18.06.2009
İran’da ilk olarak bundan tam on yıl önce gitmiştim. Görüştüğüm ilk kişi Ekber Genci’ydi. Devrimde çok aktif bir rol oynamış olan Genci zamanla reform hareketinin en yaratıcı ve gözüpek isimlerinden biri olmuştu. Demokrasi ve özgürlük tutkusundan bir adım geri atmayan Genci, 2001-2006 yıllarını cezaevinde geçirdi ve böylece dünyada düşünce ve ifade özgürlüğünün önde gelen simgelerinden biri olmayı hak etti.
İlk İran ziyaretimin son görüşmesini, dönemin Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin danışmanı olan Said Haccariyan ile yapmıştım. O da devrimin önde gelen simalarından biriydi. Ardından İran’ın en kilit kurumlarından olan İstihbarat Bakanlığı’nda bakan yardımcılığı yapmıştı. Hiç unutmam, kendisine sorularım bittikten sonra “şimdi sıra bende” demişti. Ben “Erbakan hareketini mi soracaksınız” diye sorunca “Yok canım, o beni hiç ilgilendirmiyor. Bana Türk laikliğini anlatmanızı istiyorum” demiş ve uzun bir muhabbete girişmiştik.
Haccariyan, Hatemi’nin destek ve teşviğiyle, İran’da bir dönem yaşanan siyasi cinayetlerin bir kısmının aydınlatılmasında ve “İran Ergenekonu” diyebileceğimiz yapının kısmen etkisizleştirilmesinde epey etkili oldu. Daha sonra devlet görevini bırakıp Genci gibi gazetecilik yaptı ve çok sayıda davadan yargılandı. Ardından yerel seçimlere katılıp seçildi ve bir gün suikast girişimine maruz kaldı; şans eseri ölmedi ancak felç oldu. Öğrendiğime göre Haccariyan, son seçimlerden sonra yeniden gözaltına alınmış.
Rejime değil hükümete karşılar
Bütün bunları neden anlatıyorum? Türkiye’de İran’a yönelik ilgisizlik ve buna bağlı olarak bilgisizlik büyük ölçüde devam ettiği; bazıları Musavi’nin liderliğini üstlenmiş olduğu reform hareketini doğrudan veya dolaylı olarak Amerikan kuyrukçusu olarak gördüğü, kendisinden uzak durduğu ve sonuç olarak Mahmud Ahmedinecad’ı desteklediği için.
Tabii istisnalar var. Özellikle, bir İranlı ile evli olduğu için yıllardır bu ülkede yaşayan ve “İslamcı feminizm” diyebileceğimiz akımın ülkemizdeki en parlak temsilcilerinden araştırmacı-edebiyatçı Cihan Aktaş’a hakkını vermemiz lazım. Kendisinin de reform hareketine angaje olduğunu anladığımız Aktaş, günlerdir Taraf Gazetesi’nde, çok açık ve net bir şekilde Musavi taraftarlarının esas olarak “rejim”e değil “hükümet”e karşı olduklarını anlatıyor.
Onu okurken aklıma Nurettin Şirin geldi. 28 Şubat sürecinde Ankara Sincan’daki Kudüs Gecesi’nin organizasyonu nedeniyle uzun süre hapis yatan Şirin’le yıllar sonra, bu mart ayının başında, Cumhurbaşkanı Gül ile gittiğimiz Tahran’da, bir otel lobisinde karşılaştım. Kendisi, Türkiye’de ve dünyada sayıları her geçen gün azalan “Humeynici”lerin tipik bir örneğidir. Sohbetin bir yerinde yaklaşan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerini de konuştuk. O günlerde Muhammed Hatemi’nin yeniden reformcuların adayı olması gündemdeydi, fakat Şirin büyük bir heyecanla eski başbakanlardan Mir Hüseyin Musavi’nin bu sefer ısrarlara dayanamayıp adaylığını ilan etmesini umuyor ve bekliyordu.
Abes karşılaştırmalar
Görüldüğü gibi ortada çok yaman bir çelişki var. Şöyle ki, hayatının çok büyük bir bölümünü İran devrimine ve dolayısıyla ABD ve İsrail başta olmak üzere Batı’ya karşı mücadeleye adamış bir Türk Humeynicisi, devrimin ve buradan hareketle İran İslam Cumhuriyeti’nin hayrı için Musavi’yi desteklerken, radikal İslamcılıkla ilgisi az olan veya hiç olmayan bazı yorumcular Musavi’yi bir tür “Amerikan kuklası” gibi resmetmeye çalışıyorlar.
İran’da seçim sonrası yaşanan ve kolay kolay dinmeyeceği anlaşılan gösterileri, renkli devrimlere benzetmeye çalışanların biraz daha dikkatli olmaları gerekir. Hele ressam ve mimar olmasına rağmen devrimin hemen ardından Dışişleri Bakanlığı ve en kritik yıllar olan 1981-1989 arasında başbakanlık yapmış olan Musavi ile Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili arasında paralellik kurmak hafiflikten başka bir şey değildir. Sırf ABD’ye kafa tutuyor diye popülist otoriter Ahmedinecad’ı sevmek zorunda değiliz.
Yorum:
İran denince akla çarşaflı kadınlar, büyük meydanlarda binlerce insanın gözleri önünde asılan adamlar ve İslam ülkelerine yakıştırılan o bildik geri kalmışlık geliyor. Ne yalan söyleyeyim bunların hiçbirini tasvip etmediğim halde benim bile aklıma bunlar geliyor.
Şimdi bu kadar kötü bir imajı olan İran halkı ne yapsın?
Ne inancından tümüyle vazgeçip batılı gibi yaşayabiliyor, ne de bir İslam Cumhuriyeti (gerçekten yaşayan Kur’an ile yönetilecek bir devletten bahsediyorum) kurup refaha ulaşabiliyor. Bir yanda İsrail'e ve ABD'ye kafa tutan Ahmedinecad, diğer yanda daha çok demokrasiden ve kadın haklarından yana tavır koyan Musavi.
Basın her ne kadar demokrasiye susamış bir İran halkını ekrana taşısa da, Avrupa demokrasi savunuculuğu adı altında Musavi yandaşlığı yapsa da, ülkede Ahmedinejad yandaşlarınıın az olmadığını biliyoruz. En azından "Seçimlerde şike var." iddialarına rağmen rakamlar böyle söylüyor.
Hal böyle olunca, ABD ve İsrail'e kafa tutan Ahmedinejad'ı bertaraf etmek kimin işine gelir diye düşünmek gerek!