Türkiye’nin medyası da, toplumu ve yönetici eliti gibi aşırı polarize olduğu içindir ki, İran’da 12 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasındaki gelişmeleri -bazı istisnalar hariç- soğukkanlılık ve nesnellikle değerlendiremedi.
Bilgi eksikliğiyle sakatlanmamış iseler, İran’la ilgili metinler, çoğunlukla fikir sahibinin coşku ve duygusallığıyla dengesizleşmişti. Temennilerin etkisi altında kaleme alınmış taraftar yazılarıydı...
İstisnası yok; Kemalisti, ulusalcısı, İslamcısı, solcusu, liberali... 12 Haziran’dan beri bunların hatırı sayılır bir bölümü, Türkiye’deki kavgalarını İran üzerinden sürdürmek gibi karşı koyamadıkları bir eğilimin tutsağı halindeler. İran’ı anlama ve açıklama çabası içindekiler ise bu tuzağa düşmemek için akıntıya karşı kürek çekseler de zaman zaman girdaba kapılmaktan kurtulamıyorlar.
İran’ı neden bir türlü gerçekten tartışamadığımız da üzerinde kafa yorulması gereken bir fenomen.
Ben bu fenomeni, bu iki İslam ülkesinin çoğunluk mezhepleri farklı olsa da yek diğerini politik ve kültürel bakımdan etkileme potansiyelinin mevcudiyetine bağlıyorum. Büyük bir potansiyel bu... Üstelik eşsiz... Bu bölgede hiçbir Arap ülkesi, İran ve Türkiye’yi, bu ikisinin birbirini etkilediğinden daha fazla etkileyemez.
Atatürk modelinden türbana
Bu etki konusunda kılık kıyafet alanından bir örnek vermekle yetineceğim... Devrik Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin babası Rıza Şah, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde hayranı olduğu Atatürk’ün kılık kıyafet devrimlerini İran’da adeta bire bir kopyalamaya çalışmış, ancak çok sınırlı bir başarı elde edebilmişti.
20. yüzyılın son çeyreğinde de bizdeki İslamcılar türban ve pardesüyü, önce İslamcılığın sonra da giderek kentli dindarların tesettür giysisi haline getirirken aslında İran İslam Devrimi’nden esinlendiler. Çünkü türban ve pardesü İslam Devrimi’nin hemen ilk yıllarda benimseyip kentlerde “çador”un (kara çarşaf) alternatifi olarak yaygınlaştırdığı bir kıyafetti.
Türban ve pardesünün Türkiye’deki yolculuğunu yıllardır izliyoruz...
Ve bu yolculuk, dahası İslamcılığın Türkiye’deki seyri, İran İslam Devrimi’nin akıbetinden çok etkilenecektir.
Türkiye’de İslamcılığın 80’li yıllardaki şahlanışında, dünyanın İran’da tanık olduğu ilk “İslam Devrimi”nin ideolojik ve politik etkisi de inkâr edilemez.
Bu öyle bir etkiydi ki, “İslam Devrimi”, sadece potansiyel İslamcıları değil, bugün şaibeli cumhurbaşkanlığı seçimine gösterilen tepkiye bakarak rejimin çöküşünü temenni eden yorumlar yazan, siyaseten seyyar ruhlu analistleri dahi büyülemişti. Onların 80’li yıllarda kaleme aldıkları Humeyniperver yazılar hafızalarda durmaktadır.
Türkiye’deki çeşitli siyasi kesimlerden fikir sahipleri de İran’ın bu etkileme potansiyelinin farkında olmalılar ki, İran’da ne olsa, bunu o ülke için taşıdığı anlam bakımından değil de, Türkiye’de ait oldukları kurumlar ve politik akımların çıkarlarına yapacağı etkiyi hesap ederek sunuyor ve tartışıyorlar.
Etki ajanları kol geziyor
Böyle yapınca da birer “etki ajanı”na dönüşmüş oluyorlar.
İslamcıların okurlarını, sokağa dökülenlerin aslında “rejim muhalifi” olmadıklarına inandırmaya çalışmaları, biraz da İran’daki karışıklıktan kendilerine çıkardıkları hisseyle ilişkili...
Diğer taraftan başkalarının da İslami rejimin sonunun geldiği havasını yaymalarının arkasında başka çıkar kaygıları bulunduğunu sezinlemek mümkün.
Bu kadar çok “etki ajanı”nın kol gezdiği bir ortamda okurlara “Allah kolaylık versin” diyorum.
YORUM
Ne diyelim, tarih tekerrürden ibarettir. Şah zamanında onlar bizi takip ediyorlarmış,
Şimdi biz onların yolundan gidiyoruz. Demek ki gelecek yüzyılda onlar televizyona çıkıp, Türkiye’nin Başbakanını seviyoruz, İran Cumhurbaşkanını değil diyerek Kanada’ya irtica Edecekler bizde İstanbul’da Ankara’da Özgürlük istiyoruz diye bağıracağız.