Milli Gazete 2011 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2011 1.Baskı
1189 Okunma
2011 Aralık

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri EROL
resaterol@akevler.org

 

ARALIK 2011

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

Aile, kredi, üretim, bölüşüm ve yine ‘para’

01.12.2011

Bugünkü yazım, dünkü “Çalışanlar, çalışmayanlar, destekleyenler ve üretenler” başlıklı yazımın devamı mahiyetindedir, “Adil Ekonomik Düzen Dersleri” mahiyetindedir.

Bugün önce “aile ve bölüşme konusu” üzerinde duracağız, “kredilerin nasıl dağıtılacağı” meselesini yazacağız, “üretilen ürünlerin bölüşülmesi” meselesinin bazı detaylarını anlatacağız.

Nihayetinde tarım, sanayi, inşaat sektörü ile ticari işletmelerin konumu ve “para” konulu yazılarımın devamı mahiyetinde minik bir bölüm var.

Bir de Başbakan’a ‘Geçmiş olsun’ dileğimiz…

*

Aile evliliğe dayanır. Evlilik emek üretme birliğidir. Anne hizmet yapar, baba nafaka temin eder. Aileye genel hizmet ve özel hizmet verilir. Aileler kamu görevinden yararlanırlar. Aileye doğrudan üründen pay verilmez. Üründen pay ailede nafaka sorumlusuna verilir.

Sipariş Kredisi: Aile sorumlusuna sipariş kredisi verilir. Bu kredi ailede yaşayanlar sayısıncadır. Yılbaşında sipariş kredisi verilir. Hafta hafta siparişlerini teslim alıp yaşarlar. Ödeme aile sorumlusu tarafından yapılır.

Çalışma Kredisi: Kadın erkek her çalışana çalışma kredisi verilir. Üretimde çalışanlar ürettikleri nispette paylarını alırlar, destekte çalışanlar sorumluluklarına göre ortak üretimden paylarını alırlar. Sonra kredilerini kapatırlar. İstedikleri işletmelerde çalışırlar, işletme borçlanır, onlar paylarını almış olur.

Ham Madde Kredisi: Çalışana ham madde kredisi de verilir. Bu krediyi çalıştırdığı işletmeye kullandırır. İşletme ham madde alır veya sipariş verir. Bu krediyle bedeli ödenir. Ham madde kredisi kadına verilmez, erkeğe verilir. Aile fertleri sayısınca verilir. Faizsiz olan bu kredinin getirisi böylece aileye aktarılmış olur.

Kredinin Kapatılması: Kredi ürün satılınca kapatılır, faizsizdir. Sadece kredisi düşürülür. Cari değerlerle ve sadece hakemler kararı ile kredi kadar ürünün kısmına el konabilir. Bunun dışında hiçbir suretle icra konamaz.

Elde edilen ürün üçe bölünecek ve üreticiler, destekleyenler, çalışmayanlara bölüştürülecektir. Çalışmayanların payı çalışanların yarısı kadar olacaktır. Üretenlerin payı beşte ikidir. Bu payı çalışan üreticiler almaktadır. Yani emeğin payı yüzde 40’tır.

1- Tarımda su, ilaç, gübre gibi girdiler ve ortak tarım makineleri kamuca karşılanmakta, buna karşılık ürünün beşte biri alınmaktadır. Tarım alanlarında yan sanayi kurulmakta, tarım çalışanlarının boş zamanları burada değerlendirilmektedir.

2- Sanayi üretimi en kolay üretimdir. Genel Hizmet’ten en çok sanayi sektörü yararlanmakta, bunun için de beşte bir ayrılmaktadır. Sanayi üretiminde planlama yoktur. Fiyatlar stoklarla belirlenir. Arz ve talep kanunları burada çalışır.

3- İnşaat üretiminde sanayi üretiminde olduğu gibi arz ve talep kanunları çalışmaz. İnşaat ürünleri yer değiştiremez, hemen arz edilemez, parça parça alınamaz, planlama zorunludur. İhale yüzdesiyle arz ve talep korunur. İşçi bulana malzemesiyle birlikte kredi verilir. Hisse senetleri satılabilir. Yararlanma ve işletme mülkiyetleri ayrı ayrıdır.

4- Ticari işletmeler üretilen ürünleri üreticiden tüketiciye ulaştıran işletmelerdir. Ucuz alıp pahalı satmaya dayanan mekanizmadır. Mal kazanılmalıdır. Para kazanılmalıdır. Siparişle satılır, veresiye satılmaz. Kâr, zarar karşılığıdır. Sermaye vergisi alınır, kârdan vergi alınmaz.

a) Tüccara “Buğday Parası” verilir. Yılda yüzde 2,5 vergi alınır. Vergiyi mal olarak da ödeyebilir.

b) Malzeme satıcısına “Demir Parası” kredi olarak verilir. Yüzde 2,5 vergi alınır. Sanayi mallarını alıp satar.

c) Komisyonculara “Toprak Parası” kredi olarak verilir. Komisyoncular taşınmazları alırlar ve satarlar. Vergi alınmaz. Komisyon parasını devlet enflasyon yaparak kapatır.

d) Tüccar diğer senetleri rehin bırakarak “Altın Parası”nı kredi olarak alabilir.

*

GEÇMİŞ OLSUN: Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı birkaç gece üst üste rüyamda görünce, ‘Hayırdır inşaallah!’ dedim; meğer o günlerden birinde ameliyat olmuş, ‘medya’ bile haberdar olamamış! ‘Geçmiş olsun’ diyor, Allah’tan acil şifalar diliyorum…

 

 

***

 

 

 

 

Dersim meselesindeki terslikler

02.12.2011

Sonbaharın sonunda kışın ilk ayındayız ya, siyaset dâhil bütün sosyo-ekonomik faaliyetler alabildiğine hızlandı, yetişebilene aşk olsun! Kasım başından itibaren pek çok şey daha da hızlandı, gelişmelere erişmeye gayret ediyoruz. Nitekim son günlerde her gün birkaç önemli gelişme oluyor, hayatın değişik alanlarındaki görüşme, istişare ve çalışmalardayım.

Gittiğim yerlerde en çok sorulan sorulardan biri “Dersim” diğeri de “Suriye” olunca, bu konuda yazmamak olmaz. Yine böyle hareketli ve yoğun bir günün ardından, akşam eve ulaşıp bilgisayarımı açtığımda, Üstadım Süleyman Karagülle’nin haftalık çalışmalarımız arasında “Dersim ve Suriye” konusunu da ele aldığını görünce, artık yazmak farz oldu. Yazacaklarım o notlardan derlenmiştir.

Önce minik bir girizgâhla konuya giriş yapalım.

Devletler öncesindeki topluluklar kabile dengesine dayanırdı. Aynı yerde yaşayanlar değişik zaruretlerden dolayı birbirlerinden ayrılamazlar, aynı yerde gruplanarak yaşarlardı. Kabileden biri diğer kabileden birisine dokunamaz, sataşamazdı. Dokunduğu zaman büyük kavgalar çıkardı. Dolayısıyla kabileler gruplanırlar ve devletler nasıl savaşmıyorlarsa onlar da birbirleriyle savaşmazlardı. Ama karşı kabileyi yenebileceklerini hissettikleri zaman da çatışma olur, savaş olur ve kabilenin biri diğerini ortadan kaldırırdı.

Girizgâhımız bu kadar.

***

İstiklâl Savaşı’nda genellikle Kürtler ve Aleviler bizimle beraber oldular ama aşiret kavgaları sebebiyle karşı tarafta yer alanlar da oldu. Karşı tarafta yer alanlar az oldu, çok oldu ama sonuç olarak İstiklâl Savaşı kazanıldığında bizimle işbirliği yapanlar galip gelmiş oldu.

Karşı tarafta olanlar bu sonucu sindiremedi, savaştan sonra da İngilizlerle bir olarak bizimle işbirliği yapan kabilelere saldırmaya başladılar. Devlet asker gönderdi ama sorun bir türlü çözülemedi. Düşmanla işbirliği yapan kabileler dağlara çıktılar ve karşı olan kabilelere her türlü zulmü yapmaya başladılar.

Dersim halkının çoğu bizar oldu.

Gelişmelerin nihayetinde askeri taktiğin uygulanmasına o devrin cumhurbaşkanı ve başbakan karar veriyor: Komutana emrediyorlar; savaş usulü ile eşkıyaları ve isyanı bitir!

Savaş usulünde adalet yoktur, galip gelmek için ne gerekiyorsa o yapılır.

Komutan da bir iki köy seçiyor, işbirlikçi aşiretten olan köyleri seçiyor; kadınları, yaşlıları, çocukları da toplayıp öldürüyor. Bir yapmışsa on olarak büyütüyor ve dağdakileri inmeye mecbur ediyor. Dağdan inenleri öldürmüyor, onları sürüyor. Böylece Dersim’de karşı kabileden kimse kalmıyor veya kalanlar da artık ses çıkaramıyor.

Dersim’de kalanlar son derece memnundurlar. Hem tehlikeden kurtulmuş hem de Dersim’de onlara hasım bırakılmamıştır. Ondan sonra da yalnız Dersim’de değil, bütün Türkiye’de PKK terörüne kadar herhangi bir hareket olmamıştır. Dersimliler de devlete ve CHP’ye canı gönülden bağlanmışlardır. Bu sebepledir ki hâlâ silme oylar CHP’ye  veriliyor, Dersim’de (Tunceli’de) CHP’den başka parti yok!

***

Dünyayı fesada vermekte olan sömürü sermayesi şimdi kışkırtıyor ve tarih olmuş olan olayları yeniden diriltiyor. Her suçun müruru zamanı vardır. İslâmiyet’te müruru zaman yoktur ama kan davalarında 33 seneden fazla zaman geçmişse artık o davalara bakılmaz.

Yeryüzü insanlığındır. Kim imar ederse orası onun olur.

Malazgirt’te Bizanslıları önce yendik, sonra İstanbul’u da ellerinden aldık. Dedelerimiz onların dedelerine haksızlık etmiş olurlar ama Türkiye artık bizimdir. Biz İstanbul’u 500 bin olarak aldık, bugün 15 milyon nüfusa çıkardık. Otuzda biri onların olabilir. Zaten Türkiye’de yaşıyorlar, biz de bir şey demiyoruz. Ama şimdi Yunanlılar gelecek, ‘İstanbul bizimdir, verin!’ diyecek. 15 milyon insanı ne yapalım, intihar mı etsinler; böyle mantık olur mu?!.  

Şimdi Dersimlilerden özür dilersek, yarın Ermenilerden de özür dilememiz gerekecek!

Onlardan özür dilersek, yarın Yunanlılar da sıraya girecek!

Yunanlılardan özür dilersek, o zaman tüm Hıristiyanlardan özür dilememiz gerekecek!..

(Bitmedi, devam edeceğim…)

 

 

***

 

 

 

 

Dersim, Suriye, İran ve Türkiye

Reşat Nuri EROL

03.12.2011

Tav’an veya kerhen, yani ister istemez bir taraftan tarih yeniden yazılıyor, diğer taraftan yeni bir dünya kuruluyor.

Bütün olaylara ve gelişmelere böyle bakmak ve böyle görmek gerekiyor.

“Dersim Meselesi” gibi geçmişte cereyan eden veya günümüzde “Suriye Sorunu” olarak gündemde olan sorunları da bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir.

Peki, bu açıdan baktığımızda, bu gibi geçmişte kalan veya günümüzde cereyan eden önemli olayların köklü ve kalıcı çözümü nedir, bu konularda yapılması gerekenler nelerdir?

Önce bizim “Adil Düzen” olarak önerdiğimiz il bağımsızlığı düzenini getirmeliyiz.

“ADİL DÜZEN”e göre gerçekleştirilecek yapılanmada Tunceli bağımsız il olur. Oranın yönetimi Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde dava açar. Devlet müruru zamanı nazarı itibara almazsa “hakemler” inceleme yaparlar, olayları tam olarak tesbit ederler. Ondan sonra, o dönemde yapılmış bir haksızlık varsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tazminata mahkûm ederler ve ölenlerin vârislerine “tazminat” yani “diyet” ödenir.

Başbakan devleti temsil etmez, devlet adına özür dileyemez.

Dersim yani Tunceli halkından özür dilenecekse devlet başkanı özür diler.

***

Aslında içinde yaşamakta bulunduğumuz bu mevcut düzende yapılacak bir şey yoktur. Dersim’den sürülenler cehennemden cennete gitmişlerdir. Gittikleri yerde iş kurmuşlar ve zengin olmuşlardır. Şimdi ‘geri gidin’ deseniz hiç kimse geri gitmez. Orada kalanlar da zaten bunu istemezler. Çünkü o zaman öldürülenler sürgün edilenlerin akrabalarıdır.

Biz bağımsız ili Kur’an’dan istidlâl ederek söylüyoruz, müspet ilme istinat ediyoruz. Ama tedavi önerimiz sadece bu derdin değil, aynı zamanda her derdin veya en azından bunlara benzer pek çok derdimizin devası mahiyetindedir.

Nitekim Suriye Devleti’ne de yapılacak tavsiye yöneticileri değiştirmek değil, seçim değildir; yerel yönetimlere bağımsızlık vermektir.

Eğer Başkan Esad bunu yaparsa, o zaman Suriye’de “ADİL DÜZEN” kurulur veya kurulması için ilk adım atılmış olur.

***

Batı uygarlığının beşiği Avrupa’da birçok ülke krallıkla yönetiliyor.

Eski Büyük Britanya’nın, zamanımızdaki İngiltere Devleti’nin yönetimi krallıktır.

İngiltere kralı aynı zamanda Avustralya kıtasının da kralıdır, Kanada’nın da kralıdır!

İngiltere için ve Avrupa’daki pek çok ülke için meşru olan yönetim şekli Araplar için neden meşru değildir?!.

Bu çifte standart ve bu suni gerekçeye dayanarak yapılan saldırılar, sömürüler, işgaller, katliamlar, tecavüzler vs insanlık mıdır, medeniyet midir, iddia edilen demokrasi midir?!.

***

Sadede ve sonuca gelelim.

Onların asıl yapmak istedikleri nedir?

Biz asıl bu konuya açıklık getirelim, bu konu üzerinde duralım.

Malum olduğu üzere horozlar normal şartlarda aslında birbirleriyle dövüşmezmiş ama bir horozu diğer horozun üstüne atınca zorunlu olarak dövüşme başlarmış.

Sömürü sermayesinin tek istediği şey var, İran’la Türkiye’yi kapıştırmak.

Ancak sermayenin önünde önemli ve bir türlü aşamadığı bir engel var; binlerce yılın devlet tecrübesi olan iki devlet yani Türkiye ve İran bir türlü dolduruşa gelmiyor.

Şimdi Türkiye Suriye’ye saldıracak…

Ardından İran mecburen müdahale edecek…

İslâm âleminin iki güçlü devletinde kan gövdeyi götürecek…

Asıl gaye budur, asıl nihai niyet budur.

Madem sözü “ADİL DÜZEN” açısından yapılması gerekenlere kadar getirdik, kısaca da olsa çözüm olarak yapılması gerekeni hatırlattık, yine bu açıdan sözü tamama erdirelim.

Adil Düzen Çalışanları ve sempatizanları kesinlikle endişe etmesinler.

Ülkemizde ve dünyada her ne olursa olsun, olanlar “ADİL DÜZEN” lehinedir.

Adım adım gelmekte olan “ADİL DÜZEN”dir, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir, “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”dir.

 

 

***

 

 

 

 

Millî Gazete’de 40. yıl heyecanı

Reşat Nuri EROL

06.12.2011

Millî Gazete’nin Milsan Tesisleri’nde o gün en çok hissettiğim şey “heyecan” oldu.

O gün heyecanım sabah erkenden başlamış, gündüz çok özel şeyler yaşamış, bu yaşananlar gece saat ikiye kadar devam etmiştir.

Akşam yazar, yönetici, editör, haber merkezi çalışanları ile birlikte hepimiz bir araya gelip görüşmeye başladığımızda “heyecan” doruktaydı.

Nitekim Millî Gazete’mizin 40. yılına vusulü vesilesiyle yapılan istişare toplantımızda yaptığım minik konuşmamda da en başta “heyecan” ve en sonda “ADİL (Ekonomik) DÜZEN” kelime ve kavramlarını dile getirdim:

HEYECAN VE ADİL (EKONOMİK) DÜZEN…

Bunlar yani bu “heyecan” ve “ADİL (Ekonomik) DÜZEN” kavramları, aynı zamanda içerikleriyle birlikte Merhum Erbakan Hocamızdan bizzat kırk yıldır duyulmuş, öğrenilmiş, yaşanmış ve artık bütünüyle içselleştirilip kavranmıştır: Heyecansız olmaaaz!

Millî Görüş Hareketi Önderimiz ve Hocamız Necmettin Erbakan’ın ifadesi, azmi, gayreti, mücadelesi, cihadı ve bize ömrü boyunca öğrettikleriyle hatırlatıyorum:

- Hiçbir şey “heyecan”sız olmaz...

- Hiçbir şey “Adil (Ekonomik) Düzen”siz olmaz…

- Hiçbir şey “Millî Görüş”süz yani “gömlek”siz de olmaz; olamaz…

Nitekim…

Olamadığı, olamayacağı, olamamakta olduğu artık ayan beyan ortada değil mi?..

***

28 Şubat müdahalesiyle görevine son verdirilen Cumhuriyet tarihimizin en başarılı hükümeti olan RefahYol Hükümeti’nin ardından yaşanan dönem ve özellikle son dokuz-on yıldan beri yaşananlar, son günlerde yaşadıklarımızla bir araya geldiğinde, “Adil (Ekonomik) Düzen”siz ve “Millî Görüş”süz yani “gömlek”siz olamayacağını ortaya koymadı mı?..

Bendenizin duymakta olduğu “heyecan” biraz da işte bundandır...

Herkes, her kesim, her cemaat, her topluluk, her siyasi parti, her görüş, her sistem, her rejim, “sosyalizm, komünizm ve kapitalizm” de dâhil olmak üzere bütün “izm”ler söyleyeceğini söyledi, son sözlerini de tükettiler, yapabileceklerini de yaptılar…

Sonuç ortada!..

Dünya ve insanlık yeni bir umut, yeni bir ışık, yeni bir kurtuluş, yeni bir yönetim, yeni bir dünya, yeni bir düzen, yeni bir sistem, yeni bir medeniyet arayışında…

Aksini söyleyebilen var mı?..

Varsa; karşımıza çıksın da görüşüp tartışalım…

***

Peki…

Türkiye’de…

İslâm âleminde…

Ve bütün dünya üzerinde…

Millî Görüşçüler ve Adil (Ekonomik) Düzen Çalışanlarından başka; dünyamız ve bütün beşeriyet için yeni bir umut, yeni bir ışık, yeni bir kurtuluş, yeni bir yönetim, yeni bir dünya, yeni bir düzen, yeni bir sistem, yeni bir medeniyet sunan var mı?!.

Bunun şuurunda ve idrakinde olup bunun heyecanını duyan var mı?!.

Ve… Dünyamız bu haldeyken…

Millî Gazete’den başka, “Millî Görüş”ün ve “Adil (Ekonomik” Düzen”in sözcüsü olup sesini duyuran; yani sadece geçmiş 39 yılda değil, gelecekteki nice 40 yıllarda da, insanlığın muhtaç olduğu hakka ve adalete dayalı yeni bin yıllık medeniyetimizin kuruluş sancılarını duyan ve bunları duyurmak için çırpınan başka bir gazete var mı?..

MİLLÎ GAZETE ile ilgili 40. yıl heyecanım işte bundandır…

Haydi…

YAZANLAR VE ÇALIŞANLAR, OKUYANLAR VE OKUTANLAR olarak daha nice 40 yıllarda bu heyecanı hep beraber daha coşkulu yaşayalım ve yaşatalım…

İnşaallah…

(Bitmedi; heyecanlarımızın daha başka detaylarını da yazmaya devam edeceğim…)

 

 

***

 

 

 

 

Millî Gazete’de heyecan, heyecan, heyecan…

07.12.2011

Bismillâhirrahmanirrahîm…

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve yeni bir heyecanla; yeni bir döneme, 40. yılımıza, Millî Gazete’mizin yeni yüzü, yeni çehresiyle başladık; elhamdülillah…

Millî Gazete’nin tesislerinde gerçekleştirilen 40. yıl buluşmamız ile başladı ilk heyecanımız… İstanbul’un en büyük kapalı spor salonunda, tek kelimeyle “muhteşem” denilebilecek “Saadet-Kongre-İstanbul” toplantısında, Millî Gazete’nin yeni yüzü ile on binlerce okuyucusunun karşısına çıktığı Pazar günü “heyecanımız” zirvelerdeydi… Oradaki, o muhteşem toplantıdaki, kadın-erkek, yaşlı-genç, hattâ sadece kimi çocuklar değil, kundaktaki bebeklerin bile katılımı ile gerçekleştirilen birliktelikteki ‘heyecan’ bir başkaydı…

Hele hele, o güzel insanların elinde yeni yüzlü ve de 40 yılın olgunluğuna ermiş olan Millî Gazete’mizi “görmek” ve onların “çok yönlü takdirlerini dinlemek” daha da başkaydı…

***

Millî Gazete ailesi olarak bizler her gün bir “marifet” ortaya koyabiliyor, Millî Gazete çalışanları olarak her gün aynı heyecanla bir gazete sunabiliyorsak, her gün hiç kimsenin yaz(a)madığı bir şeyler yazabiliyorsak; bu “marifetler” biraz da bize gösterilen “iltifatların” eseridir ve okuyucularımızdan bu “iltifat heyecanının” artarak devamını diliyoruz…

Dile kolay…

40 yıl önce, 12 Aralık gününde, Millî Gazete’mizin ilk doğum sancısını yaşadığımız aynı niyet, aynı gayret, aynı heves ve aynı heyecanla…

Bizim ilk günden “cihad” diye bellediğimiz ve öyle iman edip inandığımız “heyecanlı yolculuğumuz” devam ediyor…

Önceki yazımın başında ifade ettiğim üzere; “Millî Gazete’nin Milsan Tesisleri’nde o gün en çok hissettiğim şey “heyecan” oldu, o gün heyecanım sabah erkenden başlamış, gündüz çok özel şeyler yaşamış, bu yaşananlar gece saat ikiye kadar devam etmiştir…”

Evet, Millî Gazete İmtiyaz Sahibi ve Genel Müdürü Ömer Yüksel Özek ile o gün ve o gece saat ikiye kadar nice “Millî Gazete heyecanları” yaşadık; bu yazıyı yazdığım bugün de yaşamaya devam edeceğiz…

Ömer Yüksel Özek beyin ifadesiyle hatırlatırsak; 1970’li yıllarda gazete sayfalarının hamalların sırtında matbaalara taşındığı günlerden, 1978 yılında Milsan’ın ofset baskı tesislerine ve 40. yıla eriştiğimiz bu günlerimizdeki yeni heyecanlara…

Sadece birkaç gün değil; beşikten mezara kadar aynı iman, aynı gayret, aynı cehd/cihad anlayışıyla, her gün aynı hayırlı amelleri gerçekleştirme niyetiyle ve heyecanıyla, inşaallah…

***

Bugünlük yazacaklarımı yine Millî Gazete’mizden iki hatırlatmayla hitama erdireyim.

Millî Gazete yazarımız, büyüğümüz, ağabeyimiz Abdülkadir Özkan’ın yazdıkları birinci hatırlatma olsun…  

Millî Gazete tesislerinde yaptığımız 40. yıl buluşma ve istişare toplantımıza, 17 saatlik bir yolculuk sonrasında, 40 yıllık beraberliğimizin gücüyle gerçekleştirdiğimiz kucaklaşmanın ardından, yazdıklarının en başında ne diyor?

“Gazetecilik heyecan ister, sadece bir iş olarak yapılacak bir meslek değildir.”

İyisi mi siz Abdülkadir Özkan’ın “Yeni bir heyecan, Yeni bir Millî Gazete” başlıklı yazısını bir kere daha okuyun, o duyguları ve o heyecanı bir kere daha yaşayın…

Elbette diğer yazarlarımızın bu konuda yazdıkları ve daha da yazacakları ile birlikte…

Ama Genel Yayın Yönetmenimiz Mustafa Kurdaş kardeşimizin, Millî Gazete’deki bu tatlı “heyecan telaşını” veya “heyecan fırtınasını” anlattığı “Heyecan: Başlangıç, aşk, varış!” başlıklı yazısının sonundaki hatırlatmayı, bu büyük davanın erlerine ve bu gazetemizin güzide okuyucularına, faydalı olması ümidiyle bir kere daha hatırlatıyorum:

“BİZ HEYECANIMIZI KAZANDIK!.. Şimdi sıra sizde!.. HEYECANIMIZA ORTAK OLUN!.. Bir büyük davanın taşıdığı ağırlık ancak birlikte omuzlanabilir... Bu büyük hedefe varıştaki zorluklar ancak bir bütün olarak hep beraber hedefe kilitlenebilirsek, hep beraber heyecanlanırsak aşılabilir...”

HOŞ GELDİNİZ! Millî Gazete’mizin Görsel Yönetmeni Bilal Ay ve çalışma arkadaşları; aramıza hoş geldiniz, “heyecanlar” getirdiniz… Her şey için çok teşekkürler…

Çalışanından okuyanına; herkese selam, hürmet, 40 yıllık muhabbet ve dua, dua ile…

 

 

***

 

 

 

 

Millî Gazete ve “millî” olmayan medya

08.12.2011

Türkiye’nin “SOSYAL TUFAN” seviyesindeki dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal pek çok sorunu (bize göre Türkiye’nin “çözüm” bekleyen 100 sorunu) yanında…

Dört ana/temel sorununun olduğunu hep söylüyoruz, hep yazıyoruz, çözüme kavuşturuluncaya kadar -elbette çözümleriyle birlikte- bıkıp usanmadan hatırlatıyoruz…

Nedir o sorunlar?

- İŞSİZLİK…

- Dış ve iç BORÇLAR…

- ADİL olmayan YARGI…

- MİLLÎ OLMAYAN MEDYA...

*

“Aş-İş-Eş” meselesi artarak devam ediyor…

“Borçlar” ödenip tükenmek bir yana, büyümeye devam ediyor…

“Anayasa” bile yapamayan bir ülkede “adalet ve yargı meselesi” daha ne olsun?!.

Bir de “millî olmayan medya meselemiz” var ki; artık dillere destan bir efsane hâline dönüşmüş durumda: Her “ana sorunumuz” gibi o da çözüme kavuşacağı günleri bekliyor…

***

MİLLÎ GAZETE başta olmak üzere, sömürü sermayesinin emrinde veya güdümünde olmayan sayılı birkaç mütevazı gazete ve medya kuruluşu dışında, diğerlerinin tamamı her şeyden önce “millî” değil, “manevi ve ahlaki değerlerimize saygılı” değiller...

Aksine…

Gazeteleri, dergileri ve televizyonlarıyla yani bütün medya varlıklarıyla var olmalarının biricik sebeb-i hikmeti, bütün değerlerimizi tahrip etmek için gece gündüz durmadan çok yönlü zararlı yayın yapıyorlar. Her gün, her an, hiç durmadan, bıkıp usanmadan, yalan-yanlış, kimi zaman cahilce ama kesinlikle maksatlı şeyler üretiyorlar...

Bunun böyle olduğuna dair “benim/bizim” değil, bizzat “onların/kendilerinin” yazdığı itiraf mahiyetindeki önemli bazı değerlendirme örneklerini ayrı bir yazıda vereceğim.

Ama önce meselenin bizi ilgilendiren başka bir boyutuna bakalım.

***

“MUHAFAZAKÂR” olduğunu iddia eden ve adında hem “ADALET” hem “KALKINMA” hem de “AK” kelimeleri bulunan bir parti dokuz yıldan beri tek başına iktidarda… İktidarının onuncu yılında…

“Önce Ahlâk ve Maneviyat” diyen ve yürüyüşüne böyle başlayan bir hareketin içinde onlarca yıl bulundular…

Ama…

- Millî ve manevî değerlerimizin durumu ortada…

- Adalet ve anayasa meselesi, yani yargı yerlerde sürünüyor…

- Kalkınma ortada; işsizlik, istihdam ve hep artan iç ve dış borçlarla durum ortada…

- Millî olmayan veya neredeyse tamamen dışa bağımlı yani tekel sömürü sermayesinin güdümünde hareket eden “medya meselesi” ise ülkemiz ve insanımız açısından ayrı bir yara...

Millî Görüş gömleği çıkarılınca veya Millî Görüş gömleği olmayınca… Yıllardan beri tek başınıza iktidar olsanız bile, demek ki sonuç böylesine acı ve acıklı oluyormuş!..

Hükümet olsanız, tek başınıza iktidarda bulunsanız ve RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) gibi bir kurumunuz olsa bile; “Muhteşem Yüzyıl” ve benzeri daha nice rezaletlere engel olunamıyormuş!.. Boyalı basın denen ve güya ele geçirilen bazı açık-saçıklık abidesi gazete ve TV’ler, yayınlarına “aynen” devam ederlermiş!.. Ve daha neler de neler!?.

Soruyorum…

- “ADALET” ve “KALKINMA” bu mudur?!.

- “MUHAFAZAKARLIK” bunları muhafaza etmek midir?!.

Ve…

Yazımın başından beri yazdıklarıma bakıldığında…

Tekrar soruyorum…

- Ülkemizin genel durumu ve genel gidişat acaba “AK” mı “KARA” mıdır?!.

 

 

***

 

 

 

 

Millî Gazete ve diğerleri

09.12.2011

MİLLÎ GAZETE başta olmak üzere, sömürü sermayesinin emrinde veya güdümünde olmayan sayılı birkaç mütevazı gazete ve medya kuruluşu dışında, diğerlerinin tamamı her şeyden önce “millî” değil, “manevi ve ahlaki değerlerimize saygılı” değiller, dedik...

Aksine, bütün değerlerimizi tahrip etmek için gece gündüz durmadan çok yönlü zararlı yayın yapıyorlar, dedik…

Bunun böyle olduğuna dair sadece “benim/bizim” değil, bizzat “onların/kendilerinin” yazdığı itiraf mahiyetindeki önemli bazı değerlendirme örnekleri vereceğimizi söyledik…

Bugün, sizleri bu örneklerden birkaçıyla baş başa bırakıyorum…

*

“GAZETECİLİĞİN NERESİNDEYİZ?..” Hıncal Uluç bir yazısında (Sabah, 17.2.2011) bu soruyu soruyor ve diyor ki: “Uygar dünyada kişi başına en az gazete alınan ülkelerden biriyiz. Hep örnek veriyorum. Nüfusu 500 bin olan Göteborg’da, Göteborg Morgen Post’un tirajı 500 bin. Nüfusu, günlük gelip giden en az bir milyonu da saymayın ki, asıl gazete alıcısı da onlardır, 12 milyon olan İstanbul’da, 500 bin tirajlı gazete yok. / Ülke nüfusu bizden az biraz fazla Japonya’da, tirajı 10 milyonun üzerinde 5 gazete var. / Neden?..”

“YALAN”, Ahmet Altan’ın yazdığı bir yazısının başlığı. Ahmet Altan aslında Hıncal Uluç’un sorduğu sorunun cevabını veriyor ve medyamızın bu hallerde olmasının önemli sebeplerinden sadece birini hatırlatıyor: Yalan, çarpıtma, gerçekleri saptırma, üçkâğıtçılık vs… Durumu şöyle özetliyor: “Başka konularda dökülüyorlar ama bizim medya yalan, çarpıtma, gerçekleri başka biçimlere sokma konusunda çok maharetli. Sokaklarda rastlanan üçkâğıtçılar gibi kâğıtları el çabukluğuyla karıştırıveriyorlar…”

“MEDYAMIZA CEHALET HÂKİM!” Bu notları kaleme aldığım gün (18.02.2011), Habertürk televizyonunun “Medya Kritik” programını izliyorum... Ahmet Tezcan, Habertürk yazarı Murat Bardakçı’ya soruyor; “Medyamızdaki okur-yazar yani araştırma-bilgi edinme yüzdesi ne kadar?” Cevap: “Medyamıza büyük bir cehalet hakim!..” Ardından, üç konuşmacı karşılıklı olarak “medyamızdaki cehalet örneklerini” sıraladılar da sıraladılar…

*

HEPSİ AYNI…

Medyamızın bir yönü böyle.

Ya diğer yönü nasıl?

Onu da başka bir yazar yazıyor.

“Sonunda hepimiz Aydın Doğan (medyası gibi) mı olacağız?” diye soruyor, gazeteciler.com sitesi yazarlarından Cenk Açık, hem de yazısının başlığında. Ve devam ediyor: “Medya tuhaf bir şekilde tek tipleşiyor, farkında mısınız? Gazeteler, TV’ler, internet siteleri, neredeyse bir insanın iki elinin ürünü gibiler./ Sizi bilmem ama ben bir mesele olduğunda filan gazete veyahut falan köşe yazarı bu olayla ilgili farklı bir şey söyleyecektir beklentisine giremiyorum. İlk bakışta medyada ‘AK Parti yandaşı’ veyahut ‘CHP yandaşı’ gibi bir ayrım varmış hissine kapılıyoruz. Ama ülke meseleleri masaya geldiğinde, işin rengi değişiyor. Görüyoruz ki siyasi particilikle kendini gösteren farklılaşma, ciddi konularda birden bire ortadan kalkıyor, tek elden yönetildiği hissini veren bir medyayla karşı karşıya kalıyoruz.../ Türkiye’de yakın zamana kadar hakim medyayı teşkil eden yayın organlarına alternatif olarak oluşturulan “yeni medya” da, giderek, mücadele ettiği eski medyaya benziyor. Hiçbirinin hedefi herhangi bir sorunu çözmek, bir fikir üretmek, bir yol göstermek değil. Taraftar mantığıyla hareket edip "rakip"le mücadeleye girişince, birbirlerine benzemeleri kaçınılmaz oluyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama hepimiz Aydın Doğanlaşıyor veya Ertuğrul Özkökleşiyoruz.../ Beni asıl endişeye sevk eden husus ise, “yeni medya”nın ahlakının eski medyanın düzeyine hızla düşmesi. Ahlaki sorumluluk da, namuslu gazetecilik de, hak hukuk gözeten yayın anlayışı da ezilip geçiliyor. Alternatif olarak kurulan medya, rakiplerinin düzeyine inmemek için bir çaba içerisinde değil.../ Değerleri aşınmış bir medya etki sahibi olamaz...”

*

Bütün bunları “ben/biz” değil, bizzat “onlar” yani “kendileri” yazıp söylüyor…

Millî olmayan medyaya karşılık yapılması gerekenler var…

Millî medyanın, MİLLÎ GAZETE’nin önemini anlayalım, kıymetini kavrayalım, Millî Görüşçüler olarak var olan medya varlıklarımızın daha da gelişip büyümesi için bütün gücümüzle çalışalım...

Nasıl?...

Millî Gazete’mizin Genel Yayın Yönetmenliği görevini yüklenen Mustafa Kurdaş’ın, konu ile ilgili ilk yazısında dediği gibi: “İlk günkü inanç ve heyecanla!..”

Daima ve her zaman…

 

 

***

 

 

 

 

R. Tayyip Erdoğan, sağlık, siyaset ve gelecek

Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan midesinden rahatsız olmuş ve başarılı bir ameliyat geçirmiştir... Allah’tan kendisine acil şifalar dileriz... Bu vesileyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları üzerinde kısaca durup değerlendirme yapabiliriz…

Recep Tayyip Erdoğan; İmam Hatip’te okumuş, fark imtihanlarını vererek lise mezunu olmuş, ekonomi fakültesini bitirmiştir... Millî Selâmet Partisi’nin İstanbul gençlik kollarında siyasete atılmış ve Millî Görüş’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştur...

İstanbul’un dört temel sorunu vardı:

1. Su sorunu,

2. Çöp sorunu,

3. Trafik sorunu,

4. İmar sorunu.

İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki dönem bile sürmeyen belediye başkanlığı döneminde İstanbul’un su ve çöp sorununu çözmüştür.

Su sorunu, yapılan yağmur duasıyla yağmaya başlayan yağmur sularını barajlara toplamak ve dağıtımını gerçekleştirmek suretiyle çözülmüştür. İstanbul’da sular hâlâ akmaktadır. Çöp sorununu da çöplükleri parklar hâline getirerek çözmüştür.

İstanbul’un trafik ve imar sorunları ise hâlâ çözülememiştir; çözüm beklemektedir...

Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’te okuduğu -70 yıl önce yazılmış- bir şiirden dolayı mahkûm olmuş, belediye başkanlığı elinden alınmış, ayrıca hapiste yatmıştır.

Millî Görüş partileri kapatılmış ve Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan siyasetten mahrum edilmiştir. Ordu 28 Şubat müdahalesini gerçekleştirmiş, beş senelik uygulamalarla ülke sorunları içinden çıkılamaz hal almıştı. Millî Görüş Hükümeti’nin (Başbakan Erbakan’ın Refah-Yol Hükümeti) başarısını gören ordu hata yaptığını anlamış ama iş işten geçmişti...

Geçmişte yapılan neydi? Askeri müdahaleler yapılır ve CHP iktidar edilirdi. 28 Şubat denemesinden sonra askerler halkın seçtiği kimselerin yanında olmayı ve onlara itaat etmeyi kararlaştırdılar, seçimin de yapılmasını istediler. Türk halkı da Millî Görüş’ü iktidar etmek istiyordu. Necmettin Erbakan’ın tekrar iktidara getirilmesinin mümkün olmadığını ve göstermelik başbakanın da ülkeyi idare edemeyeceğini bildiklerinden, Millî Görüş’ün ikinci kadrosunun iktidar olmasına halkımız ve ordumuz karar verdi. Bunun böyle olacağını anlayan tekel sömürü sermayesi de desteklemek suretiyle kendisine durumdan pay çıkarmak istedi.

*

Hâsılı…

Allah, Recep Tayyip Erdoğan’ı Başbakan yaptı.

Recep Tayyip Erdoğan, partisini kurarken tüm muhafazakâr kadroyu yanına aldı... Daha sonraki dönemlerde, burada detaylarını yazmayı gereksiz gördüğümüz şeyler oldu… Bu arada ordu da artık dindarlığı ve irticayı tehlike kabul etmiyordu... Recep Tayyip Erdoğan iktidar olunca Millî Görüşçü olmayanları kabineye aldı, onların devlet tecrübelerinden yararlandı... AK Parti bir ara kapatılacak duruma getirildi, kapatılmaktan kıl payı kurtuldu...

AK Parti’nin ekonomide iki başarısı olmuştur: Önce paradan sıfırı atarak enflasyon sorununu çözmüş, enflasyonu yüzde onun altına düşürmüştür, işsizliği de zararsız hâle getirmiş; ancak dış borçları artırmış, köylerin boşalmasını önleyememiştir...

Bundan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ı hangi hizmetler bekliyor?

Bu “zalim düzen” ömrünü doldurmuştur, artık can çekişiyor.

Dünyada ve ülkemizde var olan “ZALİM DÜZEN” komaya girmiştir.

Bu düzen istese de istemese de “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e geçecektir.

*

Nasıl geçecektir?

Erbakan Hocamızın ifadesiyle; kanlı veya kansız geçecektir…

Tav’an veya kerhen yani ister istemez geçecektir...

Kanı Adil Düzen Çalışanları akıtmayacak; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e karşı olanlar birbirini yiyeceklerdir...

Türkiye ve insanlık Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şifayab olmasını bekliyor...

Sağlığına kavuşacak olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın biricik görevi;

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i aynen Necmettin Erbakan gibi insanlığın gündemine getirerek birlikte kurtuluş reçetelerinin müsbet ilimlerden yararlanarak İlâhi kitaplarda aranmasına yöneltmektir...

Bunu yapmazsa, bize göre görevi bitmiştir…

Ve’s-selâm mea’d-duâ, duâ, duâ…

 

 

***

 

 

 

 

ESAM İstanbul’un ilk konferansından notlar

15.12.2011

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) İstanbul Şubesi’nin ilk konferansını düzenlediğini, Millî Gazete’nin “Kapitalizm, para ve tahvillerle ayakta duruyor” başlıklı haberinde okumuşsunuzdur.

Oradaydım, konferansı izledim, bu vesileyle konferansa gelen dostlarla hasret giderdim.

Aşağıda, konferansla ilgili notlarımı bulacaksınız.

*

Cumartesi günü gerçekleştirilen konferans öncesi uğradığım şirketlerde, “faizci zalim finans ekonomisine dayalı zalim düzen” ile yönetilen ülkemizde, “ekonomik açıdan çekilen sıkıntılara” yani konferansta dile getirilecek konulara zaten konsantre olmuştum...

Topkapı’ya vardığımda; önce “bu sorunların genel çözüm merkezi” mesabesindeki biricik alternatifi yani Merhum Erbakan Hocamız’ın bütün dünyaya duyurduğu “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i savunan ve sunan partiye, Saadet Partisi İstanbul İl Merkezi’ne uğradım...

Yeni seçilen yöneticiler, önceki Pazar günü İstanbul’un en büyük spor salonunda gerçekleştirilen il kongresi sonrası “görev taksimi” için toplantı hâlindeymiş…

Birkaçına selam verip başarılar diledim ve yandaki binaya yani ASKON Genel Merkezi’ne geçtim…

ASKON Yöneticileri ile karşılaşmayı ümit ediyordum ama Cumartesi ve akşam olması sebebiyle görüşemedik...

ASKON Konferans Salonu’na geçtiğimde, öbek öbek oluşan grupların sohbet etmekte olduklarını gördüm… Selamlaşma faslından sonra bir gruba dahil olup sohbete başladık…

*

Evet…

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) İstanbul Şubesi tarafından ASKON (Anadolu Aslanları İşadamları Derneği) toplantı salonunda düzenlenen ve “ilk konferans” olma özelliğini taşıyan “Uluslararası Finansal Piyasalar ve Gelişmekte Olan Ülkelere Etkisi” konulu toplantı, böyle bir İstanbul gününün akşamında gerçekleştirildi…

ESAM İstanbul’un ilk konferansındaki konuşmayı, ESAM İstanbul Ekonomik Araştırmalar Koordinatörü Alper Yakupoğlu yaptı…

Yakupoğlu’nun, özellikle “Merkezinde insan olmayan, tamamen (karşılığı olmayan faizli kâğıt) paraya (ve “reel ekonomi”ye değil de “finans ekonomisi”ne) odaklanmış bir sistem” olarak tanımladığı vahşi kapitalizmin, fakir ülkeleri sömürme üzerine kurulu (“ZALİM DÜZEN”) olduğuna dair vurgular çarpıcıydı...

Toplantının açılış konuşmasını yapan ESAM İstanbul Şube Başkanı Ekrem Arıkan, “ESAM üyelerinden iki cumhurbaşkanı, dört de başbakan çıktı; ESAM, hukuk, siyaset, uluslararası ekonomik ve sosyal araştırmalar üzerine çalışmalar yapıyor…” dedi; bunu derken elbette Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı “özellikle ve özel olarak” hatırlattı…

ESAM Konferansı öncesinde, konuşmacı Alper Yakupoğlu arkadaşımızdan, köşemde değerlendirmek üzere konuşma notlarını istemiştim…

Konferans sonunda elindeki dosyayı elime tutuşturuverdi…

Konuşma esnasında tuttuğum notlarla birlikte tamamı yirmi sayfayı geçiyor…

Tamamını sizlere aktarmam mümkün değil, sadece minik bir demet sunacağım…

*

Karşılığı olmayan faizli kâğıt para, dünyadaki dört merkezde toplanıyor…

Dünya piyasalarında bir gecede 4 trilyon dolar para dönüyor ve bunun yaklaşık 3 trilyon doları işte bu dört merkezde yani Londra, New York, Tokyo ve Singapur piyasalarında dolanıyor…

Uluslararası piyasalar iki ana unsurdan oluşur; faizli para ve tahviller...

Geriye bakıldığında bu finansal küreselleşmenin 1980’li yıllardan başlayarak hızlı bir büyüme kat ettiği görülüyor ve bu paraların değeri her geçen dakikada onlarca kez değişime uğruyor!!!

Bu faizci ve sömürücü finansal sistem fakir ülkeleri alabildiğine sömürüyor…

2010 yılında gelişmekte olan ülkelerden, gelişmiş ülkelere 557 milyar dolar net finansal kaynak transferi yani sömürüsü gerçekleşmiş!!!

Ülkelerin aldığı “faizli borç” anlamına gelen tahviller dünyada 28 trilyon dolara ulaşmış!!!

Haziran itibariyle Türkiye’nin de 53 milyar dolar faizli tahvili var!!!

*

Hâsılı…

Dünyada ve ülkemizde, “tesbit ve teşhis” açısından bakıldığında, “vahşi kapitalizm”in sebebiyet verdiği tablo kapkaranlık…

Tahmin ediyorsunuzdur; toplantının sonunda bu “ZALİM DÜZEN”in biricik “tedavi, çare ve çözümü” olan “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i birkaç cümleyle hatırlattım…

Sonra, iki arkadaşımızla “ADİL DÜZEN”in mutfak ve mektep çalışmalarının yapıldığı merkezimize geçtik; 640. “Kur’an ve İlim Seminerleri”nin (seminer notlarına www.akevler.org sitesinden ulaşabilirsiniz) son kısmına katıldık…

 

 

***

 

 

 

 

Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a… (Tavzih!)

16.12.2011

[Önce kısa bir açıklama: 3 Eylül (2005) akşamı, çok muhterem ve müşterek bir dostumuzun dâvetinde, başta Üstadım Süleyman Karagülle olmak üzere İzmir’den gelen arkadaşların da bulunduğu bir ortamda, İstanbul’da Sayın Başbakan ile birlikte olduk. Tokalaştıktan sonra, hal hatır sorup “Görüşemiyoruz” dediğimde, sitemkâr ve yazılarımdan rahatsız olduğunu ifade eder bir şekilde “Köşendeki yazılarını okuyorum!” dedi. Kısa selamlaşmamız bu minval üzere sürdü… Dâvet sonrasında çalışma arkadaşlarımla Çamlıca’da bir araya geldik ve Sayın Başbakan ile ilgili bir değerlendirme yaptık. Yazacaklarım aynı zamanda tüm arkadaşlarımın görüş ve duygularını da içermektedir.]

Sayın Başbakan!

Benim yazılarım AK Parti’yi değil, Siyonizmi rahatsız etmektedir. Millî Gazete’de yazdığım yazılarım Siyonizmi neden rahatsız ediyor? Siyonizmin genel çalışma metodu şudur. Dünyada (ve Türkiye’de) bütün üniversiteler ve basın hep sadece “sorunları” ortaya koyacak, ama başkaları asla “çözüm” üretmeyecek; çözümü sadece kendisi üretecek ve sömürecektir. Siyonizmin “çözüm” üreten Millî Görüşçü Adil Düzencilere karşı düşmanlığı buradan geliyor. Bin yıl önceki içtihatları istediğin kadar oku, sabaha kadar zikret; ama sakın “yeni içtihat” yapma, “yeni çözüm” üretme! Onların istediği bu. İşte Siyonizmin köşemdeki yazılara olan düşmanlığı bundandır.

Sayın Başbakan!

Gazetemdeki köşemde “Millî Görüş” çizgisinde yazılarımı yazıyorum. Size yazılarımın hangilerini gösterdiler, neler söylediler, bilemiyorum. Sorma imkânım da maalesef yok! Çünkü yıllarca birlikte çalıştığımız ve her istediğimde görüştüğümüz halde; bütün çaba ve taleplerimize rağmen “başbakan” olduktan sonra sizinle hiç görüşemedik. Bu arada, bilmem, verdiğiniz sözleri tekrar hatırlatmama gerek var mı? Daha sonra mezkur dâvette Üstadım Süleyman Karagülle ile görüşürken, içinde “Reşat’ı susturmak!” ifadeleri olan cümleleri de kullanmışsınız!.. Yazdıklarımla aynı zamanda çalışma arkadaşlarımın görüş ve duygularına da tercüman oluyorum. Yardımcılarınız bu yazımı da size ulaştırırlarsa, onlara teşekkür ederim.

Sayın Başbakan!

İmam-Hatip Lisesi ile Almanya, İzmir ve Arabistan’da üniversitelerde okuduğum yıllarda, ben de sizin gibi değişik takım sporlarını amatörce yaptım. Takım oyununun ne demek olduğunu iyi bilirim. Şimdi profesyonel olarak karşı takımlarda oynuyoruz. Yazılarımda “MİLLÎ GÖRÜŞ” ve “ADİL DÜZEN”i anlatıyorum. Millî Gazete takımının bir oyuncusuyum. Ben bu takımda oynuyorum. Bu takımda oynuyorsam, elbette kendi kaleme gol atacak değilim. Ancak şunu biliniz ki, karşımızda sizinkinden başka takımın oynamasını da istemem. Ligden düşmenize asla razı olmam. Ama acizane gördüğümüz kadarıyla siz daha kendi takımınızı bile kurmuş değilsiniz. Âriyeten yanınızda olan başkalarının oyuncuları ve takımları ile karşımıza çıkıyorsunuz. Millî Gazete’deki köşemde çıkan yazılarımı bile herhangi bir maçta yenme yani cevaplama gücünüz yok. Karşımıza güçlü bir takım ile çıkıp bize verilecek cevaplarla bizi perişan etmeniz gerekirken, sizin takımınız yok diye bizi de “saha dışına çıkartmak” yani “susturmak” istiyorsunuz!

Muhterem Hocamız Erbakan “Millî Görüş”ü ve “Adil Düzen”i anlattı, oyları siz topladınız. Benim de İstanbul’un bir yerinde belediye başkan adayı olduğum son yerel seçimlerde sizin oyunuz arttı; ama Millî Görüşçülerin oyları da arttı.

Bu gidiş nereye gidiyor?

Çok yakında Meclis’te yalnız “Millî Görüş” kökenli partiler kalacaktır. Diğer bütün partiler elenip gidecektir. Belki sizi de parçalayacaklar ve üçüncü bir partiyi de kuracaklar ama Meclis sadece “Millî Görüş” kökenli partilerden oluşacaktır. İşte onların korkuları budur, endişeleri budur. Akılları sıra önce bizi devre dışı yapacaklar, sonra sizi devre dışı edecekler. Şimdi bizden korktukları için size dokunmuyorlar. Biz sizin paratoneriniziz, Sayın Başbakan!

Sayın Başbakan!

Bu vesileyle size bazı tavsiyelerimiz olacak. Bu tavsiyelerimiz aynı zamanda ve onlar adına tüm Adil Düzen Çalışanlarının tavsiyeleridir. Artık kendi as takımınızı kurun, geçici âriyet takımlarıyla karşımıza çıkmayın. Hele hele bizim takımımızı asla saha dışına çıkartma (yani susturma) arzusunda bulunmayın. Bunu sizden çok daha güçlüler denedi, ama sonunda hep kendileri sahadan ayrılıp gittiler, hükmen mağlup oldular. Biz her seferinde ve daima daha güçlü olarak geldik. Ben onların hiçbir takımında oynamam. Ama sizin kuracağınız bir AK Parti takımında yer almaya ve transfer olmaya hazır çalışma arkadaşlarım var. Birlikte çalıştığımız her dönemde size hep söylediğim iki kelimecik şartımız var; “ADİL DÜZEN”! Siz bizi susturacağınıza, kendiniz konuşmaya başlayın. Siyonizmin talimat veya tavsiyelerine bu kadar fazla uymanız gerekmez. Onlardan korkmayın, Allah’tan korkun. Susturmak isteyenler çok yakında kendileri susacaklardır. Karşı basına hortumladığınız devlet bütçesinden değil; size oy veren kimselerin, “Millî Görüş”e oy verenlerin desteğiyle karşı takım oluşturalım. Millî Gazete ile maç yapmaya âriyet takımları ile değil, kendi takımınızla gelin… Vesselâm…

Sayın Başbakan!

Bir zamanlar beraber yürümüştük biz o yollarda… Şimdi ayrı yürüyoruz bu yollarda!.. Acaba neden?.. “O yollar” kimin, “bu yollar” kimin?!. Aynı yolda yarışmak ne kadar kutsalsa; ayrı yollarda çekişmek de o kadar çirkin ve üzücü.

REŞAT NURİ EROL

[TAVZİH: Bu “Açık Mektup” bu köşede 07.09.2005 tarihinde yayımlandı, arşivde duruyor… Geçen gün (13.12.2011), “sağlık” ve “insani” sebeplerle “R. Tayyip Erdoğan, sağlık, siyaset ve gelecek” başlıklı bir yazı yazdım… Ardından bana dört telefon geldi… Genel Yayın Yönetmenimiz Mustafa Kurdaş da aranmış… Bir “TAVZİH” yazısı yazmaya söz verdim… Yazıyı yazmaya başlamışken, bu “Açık Mektubu” hatırladım… Benim “R. Tayyip Erdoğan” ile ilgili görüşüm o günden bu güne hiç değişmedi, aynen devam ediyor… “TAVZİHİM” budur...]

 

 

***

 

 

 

 

Seminer notlarımızdan bir demet

18.12.2011

Perşembe günkü yazımda, ASKON Genel Merkezi’nde gerçekleştirdiğimiz ilk “ESAM İstanbul Konferansı” sonrasında, iki arkadaşımızla “ADİL DÜZEN”in mutfak ve mektep çalışmalarının yapıldığı AKEVLER Kooperatifleri’nin bulunduğu merkezimize geçtiğimizi, 640. “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ”nin son kısmına katıldığımızı yazmıştım… Söz konusu bu seminerler için her hafta hazırladığım “Seminer Notları”nın her biri yirmi sayfadan fazladır… Aşağıda, işte o son seminerden derlediğim “bir sayfalık bir demet” sunuyorum…

***

Bundan 200 sene önce ilimler bu kadar gelişmemişti. Tarih bilinmiyordu. Bugün ise dünya güneş sisteminde küçücük bir yer işgal eder. Hazreti İsa da insanlık tarihinde çok kısa zaman işgal eder. Galaksimizde 200 milyar yıldız vardır. Bizden uzaklığı 14 milyar ışık yılından fazla olan yıldızları göremeyiz, çünkü bize onların ışıkları gelmez, ulaşmaz. Biz ise evrenin ancak 12’de birini görebiliriz. Görünen uzayda 350 milyar galaksi vardır. 1 milyon milyar milyar yıldız vardır. Buradaki bir insan nasıl tanrı olabilir?..

*

İsrail oğullarının kendileri şirk içinde değildirler ama başka ulusları şirk içine sokma çabası içindedirler; bu da kendileri şirk içinde imiş gibidir. Çünkü mü’minlerin görevi insanlığı şirkten uzak tutmaktır. Ele kuyu kazan sonunda kendisi o kuyuya düşer. O halde Hıristiyanlığın 2000 yıllık şirk sorumluları İsrail oğullarıdır...

*

Sermayenin para (karşılığı olmayan faizli kağıt para) sömürüsünden önce, Hıristiyanlar ve Müslümanlar onların (sermaye sahiplerinin) zihnî sömürüsüne son vermelidir.

*

Bugünkü dünya düzeninde tüm işçiler köledir. İslâmiyet’te kölelik fiilen kaldırılmıştır. Köle efendisinin yediğini yer, kaldığı yerde kalır, onun giydiği elbiseyi giyer. Köle tam kişiliğe sahiptir. Haksız bir iş yapılırsa hakemlere gider ve hakkını alır. Bazı yaptırım sistemleri vardır. Efendi köleye kötü muamele yaparsa, hakemler kararı ile köle her ay kazancından bir pay vermek suretiyle efendisinin evinden ayrılabilir. Hattâ yeteri kadar para kazanıp efendisine ödediği zaman hür olur. Kölelik kölenin efendisine ibadet etmesi değildir.

İslâm düzeninde kişiler daima birbirine eşittir. Birbirlerine bir şey verdikleri zaman hukuken topluluğa vermiş ve topluluktan almış sayılırlar. Birbirlerine borçlanmazlar. Şartlara uygun olması şartı ile borcunu ödeyemeyenin borcunu devlet öder. Borcunu ödeyemeyen borçlanma ehliyetini kaybeder.

Kişinin bir başkasının alacağı adına el koymak demek, onu ona köle ediyorsun demektir. Eskiden borcunu ödeyemeyen köle oluyordu. İslâmiyet bunları elbette yasaklamıştır ama cebri icra da yoktur. Adamın mal varlığına dokunulamaz...

*

Burada anlatılan kişi de doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölür. Topluluklar da doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölür. Topluluklar bu dünyada evrimleşir ve daha üst yapıya ulaşırlar. Kişiler ise daha üst yapıya âhirette ulaşırlar.

Toplulukların zamanla yaşlanmaları hâlinde bozulmalar olmaktadır. Bunun sebebi, yaşlanmış olup ömrünü dolduran topluluklar ortadan kalksın, onların yerine daha ileri olan topluluklar ortaya çıksın içindir. Tarihe bakalım. Kur’an’ın vurgular yaparak defalarca bildirdiği şeyler hep olmaktadır. Hıristiyanlık ileri uygarlık olduğu için kadim Roma uygarlığını ortadan kaldırmış, onun yerine kendisi dünyaya hükümran olmuştur. İslâmiyet daha ileri uygarlık olduğu için o da Hıristiyanlığın yerine hükümran olmuştur.

Bunlar devirlerdir. İnsanlar arasında dolaşır.

Allah’ın rab sıfatı hep tecelli eder durur, kişilere de topluluklara da tecelli eder.

İşte biz buna dayanarak diyoruz ki; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiğinde “bâtıl” gider. Böyle olacağından katiyen şüphe etmiyoruz.

1970’lerde biz bunları söylemeye başladık...

Ondan sonra neler oldu?..

Söylediklerimize adım adım yaklaştık…

Sovyetler yıkıldı...

Şimdi kapitalizm debeleniyor...

Demek ki Allah insanlığı eğitmekte ve yetiştirmektedir...

(Devamı Var)

 

 

***

 

 

 

 

ESAM Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi

21.12.2011

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen “20. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi”nin gerçekleştirildiğini ve iki gün sürdüğünü Millî Gazete’den takip ettiniz...

“İstişare Toplantısı” mahiyetinde olan toplantıda “İslâm Dünyasında Meydana Gelen Değişme ve Gelişmeler” ele alındı, değerlendirmeler ve tavsiyeler yapıldı, çözüm önerileri dile getirildi…

 İki gün oradaydım, dikkatle izledim…

20. toplantının en önemli özelliği, Merhum Erbakan Hocamız olmadan gerçekleştirilen ilk toplantı olmasıydı… Bütün konuşmacılar, bu organizasyonun banisi ve bundan önceki 19 toplantıda bulunan Necmettin Erbakan’ı değişik yönleri ile hatırlattılar… Bilhassa, bundan sonra “O”nun gösterdiği yolda yürünmesi gerektiği vurgusunu yaptılar… Kanaatimce, bu toplantının en önemli maddî ve manevî ağırlığı; önümüzdeki Mayıs ayında gerçekleştirilecek olan 21. toplantıdan itibaren daha sağlam ve zikredilen bütün alanlarda uygulamaya yönelik adımlar atılmasının gerekliliği hatırlatmaları oldu… Kararlar da o yönde olacak…

Türkiye, Mısır, Malezya, Endonezya, Kuveyt, Ürdün, Lübnan, Suriye İran, Irak, Yemen, Sudan, Afganistan, Filistin, S. Arabistan, Libya, Avusturya, Fas, Kosova… İsmini yazdığım ülke katılımcıları, bu sıraya göre tebliğlerini sundular… Bazı büyük ülkelerin katılımcıları birkaç kişiydi ve birkaç tebliğ sundular… Müzakerecileri de konuşmacılara kattığımızda, bütün önemli İslâm ülkelerinin temsilcileri “İstişare Toplantısı”na katkıda bulundular, “İslâm Dünyasında Meydana Gelen Değişme ve Gelişmeleri” değerlendirdiler…

İki gün boyunca tuttuğum notlar çok fazla ama bundan sonra aktaracağım notlar, sadece bu köşenin formatına uygun notlar olacak…

ESAM Genel Başkanı Recai Kutan, konuşmasına merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı anarak başladı ve şöyle devam etti: İslâm dünyası tarihin en kritik ve en badireli dönemini yaşıyor… Mevcut “dünya düzeni”nin yeryüzüne huzur, barış ve refah getirmesinin artık mümkün olmadığı anlaşılmıştır... Biz yeni bir medeniyet ve yeni değerlerin gerekliliğine inanıyoruz… İslâm, dünya barışı için bir tehdit değil, aksine bir teminattır... Beşeriyet bugün her zamankinden daha çok İslâm’a muhtaçtır… Batılı ülkelerde sömürülen halk da bu gerçeklere ulaşınca, önce Amerika ve ardından İngiltere, Yunanistan, İtalya, Fransa ve İspanya’da çoğunluğu genç halk yığınları meydanları işgal etmeye başladı... Son dönemde batıda ortaya çıkan baskı ve sömürüye karşı uyanış gelecekte asıl baharın “Batı Baharı” olacağını müjdeliyor… Dünya barışı ancak Müslümanların birlik ve dayanışması ile sağlanabilir… Kutan’ın kapanış konuşması ve özellikle son tebliği sunan ESAM Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy’un geniş tebliği, bütün ana meseleleri kapsıyordu…

Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, “Arap Baharı”nın “İslâm Kışı”na dönüşmemesi için “İslâm Birliği”nin kurulmasının şart olduğunu hatırlatarak söze başladı ve şöyle devam etti: Bu toplantı, Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın vefatından sonra İslâm toplulukları temsilcileri ile yapılan ilk toplantı… Bugün insanlık, doğusu ve batısıyla bir bütün olarak büyük bir bunalımın içine düşmüş durumda... Batı dünyası, emperyalist ve ırkçı Siyonistler insanlığa asla huzur bahşedemezler… Müslümanlar olarak bu gidişe “dur” demeliyiz… Komünizmin çökmesinden sonra NATO’nun strateji değiştirmesi, İslâm’ı ve İslâm ülkelerini düşman olarak değerlendirmesi dünyada yeni bir durum meydana getirmiş bulunmaktadır… İslâm, mânâ itibariyle “barış ve huzur” demektir... Müslümanlar tüm insanlığa barış ve huzuru götürmeyeceklerse kim götürecek?... Tek çare budur... Müslümanlar kendi güçlerinin farkına varmak zorundadır… İslâm âlemi, özellikle de yeni nesil, aşağılık kompleksinden kurtulmalıdır... İslâm medeniyetinin Batı medeniyetinden fersah fersah üstün olduğunu fark etmelidirler... Gerçekten İslâm toplumlarının Batı’dan alacağı hiçbir şey yoktur ama Batı’nın İslâm âleminden alacağı çok şey vardır…

Dünyada herkese yetecek kadar yer ve nimet vardır, ancak “ADİL BİR DÜZEN” yoktur…

Bütün insanlık “ADİL BİR DÜZEN”e muhtaçtır...

“ADİL DÜZEN”i bütün insanlara sunmak da Müslümanların görevidir…

Bitmedi; bir yazıyla daha devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

Erbakan “Müslüman Topluluklar”a diyor ki…

22.12.2011

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen “20. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi”nin iki gün sürdüğünü, “İstişare Toplantısı” mahiyetinde olduğunu, “İslâm Dünyasında Meydana Gelen Değişme ve Gelişmelerin” ele alındığını, “değerlendirmeler ve tavsiyeler” yapıldığını, “çözüm önerilerinin sunulduğunu” önceki yazımda hatırlatmıştım…

Kaldığım yerden devam ediyorum…

Bütün konuşmacılardan örnekler vermem mümkün değil; bugün de önce çok uzaklardan, Malezya ve Endonezya’dan iki görüşe, sonra Türkiye’den iki görüşe bakalım…

Malezya İslâm Partisi Genel Başkanı Abdulhadi Awang, sömürgeci Batı’nın ülkeleri parçalayıp güçsüz hâle getirdiğini ve tarihimizden ibret almamız gerektiğini hatırlattı…

Endonezya Adalet ve Refah Partisi Genel Başkanı Lütfi Hasan İshak, Batı medeniyetinin İslâm ülkelerinin yeraltı kaynaklarını sömürerek ayakta durduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Müslüman halklar, yer altındaki kaynaklarının düşmanların eline geçmesinden rahatsız olmaya başladı. Erbakan D-8’i kurdu. Bunlar büyük ülkelerdir, büyük bir pazar oluşturabilirler... Müslümanların elindeki doğal kaynaklar Batılı sömürgeciler tarafından çalınıyordu, Batı kendi medeniyetini bizim kaynaklarımızdan kurmuştu... Bu hırsızlık durdurulmalıdır... Bu asırda cesur ve ülkelerimizin kaynaklarını muhafaza edebilecek liderlere ihtiyacımız var, liderlerimizi yetiştirecek bir akademiye ihtiyacımız var…”

Saadet Partisi GİK Üyesi Prof. Dr. Oya Akgönenç, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki halk ayaklanmalarının “Arap Baharı” olarak değil, “halkların ayaklanması” olarak anılması gerektiğini hatırlattı ve şöyle devam etti: “Tunus’ta, Mısır’da olaylar oluyor... Ardından Libya’ya, Bahreyn’e, Lübnan’a sıçrıyor... Sonra Suriye’ye sıçrıyor... Bu bir cıva mıdır ki zikzak çiziyor?.. Bu zayıflıklara göre mi oluyor, yoksa bir plan mı var?.. Ekonomik, sosyal baskıların adalet sisteminin işlememesinin işba noktasına varması olarak da yorumlanabilir... Halk hareketlerinin yaşandığı Libya’ya ve diğer ülkelere Avrupalı devletlerin müdahale etmesinin sebebi Avrupa ekonomisinin çöküşüdür… Halk hareketlerinden İtalya’ya, İngiltere’ye, ABD’ye, NATO’ya ne oluyor ki birinci dereceden müdahil oluyorlar?!. Avrupa’da bir ekonomik kriz yaşanıyor, hepsinin bütçesi açık veriyor... Ortada ise Libya gibi bir av var, hepsi bu avın peşine düşüyor... Fransa, Libya petrolünün yüzde 35’inin işletmesini aldı... Avrupa artık iflas ediyor, tutunamıyor, yeniden sömürgecilik dönemine giriyor... Ayrıca hesap merkezleri, borsaların ve mâli gücün Asya’ya kaymasından rahatsız olan Avrupa ve ABD, şimdi Müslüman ülkelere sömürmek amacıyla saldırıyor…”

Türkiye’nin Batı’nın yörüngesinde hareket ettiğini hatırlatan Saadet Partisi YİK Başkanı Oğuzhan Asiltürk, şöyle devam etti:

“Irak’ta Saddam’ın zulmüne karşı çıkıldı, “Adil Bir Düzen” kurulsun gayreti gösterildi ama Irak şimdi 3 ayrı parçaya bölündü... Korkumuz şudur; Suriye’de bundan sonra ne olacağını Müslüman ülkeler belirlemezse Batı belirleyecek... Libya’ya gelenler önce petrole el koydular, kabileler arasına düşmanlık soktular... NATO güçleri Suriye’ye girdikten sonra İslâm’a bağlı bir irade mi kuracak?..”

Oğuzhan Bey konuşmasının sonunda Necmettin ERBAKAN’ın bizzat kendisine verdiği ve yapılması gerekenlerle ilgili hedefleri ihtiva eden 10 maddeyi teker teker hatırlattı… Konuşmasının sonunda bu maddeleri içeren sayfayı (5’inci sayfa) kendisinden rica ettim; Erbakan Hoca’nın o sayfasından aynen aktarıyorum:

“Yeni Dünya Düzeni konusu hakkında ise planlı, programlı, kadrolu, koordineli, laf değil iş gören bir çalışma yapmak istediğimize göre, sonuç olarak ortaya koyacaklarımız şunlardır:

1) Yeni Bir Dünya Projesi teklifi ortaya konmuştur.

2) İlk Atılacak Adımlar Programı ortaya konmuştur.

3) Bir An Evvel Başlanacak Çalışmalar Programını Gerçekleştirme Teklifi şudur:

1) İslâm Birleşmiş Milletleri,

2) İslâm NATO’su,

3) İslâm Dinarı,

4) İslâm UNESCO’su,

5) İslâm Dünya Bankası IMF’si,

6) Ekonomik İş Birliği,

7) Medya Merkezi,

8) Teknolojik Araştırma Merkezi,

9) ADİL DÜZEN İş Birliği Teşkilatı,

10) Kadın, Çocuk, Aileyi Koruma İş Birliği Teşkilatı.

Yine programın en mühim kısmını teşkil etmek üzere “Adil Ekonomik Düzen, Adil Siyasi Düzen, Adil İlmî Düzen, Adil Dinî Ahlâkî ve Sosyal Düzen” esaslarının araştırmalarla geliştirilmesidir. Bir kısım sanayi bölgelerinde “ADİL DÜZEN” uygulamasına başlanması...” NECMETTİN ERBAKAN

 

 

***

 

 

 

 

Arap, AB, ABD, Çin krizi ve tek çözüm

23.12.2011

Bugün yeryüzünde zorluklar, krizler ve “sosyal tufan” içinde olan topluluklar vardır.

Arap ülkelerinde halk harekete geçmiş ve iktidarları devirmişler ama yerine bir şey getirememişlerdir. Mısır, Kenan Evren’in anayasasını örnek alıyormuş! Türkiye o anayasadan nasıl kurtulurum diye uğraşırken, onlar onu örnek olarak alıyorlar! “Arap Baharı” değil, “Arap Tufanı”ndan kurtulmak için ne yapmalılar? “Adil Düzen”i getirmeliler.

AB kriz içindedir. AB üyesi Avrupa ülkeleri ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Yunanistan ve diğer bazı ülkeler batıyor, çare bulamıyorlar... Çare “Adil (Ekonomik) Düzen”.

ABD de büyük sıkıntıda… Krizler orada da devam ediyor... Süper güç denilen bu ülkede var olan ve giderek yaygınlaşan krizlere çözüm bulamıyor… Tek çare “Adil Düzen”.

Çin’de kriz yok ama dolar kabzı var... ABD’den daha çok dolara sahip ama kullanamıyor... Kullansa dolar batacak, tüm emeği boşa gidecek...

Bunların hepsinin tek çaresi, tek çözümü “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”dir.

***

Bugün, AB bu krizden nasıl çıkabilir, onun üzerinde duralım.

1) Önce Euro’ya şekil verilecektir. Euro altınla tarif edilecektir. Kuyumcular Euro’yu altınla değiştireceklerdir. Bir Euro 2 gram altın ise, her kuyumcu 2 gram altını bir Euro ile değiştirecektir. Buna karşılık kuyumcular vergiden muaf olacaklardır. AB’de bulunan altın kadar Euro piyasada revaçta olacaktır. “ALTIN PARA” budur.

2) Sonra Avrupa’daki her ülke “TOPRAK PARASI” çıkaracaktır. Bu paranın miktarı toprağın büyüklüğüne göre olacaktır. Bu para komisyonculara kredi olarak verilecek, o ülkedeki taşınmazları bu para ile alıp satacaklardır. Satış gerçekleştiği zaman % 2.5 komisyon almış olacaklardır. Taşınmazlar alıcılara alış değeri ile satılacaktır. Ayrıca bu senetler serbest borsada Euro ile alınıp satılacaktır. Değeri arz ve talep kanunlarına göre artırılıp eksiltilecektir. Bunların alış ve satışları için ülkelere kredi verilecek, bunların karşılığı altın değil toprak olacaktır. Kur, arz ve talep kanunlarına göre değişecektir. Devletler altın parası karşılığı olan toprak paralarının beş mislini piyasaya sürebileceklerdir.

3) Ayrıca eyaletler “DEMİR PARA” çıkaracaklar ve bununla sanayi malları alınıp satılacaktır. Sanayi mallarını alıp satanlara kredi verilecektir. Bunun için de eyaletlere “Altın Para” kredi olarak verilecektir. Onlar da bunun karşılığı olan “Demir Para”nın beş misli ile sanayi mallarını stok etmiş olacaklardır.

4) Ayrıca her belde “BUĞDAY PARASI” çıkaracak ve halka sipariş kredisi olarak verecektir. Onlar mağazalara, mağazalar da tüccarlara vereceklerdir. Tüccarlar üreticilere peşin ödeyerek sipariş vereceklerdir. Ürettikleri malları ihraç edecekler ve siparişleri dünya piyasalarından alıp tüketeceklerdir. Bunun için de bunlara “Altın Para” kredisi verilecektir. Bununla sipariş paraları alınıp satılacaktır.

***

Faiz yerine kredileşme ilkesi getirilecektir. Bütün borç ve alacaklar Avrupa Birliği’ne ait olacaktır. Devletler, eyaletler ve beldeler yeni paralarla yeniden sıfırdan borçsuz olarak faaliyete geçeceklerdir.

Avrupa Birliği “Altın Para” çıkaracak, ticareti düzenleyecek. Devletler “Altın Para” ile konvertibl olan “İmar Parası”nı çıkaracak, bununla inşaat sektörünü destekleyecek. Eyaletler “Demir Parası”nı çıkaracak, bununla sanayi sektörünü destekleyecek. Kentler “Buğday Parası”nı çıkaracak ve bununla tarım sektörünü destekleyecek.

Faizsiz kredileşme ilkesi içinde desteklemiş olacaktır.

Bunun için kooperatifler kurulacaktır. Paraların çıkarılması ve kredilendirilmesi kooperatiflerce yapılacaktır. Devletler vergilerini alacaklar ve kooperatifleri denetleyeceklerdir. Devletler borçlu ve alacaklı olmayacaklar, vergilerini de paradan değil üretimden alacaklardır.

Bir yerde kriz olursa oranın kooperatifi ve yöneticileri tasfiye edilecek, yeni yöneticiler göreve getirilecektir. Zararlar senyoraj hakkı yani enflasyonla sübvanse edilecektir. Başka türlü hiçbir suretle para çıkmayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

Yasama komedisi ve yıkıntının altında kalmak!

25.12.2011

Ortaokuldan beri sürekli öğretilirdi “kuvvetler ayrılığı” ilkesi.

Neydi bu kuvvetler ayrılığı? Neydi bu kuvvetler?

YASAMA: TBMM tarafından yapılır. Meclis ekseriyet sistemiyle kanunlar çıkarır.

YÜRÜTME: Cumhurbaşkanlığı başkanlığındaki bakanlar kurulu tarafından yapılır. Meclis tarafından yapılan kanunlara göre devleti idare ederler.

YARGI: Bağımsız mahkemeler tarafından yapılır. Hâkimleri, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) atar. HSYK üyeleri ise şunlardır: Adalet Bakanı ve müsteşarı doğal üyedir. Cumhurbaşkanı 4 üyeyi seçer. Yargıtay 3 asıl, 3 yedek üyeyi seçer. Danıştay 2 asıl, 2 yedek üyeyi seçer. Türkiye adalet akademisi 1 asıl, 1 yedek üye seçer. Adli yargı ve hâkimleri 7 asıl, 4 yedek üyeyi seçer. İdari yargı ve hâkimleri 3 asıl, iki yedek üyeyi seçer. Danıştay ve Yargıtay üyelerini de HSYK seçer. Anayasa mahkemesinin 17 üyesinin 14’ü Cumhurbaşkanı tarafından, üçü de meclis tarafından seçilir. Olması gerekenler bunlar. Bakalım bugün nasıl?

*

YASAMA: TBMM’ndeki çoğunluğu elinde bulunduran partinin lideri olan Başbakan tarafından yapılır. Başbakan nasıl isterse bütün kanunlar öyle çıkar. Milletvekillerinin itiraz hakkı yoktur. Yoksa bir dahaki seçimde aday olamazlar. Yani yasama başbakan tarafından yapılır.

YÜRÜTME: Başbakan tarafından yapılır. Bakanlar başbakanın emrinin dışına çıkamazlar. Cumhurbaşkanı ise sembolik olarak bakanlar kurulu kararlarını imzalar. Yani her işi başbakan yürütür.

YARGI: Yargıtay ve Danıştay kendilerini seçen, hâkimler ve savcılar da kendilerini atayan HSYK üyelerini seçiyor. Yani biri birini seçiyor, sonra tekrar seçilen kendisini seçeni seçiyor. Cumhurbaşkanı iktidar partisinden seçildiyse, Cumhurbaşkanının seçtiği üyeler de iktidar tarafından seçilmiş gibi oluyor. Yani iktidarda bir süre kalan partinin başbakanı yargıda etkili olmaya başlıyor. Görüldüğü gibi aslında kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliği ilkesi vardır. O kuvvetlerin toplandığı kimse ise başbakandır.

*

Aslında benim/bizim için hiç de önemli olmayan “şike kanunu” var gündemde.

Ne olmuş?

Top oynamışlar, biri öbürüne gol atmış.

Atarsa atsın!

Biri yense ne olur, öbürü yense ne olur?

Bizim için önemli değil ama, kumar oynayanlar için son derece önemli.

Çünkü spor üzerinden legal (kumar nasıl legal oluyorsa!) kumar adı altında spor toto, loto oynatıldığı gibi daha büyük bahisler ise illegal olarak oynanmaktadır.

Yasama yetkisini tek başına elinde bulunduran Başbakan çıkardı “şike kanunu”nu.

Aradan zaman geçti, “aziz” insanlar çok ağır cezalarla yargılanmaya başladılar. Başbakanın “aziz” kimselerin ağır cezalar çekmesine gönlü razı olmadı. Cezalarını hafifletmek için kanunu değiştirdi, cezaları hafifletti. Ama bir aksilik oldu, hastalandı. Milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı başıboş kaldı. Cumhurbaşkanı kanunu veto etti.

Birdenbire başladı bir dağınıklık.

Milletvekilleri ve bakanlar kendi kendilerine konuşmaya başladılar; sanki yasama yetkileri kendi ellerinde imiş gibi.

Başbakan hasta yatağından “ne oluyor size” dedi.

Birdenbire tornistan!

Birdenbire milletvekillerinin aklı başına geldi!

Yasama yetkisinin kimde olduğunu hatırladılar! Kanun jet hızıyla Meclis’ten olduğu gibi geçti ve onaylandı!

*

Bu “zalim düzen”de hiç bir zaman değişmeyecek olan budur.

Kılıçdaroğlu çırpınıyor, hâkimlere saldırıyor;

Nasıl oluyor da 160 üye de blok oy kullandı diyor?

O zaman soruyorlar ona: Bu 160 üyenin 21 tanesi Yar-Sav üyesi değil mi?

Yar-Sav CHP’nin arka bahçesi değil mi? CHP’den daha şiddetli muhalefet yapmakla tanınmıyor mu?

Nasıl oluyor da bunlar blok oya katılıyorlar?

Sebebi çok basit: Seçim mekanizması!

Aykırı bir ses çıkaran “sistem” içinde elenecek ve ileride asla HSYK üyesi veya Anayasa Mahkemesi üyesi olamayacak.

Bu “sistem” devam ettikçe bunlar böyle olmaya devam edecek. “Kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle değil, “kuvvetler birliği” ilkesiyle, “tek adam” yönetimiyle yaşamaya devam edeceğiz. Bugün Erdoğan tek adam, yarın başkası tek olur. Gücü eline geçiren asla ve asla orayı bırakmak istemediği için “sistem” böyle devam edecektir.

Bunların hepsinin çözümü “ADİL DÜZEN”dedir.

“Adil Düzen” gelmedikçe bu durum değişmeyecektir.

Eğer memnunsanız bu “zalim düzen”den, o zaman oturmaya devam edin ve seyredin; sonra görün bakalım yıkımlar nasıl oluyor?

Yıkıntının altında kalmamaya dikkat!!!

*  

Not: Bu yazı Dr. Lütfi arkadaşımızın son çalışmasından derlenmiştir. Ülkemizdeki bu acı gerçekleri değerlendirerek dile getiren ve en sonunda hepsinin çözümü olan “ADİL DÜZEN”i hatırlatan çalışma arkadaşımız Dr. Lütfi Hocaoğlu’na teşekkürler…

 

 

***

 

 

 

 

Ekonomik ve sosyal açıdan anayasa

27.12.2011

Bize göre “ekonomik ve sosyal sorunların ana sebebi” belli; “ zalim düzen”.

Bu sorunlar insanların kötü olmasından değil, “düzen”in “bozuk” yani “adil” değil de “zalim” olmasından ileri gelmektedir.

Çözüme ana mihverden yani “anayasa”dan başlamak gerek diyoruz ama “gören ve duyan”, duyduklarını “konuşan” yok; kör-sağır-dilsiz olmaya devam!..

Kırk yıldır bu gerçekleri hatırlatıyoruz...

Yetmişli yılların başında “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” haftalık seminerleri ile başladık…

Sonunda “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışmamız/önerimiz hazır ama “kör-sağır-dilsiz” olanlara nasıl ulaşmalı?!.

 Evet, bu ilgisizlikten muzdarip ve dertliyiz… Sadece biz mi?.. Hayır!..

*

İki örnek verelim.

Birincisi Ali Bulaç; özetle dedikleri şöyle: “Yeni ve sivil bir anayasanın kollaması gereken önemli konulardan biri “ekonomi” olmalıdır. / “Ekonomi”den kastım, bir noktadan sonra fizik kuralları gereği patlaması mukadder sürekli şişirilmekte olan balon benzeri “büyüme” değil, gelir adaletsizliğinin ve kitlesel yoksulluğun yol açtığı büyük sorunların önüne geçmek için gerekli yasal tedbirlerin alınmasıdır. / “Adalet mülkün temelidir.” / Ve biliyoruz ki, adaletin hiç göz önüne alınmadığı alanlardan biri ekonomidir. Türkiye gelir adaletsizliğinin en bozuk olduğu birkaç ülkeden biri. / Her ülkeyi eninde sonunda ya büyük krize veya büyük toplumsal patlamalara sürükleyecek adaletsiz düzendir.”

İkincisi Ali Ünal; bugünkü (26.12.11) “Anayasa” başlıklı yazısının sonunda diyor ki:

“Şahsen, mevcut durumda Türkiye’de yeni ve kalıcı bir anayasa yapılabileceğine ve bu konuda samimî niyet taşındığına inanamıyorum.”

Ali Ünal’ın kanaatine aynen katılıyoruz...

*

Ama biz yine de “Anayasa Çalışmamızdan” öneriler aktaralım ve tarihe not düşelim…

Madde 3- Anayasaya aşağıdaki ek maddeler eklenmiştir:

Ek Madde 1- Borçlar Sorunu: Devlet iç ve dış borç edinebilir. Borçlanma faizsiz kredileşme ilkesi içinde olmalıdır. Borç altına kota edilmiş TL üzerinden alınır. Borç verilene de o ülkenin parası ile borç işlemi yapılır. Devlet bütün borç ve alacaklarını altına kota eder ve faizlerini sıfırlar. Faizli dış borçlarını iç borca, faizli borcu kredileşme borcuna çevirerek para borcunu maaş borcuna, borcu iştirake çevirerek kapatır.

Ek Madde 2- İşsizlik Sorunu: Herkesin resmî ücreti vardır. Üretimde resmî ücreti kadar kredi alma hakkı vardır. Bu ücret işçiye ödenip işveren borçlandırılır. İşçileri çalıştıracak kadar hammaddenin bedelini de devlet kredi olarak öder. Kredi reel faizsizdir. Mamul değerlenince kredi borcu itfa edilir. Halka nüfus başına ön ödemeli sipariş kredisi verilir. Siparişlere göre üretim kredilendirilerek planlama yapılmış olur.

Ek Madde 3- Köylerin Boşalması Sorunu: Tarımda çalışanların tarımdan artırdıkları zamanlarını değerlendirecek şekilde küçük sanayi işletmeleri kurulur. Bunlar kar amaçlı işletmeler değildir. Mamul mallarını KİT’ler satın alır ve pazarlar.

Ek Madde 4- Yapılaşma Sorunu: İhtiyaca göre proje yapılır. Projeye göre arsa üretilir. Arsaya göre planlama yapılır. Devlet tarafından üretilen projeleri uygulayacaklara parasız verilir. Arsa bedeli de müteahhitlerden değil müşterilerden tahsil edilir. İnşaatta çalışan işçilere resmi ücret ödenir.

Ek Madde 5- Kayıt Dışı Sorunu: 500 civarında nüfusu olan köylerde Tarım Kooperatifleri, kentlerde Sanayi Kooperatifleri kurulur. Semt içinde tüm ödemeler semt senetleri ile yapılır. Senetler semt kasalarında arz ve talep kanunlarına göre alınır ve satılır. Nüfusu 5000 civarında olan yerlerde Bucak İşletmeleri Kooperatifleri. Nüfusu 500 bin civarında olan yerlerde İl Hizmet Kooperatifleri, ülkede Çalışma Kooperatifi, İstanbul’da Kredileşme Kooperatifi kurulur. Bucak Kooperatifleri kendi çıkardıkları Buğday Bonolarını, İl Hizmet Kooperatifleri kendi çıkardıkları Demir Bonolarını, Ülke Kooperatifi kendi çıkardığı İmar Bonosunu ve İstanbul Kooperatifi kendi çıkardığı Altın Bonosunu ödeme aracı olarak kullanır. Kooperatiflerin ilçelerde kurdukları borsalarda Bono Senetleri TL ile arz ve talep dengesiyle alınır ve satılır. İlçelerde orta işletmelerin, bölgelerde büyük işletmelerin çıkardıkları İşletme Bonoları kendi kasalarında kooperatif bono senetleri ile alınıp satılır. Tüm kayıtlar kooperatiflerin genel hizmetleri tarafından yapılır.

(Devamı olan “sosyal” maddeler gelecek yazıda…)

 

 

***

 

 

 

 

Ekonomik ve sosyal açıdan anayasa-2

28.12.2011

Anayasaya “EKONOMİ” açısından eklenmesi gereken beş maddeyi dün hatırlattık...

Devam ediyoruz…

Bugün de anayasaya eklenmesi gereken beş “SOSYAL” maddeyi “kör-sağır-dilsiz” olanlara yani üç maymunları oynamaya devam edenlere -bilmem ki kaçıncı defa- ısrar, sabır ve sebatla hatırlatıyoruz; sonuç alıncaya kadar da hatırlatmaya devam edeceğiz...

*

Madde 3- Anayasaya aşağıdaki ek maddeler eklenmiştir:

Ek Madde 6- Asker-Sivil İlişkisi: Türkiye, merkezleri Sivas, Edirne, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Konya, Kayseri, Afyon ve Ankara olmak üzere 12 bölgeye ayrılmıştır. Merkez illerde Türk orduları bulunur. Orduların askerleri ve komutanları o bölgeden olmayan erkek vatandaşlardan oluşur. Görevi dış saldırılara karşı bölgeyi korumaktır. İç güvenlik yerel yönetimlerin kendi halklarından oluşturacağı zabıta kuvvetleri ile korunur. Sıkıyönetim illerde yerel yönetimin davetiyle oluşur, ordu yönetimi ele alır ve askeri kurallarla kamu güvenliğini sağlar. Görevinin bittiğine yerel yönetim karar verir. Sıkıyönetimin süresi ile değişmemek üzere yerel yönetim sıkıyönetim karşılığı orduya uygun bedel öder. Herkes askeri eğitimini devlet içinde yapar. Kanunen belirlenen müddet içinde devlet içinde hizmetini yapar. Kalan müddeti il zaptiyesinde yapar.

Ek Madde 7- Terör: Bölge merkezleri dışında kalan yerlerde nüfusları 300 binden az ve 1 milyondan fazla olmamak üzere bağımsız iller kurulur. Taşra illeri kendi yasalarını kendileri yaparlar, kendi yöneticilerini kendileri seçerler, kendi iç güvenliklerini kendi kurdukları güvenlik teşkilatıyla sağlarlar. İllerin resmî dilleri aynıdır. Lise öğrenimini il dilleri ile yaparlar. İllerinde bulunan küçük ve orta işletmelerin vergilerini kendileri alırlar. Taşra illerine girmek, yerleşmek, iş yapmak için oranın yasalarına göre hareket edilir. Girişler onların iznine tabidir. Merkez iller tüm Türk vatandaşlarına serbesttir. Her zaman girip çıkabilir, oralarda yerleşebilir, orada çalışabilirler. Buradaki işletmelerin vergilerini devlet alır.

Ek Madde 8- Yargı Bağımsızlığı: Davalı ve davacı ehliyetli hakemlerden birerlerini seçer. Başhakemi hakemler seçer. Verdikleri kararlar kesindir. Hakemler aleyhine hakimlere gidilebilir. Mağdurların mağduriyetleri mahkûm olan hakemlerin partileri tarafından giderilir. Kamu adına dava açma yetkisi siyasi partilere aittir. Siyasi partilere bütçeden aldıkları oy nispetinde yargıda kullanmak üzere tahsisat ayrılır. Bu tahsisatlar kamu hukukunu savunan partilerin avukat ücretlerine ayrılır. Savcılık kurumu kamu avukatlığı şekline dönüştürülür ve duruşmada taraf olarak yer alır. Güvenlik illerde kurulan il güvenlik teşkilatına aittir. Polis soruşturma yapar. Serbest soruşturma sistemi getirilmiştir. Soruşturmacıların ücretlerini siyasi partiler öderler. Özel hukuk soruşturmasını da bunlar yaparlar. Hakemler soruşturmacıların şehadeti ile karar verirler. Mevcut mahkemeler soruşturma (tahkik) ile tahkim işlerini yürütürler. Hâkimler soruşturma yapamazlar ve resen karar veremezler. Dava sürecini ve duruşmaları yönetirler ve dava ile ilgili her türlü kayıtları tutarlar.

Ek Madde 9- Basın/Medya: Yazar ve yayıncıların oluşturduğu basın ve yayın kooperatifleri devletçe desteklenir. Kooperatiflere ait tesisler için reel faizsiz krediler verilir. Ödeyemezlerse tesisleri ellerinden alınır, başka bu maksatla kurulmuş kooperatiflere verilir. Dağıtım devletçe karşılıksız yapılır. Bir kişi ancak bir basın-yayın kooperatifine ortak olabilir.

Ek Madde 10- Dokunulmazlık: Akademik kariyer yapmış olanlar, kurmay subay olanlar, milletvekilliği, bakanlık, valilik ve yüksek hakimlik yapanlar üstün hakemlerden oluşmuş yüce divanın izni ile yargılanabilirler. Yüce divan üyeleri siyasi partiler tarafından atanırlar. Her yüzde beş üye için bir hakem üye seçilir. Partiler oylarını birbirlerine aktarabilirler. Hakemler milletvekilleri arasından seçilir. Milletvekili olarak kaldıkça ve partisini değiştirmedikçe hakemliği sona ermez. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer.

Son bir hatırlatma daha:

Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin “SOSYAL DEVLET” olduğu yazılı...

Ey “kör-sağır-dilsizler” nerelerdesiniz, daha ne bekliyorsunuz?!.

 

 

***

 

 

 

 

Adil Düzen’de Ekonomi

29.12.2011

Birkaç haftadan beri Üstadım ile birlikte, Erbakan Hoca’nın “Yeni Bir Dünya ve Adil (Ekonomik) Düzen” kitabından yola çıkarak, “ADİL DÜZEN’DE EKONOMİ” kitap çalışmamızı sürdürüyoruz. Aşağıdaki bölüm 10’ncu hafta çalışmamızdan derlenmiştir.

Herkesin resmi ücreti vardır; tahsile, yaşa, kabiliyete ve kredi olarak çalıştığı günlerle hesaplanan bir resmi ücreti vardır. 15 yaşına gelen herkes isterse gider bankadan “çalışma kredisi”ni alır. Çalışır, ücretini alır, resmi ücretini artırır. İster çalışır, ister çalışmaz. O zaman da emeklilik payını alır. Emeklilikte aldığı ücret o fonda toplanan miktarın bölünmesidir. Çalışmayan çok az olur, çalışanlar çoksa ücreti geçebilir. Ama halk derecesini yükseltmek için gene çalışır. Ne zaman isterse kendisini emekli eder. Herkese ev satılır. Kira öder gibi ev sahibi olur. Emekli olunca da oturduğu daireyi ay ay satar. Gelirini artırmış olur. İstediği zaman emekli olur...

Sosyal güvenlik aileye dayanmaktadır. Küçüklere anne babaları, yoksa ağabeyleri veya amcaları bakarlar. Yaşlılara ve çocuklara yeğenleri bakarlar. Bakmak istemezlerse, daha uzak akrabaları beraber bulundururlar. Devlet onlara yani bakanlara maaş verir. Akrabalık ve menfaat birleştirilir. “Genel Hizmetler”in tamamı yani “25 Genel Hizmet” kişilere karşılıksızdır. Su, elektrik, yolculuk, telefon bedavadır. Bunlar ütopik iddialar değildir. Tarihî oluşumdur. Kervansaraylarda ve imaretlerde yemek, içmek, yatmak, tedavi olmak, seyahatte kullanılan binek hayvanları doyurmak hep karşılıksız yapılmıştır...

***

‘Hırvat Baharı’ndan ‘Arap Kışı’na…

Yeğenim Fatma Nuriler bir sitede (Dosdoğru Haber) yazı yazmaya başlamış…

Tebrik ve başarı dileklerimle birlikte, son yazısını “teberrüken” iktibas ediyorum:

“Kelimelerin kökenine inmeyi severim. Nerden geliyor bu “Arap Baharı” diye merak ettim. Meğer öğrenmedeki gizli sır merakmış. Şimdi küçük bir tarihi seyahate çıkalım. Olaylara birkaç adım geriden bakalım.

Hırvatlar 1960’lı yılların sonlarına doğru sosyalist Yugoslavya’da milli kimliklerine sahip çıkmak için Tito rejimine karşı ayaklandılar. O dönemdeki protesto ve ayaklanmaların adına Avrupa’daki siyaset yorumcular tarafından “Hırvat Baharı” denmiş. Son 1 yıldır Arap dünyasındaki başkaldırı ve mevcut diktatör rejimlere yönelik isyan hareketlerine “Arap Baharı” denmesi eski Yugoslavya’daki bu gelişmelere dayanıyormuş.

İsim olarak benzese de aslında olayların benzer hiçbir tarafı bulunmuyor. 1000 yıla yakın bir zamandır devletleri olmayan Hırvatlar 20 yıl önce bağımsız devletlerine kavuştular ve AB tam üyesi oldular. Ancak Araplar, demokrasi ve insan haklarına ne zaman kavuşacaklar bunu henüz bilmiyoruz.

4 asırdan fazla süre Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan Arap dünyasının bugünkü perişanlığı aslında I. Dünya Savaşı ile başlamıştı. İngiliz sömürgeciliğinin hedefindeki Arap toprakları, Osmanlı’dan bin bir çeşit oyunla koparılarak acımasız diktatörlerin kucağına atıldılar. II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın içine düştüğü korkunç savaşlar yüzünden bölgeyi idare etme aczine düşen İngiltere, petrol zengini Arap topraklarını Amerika’ya terk etti. İngiltere sömürgesi birçok ülke Avrupa’daki bu savaştan istifade ederek bağımsızlıklarına kavuşurken Ortadoğu Arap ülkeleri bu fırsatı kullanamadılar. Ülkelerine demokrasi getirme konusunda hiçbir adım atamadılar. Ne Suriye ve Irak’taki Baas rejimi, ne de Mısır’daki Cemal Abdünnasır’ın ateşini yaktığı Arap milliyetçiliği bölgeye bir hareket getirebildi.

Globalleşen dünya ve hüküm süren insan hakları söylemlerinin artık dünyanın en ücra köşesine ulaşmasıyla Arap gençliği de bu gelişmeleri artık görmezden gelemedi. Ve en sonunda harekete geçti. Demokrasiye giden yolda ciddi adımlar atıldı, atılıyor. Ancak bahara ulaşmak için daha kat edecekleri çok yol var. Bu baharı istemeyen güçler de her zaman sahnede olacak.  

Evet… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Araplar bahara giden yolda kış mevsimindeler. Bu mevsim ne kadar sürer, baharı ne zaman görürüz, o şimdilik bir muamma. Bu muammanın içinde çözülmeyi bekleyen bir de Filistin meselesi bulunuyor ki; onları birbirinden ayırmak imkânsız. Arap baharını görmemiz demek, özgür bir Filistin sabahında uyanmamız demek aynı zamanda. Bahar, işte o zaman hepimize bahar olacak…”

 

 

***

 

 

 

 

Para!.. Para!.. Para!!!

30.12.2011

Para ile ilgili bu köşede yazdığım yazılar derlense, küçük bir kitap veya daha fazlası olabilir. Bu, aynı zamanda konu ile ilgilenenlere “minik” bir hatırlatmadır; inşaallah “ne demek istediğimi” anlamışlardır...

Ülkemizdeki yansımaları ile birlikte bütün dünyada yaşanan nice “musibetlerden” sonra artık “anlamalarını” ve “gereğini yapmak üzere” yaşananların iyi birer “nasihat” olmasını bekliyoruz…

Zaten kırk kusur yıldır hep bekliyorduk; yapılması gerekenler yapılıncaya kadar da beklemeye devam edeceğiz…

***

Konumuza, önceki yazıların devamı mahiyetinde, kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Açık ifade ile hareket edecek olursak, Allah para olarak “ALTIN” ve “GÜMÜŞ”ü var etmiştir. Karşılıksız para değil, “KARŞILIĞI OLAN PARA” kullanmalıyız. Bizim paramız “ALTIN” olmalıdır. Her şey “altın”a dayandırılmalıdır. Küçük paralar “gümüş” olmalıdır. Altın paranın gümüşle olan değeri altının gümüşle olan değeri hâline gelmelidir.

Bunu gerçekleştirmek için ne yapmalıyız?

İstanbul’da bir “Kredileşme Kooperatifi” kurmalıyız. Kooperatifin kuyumcu üyeleri “Altın Bonosu” çıkarıp kooperatife vermelidirler. Altın bonoyu getirenlere altını vermelidirler. Sonra altın bono gümüşle alınıp satılmalıdır.

Bunun dışında ülkelerde “Çalışma Kooperatifleri” kurulmalı, “İmar Bonosu” çıkarılmalıdır. Sonra illerde “Hizmet Kooperatifleri” kurulmalı, oralarda da “Demir Bonosu” çıkarılmalıdır. Bucaklarda “İşletme Kooperatifleri” kurulmalı, oralarda da “Buğday Bonosu” çıkarılmalıdır. Mübadele aracı bunlar olmalıdır. Bunlar da “İşletme Senetleri” karşılığı çıkarılmalıdır.

İşletme senetleri de ambara giren mal karşılığı çıkarılmalıdır. Dolayısıyla para ambara konmuş mallar karşılığı olmalı yahut yapılan yapılar karşılığı olmalıdır.

İşte bu para “KARŞILIĞI OLAN PARA”dır.

Allah’ın halifesi olan insanın “emeğiyle ürettiği değer” karşılığıdır.

Bunu yapmak Allah’a tapmaktır...

Bunu yapmak gerçek anlamda Allah’a ibadet etmektir…

Bunun aksini yapmak ve “KARŞILIKSIZ PARA” ile yaşamak ise sermayeye veya siyasete tapmaktır, onlara ibadet etmektir...

***

Düşünsenize… Bu hakikatlerin ışığında düşünsenize…

Biz her gün sadece ve sadece karşılıksız paraya hizmet ederek yaşamıyor muyuz?

Bu yaptığımız işlerden sonunda sömürü sermayesi yararlanarak dünyayı sömürmüyor mu?.. Irak ve Afganistan’da Müslüman kardeşlerimizi bizim emeğimizi karşılıksız para ile çalarak katletmiyor mu?.. Dünyanın her tarafında bütün beşeriyeti sömürmüyor mu?..

Sömürü sermayesi devletlere altın karşılığında para çıkaracağını vaat etti... 1970’lere kadar sözünde durdu... Ondan sonra adeta tanrılığını ilan ederek karşılıksız dolar çıkarmaktadır... Doların ve ona bağlı paraların borçlusu yoktur, karşılığı da yoktur!!!

***

O halde ne yapmalıyız?

Bugün TL’yi kullanmazsak ekmek alıp yiyemeyiz.

Peki, parayı kullanmayalım mı?

Cebindeki 20 liranın bugünkü değeri bellidir. Dolayısıyla 20 liranın içinde gerçek değerler vardır. Onun ne olduğu bellidir. Bugün bu parayla kuyumcuya gittiğiniz zaman, bunun karşılığında size şu kadar gram altın veririm diyor. Ancak onun yarın veya daha sonra değerinin ne olduğu bilinmemektedir!!!

O halde alışverişi “TL” üzerinden yapacağız ama borçlanmayı “ALTIN” veya “GÜMÜŞ” üzerinden yapmalıyız. Tasarruflarımızı ortak hesaplarda birleştirip “ALTIN HESABI”na yatırmalıyız...

Bu günlük, bu kadar “PARA” muhabbeti yeterli olsun!

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2011 Yazıları
1-2011 Ocak
1405 Okunma
2-2011 Şubat
1256 Okunma
3-2011 Mart
1278 Okunma
4-2011 Nisan
1350 Okunma
5-2011 Mayıs
1234 Okunma
6-2011 Haziran
1299 Okunma
7-2011 Temmuz
1197 Okunma
8-2011 Ağustos
1197 Okunma
9-2011 Eylül
1246 Okunma
10-2011 Ekim
1249 Okunma
11-2011 Kasım
1269 Okunma
12-2011 Aralık
1189 Okunma

© 2024 - Akevler