arabulucu rolü üstlenebileceğini belirtti.

Tel Aviv yönetimi tarafından abluka altında tutulan Gazze’de, Mısır kontrolündeki Refah Sınır Kapısı hariç tüm geçiş noktalarının kontrolü İsrail’de bulunuyor.

İngiltere eski Başbakanı ve Orta Doğu Dörtlüsü’nün Temsilcisi Tony Blair dün yaptığı açıklamada, İsrail’in birkaç gün içerisinde Gazze’ye yönelik ablukayı yumuşatmasının beklendiğini söylemişti. Blair, bu konuda kurulacak sistemin Ramallah’taki Filistin yönetimi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gözetiminde olmasının beklendiğini ifade etmişti.

İsrail geçtiğimiz hafta Gazze’ye kahve, cips ve tıraş köpüğü gibi malzemelerin geçişine izin vermişti.

Hürriyet

mesud akgül / HAMAS; İsrail’in PKK kozuna karşı Türkiye’nin kozu-5

Bu yüzden, yakın zamanda kurulan ve İsrail’in yumuşak karnını oluşturup elini kolunu bağlı duruma getiren HAMAS’ın Türkiye tarafından ne pahasına olursa olsun desteklenmesi son derece hayati bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. İsrail’in başka türlü Türkiye üzerinden elini çekmesi ve PKK’yı desteklemekten vazgeçmesi mümkün değildir. İçimizdeki İsrailliler bağırıp çağırıyor: Arap ülkeleri Gazze’deki drama seyirci kalıp sahip çıkmaz ve hiç oralı olmazken; Türkiye’nin bu kadar

mesud akgül / HAMAS; İsrail’in PKK kozuna karşı Türkiye’nin kozu-4

Sevr Planı Büyük İsrail Planının olmazsa olmaz bir parçasıdır. İsrail PKK’yı kurup Türkiye’ye yönelik bölücü eylemlerde ve kanlı saldırılarda kullanalı çeyrek yüzyılı geçiyor. Bu süreçte hayatını kaybeden asker, polis, sivil, genç, yaşlı, kadın, çocuk 40 bin vatandaşımızın kanının hesabını ve ülkenin teröre harcadığı 200 milyar $’ı aşkın kaynağın faturasını İsrail’e kesmesi gereken Türkiye bunu HAMAS üzerinden gerçekleştiriyor.

mesud akgül / HAMAS; İsrail’in PKK kozuna karşı Türkiye’nin kozu-3

tecrit edilmişlikten ve köşeye sıkıştırılmışlıktan kurtarılması için içeriden hükümete takoz olmaya çalışan içimizdeki İsrailliler bir gerçekliği olağanüstü bir çaba ile milletin gözünden kaçırmaya çalışıyorlar. Boncuk gibi ortada duran bu hiçbir şekilde göz ardı edilemez gerçeklik; İsrail’in kurduğu, himaye ettiği, desteklediği PKK’nın Türkiye’nin Güneydoğusunu bölme, Kuzey Irak’la birleştirme ve bir Kürt devleti kurma planının, kadim Sevr Planının bir devamı olduğu gerçekliğidir.

mesud akgül / HAMAS; İsrail’in PKK kozuna karşı Türkiye’nin kozu-2

İçimizdeki İsrailliler “Arap ülkeleri seyirci kalıp oralı olmazken Türkiye’nin neyine Filistin davası?” şeklinde demagojik manipülatif söylemler geliştirip Başbakan Erdoğan’ın gereksiz yere Gazze’de yaşanan insanlık dramını gündemine alarak ülkenin başına sorunlar açtığını yazıp çizmeye, anlatmaya var güçleriyle devam ediyorlar. Bu yanıltıcı propagandalarla, Türkiye’nin izlediği politikalar ve diplomatik açılımlar sonucu İsrail’in başta bölge ülkeleri tüm dünyada

mesud akgül / HAMAS; İsrail’in PKK kozuna karşı Türkiye’nin kozu-,

Türkiye, baştan beri PKK’nın İsrail tarafından kurulduğunu, yönetildiğini, içeriden ve dışarıdan her türlü lojistik desteğini sağladığını biliyor, zaman zaman dile de getiriyor ve fakat resmen açıklayamıyor. Çünkü bunun resmen açıklanması İsrail’e savaş ilan etmekle eş anlamlıdır. Bu yüzden İsrail, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin PKK’yı destekledikleri bir açık sır olarak herkesçe bilinir ve hep yazılır, çizilir, ancak bu resmen açıklanmaz.

Rasim Paydaroglu / Külliyan yalan haber

bu haberi yapan dogan gurubu hede hurriyret gazetesi tam yahudinin usakligini yapiyor yav mademki Türkiye böyle yapacakta neden sy Basbakan bu kadar yürekten bu konuya egildi vede israilin Filistin’e ve Gazze’ye yaptigi bu zulum’ü Dünya’ya haykirdi ya bu sekildeki saçma haberleri utanmadan yazan bu hürriyete sormak lazim amaciniz ne kimin yanindasiniz siz geçen günde bir haber verdiler kindi Tv kanallarinda arabistan uslerini israil uçaklarina açacak iran’a karsi operasyon için diye buda fos çikti utanin be

Reşat Nuri Erol
16.06.2010
18:26

3 ÜLKEDEN 6 GEMİ DAHA GAZZE’YE GİDİYOR...

’Filistin Kuşatmasına Son’ adlı grup gelecek ay Gazze’ye yeni bir yardım konvoyu göndereceğini açıkladı.

Grubun sözcüsü Mazen Kahel, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı açıklamada, 6 geminin hazır olduğunu ve Temmuz ayının ikinci yarısında yola çıkabileceğini söyledi.

’Özgürlük Filosu 2’ adı verilen konvoya Türk, Yunanlı ve İsveçli yardım gönüllülerinin destek vereceği belirtildi.

CİHAN

Reşat Nuri Erol
16.06.2010
18:28

TÜRKİYE’DEN İSRAİL’E DÖRT ŞART

Türkiye’nin gemi baskını ile ilgili İsrail’den dört konudaki talebinin karşılanmasını bekliyor. Diplomatik kaynaklara göre; bu bekleyişin uzun sürmeyecek. Talepler yerine getirilmezse atılacak adımlar değerlendiriliyor.

Türkiye’nin Gazze’ye yardım götüren gemilere yönelik saldırısından sonra İsrail’den dört konudaki talebinin karşılanmasını beklediği ve "bu bekleyişin uzun sürmeyeceği" bildirildi.

Ankara’daki diplomatik kaynaklar, Türkiye’nin, dokuz Türk’ün öldüğü saldırıyla ilgili İsrail’in özür dilemesini, uluslararası soruşturma açılmasını, tazminat ödenmesini ve gemilerin iadesini istediğini belirttiler.

Kaynaklar, yardım filosundaki gemilerden üçünün Türk gemisi olarak görüldüğünü, "Mavi Marmara"nın da bunlar arasında olduğunu ifade etti.

Diplomatik kaynaklar, Türkiye’nin beklentilerine karşılık verilmesi için bekleyişinin uzun sürmeyeceğini, bunlar yerine getirilmediği takdirde atılacak adımlarla ilgili değerlendirmelerin sürdüğünü vurguladı.

Siyasi, askeri, ticari alanlarda İsrail’e karşı alınacak tedbirler konusunda değerlendirmeler yapıldığını belirten kaynaklar, İsrail’e sorundan çıkış için bir kapı sunduklarını, kullanmasını beklediklerini vurguladı. Kaynaklar, "Öyle bir olay ki Türkiye’nin bunu unutması ve affetmesi mümkün değil" ifadesini kullandı. Türkiye’nin İsrail ile diplomatik ilişkilerini maslahatgüzar düzeyinde sürdürmesinin de bu tedbirler arasında olabileceği kaydedildi.

Türkiye’nin öncelikle gemilerin iadesini beklediğini söyleyen kaynaklar, Aşdod Limanı’na çekilen ve "BM gözetiminde yükü boşaltılmakta olan" gemilerin getirilmesi için mürettebat gönderilmesi gerekeceğini, bunun için de İsrail ile temasların sürdüğünü belirtti.

AA

Reşat Nuri Erol
16.06.2010
19:44

Petrolün Çernobili neyin habercisi?

Dünyanın bir ucunda yaşanan çevre felaketi domino etkisi yaratabilir! Peki hangi taşlar düşecek? iyibilgi röportaj

20 Nisan 2010 tarihinde BP’ye ait bir petrol platformunun Meksika Körfezi’nde yanması ve üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen okyanusa akan tonlarca ham petrolün bir türlü kontrol altına alınamayışı hakkında çeşitli spekülasyonlar var. Kimileri bu olayın kaza olmadığını, tüm dünyayı etkileyecek bir değişimi tetiklemek için yapıldığını söylüyor. Kimileri ise kaza olsun ya da olmasın, bu olaydan sonra petro-kimya endüstrisine dayalı modern ekonominin çok önemli bir değişim geçirmesi gerektiğini düşünüyor. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlisi iktisat ve finans uzmanı Dr. Cemil Ertem’e, ABD’yi sarsan çevre felaketini sorduk.

Meksika Körfezi’nde yaşanan çevre felaketi, sizce nasıl bir değişimin habercisidir?

Bu gerçekten çok büyük bir felaket. ABD Başkanı Obama, çevreye verilen zararın telafi edilmesini istiyor. Ancak BP’nin tek başına telafi edebilmesi artık mümkün gözükmüyor. Bu yüzden BP’ye ne ceza verilirse verilsin, çok uzun yıllar boyunca doğanın o bölgede dengesini bulması imkansız. Bu açıdan fosil yakıtlara alternatif çareler bulunmak zorunda. Zaten BP dahil büyük petrol şirketleri tüm dünyada alternatif enerji yatırımları yapıyorlar. Güneş enerjisi konusunda çok önemli yatırımları var.

Petro-kimyaya dayalı sanayiler hem insan sağlığını hem de çevreyi tehdit ettiği için çağdışı hale geliyor. Dünya küreselleşme ile birlikte topyekün yeni bir bilince gidiyor. Bu olumlu bir gelişme. Önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte, doğal ürünlerin, sentetik ürünlerin yerine geçeceğini ve bu sanayilerin kaybolacağını söyleyebiliriz.

Siyasi açıdan bakarsak, Obama’nın kararı kimleri rahatsız eder, petrol lobisi dışında?

Obama bu değişime karşı oluşacak muhalefeti göze alarak iktidara gelmiş bir lider. George W. Bush ne kadar petro-kimya ve askeri sanayiye dayanarak saldırgan ve militarist politikalar izlediyse, Obama da bunların tam aksi bir vizyonu temsil ediyor. Dolayısıyla Obama’yı iktidara getiren güçlerin vizyonundaki ekonomi sisteminin galebe çaldığını, öne çıkacağını görüyoruz.

’Petrol’ün Çernobili’ diye nitelendirilen bu kaza yüzünden, planlanan alternatif enerjiye geçiş tarihi, erkene alınabilir mi?

Evet, olabilir. Öteki taraftan dünyadaki petrol rezervleri daha 40-50 yıl insanlığa yetebilecek gibi gözüküyor. Bu mücadele bir süre daha devam edebilir. Ancak eski teknolojiye dayalı sanayiler ve onun parçası olan endüstri toplumu, yerlerini bilgi toplumuna bırakacak. Bu kaçınılmaz. Onların lobileri de ister istemez güç kaybedecek. Demin de söylediğim gibi büyük petrol şirketleri bile artık petrol yerine, yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyorlar.

BP, Meksika Körfezi’ndeki platformlarını sökecek ve yenisini bir daha kurmayacak. Değişim için onlar 100-150 yıl sonrasını düşünüyorlardı. Fakat o kadar geç olmadan, 40-50 yıl içersinde, bu şirketlerin lokomotifi yeni enerji olacak. Bu kaza değişimi hızlandıracak.

Ya BP bu kazanın getirdiği maliyeti kaldıramayıp, yeni bir şirket olarak yoluna devam edecek. Ya da bu kazadan aldığı dersle tüm gücünü yeni enerjiye yönlendirmeye çalışacak.

Son olarak Obama iktidarı yeni ekonomiye önem veriyor, onun öncü sektörlerini ön plana çıkartacak çalışmalar, onun döneminde ivme alabilir.

Reşat Nuri Erol
17.06.2010
09:09

Obama Erdoğan’ı Camp David’e davet etmeli

ABD’nin en etkili köşe yazarlarından Thomas Friedman, New York Times’ta, ABD Başkanı’nın, “ABD-Türkiye ilişkileri uçuruma gitmeden önce, Erdoğan’ı yazlık konutunda bir haftasonu ağırlaması gerektiğini yazdı. Gündemde büyük yankı bulan yazının tam çevirisi:

THOMAS L. FRIEDMAN

Türkiye, beni ilk görüşte cezbeden bir ülke. İnsanlarını, kültürünü, mutfağını ve hepsinden çok modern Türkiye fikrini seviyorum: Avrupa ve Ortadoğu’nun bağlantı noktasında duran, aynı anda modern, laik, Müslüman ve demokratik olmayı başaran, Araplarla, İsrail’le ve Batı’yla iyi ilişkileri olan bir ülke fikrini.

11 Eylül’den sonra, “Bin Ladinizm”e çare olarak Türk modelini destekleyenler arasındaydım. Gerçekten de, Türkiye’ye 2005 yılında yaptığım son ziyarette, yetkililerle yaptığım tüm görüşmeler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma çabaları üzerineydi. Bu yüzden, bugüne gelip de Türkiye’nin İslamcı hükümetinin Avrupa Birliği’ne katılmaya değil de Arap Birliği’ne -hayır, bunun üzerini çizin, İsrail’e karşı Hamas-Hizbullah-İran direniş cephesine- katılmaya odaklanmış gibi gözüktüğünü görmek şoke edici oldu.

Peki bu nasıl oldu?

Bir dakika bekleyin Friedman. Bu büyük bir abartı, der Türk yetkililer.

Haklısınız. Abartıyorum, ama o kadar da değil. Son birkaç yıldır Türkiye’nin içinde ve çevresinde oluşan boşluklar dizisi, Türkiye’nin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından yönetilen İslamcı hükümetini, Doğu ve Batı arasındaki denge noktasından uzağa çekti. Bunun çok büyük etkileri olabilir. Türkiye’nin dengeleyici rolü, dünya politikasının en önemli ve sessiz stabilizatörlerinden biri olmuştur. Bunu ancak yok olunca farkedersiniz. Ve İstanbul’da bulunmak, beni bu boşluklar yanlış şekilde doldurulduğu takdirde bunu kaybetme yolunda olabileceğimize ikna etti.

İlk boşluk, Avrupa Birliği’nin nezaketinden geliyor.

Türklere AB üyesi olmak istiyorlarsa kanunlarında, ekonomide, azınlık haklarında ve sivil-asker ilişkilerinde -ki Bu Erdoğan hükümetinin sistematik olarak yaptığı birşey- reforma gitmelerini söyledikten on yıl sonra, AB başkanlığı şimdi de Türkiye’ye “A, demek kimse size söylemedi? Biz bir Hıristiyan kulübüyüz. Müslümanlara izin yok” diyor. AB’nin Türkiye’yi reddetmesi oldukça kötü bir hareket ve Türkiye’yi İran’a ve Arap dünyasına yaklaşmaya yönlendiren anahtar bir faktör.

Fakat Türkiye Güney’e daha çok bakmaya başladıkça, bir boşluk daha buldu: Arap-Müslüman dünyasında bir liderliğin olmaması. Mısır boşlukta. Suudi Arabistan uyuyor. Suriye çok küçük. Ve Irak çok kırılgan. Erdoğan, Hamas yönetimindeki Gazze’ye kısmi ambargo uygulayan İsrail’e karşı oldukça sert bir tavır takınarak ve Türk yönetimindeki filonun bu ambargoyu kırmasını sessizce destekleyerek -bu sırada sekiz Türk İsrail tarafından öldürülmüştü- Türkiye’nin Arap sokaklarında ve piyasasında etkisini artırabileceğini keşfetti.

Gerçekten de, bugün Erdoğan Arap dünyasındaki en popüler lider. Ama ne yazık ki, bir demokrasi, modernlik ve İslam sentezine önayak olduğu için değil, İsrail’e gürültülü darbeler indirdiği ve aslında bir Filistin devletinin temellerini inşa eden, daha sorumluluk sahibi olan Filistin Otoritesi yerine Hamas’ı övdüğü için.

İsrail’in bölgedeki insan hakları ihlallerini eleştirmenin yanlış hiçbir tarafı yok. İsrail’in Filistin sorununu çözmede yaratıcılığını kullanamaması, bir başka tehlikeli boşluk. Fakat, Erdoğan’ın İsraillileri katil olarak ilan etmesi ve aynı zamanda Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında Darfur katliamındaki rolü nedeniyle savaş ve insanlık suçlarından dava açılan Ömer Hasan El Beşir’i Ankara’da sıcak bir şekilde karşılaması, hükümeti oylarının yeniden sayılmasını isteyen binlerce İranlı’yı öldüren ve hapse atan İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinecad’ı nazikçe ağırlaması oldukça sıkıntı yarattı. Erdoğan, Beşir’i ağırlamasını “Bir Müslüman için soykırıma kalkışmak mümkün değildir” sözleriyle savundu.

Bir Türk dış politika analisti bana şöyle demişti: “Biz artık Doğu ve Batı arasında arabuluculuk yapmıyoruz. Biz, Doğu’nun en regresif elementlerinin sözcüsü olduk.”

Son olarak, Türkiye’nin içinde de bir boşluk var. Laik muhalefet partileri son on yılın büyük bir kısmında kargaşa içinde, ordu konuşmaları gizlice dinlenerek sindiriliyor ve hükümet baskısı yüzünden gözü korkan basın, giderek daha çok otosansür içine itiliyor. Eylül’de, Erdoğan hükümeti en büyük, en etkili ve en kritik medya grubu olan Doğan Holding’i dize getirmek için 2.5 milyar dolar vergi cezası haczi getirdi. Aynı zamanda Erdoğan, halk desteğini güçlendirmek için topluluk önündeki konuşmalarında da -İsraillileri katil olarak nitelendirerek- İsrail’le ilgili daha acı konuşuyor. Muhaliflerini sürekli olarak “İsrail’in taşeronları” ve “Tel Aviv’in avukatları” diye yaftalıyor.

Üzücü. Erdoğan zeki, karizmatik ve çok pragmatik olabiliyor. O bir diktatör değil. Onu Arap sokaklarının en popüler lideri olarak görmeyi isterim, ama Arap radikallerinden daha radikal olarak ve Hamas’a tedarik sağlayarak değil, antidemokratik Arap liderlerden daha fazla demokrasi savunucusu olarak ve dengeli bir şekilde tüm Filistinliler ile İsrail arasında arabuluculuk yaparak.

Bu Erdoğan’ın bulunduğu yer değil ve bu rahatsız edici. Belki Başkan Obama, ABD-Türkiye ilişkileri uçuruma gitmeden önce havayı temizlemek adına Erdoğan’ı Camp David’de bir haftasonu için davet etmeli.

Reşat Nuri Erol
17.06.2010
09:25

Cüneyt ÜLSEVER

culsever@hurriyet.com.tr

Gülen Hareketi (I) Milli Görüş vs.

ŞURASI inkâr edilemez bir gerçek ki, gerek Milli Görüş, gerekse Gülen Hareketi Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihinde rol almış en önemli örgüt/ hareketlerdendir.

Büyük bir azimle; bıkmadan, yorulmadan yıllardır mücadele verirler ve tabana ulaşma gayretlerinde hem solculardan hem de laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerden çok daha başarılıdırlar.

Başarılarının temelinde de tabandaki insanlara siyasal söylem götürme yerine öncelikle onları anlama ve hizmet götürme gayretleri yatar. İhtiyaç sahibine sağlık hizmetinden tutun, eğitim hizmetine kadar hemen her alanda yardımcı olurlar, zor günlerinde yanı başlarında bulunmaya azami gayret gösterirler.

“Laikler” hamasi nutuklarla yetinirken, bu kuruluşlar ceplerinden para da harcayarak, ellerinden geldiğince, muhtaç olanın yardımına koşarlar.

Siyaset bilimi tanımı ile yazıyorum. Gerek Milli Görüş, gerek Gülen Hareketi kendilerine bağlananlar ile hayatın tüm alanlarını kapsadığına inanılan ideolojik bağ kurarlar.

Gönüllü bir bağlılık ama tam bağımlılık söz konusudur.

* * *

Benim indimde iki kuruluş arasında onları ayırt eden temel farklar da vardır. Bana göre bu farklar:

1) Milli Görüş özünde bir siyasi örgütlenmedir. Siyasi tercih ve hedefleri her dönem açıktır.

Gülen Hareketi ise sosyal, hatta ekonomik alanlarda aktif, siyasete yukarıdan bakan, her dönem siyasi hedefleri global hedefleri ile şekillenen bir yapılanmadır.

Milli Görüş milli/bölgesel hedefleri, Gülen Hareketi ise evrensel hedefleri olan kuruluşlardır.

* * *

2) Milli Görüş bilimsel gelişmelerle yakından ilgilenmeyen, tersine dünyayı statik bakış açısı ile algılayan bir örgüttür.

Gülen Hareketi Said-i Nursi’nin izinden giderek bilim ile dini birlikte içlemeye çalışan, eğitime özel önem veren bir örgüttür. Hatta Nurculuğun bir kolu olarak Yeni Asya Hareketi bilim ve felsefe ile yoğrulamaya çalışır.

* * *

3) Milli Görüş siyasal ağırlıklı şekillenme ile uzlaşmaya sadece taktiksel bakan, sert duruşların zaman zaman gerekliliğine inanan, inanç ayrılığının keskin farklılıklar yarattığını düşünen bir varlıktır.

Son 10-15 yıldır Türkiye’ye dünyadan bakan Gülen Hareketi ise farklılıklar ile uzlaşmaya önem verir, sert yaptırımları dışlar, birlikte yaşamayı becermeyi yaşamın önemli bir parçası olarak görür.

* * *

4) Fethullah Gülen’in son 10 yıllık mecburi serüveni, Gülen Hareketi’ni ABD ile yakınlaştırmış, Milli Görüş ise Batı’da herhangi bir müttefik arayışında olmamıştır. Milli Görüş’ün müttefikleri daha çok Ortadoğu’da mücadele veren İslamcı siyasi örgütler olmuştur.

* * *

Gülen Hareketi son yıllara dek Milli Görüş’ün siyasi parti uzantısı olan unsurlarla hep uzak kalmış, iki taraf adeta birer hasım gibi yaşamışlardır.

Ancak 2007 seçimlerinden sonra Milli Görüş kökenli AKP ile Gülen Hareketi arasında, Hareket’e duygusal getiriler dışında ne getirdiğini hâlâ çözemediğim bir yakınlaşma oluşmuş ve AKP Hükümeti içinde Milli Görüş ile Gülen Hareketi arasında bir koalisyon kurulmuştur.

(Yarın: Koalisyon çatırdıyor mu?)

Milli Görüş vs. Gülen Hareketi (II)

DÜN yazdım. Gerek Milli Görüş, gerekse Gülen Hareketi Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihinde rol almış en önemli

örgüt/hareketlerdendir. Tabana ulaşma gayretlerinde diğer kesimlerden çok daha başarılıdırlar.

Ancak Milli Görüş özünde bir siyasi örgütlenmedir. Siyasi hedefleri her dönem açıktır. Gülen Hareketi ise sosyal, hatta ekonomik alanlarda aktif, ama siyasete yukarıdan bakan, her dönem siyasi hedefleri global hedefler ile şekillenen bir yapılanmadır.

Milli Görüş “ötekiler” ile uzlaşmaya göreceli olarak daha uzak, Gülen Hareketi daha yakındır.

Gülen Hareketi ABD ile yakındır, hatta “ılımlı İslam” doktrininde en azından model olarak rol almıştır. Milli Görüş ise Batı’da herhangi bir müttefik arayışında değildir. Müttefikleri daha çok Ortadoğu’da mücadele veren İslamcı siyasi örgütler olmuştur.

* * *

Önceleri sadece bir tek partiye değil, kendisine kucak açan tüm partilere destek veren ve herkese aynı mesafede duran Gülen Hareketi 2007 seçimlerinde merkez-sağ çuvallayınca, tarihinde ilk kez tek bir partiye, AKP’ye destek vermek zorunda kaldı. O tarih itibari ile CHP’yle arası ise bir türlü ısınmıyordu.

Belki de Hareket’e yön verenlerce de öngörülemeyen, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun merkez-sağı arapsaçına dönüştüren beceriksizlikleri “tek parti ile ittifak mecburiyeti”ni doğurdu.

Bunun sonucu olarak da maalesef, 2007 sonrası beni sükut-u hayale uğratan gelişmeler oluştu.

Bu tarihten sonra Gülen Hareketi adeta kendi ufkunu daralttı, hükümetin apansız savunucusu haline geldi, zıt kardeşi Milli Görüş ile halvet oldu. Bir zamanlar Türkiye’nin en ciddi gazetelerinden olan Zaman maalesef “Hükümet organlığı”na soyundu.

Milli Görüş ile AKP hükümeti içinde kurduğu “koalisyon” kısa sürede belirli çevrelerde “28 Şubat’ın intikamı” için oluşturulan birliktelik olarak yorumlanmaya başladı.

Ergenekon Davaları’ndaki bazı abuk gelişmelerde hep “Gülenciler”in parmağı arandı.

Zamanla Gülen Hareketi ile eşleştirilen bürokratların özellikle Emniyet Güçleri, Adalet mekanizması ve hatta gizlice TSK’da etkin/yön verici olmaya başladıkları çok değişik çevrelerde konuşulmaya başladı.

Fethullah Gülen “gatakulli” söylemini ortaya attığında çok ama çok şaşırdım. Benim dünyada ancak Dala Laima ile mukayese ettiğim bir lider kendine muhatap olarak yapacağı “darbe”yi yüzüne gözüne bulaştırmış bir “darbeli paşa”yı muhatap alıyordu!

* * *

2007’den sonra Gülen Hareketi ile AKP hükümeti (Milli Görüş) arasında yaşanan “seviyeli birliktelik” bazı çevrelerce “Gülen Hareketi’nin gerçek yüzü ortaya çıktı”, şeklinde yorumlandı. Özellikle “Laikçi” çevreler Gülen Hareketi’nin baştan beri takiye yaptığını, şimdi güç ellerine geçince mutlak iktidara oynadıklarını söylemeye başladılar.

Ancak benim anlayamadığım bir konu vardı. Milli Görüş ile Gülen Hareketi, hedeflerinde birliktelikler olsa da, yöntemleri itibari ile bir araya gelmeleri çok zor iki yapı idi. İki tarafın 2002 öncesi birbirleri hakkındaki görüşlerini bizzat bilen bir insan olarak bu “koalisyon”a çok şaşırıyordum.

Bu birliktelik artık hal-i hamur mu olmuştu?

Yoksa, birlikteliğin sınırları var mıydı?

(Yarın devam edeceğim.)

Milli Görüş vs. Gülen Hareketi (III)

İKİ gündür Milli Görüş ile Gülen Hareketi’nin benzeşen ve ayrışan özelliklerini sınıflandırmaya çalışıyorum.

Bu iki yapının, hedeflerde benzerlikler olsa da, yöntemde büyük farklılık arz ettiğini izah etmeye uğraşıyorum. Milli Görüş’ün göreceli olarak daha yerel/bölgesel kaldığını, Gülen Hareketi’nin ise daha evrensel davrandığını vurguluyorum. Milli Görüş “diğerleri” için yer yer sert çözümler ararken, Gülen Hareketi’nin “diğerlerine” uzlaşmacı çözümlerle yaklaştığını belirtiyorum.

Bu iki “zıt kardeşler”in özellikle 2007 sonrası AKP çatısı altında nasıl “ittifak” yaptıklarını anlamadığımı da iki gündür sorguluyorum.

* * *

“İttifak” Marmara Gemisi’ne yapılan İsrail saldırısından sonra çatladı. Başbakan ve artık rüya aleminde gezdiğine iman ettiğim Dışişleri Bakanı “Milli Görüş”e uygun açıklamalar yaparken Mavi Marmara Gemisi’ne “komuta” edenlerin uyguladıkları yöntemlere açık eleştiri bizzat Fethullah Gülen tarafından dile getirildi.

O gün ben düşünmeden edemedim:

Siyasete yön vermeye kalkarsan siyaset de sana yön verir!

* * *

Görüşüme göre, Gülen Hoca’nın çıkışını iki seviyede değerlendirmek gerekmektedir:

1) Konjoktürel açıdan belki de Fethullah Gülen’in ABD’deki misafirliğini korumak için bu çıkışı yapması gerekiyordu. Ayrıca, Türkiye’ye dünyadan bakan bir bakışın bu uyarıları yapması eşyanın tabiatına uygun kaçmıştır.

2) Felsefi açıdan ise Gülen “uzlaşma içinde bir arada yaşama” anlayışı ile tamamen uyumlu bir çıkış yapmıştır. “Meseleleri sulh ile çözmek” Hareket’in her zaman asli şiarı olmuştur. Hatta Hoca kendisine vicdan dışı haksızlıklar yapıldığı bir dönemde bile 28 Şubatçılara karşı hep itidal ile tepki verilmesini tavsiye etmiştir. Aynı dönemde üniversiteye türbanla giremeyen kız öğrencilere eğitimlerinde geri kalmamak uğruna başlarını açmalarını öneren de bizzat Hoca’dır.

Gülen’in “Mavi Marmara”ya verdiği tepki tutarlı ve Hareket’i Milli Görüş’ten doğru çizgide ayrıştıran bir çıkıştır.

* * *

Benim temennim odur ki, bu vesile ile Gülen Hareketi eski ama doğru duruşu olan, ayrıca kendisini tek ve özel kılan siyaset üstü veya tüm siyasi partilere aynı mesafeden bakan duruşuna geri döner.

Özellikle “mütedeyyin laikler”de yer eden AKP’nin sert ve uzlaşmadan uzak iç ve dış politikalarına Gülen Hareketi’nin destek verdiği algılaması ivedilikle kırılmak zorundadır.

Harekete yakışan budur ve onu evrensel kılan da bu duruştur!

* * *

Ancak Gülen Hareketi’nin siyaset üstü/tüm siyasi partilere aynı mesafede konumunu yeniden kazanması için diğer partilerin de uzatılacak ele karşılık verecek ortamı yaratması gerekir.

Bu gereklilik CHP, MHP, BDP için eşit derecede geçerlidir.

Genel Başkanlığı bırakmadan evvel Deniz Baykal’ın uzattığı el takdire şayandır.

Bu konuda ne yapıldığına dair hiçbir bilgim yok ama Kemal Kılıçdaroğlu, Hareket ile CHP arasındaki tarihi buzları eritmeye niyet ederse, doğacak uzlaşma ortamından hem Türkiye hem de CHP büyük kazanç sağlar.

Ben bu dönemde hem Gülen Hareketi’nden, hem de CHP’den yeni açılımlar bekliyorum!

Reşat Nuri Erol
17.06.2010
10:01

Yeni bir modele doğru İslam’ın 5 toplumsal hedefi

Okurlardan gelen talepler doğrultusunda iktisatta çıkış yolları aramaya devam edeceğiz. Ancak sıkıcı olmamak adına her yazıyı kendi içinde bağımsız olarak ele alacağım.

Kriz hâlâ ve uzun süre elimizde patlamaya hazır bir mayın olarak bekleyecek. Tam da büyük fikirlerin, açık yürekli sorgulamanın devreye girmesi gereken bir devrandayız. Ancak küresel düzen ve bunların yerli işbirlikçilerinin geliştirdiği yalan ve tahrifat makineleri çoktan devreye girmiş, her yeni fikir fidanını budamakla meşgul. Oysa Türkiye’nin hiç de gocunmadan, sırtını devasa medeniyetine yaslayıp, büyük fikir ve projelerin ardına düşmesi gereken bir kriz çağından geçiyoruz.

Gerçeklerden kopuk ütopyacı H.Saint-Simo’un öğrencisi olan Auguste Comte’nın geliştirdiği ve içinde kutsalın, kültürün, inancın yer almadığı inkarcı pozitivizm dünyamızı koca bir insan ve çevre enkazına çevirerek sahneden çekiliyor. Bu felsefeye inananlar ekonomiyi de sözde bilim dalı haline getirmeye çalıştı. Bireyi, her yerde aynı uyarılara, aynı tepkiyi veren bir ’iktisadi hayvan’ olarak sundular. İnsan davranışı üzerindeki psikolojik ve kültürel etkileri modelin dışına atıp, insanı bir kabuk ekmeğin ardından koşan haz, zevk ve tüketim beygirine indirgediler.

Türk solu Batı’nın ’ekmek’ sömürüsüne karşı çıkarken, inanç ve kültür sömürgeciliğinin içerideki taşıyıcı unsuru olmayı, materyalizmin simsarlığını yapmayı kendine misyon edindi. Ekmek kadar inanç ve kültür de arayan Türk halkı, bu yüzden sola tarihi mağlubiyetler tattırdı.

Açıkçası komünizm, kapitalizm ve faşizm hastalıklı Batı’nın sapmalarını gösteren birer ideoloji olarak aslında tümüyle aynı materyalist felsefeden beslendi. Aralarındaki rekabet sadece sömürgecinin adresini tanımlamaktan ibarettir. Her şey aslına döndüğünden, komünist ve faşist ideolojiler yakında bir kere daha hortlamak üzere kapitalizmin ruhunda kuluçkaya yatmış durumda.

İdeolojiler ne bilim ne de inançtır. Bunları birbirine karıştırmamak gerektiği halde bizi olup bitenlere inandırmak üzere iktisat alanındaki işleyici bilim diye sundular. Oysa bütün iktisat modelleri krizlerin ve sorunların ardına takılarak gelişiyor. Yani evrensel gerçekler tarafından tanımlanmıyor, tecrübeye göre şekilleniyor. İçinde insanın olduğu, zamana ve mekâna göre değişen bir alanın katı bilimsel bir alan olması imkânsız. Ancak mesele dokunmazlık zırhına büründürüp, sömürü ve tahribatı gizlemek.

Bu yüzden mevcut kriz ortamında hâlâ araçları, faktörleri, politikaları tartışmanın bir alemi yok. Esas olan ’gerçeğin’ ne olduğunu ortaya koyup buna dayalı bir sistem sorgulamasını yapmaktır. Materyalizmin veya pozitivizmin bir insan ve evren tasavvuru var. Bu ise gerçeğin basitleştirilmiş bir karikatüründen ibaret bir şey. Şimdi tümüyle yeni değerler alanına girmek ve çok geç olmadan yeni bir sistemin alt bileşenlerini tespit etmek gerekiyor.

Konu bağlamında İslam’dan yararlanmak isteyenler, alt parçalardan hile-i şeriye yöntemiyle ’kapitalizme ne yamayabiliriz’ diye uğraşmak yerine, İslam’ın zaman ve mekân ötesi kuşatıcı amaçlar setine odaklanmalı. İslam’ın beş toplumsal hedefi var. Bunlar; hayatın, dinin, aklın, malın ve neslin korunmasıdır.

Belli ki bu değeler tarih boyunca bir tahribata maruz kalmış, antropolojik kazılara konu olacak şeklinde insan topluluğu kendini yok etmiştir. İlginçtir, burada insanı insana karşı koruyacak bir duruştan bahsediliyor. Dikkat ediniz, Darvinci yaklaşım ’insan, insanın kurdudur’ diyerek modelini çatışma üzerine kurarken, İslam bu eğilime karşı koruyucu kalkanlar geliştirerek dengelemeyi esas almıştır: Kainatta var olan İlahi ekosistem dahilinde belli bir hukuka göre yaşamak üzere insan, çevre ve tabiat arasında yatay bir ilişki vardır. İnsan en mükemmel varlık olup, bunun getirdiği ayrıcalıklar kadar sorumluluklara da sahiptir.

İBRAHİM ÖZTÜRK i.ozturk@zaman.com.tr

Reşat Nuri Erol
17.06.2010
10:16

Fazla kola tüketenler aman dikkat!

Yapılan bir araştırma, kolanın zararlarından birini daha ortaya çıkardı...

Harvard Üniversitesi’nde fareler üzerinde yapılan araştırmaya göre; gazlı içeceklerin içinde bulunan fosfat maddesi, cilt ve kaslarda bozulmaya yol açıyor. Et, ekmek ve pasta gibi gıdalarda da kullanılan fosfat, kalp ve böbreklere de zarar veriyor.

Geçtiğimiz yıl ABD’de yapılan bir araştırmada, haftada 3 bardak gazlı içecek tüketmenin pankreas kanserine yakalanma riskini iki kat artırdığı saptanmış.





Sayı: 53 | Tarih: 13.06.2010
Reşat Nuri Erol
İstanbul'a yağmur yağdı...
1883 Okunma
11 Yorum
Ilker Ardic
Mehmet Şevket Eygi
Kadından Cuma İmamı!..
1375 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ahmet Hakan
Hoca Efendi tartışılmaz mı?
1342 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Altan
Yunanistan 24, Türkiye 79. sırada
1333 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Toktamış Ateş
Mavi Marmara'nın düşündürdükleri
1298 Okunma
Osman Eskicioğlu
Oktay Ekşi
Hâlâ Batılı mıyız?
1254 Okunma
Vahap Alma
Fikret Bila
Türkiye "hayır" demek zorundaydı
1248 Okunma
Harun Özdemir
Hayrettin Karaman
Asıl muhalefet İslam'a
1235 Okunma
Hilmi Altın
Fehmi Koru
Muhalif olmak
1230 Okunma
Ahmet Kirtekin
Zülfü Livaneli
Batı’nın AKP aşkı, nefrete dönüştü
1219 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mahir Kaynak
Anlamlı çelişkiler
1210 Okunma
2 Yorum
Süleyman Karagülle
Derya Sazak
Şekil ve öz
1202 Okunma
Serdar Turan
Ruşen Çakır
Hem İsrail’e, hem ABD’ye, hem kendi cemaatine sesl
1192 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler