|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
MAYIS 2011 |
|
|
|
Çılgın Proje “Adil İstanbul”, “Adil Anayasa”dır
Reşat Nuri EROL
01.05.2011
Çılgın Proje “Kanal İstanbul” değil, “ADİL İSTANBUL”dur; “ADİL TÜRKİYE”dir, “ADİL DÜNYA”dır. Yani Türkiye’de, bütün dünyaya “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ” olarak örnek olacak “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” tesis etmektir. İstanbul, Türkiye ve dünyanın yani bütün insanlığın en acil ve bir an bile geciktirilmemesi gereken “asıl projesi” budur.
Çılgın proje “Kanal İstanbul” değil, “ADİL ANAYASA”dır; “ADİL TÜRKİYE ANAYASASI”dır, “ADİL DÜNYA/İNSANLIK ANAYASASI”dır. Yani Türkiye’de, bütün dünyaya “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI Projesi” olarak örnek olacak “bir anayasa” hazırlayıp yürürlüğe koymaktır. İstanbul, Türkiye ve dünyanın yani bütün insanlığın en acil ve bir an bile geciktirilmemesi gereken “asıl projesi” budur.
Dünya (yani bütün insanlık), kıtalar (mesela Afrika, Asya), bölgeler (mesela Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar yani Türkiye’nin tüm çevresi), birlikler (mesela Avrupa Birliği), ülkeler (Türkiye dâhil, istisnasız dünyadaki bütün ülkeler), iller (doğu-batı, kuzey-güneydeki bütün illerimiz), ülkemizdeki bütün ilçeler ve bucaklar “Kanal İstanbul” değil;
“ADİL İSTANBUL”, “ADİL TÜRKİYE”, “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ” ve “ADİL ANAYASA”, “ADİL TÜRKİYE ANAYASASI”, “ADİL DÜNYA/İNSANLIK ANAYASASI” bekliyor…
Yani bütün dünyada zulümleri ve savaşları, zalim yönetimleri ve yöneticileri, zalim düzenleri ve sistemleri, zalim sömürüleri ve yoksullukları sona erdirecek bir hak, eşitlik, barış ve adalete dayalı “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI Projesi” bekliyor…
***
“Medine Sözleşmesi/Anayasası” size bir şey hatırlatmıyor mu?
Hazreti Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar “örnek” alınacak “Medine Devleti”ni kurarken, her şeyden önce ve en başta ne yaptı:
ANAYASA…
O’ndan sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar, “adalet” merkezli bu anayasa prensiplerine bağlı oldukları oranda başarılı oldular ve hükümranlıkları devam etti; “zulüm” merkezli yönetime yöneldiklerinde de başarısız olup tarihteki yerlerini aldılar... Malum, “adalet” mülkün yani hükmetmenin temelidir...
Yine malumdur ki, “zulüm” ile âbad olunmaz, olunamaz, olunamıyor...
Dünkü yazımın sonunda da meselenin ehemmiyetini kısmen hatırlatmıştım; bir kere daha hatırlatıyorum: Dokuz yıldır, isminde “adalet” kelimesi, elinde “anayasa çoğunluğu” olan ve “bir anayasa” bile yapamayan AKP iktidarı, şimdi “yeni anayasa” yapacakmış!!!
Hadi canım sen de, hadi canım siz (AKP) de!!!
“Anayasa meselesi”ni niye hatırlattım?
Bizim bir de “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çılgın projemiz var…
Başbakan ve AKP’liler ilgilenmiyor ama halkımızın bilgisine ve ilgisine sunulur…
Evet, aynen böyle demiş, artık meseleyi Hakka ve halkımıza havale etmiştim…
Anayasa Çalışmalarımıza 1970’li yılların başlarında İzmir’de başlamış, haftalık “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” seminerlerimizi bizzat bendeniz organize etmiştim; bu çalışmalarımız 12 yıl ve 610 haftadan beri hâlen İstanbul’da devam ediyor…
***
Bu vesileyle minik bir sitem ve hatırlatma/tebliğ/irşad daha:
Tam da bu yazıyı yazıyorken, bir vesileyle televizyonu açtım, kanalları gezerken, I. Oturum Müzakereleri’nde “Yeni Anayasanın Felsefesi ve Temel Prensipleri”ni müzakere eden “Abant Platformu” katılımcılarının konuşmalarına rastladım ve bir müddet izledi. Konuşmalardaki eksikliklere ve “anayasa” meselesinde asıl derde deva olacak çare ve çözümlerin dile getiril/e/memesine üzüldüm...
Biz, İzmir’de 1965’ten itibaren birkaç yıl Fethullah Gülen ile birlikte çalıştığımız, son bir-iki yıl içinde İstanbul’daki en üst düzey “cemaat” yöneticilerine üç ayrı zaman ve mekanda çalışmalarımızın ulaştığı seviyeyi “tebliğ” ettiğimiz, ayrıca Fethullah Gülen Hocaefendiye de bazı çalışmalarımızı bizzat gönderdiğim halde; ısrar ve inatla bizi ve çalışmalarımızı görmemezlikten geliyorlar!!!
Herkesle ve her kesimle “diyalog ve işbirliği” ama “Müslümanlar” ve özellikle “Adil Düzen Çalışanları ve Çalışmaları” hariç; nasıl “diyalog ve işbirliği” oluyorsa?!.
***
Bin yıllık medeniyet projesi
Reşat Nuri EROL
03.05.2011
Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin veya yönettiklerini zannedenlerin “gelecek” ile ilgili “proje” ve vizyonu ne kadar geniştir, ne kadar uzak görüşlüdür ve kaç yıllıktır?
10 yıl, 100 yıl, 1000 yıl…
Kaç yıllık?!.
Ya da sorumu şöyle sorayım: Siz, Türkiye’de (hattâ bütün dünyada) bu konularda Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “1000 Yıllık Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Hani bir yazar (Turgut Özakpınar) “Şu Çılgın Türkler” diye bir kitap yazmıştı ya; “çılgınlık” o kitapta olumlu anlamda ele alınıyor, “çılgınlık” Cumhuriyet’i kuran kadronun adeta imkânsızı başarması anlamında dile getiriliyordu. O kadro bu çılgın hedefi gerçekleştirdi ve o kadronun lideri Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurduktan çok değil sadece birkaç yıl sonra hangi “çılgın” hedefi gösterdi: Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Evet… Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Yine mukadder ve mutlaka sorulası, üzerinde de gereğince durulası bir soru daha: Siz, seksen kusur yıldan beri, Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “Türkiye’yi muasır medeniyetin fevkine ulaştıracak Yeni Bir Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Yani…
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.
***
Merhum Erbakan Hocamız ile yıllarca bu “projeler” üzerinde çalıştık…
Hattâ Hocamız ömrünün son yıllarında bile telefon eder, “Reşat, çalışmamız lazım, Süleyman (Karagülle) beyle birlikte gelin de çalışalım…” der; bir araya gelir ve o hasta hâliyle bile bir celsede en az 5-6 saat çalışırdık…
“O”nun olduğu toplantılarda en çok “Mücahit Erbakan” diye haykırdık ya; gerçekten malı ve canıyla (canı ve sağlığı pahasına) son nefesine kadar çalışan bir mücahit…
Seksenli yıllardan itibaren, takriben 25 yıl öncesinde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Dünya Medeniyeti Projesi Çalışanları” olarak Erbakan Hocamızın önderliğinde Altınoluk (Balıkesir) veya Ankara’da bir araya gelir, saatlerce, günlerce, haftalarca çalışırdık… Proje oluşturulduktan sonra, bilahare konferanslarla anlatma ve dünyaya duyurma dönemi başladı… Erbakan Hoca, bütün beşeriyeti içinde bulunduğu buhran ve bunalımlardan, yani “sosyal tufanlardan” ve “zalim dünya düzeninden” kurtaracak olan çılgın projesini Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya anlatmaya başladı…
Yıllardan beri Türkiye’de ve dünyada bu projeyi duymayan ve bilmeyen var mı?..
YOK!
“D-8, D-20, D-60, D-160 Projesi” de bu konuda atılmış ilk reel adım değil mi?..
DEĞİL Mİ?..
***
… Ve bütün bu gelişmelerin içinde yaşayan, hattâ ilk gençlik yıllarından itibaren bu hareketin içinde büyüyen biri/leri, şimdi utanıp sıkılmadan kendisini/kendilerini “projeci” diye lanse etmeye ve yutturmaya kalkışıyor/lar…
Hem de “Millî Görüş” gömleğini çıkardıktan ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ceketini ise başından beri hiç giymedikten sonra… Hele bu “Adil (Ekonomik) Düzen Meselesi” daha da önemli, hattâ her şeyden de önemli... Çünkü, aradan bir yıldan biraz fazla zaman geçti; o “sözde projeci” kişi, bizzat “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Medeniyet Projesi”nin fikir babası Süleyman Karagülle’ye, uzun telefon görüşmesinde ne dese beğenirsiniz: Ben “Adil Düzen”e başından beri karşıydım ve inanmıyordum!!!
Kendisi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı ya; bizim yerli, millî ve İslâmî/insanî/barışçı projemizi ne yapsın?!.
Kendileri “muhafazakâr” ya; O’na ve onun peşinden gidenlere, ABD’li neo-konların yani yeni-muhafazakârların BOP ya da BİP (Büyük İsrail Projesi) projeleri yeter!!!
***
Bin Ladin ve “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”
Reşat Nuri EROL
05.05.2011
İyiler ve kötüler…
Adiller ve zalimler…
Barış taraftarları ve savaş taraftarları…
Dünyada şimdiye kadar var olan mücadele bunlar arasındaydı, sürmekte olan mücadele bunlar arasında…
Bundan sonra kıyamete kadar sürecek mücadele de bunlar arasında olacaktır…
“İyiler ve Kötüler” Mehmed Şevket Eygi’nin bugünkü (3 Mayıs) yazısının başlığı ve şu cümleyle başlıyor: “Bugünkü agresif ABD Evangelistlerinin dokuz yüz sene önceki Haçlılardan pek farkı yok.”
Bin yıl önce Haçlılar İslâm ülkelerine hangi gerekçelerle ve hangi projelerle gelmeye başladılar; bin yıl sonra bugün hangi gerekçelerle ve hangi projelerle geliyorlar; hangi gerekçelerle Pakistan, Afganistan, Irak, Filistin, Libya, Sudan’da (ve diğer İslâm ülkelerine) hangi sudan sebeplerle katliam, işgal, terör, tecavüz, sömürü, soygun yapıyorlar?!.
Kur’an’ın dediği gibi, onlar “Biz ıslah edicileriz” diyorlar; Afganistan, İran (İran-Irak savaşında), Irak’ta birer milyon insanı, Filistin ve Bosna (güya medeni Avrupa ortasında) dahil Müslümanların yaşadığı ülkelerde yüzbinleri savaş terörüyle katlediyorlar; hayatta kalan milyonlara da çok yönlü “sosyal tufanlar” içinde zulmediyorlar…
Bütün bu katliamlarının, vahşetlerinin, çok yönlü sömürü, tecavüz ve zulümlerinin günahını da 11 Eylül öncesindeki nice yıllarda ve 11 Eylül sonrasındaki on yılda da, kendi yetiştirdikleri ve Afganistan’daki Sovyet savaşlarından beri kendi işbirlikçileri olan günah keçisi Bin Ladin’e atıveriyorlar!!! Soğuk Savaş bitti, Afganistan ve Irak işgalleri bitti, diğerleri de bitmek üzere; dolayısıyla Bin Ladin’in son kullanma tarihi de bitti…
Şimdi “BOP” veya “BİP” diyerek, “demokrasi ve özgürlük” diyerek, değişik ülkelerde “renkli halk devrimleri” yaptırarak, Müslüman ülkelerde son kullanma tarihleri gelip geçmiş olan kendi ürettikleri “diktatörleri” devirmenin ve yeni “zalim sömürü düzenleri” kurmanın zamanıdır…
Bin yıllık zalim Haçlıların yani “kötülerin/ zalimlerin/ savaşçıların” plan ve projesi (BOP/BİP) bu ama elbette Allah’ın ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan “iyilerin/ adillerin/ barışçıların” de bir plan ve projesi var ve O/onlar plan ve proje yapanların en hayırlılarıdır.
O proje “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”, “III. Bin Yıl Medeniyet Projesi”dir.
Yani…
“ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.”
Bu vesileyle, -önceki yazımda da hatırlattığım üzere,- bizim “Bin Yılık Medeniyet Projemiz” olan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e başından beri karşı olup inanmayan; ama ABD’li Haçlı Evangelist neo-konların yani “yeni-muhafazakârların” projelerine (BOP/BİP) inanıp eş başkanlık yapan bizim “yerli-muhafazakâr/lar”ın başının ve bendelerinin inandığı ve “muhafazakârlık ettiği” ettiği “proje” neymiş, ona bakalım.
Proje başlangıçta dardı, zamanla daha çok sömürmek için genişletildi. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı (GOKAP) da kapsayan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), ABD’nin Fas, Moritanya, Libya, Sudan yani bütün Kuzey Afrika ile Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye ile bütün Arap dünyasını içine alan “İslâm Coğrafyası sömürü stratejisi ve projesi”dir.
Uzun vadede gerçekleştirilmeye göre planlanıp projelendirilmiştir.
ABD’nin, “yeni-muhafazakârlar” (neo-konlar) denilen ekibinin ve onların dünyadaki işbirlikçilerinin 1997’de geliştirdiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) bir alt unsurudur. Aslında BOP, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Orta Doğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” plan ve projesinin devamından ibarettir.
1997 yılına dikkat!
1997 yılında Türkiye’de (Erbakan ve 28 Şubat) ve ondan yüz yıl öncesinde 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde (I. Siyonist Yahudiler Kongresi) ne oldu?
Bin yıl öncesinde, basit bahanelerle Haçlı Seferlerini başlattılar…
Birkaç on yıl önce de “Bin Ladin”, “İslâm tehdidi”, “İslâmcı terör”, “medeniyetler krizi”, “medeniyetler çatışması”, “diktatörler ve rejim değişikliği”, “küresel güvenlik”, “enerji güvenliği”, “demokrasi ve özgürlük ihracı” ve daha nice kavramların bugün yaşadığımız savaşlar ve “yeni sömürü projeleri”nin ön hazırlıkları olduğunu artık çok iyi biliyoruz...
***
Medeniyet Projesini gerçekleştirme sırası bizde
Reşat Nuri EROL
06.05.2011
İnsanlık Avcılık ve Çobanlık Dönemi’nden Tarım Dönemi’ne ancak “NUH TUFANI”nı yaşayarak evrilip geçebildi…
Bilahare çağımızda Tarım Dönemi’nden Sanayi Dönemi’ne evrilen dünya şimdi ne yapıyor, “SOSYAL TUFAN” yaşıyor mu; yaşıyorsa bu tufandan nasıl kurtulacak?..
Tufandan kurtulmak için ne yapacak?..
Çağımızın “Nuh’un Gemisi”ni nasıl ve kim/ler yapacak?..
Nuh Tufanı’ndan sonra Mezopotamya Medeniyeti’ni Hazreti Nuh kurduğuna göre, çağımızda bu görevi kim/ler yapacak?..
Yani…
Çağımızdaki “III. Bin Yıl Medeniyeti” kim/ler tarafından kurulacak ve nasıl şekillenecek? “Yeni Dünya Düzeni” bir müddet sonra “Yeni Dünya Medeniyeti” olarak tezahür edebilecek mi; edecekse nasıl edecek, kim/ler tarafından inşa edilecek?..
Meseleye daha net bir açıklık getirelim ve sorumuzu ve açıkça soralım:
-ABD Başkanı George Bush tarafından ilk defa Ağustos 1990’da açıklanan “Yeni Dünya Düzeni” neydi; millî devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar parçalamak, sonra da dünyayı kanla, savaşla, zulümle, sömürüyle yönetmek miydi?!.
Yoksa ABD gibi “terörist devlet” benzeri bir şey, yani bugüne kadar bilmediğimiz daha başka bir şey miydi?!.
Aradan yirmi yıl geçti, ABD halkına ve bütün beşeriyete soruyorum:
- Beklediğiniz, özlediğiniz, hayal ettiğiniz “Yeni Dünya Düzeni” bu muydu?!.
Ve bu “faizci, emperyalist, sömürücü ve milyonlarca insanı katledici, geride kalanları çok yönlü perişan edici zalim dünya düzeni” geleceğin beklenen “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni yani “Hak ve Adalete Dayalı Dünya Medeniyeti”ni kurabilir mi?
Sorular çoğaltılabilir…
Ama akledip fikredenler için bu kadarı yeterli değil mi?
***
İlk örneğimiz veya tarihî silsilede diğer örneklerimiz neydi?
Mekke ve Mekke’de “Daru’l-Erkam”lar yani “Eğitim Evleri” ve oralarda yetişenler…
Medine ve “Medine Sözleşmesi/Anayasası” ve medeniyetin ilk çekirdeği “Medine Devleti” ki; kıyamete kadar örnek alınası bir model…
Ardından Emeviler (arada Endülüs Medeniyeti de var, İber Yarımadası’nda), Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar…
Ve bugünkü Avrupa/Batı Uygarlığı…
Selçukluların ve Osmanlıların torunlarına soruyor ve diyorum ki:
- O zaman da Roma/Bizans ve Persler vardı; şimdi Vahşi Batı var…
- O zaman Mekke, Medine ve bir avuç Müslüman vardı; şimdi BİZ varız…
- Ne dersiniz; “Mekke Dönemi” mi, yoksa “Medine Dönemi” mi yaşıyoruz?..
- Çağımızın “Mekke Dönemi” gelip geçti, artık “Medine Dönemi”ne ulaştıysak… Hani nerde çağdaş “Medine Sözleşmesi/Anayasası”, hani nerde çağdaş “Medine Devleti” model şehir ve yönetim uygulaması, hani nerde çağdaş Firavunlara, Nemrutlara, zalimlere “Adalete ve Adil Dünya Düzeni”ne davet eden “mektuplar” yazan başkanlar?..
NERDE?..
***
- “Millî Görüş Hareketi ile Lideri Necmeddin Erbakan ve O’nun ‘ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ’ daveti vardı ya”; diyenleriniz var mı?..
Varsa; bu idrak ve şuurda olanlar gerçekten varsa…
İşte özellikle onlara derim ki:
- Necmeddin Erbakan geldi, malıyla ve canıyla cihad eden bir “MÜCAHİD” olarak görevini yaptı ve gitti…
- Şimdi O’nu örnek alarak ve O’nun izinde giderek yola devam etme sırası sende/bende/BİZDE…
- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “çalışma” sırası sende/bende/BİZDE…
- “Medeniyet Projesi”ni gerçekleştirmek sırası SENDE/BENDE/BİZDE…
***
Medeniyet inşasına bir “medine”den başlanır
Reşat Nuri EROL
07.05.2011
Tam da “yeni bir medeniyet” inşasına bir “medine”den yani bir “şehir”den, ya da -bizim hep iddia edip projelendirdiğimiz üzere- bir “bucak”tan başlanır diyecekken, araya başka şeyler girdi. Oysa ne de güzel, iyi ve hayırlı şeylerden söz ediyorduk...
“İnsanlık, ilim, İstanbul ve Çılgın Proje!” diyerek başlamış, “Bizim Çılgın Proje/lerimz”i yazmış, “Çılgın Proje ‘Adil İstanbul, Adil Anayasa’dır” demiş ve “Bin yılık medeniyet projesi” diye noktayı koymuştum ki; araya “Bin Ladin” giriverdi!..
Öyle olunca, “iki mesele”yi harmanlayıp “Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” demek zorunda kaldım.
Dün de yazdım, bugün bir kere daha tekrar hatırlatıyorum; aslında bütün olanlara ve her şeye rağmen demem o ki: “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “ÇALIŞMA” sırası sende/bende/BİZDE...
Bu “yeni medeniyet projesi”nin başı ve başlangıcı bir bucak, küçük bir medine, yani bizim daima örnek alınası biricik modelimiz Medine, Medine Sözleşmesi/Anayasası, Medine Devleti...
Ve çağımızda bir an önce projelendirilip kurulası, yaşanıp bütün dünyaya örnek olarak uygulanası “ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”…
Günlerdir o örnek “medine/şehir ve medeniyet projesi” üzerinde duracak, onu yazacaktım. Araya başka şey/ler girdi, mecburen onlar üzerinde durdum, onları yazdım...
Neydi onlar?
***
Geçen gün “Yeni Amerikan Yalanları” ile uyandık, hem de içine “Geronimo” katarak yapılan “merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” cinsinden bir yalan.
Oysa yalanların yani hakikatin, gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu var: 11 Eylül Saldırısı’nın “Derin Amerikan Yalanı, Derin Amerika Kurgusu” olduğu, ardından “Kitle İmha Silahları/Yalanları” ve “Saddam-El Kaide” bağlantısının uydurma bir bağlantı olduğu, tek tek ortaya çıktı, kanıtlandı.
Er ya da geç; eceliyle ölen “Bin Ladin Palavrası”ndan da kaçış yok!
Tekrar bizim “Çılgın Proje”mize dönelim…
Bizim bu konularda kırk yıldan beri yani bugüne kadar dediklerimiz ve bundan sonra diyeceklerimiz bitmedi, bitmez.
Ne zamana kadar bitmez?
Çağdaş “medine/medeniyet modeli” yani “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” bina edilip bizzat yaşanıncaya kadar bitmez.
“Çılgın Proje”nin hiçbir faydası olmadıysa; hiç olmazsa bizim kırk yıllık ve ömürlük, daha doğrusu bin yıllık “medine ve medeniyet projemizi” yazmamıza ve sizlere hatırlatmamıza vesile oldu.
Başkaları da yazdı ve önemli şeyler hatırlattılar.
Önce Ahmet Hakan, “Gazete iktidar taraflısıysa, köşe yazarları projeyi göklere çıkardılar, muhaliflerse yerin dibine batırdılar” dedi.
İkisinin ortası yok!
Hani biz vasat bir ümmet olarak vardık ve her şeyin ortasını bulurduk.
O vasat ümmete ne oldu, o ümmet nerelerde?
Murat Bardakçı dedi ki: “Ben biliyorum ki Mimarlar Odası, Mühendisler Odası dava açacaklar. Mimarlar Odası, İstanbul için neye karşı çıkarsa o proje İstanbul’un hayrınadır.”
İstanbul gibi bir şehrin, koca bir ülkenin mimar ve mühendislerinin adı böyle kötüye çıktıysa; vay o şehrin ve ülkenin haline…
Ahmet Altan bile bu konuda hiç de beklenmeyen şeyler yazdı: “Bu ihtiraslı cesaret, bize Türkiye’nin nerelere geldiğini de gösteriyor. İsmiyle “müsemma” böyle “çılgın projeyi” hayata geçirebilecek bir düzeye varmış bir ülke Türkiye. Kimse, “Biz böyle bir projeyi gerçekleştiremeyiz” demedi. Herkeste Türkiye’nin bunu yapabileceğine güven tam. Projenin yapılıp yapılamayacağı değil, yararlarıyla zararları tartışılıyor.”
***
Evet, aynen öyle…
“Çılgın Proje”nin veya benzeri daha nice projelerin yararları ve zararları nelerdir?
Önce bu projeleri ortaya koymak..
Sonra o projeleri enine boyuna tartışmak..
En sonunda ittifak edilip kamuoyunca kabul edilip benimsenmiş projeleri uygulamak…
Bu “medine ve medeniyet projeleri” üzerinde duracağımıza, nelerle uğraşıyoruz!!!
***
Bin Ladin’den önce, Bin Ladin’den sonra
Reşat Nuri EROL
08.05.2011
Küresel çatışmanın kodlarını iyi kavramak gerekiyor…
Küresel güç veya güçlerin ne yapmakta olduğu ve güç karşısında ne yapılması gerektiği iyi kavranmazsa, onların hegemonyası, hükümranlığı, zulümleri ve katliamları sürer gider… Nitekim sürüyor…
Ne zamana kadar sürer?
İnsanlık uyanıp olanları kavrayana ve gereğini yapana kadar sürer gider…
“Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” başlıklı yazımda da anlattığım üzere, insanlık “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere uyanıncaya ve bu projeyi uygulayıncaya kadar sürer gider...
11 Eylül’ün ABD halkı açısından “iç ve dış çatışma” olmak üzere iki yönü var.
Güya demokrasi ile yönetilen ABD’de sadece iki parti var ve her iki parti de bizim “sömürü sermayesi” dediğimiz “küresel güç” yani “tek güç” tarafından kontrol ediliyor.
Ancak, bu gücün karşısında “halkın gücü” var ama “ABD halkının uyanışı” yavaş seyretmekle beraber giderek hızlanıyor.
Evet, ABD’deki ikinci güç “halkın gücü”dür; halk sömürü sermayesi tarafından kullanıldığını ve sömürüldüğünü giderek anlamakta, kavramakta ve uyanmaktadır.
Müslüman bir babanın oğlu ve zenci Obama’nın başkan seçilmesi, halkın sömürü sermayesine gösterdiği ilk tepkidir ve bu tepki farklı şekillerde hep sürdürülecektir...
Tekrar 11 Eylül ve Üsame Bin Ladin meselesine dönelim.
İkiz Kuleleri yıkmak kesinlikle Bin Ladin’in yapabileceği bir operasyon değildi.
Öyle olsaydı, ABD’de bu kadar senedir irili ufaklı daha başka terör olayları olması gerekmiyor muydu; neden olmadı, olmuyor?
11 Eylül bir kurguydu ve ABD’ye hükmeden sömürü sermayesinin küresel hedeflerini gerçekleştirmek için yaptığı bir operasyondu.
Sovyetler yıkılıp sağ-sol çatışması ve komünizm heyulası sona erince, sömürü sermayesine insanlığı aldatacağı yeni bir araç, bahane, gerekçe gerekiyordu.
Bunu 11 Eylül saldırısı ile gerçekleştirdi ve ABD askerlerini bir kere daha savaş sahnesine sürdü; Afganistan ve Irak’a…
Üretilen “Amerikan Yalanları” neydi; Üsame Bin Ladin ve İslâmî Terör!!!
Dünyada adı “İslâm” yani “barış” olan bir “din” ile “terör”ü yani “savaş ve katliam”ı bağdaştırmak kadar aptalca ve ahmakça veya sinsice ve haince bir şey olabilir mi?
Ama sözkonusu olan sömürü sermayesi ve küresel güçse, aslolan sömürüdür, gerisi teferruattır!..
Bin Ladin Sovyetler döneminde sürdürülen Afganistan cihadında bizzat sömürü sermayesi ve onun maşası CIA tarafından üretilip kullanılmış; Sovyetlerin yıkılışı sonrasında ise farklı bir şekle dönüştürülmüş bir semboldür.
Üsame Bin Ladin gerekçesi, “İslâmî Terör” diye özellikle son yıllarda tepe tepe kullanıldı, Afganistan ve Irak işgallerine ve milyona varan insan katliamlarına bahane kılındı… Savaş, işgal, vahşet ve çok yönlü sömürü operasyonları sona erdirilince de, Üsame Bin Ladin bahanesi tasfiye edilip güya denize atıldı!
Şimdi de bütün insanlığın ve bu arada bizim de bu sömürü sermayesi senaryosuna inanmamız isteniyor!!!
Evet, Üsame Bin Ladin tasfiye edildi.
Acaba neden tasfiye edildi?
Çünkü sömürü sermayesi taktik değiştirdi.
Mahir Kaynak bugünkü (7 Mayıs) yazısında diyor ki: “Usame Bin Ladin’in tasfiyesi bundan sonra terörün siyasi hedeflere ulaşmak için kullanılmayacağını, yeni dönemde kitlesel eylemlerin, iç savaşların ve bölgesel çatışmaların ön plana çıkacağını düşündüm ve Akdeniz bölgesindeki eylemleri bunun bir işareti saydım.”
Demek ki neymiş?
Libya’dan Bahreyn’e, Suriye’den Yemen’e kadar gelişmekte olan olaylara bir de bu pencereden ve perspektiften bakmak gerekiyormuş...
Ne dersiniz, ülkemizdeki son Kastamonu saldırısına da bu pencereden bakalım mı?
Cumhurbaşkanımız bir müddet önce “iyi şeyler olacak” demişti ya…
Kimi Kürt politikacılar da “kötü şeyler olacağını” söylüyorlar ve bunların Akdeniz havzasındaki ülkelerde cereyan eden eylemlere benzeyeceğini ileri sürüyorlar.
Ne dersiniz; bu ağız kimin ağzı, bu söylenenler kimin söylemi, konuşanlar kimin adına konuşuyorlar?..
Hülasa, Üsame Bin Ladin bahanesinden sonra dünya değişiyor, farkında mısınız?..
Sömürü sermayesi “küresel projeler” üretiyorken, bizimkiler “kanal projeleri” ile oy/alanıyorlar…
***
Bin Ladin ve Türkiye’deki seçim!
Reşat Nuri EROL
09.05.2011
Mahir Kaynak ile tanışmamız “sürpriz” bir şekilde oldu.
Yıllar önce TV5’in canlı yayınlanan bir programına davet aldım ve kabul ettim. Sürpriz, programa götürmek üzere gelen arabanın içinde Mahir Kaynak ile karşılaşmam şeklinde oldu, meğer o da aynı programa davetliymiş!
İstanbul trafiğinde, Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçinceye kadar epey vaktimiz oldu, önemli şeyler konuştuk...
Meğer seksenli yıllardan beri bizi ve “Adil Düzen Çalışmalarımızı” biliyormuş, o yıllarda İzmir Akevler’deki çalışma arkadaşlarımızın bir konferans organizasyonuna konuşmacı olarak katılmış...
Süleyman Karagülle Hocam, son yıllardaki haftalık “Adil Düzen Dergisi” çalışmalarımızda Mahir Kaynak’ın yazılarını yorumluyor…
Mahir Kaynak son zamanlarda hafta sonu Cumartesi ve Pazar günleri sadece iki yazı yazıyor. “Üsame Bin Ladin” ile ilgili yazacaklarını merakla bekliyordum ki, yine bir “sürpriz” ile karşılaştım: Son iki yazısında beklediğim konuyu doğrudan yazmadı, sadece son yazısının en sonunda küçük bir paragraf ve onda da “Üsame Bin Ladin” ismi geçmiyor!!!
Öyle yapmasının sebebi var, onu çok iyi anlıyorum. Geçmişte her ikimiz de “Aslında El-Kaide diye bir terör örgütü yok!” içerikli yazılar yazdık…
“El-Kaide” diye bir terör örgütü yoksa, bize sunulan “Üsame Bin Ladin” diye biri nasıl olsun ki; her ikisi de aslında yok!!!
Başından beri ABD yani sömürü sermayesi senaryoları ve son olarak “Üsame Bin Ladin Öldürüldü!” diye sunulan “ABD Yalanları”…
Hepsi bu kadar!!!
Mahir Kaynak, başta da dediğim üzere, “tesbit ve teşhis” konusunda aynen katıldığım mesele ile ilgili görüşünü tek ve kısa bir paragrafta özetlemiş, müstakil bir yazı yazma gereği bile görmemiş. Meseleyi gerçekten anlayıp kavramak isteyenlere bu kadarı yeterlidir.
Buyurun, işte o paragraf: “El-Kaide’ye atfedilen eylemlerin ilk gününden itibaren gerçek dışı olduğunu ve bunun ABD’nin bozulan dünya dengesinin yerine yenisini kurmak için uygulamaya başladığı çok büyük projenin bir parçası olduğunu söyledim. Çünkü bu örgüte atfedilen eylemler ya bir mucizeydi ya da El-Kaide bir marka olarak kullanılıyordu. Eylemler büyük projenin kamuoyu oluşturma çalışmalarıydı. Örgüt işini bitirince tasfiye edildi ve yeni modeller yürürlüğe kondu.” NOKTA.
İşte bu kadar, “TERÖR” bitmiştir, mesele kapanmıştır!!!
***
Sömürü sermayesi ne yapıyor?
“Küresel Projeler” hazırlıyor, onları Hollywood senaryosu hâline getiriyor, sonra filmleştiriyor ve çağımızdaki “sanal ve zalim dünya düzeninde” elindeki bütün imkanları kullanarak fal taşı gibi açılmış gözlerimizin içine sokuyor, beynimize kadar adeta hükmederek bu yalanlara işte böyle inanacaksınız diyor!!!
Hatırlasanıza…
- 28 Şubat 1997’den önce ve sonra neler oldu?..
- Erbakan’dan önce ve sonra neler oldu?..
- AKP’den önce ve sonra neler oldu?..
- AKP nasıl kurulup iktidar oldu?..
Ve…
Şimdi…
- Türkiye’de nasıl bir “SEÇİM” oluyor veya gerçekten “SEÇİM” oluyor mu?!.
Ya da geçenlerde bir yazımda sorduğum gibi tekrar ve açıkça sorayım:
- Siz Türkiye’de gerçekten “DEMOKRASİ” olduğuna inanıyor musunuz?..
- Önümüzdeki 12 Haziran’da biz vatandaşlara gerçekten “SEÇİM” yapma imkanı verildiğini kabul ediyor musunuz?..
- Mesela, dünyada hangi demokraside yüzde 10 barajı var?!.
CHP’de kaset savaşları…
MHP’de kaset savaşları…
AKP’de de kaset savaşları başlarsa, sakın şaşırmayın…
Deniz Baykal kasetle gitti, birden “Kemal” diye biri geliverdi; aynen bir zamanlar “Kemal Derviş” diye birinin gelivermesi gibi…
Devlet Bahçeli de -gerekirse- her an gidebilir…
Diğerleri de…
Küresel projeler, sömürü sermayesi senaryoları ve Türkiye’deki SEÇİM!
Siz hâlâ Türkiye’de demokrasi var, demokratik seçim var zannedin.
***
Faiz, anayasa, başörtüsü ve zina!
Reşat Nuri EROL
10.05.2011
Bugün “medine ve medeniyet, sulh ve selamet, barış ve adalet, nizam ve saadet” kelimeleriyle özetleyebileceğim içerikli bir yazı yazmayı planlıyordum ki, yine olmadı!
Gündem ve gelişmelerin öylesine yoğun olarak değiştiği bir ülkede yaşıyoruz ki, evdeki hesabın çarşıya uymaması misali, akıldaki hesap günlerdeki değişime uymuyor!
Köşe yazarıyız ya; her zaman olmasa da, zaman zaman mecburiyetten günlük gelişmelere ve sıcak gündeme uymak gerekiyor…
Böyle yapmayı pek sevmesem de!..
Ekonomi konularında “faiz meselesi”nin en önemli hassasiyetim olduğu okuyucularımın malumudur.
Başbakanımız geçenlerde ilk defa “faizleri sıfırlamak hedefi”nden söz etti!
Seçim dönemindeyiz ya, güzel hedeflerden söz ediliyor…
***
Peki…
“FAİZLER” halkımızı ve ülkemizi çökertirken, iflaslar ve intiharlar şirketleri ve aileleri yok ederken, dokuz yıldır neredeydin, AKP’liler olarak hepiniz nerelerdeydiniz?!.
Mesela, ülkemizdeki sadece “faizli kredi kartı batağı” şöyle:
Faizli kart ve tüketici kredisi borcu 185 milyar lirayı aşmış, 2.1 milyon vatandaşımız icralık olmuş!
Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF), 2011 Mart sonu itibariyle “faizli kredi kartı ve tüketici kredisi” nedeniyle icraya düşen tüketici sayısının 2 milyon 100 bin 658 kişi olduğunu açıkladı.
TÜDEF Genel Başkan Yardımcısı Ali Çetin, “Merkez Bankası verileri AKP’nin ‘zenginleştik’ söylemlerine rağmen zenginleşen kesimin tüketiciler olmadığını ortaya koyuyor.
Vatandaş; iktidar ve yandaşları Karun kadar zenginleşirken 2 kilo mercimek, 2 torba kömür ile ‘sadaka ekonomisi’ yapanları, doğmamış çocukları bile binlerce dolar borçlandıranları iyi tanımalı, seçimleri iyi değerlendirmelidir” diyor.
Faizli kredi kartı ve tüketici kredisi tutarı 185,4 milyara ulaşmış!
Ardından iflaslar, dağılan aileler ve intiharlar!!!
Ekonomideki bir başka musibet, ihracat ve ithalattaki dengesizlik, ülkemizde ihracat değil ithalat rekor kırıyor.
Başbakan ve ilgili bakan ihracat patlaması ile övünürken, insan merak ediyor, ithalata başka birileri mi bakıyor, ba/şba/kanlık yapıyor!..
Bu yılın ilk iki ayında ihracat yüzde 22 artarken, ithalat yüzde 46 yükselmiş; böyle giderse yıl sonunda dış ticaret açığı 75 milyar doları aşacakmış...
Dış ticaret açığı 2010’da da 71 milyar dolar idi...
Türkiye’nin 2010 yılı petrol faturası 21 milyar dolar.
Hükümet dış işlemler cari açığının bu nedenle yüksek olduğunu söylüyor.
Medya da “cari açık” denilince hep “petrol faturası” tartışılıyor.
Oysa Türkiye’den her sene 10-12 milyar dolar FAİZ transferi ve 6-7 milyar dolar da KÂR transferi yapılıyor.
Yani değer olarak petrol faturası kadar, ancak bir maliyet unsuru olarak, bir yük olarak petrol faturasından daha ağır kalemler.
Petrol ithal ediyoruz ve üretimde kullanıyoruz.
FAİZ VE KÂR TRANSFERİ ise cari açığı kapamak için daha önce alınan FAİZLİ DIŞ BORÇ ve varlık satışlarından dolayı ortaya çıkıyor!
Faiz meselesi böyle!
***
Ayrıca…
Anayasa ve Yeni Anayasa meselesi var…
Müzmin başörtüsü meselesi var…
Bir de zina meselesi var…
Anayasa meselesinden başlayalım…
AK Parti’nin hukukçu, hem de güya Anayasa hukukçusu kurmaylarından Prof. Burhan Kuzu, Saadet Partisi’ni eleştireyim derken, başörtülü aday konusunda garip açıklamalarda bulunmuş. Kuzu’yu kurtlaştıran ve rahatsız eden mesele, Saadet’in 38 bayan adayından 34’ünün başörtülü olmasıymış!..
Diğer hukukçu kurmay Bülent Arınç bir seçim öncesinde “başörtüsü namusumuzdur” diyorken, başka bir AKP’li kurmay “gündemimizde başörtüsü yoktur” diyebiliyordu!..
Hülasa, dokuz yıllık iktidarları döneminde başörtüsü zulmü artarak devam etmiştir, böyle giderse aynen devam edecektir!..
Güya anayasacı(!) olan Burhan Kuzu da öyle diyor ve AKP hâlâ utanıp sıkılmadan “Yeni Anayasa” yapacağım diye oy istiyorsa, koyverin gitsin…
Bir de zina meselesi var ve Bülent Arınç bu musibet konuda bir şeyler demiş ama “yorum” yapmak içimden gelmiyor…
***
Kaset, küfür, kurşun ve “?!?!” ile seçim!
Reşat Nuri EROL
11.05.2011
Önce Ahlâk ve Maneviyat…
Millî Görüş Hareketi kırk yıl önce siyasete bu sloganla başlamıştı…
Ahlâk, maneviyat, millîlik değerleri ve “FAİZ”den “ZİNA”ya, “RÜŞVET”ten “diğer her türlü ahlâki erozyonlara” sebebiyet veren olumsuzluklara kadar, İslâmî hassasiyetler ve değerler (gömlekler) yok sayıldığında, işte bugünkü manzara ortaya çıkıyor…
Kişiler, gençler, aileler, şirketler, siyasiler ve her türlü STK yöneticileri, yani topyekün toplum ahlâkî, manevî, maddî ve sosyal açıdan tam bir “çöküntü” içinde…
Dinî, ilmî, iktisadî, siyasî hayatımız -her vesileyle hep hatırlattığımız üzere- “SOSYAL TUFAN” yaşıyor…
Millî Görüş gömleklerini çıkaranlar dokuz yıldan beri tek başlarına iktidar…
Böyle giderse, -seçime kadar “yeni sürprizler” olmazsa,- bir defa daha iktidar olacaklar…
“Yeni sürprizler” derken, öncelikle şimdiye kadar yaşanan “kaset, küfür, kurşun ve diğerleri” olarak ifade edebileceğim sürprizleri kastediyor ve seçimlere kadar “yeni sürprizlerle” karşılaşabileceğimizi hatırlatıyorum...
“Önce Ahlâk ve Maneviyat”la başlayan hareket en son ne diyordu?..
“Zalim ve ahlâksız düzen”e alternatif
“ADİL DÜZEN…”
ADİL EKONOMİK DÜZEN…”
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ…”
Haykırarak soruyorum:
- BAŞKA ÇARE VE ÇÖZÜMÜNÜZ VAR MI?!.
***
Olabilecek sürprizleri bazı yazarlardan anlamaya çalışalım.
Yener Dönmez, Yeni Akit Ankara temsilcisi; yazısına “Hedefteki adam” diyerek başlamış: “ABD Elçisi’nin seçim öncesi AK Parti’yi zora sokacak “kıymetli enformasyon” kategorisindeki bilgileri CHP’lilere verdiğini öğreniyoruz… Artık.. Başbakan ve AK Parti, hedef... Üstelik aynı anda pek çok kesimin.../ Menderes bir şeyler yaptı ve asıldı... Erbakan’ı diri diri toprağa gömüp, üzerine nasıl beton döktüklerini bir hatırlayın.../ Açık yazıyorum: Önümüzdeki günlerde, “bayrak provokasyonları” bekleniyor. Güneydoğu’da küçük bir ilçede, Türk bayrağı indirilecek, ayaklar altına alınacak, belki yakılacak ve yerine PKK bayrağı çekilecek.../ ABD elçisinin CHP’ye lojistik desteğinden, PKK’nın Erdoğan’ı ortadan kaldırma hedefine kadar, seçim boyunca ateş gibi günler yaşayacağız.” Bir yorumcu (abd-kul) yazıya minik bir yorum yazmış: “Amerika kullanacak birini daha buldu! Tayyip Erdoğan’ın çıraklık, kalfalık ve ustalık döneminden sonra büyük ihtimalle işine son verecekler, onun yerine daha formda, daha zinde bir kişi ile yola devam edecekler.”
Yener’den bu kadarı yeter!
***
Fehmi Koru, daha başlıkta “Kasetle bir tek can alınmıyor… Şimdilik…” diyor ve devam ediyor: “CHP’de bir kasetle lider değişti. Milletvekili aday listesinden dört isme ait kasetler yüzünden MHP sarsıldı; kasetlerin arkasının geleceği söyleniyor. Şimdilik Ak Parti’yle ilgili bir kaset yok, ama söylentilere göre o da yakında…/ Yakın tarihimizde tanık olunan bazı siyasilerin o güne kadarki çizgileriyle ters düşen davranışları, kendilerinin veya başında bulundukları partilerin siyasi yok oluşuna yol açan garip tavırları acaba bu tür bir şantaja maruz kalmaları yüzünden olmasın? Benzer bir akıl yürütme tersinden de yapılabilir: Siyasi hayattan çoktan silinmesi beklenen nice isim her zaman dört ayak üstüne düşüyorsa, bunu, kamuoyu öğrendiğinde birilerini rahatsız edecek bilgileri veya belgeleri elinde bulundurmasına borçlu olmasın?.. Özellikle Türkiye’den söz ettiğim sanılmasın; demokratik ülkelerin pek çoğunda benim burada soruya dönüştürdüğüm türden olaylarla sürekli karşılaşılıyor…/ Ülkemizde yayınlanan kasetlerle sonuç alınabildiğini artık biliyoruz; yayınlanmayan kasetlerle alınan sonuçlar ise bir süre daha gizli kalmaya devam edeceğe benziyor...”
***
İhsan Dağı, “AK Parti’ye operasyon” diyor…
Mümtaz’er Türköne, “Bir mermi kaç oy eder?” diyor…
Abdurrahman Dilipak, “Nolacak bu memleketin hali!” diyor: “Ben iddia ediyorum, bunların olmadığı hiçbir parti, hiçbir kamu kurumu yok. Hatta çok daha rezil olanları da var.. Tabii özel sektörü, STK’ları bir kenara bırakıyorum. Yoksa ne yazık ki, ahlaki tefessüh her tarafta var. Aile çöküyor beyler. Gençlik heba oluyor. Ahlak çöküyor../ CHP ile başlayıp, MHP ile devam eden kaset skandalının hedefinde AK Parti olduğu iddiası da gündemde, kimilerinin iddiasına göre bu bir “yemleme” ve zemin oluşturma. AK Parti yöneticilerine duyurulur…”
***
Kanal İstanbul Çılgın Projesi nedir, ne değildir?
Reşat Nuri EROL
12.05.2011
Kanal İstanbul Çılgın Projesi ile ilgili heyecanla yazılanların üzerinden günler geçti, şimdi daha akıllıca ve daha soğukkanlı değerlendirmeler yapabiliriz.
Ortaya çıkan ana görüşe göre proje “yap-işlet modeli” ile yapılacak ve finansmanın önemli bölümü yurt dışından sağlanacak; inşaatla ilgili tüm girdiler ve işçilik iç kaynaklardan tedarik edilecek...
-Yurtdışından finansman sağlanması demek, benzerlerindeki gibi Türkiye’nin en değerli varlıklarının sermayeye peşkeş çekilmesi ve halkımızın sömürülmesi demektir.
İşçilik, malzeme, arazi bedelleri gibi harcamalar halka intikal edecek, taşeron firmalar kâr edecek, halkın gelir düzeyi yükselecek ve harcamalar artacak, ekonomi hareketlenecek…
*
-KİT’leri ve son olarak BİT’lerden İDO’yu ‘babalar gibi satma’ örneğindeki gibi; kıt imkânlarla var edilen seksen yıllık değerlerimizi ve Türkiye’nin topraklarını sömürü sermayesine satma, Türkiye’nin üretmeden tüketme yani israf ekonomisi politikalarını sürdürme anlayışı…
Mirasyedi gibi satıp satıp yemiş olacağız…
Sonra?!.
Üretmeden tüketime harcanan paralar başkalarının (mesela Çinlilerin) geliri olacak..
Arazi sahipleri yeni gayrimenkuller alacak, çevrede inşa edilen binalara talip olacak..
Lüks tüketime ve gayrimenkule talep artışı gerçekleşecek..
Üretim talepleri karşılamazsa enflasyona sebebiyet verecek..
Sonuç olarak bu yatırım sanayi ve tarımı iyice frenleyecek…
*
-Oysa, bir ülkede yatırım ancak emekle olur/olmalıdır, ithalat ve ihracatla yatırım ikame edilemez. Yatırım artan âtıl emekle yapılırsa yararlıdır.
Yatırım faal olan emekle yapılacaksa, bunun getireceği tek sonuç vardır; var olan borçları artırmak!..
Daha kesin, keskin ve öz şekilde ifade edelim:
Topraklarımız gider, borçlarımız artar!!!
Dengeli ve adil gelir dağılımı ve paylaşımının olmadığı ülkelere bakalım.
Mesela, bir kısım Arap ülkelerinde petrolden elde edilen gelirler halkın asgari düzeyde yani “sefalet” içinde yaşamasını sağlarken, az sayıda kişinin büyük servetlere sahip olmasını ve “sefahat” içinde yaşamasını sağladı.
Petrol paraları devletin yaptığı gereksiz silah alımlarına ya da lüks eşya ve gereksiz büyük inşaatlara harcandı. Halkın yararına olacak yatırımlar yapılmadı, halkın eline eskiden olduğu gibi “sefalet ve fakirlik” dışında bir şey geçmedi.
Aynen son yıllarda Türkiye ve İstanbul’da yapıldığı gibi; mesela, bir tarafta giderek artan fakirlerimiz ve açlık sınırındaki halkımız, diğer tarafta sayıları her yıl artmaya devam eden dolar milyoner ve milyarderleri ile lüks alışveriş merkezi AVM’lerimiz!..
Düşünelim bakalım, Arap isyanları, Arap ülkelerindeki ayaklanmalar biraz da bu sebepten değil mi?..
*
-Evet, Kanal İstanbul Projesi sefalet ve sefahate sebebiyet verecek, birileri yeyip sefahat içinde sefa sürerken, birileri bakıp imrenecek ve kıyamet ondan kopacak...
Daha da radikal olan görüşler şöyle:
Petrol döneminin veya başka enerji kaynaklarının kullanılması ya da ne kadar geç olursa olsun tükenmesi hâlinde, petrol zenginleri başka yerlere göç edecek, halk ise iyice sefalete terk edilecek, çünkü petrolden başka hiçbir gelirleri yok!
Şu anda bölgenin zenginleri geleceklerini garantiye almak için yatırım yapacak yer arıyor.
Ülkemizde “Kanal İstanbul” benzeri yatırımlar yapmalarının sakıncası yok ama yüksek teknoloji ürünlerini üretecek tesisler yapmaya ikna edilirlerse daha iyi olur.
Mesela havacılık ve uzay, silah sanayii ve nanoteknoloji, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi gibi alanlarda bizim bilgi ve imkanlarımız onların paralarıyla yan yana gelirse herkes kazanır.
*
Sonuç olarak…
-Kanal İstanbul “tekel sömürü sermayesi” ile yapıldığında Türkiye’yi satmaktır.
-Kanal İstanbul Projesi -ve halkın yararına olacak daha nice projeler- “Halk Sermayesi” ile yapılırsa; herkese, Türklere de insanlığa da kazançtır.
Kanal İstanbul’un çılgın ve makul olmayan yönleri işte böyledir.
Daha başka olumlu ve olumsuz yönleri de yok mu?
Olmaz olur mu, hem de pek çok...
Onlar da gelecek yazıda…
***
Kanal İstanbul Çılgın Projesi nedir, ne değildir?-2
Reşat Nuri EROL
13.05.2011
1950’lerdesiniz ve hâlâ beş bin yıl önceki tarım dönemi içindesiniz...
Batı ise sizi geçmiş, onlara göre çok geri kalmışsınız...
1950’den itibaren dış kredi alıyorsunuz ve on sene içinde Türkiye’yi sanayi dönemine getiriyorsunuz...
Ve bunu başardınız diye sizi asıyorlar!..
Neden asıyorlar?
*
Çünkü onların planlayıp projelendirdiği gibi yapacak ve orada duracaksınız.
Türkiye altyapısını tamamlayacak ama sanayileşmeyecek!
Niye?
Altyapısını yapacak; çünkü müstevlilerin bu topraklara yerleşip dolaşması için yol lazım, su lazım, elektrik lazım, telefon lazım ama sanayileşmeyeceksiniz.
Çünkü o zaman sizi sömüremezler, sizi yenemezler...
Onlara göre bunun çare ve çözümü ne?
10 senede bir (1960, 1971, 1980, 1997 ve diğerleri) darbe yapmak!
*
Darbeler yaptılar ama darbeler tam sonuç vermedi.
Türkiye yıkılmadı, Türkiye mort olmadı.
Gerçi bugünkü Türkiye 500 milyar dolar borçlu, her yıl en az yüz milyar dolar faiz ödüyor ama henüz borç ve borç faizleri Türkiye’yi boğacak duruma gelmedi.
Bu borç yetmedi.
Daha büyük borç gerek.
Osmanlıları yıkma formülü Türkiye’ye de uygulanmalı…
*
Türkiye’yi mort etmek ve yıkmak için “Faizli Mortgage Konut Kredisi” ile birlikte “Faizli Kredi Kartı” dahil, diğer her türlü iç ve dış faizli kredileri icat edildi.
Dolar verdiler.
Ülkede inşaat oldu.
Halk bu kredilerle lüks meskenler yaptı, lüks arabalar aldı...
İşçiler buralarda çalışıyor, elde edilen dolarlarla Çin’den çok ucuz mallar geliyor...
Bu uygulama ne yapıyor?
*
Türkiye tarımını öldürüyor, Türkiye hayvancılığını, Türkiye köylüsünü çökertiyor; ekilmeyen tarlalar kıraç arazilere dönüşüyor, devşirilmeyen ağaçlar yok oluyor, yerine yabani bitkiler türüyor.
Artık bu tarımı ve hayvancılığı eski hâline getirmek imkânsız gibi bir şey.
Çünkü yeni nesiller artık tarımı ve hayvancılığı bilemez oluyor.
Tarım kitaplardan öğrenilemez. Çünkü çevreye özeldir. Babadan öğrenilir. Bu nesil inşaatlarda çalışıyor. Tarım unutuluyor. Köylerimiz boşalıyor veya birçoğu zaten önceden boşalmış, boşalttırılmış!..
*
Var olan sanayimiz de çöküyor.
Borçla inşa edilen fabrikalarda işleri tatil ediyoruz. Makineler amorti edilmeden paslanıp gidiyor, çürüyor. İşçi bildiği işini, usta nice zorluklarla öğrendiği ustalığını unutuyor. Torna yapacağına sıva yapıyor.
Demek ki, “Faizli Mortgage Konut Kredileri” ve diğer her türlü faizli kredilerle bu sonuç sağlandı...
Ekilmeyen tarım arazilerine yapılan ödemelerle tarım ve hayvancılığımız çökertildi...
Ama proje tam gerçekleştirilemedi, tam çökertilemedi...
Türkiye henüz çökmedi...
*
İşte, “Kanal İstanbul Çılgın Projesi” budur, bu projelerin devamıdır...
Türkiye’yi yıkma projelerinin devamıdır…
Dolarlar gelecek, kanala akacak...
Sonra güya kanaldan gemiler geçecek ve kendi kendini amorti edecek...
Gemiler İstanbul ve Çanakkale boğazlarından zaten geçiyor, hem de bedelsiz geçiyor.
Gemiler yarın eğer yeni kanaldan geçecekse İstanbul Boğazımız körlenecek.
Gemiler yeni kanaldan geçmeyecekse, o zaman da kendisini amorti etmeyecek; edemeyince Türkiye daha da borçlanmış olacak, var olan faizli borçlar daha da artacak...
Gemiler Kanal İstanbul’dan geçerken para bize gelmeyecek, sermaye alıp gidecek...
Biz ne kazandık?
- Tarlalarımızı, tarım arazilerimizi kıraç yaptık, hayvancılığımızı çökerttik...
- Var olan fabrikalarımızı arsalara döndürdük, sanayimizi de çökerttik...
- Aldığımız dolarları borç ve faiz olarak tekrar onlara verdik...
- En sonunda “Kanal İstanbul” da onların oldu!!!
*Onların nihai projesi nedir?*
*Bütün Türkiye’yi alıp borcu kapatmak!!!*
***
Kanal İstanbul Çılgın Projesi nedir, ne değildir?-3
Reşat Nuri EROL
14.05.2011
Şimdi, yeni kanal projemiz yoksa ne yapacağız?
Tarlalarımız yok, tarım ve hayvancılığımız çökmüş.
Fabrikalarımız yok, arsaya dönüşmüş, makine parklarımız paslanıp çürümüş, sanayimiz de çökmüş.
Böyle giderse, en sonunda aç bîlaç ölmeye terk edileceğiz.
Başka bir yerler daha satarız.
Neyimiz var neyimiz yok satabiliriz.
Ondan sonra da ölürüz.
Seksen yıllık KİT’leri sekiz yılda satıp yok ettik.
Şimdi sıra BİT’lerde; İDO’yla başladık bile!
*
O halde kanalı yapmayalım mı?
Kanalı yapalım, Kanal İstanbul’u yapalım…
Hem de büyük hızla yapalım...
Nasıl yapalım?
Basit…
Önceki yazılarımızda nasıl yapılacağının ipuçlarını ve formüllerini vermiştik.
*
Her şeyden önce, kanal yapmak için dolar, dış sermaye, faizli sömürü sermayesi ithal etmemize gereken yoktur.
Türkiye’nin makine parkını ve bakım potansiyelini çok iyi bilen mühendislerimiz söylüyor; sermaye, emek, mühendislik, teknoloji vesaire, dışarıdan hiçbir şey ithal etmemize gerek yoktur.
Türkiye her şeyiyle bunu başaracak güçtedir.
Bunu zadece biz değil, zaten her kesimden herkes söylüyor veya itiraf ediyor.
Peki, o zaman sorun nedir?
Sorun bambaşka ve görünenlerden daha derindir.
***
“Akevler Mühendis ve Proje Uzmanları” ücretsiz danışmanlık yapmaya hazırdır...
İlgililer, bu proje ile ilgili sorunların nasıl çözüleceğini görecekler...
Bir köşe yazısına sığabilecek kadar basit bir hesap yapalım:
Kanal en çok 20 milyar dolara mal olacaktır.
Bunun yarısı topraktır, hafriyattır.
Diğer yarısı makinedir, işçiliktir.
Bunlar ülkemizde zaten var, âtıl olarak duruyor...
Yabancılar “yap-işlet” şeklinde yapacaklarına, kendi imkânlarımızla biz yapalım.
10 milyar dolarlık işçilik gerekir. Bir işçi senede 10 000 dolar kazanıyorsa, 1 milyon işçi bir sene çalışırsa, kanal biter. Türkiye’de zaten üç-dört milyon -veya bize göre çok daha fazla- işsiz var. Memleketin üretimi aksamadan, fabrikalarımız arsa olmadan, tarlalarımız kıraçlaşmadan, hayvancılığımız tamamen çökmeden; her sene dört kanal yaparız.
Bu durum sizin hesabınıza göre böyledir.
***
Bir de bizim hesabımız var…
Bu köşede “aş-iş-eş yani ‘İŞSİZLİK MESELESİ’ ve bu meselenin çözümü” ile ilgili nice yazılar yazdık;
Hepsi bu köşenin arşivinde duruyor, ilgisiz ilgililerin ilgisini bekliyor!..
Bizim hesabımıza göre Türkiye’de 15-16 milyon işsiz vardır.
Demek ki “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e göre işçilere iş verirsek, çok değil, sadece bir-iki senede veya en fazla üç-beş senede dünyanın en zengin ülkesi oluruz, süper güç oluruz…
İnanmayanlar, bu konudaki onlarca veya yüzlerce makalemize baksınlar…
Güçleri ve akılları yetiyorsa, gelip bizimle görüşüp tartışsınlar…
***
Niçin herkes susuyor ve bize cevap vermiyor, veremiyor?
“Yanlışsınız” desinler, “hesabınız yanlıştır” desinler...
Buralarda ve daha başka yerlerde cevaplarını yayınlayalım…
Karşılıklı değerlendirelim…
Halkımızı aydınlatalım…
Ama diyemezler?
Neden ve niçin diyemezler?
Diyemezler, çünkü demelerine sömürü sermayesi sahibi patronları izin vermez; içe ve dışa bağlı/bağımlı olduklarından ve yazamayacağımız daha başka sebeplerden diyemezler!
***
Kanal, iki şehir ve medeniyet merkezi İstanbul-1
Reşat Nuri EROL
15.05.2011
Başbakan Erdoğan geçen gün “İki Şehir Projesi”ni de açıkladı. İstanbul’un iki yakasında iki yeni şehir kurulacakmış. Hedef, depreme hazırlık ve kentsel değişim dönüşüm amacıyla bu iki yeni şehri inşa etmek.
Malumunuz olduğu üzere, bu köşede “Kanal İstanbul Projesi” ile ilgili olarak -şimdilik kaydıyla- bazı ön değerlendirmeler yapıldı.
Aslında ilgililer ve yetkililer bizimle görüşseler, bu konularda bir köşe yazısının çapını aşan görüşmemiz gereken çok şey var ama…
Onlar ilgilenmeme ve görüşmeme inatlarında ısrar ediyorlar…
Biz de şimdilik bir kısım görüşlerimizi burada halkımızla paylaşıyoruz…
Önce kimi görüşleri (iki görüş) kısaca özetleyip bizim projelerimizden söz edeceğim.
*
İstanbul nerede?
Üç kıtanın odak noktasında, coğrafi olarak dünyanın merkezinde, dünya tek devlet olabilse adeta dünyanın başkenti; bir deniz feneri gibi bütün dünyaya çok yönlü yol ve yön gösteren İstanbul…
21’inci yüz yılda, III’üncü milenyumda kurulacak “yeni medeniyet”in merkezi ve mevcut medeniyet merkezi New York’un neredeyse biricik alternatifi İstanbul…
Dünyadaki medeniyet merkezi ve güç odağı Batı’dan Doğu’ya kaymakta, Doğu’nun yıldızı parlayan yeni medeniyet merkezi ülkesi Türkiye…
Medeniyet merkezi şehri de İstanbul…
Kadim dünyanın kültür ve medeniyet beşiği Akdeniz’de medeniyetler merkezi bir yer var; Anadolu, yani Türkiye…
Sadece geçmişte değil, çağımızda da yüklendiği görev ve sergilediği vizyonla, bölgesine değil, bütün dünyaya güven ve ümit veren Türkiye…
Hiçbir Avrupa ülkesinden geri kalmayan zengin ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel birikimleriyle birlikte, bütünleştirici büyük yol haritasını gören ve gösteren vizyonuyla, silahsız ve savaşsız yani “barışçı” yeni bir fethin kapılarını insanlığa açan/açabilen Türkiye…
Gönüllü Anadolu erenlerini bir zamanlar bünyesinde barındıran ve onlar vasıtasıyla gönülleri fetheden ülkenin torunları, şimdi gelecek bin yılın gönül fetihlerine hazırlanıyor ve burası Türkiye…
Anadolu insanı için dünya coğrafyası “savaş” alanı değil “barış” alanıdır ve o Anadolu Türkiye’dir.
Türkiye ve İstanbul… Batı ve Amerika çekilirken, Türkiye ve İstanbul gelecektir…
*
İki görüş demiştim.
İkincisini daha kısa anlatayım.
Dünyanın en önemli coğrafi bölgesinin merkezi Türkiye’dir, Türkiye’nin merkezinde ise İstanbul var. Dolayısıyla, İstanbul coğrafi durum itibariyle dünyanın merkezidir.
İstanbul bir “ülke” özelliği gösteriyorken, Türkiye ise adeta bir “kıta” özelliği taşıyor.
İstanbul emek yoğun sanayinin barındığı bir yer olmaktan çıkmalıydı, “Finans Merkezi” olma isteğimiz de bu nedenle oluştu.
Ülkemizin ulusal yerleşim planı yok ama biz İstanbul’un yerini her yönü göz önünde tutarak belirleyebilmek amacıyla, Marmara Bölgesi ölçeğinde bir yerleşim planlaması yapabildik... AR-GE ağırlıklı bir gelişim olmalı...
Bir de iskân meselesi var…
*
İki görüş özetle böyle…
*
Şimdi sıra bizim görüş ve projelerimizde…
Bugüne kadar İstanbul ile ilgili pek çok proje ürettik, şimdiye kadar bunların çok azını ilgililer, yetkililer ve halkımızla paylaştık; görüş ve projelerimiz “ilgi” bekliyor…
İstanbul’un Avrupa yakası on milyonu geçmemek üzere dünyanın ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal pek çok alanda “medeniyet merkezi” ilan edilir. Buraya giriş ve çıkışlar vizesizdir. Buraya giren mallar gümrüksüzdür. Buranın güvenliğini Türkiye Cumhuriyeti Devleti taahhüt eder. Burada uluslararası vakıflar kurulur. Bu vakıfların dünyanın her tarafında gelirlik galliyeleri bulunur.
Bu İstanbul’da birçok hizmet karşılıksız verilir.
a) Konaklama yerleri yapılacak, buraya dünyanın her yerinden misafir kabul edilecek, misafirhanelerde kalma bedava olacak...
b) Elektrik, su vs paraları alınmayacak…
c) Hava meydanları, deniz limanları, oto garajları, tren istasyonları ve tüm parklar ücretsiz olacak…
d) Burada her türlü muhaberat/haberleşme, telefon, internet vesaire karşılıksız olacak...
Selçuklu döneminde başlayıp Osmanlı döneminde kemale eren “medeniyet merkezleri” hanlar, kervansaraylar, imaretler, külliyeler, medreseler, çarşılar ve benzer daha nice diğer çağdaş örneklerini bu İstanbul’da dünyaya örnek olacak şekilde yapmak…
***
Kanal, iki şehir ve medeniyet merkezi İstanbul-2
Reşat Nuri EROL
17.05.2011
Burada yani önceki yazımdan itibaren anlatmakta olduğum bu İstanbul’da “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre kurulmuş bir yapı/düzen olacak, “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” burada kurulmaya başlanacak ve zamanla insanlığın “medeniyet merkezi” burası olacak...
Hakemlik sistemi söz konusu olacak, polis sadece soruşturmacı olacak, ayrıca müdahale edilmeyecek...
Hakemlerce tutuklanmasına karar verilen kimse bertaraf edilecek...
Bu İstanbul’da vergi adil vergi sistemi içinde olacak...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne güvenliği sağladığı için bir pay verilecek...
Buradaki iç güvenlik “Adil Düzen”e göre sağlanacak, sadece dış savunma Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından yapılacak...
İstanbul’da yaşayan yerli veya bir seneden fazla İstanbul’da bulunan veya beş yılın gün sayısı kadar günlerini İstanbul’da geçirenler “bedel” verecek veya “asker” olacak...
*
Burada, bu İstanbul’da yabancı devletlere birer küçük bucak kurdurulacak. Her bucak nüfus olarak 10 bin kişi kabul edilirse, bir milyon yabancı olacak demektir. Dünyanın merkezinde olan ve tarihî değeri bulunan bu İstanbul tüm insanlığın hizmetine sunulacak...
Bunun, bu İstanbul’un bize getireceği nimetler sayılamayacak kadar çok olacak... İnsanlık, bizim hep hatırlattığımız “Sosyal Tufan” seviyesindeki dinî, ilmî, iktisadî, idarî/siyasî yani topyekün sorunlarını da burada çözecek, insanlığın çözüm merkezi olacak...
Mesela, bugün Kaddafi ülkesini bırakıp gitse, nereye gidecek? Ölüme mi terk edilecek; ya da Usame bin Ladin gibi öldürülüp denize mi atılacak?!. Kaddafi bunun için ülkesini bırakmıyor. Oysa İstanbul’da bir bucak kurulacak, o bucak siyasi suçluların sığındığı yer olacak, oraya gelen kişi güvende olacak ve gerekirse muhakeme edilecek...
*
Bir önceki yazımızın bir yerinde ne diyorduk?
“Dünyadaki “medeniyet merkezi” ve “güç odağı” Batı’dan Doğu’ya kaymakta, Doğu’nun yıldızı parlayan yeni medeniyet merkezi ülkesi Türkiye, medeniyet merkezi şehri de İstanbul…
Kadim dünyanın kültür ve medeniyet beşiği Akdeniz’de medeniyetler merkezi bir yer var; Anadolu, yani Türkiye…
Türkiye ve İstanbul…
Batı ve Amerika çekip giderken, Türkiye ve İstanbul gelecektir, gelmektedir…”
*
Gümrüklerin ve vizelerin olmadığı, haberleşmenin bedava, ulaşım masraflarının çok az olduğu İstanbul’a tüm insanlık yönelecek, İstanbul dünyanın kalbi olacaktır...
İşte o zaman insanlık gelişmiş bir canlı olacak, başsızlıktan kurtulacaktır.
Biz bunları yapmağa mecburuz, çünkü biz dünyanın merkezinde oturuyoruz.
Biz bunları yapmazsak; biz gideriz, başkaları gelir ve onlar bu dediklerimizi yapar.
Amerika’da olan Birleşmiş Milletler binası İstanbul’a taşınır ve işte o zaman ABD’nin sömürüsü sona erer. Bizim ise sömürü gücümüz yoktur. Bunun, bütün bu anlattıklarımızın yapılması sadece bizim için değil, en çok “Sosyal Tufan” seviyesindeki sorunlarını çözemeyen bütün dünya, bütün beşeriyet için gereklidir. Dünya çare ve çözüm bekliyor…
*
“Kanal İstanbul” ve “İstanbul’da iki yeni şehir” projelerinden yola çıkarak buralara kadar geldik; durmak yok, yola devam...
Biri veya birileri İstanbul için projeler hazırlıyor; biz de başta “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ” olmak üzere, İstanbul ile ilgili projeler hazırlıyoruz…
Görelim bakalım, en sonunda birilerinin hazırlayıp sömürü sermayesine peşkeş çekilen “sömürü ve zulüm” amaçlı projeler mi?..
Yoksa bizim yani halkımızın hazırladığı “adil paylaşım ve adalet” amaçlı projeler mi kazanacak?..
Bu “Yeni İstanbul” şehir (ve kanal) projesinin dünyaya açık kent hâline getirilmesi ve İstanbul’da yaşayan herkesin oy kullandığı yönetimin olması, İstanbul’u “III. Bin Yıl Medeniyeti”nin baş şehri yapacaktır...
Böyle bir kente hiçbir devlet atom bombasını atamaz, çünkü kendisinin orada bir bucağı vardır...
İstanbul’a siyasi bakımdan bu statüye getirmek yasa konusudur...
Anayasa ekseriyetine sahip AK Parti bunu rahatça yapabilirdi ama yapmadı!..
Şimdi oy istiyor!..
Onlar yapmadıklarına göre;
Bunu İstanbul halkından beklememiz gerekir...
Biri/leri çıkacak, gönüllüler çıkacak, bizimle çalışacak, İstanbul ile ilgili doktora seviyesinde projeler hazırlanacak ve günü geldiğinde bunlar sadece bizim için değil, bütün beşeriyet için uygulanacak, inşaallah...
***
Yeni Dünya Düzeni Projesi
Reşat Nuri EROL
19.05.2011
Yirminci yüzyılda ne olmuştur?
Tekniğin ilerlemesi ile dünya küçülmüş ve adeta bir köye dönüşmüştür.
Yirminci yüzyılda dört büyük değişim gerçekleşmiştir. Nedir o değişimler?
1. Eskiden aylarca, hattâ yıllarca ulaşılması mümkün olmayan yerlere çağımızda bir günde ulaşılabiliyor. Türkiye’de bir köye gitmekten daha kolay bir şekilde Vaşington’a (Washington) veya Pekin’e gitmek mümkün olmuştur.
2. Haberleşme ise artık sorun olmaktan çıkmıştır. Eskiden aylarca, belki de yıllarca sonra bir yere ulaşması mümkün olan mektupların yerine cep telefonları sayesinde bir dakikadan daha kısa zamanda veya saniyesinde sesimizle varma imkânını buluyoruz.
3. Bunun gibi akşam olduğu zaman ocak başına geçip sabahlamaktan başka imkâna sahip değilken, şimdi elektrik sayesinde her yer aydınlatılabiliyor, gecemiz gündüz olmuştur.
4. Dördüncü olarak da adeta yeni insan beyni icad edilmiş, bilgisayarlar ve hesap makineleri bulunmuştur.
Bu dört büyük buluş sayesinde tüm dünya birbirinden haberdar olmuştur.
Daha önce her bölgeye ve her devlete bir peygamber gönderildiği, farklı kitaplar indirildiği halde, Kur’an son kitap ve Hazreti Muhammed aleyhisselâm da son peygamber olmuştur.
Bu teklik ancak III. bin yılda başarıya ulaşmıştır.
O halde şimdi çağımızdaki her türlü araçları kullanarak Kur’an’ı tüm dünyaya ulaştırdığımız zaman murad edilen gerçekleşecektir.
Gerçekleşecek de neler olacaktır?
a) Kur’an çağımızın sorunlarını çözecek şekilde yeniden yorumlanacaktır. Bugünkü müsbet ilimlerle yorumlanan Kur’an yeni “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i ortaya koyacaktır. Yerinden yönetim sistemi gelecek, hakemler sistemi gelecek, faizsiz para sistemi gelecektir. Bu “Yeni Dünya Düzeni Projesi” herkese aş herkese iş bulacak sistemleri ortaya koyacaktır.
b) Bir “Bin Dil Üniversite Kenti” kurulacak, her on daire bir dile ve on aileye tahsis edilecek, dünyadaki ülkelerden gelecek insanlar bu sitede hem çalışacak hem de Arapça ve diğer bütün ilimleri öğrenecek, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir.
c) Bir “internet sitemiz” oluşacak ve bu sitede bin dilde yayın yapacağız. Orada her insan kolayca kendi dilinde Kur’an’ı ve hükümlerini bulacaktır.
d) Bütün insanlığın yani insanların haberleşebilmeleri için bir cep telefonu ve dolayısıyla internet şebekesini “insanlık vakfı” olarak kuracağız. Görüşmeler ve yazışmalar ücretsiz olacak. Vakıf kuruluşlar cep telefonlarını ve bilgisayarlarını halka bedava denecek kadar ucuza satacaklardır.
Arapça öğrenip ilmi sonuçları kendi diline çevirenlerin din ve inanışlarına karışmayacağız, onları mü’min veya müslim etmeye çalışmayacağız.
Bizim onlardan istediğimiz sadece insanların Kur’an’ı internetten takip etmeleri için halka yardım etmeleridir.
Bu çağdaş imkânlardan teknik bir şekilde yararlanacağız.
İşte böylece Kur’an’ın yeryüzünde bin yerde yani dünyanın her bölgesinde bir temsilcisi bulunmuş olacaktır.
Bunun dışında İstanbul’da ve Mekke’de her devlete bir “bucak” veya “ilçe” kurma imkânını sağlayacağız, karşılığında biz de onların ülkelerinde bucak veya ilçeler kuracağız.
Karşılıklı “gerçek diyalog ve işbirliği” böyle doğacaktır.
Zorlama yoktur ama bu “yeni dünya düzeni”nde Kur’an tüm insanlığa ulaşmış olacaktır.
Teorik olarak geliştirdiğimiz “herkese aş ve herkese iş düzeni”ni tüm insanlara uygulamalı olarak göstererek anlatmış olacağız.
Şimdi düşünelim...
Bu düzende tüm insanlar bilgisayara sahip, herkes hiçbir masraf yapmadan dünya ile irtibatta...
İsterse Kur’an sitesini açıyor ve kendi diliyle takip edebiliyor...
Bankaya vardığı zaman “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre alışveriş yapabiliyor, selem senedini kullanıyor...
İşte Yeni Dünya Düzeni Projesi…
Ya da Adil Dünya Düzeni Medeniyet Projesi…
***
Karanlık/zalim çağdan aydınlık/adil çağa-1
Reşat Nuri EROL
21.05.2011
Zalâm, zulumât, zulüm, zulmetmek ve zalim düzen, zalim ve karanlık çağ…
“Zulüm” karanlık demektir, “zulmetmek” haksızlık etmek manâsına da gelir.
Kur’an bugünkü durumu “ZULUMÂT” olarak tanımlamakta, çağımıza “KARANLIK” demektedir.
“Zulmet, zulumât, karanlık” ne demektir, “karanlık çağ” ne demektir?
Çevreyi görememe demektir, ileriyi görememe demektir, karanlıkta yaşama demektir.
***
1. Çağımızdaki birinci karanlık fiyatların ve ücretlerin belirsizliğidir, paranın karşılıksız olmasıdır.
Evet, fiyatlar ve ücretler enflasyon nedeniyle belirsizdir. Bu fiyatlarla ve ücretlerle sağlam ve sağlıklı bir anlaşma yapamazsınız. Çünkü yarın para değerinin ne olacağını bilemezsiniz. Bu karanlık çağda, bu zalim düzende önünüzü göremezsiniz. Faizli karşılıksız para üzerinden kurulan hayatımızdaki tüm ekonomik düzen karanlıktır.
“ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN ANAYASASI” insanlığı fiyat ve ücret anarşisinden kurtaracaktır.
Acaba “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bunu nasıl yapacaktır?
Batı dünyası bugün “para”yı “faiz” karşılığı çıkarmaktadır, dolayısıyla paranın reel ekonomi ile irtibatı yoktur. Fiyat ve ücretler gelişigüzel oluşmaktadır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Merkez Bankaları keyfi olarak para çıkarmaktadır.
Oysa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de para ancak üretimdeki emek karşılığı çıkarılmaktadır. Paranın karşılığı ambarlarda mal olarak mevcuttur. Böylece karanlıklardan çıkılmaktadır. Herkes kendisi üreticidir. Ürettiği malın fiyatını üretmeden önce bilecektir. Çünkü daha önce anlaşmış olacaktır, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”deki “selem sistemi” budur. Üreticiye mal teslim edilecek. Sistemdeki “selem kredisi” ve “çalışana kredi” ücretin belirsizliğini çözecektir. Diğer taraftan stoklara göre fiyatların hesaplanması da fiyatlardaki keyfi fiyat oynamalarına son verecektir.
*
2. Çağımızın ikinci karanlık noktası; yüzbinlerce sayfaya varan kanunları kimse bilememektedir.
Halkımız bir tarafa, hakimler ve avukatlar da bilememektedir. Kararlar raslantı olarak verilmekte, bu durum yani “bu adaletsizlik” de tüm hukuk ve sosyal hayatımızı karanlıklar içine sokmaktadır. Nitekim ittifakla alınan yargı kararları çok azdır. Üç hakimin bile anlayamadığı bir hukuk mevzuatını ve buna istinaden verilen hükümleri, nasıl olup da vatandaş bilecek ve kanunlara uygun hareket edecek?!.
İşte, bu da ekonomideki karanlıklardan daha karanlık bir husustur, adaletsizliktir.
Bunlardan çıkma yolları aranmalıdır.
*
3. Çağımızın üçüncü karanlık noktası da “bilgi eksikliği karanlığı”dır.
Vatandaşların resmî olarak danıştıkları, danışabildikleri bir yer yoktur.
Dolayısıyla tarih öncesi, hukuk öncesi döneme göre, yani insiyaki (içgüdüsel) olarak gelişigüzel kurallara uyarak, daha doğrusu kuralsız olarak ve karanlıklar içinde yaşanmaktadır.
Bu durum da çağımız karanlıklarının başında gelmektedir.
Eğitim sistemi “hukuk ve fıkıh” öğreteceğine, bale ve danslar ile bir türlü öğretemediği yabancı dilleri güya öğretmekte!
*
4. Çağımızdaki dördüncü karanlık nokta; insanlar “şeriata/hukuka” göre değil de, “menfaate/çıkara/çatışmaya” göre hareket etmektedirler.
Bu karanlık zalim düzende “şeriat/hukuk/dayanışma” olmayınca, biz kendi hareketlerimizi belirleyemediğimiz gibi, karşımızdakilerin hareket ve davranışlarını da hiç bilememekteyiz.
***
O halde içinde bulunduğumuz karanlık çağı aydınlatmak üzere “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” bu sorunları çözecek ve aydınlık/adil yolu göstermiş olacaktır.
Bugün, bu çağda, bu karanlık çağda yaşayan bütün insanlar hep zulüm ve karanlık içindedirler. İnsanlara hep haksızlık yapılmaktadır. Vahşi ve de kan/emek emici vampir kapitalizme dayalı -kölelikten de beter- bugünkü “işçilik düzeni”nin bizzat kendisi “çağdaş kölelik ve zulüm düzeni”dir. Bugün karşılıksız para basılmaktadır. Sadece zenginlere ve varlıklı olanlara kredi verilmekte, onlar da işçileri karın tokluğuna veya açlık sınırının da altında çalıştırmaktadır. Çağımız dünyasında/düzeninde insanların tümü köle yapılmıştır.
Bu dünya, çağımızdaki bu dünya “karanlıklar ve her türlü sosyal hastalıklar dünyası”dır, “SOSYAL TUFAN ÇAĞI”dır.
Karanlık ve zalimliklerin alternatifi aydınlık ve adil çözümler gelecek yazıda…
***
Karanlık/zalim çağdan aydınlık/adil çağa-2
Reşat Nuri EROL
23.05.2011
İşçi, çiftçi ve her türlü emekçi bir yere sattığı bir şeyi sonra dört misli pahalıya alıyor. Bu da başka bir zulümdür, başka bir haksızlıktır, çağımızdaki başka bir karanlıktır.
İşte, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bu haksızlığı da ortadan kaldıracaktır.
Mahkemeler 30-40 sene süren davalara usulden karar vermekte, yargıçlar da uzaktan hükümler biçmektedirler. Bu da insanlar için diğer bir zulüm, diğer bir karanlık olmaktadır.
Başka… Bugünkü keyfî yönetim, sözde demokrasi yani ekseriyetin sömürüsü hep haksızlıktır. Demek ki hem “karanlık/zulüm” hem de “haksızlık/adaletsizlik” içine gömülmüş bulunuyoruz.
Kur’an bize bu olumsuzluklardan nasıl kurtulacağımızı göstermektedir.
Demek ki karanlıklar, çağdaş kölelikler, zamane zalimlikleri içinde debelenip duruyoruz… Çağımızdaki karanlıklar, zamanımızdaki zulümler özetle böyledir ve bu böyle gitmez, gitmemelidir... Tesbit ve teşhis böyle… Peki, tedavi ve çözüm nedir?..
Çözüm elbette “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ile olacak, kırk yıllık ilmî çalışmalarımızla ortaya koyduğumuz “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” ile olacaktır.
***
“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” nedir, nasıl aydınlık olmaktadır?
Her şeyden önce insanlık uygun bir şekilde teşkilatlanmaktadır.
İnsanlık yüze yakın ülkeye, ülkeler yüz kadar illere, iller yüzer bucaklara, bucaklar da yüze yakın ocaklara ayrılmaktadır.
“Ocak” birlikte yaşama ortaklığıdır.
“Bucak” birlikte çalışma ortaklığıdır.
“İl” iç güvenliği sağlama ortaklığıdır.
“Ülke” dış güvenliği sağlama ortaklığıdır.
“İnsanlık” ise uygarlaşma ortaklığıdır.
On kadar “bucak” birleşip bir “semt” oluştururlar. Her semtte ortak bir “ambar” vardır, üretilenler buraya konur, üreticilerin kendilerine “belge” verilir. Halk bu belgeyi alıp satar.
Bucaklar birleşip bir “ilçe” kurarlar. İlçelerde de kontrol merkezleri olur. Kontrol edilip vasıfları tesbit edilen mallar “ilçe ambarları”na konur ve halka bu malların “belge”leri verilir. İlçelerde “perakende mağazaları” vardır, bakkallara mallar buradan satılır.
Bölgelerde mallar tasnif edilir, ambalajlanır, etiketlenir ve dünyadaki “toptan mağazaları”na gönderilir. Kıta merkezlerinde “elektronik marketler” bulunur. Bunlar merkezden yönetileceklerdir.
***
İnsan iki şeyin peşine koşar; biri refah, diğeri hürriyet.
İnsan, bir taraftan geliri çok olsun, imkânı çok olsun, istediği gibi yaşasın, istediği gibi bol bol harcayıp keyfince hareket etsin ister…
Diğer taraftan hürriyetini ister, yani hareketleri kısıtlanmasın, herkes onun dediğini yapsın, herkes ona uysun, kimse onun hürriyetine engel olmasın ister.
Hürriyet ile refah birbiri ile çelişir.
Herkes hür olarak yaşarsa birlik olmaz.
Birlik olmayınca da refah olmaz; sefalet olur, açlık olur.
Hürriyetler feda edilir de herkes şeriatın/hukukun kuralları içinde ve yöneticilerin emrine girerse, bu sefer de hürriyet kalmaz, herkes köle olur.
***
İşte, “ADİL/AYDINLIK DÜZEN” bunun “denge”sini yukarıda anlatılan bu kurallarda vermiştir.
Taşra bucak ve ocaklar var, merkez bucak ve ocaklar vardır.
Merkezlerde hürriyet yok refah var, taşralarda da refah yok hürriyet var.
Halk istediği zaman taşra bucak ve ocaklarına gider, hürriyetini yaşar; istediği zaman da merkez bucaklara gelir ve refahını elde eder.
Şöyle diyelim; insan gündüz çalışırken hürriyetinden fedakârlık eder ve bol kazanç temin eder, akşamdan itibaren geceleyin de ailesi ile hürriyetini yaşar.
Her kademe kendi işini, dolayısıyla yetkisini bilmekte, halk da kendi istekleri ile istediği yerde ve şartlarda yaşamaktadır.
Öyle insanlar vardır ki; hür olsun da soğan ekmek yesin!
Onlar taşra bucak ve ocaklarında yaşayacaklardır.
Öyle insanlar vardır ki; başkalarıyla uzlaşıp birlikte yaşamak onlara zevk verir.
Onlar da merkez bucaklara gider ve hem kendilerine hem de tüm halka refah sağlarlar.
Çare ve çözüm belli;
Karanlıktan ve zulümden aydınlığa ve adalete yani “ADİL DÜZEN”e, “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ”ne çıkmak için daha ne bekliyorsunuz?!.
***
Seçimde hangi “usta”yı seçelim?
Reşat Nuri EROL
24.05.2011
Ne dersiniz, “seçim” öncesi bir kere daha durum tesbiti yapalım mı?
Fırsat bu fırsat deyip bir kere daha ülke olarak nereden gelip nereye doğru gitmekte olduğumuza bakalım mı?
Hattâ bu vesileyle bütün beşeriyetin ne gibi değişimlere gebe olduğunu ve yaşlı dünyamızın da değişmek mecburiyetinde olduğunu hatırlayalım mı?
Bence, bunların hepsine bakmakta ve hatırlamakta yarar var.
Çünkü “sözde demokrasi” ile yönetiliyoruz ya, bu “seçme” fırsatını her gün, her hafta, her ay, her yıl vermiyorlar; ancak birkaç yılda bir bahşediyorlar.
Kimi partiler ve partililer “birileri” veya bu köşede hep hatırlattığım “malum sömürü merkezi” tarafından seçimden epey önce veya şimdilerde dizayn edilse de; şimdilik başka çare ve çözüm yok, ne yapalım, “seçmen” olarak bize sunulanla iktifa etmek zorundayız.
Buna da şükür, dünyada bunu da bulamayan, bu kadarcık fırsatı da elde edemeyen nice ülkeler var; bu ülkelerin bir kısmı pek uzak da değil, hemen etrafımızda, bölgemizde, kimileri (Suriye ve Irak gibi) kapı/sınır komşumuz.
Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, hattâ bütün dünyada olanlara bakınca, “buna da şükür” demek gerekiyor.
Ancak…
Bütün bu tesbitlerden sonra bu şükrü daha reel hâle getirmek için de bir şeyler yapılmalı, değişmekte ve sürekli olarak evrilmekte olan dünya hayatının gerçekleriyle mütenasip “bir siyaset, bir nizam, bir düzen ve bir medeniyet” inşa edilmeli.
İnsanlık tarihine baktığımızda apaçık görüyoruz ki, bunu başaran yani dünyanın gidişatına ayak uydurabilen kavimler ve devletler ayakta kalabilmiş, başaramayanlar ise dünya sahnesinden silinip tarihteki yerlerini alıvermişler.
Bir başka önemli tesbitimiz de işte bu yönde.
***
Bu önemli tesbitlerden sonra…
Tekrar “seçim, seçmen, seçme ve seçilme” meselemize dönelim.
Merak etmeyin, geçenlerde (11.05.2011) üzerinde durduğum ve yazımın daha başlığında ifade ettiğim “Kaset, küfür, kurşun ve ‘?!?!’ ile seçim!” konusu ile girecek değilim. Sadece şu kadarını hatırlatmama müsade edin:
Millî Görüş Hareketi kırk yıl önce yani daha işin en başında “Önce Ahlâk ve Maneviyat” dediyse, günümüzdeki “kaset, küfür ve bilmem ne siyaseti” ile ne demek istediği iyice anlaşılmıştır inşaallah.
İki hafta önce “?!?! ile seçim” derken, olabileceklerle ilgili elbette bazı duyumlarım vardı, onlara istinaden yazdım ve yine bazı duyumlarıma istinaden yazıyorum; 12 Haziran seçimine birkaç gün kalmışken, yeni gelişmelerin de olabileceğini bekleyebilirsiniz…
İşte bu da bir başka tesbitimizdir.
Aslında en güzel ve özetin de özü sayılabilecek tesbiti geçenlerde Elif Erbakan Altınöz yaptı (Millî Gazete, 20.05.2011):
“Bunların 9 yıldır AB üyeliği kapsamında çıkardıkları yasalarla zinayı suç olmaktan çıkarmaları, domuz etini kasaplık et statüsüne almaları ve İncirlik üssünden ABD bombardıman uçaklarını kaldırarak Müslümanların katledilmelerine sebep olmaları çıraklık ve kalfalık dönemi ise, Allah bunların ustalık döneminden muhafaza buyursun.”
Bazen sadece bir tesbit ve bir cümle bile, günlerce yapılan konuşma veya sayfalar dolusu yazıdan ve nice gazete makalesinden daha etkili olabilmektedir.
İşte bu tesbit de böyle bir tesbittir; ahlâkını, aklını, idrakini ve imanını henüz yitirmeyen -yani hidayeti kararmayan- anlayış sahiplerine…
***
Millî Görüş Hareketi’nin Millî Selâmet Partisi “çıraklık” dönemi, Refah Partisi ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in anlatıldığı “kalfalık” dönemi nerde…
“Millî Görüş Gömleği”ni çıkarıp “Adil (Ekonomik) Düzen ceketi”ni hiç giymeyenlerin ve “muhafazakâr demokrat” olduklarını iddia edenlerin çıraklık ve kalfalıkları nerdeee…
Gömleksiz ve ceketsizlerin muhafaza ettikleri değerler neymiş:
AB, ABD, BOP/BİP, NATO, DB, IMF…
Faiz, zina, domuz eti, komşularımızdaki katliamlar…
Ve başörtüsü zulmü, çocuklara Kur’an eğitimi yasağı, İHL’nin orta kısmını kapalı tutmak gibi daha nice diğer zulümler!..
12 Haziran’da hangi “USTA”yı seçeceğinize “seçmen” olarak siz karar vereceksiniz, tercih sizin; ya gömleklileri seçersiniz, ya da gömleksiz ve ceketsizleri…
***
Seçim, insan, devlet, düzen ve projeler
Reşat Nuri EROL
25.05.2011
Her şey “insan” için değil mi?
Allah bile kâinatı “insan” için yaratmamış mı?
Her şeyin merkezi “insan” olunca, yapılanlar da “insanlık” için olmalı değil mi?
Peki, bütün olanlara ve bu soruların cevaplarına baktığınızda, durumu iyi kavrıyor ve gerçekleri görebiliyor musunuz?
Çağımız dünyasında ve insanlık anlayışında durum böyle mi; yoksa tam tersine bir anlayış, durum, düzen mi var?
İyi ve kötü, güzel ve çirkin, hak ve bâtıl, savaş ve barış, adalet ve zulüm açısından bakıldığında, insanlığın genel durumu nasıl?
***
Seçime gidiyoruz…
Türkiye’de seçim var…
12 Haziran’da seçim var ve seçimle ilgili her şey “insan ve insanlık merkezli” olması gerekirken; gazeteler ve televizyonlar başta olmak üzere, bütün medya organlarına baktığınızda neler görüyorsunuz; neler de neler?!.
Biz kırk yıldan beri “insan, insanlık, ahlâk, adalet, hak, hizmet, devlet, düzen” vs derken, özellikle ve öncelikle bir zamanlar bu yollarda birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarımız acaba şimdi ne demek istediğimizi anlayabiliyorlar mı, anlayabildiler mi?!.
Son yıllarda ve şu son günlerde yaşananlar, istisnasız bütün partiler ve partililer için “iyi-kötü, hak-bâtıl, adil-zalim devlet düzenleri” arasındaki farkı anlamaları açısından kafalarına “dank” etti mi?!.
Kırk yıldır anlatılanlardan anlaşılması gerekenler anlaşıldı ve gereği yapılmaya başlandı ise mesele yok; ama anlaşılmadı ve gereği yapılmıyorsa, Hazreti Musa’nın kavmi gibi kırk yıl daha “zulüm çöllerinde/düzeninde” dolaşacağız demektir, “kırk yıl” daha!!!
***
Bakınız…
Dikkatinizi çekerim…
Önümüzde çok kritik bir “seçim” var…
Önümüzdeki sadece “dört-beş yıla” değil;
“Kırk-elli yıla” veya daha fazlasına bedel bir seçim!..
Sadece ülkemizi ve kendi insanımızı değil, Ortadoğu denen yakın çevremiz da dâhil olmak üzere bütün beşeriyeti/insanlığı yakından ilgilendiren bir seçim!..
Yaşlı dünyamız yeni bir çağa, yeni bir milenyuma, yeni bir bin yıla, dolayısıyla “yeni bir dünya düzeni”ne evrilirken; dikkatlerinizi söylediklerime, yazdıklarıma, hatırlattıklarıma yoğunlaştırmanızı isteyerek soruyorum:
- Meseleye en geniş boyutuyla “insan, insanlık, ahlak, adalet, hak, hizmet, devlet, düzen” vs açısından bakıldığında, neler yapılması gerektiğini görebiliyor musunuz?..
Ya da 12 Haziran Seçiminin sıradan bir seçim olmadığını kavrayabiliyor musunuz?..
Ülkemizde on yılda bir yapılan müdahaleler, on yıl öncesinde ve özellikle 28 Şubat döneminde “devlet, hükümet, siyaset, seçim” açısından yaşananları unutmadığınız gibi, son sekiz-dokuz yıldaki AK Parti iktidarı dönemindeki gelişmeleri iyi kavradınız, umarım...
***
Buraya kadar yazdıklarım ve hatırlattıklarım bazı gerçeklerin anlaşılmasına yettiyse mesele yok.
Ama anlaşılmadıysa, o zaman son yıllarda, son on yıllarda ve özellikle seçim öncesi şu son günlerde içeriden ve dışarıdan birileri tarafından Türkiye’ye dayatılan “projeler ve kasetler” başta olmak üzere…
Tunus, Mısır ve Libya’dan Suriye ve Bahreyn’e, hatta Sudan ve Yemen’e kadar, bütün Ortadoğu ve Arap ülkelerinde yapılanlara ve yaptırılanlara bakmakta yarar var…
Elbette Afganistan, Irak ve Filistin’i de unutmadan…
Türkiye olarak siz dünyanın/insanlığın merkezinde olduğunuz halde, ülkenize ve dünyaya nizamat verecek “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI, Adil Düzen Dünya Medeniyeti” gibi gerekli projeleri hazırlamazsanız; birileri size BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) diye bir proje hazırlayıp dayatmakla iktifa etmez, Türkiye ve Yemen’e “eş başkanlık” bile yaptırır!!!
Nasıl bir proje, nasıl bir eş başkanlıksa?!.
Hattâ size “Millî Görüş gömleği” çıkartıp “muhafazakâr demokrat”lık bile yaptırır!
Nasıl bir “gömleksizlik” ve neyin “muhafazakarlığı” ise?!.
***
Sermaye, İslâm ülkeleri ve Libya diktatörü!
Reşat Nuri EROL
26.05.2011
Bundan önceki yazımda,
“Seçim, devlet, düzen ve projeler” başlığı altında ne diyordum:
Son on yıllarda ve özellikle seçim öncesi şu son günlerde içeriden ve dışarıdan birileri tarafından Türkiye’ye dayatılan “projeler ve kasetler” başta olmak üzere, Tunus, Mısır ve Libya’dan Suriye ve Bahreyn’e, hatta Sudan ve Yemen’e kadar, bütün Ortadoğu ve Arap ülkelerinde yapılanlara ve yaptırılanlara bakmakta yarar var…
Elbette Afganistan, Irak ve Filistin’i de unutmadan…
Bugünkü yazımda ağırlıklı olarak bu meselenin açılımı üzerinde duracak, Osmanlı torunları ve Müslümanlar olarak, cereyan etmekte olan gelişmelerin ibret almamız gereken yönlerine açılım getirmeye çalışacağım...
*
Önce iki iktibas…
“Tehlikeli savrulma!” yazısında (25.05.2011), İbrahim Karagül önemli hatırlatmalar yapıyor: “Libya’da kanlı bir iç savaş başlatıldı, NATO bir Müslüman ülkeyi her gün bombalıyor. Şehirler, limanlar, havaalanları, gemiler bombalanıyor, kimse bunun anlamını düşünmüyor. Kaddafi’nin değil Libya’nın zenginlikleri yok ediliyor.../ ABD muhalefeti Libya’nın temsilcisi olarak tanıdı, Avrupa Birliği tanıdı ve Bingazi’de temsilcilik açtı. Geçiş döneminin temsilcileri Türkiye’ye geldi, en üst düzeyde ağırlandı.../ Sanıyoruz Libya dosyası bir süre sonra kapatılacak. İşte o zaman Suriye dosyasının nasıl açılacağını göreceğiz…”
“Kıssalardan hisse!” yazısında (24.05.2011), Arap (Suriye) asıllı Hüsnü Mahalli, daha da önemli hatırlatmalarda bulundu: “Eylül 1980’de ABD, Saddam’ı İran’a saldırttı... Başta Kuveyt olmak üzere Körfez ülkelerinin desteğiyle bu savaşı 8 yıl sürdüren Saddam, ABD’nin yaktığı yeşil ışıkla bu kez Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etti. 6 ay sonra Körfez ülkelerinin verdiği 600 milyar dolarla Saddam’ı Kuveyt’ten çıkaran ABD, ancak 12 yıl sonra Irak’ı işgal ederek bu ülkeyi İran destekli Şiilerin kontrolüne bıraktı. Ama ABD gelecekteki bölgesel projesinin en önemli unsurlardan biri olan Kuzeydeki Kürtleri unutmadı! Afganistan ve Irak’ı işgal ederek.. ABD.. İran’a ve onun projesine karşı kışkırtma planını yeniden uygulamaya koydu.../ ABD ve Batı kendileriyle işbirliğini kabul etmedikleri sürece Tunus ve Mısır halklarını rahat bırakmayacaktır. Sudan’ı ikiye parçalamasına rağmen ABD ve Batılılar hala bu ülkeyle uğraşıyor. Libya’da binlerce insan öldü yıkımın maliyeti ise 100 milyar doları geçti.../ Suriye mutlaka ikinci bir Irak’a dönüştürülerek tüm bölge sonu gelmeyecek bir kaosun içine sürüklenir. Sürüklenir diyorum çünkü ABD ve Batılılar bunu istiyor…”
*
Evet, ABD ve Batılılar bunu istiyor!
Peki, kimdir bu “ABD ve Batılılar”? Bize göre “sömürü sermayesi”dir.
Öyleyse, “sömürü sermayesi” üzerinde durmamız gerekiyor.
Sömürü sermayesinin sahipleri, dört bin senedir insanlık içinde önemli rol oynayan bir kavmin çocuklardır. Mezopotamya’da tek tanrılı dini tedvin eden Hz. İbrahim çocuklarını yeryüzüne dağıtmıştı. İshak ve onun oğlu Yakup Filistin’e gelmişler ve orada uygarlık kurmaya başlamışlardı. Hz. Yusuf Mısır’da devletin en yetkili yerine gelmiş ve Mısır uygarlığının yücelmesini sağlamıştı. Hz. Musa halkını çöllerde uluslaştırmış ve Filistin’de devlet kurmaları seviyesine kadar götürmüştü. Hz. Davut ve Hz. Süleyman peygamberler insanlığı yüksek uygarlık seviyesine ulaştırmışlardı. Hazreti İsa da onların arasından çıktı. Sonunda, bugünkü Avrupa Uygarlığı ve bugünkü Batı onların eseridir.
Sömürü sermayesi sahipleri, beş yüz sene süresince Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırdılar (Haçlı Seferleri) ve kendileri hâkim oldular.
19’uncu asrın sonunda sermaye Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye ederek, “dine dayalı denge”yi sona erdirdiler, “rejime dayalı denge” oluşturmaya çalıştılar.
Bunun için Türkiye dâhil bütün İslâm ülkelerinde birer “diktatör” yerleştirdiler ve onlara “dinsizlik” yaptırdılar...
Türkler sermayenin bu hamlesine karşılık zamanla ülkelerine demokrasiyi getirerek etkisiz hâle getirdiler.
Dinsizleşme ortadan kalktı ama dinler yozlaşmaya başladı.
İslâm ülkelerinde olduğu gibi Arap ülkelerinde de dinsizlik politikası hep devam etmiştir.
İşte, “Libya’daki diktatör Kaddafi” de budur, dinsizleştirme ve diğer sömürü sermayesi projelerini uygulama görevlilerinden biridir ama görevi sona ermek üzere!
***
Libya’nın diktatörü ve Türkiye’nin itibarı
Reşat Nuri EROL
28.05.2011
Sömürü sermayesinin İslâm ülkelerine, insanlığa/dünyaya ve Libya’ya ettiklerinden söz ediyorduk; kaldığımız yerden devam edelim ve meseleyi Türkiye ile irtibatlandıralım…
Önce Türkiye ve dünyadaki bazı gelişmeleri hatırlayalım:
Türkiye’deki Millî Görüş Hareketi ve Adil Düzen, İran’daki İslâm İnkılâbı, Sovyetler’deki Gorbaçov’un yeni düzen anlayışı ve bunlara istinaden yaşanan gelişmeler, sermayenin timsah benzeri iki çenesinden birini kopardı, diğeri de işe yaramaz hâle geldi.
ABD’de Obama’nın seçimi kazanması işi tamamen başka mecralara çevirdi.
Diktatörler dönemi bitiyor, başka bir dönem başlıyor…
*
Sömürü sermayesinin yeni siyaseti şudur:
Önce Müslüman halkları ayaklandırıp bir zamanlar bizzat sermayenin oralara yerleştirdiği diktatörleri başından atmak...
Sonra da tüm dünyada İslâm ülkelerini bağımsız demokratik ülke hâline getirmek ve kullanmak...
Sermaye bununla ne yapmak istiyor?
Artık eskisi kadar sözünü geçiremediği “süper güç ABD” yani Batı’nın karşısına “İslâmî gücü” ortaya koymak ve bundan sonra bu ikisini çatıştırmak istemektedir.
Çin, Hindistan, Rusya, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin en önemli sorunu İslâm’dır, çünkü hepsinin ülkelerinde yeteri sayıda yani milyonlarca Müslüman vardır ve her gün daha da artmaktadırlar.
Sermaye tüm büyük dünya devletlerini birleştirip İslâm’ı ve Müslümanları onlara ezdirmek istemektedir.
Bunu başaramazsa, İslâm ülkeleri ile bir olup dünyada tekrar “dine dayalı denge”yi kurmak ve korumak hedefindedir.
Libya diktatörü ve diğerleri bunun için gitmelidir. Artık ülkelerini dinsizliğe götüren diktatörlerin görevine son verilmektedir.
Osmanlı Devleti sonrasındaki Cumhuriyet döneminde Türkiye’de kendiliğinden olan gelişme, Libya’da ve benzeri ülkelerde sermayenin desteği ile olacaktır.
Libya aslında nüfusu itibariyle küçük bir devletçiktir, dindar olsa ve dindar kalsa da fazla tehlike teşkil etmez.
Kaddafi iktidarda olduğu sürece sermayenin istediği gibi hareketler yaptı ama İslâm düşmanlığını alenen yapmadı.
Ayrıca halkını refaha doğru götürdü.
Dengesizdi ama yine de halkı için iyi bir diktatördü...
***
Bu durumda Türkiye ne/ler yapmalıdır?
Türkiye her şeyden önce “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” getirmeli ve yalnız İslâm ülkelerine değil, tüm dünya ülkelerine “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i uygulamalı olarak tebliğ etmelidir.
Bunun dışında onların kendi aralarındaki kavgalara karışmamalıdır.
Sermaye anladı ki, Türkiye müdahale etmediği takdirde Kaddafi’nin yenilmesi mümkün değil.
Bir fotoğraf:
Osmanlı fesi ile bir bedevi Türkiye’ye geliyor, Libya’yı temsil ettiğini iddia ediyor; Türkiye de onu devlet temsilcisi imiş gibi karşılıyor!
İşte, bize göre hata budur.
Türkler tarihte hep kötü günün dostu olmuşlardır ve öyle de olmalıdırlar.
Türkler yani görevliler Libya’ya gidip olayları anlatabilirlerdi...
***
Kaddafi’nin yapması gereken neydi?
Kendisine yakın ama samimi dindar olan birisine iktidarı devredip kendisi Türkiye’ye gelmeliydi; Türkiye de ona sahip çıkmalıydı.
Sonra ne olacaktı?
Sermaye hedefine ulaşacaktı ama başa sermayenin istediği kimse değil, Kaddafi’nin istediği kimse gelecekti.
Türkiye sermayenin oyuncağı olmamalıydı...
Ama buna karşılık, demokrasiye gidişte de insanlığa yardımcı olmalıydı...
Libya’da ve benzer durumda olan ülkelerde tarafsız seçimler yapılmalıydı...
(Filistin’de böyle bir seçim olmuş, Hamas kazanmış ama sonra Batı tanımamıştı; sözde demokrat Batı’nın “demokrasi anlayışı” işte budur!!!)
Kaddafi Ankara’da iken Libya’da Kaddafi taraftarı ama dindar biri iktidara gelmeliydi.
Türkiye, bir tür maskaralık olan Kaddafi iktidarını tanımama gibi bir seremoni ile Türkiye’nin Libya’daki itibarını beş paralık etmiştir.
Türkiye’ye gelen fesliyi Libya halkı ne kadar tanımaktadır?
Bir defa Libya’da hâlen birileri iktidardadır.
Onlara karşı bayrak açmak İslâmî değildir.
Türkiye’nin bu fesliyle görüşmesi ve onu desteklemesi de İslâmî değildir.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yerinde olsaydım, bakanlıktan istifa eder, bu acemiliği yapmazdım.
Sonuç olarak; Libya ya çevresindeki ve dünyadaki Müslümanları ülkesine davet edecek ve en az otuz-kırk milyonluk bir ülke/devlet olacak veya komşularından birisiyle birleşecek. Üç-beş milyon nüfusla devlet olunamaz; nitekim olunamıyor.
***
Seçime giderken hangi İSTİKRAR?!.
Reşat Nuri EROL
29.05.2011
“Fert” yani “kişi”den başlayarak sırasıyla “aile, aşiret/ocak, kabile/bucak..” ve nihayetinde “kavim/devlet” ile “nizam/düzen” kelimelerini ard arda sıralayarak bir cümle oluştursam, her halde bugünkü meramımı anlatmaya başlamış olurum...
Hz. Âdem yani ilk insan “esma”yı öğrenerek, “eşya”yı tanımlayarak, “isim”leri belleyerek, kelime ve kavramlarla “dil” oluşturarak, en nihayetinde de “aile, aşiret, kabile, kavim” silsilesini takip ederek kendine bir “devlet ve dünya düzeni” oluşturdu; binlerce yıldır yaşanan nice serüven ve tecrübelerden sonra günümüzdeki seviyeye kadar geldi…
Peki…
- İnsanlık olarak bugün “medeniyet ve düzen” açısından ne durumdayız?..
- Türkiye’de “yerel yönetim” ve “devlet düzeni” olarak hangi merhaledeyiz?..
- Vatandaş olarak bizi kimlerin, nasıl, hangi “sistem”le yönettiğini biliyor muyuz?...
- Yeni bir seçime daha giderken; hangi devlet, hangi düzen ile yönetildiğimizi gerçekten kavrayabiliyor, özellikle “iyi ve kötü, güzel ve çirkin, hak ve bâtıl, savaş ve barış, adalet ve zulüm, ak ve kara” gibi kelime ve kavramlarla ele alındığında, önümüze bütün alternatifler sunulabiliyor mu?.. Gerçek bir seçim oluyor mu?.. Seçtiklerimiz bizim dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal sorunlarımızı çözebilecekler mi?..
Yoksa…
Yeni bir aldatmaca, yeni bir hüsran, yeni bir hayal kırıklığı daha mı?!.
Bir dört-beş yıl daha çözümsüzlüklerle baş başa “ZALİM DÜZEN” içinde debelenmeye devam mı?!.
*
Yani…
Her türlü çaresizliklerin ve çözümsüzlüklerin, zalimliklerin ve adaletsizliklerin “İSTİKRARI DEVAM ETSİN” diye mi güya seçim/ler yapıp duruyoruz?!.
- Anayasa çoğunluklarına rağmen adil bir “anayasa” bile yapmayı beceremeyenler…
- Hiçbir kanuni dayanağı olmayan basit “başörtüsü sorununu” bile çözemeyen ve İslâm ülkesinde, Müslümanların memleketinde başörtüsü zulmünü sürdürenler…
- Yüzlerce, hatta binlerce yıllık birikimlerimizi; fıkhımızı, hukukumuzu, ilimlerimizi bir kenara itip veya tamamen terk edip “Avrupa Birliği” kapılarında itibarsızca sürünenler…
- Bütün bunlar ve benzerleri yetmiyormuşçasına; bir de “zina, domuz eti, fahiş faizler, dışa bağımlı borç ekonomisi” gibi daha nice musibetlerin müsebbibi oluyorlarken…
Hangi hakla ve hangi yüzle “ADALET” ve “KALKINMA” kelime ve kavramlarını isim olarak kullanıyorlar, hangi hakla “İSTİKRAR” diyebiliyorlar; hangi hakla?!.
*
Biz, kırk yıldan beri iğneyle kuyu kazarcasına, adeta tırnaklarımızla kazırcasına, büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek bütün beşeri varlıklarımızla oluşturduğumuz “Millî Görüş Hareketi”ni bir çırpıda yok sayanlar, hangi istikrarı devam ettireceklermiş; hangi istikrarı?!. Bâtıl Batı dünyasının ve uygarlığının “zalim faizli düzen” zulüm istikrarını mı?!.
İşsizlik, açlık, açık bütçe, ithalat patlamaları, durmadan artan fert/şirket ve devlet/millet iç ve dış faizli borçlarımızın istikrarı mı?!.
Giderek yaygınlaşan ve yaş seviyesi de durmamacasına düşen her türlü ahlâksızlığın istikrarı mı?!.
Güya sigarayı yasaklarken her türlü içki ve uyuşturucunun yaygınlaşmasının ve serbest olmasının istikrarı mı?!.
Spor veya futbol olmaktan çıkıp tamamen kumar ve halkı/gençliği uyuşturma mekanizmasına dönüştürülen bu ve benzeri nice sektörün aynı minval üzere sürdürülmesi bir yana, bizzat devlet/millet parası peşkeş çekilerek adeta beslenmesinin istikrarı mı?!.
Hep söylediğimiz, hep hatırlattığımız ama üç maymunları oynayanların da ısrar ve inatla hep duymamazlıktan ve görmemezlikten geldiği, bir türlü ne kendi aralarında ne de bizimle konuşmadığı, bizce hayatımızın her alanındaki meşhur “SOSYAL TUFAN” aynen devam etsin istikrarı mı?!.
Hangi istikrar?!.
HANGİ İSTİKRAR?!.
***
Seçime giderken devlet ve düzen-1
Reşat Nuri EROL
30.05.2011
Seçime giderken; ‘devlet ve düzen, anayasa ve hukuk, işsizlik ve ekonomi, ahlâk ve eğitim, aile ve genel sosyal durum nicedir, nasıldır, ne âlemdedir’ diye sorsam…
Ne cevap verirsiniz?
Efendim…
‘Hepsi de iyidir’ mi dersiniz?
Yoksa…
‘Hepsinde de çok önemli sorunlarımız var, hattâ bazısı hepten sorunlu’ mu dersiniz?
Ya da…
Bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız üzere;
- ‘Hayatımızın dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî her alanında “SOSYAL TUFAN” seviyesinde sorunlar içinde debelenip duruyoruz’ mu dersiniz?..
- ‘Kişi ve aile, ocak ve bucak, il ve ilçe, topyekün “devlet ve düzen” olarak adeta bir keşmekeş içinde yaşıyoruz, krizlerden başımızı kaldıramıyoruz’ mu dersiniz?..
- ‘Bütün bunlar bir kenara; devlet olalı aradan nice yıllar, nice on yıllar geçti, seksen kusur yıl geçti, maalesef henüz doğru dürüst bir “anayasamız” bile yok; bundan sonra bir anayasamız olacaksa veya olacağını vaat edenler varsa da, onun da nasıl olacağı belli değil; velhasıl “zalim düzen” içinde debelenip duruyoruz’ mu dersiniz?..
Böyle diyorsanız, bizim gibi bu “tesbit ve teşhisleri” yapabiliyorsanız, bunu açıkça ve cesaretle ifade ve itiraf edebiliyorsanız; size “tedavi, çare ve çözümler” önerebiliriz…
*
Bilenler bizi biliyor, bizim biricik tedavi reçetelerimiz bellidir; bilmeyenlere de bilenler bildirmek mükellefiyetinde:
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI…
ve
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ…
Yukarıda anlattıklarımızda anlaştıysak, bundan sonrasında bazı detaylara girebiliriz… Devlet ve düzen, anayasa ve hukuk başta olmak üzere bazı derin meseleleri irdeleyebiliriz… “Adil Düzen”de devletin temel işlevleri nasıldır, bu önemli mesele üzerinde durabiliriz…
***
İnsan, ortak sorun ve ihtiyaçlarını karşılamak için teşkilatlanma zorunda olan bir canlıdır.
Devlet, sosyal teşkilatlanmanın en gelişmiş ve en kapsamlı kurumudur.
Devlet sınırları belli bir toprak parçası olan ülkede ilmî, kültürel ve ahlâkî, iktisadî ve siyasî olarak teşkilatlanmış ulusun ortak gücü olan egemenliği temsil eden bir kurumdur. Devletin sahibi millettir, halktır.
Devletin varlık nedeni, ülkeyi dış saldırılardan korumak, ülke içinde iç güvenliği hukukun üstünlüğünü sağlamakla temin etmek, serbest sözleşmelerden doğan hakları korumak, nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis etmek ve alt yapı hizmetlerini yerine getirmektir.
***
Üç tip devlet vardır.
Birinci tür devlet “Hizmetkâr Devlet”tir.
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de hizmetkâr devlet millete hizmet eder, sorunları çözer, yardım ve dayanışma zemini hazırlar. Ülkeyi dış saldırılara karşı korur. Ülke içinde hukukun üstünlüğünü sağlayarak nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis eder. Zenginlerden alır, yoksullara dağıtır. Sosyal hayatta iyilik ve güzellikte, doğruda ve faydalı mal ve hizmet üretiminde yardımlaşma ve dayanışmaya ortam hazırlar. Bu tür devlet dayatmacı (ceberut) değildir. Devlet “Kerim Devlet”tir. Yoksulun ve kimsesizin yanında, haksızlık yapanların karşısındadır. Milletimizin ortak dünya görüşü ve değer ölçülerini ifade eden “Millî Görüş”ün” öngördüğü devlet “Hizmetkâr Devlet”tir.
İkici tür devlet baskı ve dayatmacı “Ceberut Devlet”tir. Bu devlet teşkilatlanmış bir zümre veya grubun devletidir, halka değil de sadece bu grup ve zümreye hizmet eder. KİT’leri zor ve baskıyla yönetir. Bu tür devletler “Sosyalist ve Faşist Devletler”dir.
Üçüncü tür devlet de zenginlere ve rantiyecilere hizmet eden, halkın değil de onların dediğini yapan “Kapitalist Devlet”tir. Özgürlükçü görünür ama adil değildir; çünkü halktan alır, zenginlere, kapitalistlere, sermayedarlara aktarır. “Bekçi Devlet” diye de bilinen bu devlet iktisadî tekel konumunda olanların servet ve menfaatlerini korur, halkın değil...
Bitmedi, devamı var…
***
Seçime giderken devlet ve düzen-2
Reşat Nuri EROL
31.05.2011
Bugünkü yazıma şöyle bir girizgah yapayım ve en sonda söyleyeceğimi veya yazacağımı en başta açıklıkla yazayım, böylelikle “seçim” vesilesiyle önemli bir hatırlatmada bulunayım: Saadet Partisi iktidarında, Millî Görüş iktidarında, Adil (Ekonomik) Düzen iktidarında devlet “adil” olacak ve toplumun “hizmetkârı” olacaktır...
Sosyalist veya komünist devlet gibi baskıcı ve dayatmacı, halkın özel teşebbüslerini ve mülkiyet haklarını engelleyici ve gasp edici din/düzen düşmanı olmayacaktır...
Faizci ve vampir gibi halkın emeğini emici kapitalist devlet gibi egemen güçlerin emrinde, sadece onların çıkalarının bekçisi, halkın her türlü sömürücüsü olmayacaktır...
Saadet Partisi’nin, Millî Görüş’ün, Adil Düzen’in, Adil Ekonomik Düzen’in ön gördüğü devlet; ekonomik faaliyetlerin serbest bir ortamda cereyan etmesine ortam hazırlamak amacıyla alt yapı hizmetlerini yerine getirmekle görevli olan bir ortaktır. Hâsıladan üretime yaptığı katkı oranında anayasada belirtilen payı (vergiyi) alır. Diğer üretim faktör sahiplerinin serbest pazarlıkla anlaşarak üretimi gerçekleştirmelerine yardım eder. Bu düzende devlet adeta ve sadece bir “hizmet kurumu”dur; “Hizmetkâr Devlet”tir... Makro ekonomik hedefleri belirleyen makro planları hazırlar veya hazırlatır... Bu hedeflere kredi ve teşvik politikaları ile girişimcileri yönlendirir... Özel ve tüzel girişimcilerin serbest bir ortamda ekonomik faaliyetlerde bulunmalarına ortam hazırlar... Tekelleşmeleri, yarış (rekabet) kurumunu harekete geçirmekle önler...
Fiyatı piyasada oluşacak mal ve hizmetleri “devlet” üretmez, üretemez. Bu tür malların üretimini özel ve tüzel girişimciler yani “halk” yapar. Devlet piyasa mekanizmasının serbest işleyişine ortam hazırlamak amacıyla aşağıda belirtilen “dengeleri” sağlar:
1) Fırsat Eşitliği Dengesi,
2) Menfaat Paralelliği Dengesi,
3) Nimet-Külfet Paylaşımı Dengesi.
*
1) Fırsat Eşitliği Dengesi: Devlet, ulusal düzeyde iktisadî faaliyetlerde bulunan taraflar (birey-firma, işçi-işveren ve kamu iktisadi teşebbüsleri yani KİT’ler) arasında fırsat eşitliğini sağlar. Yarışın kurallarını belirler. Yarışta taraf olmaz. Başarılı olanları mükâfatlandırır. Devlet, üretim sürecine katılan faktör sahipleri arasında fırsat eşitliği sağlayarak taraflara adil ölçütlere göre üretime katkılarıyla orantılı olarak karar alma sürecine katılmalarına ve nimet/külfetten pay almalarına ortam hazırlar. Ayrımcılık yapmaz. Güçlü olanlardan yana değildir, rantiyeden yana değildir. Haklı olanlardan ve halktan yanadır.
*
2) Menfaat Paralelliği Dengesi: Toplumu oluşturanlar arasında “menfaat çatışmasını” değil, “menfaat paralelliğini” sağlar. Sosyal hayatta nimetin de, külfetin de; kârın da, zararın da adil paylaşılmasına ortam hazırlar. Bugünkü mevcut ulusal ve uluslararası ilişkiler daha çok menfaat çatışması anlayışına göre biçimlendirilmektedir. Menfaat çatışmasının egemen olduğu bir ortamda oyunun kuralları iktisadî veya siyasî tekel konumunda olan güçler tarafından belirlenmektedir. Güçlüler, tek taraflı aldıkları kararlarla nimetin büyük bir kısmını kendileri almakta ve külfeti de halk kitlelerine yüklemektedirler.
“Hizmetkâr Devlet Düzeni” toplumun katmanları arasındaki ilişkilerin menfaat paralelliğine göre düzenlenmesine ortam hazırlayacaktır. Toplumu oluşturan bireyler arasında “çıkar çatışmasını” değil, “çıkar paralelliğini” egemen kılacaktır. Zahmete ve külfete katlananların nimetteki payının artırılmasına zemin hazırlayacaktır.
“Hukukun üstün olduğu düzen”de güçlü olanlar haklı değildir, haklı olanlar güçlüdür. Menfaat çatışmasının egemen olduğu bir ortamda taraflar arasında sürekli çatışma vardır. Çatışmanın sonunda güçlü olan taraf galip gelecektir. Sosyal yapının kurum ve kurallarını galip durumda olan güçlüler belirleyecektir.
Böyle bir ortamda güçlü konumda olanların, ayrıcalıklarını sürekli kılmak için tekel konumlarını korumaları kaçınılmaz olacaktır. Keyfî düzende hep güçlü olanlar haklı çıkar. Çünkü bu düzende sosyal kurumlar güçlülerin emrindedir ve onlara hizmet ederler.
Anayasa ve yasalar haklı olanların değil, güçlü olanların menfaatini korur; aynen ülkemiz ve dünyada hükümran olan bugünkü “ZALİM DÜZEN” gibi…
(Devamı var…)
***