TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
2158 Okunma
1 VE 2.AYETLER

Tevbe Sûresi-1

بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (75)

بَرَاءَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (1) فَسِيحُوا فِي الْأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللَّهِ وَأَنَّ اللَّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ (2)

 

بَرَاءَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(BaRAeEaTün MiNa elLAvHi Va RaSUvLiHi ELay elLaÜİyNa GaHaDTuM MiNa eLMuŞRiKIyNa)

“Müşriklerden muahede yaptığınız kimselere Allah ve resulünden beraet vardır.”

Her şeyin bir üslubu vardır. O da onun sayılarıdır, ölçüleridir. Biz eşyayı ve insanı o sayıları ve ölçüleri ile tanırız. Aynı grupta toplanan varlıklar, sayı ve ölçülerden bazıları benzerdir. Bunlara bir ad veririz, aynı varlıklar olarak kabul ederiz. Kâinatın ortak sayı ölçüleri vardır. Kâinatımız küçük parçacıklardan oluşur. Bunlar iki türlüdür. Aynı cinsten olanlar birbirini iterler, ayrı cinsten olanlar birbirini çekerler. Bunlardan birine “elektron” diğerine “pozitron” demekteyiz. Bunlar tek başına iken hızları ışık hızından küçüktür. Hızlarının karesi ile dalgalarının hızlarının çarpımı ışık hızına eşittir.

Işık, kendi hızları ile dalga hızları birbirine eşit olan parçacıktır. Bunlar iki parçacığın birleşmesinden oluşur. Kâinatta sabit sayılar vardır. Işık hızı sabittir. Parçacıkların kitle ve yükleri sabittir. Kitle hızlanmaya gösterdiği mukavemetle, yük ise birinin diğerini hızlandırması ile ölçülür.

Gerek atomların, gerek gezegenlerin, gerekse canlıların hep belli özel sayıları vardır. Bunlara seçkin sayılar denir.

Kur’an da kâinat üslubu ile inmiştir. Sûrelerin sayısı 114’dür. Bu 19’un 6 katıdır.19 sayısı 20 sayısından 1 sayı eksiktir.  Bu da %5 toleransı gösterir. Yani Kur’an’daki hükümler yüzse 95’te uygulanacak hükümlerdir, %5 de zaruretten dolayı uygulanmaz. İlaçlar %95 cevap verdiği zaman sağlık bakanlığı onun ilaç olduğunu kabul eder ve o ilacın piyasaya sürülmesi için izin verir. Demek ki bu kural Kur’an’a da uygundur.

Kur’an’da sûreleri ayıran bir âyet vardır. Bu âyet hiçbir sûreden değildir ama her sûrenin başında bulunur. Kur’an’ın fihristi olan Fatiha Sûresi’nde bulunur. Diğer sûrelerde sûreleri birbirinden ayırmak için nâzil olmuştur. Bunların yani Fatiha dışındaki sûrelerin sayısı 113’tür. Bir sûrede Besmele yoktur. Dolayısıyla 112 tekrar edilmiş Besmele vardır. Bu sûreyi Enfal’in devamı olarak da görebilir, ayrı sûre olarak da kabul edebiliriz.

Tevbe’deki Besmele’nin tarihi bir macerası vardır. Hazreti Osman 6 tane hafız ve kâtip belirlemiş, bunlara Kur’an’ın cem edilmesini emretmiştir. Daha önce deri, taş, kemik, tahta parçaları üzerinde yazılmıştır. Birinin sonuna gelen kelimeyi diğerinin başına, diğerinin başında olan kelimeyi de buranın sonuna yazarlardı. Böylece her Kur’an parçasının yeri biliniyordu. Hafızlar onu o şekliyle ezberlemişlerdir. Bununla beraber Hazreti Ebubekir ve Hazreti İbni Mesud gibi bazı sahabeler kendileri için Kur’an’ı kitap hâline getirmişlerdi.

Hazreti Osman uyumlu tek kitap hâline gelmesini istemiş ve bu altı hattata yeniden yazmalarını emretmiştir. Onlara verdiği talimatta ittifak etmediğiniz hususlar Kur’an’da yer almayacaktır demiştir. Böylece bugünkü Kur’an 6 hafız kâtibin ittifakı ile oluşmuştur. Kimse bu Kur’an’a itiraz etmemiş, herkes bunu Kur’an kabul ederek istinsah etmiş ve bugünkü Kur’an sahabelerin fiili icmaları ile sabit olmuştur. İcma ile sabit olan bugünkü Kur’an’a bir harf ilave edemeyiz, bir harf de çıkaramayız.

İhtilaflı konuları Mushafın dışında bırakmışlardır. Bazı okunuşlarda iki türlü kıraati kabul etmişler, bunlar ihtilaf değil de alternatif olarak ortaya çıkmış, onları da Mushaflarda farklı yazarak göstermişlerdir. Kur’an’da birkaç yerde farklılık varsa da bunun ikisi de icma ile sabittir.

Tevbe Sûresi üzerindeki ihtilafları farklı bir ittifakla giderdiler. Bu sûreyle önceki sûrenin arasını boş bıraktılar ama Besmele yazmadılar. Böylece Kur’an’da metin olarak Besmele girmedi ama ayrı sûre kabul edildi.

Eğer Tevbe ayrı sûre kabul edilmezse 113 sûre olur, 19’un katı olmazdı.  Tek büyük sayının seçkin sayılar sisteminde yeri yoktur. Eğer Tevbe’nin başına Besmele yazılsaydı sûrelerdeki Besmele’nin sayısı 7’nin 16 katı olmazdı. Böylece Besmele’nin yazılmaması ve ayrı sûre sayılması sayılar sistemi için gereklidir. İşte sahabeler bilmeden bu hususta ittifak ettiler. Bu da ittifakın kesin delil olduğuna delil teşkil eder.

Kur’an sûreleri tasnif eder. Uzun sûreleri başa alır ve bunların sayısını 64 yapar. Ondan sonraki sûreleri 32, sonraları da küçük sûreler olarak 16 tane olarak zikreder. Tevbe ayrı sûre sayılsa 64 sûre 65 olurdu ve bu da seçkin sayılara uymazdı. 64’lük grup da aşağıdaki şekilde sıralanır. İlk 8 sûre ikili sûrelerdir. Ondan sonra üçlü, ondan sonra yedili sûreler gelir. Son on sûre ise ayrı grup oluşturur. Bu gruplamalarda da Tevbe sûresi ikili olmazsa büyük sûreler çift olurdu. Böylece sekizli gruplarda Tevbe ayrı sûredir. Demek ki ikinci sınıflamada da Tevbe hem ayrı sûre hem bir sûre olarak alınmamıştır. Onun için Besmele yazılmaz.

İlk sekiz veya yedi sûre sayı bakımından azdır ama sayfa bakımından Kur’an’ın üçte birini içerir. 600 sahifenin 200 sahifesi bu sûrelere aittir.

Bu sûreler önce ikiye ayrılır. İlk dört sûre İslâmiyet’in hükümlerini içermektedir. Son dört sûre ise bu hükümlerin nasıl geleceğini yani geçiş dönemini anlatır. Geçiş dönemi sûreleri de ikiye ayrılır. Birincisi savaşın meşru olmadığı dönemi anlatır, Mekke’de nâzil olmuştur. Son iki sûre de savaşın meşru olduğu devlet dönemini anlatır.

Savaşın meşru olduğu dönem de iki grupta toplanır. Enfal Sûresi savaşı anlatır. Tevbe sûresi savaş sonrası durumu anlatır. O halde Tevbe sûresi devlete ait hükümleri içermektedir.

Savaş sonrası durumda da bazen savaş hükümleri uygulanır. Bu sebeple Beraet Sûresi ayrı sûre olarak da görülmeyebilir.

Arabistan’da İslâmiyet’ten evvel devlet yoktu, bir başkanları yoktu, mahkemeleri yoktu, polisleri yoktu, orduları yoktu. Devlet aşamasından önceki dönemi yaşıyorlardı. Devlet aşamaları öncesi düzen örf düzenidir, kabileler arası denge düzenidir. İki kabile savaşa bir girişti mi artık kan durmazsa, birbirlerini bitirinceye kadar savaş devam ederdi. Sonunda genellikle iki kabile yok olur, zayıflayan kabileleri diğer kuvvetli kabileler yok edip giderdi.

Bu sebepledir ki her kabile son derece dikkatli olur, başka bir kabile ile savaşa tutuşmamak için gayret sarf ederdi. Örflere sıkı bir şekilde uyar, bu sayede yaşama imkânını bulurlardı. Bu örfe göre hakemlik durumunda olan Mekke kenti idi. Mekke’nin ileri gelenleri dışarıdakileri himaye altına alırlardı. Böylece Arabistan’da kendine özgü bir düzen vardı. Mekke’nin düşmesi ile bu devlet aşaması öncesi durum sona ermiş ve Arabistan’da yeni düzen kurulmuş oldu.

Yeni düzende dört çeşit insan ortaya çıkmıştır.

Bir kısmı yeni düzeni tanımıyor, yargı üstünlüğünü kabul etmiyorlardı. Devlet aşamasından önce uzlaştırıcı hakemler vardı. Ne var ki hakem kararlarına taraflar çoğu zaman uymazlardı. İşte, devlet aşamasında Kur’an hakem kararlarını zorunlu hâle getirdi. Hakem kararlarına uymayanlara karşı silahlı güç kullanılırdı.

İşte bu sûre (Tevbe) hakem kararlarına uymayanlara karşı kullanılacak silahlı gücün kullanılış şeklini göstermektedir. Bu durumda Kur’an insanları dört grup kabul etmektedir.

Müşrikler: Bunlar yeni düzeni yani devlet düzenini kabul etmeyenlerdir. Bunlar için konan hüküm onların bizim bucaklarda izinsiz dolaşmamalarıdır. Birisi onları öldürse, onları soysa, onlar bizim mahkemelere müracaat edip haklarını talep edemezler. Onlara Kur’an’ın tanıdığı kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşamalarıdır. Bizim polisimiz onların bucağına giremez. Biz onlara saldırmayız, onlar da bizim topraklara girmişse, eman verilmemişse onları korumayız. Müşrikler kendileri mahkemeye başvurmazlar. Onları onlara izin veren kimseler temsil eder, onlar dava açar ve onları savunurlar. Başkanla ise doğrudan görüşebilirler.

Kâfirler: Hakem kararlarını kabul etmekle beraber zekât vermeyen kimselerdir. Onlar mahkemeye doğrudan müracaat ederler ve haklarını alırlar. Bunlar savunmaya katılmadıkları için bizim dışımızda olanlar yani kâfirler onlara saldırsa biz onların hukukunu savunmayız. Bizden birisi haksızlık yaparsa muhakeme ederiz.

Müslimler: Savunma bedelini yani cizyeyi öderler ama fiilen savaşa katılmazlar. Bunların hakları savaşanların hakları gibidir. Her türlü sosyal haklardan yararlanırlar. Bunların kamu yetkilerini kullanma hakları yoktur.

Müminler: Bunlar siyasi haklara sahiptir. Silah taşırlar ve güvenlik için ayrılan fondan yararlanırlar. Bunlar bugünkü kamu görevlileridir. Ne var ki işçilik yani memurluk sistemi yoktur. Sadece diğer insanlardan daha yetkilidirler, yoksa bunlar da geçimlerini çalışarak kazanırlar. Bunlar askerliklerini kendi bölgeleri dışında yaparlar, yetkilerini orada kullanırlar yani nöbetleşe kamu savunması yapılır.

Savaş bitmiş, müslimler ve kâfirler yeni düzende yerlerini almışlardır. Yahut bir il halkı anlaşmış ve illerini oluşturmuşlardır. Halkın bir kısmı yeni oluşan il yönetimini kabul etmemektedir. İşte bunlar o ilin müşrikleridir. Yönetime ortak olmak istemekte, ilin yönetimindeki tekliği kabul etmemektedirler.

Biz kendi bucaklarımızı oluştururuz. Yani yüz dairelik apartmanlara taşınırız. Halkın bir kısmı bu apartmanlara taşınmak istemeyecek ve kendi kendilerine özgür yaşayacaklardır. İşte bunlarla ortak topraklarımız olamaz. Kendimize düşen toprakları çevirir ve kendi semtimizi kurarız. Onlar da kendi semtlerini kurabilir ve oraya hicret ederler. Bu haklarıdır ama bizim topraklarımızda serbest dolaşma hakları yoktur. Onların hukukunu korumayız.

Kur’an hukuk düzeni bucaklarda korunur. Güvenlik ise ilde sağlanır. İlde bedel vermeyenlerin güvenliğini il sağlamaz. Bucaklar ise bağımsız olup kendi hukuk düzenlerini kendileri kurarlar. Bu bucakta müşrikler yaşayamaz. Orasını terk etmek zorundadırlar. Terk etmezlerse kanları hederdir. İl içinde kendi bucaklarını kurabilir ve kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşarlar. Bizim bucaklara ve merkez bucaklara izinsiz gelemezler.

Ahit yapabiliriz. Yani ayrı ayrı izin yerine onlarla anlaşma yapar, onların bucaklarımıza girmelerine izin verebiliriz. Ne var ki bunun için belli bir müddet tesbit ederiz, bu sözleşme geçici olarak geçerli olur. Bu âyet işte bunların durumundan bahsetmektedir.

Ahitlerinde durmadıkları takdirde ahitnameleri sona erdirilir. Artık izinsiz dolaşmayacakları anlatılacaktır. Hudeybiye’de yapılan anlaşmayı bozanlardan Müslüman olanlar tamamen eşit haklara sahip olurlar. Müşrik olanlara ise geçici müddet verilir. Kendi bucaklarını kurmalarına imkân sağlanır.

İslâmiyet’te zorlama yoktur. Düzende de zorlama yoktur. Sözleşmelere herkes uyar, hakemlerin kararlarını herkes kabul eder. Sorun kalmaz. Hakem kararlarını kabul etmeyenler ise izinsiz İslâm bucaklarında dolaşamazlar. Kâfirler hakem kararlarını kabul ettikleri için islâm bucaklarında kendi hakları korunur.

Bu cümleyi tahlil ettiğimizde üç kelime vardır. İkisi harficer ile gelmiştir. Bunlarda asıl olan haber olmadır. Mübteda olmazlar. Ancak “Fi’d-dari raculün” cümlesi fasihtir; “evde bir adam vardır”. “Raculün fi’d-dari” cümlesi yani “bir adam evdedir” cümlesi fasih değildir. Türkçede de fasih değildir. O halde bu cümlenin tercümesi şöyle olmalıdır. “Allah ve resulünden beraet müşriklerden muahede yaptıklarınız kimseleredir.” yahut “Müşriklerden muahede yaptığınız kimselere Allah ve resulünden beraet vardır.” Bu takdirde “beraet” mübteda değil haber olur. Mübteda ise muahede yaptığınız kimseler olur. Arap dili nahivcileri bunu kabul etmiyorlar.

بَرَاءَةٌ

(BaRAeEaTün)

“Beraet vardır.”

Mahzuf bir mübtedanın da haberi olabilir. İlanlarda az kelime kullanılsın diye mübteda hazf olunur. “El-Salât” dediğiniz zaman fiilini veya haberini hazf etmiş olursunuz. “Bu Salât” dediğinizde mübtedasını hazf etmiş olursunuz.

Beraet kelimesi Akevler Lügatinde “‘Berr’ kara parçası demektir. Sonraları ‘Berae’ fiil olarak sudan karaya çıkma, hastalıktan kurtulma, borçtan veya suçtan kurtulma anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır.”

Kur’an’daki kullanılış şekilleri ise  فَتُوبُوا إِلَى بَارِئِكُمْ“Bariinize tevbe edin”de olduğu gibi Allah Teala’nın insanların barii olduğunu ifade etmektedir. Buradaki anlamı Allah’ın insanları günah veya sevap işlemeye serbest bırakmasıdır. Hukuk düzeninde insanlar suç işlemeye serbest bırakılırlar, önce müdahale edilmez, suç işledikten sonra cezası verilir. Yani Allah’ın insana cüzi irade vermesi onun bariliğini ifade eder.

إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا وَرَأَوُا

“Tabi olanlar tabi olunanlardan teberri edince.”

Yani onlarla ilişkilerini kesip onlarla ilgilenmeyince, onları yarı yolda bırakınca anlamındadır. Buradaki beraat da yargının müşriklerden teberri etmesi anlamındadır.

وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ

“Ekmehi ve ebrası iyileştiririm.”

Yani hastalıktan kurtarırım demek olur. Hasta hastalığa bağımlı durumdadır. Onu sağlığa kavuşturmak ibra etmek demektir. Şifa ağrı yapan ve ölüme götüren hastalıktan iyileşmedir. Ebras ve ekmeh ise ağrı yapmayan, hastayı öldürmeyen ama eksiklik yapan hastalıklardır. Bunları iyileştirme ibradır. Ağrı yapan ve ölüme götüren hastalıkların iyileşmesi ise şifadır.

وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا

“Hata veya ism kesbeder de sonra beri olarak onu remy ederse” âyetinde işlediği kötülüğü başından atmak, inkâr etmek anlamındadır. Burada da kişi kötülükten uzaklaşmıştır. 

وَإِنَّنِي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ (19)

“Ben işrak ettiklerinizden beriyim.” Onlardan uzağım. Onlarla ilgilenmem. Onların yaptıklarına karışmam.

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي

“Ben nefsimi tebri etmiyorum.” Ben nefsimi beraat ettirmiyorum. Hastalıktan beraat iyileşmektir. Mahkemeden beraat mahkûm olmamaktır.

أُولَئِكَ مُبَرَّءُونَ مِمَّا يَقُولُونَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (26)

İftira edilenler söylenenlerden müberridirler, aklanmışlardır, beraat etmişlerdir.

فَبَرَّأَهُ اللَّهُ مِمَّا قَالُوا

Allah kavl ettiklerinden tebriye etti, akladı.

أَمْ لَكُمْ بَرَاءَةٌ فِي الزُّبُرِ (43)

Yoksa sizin için zübürde beraat mı vardır?

مَا أَصَابَ مِنْ مُصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنْفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ (22)

Kendinizde veya arzda size isabet eden bir musibet yoktur ki onu beraat ettirmeden önce kitapta olmasın. Allah için bu kolaydır.

Önce proje hazırlanır. Elektrik cereyanı verilir. Sonra anahtarla bekletilir. Anahtarı açtığınızda elektriğe yol verirsiniz. İşte bu beraat ile ifade edilmiştir.

Her fiilin cezası belirlenmiştir ama anahtar kapalıdır. Allah zamanı gelince anahtarını açar. Mekânda planlama yapılır. Zamanda icrası ise şartlara bağlıdır.

“Adil Düzen”de planlama temel kuraldır. Oysa sosyalistler zamanda da plan yaparlar, kapitalistler ise mekânda da plan yapmazlar. Biz ise Allah’ın sünnetine uyarak mekânda plan yaparız, zamanda yapmayız.

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أُولَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ (6) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ (7)

“Ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenler cehennem narındadırlar. Orada haliddirler. Onlar beriyyenin şerridirler. İman edip amel-i salih işleyenler ise onlar beriyyenin hayrıdırlar.”

Beriyyenin şerri ve beriyyenin hayrıdırlar denmektedir. Şer ve hayr beriyyeye izafe edilmiş olması veya sıfatlandırılması gerekirken, beriyye şerre izafe edilmiştir. “Ahmet’in evi dediğiniz zaman Ahmet malik ev memluktur. “Evin Ahmed’i” derken de evin bir tanesi demek olur.

Beriyyeler tekrar edildiğine göre başka başka beriyyelerdir. Hayra ve şerre beriyye olmuşlardır. Yani Allah önce hayrı ve şerri takdir etmiş, sonra bunlara grup yaratmış.

“Beriye” birbirinden ayrılan ve aralarında ilişki kalmayan topluluklardır. Müşrikler ile müminler arasında da böyle beraat vardır. Kendilerine dokunulmadıkça müminler müşriklere dokunmazlar. Hakem kararlarını kabul etmedikleri takdirde onlarla ilişki de kurmazlar. Yemeklerini yemezler, onlarla evlenmezler, onlara bir şey satmazlar, onlardan bir şey almazlar.

Demek ki burada ilan edilen beraat ilişkilerin kesilmesi beraatıdır. Artık onlarla sadece kuvvet ile görüşme yaparız. Onların hukuk düzenimizle ilgileri yoktur.

مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ

(MiNa elLAvHi Va RaSUvLiHi)

“Allah ve resulünden...”

Kur’an’da “Allah ve resulü” ifadesi ile yargılama kastedilir.

Bu hususta başka âyetlerde açıklamalar yaptığımız için burada yapmayacağız.

Demek ki beraat yalnız hukuki bakımındandır, mahkemeye başvurmamaları bakımındandır. Yoksa başkanla her zaman görüşebilirler. Çünkü tevbe edip Müslüman olmaları her zaman mümkündür. Bunun gibi müminlerle her zaman görüşür ve anlaşmalar yapabilirler. Onların izin vermesi ile islâm bucaklarına girip dolaşabilirler. Alışveriş yapabilirler. Evlenme açıkça men edildiği için evlenme caiz değildir.

Buradaki takdir ikili görüşme yapan kimsenin içtihadına bağlıdır. Misafiri olan bir kimseye verilen zarar misafir sahibine verileceği için onun teminatı altındadırlar. Bir kâfir islâm bucağında oturabilir, kendi ocakları olabilir, islâm işyerinde çalışabilir, müslümanların yemeklerini yer, müslümanlar da onların yemeklerini yerler. Onlarla evlenme de caizdir. Oysa müşrik islâm bucağında oturamaz, mülk edinemez, iş kuramaz. Sadece alışveriş yapar. Kâfir ilçe bucaklarına gider ve müslimler gibi dolaşabilir ama müşrik olanın oradakilerden birinin iznini alması gerekir. Demek ki kâfirlerden farkı mahkemeye doğrudan müracaat edemiyorlar. İslâm bucaklarında bir müslimin kefaleti olmadıkça dolaşamazlar demektir.

إِلَى الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ

(ELay elLaÜİyNa GaHaDTuM)

“Muahede ettiklerinize”

Beraat “min” ile gelmektedir. Beraat ettin derseniz, hastalıktan iyileştin, davadan aklandın anlamları çıkar. “Min” kelimesi ile olunca ondan ayrılma manasına gelmektedir. Bir de “Le” harfi ile gelmektedir. أَكُفَّارُكُمْ خَيْرٌ مِنْ أُولَئِكُمْ أَمْ لَكُمْ بَرَاءَةٌ فِي الزُّبُرِ (43) Burada yargılamadan beraat anlamındadır. Yahut sizin için serbestlik vardır. Biz size teberri ettik.

قَالَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هَؤُلَاءِ الَّذِينَ أَغْوَيْنَا أَغْوَيْنَاهُمْ كَمَا غَوَيْنَا تَبَرَّأْنَا إِلَيْكَ مَا كَانُوا إِيَّانَا يَعْبُدُونَ (63)

“Kavl haklarında tahakkuk eden kimseler, Rabbimiz işte iğva ettiğimiz bunlar. Biz ğavy ettiğimiz gibi onları iğva ettik. Bize yaptıkları ibadetle sana teberri ettik.” Yani bize tapmaları ile sana tapmalarını bir kıldık. Onları o yolla kandırdık.

Burada Allah ve resulü yani yargıdan beraat vardır, uzaklaşma vardır. Yani siz yargıdan uzaklaşacaksınız ve müşriklere doğru gideceksiniz demektir. Uzaklaşanlar müminlerdir. Uzaklaşılan da yargıdır. Uzaklaştıktan sonra yaklaşılan da müşriklerdir. Yani müminler müşrikleri yaptıklarından dolayı sorgulamazlar. Sorumlu değildirler. Kendileri onlarla ilişki kurabilirler ama bu ilişkilerden uğradıkları zarardan da yargıda davacı olmazlar demektir.

Âyeti okuduğunuz zaman ilk duyduğunuzda çok kolay anlama imkânını bulursunuz. Ancak düşünmeye başladığınız zaman birçok derin hükümler ortaya çıkar.

Yargıdan biz uzak oluyoruz. Müşriklere de yakın oluyoruz. Yani onlar onlara durumu anlatacaklar. Herkes kendi dost gördüğü kimseye beraet ettiğini bildirecektir. Çünkü müşrikler doğrudan muhatap değildirler.

مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(MiNa eLMuŞRiKIyNa)

“Müşriklerden.”

Müşriklerin yargıdan yararlanma hakları olmamakla beraber yine de insandırlar. Bizim muhatabımızdırlar. Onların da toplulukları vardır, onların kendi bucaklarına, illerine ve ülkelerine saldıramayız. Onları yok sayamayız. Devlet onlarla siyasi ilişkiler kurar, halk da ekonomik ilişkiler kurar. Bu hükümleri “müşrikîn” sözünden çıkarıyoruz. Kurallı erkek çoğullar tüzel kişiliği olan toplulukları gösterirler.

Burada ahit yapılmayan müşriklerden bahsetmektedir. Ahit yaptığımız müşriklerin hükmü böyle değildir. Bunun anlamı şudur. İnsan olarak herkes İslâm mahkemesine başvurabilir, herkesin doğal hakkıdır. Vatandaş olduğu için değil, sadece insan olduğu için bu hakka sahiptir. Bu hak ceninden itibaren başlar. Döllenen hücre rahme yapışıp da gebelik testi müsbet cevap verecek duruma geldiği andan itibaren onun anne babası ve diğer akrabaları onun hakkını mahkemeye başvurarak korurlar. Müslim değilsin, mümin değilsin deyip onun kişilikten mahrum edemeyiz. Sadece ve sadece ahit yapıp ahitleri bozanlar yani hakem kararlarına uymayan kimseler için bu hüküm geçerlidir. Mahkeme mahkûm ettikten sonra mali cezalar içinde bu hüküm uygulanmaz, sadece bedeni cezaları kabul etmeyenlere uygulanır.

Müşrikîn” kelimesi topluluğu ifade ettiği için o topluluğa mensup olan çocuklar ve kadınlar da dâhildir. Ne var ki ülkemize geldikleri zaman onlara müeyyide uygulayamayız. Çünkü nakzeden onlar değildir.

فَسِيحُوا فِي الْأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللَّهِ وَأَنَّ اللَّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ (2)

Fa SIyXUv FIy elEaRWı EaRBaGaTa EŞHuRin Va iGLaMUv EanNaKuM ĞaYRu MuGCiZIy elLAHı Va EanNa elLAvHa MuPZIy eLKAvFiRIyNa)

“Dört ay arzda seyahat ediniz. Biliniz ki siz Allah’ı icaz eder değilsiniz. Allah kâfirleri muhzidir.”

Kur’an “Ey nâs” diye tüm insanlara hitap eder; müminlere hitap eder, müslimlere hitap eder ama kâfirlere doğrudan hitap etmez. “Söyle” der. Burada da bu cümleleri görevli olan müminler söyleyecektir. Allah doğrudan hitap etmeyecektir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi müşriklerin yapacakları hakkında kanun çıkaramaz. Ancak vatandaşların onlarla nasıl ilişkiler kuracaklarına dair kanun çıkarır.

Kur’an Kur’an’ı devlet hukuku olarak kabul etmeyen kimseleri muhatap almaz.

“Fa” harfi “Kul” kelimesinin manasını içermektedir.

O halde karşılaştığınız müşrikler bizim için muhataptırlar. Oysa İslâm devletleri içindeki halkla doğrudan devletin teminatı ile konuşursunuz. Yani size bir haksızlık yapılsa devletinize başvurursunuz, devlet de ondan sizin hakkınızı yargıda talep eder. Oysa sizin için devlet müşriklerle savaşa girişmez.

Onlara mümin olarak deyin ki; dört ay seyahat ediniz. Böylece onlara düşünme, öğrenme, karar verme müddeti tanınmıştır.

Topluluk vardır. Topluluk statiktir. Geleneklerini korumak ister.

Topluluk içinde düzene karşı çıkan kişiler vardır. Bunlar yenilik yapmak isterler.

Yenilikler hangi yollarla yapılabilir?

1) İnsanları Tanrı’ya inandırırsınız, sizin de Tanrı elçisi olduğunuzu kanıtlarsınız. Topluluk içinde size tâbi olanlar sizin yanınızda yer alır. Onlar sizi dinler ve sonunda yenilik meydana gelir. Ne var ki toplulukta yenilik yapmak isteyenler diğerlerinin de kabul etmesine zorlamadıkları halde, diğerleri yenilikçileri boğmak isterler ve yeniliği önlemeye çalışırlar. Ama sonunda mukadder olan yenilik gerçekleşir ve tutucular mağlup olurlar. Bundan önceki hak uygarlıklarının gelişi böyledir.

2) İkinci tip yenilikleri siyasiler yapar. Bir yerden öğrendikleri yenilikleri ülkelerine getirmek için halka baskı yaparlar. Okullarda ve kışlalarda hep yeniliğe zorlayarak inkılâp yaparlar.

3) Üçüncü tip yenilikler ise zenginler tarafından yapılır. Bilhassa yabancı ülkelerdeki zenginlerle işbirliği yapan yerli zenginler halkı kendi menfaatleri etrafında toplar ve orada yenilik yaparlar. Yirminci yüzyılın yenilikleri hep böyle olmuştur. Sermaye beşyüz senedir bu şekilde inkılâplar yapmaktadır.

4) İlim adamları projeler hazırlarlar. Siteler kurarlar. O sitelerde uygulama yaparak insanlığa inandırarak yenilik yaparlar. Biz 1967’de İzmir Akevler Kooperatifi’ni kurduk ve bizi destekleyenlerle yenilik yaptık. Bu sayede bugünkü duruma gelindi.

Yenilik takdir-i ilâhidir. Bunu kimse önleyemez. Uygarlaşmak isteyenler galip gelirler ve insanlık ilerlemeye devam eder.

Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlup olup ortadan kalkması bu sebepledir. Osmanlılar yenilik yapmak istediler ama Batı anlayışını Türkiye’ye aktararak yenilik yapmak istediler. Hâlbuki Allah’ın takdiri ikinci Kur’an uygarlığı idi. Bunu beceremediler ve silinip gittiler. Şimdi “Adil Düzen” ile ikinci Kur’an uygarlığı projesinde Türkiye yürümektedir. Bu sebepledir ki çok kötü durumda ve hata üstüne hata içinde olduğu halde Türkiye ayaktadır.

Allah’ın planı ikinci Kur’an uygarlığının kurulması idi. Allah’ın bu planını değiştirecek kimse yoktur. Kur’an nâzil olduğu zaman da birinci Kur’an uygarlığını haber veriyordu. O gün de onu durduracak kimse yoktu. O zaman Mekke fethedilmiştir. Artık İslâm devleti oluşmuştur. Bu takdir-i ilâhidir. Kimse bunu tersine çeviremez.

Kâfirleri yani ilâhi vahye ve mucizelere kulak vermeyip yeniliğe karşı çıkanları Allah rezil edecektir. Bugün de müsbet ilim verilerine kulakları tıkayanlar rezil olacaklardır.

Bugünkü uygarlık dört kaynağa dayanmaktadır, makroda denge bunların üzerinde kurulmuştur; zina, faiz, rüşvet ve mafyalar. Müsbet ilim, sosyoloji ve psikoloji bunların kötü olduğunda ittifak hâlindedir. Bunların hastalık olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Matematiği bilmeyen cahil iktisatçılar hariç kimse faizi savunamaz.

Necmettin Erbakan’ın başkanlığında Almanya’da Adil Düzen çalışmaları yaptığımız dönemde, Alman Prof. Dr. Ninhaus’a izah etmişizdir. Faiz sanayileşmede yararlıdır. Çünkü sermaye birikimi olur, fabrikalar kurulur. Oysa bugün fabrikalara değil işçilere ihtiyacımız vardır. Bugünkü sermaye karşılığı olmayan bedava kâğıt para sermayesidir. O halde faizli sistem nasıl çalışacak, faizli para alanlar nerede kullanacaklar? İşsiz yok ki yeni işyeri yapsınlar. Bu açıklama ve sorumuza cevap verememişti.

Allah direnenleri ihaz edecektir. Yalnız sistemleri bozulmayacak, kendileri de rezil olacaklardır.

فَسِيحُوا

(Fa SIyXUv)

“Seyahat ediniz.”

“Seyahat etmek” demek, belli bir amaçla değil de sadece çevreyi görmek amacıyla yapılan yolculuklara “seyahat” denmekte, iş için yapılanlara “seyr” denmektedir.

Müşriklere dört ay içinde bir iş kurma izni veriliyor. Sadece zaman kazanmak için bir müddet verilmektedir. Bunlar ne yapacaklar? Bir yere çekilecekler ve orada kendi bucaklarını kuracaklardır. Sayıları nisbetinde onlara düşen arazileri de ayırabiliriz. Bu bucak kurma müddeti dört aydır.

Varsayalım ki Kürtler ayrı devlet kurmak istiyorlar, bizi tanımıyorlar. Dağlara çekiliyorlar, kendilerine bir yer ayırıyorlar ve bugünkü teknik imkânlarla bucaklarını kuruyorlar. Bizim onlara bunu yapmalarına mani olma yetkimiz yoktur. Onlar da insandır. Dolayısıyla yeryüzünde onların da payları vardır.

Bu işi dört ay içinde yapmalıdırlar. Dört ay sonra da kendi yurtlarına çekilmelidirler. Dört ay bunu başaramadıkları takdirde artık ayrı bucak kurma sevdasından vazgeçmelidirler. Devam ederlerse, eğer yargı kararlarını dinlemiyorlarsa, onlara bucaklarında yaşama hakkı tanımayız.

Buradan anlaşılan şudur ki; kişi ben yargıyı dinlemiyorum diyor ama yargının yargılayacağı bir suç da işlemiyor. O zaman onlara dokunamayız. Suç işlediği halde yargı kararlarını dinlemiyorsa o zaman onlar müşriklerdir.

Kişinin tek başına yargı kararlarını dinlememesi onun için suçtur. Ama örgütlü olarak yargı kararlarını dinlemiyorlarsa o zaman suç örgüte aittir. Örgüttekilerden örgütten ayrılmalarını isteriz, dinlemezlerse müşterek suç işlemiş olurlar.

Dört ay içinde her zaman mahkemelere gidip haklarını isteyebilirler.

Buradaki “seyahat” emir sigası değildir, ruhsat sigasıdır. Arapçada yapabilme sigası yoktur. Yani yapacaksın veya yapabileceksin aynı şekilde söylenir. Bu sebeple karine yoksa emir sigası vücubu ifade eder. Karine varsa, o takdirde emir sigası yapabilmeyi yani iktidarı ifade eder. Bir yasaktan sonra gelen emir sigaları ibahayı ifade eder. Namazı kaza ettiğinizde dağılabilirsiniz demektir, dağılırsınız demek değildir.

فِي الْأَرْضِ

(FIy elEaRWı)

“Arzda…”

Arz” yer demektir. Zaten Türkçedeki yer de arzın Türkçe deyişidir. Bununla yeryüzü kastedilir veya belli bir yer kastedilir. Türkçede de öyledir.

Yeryüzü ülkelere ayrılır, her ülke arzdır.

Ülke illere ayrılır, her il arzdır.

Her il bucaklara ayrılır, bucaklar arzdır.

Ocaklar arzdır.

“Arz” burada marife gelmiştir. Kastedilen arz Mekke’dir, Arabistan’dır. İslâm ülkeleri kastedilmiştir. Buralarda seyahat etmek onlara serbesttir.

Mekke insanlığın bucağıdır. Kim gelirse orada emin olur. Müşrik olsun olmasın aynıdır. Ancak sözleşmeler yapıp ondan sonra riayet etmeyen toplulukların halkına oralarda dolaşmaları yasak kılınmıştır. Müslim veya kâfir yöneticiler sözlerinde durmazlarsa, ceza sözünde durmayan kişilere verilir, topluluk cezalandırılamaz. Oysa müşrikler sözlerinde durmamaları hâlinde onların tümüne yasak konur. Böylece müşrik topluluklara katılma da yasaklanmış olmaktadır.

Burada kastedilen arz İslâm darıdır. Güvenliğin devletçe teminat altına alındığı yerlerdir. Burada bir kimse öldürülürse, fail bulunursa ona veya âkilesine diyet tazmin ettirilir. Eğer bulunmazsa tüm müminler onun diyetini öderler.

Müşrik olmayan herkes Mekke bucağına veya hac yollarına serbestçe girebilir ve dolaşabilir. Sözlerinde durmayan müşriklerin bu bucağa girmeleri yasaklanmıştır. Diğer müşrikler hakkında hüküm ihtilaflıdır.

Bu yasak yalnız Mekke müşriklerine aittir diyenler vardır, bütün müşriklere şamildir diyenler vardır. “Kim dâhil olursa emin olur” âyetinde müşrikler de dâhil olduğu için âmdan ancak istisna veya tahsis edilenler hariç olabilir. İstisnada kıyas yapılamaz. Tahsiste ise kıyas yapılabilir. Burada istisna değil tahsis vardır. O halde sözlerinde durmayan müşriklerle bunlara benzeyen müşrikler ancak dört ay dolaşabilirler.

أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ

(EaRBaGaTa EŞHuRin)

“Dört ay.”

Kur’an’da dört ay dört yerde geçmektedir.

1) Eşlerine yaklaşmayacaklarına yemin edenler en çok dört ay beklerler. Sonra ya barışmak ya da boşanmak zorundadırlar.

2) Eşleri ölenlerin karıları dört ay on gün iddet bekler, ancak ondan sonra evlenebilirler. Doğum yapsalar bile bu müddet içinde başkası ile evlenemezler.

3) Yer ve göklerin yaratılışından beri aylar 12’dir ve bunlardan 4’ü haram aylardır.

4) Bu âyete göre 4 ay dolaşabilirler.

Dört ayın bir özelliği olmalıdır. Senenin üçte biridir. Ayrıca 4 ay 10 gün 128 gün eder. Bu da 1,2,4,8,16,32,64,128 dizisi içindedir. İnsanlarda unutma ve alışma gibi zamanla uyum sağlama psikolojisi içinde 128 gün önemli rol oynar. İnsan sevdiği birisinden uzak kalınca zamanla hasret duyar. Bu hasret gün geçtikçe artar. 128 gün sonra artık azalmaya başlar. Demek ki insan psikolojisinin dönüm noktasıdır.

Müşriklere dört ay yeni düzeni kabullenme müddeti verilir. O zamana kadar gerçekleri görüp İslâmiyet’e gelme ihtimali artar. Dört ay sonra ise azalmaya gider. Dört ay kadar bir zaman içinde İslâmiyet’i kabullenmedilerse, bundan sonra kabullenmeme ihtimali artacağından dört ay yapılmıştır.

İlada durum budur. Dört ay içinde kişi pişman olabilir. Ama dört ay içinde pişman olmadı ise bir daha pişman olma ihtimali azalır.

Senede dört ayın haram olması demek, savaş en çok yarım sene yani altı ay sürer demektir. Altı ay sonunda savaşı bitirme zorunluluğu vardır. Sonra bir ay ara verilir. Son çatışma için de iki aylık bir zaman tanınır. Ondan sonra da üç aylık haram aylar başlar.

Savaş kurallar içinde meşrudur. Yaşlanmış toplulukların ortadan kalkması için meşrudur. Neslin ayıklanması için meşrudur.

Haram aylar hac aylarıdır. Ramazan ayı haram değildir. Ramazan Bayramı’nda başlar ve Kurban Bayramı’ndaki ayın sonunda biter. Hacıların gelme ve dönme zamanlarıdır. Ayrıca umre ayı olan Recep ayı da haram aydır. Arada Şaban ve Ramazan son karşılaşma müddetidir.

Bu hükümleri şimdilik istihsan ile kabul ediyoruz. Âyetlerde bunun teyidi veya başka hükümleri vardır demektir. Makul olan Ramazan’ın eklenmesidir. İkiye ayırma bir delile dayanmamaktadır. Ramazan gibi özel bir ayın savaşsız olması daha uygun değil midir? Ne var ki bu hususta icma vardır. Dolayısıyla Kur’an’da bir delil bulmadığımız takdirde onlara uymak zorundayız.

Buradaki dört ay da haram aylar olabilir. Yani müşriklerin her zaman haram aylar içinde Mekke’ye gelip ziyaret edebilecekleri ifade edilmiş olabilir. Tüm insanlar hacca davet edileceğine göre onları kapıdan çeviremeyiz.

Müşriklerin helal aylar içinde Mekke’ye girmeleri yasak edilmiştir. Bu takdirde savaş hükümleri uygulanır. Müşrikler hakem kararlarını kabul etmedikleri takdirde haram aylar dışında daima savaş içindedirler demektir.

وَاعْلَمُوا

(Va iGLaMUv)

“Biliniz.”

Ve” harfi ile atfedilmiştir. Bilme emir olduğuna göre dolaşma da emirdir. Yani dolaşabilirsiniz değil de bilmek için dolaşınız denmiş olur. Haram ayları bilmek içindir, öğrenmek içindir. Durumun tahlili içindir.

Seyahat da genel olarak bunun içindir. Seyahat sayesinde insanlar birbirlerini tanır ve bilirler, birbirlerine düşman olmazlar. Seyahat sayesinde bildiklerini birbirlerine aktarırlar. Böylece insanlık arasında birlik başlar ve uygarlaşma olur. İnsanlar seyahat sayesinde mal alıp mal satarlar, dolayısıyla ekonomileri gelişir.

Bunların hepsi ilimle olmaktadır.

أَنَّكُمْ

(EanNaKuM)

“Siz”

Siz ahitleri bozanlar; biz güçlüyüz, müminler zayıftır, o halde biz galip geliriz zannedenler.

İstiklâl Savaşı’nı yapan komutanlar Türk halkına İslâmiyet’i vaat ettiler ama zafer kazanıp iktidar olunca dinsizliği dayattılar. İnsanlar yıllarca din bir daha geri gelmeyecektir zannettiler.

İnanmayanlar İslâmiyet kökünden silindi sandılar.

İnanmışlar da kıyamet gelmiştir inancı ile teslim oldular.

İslâmiyet’e ilk dönüş İsmet İnönü tarafından Hasan Âli Yücel kadrosunun tasfiyesi ile başlamıştır. Şemsettin Günaltay kadrosu dine dönüş kadrosudur. Sonra Adnan Menderes’in Celal Bayar’a karşı çıkması ile din serbest olmaya başlamıştır.

1960 ihtilalinden sonra din ve dinsizlik eşitlik içinde serbest bırakıldı.

1970’lerde dini benimseyen siyasi kadro koalisyona ortak oldu.

1980’lerde dini benimseyen bir Millî Selâmet Partili başbakan oldu. Bu başbakan İslâmî düzeni benimsemiyor ama İslâmiyet’in serbestliğini istiyordu.

1990’larda “Adil Düzen”i benimseyen Refah Partisi iktidar olmuştur.

2000’lerde Anayasa ekseriyeti ile iktidar elde edilmiştir.

Rusya’da Gorbaçov inkılâp yapmış, Putin başkan olmuş, İslâm Konferansı’na katılmıştır. Amerika’da Obama başkan olmuştur. Papa Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiştir.

Sonunda kim galip geldi?

Dinsizliği benimseyen komutanlar mı yoksa Allah mı?

Buradaki “siz” olarak muhatap olan Lenin ve Stalin gibi ateist diktatörlerdir.

غَيْرُ مُعْجِزِي اللَّهِ

(ĞaYRu MuGCiZIy elLAHı)

“Allah’ı icaz eder değilsiniz.”

Acz” insanın kalçasının arka tarafıdır. Koşu yarışlarında kimin aczi önce geçerse yarışı o kazanmış olur. “İcaz etmek” demek yarışı kazanmak demektir.

Allah Hakka dayalı düzeni kurmuş, karşısında da kuvvet düzenini oluşturmuştur. Kuvvet düzeninin görevi Hak düzenini zinde tutmak ve Hak düzeninde uygarlaşmayı sağlamaktır, ayıklama yapmaktır. Böylece yaşlanan, bozulan, tembelleşen topluluklar uyarılır ve ıslah olmazlarsa ortadan kaldırılırlar. Yerine Hak düzenine sahip çıkanlar gelir. Yani kuvvet düzeninin görevi yıkmaktır, ortadan kaldırmaktır, yeni düzen kurmak değildir. Yeni düzeni kuracak olanlar Hakkı benimseyenlerdir.

Buradaki “Allah” kelimesi İslâm topluluğunu ifade eder. Yani ilâhî oluşmaya, Allah’ın nurunun tamamlanmasına siz mâni olamazsınız. Müslümanları geçemezsiniz.

Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin)  Mısır’da seksen yıldan beri zulüm görmektedirler. Hep mağlup göründüler ama hep çoğaldılar. En çok zulüm gördükleri dönem Hüsnü Mübarek dönemi idi. Sindiler ve beklediler. Şimdi Mısır sokaklarını dolduruyorlar. Bunlar Allah’ın hizbidirler. İhvan-ı Müslimin’in eksiği vardır. Henüz “Adil Düzen”i öğrenmemiş ve uygulamaya geçmemişlerdir.

Akevler’de hazırlanmakta olan “Adil Düzen Anayasası”nı bir gün F. Gülenciler benimseyeceklerdir, bir gün İhvan benimseyecektir, bir gün Ayetullahlar benimseyeceklerdir. Ve bir gün Hıristiyanlar, Hindular ve Budistler de benimseyeceklerdir. İşte o zaman III. Binyıl Adil Düzen Uygarlığı birden dünyaya yayılmış olacak, II. Kur’an Uygarlığı insanlık tarafından benimsenmiş olacaktır.

İnsanların çoğu bilemediği ve yapamadığı için “Adil Düzen”i kabul etmemektedir. O halde ilk işimiz insanlığa “Adil Düzen”i sunmamızdır. İşte bu amaçla biz “Müçtehit Yetişme Merkezi”ni kuruyoruz. Yarın iktidar olduğumuzda “Adil Düzen”i benimsemeyenler kendi bucaklarını kursunlar ve istedikleri gibi yaşasınlar diyeceğiz. Dört ay kendi bucaklarını kurma zamanını vereceğiz. İnsanın özgür iradesine diğer insanlar karışamazlar.

وَأَنَّ اللَّهَ

(Va EanNa elLAvHa)

“Ve Allah.”

Allah” lafzı burada iade edilmiştir. Demek ki bundan önceki “Allah” Allah’ın halifesi olan İslâm topluluğudur. Burada ise kâinatın var edicisi Allah’tır. Bunun için izhar edilmiştir.

Bunun anlamı şudur ki topluluğun insanları düzene zorlama yetkisi yoktur.

Mü’minler kendileri bucaklarını kurar ve kendi bucaklarında sözleşme ile düzeni oluştururlar. İsteyen her zaman katılır, isteyen her zaman ayrılır. Katılmaları halinde o bucağın düzenine uyma zorunluluğu vardır. Yoksa terk edip giderler.

مُخْزِي

(MuPZIy)

“İhza edendir.”

Hizy” dikenli çalı demektir.

Dikenli yerler işi zorlaştırır iş yapamaz hal alır. Bugün savunmada hâlâ dikenli tel kullanılmaktadır. Yani Allah onlara dikenli tel koyacak ve saldırılarında başarılı olamayacaklardır. Bu işi yapmak da Allah’a ait olup topluluğun görevi değildir. Yani onların etkilerini yok ederiz, onlara uymayız ama savaş dışında onlara topluca ceza verme yetkimiz yoktur. Onlar kendileri sıkıntıya girer, diken onlara batar ve onlar yapmak istediklerini yapamazlar.

Eğer siz bozulursanız onları hareket edemez hâle getiren dikenleri kaldırır, onlar size saldırır ve başarılı olurlar. Yani eğer Osmanlı İmparatorluğu yenilmişse bu durum Avrupa’nın güçlü olmasından değil, eğer İstiklâl Savaşı’ndan sonra inananlar yenilmişse, onların güçlü olmasından değil, sizin yanlış yerde olmanızdan dolayıdır.

الْكَافِرِينَ (2)

(eLKAvFiRIyNa)

“Kâfirleri.”

Burada müşriklerden bahsederken kâfirlerle cümleyi tamamlamasının manası şudur.

Her müşrik kâfirdir ama her kâfir müşrik değildir.

Kâfirler de kendi sitelerini kuracaklardır. Orada istedikleri gibi yaşayacaklardır. Onların sitelerini düşmanlardan biz korumayız ama bizim bucaklara geldikleri zaman hakemliği kabul ettiklerinden dolayı biz onların hukukunu koruruz.

Bu âyet açık bir şekilde şunu ifade eder. Yeryüzü insanlığındır. Yeryüzünün güvenini sağlama görevi müminlere verilmiştir.

İslâmî düzeni istemeyenler ayrı devlet kurabilirler, ayrı il kurabilirler, ayrı bucak kurabilirler. Bunlar kendi ülkelerinde, kendi illerinde, kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşarlar. Bizimle sözleşmeler yaparlar. Sözleşmelere uydukları takdirde biz de sözleşmelere uyarız. Onların halkları bizim bucaklara gelip dolaşabilirler. Bizim halkımız da onların bucaklarında dolaşabilirler. Devletler bunların dolaşmalarını karşılıklı olarak güvenceye almıştır. Sözleşmelere riayet etmeyenlere karşı ise bu âyetin hükümlerini uygularız.

 

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2158 Okunma
2-3.AYET
1440 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1712 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
1966 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1749 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1582 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1662 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1646 Okunma
9-16.AYET-B
1527 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1734 Okunma
11-19.AYET
1966 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1478 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1609 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1551 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
5973 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2533 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
1960 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2671 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1712 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1659 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1541 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1529 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1533 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1619 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1644 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1563 Okunma
27-60.AYET
2010 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1400 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2061 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1500 Okunma
31-70.AYET
1576 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1687 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1682 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1516 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1508 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1734 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1513 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1559 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1562 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1477 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2655 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2147 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1698 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1476 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1452 Okunma
46-111.AYET
2261 Okunma
47-112.AYET
3144 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1423 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1744 Okunma
50-118.AYET
2300 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1558 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1458 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1711 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1436 Okunma
55-128.AYET
2148 Okunma
56-129.AYET
1496 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1557 Okunma