TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
1463 Okunma
121 VE 122.AYETLER

Tevbe Sûresi-52

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

***

 

وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِيًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (121) وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ (122)

 

***

 

وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِيًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (121)

(Va LAv YuNFıQUvNa NaFaQaTan ÖaĞIyRaTan Va LAv KaBIyRaTan Va LAv YaQOaGUvNa VaDiYan EilLAv KüTiBa LaHüM LiYaCZıYaHuMu elLAvHu EaXSaNa MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)

“Ne sağîr ne de kebir bir nafaka infak etmezler veya bir vadiyi kat’ etmezler ki Allah onların amel ettiklerinin ahseni ile ceza kılması için onlara ketb edilmesin.”

Bundan önceki âyette Allah’ın yolunda bir sıkıntıya girmezler, bir yere yerleşmezler, düşmandan bir neyle uğramazlar ki o onlar için amel-i salih olarak yazılmasın denmiştir. Kötülüğe uğramaya mukabil nafaka infak etmek yerleşme yerinde vadiyi kesmek olarak zikretti. Düşmandan neyle karşı bir zikirde bulunmadı. Orada çekilen sıkıntılara olan sabırdan bahsetti, burada ise yapılan iyi işten bahsetmektedir.

Bir topluluğun oluşması var, sonra o topluluğun iyi bir şekilde yaşaması var. Topluluk oluşurken karşılaşılan sıkıntılar vardır, yokluk vardır. En önemlisi toprak edinme vardır. Siz bir yeri edinmek istersiniz ama düşmanlar oraya saldırırlar.

Biz İzmir’de Akevler’in arazisini satın aldık, binalar yaptık, site kurduk. Yöneticiler bize saldırdı. Önce ruhsat verdiler. O zaman bakanlıktan ruhsat alınıyordu. Defalarca Ankara’ya gidip geldik. Sonunda ruhsat aldık. Apartmanlar bitti.

Reşat Erol ve Mehmet Çakır ondan sonra yani sitemizin inşasının ardından bir apartmanımızın altında matbaa işletmesini kurdular. İki apartman ruhsatlı iken ve apartman meskûn iken, ‘sizin işyerinizin kanalizasyonu başkasının toprağından geçiyor’ dediler ve matbaa işletmesine izin vermediler! Başkasının toprağı derken, orası da bizim arsamızdı. ‘Olsun, o başka arsadır, başkasının toprağıdır’ dediler! Kaldı ki kanal oradan geçmiyordu. Kanal tasdik edilmiş yol içinden genel kanala ulaşıyordu. Altmış dairelik apartmanlar böyle çalışıyordu. Ama teknisyen yalandan başka yerden çizdi. Hiçbir yetkiliye bunu anlatamadık. Reşat Erol sonunda matbaayı kapatıp Arabistan’a gitmek zorunda kalmıştır.

Akevler Sitemize elektrik talep ediyoruz. Hat yoktur diye apartmanın değerinden daha fazla masraf talep ediyor ve elektrik vermiyorlardı. Düşük cereyan gösteriyorduk, ayda bir gelip siz fazla güç koymuşsunuz diye ceza yazıyorlardı ve kapatıyorlardı. Traktörle elektrik üretmek zorunda kaldık. Bir CHP’li başkan yardımcısının verdiği belge ile trafo aldık. Bu sefer orada oturmayan bir bürokrat buldular, o da ben arazimden elektrik hattı geçirtmem diye şikâyet etti. Trafoya elektrik bağlatmamak için emir verdiler. Allah’tan, emri almadan evvel tesisatı bitirmeden elektriğin verilmesi resmen başladı da onlar mahkemeye gittiler. Davalar yıllar yılı devam etti. Oralar gecekondu doldu. Bizim dava bitmedi...

Keşif yaparlar, iki üç sene geçer ama karara bağlamazlar, üç sene sonra enflasyon sebebiyle yeniden keşif yapılmasına karar alırlar ama yine karara bağlamazlar. Böyle devam edip durdu. Sonunda ben Kırgızistan’da iken Akevler yönetimi trafoyu iptal etti de dava 1995’lerde bitti yani 1968’den 1996’ya kadar otuz sene sonra dava düştü!

İzmir Akevler, yukarıda beyan edilen sıkıntıları yaşayarak bugünkü hâle geldi.

Akevler, bunlarla mücadele edebilsin diye Necmettin Erbakan’ı siyasette destekledi.

Akevler bu ahlâksızlarla mücadele etsin diye Gülen Cemaati’ni destekledi.

Onların ilk hareketlerinde Akevler vardı.

Şimdi nerdeyiz?

Şimdi biz anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.

Şimdi nerdeyiz?

Şimdi dünyanın en güçlü çağdaş dini cemaatinin sahibiyiz.

Ne var ki aynı bürokratlar şimdi kılık değiştirmiş olarak aynı zulmü yine Akevler’e yapmaktadırlar. Ama yenilecekler; yine yenilecekler ve cehennemde haşr olacaklar.

Paramızla aldığımız topraklarda faaliyet göstermemiz bizim için yarım asırlık bir mücadele zorunluluğunu ortaya çıkardı. Hâlâ Akevler’in 4000 dönümlük 50 milyon TL değerindeki arazisi yöneticiler tarafından gasp edilmiştir. Tapulu araziyi bizden almışlardır. İktidarlar İstiklâl Savaşı’nda kaybettiklerini azınlıklara iade ediyor. Fırsat bulsa Ayasofya’yı da onlara devredecek, ama bizim 400 ortağın satın aldığı tapulu yerimizi bize vermemektedir.

Allah bunların bizim için salih amel olarak yazıldığını bildirmektedir.

Bir semti, bir bucağı, bir ili, hattâ bir devleti kurarsınız... Savaşırsınız, toprak elde edersiniz... Ama asıl zorluk ondan sonra doğar...

Bu âyetler ondan sonra yapılacakları anlatmaktadır.

İki şey istemektedir.

Biri; infak etmek, harcamak, herkese, iş, aş, mesken ve eş temin etmek.

Diğeri de memleketi imar etmektir.

Burada geçen vadiyi kat’ etmek demek, yollarla ve su elektrik gaz borularıyla kat’ etmek anlamındadır.

Kur’an daima bir örnekten bahseder, siz ona kıyas ederek geneli anlayacaksınız.

Önceki âyette salih olarak yazar dendi. Burada ise sadece yazar dendi. Çünkü zaten bunlar salih ameldir. Oysa önceki âyette anlatılan görünürde amel-i salih değildi ama amel-i salih olarak yazılıyordu. Burada o kaydı koyma abes olurdu. Bununla beraber “ahsene” kelimesini kullanarak bunların da amel-i salih olduğunu ifade etmiş oldu.

“Ahsene”nin iki manası vardır. Daha iyisi anlamına geldiği gibi en iyisi anlamına da gelir. Amel ettiklerinden daha fazlası ile anlamına gelir. Allah, amel ettiklerinin ahsenini karşılık olarak verecektir. Masdar olarak değil ism-i mevsul olarak alırsak, o zaman onlar bu dünyada infak ettiler, Biz de sonra onlara infak ettiklerinin daha ahsenini infak edeceğiz. Onlar imar ettiler, Biz de imar ettiklerinden daha ahsenini onlara ihsan edeceğiz.

Kur’an’da, vaat ettiklerinin bazılarını bu dünyada yerine getirecektir, bazılarını âhirette yerine getirecektir denmektedir. Kişilere vaat ettiklerinin çoğunu âhirette karşılayacaktır. Topluluklara vaat ettiklerinin hemen hepsini bu dünyada karşılayacaktır, çünkü âhirette o topluluk bulunmayacaktır.

Türkiye’deki Türkleri ele alalım. Bugün Türkiye’de yaşayan insanlar sıkıntılar çektiler, öldüler, hapsedildiler. Onlar bu dünyada karşılığını almadılar ama topluluk olarak onların çocukları bu dünyada nimetlerini gördüler. Âhirette ise bugünkü Türkler ile o günkü Türkler bir arada olacaklar. Türkiye’ye artık ölmüş olanlarla yeni doğacaklar da dâhildir. Âhiretteki insanların bir kısmı cennete, bir kısmı cehenneme gitmiş olacaktır. Dolayısıyla topluluğu orada mükâfatlandırma söz konusu değildir. Oradaki topluluklar buradaki topluluklardan farklı olacaklardır. Oradaki topluluklar dört boyut içindeki insanları içerecektir.

Üçüncü binyıl uygarlığını, yüze yakın “ocağın” semtler hâlinde örgütlenmesi sonucu ortaya çıkan “bucaklar” oluşturacaktır. Bu bucakların özellikleri:

a) Bağımsız olacaklar, ceza kanunları dâhil kendi kamu hukuklarını kendileri oluşturacaklardır.

b) Kendilerinin özel paraları olacak, para çıkarma hakkı ve yetkisini kendileri kullanacaklardır.

c) Merkez bucaklar taşra bucaklara hükmetmeyecek, hizmet edeceklerdir.

d) Her bucağın kendi dili, devlet dili dışında kendine özgü dili olacaktır. Zamanla bucaklar kendi dillerini oluşturacaklardır.

Sosyal yapılar böyle oluştuğu gibi fiziki yapıları da “Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartmanları” şeklinde olacaktır. Sanayi bucaklarında oturup çalışanların ayrıca taşrada “birer dönümlük bahçeli dinlenme evleri” olacaktır.

Bu bucakları “devletler” veya “sermaye” kurmayacak, bu bucakları halkın kendisinin kuracağı “kooperatifler” kuracaktır.

Bu kooperatifleri de bizimle beraber yetişecek “Araştırmacı Müçtehitler” kuracaktır.

Bu araştırmacılardan her biri “Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartmanını” yönetecek bilgi ve beceriye sahip olacaktır.

Biz bugün bunun temellerini atıyoruz, bunun ortaya çıkışı yılları alacaktır...

Bunların temeli atılmıştır, hazırlıklar süratle sürdürülmektedir...

“Ahşap Dinlenme Evleri Projesi” hazırlanmak üzeredir.

“Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartman Projesi” üzerinde çalışılmaktadır.

“Müçtehit Yetişme Merkezi” üzerinde denemeler yapılmaktadır.

Yakında başarıya doğru adımlarımızı atacağımızı ümit etmekteyiz.

وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً

(Va LAv YuNFıQUvNa NaFaQaTan)

“Bir nafakayı infak etmezler”

“Nafak” köstebek yuvasıdır, iki tarafta ağzı vardır, düşman bir taraftan gelince köstebek öbür taraftan kaçar.

İlk insanlar ayrı ayrı çardaklarda veya mağaralarda yaşıyorlardı. Merkezi bir yerde karşılıklı çadırlar, çardaklar veya taştan duvarlar yapar, üstlerini kamışla örterek kapalı sokak oluştururlardı. Sokağın köstebek yuvasına benzer iki ağzı olduğu için buraya da “nafak” dediler. Burada alınıp satılana “nafaka” dediler.

“İnfak etmek” demek harcamak ve tüketmek demektir.

Üretim kesb, tüketim infak olmaktadır. Girdiler kesb, çıktılar infaktır.

Ailelerde infak maldır, çıktı emektir.

İşletmelerde girdi emektir, çıktı maldır.

Buradaki “infak” kelimesi ailelerde tüketilen mal olabileceği gibi, bir işletmedeki ham madde veya bir tarlayı işletmeye koymak bile girdidir.

İki çeşit mal vardır. Ailede veya işletmede miktarları ile girerler ve mamul olarak çıkarlar veya miktarları ile değil de zamanları ile girerler, sonunda çıkarlar. İşte, miktarları ile girenlere “nafaka” denmektedir.

Buradaki bu ifade “Lâ Yusîbuhum”a atıftır. Ondan sonrakiler bir grup, bunlar ikinci gruptur. Ayrı âyet olması bu gruplanmayı gösterdiği gibi “Kütibe Aleyhim”in tekrar edilmesi de bunların ayrı grup olduğunu ifade eder. Birinci grupta üç fiil atfedilmiştir. Burada ise iki fiil atfedilmiştir.

صَغِيرَةًوَلَاكَبِيرَةً

(ÖaĞIyRaTan Va LAv KaBIyRaTan

“Ne küçük ne de büyük”

Menfiler arasındaki “ve” “veya” manasındadır. Küçük olsun büyük olsun anlamındadır. Yavrusu ile dolaşan deve grubuna “hanneyn” denmektedir. Anasına “kebir”, yavrusuna ise “sağir” adı verilir; “kebir” yaşlı demektir, “sagir” de küçük demektir.

15 yaşından küçük olanlara “sagir”, 63 yaşından büyük olanlara da “kebir” denmektedir. Sigortalı olmadan önceki dönem “sagir”, emekli olduktan sonraki dönem de “kebir” dönemleridir.

“Kalileten ve Kesiraten” denmeyip “Sagiraten ve Kebiraten” denmektedir. Harcamanın küçüğü ve büyüğü olarak belirtilmesinin sebebi az zaman içinde harcama veya çok zaman içinde harcama şeklinde anlamamız içindir.

Nafaka, belli bir miktarı vermek değil, belli bir zaman içinde yaşatmak anlamındadır.

Ücret, saat başına miktardır. Fiyat da miktar başına gündür. İkisinin çarpımı saat başına gündür.

İnfak etmek, zamanı harcayıp insanı yaşatmak anlamındadır.

Ekonomide bir kural vardır. Bir mal üretilir de tüketilmezse, o mal üretilememiş gibi olur. Üretilmeden de mal tüketilemez.

“Kalil veya Kesir” denseydi, tüketilmeyen mallar da hesaba katılmış olurdu.

Sadece üretmek yeterli değildir, üretilen malların da yerine ulaşıp tüketilmesi gerekir. Tüketimden verim alınmalıdır.

Nafaka kelimesinde ücret sonuçtan kazanılır.

Batıda; sen işini yap, akşamüstü ücretini al ve git anlamını taşır.

İslâm düzeninde ise; iş yap, bekle, sonuçlara göre payını al ve git olur.

Demek ki burada “Kalileten veya Kesiraten” denseydi, işçilik düzeninden bahsetmiş olurdu. “Sagiraten ve Kebiraten” dendiğinde, ortaklık sisteminden bahsediyor demektir. İşçilik sisteminde tarlayı ektiğin zaman ücretini almak şeklindedir. Ortaklık sisteminde ise buğdayı aldığın zaman ücret istihkak edersin, gelire göre istihkakın olur.

وَلَايَقْطَعُونَوَادِيًا

(Va LAv YaQOaGUvNa VaDiYan)

“Bir vadiyi kat’ etmezler ki”

“Vadi” bir derenin iki yakasıdır. Bir yakadan diğer yakaya geçmeden bahsetmiyor, Kur’an “vadiyi kat’ etmekten” bahsediyor.

Vadi nasıl kat’ edilecek, vadi nasıl kesilecek?

Vadinin içinde yapılan yollarla vadiyi boydan boya kat’ ederler. Sular vadiyi boydan boya kat’ ederler. Vadinin imar edilmesi boydan boya yollar yapmaktır, teraslar yapmaktır. Vadide hafif meyilli yollar yapıyorsunuz. Bunu çok meyilli yaparsanız toprağı aşındırır. Çok az yaparsanız, bu sefer de yağmur suları yoldan taşar ve yolları bozar. Ona uygun meyle getirir ve yollarla vadiyi kesersiniz. Yoldan çıkan toprak aşağı tarafta da toprakla bir yamaç oluşturur. Bitkilerin güneş ve hava almalarına kolaylık teşkil eder, böylece sulama da yaparsınız. Yol ve sulama su kanalları birlikte oluşturulur.

Bugün yüzeyden sulama vardır. Oysa Kur’an suların alttan akmasını önermektedir. Sular künklerde akar. Bitkiler kökleri ile künkleri sarar ve suları emerler. Gübreli su verdiğiniz zaman gübreyi de oradan emerler. Hattâ ilacı da buraya katarak çevreyi zehirlemeden zararlı haşeratı önlersiniz. Bitkinin o ilaca ihtiyacı varsa köklerinden emer, yoksa ayıklayıp emmeyebilir. Vücuttaki kan damarları gibi vadide su damarları olacaktır. Bunlar vadiyi baştanbaşa kat edecektir. Yollar da vadiyi kat edecektir.

Kur’an’ı bugün bize nâzil oluyormuş kabul ederek okuyacağız. İşte Kur’an’ı bu şekilde okuduğumuzda, bu tür vadileri oluşturun demektedir. Kooperatifimiz “dinlenme evleri” kurduktan, “yüz daireli lojmanlı işyerlerini” oluşturduktan sonra; şimdi de tarım yapılan vadiyi seçecek ve oradaki arazileri onar dönümlük tarım alanlarına böleceğiz. O parsellere yollar ve sular götüreceğiz, yağmur sularını kanallara alacağız...

İşte, vadiyi kat’ etmek budur.

İnsanlar üretim yapıp yaşarlar, bu infaktır. Artırdıkları emekle yatırım yapar ve yeni nesle beslenme yerleri hazırlarlar. Bu vadiyi kat etmedir. Bir semti kurma, yüz lojmanlı bir apartman yapma demektir. Sanayi semti kurmuş olabilirsiniz. Bir araziyi parselleyip tarım kentlerini kurma ise vadiyi kat etme yani parsellere ayırma demektir.

Yeryüzü bir bütün olarak yaratılmıştır. İnsanlar ise ayrı ayrı kişilerdir. Bütünün parçalarının kullanılabilmesi için yeryüzünün parçalanması yani parsellere ayrılması gerekmektedir. Parçalara “kıt’a” denmektedir. Başka âyetlerde “kıt’an mütecaviratin” denmektedir. “Kata’a şeceraten” ağacı kesti demektir. O halde “yektaûne” demek araziyi kıtalara ayırma manasındadır. Devleti bölgelere, bölgeleri illere, illeri ilçelere, ilçeleri semtlere, semtleri ise arsalara ve tarım alanlarına ayırırlar. Birer dönümlük dinlenme evleri arsalarına, yüzer dairelik apartmanlar için beşer bin metrekarelik parsellere ve onar dönümlük tarım alanlarına ayırırlar demektir. Bu kıt’alar arasını yollarla, su kanallarıyla, elektrik hatlarıyla, pis su kanallarıyla yararlar ve ayırırlar demektir.

إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ

(EilLAv KüTİBa LaHüM)

“Onlara ketbedilmesin”

Bundan önceki âyette salih amel olarak ketbedilmesin denmiştir. Burada ise salih amel şartı getirilmemiş, sadece ketbedilmesin denmiştir. Bakara âyetinde de “fektubû/yazınız” emri vardır. Burada da “yazılmasın” dendiğine göre oradaki “yazın” emrine uygundur. Az olsun çok olsun yazmaktan üşenmeyin emrini buradaki yazın emri ile birleştirirseniz, muhasebede nelerin yer alacağını çok açık bir şekilde anlamış oluruz.

Kıtaların vadiler içinde olacağı belirtiliyor. Tarım alanları parsellenirken her ada ayrı ada kabul edilecektir demektir. Suları bir yerde toplanan yerlere vadi diyeceğiz ve her vadi ayrı ada olacaktır. Vadinin büyüklüğünü semt semt, sonra ilçe ilçe, sonra da bölge bölge ele alacağız. Her semtin tarım alanı 1000 dönümdür, bu da bir kilometrekare etmektedir. 100 vadi bir ilçe ve 100 ilçe bir bölgedir. Yeryüzü 1000 civarında bölgeye ayrılmıştır. Onlu sistemi uyguladığımızda bu bölünme sistemi ortaya çıkar.

لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ

(LiYaCZıYaHuMu elLAvHu)

“Allah onlara ceza versin diye”

Burada “En” mahzuftur, “LiEnYecziyehumullahu”dur. Masdar eni mahzuftur. Eğer “Li” emir lisi olsaydı “Liyeczihimullahu” olurdu. Topluluğun onlara karşılığını verebilmesi için yazılması gerektiği beyan edilmektedir.

Herkes yaptığını, aldığını, verdiğini yazacak ve muhasibine verecek; muhasip de bunu bilgisayara kaydedecek. Sonra sonuçlar elde edilince herkese yaptığının karşılığı en iyi bir şekilde verilecek. Mesela, bir işletmemiz var, bu işletmemizde ayakkabılık ve askılık (portmanto) dolabı üretiyoruz. Sonra bu üretilen mamüller piyasaya götürülüp satılıyor. Karşılığında para geliyor. Üretenlerin elde edilen geliri en iyi şekilde bölüşmesi gerekmektedir. “Üşenmeden, az olsun çok olsun yazın” emri bunun için verilmiştir. Arz ve talep kanunları çalıştırılmaktadır. Bu sayede adil ücret ve adil fiyat ortaya çıkmaktadır. Çalışanlara saat başına ürettiklerinden miktarlar verilmektedir. Tüketenler de bu miktarları tüketip yaşamaktadır. O halde çalışılan saat karşılığı gün yaşanmaktadır. Buna saatte gün, gün/saat demekteyiz. Allah yani topluluk bunları bölüştürecektir.

Buradaki Allah’ı topluluk olarak anlıyoruz. Arada Allah amelleri zayi etmez âyetinden evvel sebilullah geçmiştir. Oradaki sebilullahı vakıflar olarak anladık ve Allah kelimesini topluluk olarak anladık. Demek burası da onun gibidir, dolayısıyla topluluk olarak anlıyoruz.

أَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (121)

(EaXSaNa MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)

“Amel ettiklerinin ahseni ile.”

Amel ettiklerini yani birlikte ürettiklerini en iyisi olarak bölüştürmek için manasındadır. Bu da ancak arz ve talep kanunlarının çalıştırılması ile mümkündür.

Arz ve talep kanunlarının yararlarını Batı Adam Smith ile öğrendi.

Oysa Hazreti Peygamber’e narh koymasını teklif ederler. O da der ki; Darlandıran bollandıran Allah’tır, ben âhirete gidiyorum, böyle bir günah işleyemem.

Bugün ise Bakanlar Kurulu her gün toplanarak fiyat ayarlamaları yapmakta, toplu konularda ücretler tesbit edilmektedir!

AK Parti yöneticileri veya Ekmeleddin İhsanoğlu zannetmektedir ki bu düzende ben başarılı olurum. Felç olan insan ağrı duymaz ama o organ iş yapamaz hâle gelir. Bugün insanlık uyuşturulmuştur, çekmekte olduğu ağrıları duymuyor... İnsanlar bu yazdıklarımızı gerektiği gibi okumuyor ve anlamıyor; söylediklerimizden bîhaberler...

Buradaki “Mâ Kânû Ya’melûn” demek, birlikte ürettikleri demektir.

“Adil Düzen işletmesini” kurmak demek, bu âyetlere uygun muhasebeleri ve sistemleri kurmak demektir.

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ (122)

(Va MAv KAvNa eLMuEMiNUvNa Li YaNFiRUv KAvfFeTen Fa LaV LAv NaFaRa MiN KulLi FurQaTin MıNHuM OAvEiFaTün LiYaTaFaqQaHUv Fıy elDIyNı VaLı YUNÜİRUv QaVMaHuM EiÜAv RaCAGUv EiLaYHiM LaGalLaHuM YaXÜaRUvNa)

“Kâffeten nufur etmek için müminlere olmaz. Dinde tafakkuh etsinler ve onlara rücu ettiklerinde hazer ederler diye kavimlerini inzar etsinler diye onların her fırkasından bir taife nufur etmeli değil miydi.”

Cihad yapmak ve ülkeyi imar etmek görevlerini anlattıktan sonra “Ve” harfi ile atfederek hükümler ortaya koydu. Burada anlatılanla bundan önce anlatılanlar arasında atıf ilişkisi yoktur. Buradaki “nufur”u cihada çıkma ile yorumlayanlar vardır. Bu hatalıdır. Çünkü rücu ettiklerinde kavimlerini inzar etsin anlamındadır. Savaşçıların veya tarlada çalışanların rücu edip inzar etmeleri söz konusu değildir. O halde buradaki cümlede mahzuf olan cümleye atıf vardır.

Yeryüzü ülkelere, illere, bucaklara ayrılacak ve her bucak bağımsız şeriat düzenini kuracak ama bunların arasında ortak ilişkiler olacaktır. Önce eğitim ilişkisi olacaktır. Kur’an’ın ifadesiyle bucaklarda ehl-i zikr, illerde fakih, ülkelerde rasihler olacaktır. Merkezlere gidip tahsillerini yapacaklar, fakihler kıta merkezlerinde rasih olacaklar, ehl-i zikirler bölge merkezlerinde ders alarak fakih olacaklar, âmiller ilçelere gidip zakir olacaklardır. Ondan sonra ülkelerine, illerine ve bucaklarına dönüp halkı inzar edeceklerdir. İşte bu kısım hazfedilmiştir. Onun yerine herkes öğrenmeye gitmeyecektir, her fırkadan bir taife gidecektir yani her partiden birkaç kişi gidip tedris edeceklerdir.

Buna göre dünyanın merkezinde on kadar ilmî fırka vardır. Bu fırkaların ülkelerde temsilcileri vardır. Onların da illerde temsilcileri vardır. Herkes kendi ilmî fırkasında öğrenim yapar. Ülkesine döndüğünde partisi içinde faaliyette bulunur. Bucaktaki “zakirler” bucak yöneticileri olurlar, ildeki “fakihler” il meclisini oluştururlar, ülkedeki “rasihler” de millî meclisleri oluştururlar. Bunlar içtihat ve icmaları ile her bir yerin şeriatını tedvin etmiş olurlar.

Demek ki, öğrenme bakımından merkeze gidilip tedris edilecek, uygulama bakımından ise ilim adamları birlik olup ortak şeriatı oluşturacaklardır. Her ülkenin, her ilin, her bucağın şeriatı ayrı olacaktır.

Buradaki “kavim” kelimesi devletleri ifade eder. Her devlet insanlık içinde ilim adamları gönderip fakihlerini rasih yapacaktır. Dışarıdan öğretmen ithal edilmeyecek, merkezlere öğrenci ve öğretmen gönderilecektir. Buna kıyasen ilde ve bucakta uygulama yapılacaktır.

Bundan önceki âyette yeryüzünün parçalanması anlatılmıştır. Mahzuf olan cümlelerde ve bu âyette ise ayrı ayrı olan insanların nasıl birleşeceklerini ve tüm insanlığın nasıl bir olacağını anlatmaktadır. Bu da ortak eğitimle mümkün olacaktır. Âlimler bir araya gelip birlikte çalışacaklar ve sonunda ortak ilim doğacaktır. Ortak ilim sahibi bu âlimler bu ilmi ülkelerine dönerek paylaşacaklardır.

Yeryüzü parsellenip herkes kendisine düşen yerlere sahip olduktan sonra, üretilen mallar dünya piyasalarına sevk edilecek ve insanlık bölüşecektir. Ayrıca insanlar ocak, bucak, il, ülke ve insanlıkta birleşerek tüm insanlık bir bütün olacaktır.

“Döndükleri zaman inzar etsinler” demek, merkeze her fırkadan taife gidecektir demektir. Bunun anlamı, merkeze gidenleri onları gönderen fırka finanse edecektir demektir.

Burada farzı kifayelerin hükümleri de konmuş bulunmaktadır.

Bir soru ortaya çıkmaktadır. Cenaze namazını kılanların ücretleri verilmelidir. Çünkü kimsenin ameli zayi edilmez. Farz-ı kifayedir. Bu nasıl sağlanacaktır?

Bir topluluk içinde herkesin bir şeyi topluluk için yapması gerekiyorsa, buna farz-ı ayn denir. Toplantılara katılmak ve vergi vermek bu tür yükümlülüklerdendir. Bu tür yükümlülüğü yapmayanlar bu hususta tesbit edilmiş cezaları ödemek zorundadırlar. Bu farzları tesbit etmek ocaklarda ocak yönetimine, bucaklarda bucak yönetimine aittir. İstişare ettikten sonra başkan karar alır. Bu karara karşı hakemlere gidilebilir, hakemler kararı bozabilir. Yahut mağdur olanların mağduriyeti giderilir. Yasalarla ilgili kararlar istişare sonunda alınır, belli itiraz müddeti vardır. Ondan sonra yürürlüğe girer. Uygulama ile ilgili kararlar ise istişareden sonra bazı konularda istişaresiz de alınabilir, mağdur olanlar hakemlere giderler ve mağduriyetleri giderilir.

Toplulukta bazı işler vardır ki o işlerin yapılması gerekir. Ancak biri yaparsa diğerlerinin yapması gerekmez. Örnek olarak cenaze namazı böyledir. Cenazenin kaldırılması gerekir. Cenazeyi kimileri kaldırırsa diğerlerinin katılıp kaldırması gerekmez.

İşte bu âyet bunlardan birini örnek vermektedir.

Bir topluluk içindekilerin bir kısmının gidip okuması farzdır ama herkesin gidip okuması söz konusu değildir. Kimileri gittiğinde diğerlerinin gitmesi gerekmez. Hattâ herkesin gitmesi caiz bile olmaz.

Bazı işler vardır ki onu iki kişi yapmaz. Biri yaptı mı diğerlerinden sakıt olur, haram olur. Başkanlık böyledir. Bir topluluğun başkanı olacaktır. Bu topluluğa farzdır. Başkanı olunca artık başka birisinin başkan olması caiz değildir. Bir topluluk içinde evlenmemiş kadın varsa, onunla bir erkeğin evlenmesi bütün erkeklere farzdır ama birisiyle evlendikten sonra başkası onunla evlenemez.

Bu tür farz-ı kifayeleri yapanların masraflarını karşılamak topluluğa farzdır. Dolayısıyla cenaze namazına katılanlar, katılma saatlerini yazarlar ve bu saatlerinden dolayı karşılık istihkak ederler. Mezar kazmak farz-ı kifayedir. Birileri kazmış ise o ücreti istihkak eder. Farz-ı kifaye olduğu için diğerlerinden sakıt olur ama mezarı kazanların ücreti ödenir.

Bu âyetin bundan önceki “yazılır” ayetlerinden sonra gelmiş olması, bu kuralı da bize anlatması içindir. Eğer kadın kocasız ise topluluğa ona koca bulma farzdır. Dolayısıyla onunla evlenecek kimselerin maddi imkânı yoksa topluluk onu karşılamak zorundadır.

Bunun gibi; tahsile giden kimselerin masraflarını da topluluk karşılar, bu konuda mevcut olan fırka karşılar. Kimlerin gideceğine onu finanse eden fırkalar karar verir. O halde üniversite giriş imtihanları yoktur. Partilere aldıkları oyları nisbetinde kontenjan tanınır, onlar seçerler ve gönderirler, onlar finanse ederler.

Partilerin seçmediği kimselerden okumak isteyenler olursa, onlar da kendi imkânları ile gidip okurlar. Fırkaların desteklediği öğrencilerin velileri merkeze taşınır ve orada kendilerine iş verilir, işyeri lojmanlarında oturtulur. Diğer öğrenciler ise kendi imkânları ile merkeze gelirler, evlenirler ve oradaki işyerlerinde yerleşip okurlar ve çalışırlar.

Bizim araştırma merkezimiz için de yapacağımız budur.

Yalova’da dinlenme evleri yapacağız, oralarda işyerleri kuracağız ve tüm cemaatlere duyuru yapacağız, bize araştırmacı gönderin diyeceğiz. Burada tafakkuh edeceklerdir. Onlara MATEMATİK öğreteceğiz, KUR’AN ARAPÇASI öğreteceğiz, FIKIH öğreteceğiz, MUHASEBE öğreteceğiz ve mezun ettikten sonra kendileri memleketlerine dönecekler, orada ADİL DÜZENE GÖRE ocak ve bucak kuracaklardır.

Bunu kurmak için de beş kişiye kadar şimdi olduğu gibi çalıştırmaya devam edeceğiz. Şimdiye kadar yaptığımız hata; finanse edenin gönderdiği kimseleri istihdam etmedik, biz kendimiz birilerini başlattık. Aslında bu da hata değildir, başlangıçta zorunludur.

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ

(Va MAv KAvNa eLMuEMiNUvNa)

“Ve müminler olmadı”

Müminler nufur etmek için mümin değildirler.

Evet, müminlerin içinde âlimlerin olması gerekir ama herkesin âlim olması gerekmez. Herkes kendi bulunduğu yerde öğrenimini yapar. Bunun için de toplantılar yaparlar. Ortak bütçe oluştururlar, birlikte okurlar, oruç tutarlar ve kongreler yaparlar. Sadece bir kısmı merkezlere gider ve orada tahsil yaparlar.

“Li’l-müminin” denmemiş de “LiYenfirû” denmiştir. “Li’l-müminin” denseydi, belli kimselerden başkası okumaya gidemezdi. Oysa belli sayıdaki kimseler okumaya gitmekle mükelleftirler ama ondan fazlası da gidebilir. Herkesin âlim olma hakkı vardır.

Burada “Ellezîne Âmenû” denmeyip “el-Müminine” denmesi, Mekke döneminde olsak dahi bununla mükellefiz demektir.

Araştırma merkezlerine öğrenci gönderme farzdır.

Recep Tayyip Erdoğan, Hayrettin Karaman’la birlikte Fethullah Gülen’in cemaatine alternatif oluşturuyorlar. Bu hayırda yarıştır, meşrudur. Ancak bu gelmesin diye ona saldırmak gayrimeşrudur. Cemaat içindeki paralel örgüt, parti içindeki paralel örgütle göstermelik çatışma yapmaktadır. Buna katılma asla meşru değildir, küfürdür, şirktir.

Recep Tayyip Erdoğan ve Hayrettin Karaman gerçekten Gülen Cemaati ile yarışmak istiyorsa, onun teşkilatından daha ileri bir teşkilat kurması gerekir. Bu da çalışarak okuma ve Arapça yazılacak ilim kitaplarından okumadır. Türkleri dünyaya hâkim kılma gibi bir sevda yerine, Allah’ın nurunu dünyaya yayma gaye olmalıdır. Bu âyeti okumalı ve ona göre örgütlenmelidirler.

Tabii ki biz Akevler Adil Düzen Çalışanları için bunları yapmamız farz-ı ayndır, çünkü bizden başka kimse yapmamaktadır.

Biz bu âyeti iki sene evvel yorumlasaydık bunları yazmazdık. Çünkü o zaman araştırma merkezi kurma fikri bizde yoktu. Demek ki iki sene önce Kur’an bize başka bir şey söylüyordu, iki sene sonra başka bir şey söylüyor.

لِيَنْفِرُوا كَافَّةً

(Li YaNFiRUv KAvfFeTen)

“Kâffeten nüfur etsinler diye”

Etsinler diye mümin olmadılar. Yani ilim ve savaş topluluğun varlığı içindir. İlim amel içindir, amel ilim için değildir.

Bugün olduğu gibi gereksiz şeyleri öğretip çocukları tembelliğe alıştırma ve ilimden nefret ettirme sistemi terk edilmedikçe insanlık üçüncü binyıl uygarlığına intibak edemez.

Herkesin öğretmeni ayrı olmalıdır. Herkes kendi arzusu içinde okumalıdır. Herkesin her şeyi eşitlik içinde öğrenmesi sistemi yoktur. Herkes istediğini istediği kadar öğrenmelidir. Herkes ayrı imtihan olmalı ve ayrı sertifika almalıdır. Ortak kültürün de olması gerekir. Bunun için ortak imtihanlar yapılır.

Şöyle bir örnek vereyim. Matematikte çarpma işleminin nasıl yapılacağını herkes öğrenecektir ama bu çarpmanın kullanılacağı yeri öğrenci ve öğretmen kendileri seçeceklerdir. Sorulan sorular da ona göre olmalıdır. Bakkal satacağı maldan alacağı parayı hesaplamak için kullanır. Şoför bir yere gitmek için harcayacağı benzini hesaplamak için kullanır. Terzi dikeceği elbisede kullanacağı kumaşı hesaplamak için kullanır.

“Kâffeten”in buradaki manası tümü birlikte anlamında olduğu gibi tümünün aynı benzer şeyi öğrenmesi veya yapması şeklinde de yorumlayabiliriz.

İşbölümü yapacağız, hepimiz ayrı ayrı iş yapacağız ama yaptığımız iş salih amel olacaktır. Salih amel olması için de herkesin fıkha göre amel etmesi yani projeye göre amel etmesi gerekir. Bu fıkhın öğrenilmesi için de her fırkadan bir taifenin merkezlere gidip orada tefakkuh etmesi gerekmektedir.

Kıta merkezlerinde usulü fıkıh öğrenilir ve içtihad yapılır. Bölgelerde fıkıh öğrenilir ve projeler yapılır. İlçelerde projeler okunur ve nasıl uygulanacağı gösterilir. Semtlerde ise projeler uygulanarak imalat yapılır. Asıl olan uygulamadır.

Bucaklarda ilkokuldan mezun oluyorsun, ilde liseden mezun oluyorsun, ülkede üniversiteden mezun oluyorsun, insanlıkta akademik kariyer yapıyorsun.

Bugünkü tedris sisteminde lise mezunu olmadan üniversiteye gidemiyorsun. Oysa bir ilde lise mezunu sayısı sınırlıdır, ondan fazlası üniversiteye gidemez demektir. Ama o ilde çok kabiliyetli insanlar lise mezunu olmayabilir. Belli yaşa gelmiş olma şartı ile hiç tahsil görmemiş kimseleri fırkalar imtihan yaparak üniversiteye alabilir, hattâ doktora yaptırabilirler.

Farz-ı kifayelerde farzı yerine getirenler istihkak ederler. Ücreti düşük tutarsanız kimse farz-ı kifayeyi yerine getirmek istemez, ücreti yüksek tutarsanız farz-ı kifayeyi herkes yapmak ister. Dengeli uygun ücret takdir edelim. Köylerde imam, muhtar, bekçi, çoban tutarlar. Bunlara ücret olarak tahıl verirler.

Bizim yapacağımız iş nedir?

Önce imamlık, muhtarlık, bekçilik ve çobanlık yapabilecek olanları tesbit ederiz ve köyce onlara ehliyet veririz. Bunları ilan ederiz. Sonra da imamlığı ihaleye çıkarırız. Önce çok düşük ücret veririz. Sonra yükseltmeye başlarız. Kim ilk önce gelir ve bize ‘ben imam olacağım’ derse onu imam yaparız.

Köyden kente tahsil için göndereceğimiz kimseleri tesbit eder ve ilan ederiz. Sonra da göndereceğimiz kimseye vereceğimiz bursu en azdan başlayarak yükseltmeye başlarız. En önce kabul eden okumaya gitmiş olur. Bunlar eğer muhtarlık eğitimini almışlarsa, köyde ancak bunlar muhtar olabilir.

فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ

(Fa LaV LAv NaFaRa MiN KulLi FuRQaTin MiNHuM)

“Onlardan olan her fırkadan nufur etmelidirler”

Burada müminlerin fırka fırka oldukları belirtilmiş olmaktadır. Başka âyetlerde de teferruk etmeyin diyerek fırkalaşmayı nehy etmektedir. Ayrıca insanları şeytan hizbi ve Allah hizbi diye ayırmaktadır.

Askerlikte fırka yoktur, yekvücut birlikte hareket vardır. Hukuk düzeninde ise hayırda yarışan fırkalar vardır. Kur’an’daki kavramlarla ifade edersek; ilimde “şir’a”lar, imanda “minhac”lar, siyasette “viche”ler, meslekte “mensek”ler vardır. Bunlar hayırda yarışırlar.

Demek ki iki âyetteki tearuz böyle giderilmektedir; biri askeri düzen, biri hukuk düzenidir. Tevrat şeriat kitabıdır. İncil minhac kitabıdır. Kur’an ise her ikisinin kitabıdır. Siz okurken ne amaçla okursanız ona göre manalar verirsiniz. Askeri düzende okuyorsanız siz askeri düzenle ilgili âyetleri anlarsınız, diğerlerini farkına varmadan atlarsınız. Çünkü Allah o hususta size bir şey söylememektedir yahut ona göre tevil edersiniz.

“Fırkatin” kelimesi Kur’an’da yalnız burada geçmektedir. “Külli” kelimesi kullanılmaktadır. İlmî, ahlâkî, meslekî ve siyasî fırkaları anlatırken de “küllü” kelimesi geçmekte, “Veliküllü Vichetin” denmektedir. O halde “fırka” kelimesi cins isimdir. Tefakkuh etmek için gönderileceğine göre ilmî dayanışma tarafından gönderilecektir demektir. Bununla beraber her dayanışmanın eğitim müesseseleri vardır. İlmî dayanışma “hubr” olanları yetiştirir, meslekî dayanışma “rebban” olanları yetiştirir, ahlâkî dayanışma “ruhban” olanları yetiştirir, siyasi dayanışma “kıssis” olanları yetiştirir.

Bir fırkanın gücü o fırkaya mensup olanların sayısı ile belirlenir. Bununla beraber hayırda yarışanlardan başarılı olanlar daha fazla kontenjana sahip olurlar. Muhtarlık eğitimine gönderilenlerden muhtarlık yapanların mensup olduğu fırkanın kontenjanı artırılır.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okumadan, onun üzerinde bilgi sahibi olmadan Kur’an’ın sosyal yorumunu yapmak nerde ise mümkün değildir.

طَائِفَةٌ

(OAvEiFaTün)

“Taife”

Çeper demektir. Çeper yapmak el ele vererek halka oluşturmaktır. Bir iş yapmak için oluşmuş gruba “taife” denmektedir. Fıkıhçılar bir kişinin de taife olabileceğini söylemektedirler. Halkanın oluşması için en az üç kişi olması gerekir. Cem sigasına da kıyas ederek en az üç kişi olacaktır. Bir toplulukta en az dört grup fırkadan beşer fırka vardır.

Demek ki bir bucaktan en az 60 kişi okumakta olmalıdır. Beş bin kişilik bir bucaktan 500 kişi yani nüfusun onda biri eğitimde olmalıdır demektir.

“Taife” burada nekre getirilmiştir. Dolayısıyla her fırka kendisi bir grup oluşturup gönderecektir. Kur’an emirler vermekte, ne yapılacağını ve hangi usulle yapılacağını bildirmekte, yasaklar koymakta, çözümleri üretmeyi ise içtihada bırakmaktadır.

“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” böylece oluşturulmuştur ve ona göre Kur’an’ın yorumu yapılarak çözümler üretilmektedir. Siz de Kur’an’a dayanarak yeni anayasa yapabilirsiniz. Bu anayasa “sosyalist anayasa” olabilir, bu anayasa “kapitalist anayasa” olabilir, bu anayasa “nasyonalist anayasa” olabilir, bu anayasa “karma anayasa” da olabilir. Ama bizim gibi siz de her cümlenize Kur’an’dan bir dayanak bulmalısınız. Sonunda tutarlı fıkıh oluşmalıdır. Ondan sonra uygulanabilmeli ve başarı elde etmelisiniz.

Biz Akevler olarak ilk çalışmamızı yaptık, uyguladık ve başarıya ulaştık.

Şimdi ikinci hamleyi yapıyoruz; inşaallah bu çalışmada da başarıya ulaşabileceğiz.

لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ

(LiYaTaFaqQaHUv Fıy elDIyNı) 

“Dinde tefakkuh etsinler diye”

Önce emredilen dinde tefakkuhtur, düzende tefakkuhtur, uygarlaşmada tefakkuhtur, medineli olmada tefakkuhtur. Din “düzen” olduğu gibi aynı zamanda “ileri düzen” demektir.

İleri düzen ne demektir, medeni olmak ne demektir, medenileşmek ne demektir?

İnsanlar çalışıp yaşarlar. Ürettiklerinin bir kısmını kendileri tüketirler, bir kısmını ise satar ve karşılığında başkalarının ürettiklerini alırlar. Medeni olmak demek tüm ürettiklerini satıp tüm ihtiyaçları dışarıdan alma demektir; yani borçlanarak yahut alacaklı olarak yaşamak demektir. Kişinin medeniliği bu manada olduğu gibi; ocakların, bucakların, illerin ve ülkelerin de medeniliği bu anlamdadır.

Düzende tafakkuh etmek demek, medeni yani Medineli olarak yaşayabilmek demektir. Daha çok alışverişe dayalı olma demektir. Uygarlaşma demektir.

İnsanlık devamlı olarak uygarlaşmaktadır. Her gün yeni şeyler keşfederek daha ileri gitmektedir. Kişilerin de bu yenilikleri takip etmeleri gerekir. Namazlarını kılarak günde beş defa bu hususta eğitim aldıkları gibi merkezlere öğrenci göndererek dünyadaki oluşları öğrenmek ve döndüklerinde uygulamaktır.

Bir işi yapabilmek için önce ne yapılacağını bilmek demektir, nasıl yapılacağını bilmek demektir. Bu her amile farzdır. Her insan amel etmek mecburiyetinde olduğu için yapacağı işleri bilmesi gerekir. Semtlerdeki dayanışma temsilcileri bunları birlikte yapmaya çalışırlar. Bunun bir üst derecesi nasıl yapılacağını bilmenin yanında sonuçları da bilmedir. Kişi alacağı ücreti de öğrenirse ilmini biraz daha derinleştirmiş olur.

Bunlara “ehl-i zikr” denir, bunlar işleri hükümleri ile bilmektedirler.

Zakirlerin bir üstü ise “fakihler”dir. Fakihler hükümleri illetleri ile bilirler. Amelî içtihat bu seviyede yapılır, proje ancak bu seviyede üretilir.

Bunun bir üstü ise “rusuh”tur, illetleri hikmetleri ile bilmektir. Öyle illetler buluyorsunuz ki maksat hâsıl olsun.

Burada her kavim için tafakkuh emredilmiştir. Çünkü rusuh için git demiyor, yeryüzünün dışına çıkacak değiliz.

Proje fıkıh mertebesinde yapılır. Zikir ve ilim mertebeleri uygulamak içindir. Rusuh amelin şartı değildir, fıkhın şartıdır. Yani rusuh sahibi olanlar projenin nasıl yapılacağını öğretirler, yoksa kendileri proje yapmazlar. Fakihler proje yaparlar. Zakirler projeleri okurlar, amiller de uygularlar.

وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ

(VaLiYuNÜiRUv QaVMaHuM)

“Ve kavimlerini inzar etsinler diye”

İnzar tafakkuha atfedilmiştir. Demek ki gönderilen kimselerin ülkelerine dönmeleri ve orada görev almaları gerekmektedir. “Ve” harfi ikisinin birlikte olmasını zorunlu kılar. Yani mecburi hizmet vardır.

“İnzar etme” demek uyarma demektir. Böyle yapmazsanız şu sonuçlar ortaya çıkar diye bildirirsiniz. Bunlar memleketlerinde gözetleyicidirler. Karşılaştıkları yanlış hareketlerden dolayı da uyarırlar. Otobüs durağında duranların sıraya girmesi gerekir. Biri gelir de sırayı beklemeden araya girerse o suçlu olmaz, birinin onu uyarması gerekir. Uyarıldığı halde o ısrar ederse onun aleyhine dava açılabilir ve mahkûm edilebilir.

Sokaklardaki boş yerlere engeller koyuyorlar ve başka arabaların park etmelerine mâni oluyorlar. Buna hakkı olmadığı halde engelleri koyan kimseyi kimse uyarmamışsa ceza verilemez. Ama ‘engelleri kaldır, bunu yapmaya hakkın yok’ dendiği halde kaldırmazsa, o zaman davacı dava açar ve bunu yapan kişi mahkûm olur.

Burada bir sorun var. Herkes herkesi istediği gibi uyarırsa huzursuzluk olur. O halde uyaranlar yetkili olmalıdırlar. Bunlar bunun için maaş almazlar. İşleri var, güçleri var, her zaman her yerde iş yaparlar ama uyarma yetkileri vardır. Mağdur olan kişi çevresine bakar, uyarıcılardan birini görürse ondan uyarmasını ister, o da uyarır. Bu uyarıyı yapabilmesi için onun düzenini bilmesi gerekir. Yani böyle bir engeli koyma yetkisinin olup olmadığını bilmesi gerekir. Durakta sıraya girilip girilmeyeceğini bilmesi gerekir. İşte bunun eğitimini alması için merkeze gidip eğitilmelidir.

Merkezde kendi bucağının sözleşmelerini öğretmezler, sözleşmelerin nasıl yazılacağını ve nasıl okunacağını öğretirler. Yani fıkhı öğretirler. Projelerin nasıl okunacağını öğretirler. Kendi beldesine döndüğü zaman beldesinin kurallarını yazan kitabı okur ve onunla uyarılarda bulunur.

Bu uyarıyı yaptığı için bir hizmet yapmıştır. Çalıştığı saatlerini yazar ve muhasibine verir. Ona bu hizmetinden dolayı da ücret ödenir. Bunu nereden biliyoruz? Bundan önceki âyetlerden biliyoruz.

“Kavim” kelimesi getirilmiştir.

Kavmi geniş manada anlayabiliriz. Yahut devlet oluşturan ulus olarak anlarız. Kavim demek aynı ülkede ikamet edip aynı dili bilen kimseler demektir. Yerel dilleri bilmek elbette buna mâni değildir. Ama bir ülkede yaşayanlar o ülkenin ulus dilini bilmek zorundadırlar. Bu dil de tek dildir. Yarısının bir dili, yarısının başka bir dili bilmesi yeterli değildir. Devlet dili tek dil olur, halk o dili bilir. Kendi yerel dilleri olur ve illerinde onu konuşurlar.

İlim dili uluslararası dildir. Uygarlıklarda değişir. Şimdiye kadar iki dil ilim dili olarak oluşmuştur; Arapça ve Latince.

Okuyanlar ilim dili ile okurlar ama içtihatlarını kendi ulus dilleri ile yaparlar. İller ulusun içtihatları ile hareket ettikleri için hukuk dili ulus dilidir. Hukuk dili bir ulusun içinde ilim dili gibidir. İlim dili yeryüzünde tektir. Her ulusun hukuk dili ise ayrıdır.

Demek ki burada fakihlerin nasıl rasih olacaklarını anlatmaktadır. Kıta merkezlerine gidecekler, Arapça veya Latince tedris edecekler, ülkelerine dönünce kendi ulus dilleri ile içtihat yapacaklar, onların içtihatları o ülkenin kanunları olacaktır. Özel hukukta herkes kendi seçtiği müçtehide uyacak, kamu hukukunda ise istişare sonunda başkanın aldığı kararlar kanunları oluşturacaktır. Hakemlere olan itiraz hakkı her zaman saklıdır.

إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ

(EiÜAv RaCaGUv EiLaYHiM)

“Onlara rücu ettiklerinde”

Burada “İzâ” kelimesi getirilmiştir, “İn” getirilmemiştir. O halde dönüp dönmeme yetkileri yoktur. Mecburi hizmetleri vardır. Ülkelerine döneceklerdir. “İleyhim” zamiri ile de bu “İzâ” tekid edilmiştir. Yani başka ülkelere rücu edemezler demektir.

Fakihlik mertebesi ne kadar zamanda kazanılır?

Bunun için yılların tesbit edilmesi gerekir.

Kişi 7’inci yaşında okula başlar. Bu yaş doğrudur. Çünkü 1, 2, 4 yaşları çiftli aralıklardır. Bunları toplarsak 7 eder. Kişi 10 yaşında “sâil” olur, bu da 10’uncu yaştır. Ondan sonra 1, 2, 4, 8’in toplamı bulunur. Bu da 15 eder. Demek ki kişinin “âmil” olmak için beş yıl eğitim alması gerekir. 10’un iki katı da 20 edip onunda 5 yıl alınması gerekir. Artık bunlara kıyas ederek “fakih” olmak için de 25 yıl gereklidir deriz.

Vasat bir öğrencinin beş yıl içinde öğreneceği miktarda “Kur’an Arapçası, Matematik, Fıkıh ve Muhasebe” öğrenecektir demektir.

Gelen öğrencilerin dörtte üçünü mezun etme zorunluluğu vardır. Vasatın yarısından az puan alan mezun olmuş olur. O halde imtihanlar ve bilgiler hep nisbi olacaktır. Hayratta yarışacaklardır. Vasatın yarısı kadar not alanlar geçmiş olacaklardır.

Fakihler rasih yapılırken ülke nüfuslarına göre rasih yapılacaklardır. Çünkü onların ihtiyacı vardır. Yani gelenlerin dörtte üçüne diploma verilecektir. Bunların onda biri merkezlerde kalır ve orada ilmî çalışmalara devam ederler. Kalacak olanları ise ilmî dayanışma başkanları belirler yani o ülkenin üniversite rektörleri belirler.

لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ (122)

(LaGalLaHuM YaXÜaRUvNa)  

“Hazr ederler diye.”

Görülüyor ki ilim adamlarının emretme yetkileri yoktur, sadece imza etme görevleri vardır. Ora halkı onların görüşlerini kabul eder veya reddederler, uygularlar veya uygulamazlar. Buna rasihlerin herhangi bir yetkileri yoktur. Kendileri hazer ederler veya etmezler. Bu sebepledir ki burada “Li” değil de “Lealle” getirilmiştir.

İlim adamları içtihat yaparlar, halk seçtiği müçtehitlerin içtihatlarına göre amel eder. Halk müçtehidini kendisi seçtiği için kendisini kimse zorlamamış olur.

Bir ülkede üç bin civarında rasih bulunur. Bunun üçte biri içtihat yapma yetkisine sahip olur. Bunları halk seçer. Müçtehitlerin de yüze yakını birleşip üniversite kurarlar. Her üniversite bir mezheptir. Halk istediği mezhepte yaşar.

 

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2167 Okunma
2-3.AYET
1444 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1720 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
1972 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1754 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1588 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1674 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1666 Okunma
9-16.AYET-B
1533 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1739 Okunma
11-19.AYET
1971 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1483 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1616 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1559 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
6004 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2542 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
1969 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2677 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1720 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1666 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1545 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1536 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1541 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1624 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1649 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1569 Okunma
27-60.AYET
2026 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1406 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2068 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1507 Okunma
31-70.AYET
1582 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1691 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1693 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1528 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1514 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1740 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1520 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1566 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1568 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1482 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2666 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2155 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1704 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1483 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1457 Okunma
46-111.AYET
2266 Okunma
47-112.AYET
3151 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1430 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1750 Okunma
50-118.AYET
2306 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1562 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1463 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1717 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1441 Okunma
55-128.AYET
2155 Okunma
56-129.AYET
1502 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1563 Okunma

© 2024 - Akevler