Büyük yanılgı ben’liktir; her şeyi kişisel algılıyoruz. Nesnelliğe direnerek elde ettiğimiz “kazanç” ya da “başarı” günün sonunda elimizde kalmayacak.

Salınım ya da medceziri görmesek te her şeyde titreşim devam ediyor; bu varlığın ortak tekamül ağıdır. Gelişmişi, ilkeli ne varsa her şey titreşiyor. Varlıkta titreşim mutlak; bu titreşim görünmez bağın salınımıdır. En “ilerideki” ve en “geridekinin” bir birine yaşamsal bağından söz ediyorum.
Dikkat ediniz; gelişmiş model, ilkel olanın üstünde oluşundan değil, birbirine hiyerarşik olmayan bağından söz ediyorum.
Görüntüye aldanmayın. Gördüğünüz hiyerarşi, gündeliktir; geliştirmez çürümeye/yozlaşmaya düşer,düşürür.
Bedenimizde de öyle; hiyerarşik görünümü yanıltıcıdır. Bilgi toplayıcı organımız olan beynimiz, yürümek için ayağa ihtiyacı var; onu beslerse onun biçimiyle kendini ayakta tutabilir. Görmek için göze ihtiyacı var; göz olmadığında eksikliğini diğer organların işlevini derinleştirerek gidermeye çalışır.Bu ilk bakışta hiyerarşik görünür. Öyle değil; ayak ve göz bedenin bütünlüğünde beyinden farklı değil. Fark yakınlık, uzaklıkta da değil. “Neremiz hastalanırsa canımız orada,” deyimi hiyerarşik olmayanı deneyimleyiştir.
Hiyerarşik yanılgı ya da doğrusal (lineer) modelli yapılar, dar bakış açımızdan, daha doğrusu benliğimizden kaynaklanıyor. “Düz çizgi” ısrarı, çoklu boyutsallığın kanseridir. Doğaya uygun değil.
*
Salınım, döngü, iletişim mutlaktır.
Döngü, sabitlik/beka tanımaz. Döngünün dahi çokluğun içinde rotası yoktur.
Bilim insanları nihayet, “belirsizlik evrenindeyiz” , diyebildiler.
Belirsizlik evreni, karar kılmaz ve tahmin edilmezdir. Yukarıdaki aşağıda olmadan dahi , onun gibidir; aşağıdaki yukarıda olmadan dahi onun gibidir. “Tuhaflık” yaftamızı kafa konforumuzun güvenliği için kullanmamız bu yüzden. (1)
*
Büyük bir orkestrada çeşitli çoklu çalgılar sıra sıra beste yatağına akın eder; birden sustuklarında, küçük kanaldan aheste akan suyun beliren sesi, tek enstrümanın adımlarını işitiriz. O tek ses, onca sesin içinde vardı; “eksikliğini” tekliğinde fark ediyoruz. Bu yüzden içindeyken dahi katılmıyoruz, kapılıyoruz.
*
Fark etmek, ben’likten mi, empatiden mi geliyor.
Hangisi daha armonik?
Çok açık; ne zaman bunalsak, doğaya ulaşmaya çalışıyoruz. Beton hücrelerin, asfalt koridorlarında birkaç saksı, küçük bahçe, tek ağacın hele kavurucu sıcaklarda değeri ne çok “artıyor”. Bunu neden yapıyoruz; Bütün ya da “tüm benlik”, benlik kasvetine tutsak yaşamımıza çıkış kapısını gösteriyor.
*
Empatinin kaynağı, benlikte değil Bütün’de olmalı; çünkü kamil/olgun, “yüce benlik” olan Bütün’dür.
Buradaki varlık, hiyerarşik değil; tamlayıcıdır. Akıl ne zaman benlik prangasından sıyrılıp Bütün’e yönelirse o zaman empati serpiliyor. Empati, özgeci katılımdır. (2)
Katılmanın türleri var; topluca seslenişte mi, sessizliğin tekilliğinde mi varlığımızı deneyimliyoruz?
Kaybolmaktan korkan ben’liğimizi maskesiz görürüz. Kaybolmak, korkmak ardından daralmak, sinmek geliyor. Benlik, daima güvenliğini ayrıcalığını dayatıyor. Demek ki korku ve sinmek dağılmak, tekil olarak savrulmaktır. İnsan tekil olamaz; yalnız kaldığında dahi zihninde kendini çoğaltıyor; kendi kendine çeşitli suretler oluşturup onlarla konuşuyor. Bütün’lüğün güvenliğine empati köprüsüyle geçmeliyiz.
Toplumsal olmak değil daha ötesi insanlık. Çeşitli entrikalarla geri kalmışlığa düşürülenler kurtulmuş seçkinlerin her yerine sirayet eder; fakat bu etki ne kabul edilir ne anlaşılır. Bunları toplumsal ‘misyon’, kitlesel ‘hedef’ için söylemiyorum. Onlar, sabah -akşam salınan modeller. Her yükselişte en uçtaki Ben’lik(ler) hakimiyet kurmaya yönelir; o an kurar. Fakat yükseliş, durağan değil; inişte ilk savrulacaklar yükselişin ucundakiler oluyor.
Doğada birlikte yol alan yabani hayvan veya göç eden kuşlar, balıklar yol alış uğultusu, titreşimi ile tek bir hayvanın hareket ediş sesi arasında “anlam” bağını müzik dizgesinde işittiğimizde; tekil ile bütünsel olanın tamlayan ilişkisini fark ediyoruz. Bu anlatım, tekrar ederek kendini gösteriyor. Dinleyici, tekilin, “aşağısının”, tüm orkestranın
armonisini ayrımsız kavrıyor. Yaşamda bunu yapmıyoruz; her şeyi etiketleyip ayırıyoruz; giderek karıştıkça yeniden, sonra yeniden ayırıyoruz. Ayırmak sonunda yabancılaşmayı “haklı” çıkarıyor; sömürüyü de.
*
“Bir sutra var: (3)
Bir öğrenci Chunang Tzu’ya ,(4)
-“Nedir bu sabah üç?” diye sormuş.
Çünkü biri ne zaman “devrimden” veya “değişimden” bahsetse,
Chuang Tzu güler ve “Sabah üç kanunu,” dermiş.
“Bir maymun terbiyecisi maymunlarına gider, onlara şöyle der:
-“Kestanelerinizle ilgili olarak: sabah üç ve öğleden sonra dört ölçü alacaksınız.”
Buna maymunlar öfkelenir.
Çünkü geçmişte sabah dört ölçü ve akşam üç ölçü alıyorlardı. Açıkça sinirlenirler: - “ Ne demek istiyorsun? Hep sabah dört ölçü kestane alıyorduk; sen şimdi ‘üç’ diyorsun. Bunu kabul edemeyiz.”
-“Tamam, “ der terbiyeci,
-“o halde size sabah dört vereceğim ve öğleden sonra üç.”
Hayvanlar memnun olurlar.
Toplam aynı kaldı; ama maymunlar toplama bakamaz. Vakit sabahtı; o yüzden ancak sabahı görebiliyorlardı. Her sabah dört ölçü almak alışkanlık olmuştu ve dört ölçü bekliyorlardı.
Şimdi bu adam gelmiş,
-“ Sabah üç ölçü,” diyordu. Bir ölçü kesiyor; bu kabul edilemez.
Kızdılar, isyan ettiler. Bu maymun terbiyecisi bilge bir insan olmalı; yoksa, ‘maymun terbiyecisi’ olmak zordur. Bunu kendi tecrübelerime dayanarak biliyorum. Ben de maymun terbiyecisiyim.
-“Tamam,” dedi maymun terbiyecisi.
- “Canınızı sıkmayın. Eski usule uyacağım. Sabah dört ve akşam üç ölçü alacaksınız.”
Maymunlar mutluydu. Zavallı maymunlar, iki türlü de “nedensiz” mutlu veya mutsuz olabilirler. Fakat bu adam daha geniş bir bakış açısına sahipti. Görebiliyordu, dört ile üçü toplayabiliyor; sonuç aynıydı.
Maymunlara “günlük” yedi ölçü verilmesi gerekiyordu. Nasıl aldıkları, hangi düzen içinde aldıkları önemli değildi. İki düzen aynıydı, kestane sayısı değişmiyordu; ama bu durumda maymunlar hoşnutsuzdu; diğer durumdaysa memnundular.
Gelelim sana: Zihnin bu şekilde çalışmaya devam ediyor; sadece düzeni değiştirip duruyorsun. Bir düzenle hoşnut hissediyor, başka bir tanesiyle mutsuz oluyorsun ve toplam aynı kalıyor. Fakat asla “toplama” bakmıyorsun.
Zihin toplamı görmez. Ancak meditasyon toplamı görebilir. Zihin parçaya bakar, uzağı göremez. Bu yüzden ne zaman bir haz duysan, hemen hazzın içine atlıyorsun; hiç akşama bakmıyorsun. Hazzın içinde acının gizli olduğunun farkına varmadın. Acı, “akşam” gelecek; haz sabah burada. Asla saklı olana, görünmez olana örtülü/örtülene bakmıyorsun. Sadece yüzeye bakıyor ve deliriyorsun. Hayatın boyunca hep bunu yapıyorsun. Bir parça seni yakalıyor. Göz rengi… ne aptallık Hayatın nasıl göz rengine veya başka birinin gözlerine bağlı olabilir?
Sırf göz rengi yüzünden hayatın nasıl güzel olabilir? Beş paralık küçük bir pigment. İki günde o gözlere alışacaksın ve onları unutacaksın.
Zihin toplamı göremez. Sadece yüzeye , şekle, saça , göz rengine , yürüyüşe bakar. Bunlar parçalar, insanın toplamı nerede?!
Şöyle der Chuang Tzu:
-“İki düzen aynıydı; kestanelerin sayısı değişmemişti. Fakat, bir durum hayvanların hoşuna gitmemişti ve diğer durumda memnun olmuşlardı.”
Maymunlar senin zihninidir; Bütün’e nüfuz edemezler. Bu mutsuzluktur. Hep gözden kaçırırsın, daima parça yüzünden kaçırırsın. Bütün’ü görebilir ve öyle hareket edebilirsen, yaşamın asla cehennem olmayacak. O zaman yüzeysel düzenlere , sabaha, akşama aldırmayacaksın; çünkü o zaman sayabilirsin; daima yedidir. Sabah dört veya üç alman fark etmez; toplam yedidir.
Küçük çocuk eve şaşkın gelir.- “Neden bu kadar şaşkın duruyorsun?” diye sorar annesi. –“Ortada kaldım.” Der çocuk; “ Öğretmen çıldırmışa benziyor. Dün, dört artı birin beş ettiğini söylüyordu. Bu gün üç artı ikinin beş ettiğini söyledi. Delirmiş olmalı; eğer dört artı bir zaten beşse, üç artı iki nasıl beş olabilir?”
Çocuk, pek çok düzenlemeye beş elde edilebileceğini göremez; “toplamın” beş edeceği tek bir düzen yoktur.
Toplamın beş edeceği milyonlarca ayarlama olabilir. Yaşamını nasıl düzenlersen düzenle, “içsel olan” daima toplama bakacaktır; dünyalı/dışsal insan daima parçaya bakacaktır. Fark budur. Dünyalı yakında olana bakacaktır; ama uzaktaki de orada saklıdır. Uzak gerçekte uzak değildir; gelecek, yakın olacaktır. Akşam geliyor.” (5)
Açıklamalar:
(1)”Belirsizlik ilkesi”, kuantum fiziğinin büyük katkılar yapan
Werner Heisenberg, 1927’de öne sürdü. Bu belirsizliği, matematiksel olarak Earl Hesse Kenard ve bir yıl sonra Hermann Weyl destekledi.
”Bir parçacığın konumu ne kadar az belirsiz ise momentumu o kadar fazla belirsiz olacaktır. Atomun çevresinde dolayısıyla momentumdaki belirsizlik artar. Dönen elektronlar, çekirdeğe yaklaştıkça belirsizlik azalır .Böylece elektron çekirdeğe düşmez; alem var olur.”
(2)”Bütün”, eski Türkçe’de “tam , kamil, olgun” sözcüğünden evrilmiş. Bütün yekpare , tüm parçalı birliği ifade ediyor. Bütün’ün karşılığını ‘evren’ olarak kullanmak yetersiz kalır. Bilinen bilinmeyen gözlenen gözlenmeyen, bir birini içeren her şey. Bu ifadeyi, ‘Animizm’ veya ‘Canlandırmacı’ yani doğanın bir bütün olarak , her varlığın teker teker maddi varlığının ötesinde bir de ruha sahip olduğunu kabul eden görüş ile karıştırılmasın. Evet, Bütün’e ruhun sirayeti var; fakat bu sirayet ondan değil. Tıpkı ‘Yüce Yaradan’ gibi.
(3)Sutra: Sanskritçe satır, dize ;Pali; sutta; özlü söz. Hinduizm, Budizm de mistik aydınlanma amaçlı öyküleme.
(4)Chuang Tzu ( Zhuangzi) MÖ 4.yy Çin ‘in Savaşan Eyaletler Dönemi’nde bilge. Asıl adı, Zhuang Zhou. İnsan ve doğası, doğayı uyum esaslarını anlamış.
(5)Alıntı, Osho, “ Boş Kayık -Hiçlikle Karşılaşmalar” . Osho, asıl ismi Chandra Mohan Jain. (11.12.1931-19.01.1990) Hintli guru.