|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
HAZİRAN 2011 |
|
|
|
Seçime giderken devlet ve düzen-3
Reşat Nuri EROL
01.06.2011
Devletin, devlet düzeninin piyasa mekanizmasının serbest işleyişine ortam hazırlamak amacıyla sağlanması gereken “dengelerden” söz ediyor, onları anlatıyorduk:
1) Fırsat Eşitliği Dengesi,
2) Menfaat Paralelliği Dengesi,
3) Nimet-Külfet Paylaşımı Dengesi…
İlk iki dengeyi önceki yazımızda anlattık…
Bugün üçüncü denge üzerinde duralım…
*
3) Nimet-Külfet Paylaşımı Dengesi:
Hizmetkâr Devlet, nimeti ve külfeti adil bir şekilde paylaştıracaktır. Üretimdeki faktör sahipleri ve sosyal faaliyetlere katılanlar, katlandıkları külfet ve üstlendikleri riziko ile orantılı olarak hâsıladan pay alacaklardır. Başka bir ifadeyle; üretimin külfetine katılanlar, hâsılanın nimetinden de yeterince pay alacaklardır. Çok çalışan, emek veren, sa’y sahibi olan çok kazanacaktır. Havadan başkasının kazancına kimse el koyamayacaktır.
Hülasa…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de bugünkü ve geçmişteki iktidarların uygulayageldikleri “rant ekonomisi”nden “üretim ekonomisi”ne geçilecektir.
Günümüzde dünya kaynaklarının önemli bir bölümünün âtıl kalması ve insanların önemli bir bölümünün istihdam dışı bırakılması, “nimet-külfet paylaşımı”nın, “nimet-külfet dengesi”nin “adil” olmamasından yani “zalim” olmasından kaynaklanmaktadır.
***
Türkiye yoksul değildir...
Türkiye kasten ve hile ile yoksul bırakılmış zengin bir ülkedir...
Ülkemizde “baskı ve dayatma” olduğu ve “paylaşımda adalet” tesis edilmediği için halkımız sürekli olarak yoksullaştırılmıştır; hâlen de yoksullaştırılmaya devam edilmektedir...
Hani birileri yani birkaç yıldan beri iktidarda olan birileri, bugünlerde “istikrarın sürdürülmesi” kavram ve sloganı ile öne çıkıyorlar ya; özellikle onlara soruyoruz…
Neyin istikrarı?..
Güce, kuvvete, zulme, adaletsizliğe, faizlere, borçlanmaya, sömürüye ve rantiyeye dayanan, halkı ezme ve sürekli olarak daha da fakirleştirmenin istikrarı mı?!.
Tekelci ve sömürücü konumlarına dayanarak paylaşımda “adaletsiz” davranan ve insanların temel hak ve özgürlüklerini sınırlayan yönetimler, insanlık tarihi boyunca kitleleri yoksulluk ve sefalete mahkûm etmişler; güce, kuvvete, zulme, sömürüye ve rantiyeye dayanan konumlarını korumak için sürekli savaş ve çatışmalar çıkartmışlar, zulüm ve sömürülerini işte öyle sürdürmüşlerdi... Aynen şimdikilerin yaptıkları gibi…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de iktisadî ve siyasî güce sahip olanlar değil, haklı olanlar güçlü kılınacaklardır. Kamu kurum ve kuruluşları haklının yanında yer alacaklar ve hak sahibi hakkını alıncaya kadar haklı olan desteklenecektir...
***
SONUÇ: Saadet Partisi iktidarında, Millî Görüş iktidarında, Adil (Ekonomik) Düzen iktidarında devlet “adil” olacak ve toplumun “hizmetkârı” olacaktır...
Mikro Düzeyde Azami Serbestlik…
Makro Düzeyde Yönlendirme Arasında Denge…
İnsan, kendi çıkarını düşünerek yetenek ve imkânlarını serbestçe kullanırsa, elde ettiği sonucun kâr ve zararının kendine ait olduğunu bilirse, daha rasyonel davranır; kaynaklarını, emeğini ve zihinsel yeteneğini daha iyi kullanır.
Bu nedenle “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de firma (mikro) düzeyde, birey ve firmaların üretim ve tüketime yönelik kararlarına hiçbir zaman müdahale edilmeyecektir. İktisadî müessese ve kurallar, tarafların serbest iradeleriyle üretim faaliyetlerine yön verebilmelerine ortam hazırlayacaktır.
Ülke (makro) düzeyde ise devlet, kredi ve teşvik politikalarıyla kaynakların verimli kullanılmasına ortam hazırlayacaktır.
Devlet, iktisadî faaliyetleri sürdüren müesseseler arasında hakem görevini üstlenecek, “taraflı” değil, “adil hakem” olacaktır.
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” budur.
***
“Faiz” bir… “Özelleştirme” iki… “?!?!” üç…
Reşat Nuri EROL
02.06.2011
Faizin pek çok tanımı var.
Bizim favori tanımımız; “birileri kaybediyorken birilerinin kazanması”dır, yani “halk kaybediyorken faizcilerin kazanması”dır...
Klasik tanımların başta geleni, “faizcilerin Allah/Hak yanihalk ile savaşıyor olması”dır…
Evet, Allah ile savaşmak...
Kur’an faizcileri böyle vasıflandırıyor; Allah ile savaşanlar…
Başbakan, bir müddet önce, iktidarının sekizinci yılında, nihayet, ilk defa “faizleri sıfırlamaktan” söz etti!.. Söz etmesine etti ama sekiz-dokuz yıldır “faiz politikaları” alanında yapılanlar ortada… AK Parti iktidarı döneminde de değişen bir şey olmadı;
Türkiye uluslararası ve onların yerli işbirlikçileri fahiş faizcilere her yıl 50 (elli) milyar dolar faiz ödüyor!!!
Bu miktarı aylık, haftalık, günlük olarak hesapladığınızda bile rakam korkunçtur...
*
Bu konuyu bugün tekrar ele almama, Sabah yazarı Süleyman Yaşar’ın “Sıfır reel faize karşı olanlar AK Parti’ye cephe oluşturuyor” başlıklı yazısı (31.05.2011) vesile oldu. Şu sıralar İnan Kıraç (yani Koç Holding) merkezli haber ve yorumları çokça okuyorsunuz; bundan sonra okuyacaklarınızı biraz da bu açıdan değerlendirmenizi tavsiye ederim… Süleyman Yaşar’ın dedikleri özetle şöyle:
“Başbakan Erdoğan reel faizi sıfırlayacağız dedikçe, bazıları iyice telaşa kapılıyor ve korkuyorlar. Çünkü sıfır reel faizin ne demek olduğunun farkındalar. Sıfır reel faizin yeni bir büyüme modelinin habercisi olduğunu biliyorlar.../ İstanbul'un statükocu işadamları, AK Parti'ye karşı tek bir cephe oluşturmaya çalışıyorlar.../ Amaç, seçimlerden güçsüz bir AK Parti çıkartmak. Siyasi gibi görünen bu amaç aslında ekonomik! Çünkü sıfır reel faize dayalı büyüme modeli artık yüksek faiz-düşük kur politikasını bu ülkede sona erdirecek. Bu yüzden de bazıları fena halde telaşlanıyor!../ Merkez Bankası, "faiz artışı olmadan cari açık kapanmaz" düşüncesiyle piyasalarda oynaklık yaratarak, hem faizden hem de dövizden para kazanmak isteyenlerin hayallerini yıktı... Merkez'in bu tavrı, Başbakan Erdoğan'ın dün açıkladığı "Kimsenin eli ve gözü başkasının cebinde olmamalı. Finans sektörü ve reel sektör dayanışmalı. Ancak sıfır reel faizle Türkiye huzuru ve refahı bulacak" düşüncesiyle tutarlı görünüyor.../ AK Parti’nin “yeni sıfır reel faiz politikası” aslında "güçsüz bir AK Parti" yaratmak için oluşturulan cephenin çimentosu oluyor. Zaten dikkat edin, Başbakan Erdoğan “sıfır reel faiz” dedikçe, AK Parti karşıtı cepheye yurt dışından gelen destek raporları da çoğaldı... Korkuları, seçimden sonra olası sıfır reel faize dayalı bir büyüme modelinin Türkiye'de uygulanmaya başlaması... Çünkü onlar, kaynak dağılımı düzelen bir Türkiye görmek istemiyorlar...”
S. Yaşar’ın değerlendirmeleri böyle, yorumu size bırakıyorum...
*
“Faiz meselesi” ile birlikte “özelleştirme” de en çok önem verdiğim konuların başında gelmektedir.
Bir kere daha baştan gerekli hatırlatmamı yapayım:
Biz “özelleştirmeye” şiddetle karşıyız…
Devlet/hükümet “özelleştirme” yapacak kadar güç kaybettiyse, o zaman “ÖZERKLEŞTİRME” yapsın, halkın/milletin malını sömürü sermayesine peşkeş çekmesin…
Milletin malını yine millete satsın yani çalışanlara veya halka satsın…
Bu konuyu bugün ele almama dünkü bir haber vesile oldu; bu köşenin de yayımlandığı Millî Gazete’nin dünkü (31.05.2011) ekonomi sayfasının tamamını kaplayan bir haber:
AKP şimdi de barajları satıyor!
Elektrik üretiminin yaklaşık 3’te 2’sini “özelleştirme” adı altında satmayı hedefleyen AKP hükümetinin planında 41 baraj 9 portföy hâlinde elden çıkarılacakmış...
Haberin detaylarını Millî Gazete’den okuyun; tam 41 barajımız satılacakmış!!!
Yakında nehirlerimiz de “özelleştirme” adı altında satılığa çıkarılırsa şaşmam!!!
Bazı ülkeler nehirlerini sattı, halk ve köylüler o nehirlerden artık su bile alamıyorlar!!!
*
Çekirge yani iktidar uyguladığı “faiz politikaları” ile bir sıçradı…
“Özelleştirme politikaları” ile iki sıçradı…
Üçüncünün yani “?!?!” ne olduğu gelecek yazılarda…
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-1
Reşat Nuri EROL
03.06.2011
Türkiye’nin Sosyo-ekonomik sorunları ile ilgili olarak bizim gördüklerimizi, görüp de tesbit ettiklerimizi, tesbit edip de yazdıklarımızı, yazıp da “çare ve çözümlerini” de anlattıklarımızı bizden başkaları da görüyor ve söylüyor...
Son olarak Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, “Son 10 yıldır uygulanan ekonomik politikaların, Türkiye’nin kaynaklarının borçlanma, faizler, dış ticaret ve özelleştirmeler yoluyla ülke dışına çıkmasına neden olduğunu” söyledi...
Söylenenler devletin resmi verilerine dayanılarak söylenmiş…
Konfederasyondan yapılan yazılı açıklamada, Türkiye Kamu-Sen’in Maliye Bakanlığı, TÜİK, OECD, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı, DPT gibi kuruluşların resmi verilerinden yola çıkarak hazırladığı “Türkiye’nin Sosyo-Ekonomik Durumu” raporunda Türkiye’nin sosyal ve ekonomik durumunun geçmiş yıllarla karşılaştırmalı olarak masaya yatırıldığı belirtilmiş...
Raporda, Türkiye’nin özellikle borçlanma, faiz ödemeleri, dış ticaret açığı ve cari açık gibi konularda son derece kötü durumda olduğu ve bu durumun gelecek için tehlike arz ettiği ifade edilmiş...
“Seçime giderken devlet ve düzen” yazılarımda (üç yazı), bu “zalim devlet ve dünya düzeni”nde devletimizin ve dünyamızın her geçen gün nasıl daha kötüye gitmekte olduğunu “çare ve çözümleri” ile birlikte yazdım ve dedim ki:
Hayatımızın dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî her alanında “Sosyal Tufan” seviyesinde sorunlar içinde debelenip duruyoruz…
Kişi ve aile, ocak ve bucak, il ve ilçe, topyekün “devlet ve düzen” olarak adeta bir keşmekeş içinde yaşıyoruz, krizlerden başımızı kaldıramıyoruz…
“Seçime giderken hangi İSTİKRAR?!.” yazımda da, dokuz yıldan beri ülkemizi yönetmekte olan iktidar yöneticilerine bazı acı gerçekleri hatırlattım:
Hangi İSTİKRAR?!.
Devleti adım adım yıkılışa götüren şu “istikrar” rakamlarına bir kere daha bakalım…
***
“Türkiye’nin Sosyo-Ekonomik Durumu” raporunu hazırlayan Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonu’nun tesbit ettiği istikrarlı rakamlara bakalım…
2002 yılında 221 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam borç stoku 518,6 milyar dolara ulaşmış... Türkiye’nin borç yükü son bir yıl içerisinde 30,7 milyar dolar artmış… Bir yıllık dış ticaret açığı 72 milyar dolara dayanmış, cari açık 48,6 milyar dolara ulaşmış… Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarının sosyal hayatı da olumsuz etkilediği ifade edilen raporda, “Türkiye’nin her dakika ekonomik olarak uçuruma yuvarlandığı” rakamlarla ortaya konmuş...
Nasıl?..
Türkiye, gece-gündüz, bayram, tatil demeden, her dakika tam 57 bin 78 dolar daha “borç” alıyor, dakikada 61 bin 263 dolar “faiz” ödüyor, dış ticarette dakikada 136 bin 225 dolar “açık” veriyor, bir dakikada 92 bin 466 dolar “cari açık” ortaya çıkıyor ve ekonomik olarak iflasa sürükleniyor... Ekonomideki bu olumsuz durum; her dakika bir “faizli kredi kartı” sahibinin borç batağına düşmesine, her dakikada iki senedin protesto edilmesine, dakikada 2 çekin arkasının yazılarak karşılıksız çıkmasına, her iki dakikada 1 borçlu vatandaşın “faizli kredi kartı” borcunu ödeyemeyerek icralık olmasına neden oluyor…
Türkiye Kamu-Sen Başkanı, ülke kaynaklarının vatandaşlara adil bir şeklide dağıtılması durumunda, “sosyal adalet ve barış”ın tesis edilebileceğini belirterek, şunları ifade etti: “Siyasetçiler, miting meydanlarında IMF’ye olan borçları ödediğini söyleyinceye kadar 5 dakika geçiyor. 5 dakikalık konuşma sırasında bile Türkiye, 285 bin dolar daha borçlanıyor ve 306 bin dolar borç faizi ödüyor... Nefes aldığımız her an, kaynaklarımızın tükenmekte olduğunu, bizler fakirleşirken, başkalarının kolay yoldan zenginleştiğini bilmek, bizleri son derece üzüyor. Artık millî politikaların uygulanma zamanı gelmiştir…”
***
Son on yılın öncesinden itibaren günümüze kadar uygulanagelen ekonomi politikalarının Türkiye’yi getirdiği durum, devletin resmi kurumlarının rakamları ile apaçık ortada…
Devleti yıkılışa götüren “istikrar” aynen devam ediyor!!!
(Devamı var…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-2
Reşat Nuri EROL
04.06.2011
Rakamlar yalan söylemez ama rakamlarla yalan söylenir…
Dünkü yazımda devlet kurumlarının resmî rakamlarını değerlendirerek sonuçlar verdim; birileri ve malum çevreler de o rakamları evirip çevirerek yalan-yanlış değerlendirmeler yapıyor…
Allah’ şükürler olsun ki herkesin aklı var; aklı başında her vatandaş/seçmen kendi kararını kendisi versin…
Bu seçimin iktidar partisince ana sloganında kullanılan kavramlarından biri “istikrar” ya; resmî devlet kurumlarımızın “istikrarlı” rakamlarını değerlendirmeye devam edelim…
Ülkemizde 4 milyon insan asgari ücretle geçinmeye çalışıyor...
Ülkemizde 10 milyon insan açlık sınırında, 13 milyon insan açlık sınırı altında olmak üzere 23 milyon insanımız ve onların oluşturduğu aileler çok zor sosyo-ekonomik şartlarda yaşamaya çalışıyor...
2010 yılında 100 iş adamının serveti 87 milyar dolardan 104 milyar dolara çıkmış...
Ne diyorduk;
Birileri kazanıyorken birileri kaybetmeli ki birileri daha da zengin olsun…
Zenginlerimiz daha zengin olup sayıları daha da artıyorken, birileri yani halk kaybetmeye devam ediyor…
Değişen bir şey yok; “zalim sömürü düzeni” aynen devam ediyor, “faizli vampir vahşi kapitalizm” halkın kanını/emeğini emmeye devam ediyor…
Halkı sömüren ve devleti yıkılışa götüren “istikrar” aynen devam ediyor!!!
***
2010 yılında kentlerdeki yoksul sayısı yüzde 6, kırsal kesimde ise yüzde 9 artmış...
Ülkemizde 2002 de 5 milyon olan resmi işsiz sayısı 2010 da 10 milyonu geçmiş...
Bizim tesbitlerimize göre ise çalışabilen nüfusumuzun yani 30 milyonun tam yarısı yani 15 milyonu işsiz; bunun nasıl olduğunu birkaç yazımızda yazdık, oralara bakılabilir…
Ülkemizde halkın sadece yüzde 14’ü “iyi geçiniyorum” derken, yüzde 46’sı “geçinemiyorum, çok zor şartlarda hayatımı sürdürmeye çalışıyorum” demekte...
Ülkemizde yüzde 20’lik üst gelir gurubu millî gelirden yüzde 50 pay alırken, yüzde 20’lik alt gelir gurubu ise gelirden sadece yüzde 5 pay alıyor!!! (Yüzde 10’luk üst gelir gurubunun payı yüzde 32, yüzde 10’luk alt gelir gurubunun payı ise sadece yüzde 2’dir!!!)
Ülkemizdeki gelir dağılımı AB’ye dahil 25 ülke içinde en kötü olandır!!!
Halkı sömüren ve devleti yıkılışa götüren “istikrar” aynen devam ediyor!!!
***
Sayın Başbakanın zaman zaman yaptığı “çay-simit hesabı”nı bile aratan bu durum sebebiyle;
Son yıllarda hırsızlık arttı, gasp arttı, kap-kaç arttı, yolsuzluk ve rüşvet arttı (uluslararası yolsuzluk anketi sonuçlarına göre ülkemiz 2010 yılında rüşvet konusunda dünyada altıncı, Avrupa’da birinci sırada!), intiharlar arttı, cinayetler ve cinnetler arttı, fuhuş arttı, uyuşturucu ve her türlü içkilerin kullanımı küçük yaşlar seviyesine ulaşarak arttı...
Sosyo-ekonomik durum böyle olunca da; yeni cezaevleri açılmasına rağmen, suçluları koyacak yer bulunamamakta…
43 milyon insanımızın kredi kartı borcu 45 milyarı geçmiş, bu yüzden 2 milyon kişi hakkında takibat başlatılmış…
2008’de karşılıksız çek sayısı 900 bin iken, 2009’da 1.5 milyonu bulmuş!!!
İflaslar, icralar, intiharlar ve dağılan aileler…
Orta direk çöküyor, son 8 yılda 1.5 milyon esnaf kepenk kapatmış!!!
“Biz”, mutlaka satacaksanız bari halkın malını halka veya orada çalışanlara satın, yani “özerkleştirme” yapın diyoruz; “onlar” ise inatla “özelleştirme” adı altında milletin malını sömürü sermayesine peşkeş çekmeye devam ediyorlar…
Son 3 yılda; 70 milyar lira kâr eden ve 60 milyar liraya satılan, ülkemizin can damarı, onuru, gururu ve kâr eden stratejik tesisleri olan Erdemir, Telekom, Tedaş, Petkim, Tüpraş, Seka, Taksan, Sümerbank, Etibank, Sigara ve Şeker fabrikaları vs’yi sattığımız yetmiyormuş gibi;
Son dönemlerde barajlarımız, akarsularımız, hava alanlarımız, limanlarımız, tren garlarımız, yollarımız, köprülerimiz vs yazılı ve sözlü medyamızda bildirildiği üzere satılmakta...
KİT’leri (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) bitirdiler;
Sıra BİT’lerde (Belediye İktisadi Teşebbüsleri)…
Daha önce genişçe yazmıştım;
Malum, İstanbul’da İDO satıldı bile;
Şimdi sıra artık İGDAŞ ve diğerlerinde!!!
(Devamı Var…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-3
Reşat Nuri EROL
05.06.2011
Seçime giderken bir ilk gerçekleşti ve İngiliz The Economist dergisi bile kime oy vermemiz gerektiğini “açıkça” yazdı!
Derginin başyazısı şu tavsiyeyle bitiyor: “Yeni hükümeti de AK Parti’nin kurması kesin gibi; ama biz, Türklere CHP’ye oy vermelerini tavsiye ediyoruz. Mr. Kılıçdaroğlu’nun partisinin güçlenmesi, hem anayasayı daha da kötüleştirecek tek yanlı değişikliklerin riskini azaltır, hem de gelecek seçimi kazanması için muhalefete bir miktar şans tanınmış olur. Bu, Türkiye demokrasisi için en iyi garantidir.”
Son cümleye dikkat, “Türkiye demokrasisi” ibaresi geçiyor.
Söz bu “dergi” ve “demokrasi”den açılmışken;
Mahir Kaynak’ın bugünkü (04.06.2011) “The Economist’in tavsiyesi” başlıklı yazısındaki “demokrasi” bölümüne bakalım:
“Demokrasi halkın egemenliği ve onu koruyacak güçlü bir devlet yapısının varlığı ile mümkün olur. Yani devlet halkın rakibi değil onun koruyucusudur. Şu anda askere yönelik operasyonların arkasında iktidarı devletsiz bırakmak isteyen güçler olabileceğinden endişe ediyorum. The Economist askere yönelik operasyondan şikâyet ediyor. Hem demokrasiyi savunup hem de darbecilikle itham edilenleri savunmak tezat gibi görünüyor ama bu durumdan hiç şikayet etmediklerinden eminim./ Türkiye’de demokrasinin önündeki engel siyasi partilerin sorunları çözmek için değil iktidara gelmek ya da geleni zayıflatmak için uğraşmalarıdır...”
Buraya kadar yazılanları okuduysanız, önemine binaen, geçenlerde yazdığım “Seçime giderken devlet ve düzen” başlıklı üç yazımı bir kere daha dikkatlice okumanızı, özellikle oradaki “çözüm önerilerimize” yoğunlaşmanızı tavsiye ederim…
Bu arada şu gerçeğe dikkat:
İngilizlerin şahsında Batı’nın gerçek yüzü ve demokrasi anlayışı işte budur!!!
***
“Seçime giderken devlet ve düzen” yazılarımın birincisinde ne demiştim: “Bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız üzere; hayatımızın dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî her alanında “SOSYAL TUFAN” seviyesinde sorunlar içinde debelenip duruyoruz…”
Aynı zamanda iyi bir sosyal gözlemci olan Ali Bulaç, bugünkü (04.06.2011) “12 Haziran’a giderken” başlıklı yazısında önemli tesbitlerde bulunuyor: “Dikkatli bir gözleme tabi tutulduğunda, bu seçimde de AK Parti’ye oy vereceğini söyleyen seçmenlerin önemli bir bölümünde belli belirsiz bir bezginlik olduğu gözleniyor. “8,5 senedir size ne gibi faydası oldu?” diye sorduğunuzda bir bölüm seçmen “Napalım, başka seçenek mi var?” cevabını veriyor...” BDP ile MHP’nin iki karşıt ve uç milliyetçiliğe dayalı siyaset yaptığını, Türk’ü ve Kürt’üyle Türkiye toplumunun hâlâ büyük bir bölümünün -yüzde 85- siyasi tercihini bu iki milliyetçi siyasetten uzak tutmaya çalıştığını ifade ettikten sonra şöyle bitiriyor: “Geriye tek büyük parti kalıyor, CHP. Bu parti de yaşadığı iç çalkantılar, darbe teşebbüslerine ismi karışan önemli simaları listenin ön sıralarında aday göstermesi ve arkasında duran ana beşerî malzemenin gelir bölüşümündeki adaletten ve toplumun ana gövdesinin istediği hak ve özgürlüklerden yana gözükmemesi geniş kitleleri ondan uzak tutuyor. Seçmenin AK Parti’den kesin birkaç beklentisi var. İlk beklenti yeni anayasa!”
Görelim bakalım, iki dönemdir anayasa çoğunluğu ile seçim kazanan iktidar partisi dâhil, Meclis’e girebilen partilerimiz, seçimden sonra özellikle “Anayasa Meselesi” konusunda ne yapacaklar; hep beraber göreceğiz…
***
Aslında bugün, “Seçime giderken sosyo-ekonomik durum” başlığı altında, özellikle Maliye Bakanlığı, TÜİK, OECD, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı, DPT gibi kuruluşların resmi verileri ile rakamlarından yola çıkarak ve o rakamlar üzerinden yaptığım değerlendirmelere devam edecektim...
Ama araya İngiliz The Economist dergisinin ilk defa “açıkça” yazdıkları vesilesiyle yazmamız gerekenler girdi...
Belki bir nebze faydası olur ümidiyle, resmi devlet kurumlarının reel rakamlarına istinaden devleti yıkılışa götüren “istikrarın” ve “zalim düzen”in nasıl süregeldiğini yazmaya devam edeceğim…
***
Saadet’in İstanbul Bereket Mitingi
Reşat Nuri EROL
07.06.2011
Saadet Partisi İstanbul İl Teşkilatı tarafından Kadıköy Meydanı’nda düzenlenen “Bereket Mitingi”ni çok yönlü yaşamak üzere oradaydım…
Kırk yıl kadar önce Millî Selâmet Partisi döneminde, yirmi yıl kadar önce Refah Partisi döneminde bütün Türkiye’de yaşanan “Zafer inananlarındır ve zafer yakındır” heyecanını; İstanbul’daki son büyük mitingde bir kere daha yaşadım…
Erkence Saadet Partisi Ümraniye İlçe ve 1. Bölge Seçim Koordinasyon Merkezi’ne gittim; merkezden ve mahallelerden ilk otobüsler meydana gitmiş bile…
Kalan yöneticilerle, ilçe başkanı ve SKM başkanıyla, birkaç mahalle sorumlusuyla, özellikle Ekrem ve Murat kardeşlerimle heyecanlı ve hararetli görüşmelere başladık…
Miting alanına gitme vakti gelince, son otobüsle de biz hareket ettik, hararetli ve bereketli sohbetimizi sürdürdük, ancak Üsküdar sınırına kadar otobüsle varabildik; yolun geri kalan kısmını genci yaşlısı, kadını erkeği ve kucaktaki bebelerle birkaç kilometreyi yürüyerek tamamlayabildik…
Kadıköy Meydanı’na yaklaştığımızda coşku iyice arttı…
İnsan kalabalığı denizinin içine kendimi attım ve “Bereket Mitingi” heyecanını başından sonuna kadar doyasıya yaşamaya başladım; aynen yirmi yıl, aynen kırk yıl öncesinde olduğu gibi…
Millî Görüş Hareketi’nin MSP döneminde birinci şahlanışını gerçekleştirdiğinde o heyecanı yönetici olarak İzmir ve Ege’de yaşadım; Refah Partisi döneminde ikinci şahlanışını gerçekleştirdiğinde de o heyecanı yine yönetici olarak İstanbul’da ve ulaşabildiğim yerlerde yaşadım…
Şimdi de Saadet Partisi döneminde de gömleğini çıkarmamış bir Millî Görüşçü ve yazar olarak aynı heyecanı özellikle “İstanbul Bereket Mitingi” ile yaşadım, hâlen de yaşıyor, yazıyor ve diyorum ki: Zafer inananlarındır ve zafer yakındır…
Konuşmalardan notlar:
Dünyanın herhangi bir yerinde kendi kutsal kitabını yasaklayan bir kabile, bir ülke gördünüz mü? En ilkel kabilede bile bu yasaklar yok. 9 yıldan bu yana AKP tek başına iktidar. Hangi problemi çözdü?..
Biz millete verdiğimiz sözlerden asla taviz vermedik. Dünya menfaati için bir an olsun Millî Görüş gömleğini çıkarmadık. Çünkü biz biliyoruz ki Millî Görüş gömleği milletin inancını temsil etmektedir...
Başta TRT olmak üzere ulusal kanallara: Bu muhteşem mitingi neden milletimize göstermiyorsunuz, neden gizlemeye çalışıyorsunuz?..
Biz taş atana bile biz gül atmayız gül ikram ederiz…
1 Mart Tezkeresi’ni Meclis’e getirdiler! Uyardık, reddedildi. İktidarın MSB Vecdi Gönül, ‘Meclis tezkereyi reddetti ama biz İncirlik’ten 4990 küsur ABD sortisine izin vermek suretiyle o hatayı telafi ettik’ dedi! İncirlik’ten kalkan uçaklar Irak’a ne götürüyordu? Siz mi değiştiniz, kitabınız mı değişti? Kitabımız ‘bütün Müslümanlar kardeştir’ diyor. Sen ise zalimlerle bir oluyorsun! Zulme rıza zulüm değil mi?..
Bu ülkede Saadet Partisi’nden başka AB’ye hayır diyen İslâm Birliği’ne evet diyen başka bir parti gördünüz mü? Saadet Partisi dışındaki siyasi partiler işbirlikçidir, hepsi zalimden yanadır...
Millî Görüş’ün yaptığı fabrikaları, tesisleri kapatıyorlar, özelleştiriyorlar, satıyorlar, yok ediyorlar. Yapan ve satan bir olur mu? Biz geleceğiz, bereket gelecek…
Hareket, heyecan, bereket yanında, tesbit edebildiğim pankartlar da önemliydi, birkaçını aktarayım:
Millî Görüş iktidarlarında geçmişte yaptıklarımız, gelecekte yapacaklarımızın teminatıdır…
Yeni Bir Dünya için:
-ADİL DÜZEN, D-8’ler ve İslâm Birliği, Savaş Değil Barış, Çatışma Değil Diyalog… Saadet gelecek, zulüm bitecek…
“Ekonomi iyiye gidiyormuş, biz niye görmüyoruz?”…
“Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyorum”…
“Esnafım, bazen siftah bile yapamıyorum!”…
“Esnafım, vergiler belimi büktü”…
Milletin malı haraç-mezat satılıyor, işçiler işletmelerden atılıyor…
Ahlâk ve maneviyat istiyoruz… 10 yılda başörtüsü sorununu çözemediler…
“Ben bir anneyim, çocuklarımın geleceğinden endişeleniyorum”…
Hayaldi, gerçek oldu! ET İTHALİNE BAŞLANDI!..
Hayaldi, gerçek oldu! DOMUZ ETİ KASAPTA!..
Hayaldi, gerçek oldu! ZİNA suç olmaktan çıkarıldı!..
Deli Dumrul Vergileri: Yediğimiz ekmeğin % 30’u VERGİ % 30’u FAİZ!..
(Sosyo-ekonomik durumu yazmaya devam edeceğim…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-4
Reşat Nuri EROL
08.05.2011
Araya “Saadet’in İstanbul Bereket Mitingi” yazısı girdi, “Seçime giderken sosyo-ekonomik durum” değerlendirmelerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Son sekiz yılda yürütülen ekonomik, siyasi ve sosyal politikalar yüzünden, son 25 yılın en kötü yılı olan 2008 yılında toptan ve perakende satış yapan 11 bin 271 iş yeri açılırken, aynı kategoride 16 bin iş yeri kapanmış... Bu kadar iş yerinin kapanmasının istihdam, işsizlik, üretim ve en önemlisi o aileler için ne demektir, akıl sahipleri iyi bilir…
2002 yılında iç ve dış borcumuzun toplamı 239 milyar dolar (1997 yılında 110 milyar dolar) iken, 2010 yılı sonunda 820 milyar dolara yükselmiş olup, daha kritik ve dikkat çekici olan nokta, kişi başına düşen borç miktarı 4000 TL’den 17 500 TL’ye yükselmiş...
Hani birileri kişi başı gelirimizin arttığını söylüyor ya…
Peki;
- Kişi başı artan borçlardan ne haber?!.
Israrla sürdürülen “düşük kur-yüksek faiz” uygulamasıyla yerli üretim yok olurken;
2009 yılında imalat sanayindeki kapasite kullanımı yüzde 50’lere kadar düşmüş;
İthalat cazip hâle getirilmiş, cari açığın her yıl daha da artmasına sebep olunmuş ve 2011 yılı bütçesinde cari açık 72 milyar dolar (2010 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 60’a kadar düşmüş olup, ihracatın da yüzde 60’ı ithal ara mallardan oluşmakta!) olarak rekor kırmıştır.
İthalatın artması demek “ülkemizdeki üretimin azalması ve işsizliğin artması” demektir.
İşte tam da bu yüzden, 2011 yılı da dahil olmak üzere, son yıllarda yapılan bütün anketlerde halkın ortalama yüzde 50 ve daha da fazlasının birinci sıradaki şikâyeti “işsizlik”tir...
Millî Görüş partilerinin ve Refah Partisi (Refah-Yol) iktidarının uyguladığı “denk bütçe”den özellikle kaçınılarak, uluslararası kredi kuruluşlarına mesaj anlamı taşıyan sürekli ve giderek artan miktarlarda “açık veren bütçe” ekonomi politikaları tercih edilmiş, söz konusu kredi kuruluşlarının müşteri potansiyeli korunmuştur...
Bizzat Maliye Bakanı’nın ifadesiyle, “cari açık ve işsizliğe çare bulunamadığı” açıkça itiraf edilmiştir...
Ülkemizde hâlen 2001 yılında uygulamaya konulan ve mevcut iktidarca sekiz yıldan beri aynen uygulanan “faiz ve sömürüye dayanan sosyo-ekonomi politikalarının” en belirgin özelliği “üretim değil ithalat, aşırı ve üretmeden tüketim, rant ve sömürü sermayesine ‘özelleştirme’ adı altında peşkeş çekme ekonomi politikaları” olan, her biri 500 sayfayı bulan 15 kanunu 15 günde çıkaran “Fischer-Derviş Modeli” nedir?
Kamu ve özel bankaların görev zararları hazineden karşılanacak…
Kamu bankalarının personel sayısı ile şube sayısı azaltılacak…
Özel bankalar kârlarını sermayelerine eklemeleri hâlinde vergi vermeyebilecek...
Bankaların birleşmesi sağlanarak küresel sermeyenin bankaları satın alabilmesinin veya ortak alabilmesinin önü açılacak...
Yabancı sermayenin ülkemize girişini hızlandıracak yasal düzenlemeler yapılacak...
Kamu, cari, yatırım, transfer harcamalarında, maaş ve ücret artışlarında, fazla mesai, harcırah, ikramiye ve prim ödemelerinde, tarımsal desteklerde tasarrufa gidilecek...
Vergi ve vergi denetimleri artırılacak...
Vergi tabana yaygınlaştırılacak...
Uluslararası finans kuruluşlarından mâli destek alınacak...
Bankalar kanunu, ihale kanunu, merkez bankası kanunu, kamulaştırma kanunu, bütçe kanunu, borçlanma kanunu, Telekom kanunu, şeker, tütün, doğalgaz kanunu yeniden hazırlanacak…
Ülkemizde on yıldan beri hiç değiştirilmeden aynen uygulanmakta olan bu sosyo-ekonomi politikalarının böyle olduğu, küresel sömürü sermayesi kurumlarının uluslararası temsilcisi olan bizzat Kemal Derviş’in TBMM’de AKP’ye yaptığı teşekkür konuşmasıyla netleşmiştir...
2001 yılından beri ülkemizde uygulanan adı geçen önlemlerin gerekçesi Kemal Derviş tarafından şöyle izah edilmiştir:
Toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi, gelir dağılımındaki dengesizliklerin düzeltilmesi, yoksullukla mücadele ve bölgesel gelişmişlik farkının azaltılması!!!
Oysa…
Kemal Derviş’in söylediklerinin hiç de öyle olmadığını bizzat yaşayarak ve Maliye Bakanlığı, TÜİK, OECD, Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı, DPT gibi kuruluşların yani devletin resmi verilerinden görüyoruz...
(Bitmedi, Devamı Var…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-5
Reşat Nuri EROL
09.06.2011
Alın teriyle çalışan esnafımız ile yerli sanayicimiz, yerli üreticimiz her yıl daha fazla fakirleşirken, yarıdan çoğu yabancıların eline geçen bankaların kâr oranları yüzde 300-400’ler civarında seyrediyor.
Faizli para satmaktan başka hiçbir iş yapmayan, vergi vermeden kârlarını yurt dışına transfer eden bu sömürücü bankaların sadece 2010 yılı kârları “21 milyar dolar”dır.
Sadece bu kârla her birinin maliyeti 75 bin TL olan 280 bin adet konut yapılabilmekte olup, bu da 140-150 bin nüfuslu 7 tane Anadolu kenti demektir.
Hani durmadan “çılgın projeler” veya “deprem ülkesi” olmamız sebebiyle “kentlerimizin yenilenmesi projeleri” açıklanıyor da, o projeler için “kaynak” açıklanamıyor ya; halkın parasını “zalim faizli banka düzeni” ile küresel sömürü sermayesine peşkeş çekmeseniz, işte size kaynak; halkın kendi gücü ve imkanları her şeye yeter…
Evet, yetmesine yeter ama aaah o imkânlar “faizli küresel sömürü düzeni” ile birilerine peşkeş çekilmese…
*
Başbakan başta olmak üzere hükümetin bakanları ve yetkililer sık sık millî gelirin arttığından bahsederken, Uluslararası Para Fonunun raporu bütün bu söylenenleri yalanlamakta...
Bu rapora göre kişi başına düşen millî gelirimiz 2013 yılında 180 ülke arasında 141’inci sırada olacak ve Azerbaycan, Bulgaristan, Gürcistan Rusya, Kazakistan, Moldova, Bulgaristan, Ukrayna ve Romanya gibi ülkeler bile Türkiye’yi geçmiş olacak...
54. Başbakan Erbakan Hükümeti’nin baş ekonomi danışmanlarından Prof. Dr. Osman Altuğ’un hep hatırlattığı üzere, ülkemizde “üçkâğıt ekonomisi”nin temel dayanakları olan “döviz, faiz ve borsa”dan elde edilen kârlar artarak devam ederken, bizzat başkentimizin Ticaret Odası’nın raporlarına göre, son 8 yılda Türk ailesinin gelirinin 2 misli, borcunun ise 7 misli arttığını göstermekte!!!
Zalim Faizli Düzen!!!
Sadece son üç yıl yani 2009, 2010 ve 2011 yıllarına ait bütçe açıklarına bakalım:
52 artı 39 artı 34 eşittir TOPLAM 125 milyar!!!
Cari açık: 52 artı 38 artı 72 eşittir TOPLAM 162 milyar!!!
Faiz ödemeleri: 55 artı 48 artı 48 eşittir TOPLAM 151 milyar!!!
2011 yılı bütçesine konulan FAİZ miktarının bir önceki yıldan az olmaması ne demek?!.
Sayın Başbakanın “borcumuz azaldı” veya “borç almıyoruz” anlamındaki sözlerini açık biçimde nakzetmekte...
Borcumuz azalıyorsa faizi neden azalmıyor?!.
Yine faizlere giden para üzerinden, bu seçim döneminde sürdürülen projeler furyasının finans kaynağı tedariki konusunda bir örneklendirme yapalım:
Türkiye ekonomisini iyi yönettiklerini iddia edenlerin sadece son üç yıllık tutarı 151 milyar olan FAİZ ödemeleri ile maliyeti 75 000 lira olan 2 000 000 (yazıyla, tam iki milyon) adet konut yapılabilmekte...
Bu da 140-150 bin nüfuslu 50 adet yeni kent demektir!!!
Bir başka hesapla her yıl her saatte 2 milyon TL FAİZ ödeniyor demektir!!!
Millî Görüşçüler kırk yıldan beri “FAİZ BATIRIIIIR” diye haykırıyor...
Millî Görüş gömleğini çıkaranlar ise ülkeyi/devleti batırıyor…
Hem de FAİZSİZ “Adil (Ekonomik) Düzen” alternatifini yüzlerce defa duyup bildikleri halde ve de sadece bu köşedeki yüzlerce “çözüm önerilerimizi” okudukları halde…
*
Hükümetin başvurduğu bir başka “üçkâğıt ekonomisi” uygulaması da şu şekilde yürütülmekte:
Hükümetin kendisi güya dış borç yapmayıp hem hava atmak, hem de yandaşlarına faiz rantı sağlamak maksadıyla, özel sektörün borç almasını teşvik ediyor ve bu maksatla ABD ve AB ülkelerine 100 milyar dolar teminat veriyor. Böylece özel sektör yüzde 2 ile aldığı borç parayı ülkemize dolar olarak girişini yapıp TL’ye çevirerek hükümete yüzde 17 ile borç veriyor!!!
Son üç yılda özel sektörün faizden elde ettiği rant 60 milyar dolardır!!!
Aynı şeyi yabancı sermaye de yapmakta, hem devlete verdiği borçtan doğan faiz farkından, hem de borsadan kazandıklarıyla toplam 54 milyar dolar elde etmekte!!!
Her iki durumda da elde edilen kârlardan vergi alınmadığı (ülkemizde asgari ücretten bile vergi alınırken) gibi, halkımızın daha da fakirleşmesine yol açan tüketim ve ithalatı hızlandıran, dolayısıyla işsizliği artıran “sabit kur-yüksek faiz” uygulaması başarı ve “istikrarla” sürdürülmekte…!!!
(Bitmedi, Zulüm ve Sömürünün Devamı Var…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-6
Reşat Nuri EROL
10.06.2011
Seçime giderken sosyo-ekonomik durumu özetlemeye ve karar vermede seçmenlere yardımcı olmaya çalışıyoruz...
Hükümet edenlerin kendi teşbihleriyle söylersek; ‘çıraklık’ ve ‘kalfalık’ dönemlerinde yaptıklarını yazıyor, ‘ustalık’ dönemlerinde de yapmaları gerekenleri çözümleriyle hatırlatıyoruz...
Yapılması gerekenleri yaparlarsa yaparlar; yapmaz veya yapamazlarsa, elbette her zaman olduğu gibi tarih aynen tekerrür eder, yapamayanlar gider, onların yerine yapabilecekler gelir...
Bu tesbitten sonra esasa ve meselenin özüne gelelim...
AK Parti iktidarları ve hükümetleri çıraklık ile kalfalık dönemlerinde devleti borçlandırarak ve seksen yıllık varlıkları ucuza satarak ülkeyi şimdilik yaşatıyor...
*
Türkiye’nin şimdiye kadar çözülemeyen ve acilen çözülmesi gereken sorunlar vardır:
1- Dış ve iç borçlar...
2- İşsizlik, istihdam ve değerlendirilemeyen âtıl kapasite...
3- Köylerin boşalması, tarım ve hayvancılığın çökmesi...
4- Yargının çalışmaması, adalet mekanizmasının çökmesi, kanunların yetersizliği...
5- Millî medyanın olmaması, görsel ve yazılı medyanın yani basının dışa bağımlı olması...
6- Terör, PKK, Kürt meselesi ve bu konularda yapılması gerekenler…
7- Anayasa meselesi bütün sorunların anasıdır denebilir ve seçimden hemen sonra bir gün bile geciktirilmemelidir…
8- Sosyal sorunlara da sebebiyet veren “gelir dağılımındaki adaletsizlik” gibi diğer önemli daha nice sorunlar…
*
Seçim sonrasında yani önümüzdeki dönemde iktidara gelecek parti/ler bu sorunları çözer/ler/se dünyanın en başarılı iktidarları olacak, aynı zamanda bütün dünyaya da bu çözümleri ile örnek olacaklardır...
Bu sorunları çözemezlerse, Türkiye devlet olarak çöküp gider, iktidar partileri de Osmanlı son döneminin meşrutiyet partileri gibi olup giderler...
Bu genel ve özet tesbitten sonra, önceki yazımda kaldığım yerden devam ediyorum...
Hükümetin yürürlükteki “üçkâğıt ekonomisi” uygulamasını anlatıyordum..
Özetlersem, hükümet iç ve dış sermayedarlara toplam 114 milyar dolar rant sunarken, halk açısından ülkede mevcut “gelir dağılımındaki adaletsizlik” daha da artmış ve bu durum 2011 yılı başındaki anketlerin tamamına da açıkça yansımıştır.
Bu anketlerde “işsizlik”ten sonraki ikinci şikâyet konusu “gelir dağılımındaki adaletsizlik”tir...
Ülke sermayesinin büyük çoğunluğunu ele geçirmiş olan malum kurum ve kuruluşlar ile onların yerli işbirlikçileri, ellerindeki millî olmayan her türlü medya gücü yoluyla mevcut “faizli zulüm düzeni”nin sürdürülmesi için her türlü etkileşimi ve propagandayı yapmaya devam ediyorlar…
*
Mevcut zalim düzene ve bu düzeni yürütenlere methiyeler düzdüklerinden, vatandaş kendi kendine hep “madem her şey bu kadar güzelse, neden ben her yıl daha da fakir oluyorum ve geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamıyorum” sorusunu sorarak feryat ediyor...
Yeri gelmişken şu gerçeği bir kere daha ifade edelim; bu korkunç üç kâğıt oyununu “MİLLÎ GÖRÜŞ”ten başkası bozamaz...
Yerli ve yabancı sermayedarların yukarda izah ettiğimiz “faiz” sömürüsünden ve “borsa” oyunlarından elde ettikleri toplam rant 60 artı 54 eşittir 114 milyar dolar (yani 175 milyar TL) olup, bu paranın ne korkunç bir miktar olduğunu ifade edebilmek için şu hususu belirtelim:
Bu parayla yaklaşık 100 adet boğaz köprüsü veya 40 adet 150 bin nüfuslu şehir yeniden yapılabilmektedir!!!
*
FAİZ MUSİBETİ çok önemlidir: 2003-2009 yılları arasındaki 7 yılda rantiyeye ödenen faiz miktarı teşvikler dâhil 532 milyar liradır.
Sadece 2009 yılında rantiyeye yapılan faiz ve teşvik ödemesi 88 milyar olup, cumhuriyet döneminde satılan mülklerin toplam değerinden daha fazladır.
Bu 88 milyarın ne korkunç ve önemli bir miktar olduğunun daha iyi anlaşılması için şu izahatı yapmakta fayda olduğuna inanıyorum:
2011 yılı bütçesinde toplam yatırım için konan miktar 21 milyar lira…
Hükümetin sık sık övündüğü duble yollar için 2009’da ödediği yaklaşık 2.5 milyar lira…
Sosyal yardımlaşma eliyle yapılan odun, kömür, yiyecek, giyecek, hasta bakımı, ilköğretimdeki çocuklara ödeme, ilaç, soba ve buzdolabı için 4 milyar lira…
Tarım ve hayvancılığa ödenen ise 5 milyar lira...
(Bitmedi, mevcut “zalim düzen”deki “istikrarlı” zulüm ve sömürülerin devamı var…)
***
Seçime giderken sosyo-ekonomik durum-7
Reşat Nuri EROL
11.06.2011
Faiz meselesi veya faiz musibeti ülkemizdeki önemli sorunların en başta gelenlerindendir.
Araştırma raporlarına göre sıcak paranın Türkiye’de 1 yılda kazandığı FAİZ; Japonya’da 190 yılda, ABD’de 79 yılda, Fransa’da 81 yılda, Almanya’da ise 91 yılda kazanabilmekte…
2002 yılında Türkiye’ye gelen 1000 dolarlık bir sıcak para 2010 yılında 8000 dolar olmuş, yani yüzde 800 kâr sağlanmıştır!!!
Ülkemize son 8 yılda giren sıcak paranın 100 milyar doları geçtiği, sadece 2010 yılında 30 milyar doları bulduğu düşünülürse, ülkemizin ödediği faiz miktarının ne korkunç boyutlarda olduğu daha iyi anlaşılır...
Ülkemizdeki faiz ile ilgili bir acı gerçekte şudur.
Sayın Başbakanın ifadesiyle 2002 yılında enflasyon yüzde 45, faiz yüzde 65 idi...
Şimdilerde enflasyonun yüzde 5 seviyelerinde olduğu iddia edildiğine göre, faizin de oransal olarak yüzde 5-6 olması icap eder...
Halbuki sadece kredi kartlarına uygulanan yıllık yasal faiz oranı yüzde 25.44’tür, yani yüzde 400 daha fazladır!!!
Soygun düzeni “istikrarlı” bir şekilde aynen devam ediyor; bu “zalim faizli soygun düzeni”nde halkımız “faizli” bankalarca işte böyle sömürülüp soyulmakta...
*
Baştan itibaren yaptığımız izahatların ortaya koyduğu ve Millî Görüşçüler olarak bizim 40 yıldır haykırdığımız gerçek şudur:
FAİZLE ABAT OLUNMAZ, OLUNAMAZ…
ZULÜMLE ABAT OLUNMAZ, OLUNAMAZ…
FAİZ VE ZULÜMLE ABAT OLANIN SONU BERBAT OLUR…
Aşağıda vereceğim tesbitler adeta zulüm ve haksızlık aracı olan “faizli zalim düzen” uygulamasının dünya ölçeğindeki tahribatının ülkemizden farksız olduğunu göstermektedir:
-Dünyada 200 milyon insan aylık 2 dolarla geçinmek durumunda...
-Dünya nüfusunun yüzde 50’si yoksulluk çekmekte...
-Dünyada her yıl 6 milyon çocuk açlıktan ölüyor...
-Dünyada 1 milyar insan açlık sınırında…
*
Tarım ve hayvancılık alanındaki zulüm ve sömürüye de bu vesileyle bakalım: 1997’de kilosu 5 kuruş olan gübre 2010’da 120 kuruş, 7 kuruş olan buğday 50 kuruş, 10 kuruş olan motorin 340 kuruş, 2,5 kuruş olan yem 70 kuruş, 5 kuruş olan süt 60 kuruş, 1,3 kuruş olan şeker pancarı 90 kuruş olmuş...
Ayrıca asgari ücret de 31 lira iken 600 lira, mutfak tüpü de 1,5 lira iken 60 lira olmuş...
Buna duruma göre:
1997’de 10 kilo buğdayla 14 kilo gübre alınabiliyorken, 2011’de 4 kg alınabiliyor; fakirleşme yüzde 350!!!
1997’de 10 kg buğdayla 7 litre motorin alınıyorken, 2011’de 1,5 litre alınabiliyor; fakirleşme yüzde 466!!!.
1997’de 1 kilo süt ile 2 kilo yem alınabiliyorken, 2010’da 1 kilo bile alınamamaktadır; fakirleşme yüzde 286!!! 1997’de 10 kilo şeker pancarı ile 2,5 kg gübre alınıyorken, 2011’de 1 kg alınabiliyor; fakirleşme yüzde 250!!! 1997’de 10 kg pancarla 1 litre motorin alınıyorken, 2011’de 0,25 litre alınabiliyor; fakirleşme yüzde 250!!!
1997’de asgari ücretle 42 adet mutfak tüpü alınabiliyorken, 2010’da sadece 10 adet alınıyor; fakirleşme yüzde 420!!!
Bu haksız durum 2002-2010 arasında da benzer şekildedir. 2002’de 1 litre mazot 3 kg buğdayla alınabiliyorken, 2010’da 6 kg gerekmekte!!!
2002’de 1 litre mazot 15 kilo pancarla alınabiliyorken, 2010’da 25 kilo pancar gerekmekte!!!
2002’de 1 kg gübre 0.72 kg buğday veya 3.44 kg pancarla alınabiliyorken, 2010’da 1.3 kg buğday, 6 kg pancar gerekmekte!!!
Bu tablolar tarım ve hayvancılığın da ne durumda olduğunu açıkça ortaya koymakta...
Çok küçük bir azınlık hiç terlemeden milyon dolarlar kazanırken, büyük halk kitleleri fakirleşip can derdine düşmüş...
İşte bunun için bu düzene Erbakan Hocamızın ifadesiyle “köle düzeni” denmekte...
İşte bunun için köyler boşalmakta; buğday, mısır, şeker pancarı üretimi terk edilmekte...
İşte bunun için daha 8-10 yıl önce kendine yeten 5-6 devletten biri olmamıza rağmen, şimdilerde şekeri, mısırı, buğdayı, sütü, hattâ kurbanlıklarımızı da ithal eder olduk!!!
Faizli “zalim düzen”de sömürü “istikrarlı” bir şekilde artarak devam ediyor…
Seçimde karar sizin…
İster Millî Görüş gömleğini çıkaran “zalim düzen”cileri seçersiniz…
İster “Millî Görüş”çüleri ve “Adil Ekonomik Düzen”cileri seçersiniz…
(Akledenlere, fikredenlere, düşünenlere şimdilik bu kadarı -yani yedi yazı- yeter!)
***
İnsan, “Adil Düzen” ve yapılması gerekenler
Reşat Nuri EROL
12.06.2011
Canlılar âleminde hayvanlar yayılıma çıkar, ot otlar ve karınlarını doyurarak yaşarlar. Arılar çiçekten çiçeğe uçar, aldıkları bal özünü bal yaparak yaşarlar. Hiçbir hayvan kendi ürettiği ile yaşamaz. Kendi ürettikleri ile yaşayanlar bitkilerdir.
İnsan da başlangıçta hayvanlar gibi “toplayıcılık” ve “avcılık” ile geçinmekteydi. İnsanlar bugün uygarlaştılar, artık kendileri çalışıyor ve birlikte üretiyorlar. İnsan artık meyve toplamıyor, avcılık yapmıyor; çalışıyor, para kazanıyor, para topluyor, sonra o paralarla birlikte ürettiklerini satın alıyor ve tüketiyor. Çağımızdaki insanın çalışıp para kazandığı bu çevreye “ekonomik çevre” diyoruz.
İnsan topluluk içinde çalıştığında kendisine refah sağlamaktadır. Sonra yuvasına yani evine dönüp özgürlük içinde mesut olmaktadır. İnsanların bu refahını ve saadetini sağlayan “sosyal kuruluşlar” vardır; bunlar “dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî kuruluşlar”dır.
-DİN ne yapılacağına karar verir.
-İLİM nasıl yapılacağına kara verir.
-EKONOMİ kimin yapacağına karar verir.
-SİYASET üretilenin kimin olacağına karar verir.
***
Aile “saadet”in merkezidir, hürriyet orada vardır.
İnsanlık ise “refah”ın merkezidir. Bugünkü refaha ancak tüm insanlığın birleşmesi ile ulaşmış oluyoruz. İnsanlık ile aile arasında kurulmuş köprüler vardır, yani “saadet” ile “refah” arasında köprü kurulmuştur. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler iç içe kurulmuş köprülerdir.
Demokrasi, aile ile insanlık arası oluşacak köprülerin aileden başlayarak insanlığa kadar uzanmasını ister. Yani taşradan merkeze gidiş vardır. Oysa merkezî yönetimlerde merkezden taşraya doğru örgütlenme yapılır.
Geçmiş beşyüz yılın insanlık tarihi, “merkezî yönetim”den “yerinden yönetim”e gitme tarihi ve savaşıdır. Bugüne kadar asıl yapılması gerekenin tam tersi yapılmıştır.
“Demokrasi” demişler, en büyük “merkezî devletleri” oluşturmuşlardır...
“Laiklik” demişler, hürriyetleri kısıtlayıp en büyük “zulümleri” yapmışlardır...
***
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ancak taşradan başlayarak merkeze doğru gidildiği takdirde oluşur.
Biz buna Akevler’deki Adil Düzen Çalışmalarımızda böyle başladık; ancak o dönemin şartları birden bire bizi tepelere, yükseklere, iktidarlara çıkardı.
Bazı konularda hazırlıksız yakalandık. “ADİL DÜZEN”in ikinci sorunu da “ADİL DÜZEN” uygulamasına nerden başlamamız gerektiğidir; “din”den mi, “ilim”den mi, “ekonomi”den mi, “siyaset”ten mi?
Önce, yaşadığımız topluluktaki dinî, ilmî, meslekî ve siyasî kuruluşlara katılıp normal hayat sürmemiz gerekir. Bunu düzen içinde yapacağız ve yaşayacağız.
Mevcut olan düzende biz “ADİL DÜZEN”e göre yaşayacağız iddiası yanlıştır.
Bu düzende kimse faizsiz iş yapamaz; cebimizde TL’yi taşıyorsak mutlaka faizin içindeyiz demektir.
TL taşımazsak, sıkıştığımıza tuvalete bile gidemeyiz!
Hayrettin Karaman bunlara zaruret dolayısıyla fetva vermektedir.
Biz zaruret değil, normal şartlarda bunlar meşrudur diyoruz; istishab dolayısıyla meşrudur.
Bizim görevimiz mevcut düzende şeriata göre yaşamak değil, şeriat/hukuk düzenini getirmek olacaktır.
Gelecek olan şeriat da bin yıl önceki içtihatlardan oluşmayacaktır.
Biz şimdi içtihat yapıp günümüzün şeriatını/hukukunu getireceğiz.
Bin yıl önceki hayatın şeriatını/içtihatlarını bugünkü hayata uygulamaya kalkışmak, İsviçre Medeni Kanunu’na tâbi olmak gibi yanlıştır.
Peygamberler önce dinden, imandan, inançtan başlamışlar ve insanları inandırmışlar; sonra cemaat oluşturmuşlar ve hicret ettikten sonra siyaseti ve ilmi beraber uygulamışlar, ekonomiyi en sona bırakmışlardır.
O halde öncelikle ilmî çalışmalara ağırlık vermeli, bilahare uygulamak üzere bu çalışmalara inanarak katılan insanları beklemeliyiz...
***
Seçimden önce, seçimden sonra…
Reşat Nuri EROL
14.06.2011
Son iki-üç ayda “seçim” değil de sanki “üçlü bir kavga” yaşadık…
AKP Genel Başkanı ve Başbakan R. T. Erdoğan, CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı D. Bahçeli…
Mahalle kavgasında söylenmeyecek sözler bile işittik; aşağılıktan başlatıp şerefsizliğe varana kadar sarf edilen sözler ve iğrenç kasetler!..
Bu sözleri iktidar ve muhalefetiyle bizi yönetenler ve bundan sonra yönetecekler söyledi!..
Millî ve ahlâkî olmayan “medya” da bu duruma olanca varlığı ve gizli göreviyle çanak tuttu; bu arada diğer partiler ve liderleri yokmuş gibi davrandı!..
Bu vesileyle siyasi partiler ile başkanlarından medyaya kadar geniş bir yelpazede “siyasette de ahlâk meselesi sorunu” ve bu sorunun acı gerçekleri ile bir kere daha yüzleştik…
Evet, her şeyde ve her alanda olduğu gibi siyasette de ahlâk…
*
Seçimden sadece bir hafta önce (05.06.2011), Hayrettin Karaman Hoca “Siyaset ve ahlak” başlıklı bir yazı yazdı ve daha başında dedi ki:
“Yalan söylemek, iftira etmek, iki yüzlülük, aldatmak, yapamayacağını vaad etmek, ehil olmadığı halde bir işe talip olmak, insana, hayvana, bitkiye ve eşyaya zarar vermek, insanları korkutmak, huzurlarını bozmak, şahsi menfaati ve hırsına ülkenin ve milletin menfaatini feda etmek, halka ve ülkeye zarar verecek bir günaha, kusura, suça göz yummak ve bunları -gerekiyorsa açıklamak veya ıslah etmek yerine- şantaj aracı olarak kullanmak bütün dinlerde ve ahlak sistemlerinde kusurdur, ahlaksızlıktır, değersizliktir. Oldukça uzun tutulan ve insanı bıktıran seçim propaganda süresi içinde siyasilerin çoğunda, yukarıda sıraladığım ahlaki kusurların tamamını gördük, duyduk, üzüldük ve iğrendik…/ Tabii bu ahlak dışı davranışlar bütün tabakalarıyla halkı da olumsuz etkiliyor; farklı partilere mensup insanımız birbirine düşüyor, sevgi ve dayanışmanın yerini nefret ve ayrılık alıyor..”.
Yazı şöyle bitiyor: “Güzel ahlak dünyada ne kadar hâkim ise huzur ve mutluluk da o kadar vardır. Bugün insanların çoğu huzursuz, mutsuz, sıkıntılı, buhranlı olduğuna göre ahlakımız da o kadar eksik demektir. Her şeyi bir yana bırakıp bir ahlak eğitimi seferberliği ilan etmemiz gerekiyor. Dünyalık peşinde çok yarıştık, şimdi zaman, ahlak ve fazilet yarışı zamanıdır.”
Aynen katılıyorum; her şeyden önce ahlâk ve fazilet…
Millî Görüşçüler kırk yıl önce yola çıkarken dedi ki:
Önce Ahlâk ve Maneviyat…
*
Seçimden önce bunlar oldu ve bu konuda yapılması gerekenler bir kere daha ayan beyan ortaya çıktı…
Seçimden sonra olması ve yapılması gerekenler de apaçık ortada…
Yeni anayasa ve yargı reformu ihtiyacı; sosyal adalet eksikliği, toplumsal çözülme ve dağılan aileler; çöken eğitim sistemi, yetersiz siyasi rejim ve krizlerle ayakta kalmaya çabalayan ekonomi…
Ve daha başka nice çözüm bekleyen sorunlar, sorunlar…
*
Bu vesileyle birkaç yıl önce yaptığımız “YÜZ SORUN - YÜZ ÇÖZÜM” çalışmamızı bir kere daha hatırladım; çözülmedikçe sorunlar hep var olmaya devam ediyor…
Geçen gün hatırlattığım ana sorunlar neydi?
1- Dış ve iç borçlar...
2- İşsizlik…
3- Köylerin boşalması, tarım ve hayvancılığın çökmesi...
4- Yargının çalışmaması, adalet mekanizmasının çökmesi, kanunların yetersizliği...
5- Millî medyanın olmaması...
6- Terör, PKK, Kürt meselesi…
7- Anayasa meselesi ve acil yargı reformu ihtiyacı…
8- Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve daha nice sorunlar;
ÇÖZÜM bekleyen 100 SORUN!!!
*
Siyasilerimiz, siyasetçilerimiz, partilerimiz, liderlerimiz önce kendilerini düzelterek yola çıktıktan sonra; sıra yukarıda sadece bir kısmını andığım Türkiye’nin sorunların çözümüne gelebilecek mi?..
Yoksa, eski tas eski hamam, mecliste bildik havalarda aynı şarkı ve türküleri söylemeye, bir seçim sonrası dönemi yani dört-beş yılı daha öylesine tüketmeye devam mı edecekler?..
Bir önceki dönemde yaptıkları ve yazımın başında hatırlattığım seçim döneminde söyledikleri, bundan sonra yapa/maya/caklarının garantisi mi olacak?!.
Her önemli ana sorun için ve tek tek bütün sorunlar için “Yüksek Kurullar” kurulmalı…
Artık “yeni düzen” için bir an önce harekete geçilmeli…
Bu arada bizim camiamız için hatırlatıyorum;
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” asla gündemden düşmemeli, gerekli ilmi çalışmalar ve hazırlıklar yapılmalı…
***
Ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikaları
Reşat Nuri EROL
15.06.2011
Yazacaklarım sadece bugün var olan siyasetçi ve yöneticiler için değil, aynı zamanda yakın ve uzak gelecekte var olacak “siyasetçiler ve yöneticiler” içindir.
“Yeni” kelimesi bu seçim döneminde çok kullanılır oldu; yeni dünya düzeni, yeni anayasa, yeni sorunlar ve çözümler, yeni CHP vs…
Ama “yeni bir düzen” veya “yeni dünya düzeni” derken;
“Adil bir düzen” yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ihtiyacını bizim dışımızda hatırlatan ve gündeme getiren yok…
Eski düzen, eski zalim düzen, “faizli küresel sömürü düzeni vahşi kapitalizm” var olmaya devam edecekse, aynı tasla aynı hamamda güya yıkanacak ve çağdaş kirlerden (yani krizlerden) güya temizleneceksek, bu kaşarlanmış “eski zalim düzen”de “yeni” yaftasıyla yapacağınız herhangi bir değişiklik ne kadar etkili olabilir ki?..
Dünyada yaşıyorsanız, değişen hayatla birlikte sürekli yeni sorunlarla karşılaşmanız gayet normaldir ve bu sorunlardan korkulmamalıdır.
Korkulması gereken yegâne şey sorunları çözme metotlarının bilinmemesi ve günümüzde olduğu gibi çözümsüzlüğe mahkum olmaktır.
Mesela, mevcut iktidar adında “adalet” ve “kalkınma” kelimeleri bulunmasına rağmen; dokuz yıldan beri “başörtüsü, Kur’an eğitimi, imam-hatipler, katsayı” gibi çok ama çoook önemli adaletsizlikleri giderme konusunda zerre kadar atıp atmayıp o alanlardaki zulümlerin daha da kemikleşip kanıksanmasına sebep oluyorken, varsa yoksa “kalkınma, kalkınma” diyor; bana göre “faizli kapitalist zalim düzen”de onu da beceremiyor...
Mesela; cari açık, enflasyon, işsizlik, patlayan ithalat, giderek artan borçlar, gelir dağılımı adaletsizliği ve her gün, her ay, her yıl faizlere giden milyar dolarlar…
Sadece bu saydıklarım bile ne demek istediğimi anlatmaya yeterli değil midir; Batı dünyası bu kalkınma modeliyle batıyorken, batmakta olan topyekün Batı’yı veya AB’yi, ABD’yi, yani Yunanistan’ı örnek almak, hangi akla hizmettir?!.
Gömlek olmayınca bu kadar oluyor veya “kalkınma” diye millete bunlar yutturulabiliyor; topyekün batışı yani “ölümü gösterip” krizlerle ve faizli zalim düzen sömürü düzeniyle “sıtmaya razı etme” politikaları!!!
*
Bu tesbiti sadece ben değil, Ali Bulaç da yapıyor, hem de AKP politikalarını destekleyen bir gazetede (Zaman, 11.06.2011):
“AK Parti, siyasetin merkezine doğru yönelirken yazık ki diğer sağ partiler gibi 'kalkınmacı' bir kimliğe bürünüyor... Gündeme gelen bilumum projeler kalkınmacı, fazlasıyla iri, maddi cesameti daha çok büyütücü, büyük ve en büyük özelliklere sahipler. Dahası 'çılgın' sıfatını almayı hak edecek kadar da şaşkınlık vericidirler. Refah, milli gelir artışı, üretim vb. sorunlar tabii ki önemli, ama çok daha derinde bu toplum bir arada yaşama iradesini kaybetmekle karşı karşıya. Adalet, aile ve ahlaki hayatı mümkün kılma çabası neredeyse birkaç kaygılı entelektüelin fantezisi gibi algılanır oldu... Bu toplumun acil olarak ahlaki ve sosyal olarak takviye edilmeye ihtiyacı var.../ Bizi heyecanlandıracak, birbirimize yakınlaştıracak, yeni sinerji katacak bir muhayyile.../ Ortadoğu'ya Batı'yı tekrar eden, cesamete ve adaletsizliğe dayalı kalkınmacı programlar, geç kalmış milliyetçilikler, artan yoksul nüfusu, duyarsızlaşan zengin zümreleri ve "daha büyük Türkiye" idealiyle yol gösteremeyiz, onları da kendimizle beraber BATIRIRIZ...”
*
Bilenler biliyor, bilmeyenler için yazıyorum; tam 616 haftadan beri “Haftalık Tefsir Seminerleri ve Adil Düzen Dersleri” yapıyoruz…
Bu haftaki “R. T. Erdoğan ne yapmalı?” yorumumuz/dersimiz şöyle başlıyor:
“Erdoğan aldığı oya bakmaksızın son devresini “yeni düzen” için değerlendirmelidir. Yeni anayasa yapmak bir şey ifade etmez. Türkiye’de kaç defa anayasa değişti ama ülkede, yönetimde ve özellikle düzende hiçbir şey değişmedi. Mevcut olan bürokrasi ile herhangi bir yenilik yapılamaz, yenilik ancak yeni kadro ile yapılabilir.” Ve şöyle bitiyor: “R. T. Erdoğan’ın durumu çok kritiktir. Düşmeden uçarsa, Türkiye tarihinde Mustafa Kemal’den daha büyük bir yere yerleşecek, düşerse kendisini de ülkeyi de uçurumlara götürecektir. Bu durumda Türkiye ikinci istiklâl savaşını yapmak zorunda bırakılacaktır.”
(Daha fazlasını veya bu derslerin tamamını merak eden, cumartesi gecesi www.akevler.org sitemizden okuyabilir.)
***
Seçim sonuçları (son değerlendirme)
Reşat Nuri EROL
16.06.2011
Seçim sonuçları ile ilgili değerlendirmeleri uzatmak istemiyorum, bu yazı seçimle ilgili son yazı olsun!
Dünkü yazımın sonunda yazdığım üzere, 616 haftadan beri hiç aksatmadan ilmî çalışmalar yapıyor, bu arada her hafta (iki konuda) güncel/aktüel değerlendirmeler yapıyoruz.
Yazacaklarım, Üstadım ile gelecek hafta için yaptığımız “Seçim sonuçları” başlıklı çalışmamızdan derlenmiştir: Alınan oylar; AKP %50, CHP %26, MHP %13, Bağımsızlar %6, Saadet %1.3 ve diğerleri...
AKP oyunu artırmış; ‘senden daha iyi yönetecek yoktur’ denmiştir...
Bu durum AKP’nin siyasetine devam etmesini istemektir...
Halkımız bu konuda büyük yanılgı içindedir.
Yanılgının sebepleri:
1- Türkiye dışa borçlanmakta ve rahat yaşamakta, bu uygulama -Osmanlı gibi- Türkiye’yi iflasa ve çöküşe götürmektedir...
2- Köyler boşalmakta, tarım ve hayvancılık çökmektedir...
3- KİT’ler (şimdi de BİT’ler) satılmakta, ülkemiz yabancı tekel sömürü sermayesine esir edilmektedir...
4- İşsizlik artmakta, gelir dağılımı dengeli olmamakta, “ZULÜM” devam etmektedir...
Bunların dışında;
1- Yargı sorunu çözülememiştir…
2- Anayasa sorunu çözülememiştir...
3- Terör/PKK/Kürt sorunu çözülememiştir...
4- Müdahaleler ve millî olmayan medya sorunları çözülememiştir…
Bu sorunlara rağmen halk %50 ile AKP’yi desteklemiştir!!!
MHP şantajlara rağmen başarılı olmuştur...
CHP ise bunu başaramadı, tam kuyuya düştü...
CHP’deki “kaset” başarısı MHP’de de tutsaydı, yarın AKP’nin kapısını da nice “kasetlerle” ve daha başka şeylerle (mesela dosyalarla) çalacaklardı...
İftiranın sınırı yoktur, her partide beğenmediğimiz veya çeşitli kusurları (kasetleri veya dosyaları) olan insanlar bulunur...
CHP’ye verilen oy fazladır, bunun günahı S. Demirel’e aittir...
Biz 1960’larda siyaset yapmaya başladığımız zamandan beri elinde dolaştırdığı tek silah Halk Partisi’nin iktidarı idi, biz bölücülükle itham ediliyorduk...
Biz Halk Partisi ile koalisyon (CHP-MSP) yaptığımızda PTT şubeleri kuyruklarla dolmuştu, “CHP ile koalisyon yapmayın” diye; o zaman da bunu O organize etmişti...
Şimdi ne oldu da kayıtsız şartsız CHP destekleniyor?!. Bunun hesabını bu millete vermiyor; “dün dündür, bugün bugündür” diyor?!.
O’nun âhiretini merak ediyoruz...
Bağımsızların (BDP) oyu %4 olması gerekirken onlar da %2 artırdılar ve %6 aldılar...
Bu tablo bizi şu sonuçlara götürmektedir:
1- Anayasa ekseriyetini bulamayan AKP anayasanın değiştirilmesi ile ilgilenmeyecektir...
2- Anayasayı değiştirmek için AKP-Bağımsızlar koalisyonu olacak...
3- Veya AKP-MHP işbirliği olacak...
4- Yahut AKP-CHP işbirliği olacak...
5- Ya da bizim tavsiyemiz “millî mutabakat” olacak...
Böylece bu mecliste herkese bir şans tanınmıştır...
AKP iktidar edilmiş ama anayasa yapma yetkisi verilmemiştir; diğer partinin iştiraki ile anayasa değişebilir…
Anayasanın değişmesi bir şey ifade etmez; nasıl bir anayasa olacağı önemlidir:
“Batı’nın Türkiye’yi yıkmak için empoze edeceği bir anayasa” mı, yoksa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN ANAYASASI” mı?..
FT, seçim zaferini yazdı, cari açıkla moral bozdu!
İngiliz ekonomi gazetesi Financial Times’ın ‘Türkiye’nin Ekonomisindeki Isı Yükseliyor’ başyazısında, Türkiye’deki cari işlemler açığının, ‘Yunanistan ve Portekiz’deki krizlere katkıda bulunan düzeylere yakın’ olduğuna dikkat çeken gazete, “Sıcak para Türkiye’ye sonsuza dek akmayacak ve riskler katlanacak” uyarısı yaptı...
Financial Times, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı bekleyen birçok önemli dosyanın bulunduğunu da vurguladı...
Gazete, en zorlu meydan okumalardan birinin de ekonomi ile ilgili olduğunu öne sürerken, hızlı büyümenin cari açığı ve faizli kredileri büyüttüğünü, enflasyonu körüklediğini belirtti...
ERBAKAN Hocamızın bir değerlendirmesi ile bitirelim:
“Bakınız… İster gecenizi gündüzünüze katıp bu hak dava için çalışın, ister yan gelip yatın; bu hak davanın başarısını ne bir gün öne alabilirsiniz ne de bir gün geciktirebilirsiniz... Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.” NECMETTİN ERBAKAN
(Hocamız, yıllar önce, Altınoluk’ta birkaç gündür “Adil Düzen Çalışmaları” yapıyorken, buna benzer şeyler söylemişti; belki o konuyu da ayrıca “müstakil bir yazı” olarak yazarım.)
***
‘Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!’
Reşat Nuri EROL
17.06.2011
Evet…
“Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!”
Her şey seçim öncesinde olduğu üzere aynen devam ediyor;
Yine “klasik, kanıksanmış ve çözümlenmemiş sorunlarımızla” baş başa kaldık!..
Seçimden önce ve sonra yeterince “seçim” yazısı yazdım; bugünden itibaren -elbette her zaman olduğu üzere “çözümlerimizi” de içeren değerlendirmelerimizle birlikte,- “klasik ve kemikleşmiş sorunlarımızı” kaldığımız yerden yazmaya başlayalım…
Yazımın başındaki “Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!” başlığını özenerek ve özellikle seçtim, sahibi -hem de yazı başlığı olarak- bu seçimde iktidarı görülmemiş derecede destekleyen Cemaat ve gazetesi Zaman yazarı İbrahim Öztürk’e ait… O yazıdan -benim de aynen katıldığım- sadece üç sonuç cümlesi aktaracağım: 1) “İlk olarak bu seçimlerde bütün partiler yeni bir anayasa yapılması gerektiğinde mutabık olmuşlardı...” 2) “İkinci mutabakat sözü ekonomide...” 3) “Türkiye’de aslında 2006 yılından beri ekonomide bir ‘konjonktür idaresi’ vardır; enflasyon-faiz-cari açık-borç vs. gibi verilerin takibine ve birtakım iktisat politikası kararlarıyla sorunun çözümden ziyade ötelenmesine dayalı bir yol takip ediliyor...” Evet, mutabakatlar belli: Yeni Anayasa ve ekonomik sorunlar; enflasyon-faiz-cari açık-borç vs.
Bunu AKP’yi canhıraş bir şekilde destekleyenler de açıkça itiraf edip yazdıklarına göre; “tesbit ve teşhiste” kısmen de olsa anlaşıyoruz demektir…
Peki, “tedavi ve çözümler” ne olacak, o konuda niye anlaşamıyoruz;
Kırk yıldır dile getirdiğimiz “çare ve çözümlerimizle” neden ilgilenilmiyor, dünyadaki herkesle “diyalog” hâlinde olanlar, Millî Görüşçülerle ve Adil Ekonomik Düzencilerle neden diyalog kurmuyorlar, NEDEN?!.
*
Artık açıkça hatırlatmakta, yazmakta ve sormakta yarar var:
DSP ve Bülent Ecevit’i bile AKP’den önce açıkça destekleyen Cemaat, kırk yıldan beri Millî Görüş partilerine en küçük bir ilgiyi ve desteği bile esirgedi; 1970’lerden itibaren -bu konuda çok “özel” bilgilere sahibim,- tarafımızdan ve aracılığımızla uzatılan “diyalog” ellerini ve tekliflerimizi de hep geri çevirdi!..
Halbuki 1961 yılından itibaren, 1965 yılında Fethullah Gülen Hoca’nın İzmir’e gelmesinden sonra da 1967’ye kadar üç yıl boyunca her hafta birlikte çalışmıştık;
Buna rağmen, başından yani 1970’ten itibaren Millî Görüş Hareketi ile Adil Düzen Çalışmalarına karşı gösterilen “özel ve özenli ilgisizlik ve diyalogsuzluk” NEDENDİR?!.
Görelim bakalım, dünya çapındaki bu sözde “diyalogcu(!)lardan” bir yiğit çıkıp da bu sorularıma cevap verebilecek mi?..
Hocaefendi dahil herkes bu sorularımın muhatabıdır…
*
Madem ki söz Cemaat’ten açıldı, madem ki bizim kırk yıllık “Kur’an ve İlim” merkezli çalışmalarımız ile bu köşedeki hatırlatmalarımız ve “özellikle çözümlerimiz” dikkate alınmıyor; o halde yine onların gazetesinden bir yazarın en taze hatırlatmalarıyla devam edelim…
Çok değil, sadece üç gün önce (14.06.2011) Zaman gazetesinden Kadir Dikbaş’ın “Gündem, cari açık ve enflasyon” başlıklı yazısında hatırlattıklarına kısaca göz atalım: “Ekonomideki genel dengeler olumlu olmakla birlikte, risk taşıyan bazı noktalar söz konusu. Bunlar, öncelikle cari işlemler açığı ve enflasyondaki yükseliş… Gerek yabancı kredi kuruluşları, gerekse içerideki uzmanların dikkat çektikleri en önemli risk de bu. Merkez Bankası'nın cari işlemlere ilişkin açıklaması, bu kez tam seçimin ertesi gününe denk geldi. Dün açıklanan verilere göre, Türkiye'nin cari işlemler hesabı açığı, yılın ilk 4 ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 113,82 artarak, 29 milyar 642 milyon dolara çıktı. Sadece nisan ayındaki açık ise yüzde 76,99'luk artışla 7 milyar 680 milyon dolar oldu.../ Açığın yüksek olmasındaki temel sebep, dış ticaret açığındaki artış. Hatırlanacağı gibi, dış ticarette İTHALAT ihracatın açık ara önünde ve ondan daha hızlı koşuyor.../ Cari açık frenlenmediği takdirde, yılsonunda rekor bir rakamla karşılaşmamız sürpriz olmaz. O yüzden, seçim sonrası ekonomide el atılacak en önemli konunun cari işlemler açığı olduğu görülüyor.../ Bir diğer önemli konu da, ENFLASYONun yükseliş eğilimine girmiş olması. Talepteki canlılık ve emtia fiyatlarındaki yükseliş, iki ay önce yüzde 4'ün de aşağısına inmiş olan yıllık enflasyonu yeniden yüzde 7'nin üzerine çıkardı...”
Evet…
“Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!”;
Bütün önemli sorunlar “çözümsüz” olarak 9 yıldır var olmaya devam ediyor!!!
***
‘Yeni ANAYASA’ kim yapabilir?!.
Reşat Nuri EROL
18.06.2011
Rivayetler muhtelif…
Kimilerine göre; seçimi büyük farkla kazanan AKP, millete vereceği en önemli şeyin “Yeni Anayasa” olduğunu söylüyor...
CHP de “Yeni Anayasa” diyor...
BDP zaten istiyor...
Başka çaresi yok, MHP de mecburen isteyecek…
İstek aynı; herkes “Yeni Anayasa” istiyor ama niyetler farklı!..
Türkiye, 12 Haziran seçimlerini geride bıraktı, ortaya çıkan manzara şu:
Her iki seçmenden biri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin icraatlarına ve vaatlerine onay vererek yeniden iktidara getirdi.
Millet iradesi, AK Parti’nin oylarını üçüncü dönemde de artırıp rekor kırmasını sağlamış olmakla birlikte, tek başına anayasa değişikliğine ise onay vermemiş, bu noktada “uzlaşma” istediğini ortaya koymuş...
“Yeni Anayasa” ile ilgili genel bakış böyle. Bir de özel görüş ve bakışlar var.
*
“Erdoğan'a ilahi işaret!.. 326!.. Dört eksik.. AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın, aklından geçen Anayasa'yı bildiği gibi yapmasına yetecek sayıdan 4 eksik.. 330 olsaydı, Anayasa kimseye sormadan yapılır, referanduma sunmak için yeterli 330 oyu alır, halk oylamasından da kolayca geçerdi. Sandıktan 326 milletvekili çıktı…” (Hıncal Uluç, Sabah, 14.6.2011)
“Beklenen ve tedirgin eden sonuçlar… Üçüncü dönem iktidarda olmasına rağmen hala lider partisi görünümde olan AKP sanılanın aksine anayasayı tek başına değiştirmeye yetecek milletvekili sayısını elde etmek hedefinde değildi. Çünkü hem Kürt sorununun geldiği aşama hem ulus-devletin yani müesses nizamın kırmızı çizgilerinin tartışmaya açılacağı temel değişikliklerin doğuracağı sonuçları AKP tek başına göğüslemek istemeyecektir. İktidar muhtemel sonuçları bakımından son derece riskli buldukları kimi temel değişiklikler konusunda tek başına sorumluluk almak istemeyecektir…/ Zira gerek Avrupa Birliği süreciyle gerekse uygulanan küresel sermayeye uyumlu politikalarla bir bakıma kendine sıkıca bağladığı düşünülen Türkiye'nin bölgede kendi başına buyruk olma riskini minimize etme kaygısı ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor...” (Akif Emre,Yeni Şafak, 14.6.2011)
“AK Parti, girdiği ilk seçimde (03.11.2002) anayasayı değiştirebilirdi. Yapamadı, geriye dönüp de hayıflanmanın bir faydası yok. 2007 seçimlerinden sonra referanduma gidebilirdi, 12 Eylül 2010 "kısmi anayasa değişikliği"yle bunu yaptı. Bugün ne kendi başına anayasa değişikliği yapabilir ne referanduma gidebilir. Buna mukabil seçmenin toplam oylarının yüzde 50'sini de torbasına indirmiş bulunuyor.../ Erdoğan'ın balkon konuşması önemliydi. Tek başlarına yeni bir anayasa yapamayacaklarını belirtip iki aktöre işaret etti: İlki siyasi partiler, diğeri sivil toplum kuruluşları. Bu konu önemlidir, ben bu çözümde siyasi partiler ayağının yanlış kurulduğunu düşünüyorum, ele almaya çalışacağım. Bu iş bir başka bahara kalabilir...” (Ali Bulaç, Zaman, 16.6.2011)
*
“Yeni Anayasa” ile ilgili genel ve özel görüşler böyle…
Gelelim bizim görüş ve çözüm önerilerimize:
Anayasa nasıl değişebilir, “Yeni Anayasa” için neler yapılmalıdır?
1) “Yeni Anayasa İlim Heyeti” oluşturulmalıdır. Bu ilim heyetini siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde oluşturmalı, her yüzde beş oy için bir ilim adamı seçilmelidir. Partiler oylarını birleştirebilmelidir.
2) Bu ilim adamlarının her birine gerekli araştırmaları yapmaları, halkla danışabilmeleri için bir fon verilmelidir. Birer milyon lira verseniz 20 milyon lira eder. Bizce asgari 10’ar milyon verilmelidir.
3) İlim adamları anayasayı ayrı ayrı hazırlayıp getirdikten sonra tartışma dönemine geçilmelidir. Bunun için önce ikili on grup oluşturulmalı, bunlar tartışarak ve uzlaşarak 20 anayasaya 10 anayasaya indirmelidir. Anlaşamadıkları hususlarda hakemlere gitmelidirler. Sonra 5’e inmeli. Sonra da 2’ye inmeli. Sonunda hakemlerin hakemliğinde bir anayasa oluşmalıdır.
4) Bu çalışmaların tamamı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gitmeli ve Anayasa Komisyonu’nda tartışılmalıdır.
5) Büyük Millet Meclisi’nce onaylandıktan sonra halka sunulmalıdır. Halkın yüzde 93’ü kabul ederse yürürlüğe girmeli, etmezse 82 Anayasası kalmalıdır...
Önemli Hatırlatma: Bu arada -bildiğimiz kadarıyla- yeryüzünde yalnız Akevler “Yeni Anayasa” getirebilir; kırk yıldan ve özellikle son on yıldan beri yoğun olarak bu konuda bizden başka çalışan yoktur, dolayısıyla başka bilen de yoktur...
(Daha fazlası ve detayları binlerce sayfalık çalışmalarımızda…)
***
Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız…
Reşat Nuri EROL
19.06.2011
Biraz da Molla Kasım’lığı kendimize yapalım, biraz da kendimizi sorgulayalım; acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak nerde hata yaptık, neleri eksik bıraktık; hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında konu üzerinde durup düşünelim...
İyi düşünüp sağlam ve sağlıklı “tesbit ve teşhislere” ulaşamazsak, buna bağlı olarak sağlam ve sağlıklı “tedavi ve çözümler” üretemeyiz; sonunda -bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız üzere- çağdaş dünyamızın her alanında var olan “Sosyal Tufan” içinde debeleniyorken, aniden helâk olup gideriz…
Elbette içimizdeki beyinsizler yani akletmeyen, fikretmeyen, düşünmeyenlerle birlikte…
Kurunun yanında yaş olanlarla birlikte…
Size dokunmayan ve bin yıl yaşamayacak yılanlarla birlikte…
*
Bir yazımın sonunda (Seçim sonuçları/ [son değerlendirme], 14.06.2011) bu konuyu belki bir gün “müstakil bir yazı” olarak yazabileceğimi hatırlatmıştım; geciktirmeden yazmam için birkaç talep geldi…
O yazımın sonunda, Erbakan Hocamız’ın bu konuda aslında her şeyi öz olarak anlatan ve özetleyen bir değerlendirmesi vardı.
Hocamız ne diyordu:
“Bakınız… İster gecenizi gündüzünüze katıp bu hak dava için (fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak) çalışın, ister yan gelip yatın; bu Hak davanın başarısını ne bir gün öne alabilirsiniz ne de bir gün geciktirebilirsiniz... Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.”
Madem söz Hocamız’dan açıldı, O’nun çok önemsediğim bir uyarısını bu hayırlı vesileyle bir kere daha hatırlayalım:
“Bâtılda zirvede olmaktansa; Hakta, hakikatte zerre olmayı tercih ederim.”
Necmettin Erbakan
*
Akledenler ve Hocamız’ın tabiriyle “hidayeti kararmayanlar” için bu kadarı bile yeter!
Siyasi ve sosyal olarak 1970’lerden beri bu işlerin içindeyim…
Bu konu üzerinde ilmî ve Kur’anî olarak özellikle 1980’lerin başında Cevdet Said’in Arapça özgün adı “Hattâ Yugayyirû Mâ bi Enfüsihim” olan (Türkçesi “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları”) kitabını okuduktan sonra durmaya başladım…
Bilahare bu kitaba paralel birkaç kitap üzerinde de çalıştım; hattâ birkaç kitabın mütercimi veya müellifi oldum…
Zamanla ve özellikle son yıllarda bu gayretler önce haftalık, sonra günlük çalışmalara dönüştü; hâlen de çalışma arkadaşlarımızla birlikte istikrarlı ve verimli bir şekilde yıllardır devam ediyor…
Söz konusu kitabın tanıtımı ile ilgili bir değerlendirme kısaca şöyle: İnsana kendi dışından tesbit edilen ve adına “gelişme ve kalkınma” denen hedeflere varabilmek için öncelikle insanın ve toplumun tanınması gerekir.
Cevdet Said, bu kitabında, farklı kalkış noktalarından hareket ederek ve başka amaçlar güderek insanın ve toplumun değişme sorunlarını araştırmaktadır.
Vardığı sonuç çarpıcıdır.
*
Bu iki öznenin “gelişme ve kalkınma” denen sonu belirsiz tarihsel maceranın aracı değil, aksine kendi tarihini kendisi yapabilecek gücün ve imkânın kendisi olduğunu vurgulamaktadır…
Önce kitabın ana dayanağı olan âyeti hatırlayalım:
“Gerçek şu ki insanlar/bir kavim kendi iç dünyalarını/nefslerinde olanı değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Sonra bu âyete paralel bir âyet daha:
“Bu böyledir, çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez.” (Enfâl, 8/53)
Hepimiz nefislerimizde taşıdığımızdan hoşnutuzdur.
Oysa kavrayamıyoruz ki bu taşıdıklarımızdan çoğu zevâl bulmasını istediğimiz olgulara kalım hakkı vermekte...
Olguların üstümüzdeki baskılarını duyarız da, nefslerimizde taşıdığımız şeylerin bu olguların devam ve sürekliliğine ne kadar katkıda bulunduğunu kavrayamayız...
Kur’an’ın insan soyuna öğretmek istediği şey işte budur ve değişim probleminin çözümünü nefste aramak gerektiğini açıkça vurgular...
Bu günlük yerimiz bu kadar; değerlendirmemizi şu âyetle noktalayalım:
“…FeMaZa Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/
…Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..”
(Yunus, 10/32)
Ve mukadder soruyu soralım:
“Millî Görüş ve Adil (Ekonomik) Düzen” gömleği çıkarıldıktan sonra geriye ne kalır?!.”
(Devamı var…)
***
Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız-2
Reşat Nuri EROL
21.06.2011
Önceki yazıyı hitama erdirdiğimiz âyeti tekrar hatırlayarak başlayalım: “…FeMâZâ Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/ …Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..” (Yunus 10/32) Yani: “Millî Görüş ve Adil (Ekonomik) Düzen” gömlekleri çıkarıldıktan sonra geriye ne kalır?!.” Ve devam edelim: Erbakan Hocamızın anlattıklarını anlamadıktan ve yaptıklarını (hadi yapmaya çalıştıklarını diyelim) yapmadıktan (veya hiç olmazsa yapmaya çalıştıklarını siyaseten yapmaya çalışmadıktan) sonra geriye ne kalır?!.
-Bu soruyu “fert/kişi/birey” ve “cemaat/kurum/topluluk” olarak soralım…
-Gerekli istişarelerden sonra cevabı üzerinde derin derin düşünelim…
-Bilahare bugün bizce cevabımız her neyse gereğini yapalım…
İnsan/birey tek başına değil, toplum içinde “toplumsal bir varlık olarak yaşamak” üzere yaratılmış; toplumlar ise tek başına ve her biri ayrı şahsiyet, ayrı parçalar olan insanların/kişilerin/bireylerin bir araya gelip bir bütün oluşturmasından meydana gelmiştir.
***
Toplumların rehber edindikleri inanç, davranış, tutum, gelenek, örf, ahlâkî ilkeler ve idealleri içeren değer ve normlar aynı zamanda toplumun tüm bireylerinde bütüncül bilinci veya bilinçli bir bilgiyi oluşturur; buna “toplumsal bilinç” denilmektedir.
Toplumda oluşan bu kollektif bilinç bir taraftan kişilerin/bireylerin gelişimini azami düzeyde sağlarken, diğer taraftan da toplumun her türlü birikimlerine zenginlik katmakta, edinilen toplumsal bilinç, bireye toplumda varolan değer ve normların korunması noktasında “BİREYSEL SORUMLULUKLARI” yanında “TOPLUMSAL SORUMLULUKLAR” da yüklemektedir.
Toplumlarda var olan değerler, idealler, gayeler, hedefler onları insan yığınlarından farklı kılan ve topluma bu gücü veren unsurlardır.
Bu ideallerin ve hedeflerin gerçekleşebilmesi için ise her şahsın/kişinin/bireyin üstlenmesi gereken “toplumsal görevler ve sorumluluklar” vardır.
Dünya hayatının Kur’an’ın ifadesiyle “oyun ve eğlence” olsun diye yaratılmadığı, insanın/kişinin/bireyin de amaçsız, idealsiz, gayesiz, hedefsiz var edilmediğini göremeyen “kişi/birey” veya “toplumlar” ne dünyevî ve uhrevî sorumluluğu, ne de “bireysel ve toplumsal sorumluluğu” hissedebilirler.
Toplumsal sorumlulukla toplumun amaç ve ideal sahibi olması arasında ciddî bir ilişki söz konusudur.
***
Kur’an bireysel sorumluluklarımızı hatırlatmakta: “Her insanın/kişinin/bireyin amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Bu kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ 17/13-14) Bireysel sorumluluklarımızı idrak etmek için bu ayet bile yeter!..
Kur’an’ın, “Her ümmet/topluluk için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler.” (A’râf 7/34; Yûnus 10/49) şeklindeki âyetlerle “toplum”un kendisine has kolektif bir kader ve ecelinin varlığından söz etmesi, “birey”den farklı bir toplum gerçeğinin olduğunu ortaya koymakta...
Ayrıca Kur’ân, “O gün sen her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün.
Her ümmet kendi kitabına çağrılır...” (Câsiye 45/28) âyetiyle de, “bireysel amel defteri” ile birlikte “her ümmetin/topluluğun kendilerine ait toplumsal bir amel defteri”nin varlığından ve özellikle kişilerin nelere kulluk ettiklerinden başlanmak üzere, topluma yansıyan olumlu veya olumsuz davranışlarının karşılığını, toplumun gidişâtı noktasında sergilediği veya sergilemesi gerekirken sergilemediği, irade ve tutumun bedelini de bu amel defterine göre alacağından, bir başka deyişle toplumsal hesap görmeden bahsetmektedir.
Buna ilaveten “Elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût 29/13) âyetiyle de bireyin biri “kişisel” diğeri de “toplumsal” olan iki türlü sorumluluk yükünün altına girdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
***
Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız-3
Reşat Nuri EROL
22.06.2011
Toplumsal sorumluluklarımızı ihmal etmeye ve yapılması gerekenleri geciktirmeye devam edip duruyoruz ama nereye kadar?!.
Adalet, adil paylaşım, yeni anayasa, hukuk reformu ve diğerleri geciktikçe “zalim düzen” hükümranlığını ve zulmünü sürdürmeye devam ediyor…
Bu konudaki ilk yazımda hatırlattığım üzere; hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında “SOSYAL TUFAN” içinde debeleniyorken, aniden helâk olup gideriz…
Nasıl ve neden?..
Nasılını ve nedenini Kur’an’a soralım.
Kur’an’ın İlâhî imtihan ve sorumluluk örnekleri olarak zikrettiği birçok olayı genellik arz eden ifade kalıplarıyla sunması “toplumsal sorumluluğa” vurgu yapmaktadır.
Özellikle Hz. Salih (a.s.)’ın kavminde mucize deveyi yani kamu malını kesen bir kişi olmasına rağmen, cezanın bütün toplumu kuşatması bu gerçeği ifade eder:
“Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın devesi (kamu malı)… Ona kötülük dokundurmayın, sonra sizi yakın bir azap yakalar. Fakat Semud kavmi o deveyi (kamu malını) ayaklarını keserek öldürdüler… Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı…” (Hûd, 11/64-68)
Bu âyetler, toplumsal zararları toplumun engelleme sorumluluğunun var olduğunu, bu sorumluluğu yerine getirmeyen toplumların suçun bedeline suçluyla birlikte katlanmak zorunda kalacaklarını ortaya koyması bakımından önemlidir.
Nitekim “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zalimlere/suçu işleyenlere erişmekle kalmaz (bütün topluma sirayet eder ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) şeklindeki âyet de bu doğrultudadır.
Kur’an’ın ayrıca, “Derken şehrin öbür ucundan koşarak gelen bir adamın “Ey kavmim! bu elçilere uyunuz!..” (Yâsin, 36/20-27) diyerek umutsuz ve sonuçsuz da olsa toplumun gidişâtına müdahale etmeyi “bireysel ve toplumsal sorumluluğu yerine getirme” örneklerinden sadece biridir.
Bu kadar âyet bile yeterlidir ve anlaşılacağı üzere toplumsal sorumluluk bireysel sorumluluktan daha önemli ve sonuçları itibariyle daha ağırdır.
Birincisinin sonucu başkalarının da sıkıntı ve ceza çekmesini beraberinde getirirken, diğerinin sonucu kişinin sadece kendisiyle sınırlıdır.
Bu yüzden toplumsal bir varlık olan insanın ahlâkî açıdan kendisine yeterli bir hayat tarzı sürdürüp başkalarıyla ilgilenmeme gibi bir lüksü yoktur.
Bireyin topluma hâkim olan “ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî değerleri” korumak ve bunlara yönelik tehdit girişimlerini engellemek gibi bir yükümlülüğü vardır.
Bu yükümlülük aynı zamanda ve her şeyden önce bu hususlarda kişinin kendisini de korumasının bir gereğidir. Topluma veya bir topluluğa zarar verme bağlamında Numan ibn Beşir (r.a.)’dan rivayet edilen, iki katlı bir gemide yolculuk yapanların alt kattakilerin su ihtiyaçlarını karşılama isteğine, üst kattakilerin müdahale etmemeleri hâlinde tümünün helâk olacağına dair hadiste, gemi topluma benzetilerek, insanlardan duruma müdahil olup geminin batmasını engelleyerek toplumsal sorumluluğun gereğinin yapılması istenmektedir.
Bütün bunlardan anlaşılan toplumsal sorumluluğun aynı zamanda toplumun varlığı ve güvenliğini birebir ilgilendiren bir yükümlülük olduğudur.
Bu sorumluluk alanı daha ziyade dünya hayatında varlık, adalet ve güvenlik alanlarında işlediğinden dinî, ahlâkî ve uhrevî boyutu olmakla birlikte; özellikle hukukî ve cezaî yani dünyevî boyutu bu açıdan öne çıkmaktadır.
SONUÇ olarak gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde “birey” ile “toplum”un birbirinden bağımsız olarak ele alınmadığı, toplumun bireyden dolayı anlam kazandığı ve onun “bireysel ve toplumsal sorumluluklarının var olduğu” anlaşılmaktadır.
İnsan/kişi/birey hem doğruyu bulma hem de içerisinde yaşadığı toplumu ıslah etme potansiyeline sahip olarak yaratılmıştır.
Bu durumda kişinin toplumu ıslah çabası onun toplumsal sorumluluğudur (Bakara, 2/160; Âl-i İmrân, 3/110, 114; Nisâ, 4/114, vb.) ve onu yapıp yapmadığından sorgulanacaktır.
Yani, “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker/ iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” emrini kurumsallaştırmamız gerekmektedir.
***
Nasılsanız öyle yönetilirsiniz
Reşat Nuri EROL
23.06.2011
“Kema tekûnu yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” (Hadis)
Üç gündür ne diyor ve ne yapıyorduk?
Seçim sonrası değerlendirmelerimizi yaptıktan sonra; bir de seçmen, fert ve toplum olarak kendimizi sorguluyorduk, kendi kendimizi sigaya çeken Molla Kasım oluyor ve diyorduk ki:
Acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak nerde hata yaptık, neleri eksik bıraktık, hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında kendimizi ne kadar düzelttik ki “daha iyi bir yönetime” lâyık olalım ve iyi yöneticiler tarafından yönetilelim?..
Acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak vazifelerimizi yerine getirdik mi?..
*
Erbakan Hocamız ne diyordu?
“…Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.” Peki, imtihanı verebildik mi? Çorbadaki tuzumuz ne kadar? Ya da, “Bâtılda zirvede olmaktansa; Hakta, hakikatte zerre olmayı tercih ederim.” (Necmettin Erbakan) sözünü iyi anlayıp “Hak”ta yani “Millî Görüş ve Adil Düzen”de zerre olmayı tercih ettikten sonra, bâtılda “zirve” olmaktansa Hakta “zerre” olmayı becerebildik mi?!.
Bir zamanlar beraber yürüyorken Hak yollarında; zaman zaman ve dönem dönem yolda kalanlara, yoldan çıkanlara, sağa sola savrulanlara, hidayeti kararanlara bakıyorum da… Bu konuda daha ne diyeyim, ne yazayım; anlayanlara bu kadarı da yetmez mi?..
İbret alınası son bir örnekle bu bahsi kapatalım.
Biz Medine dönemindeki Hazreti Peygamber veya O’nun halifelerinden adaletiyle maruf Halife Hazreti Ömer zamanında yani “Adil Düzen” döneminde değil de, sonraki “zalim düzen” dönemlerinden birinde yaşadığımıza göre; zalim düzenden bir örnek verelim.
*
Mesela, zulmüyle şöhret yapmış Haccac-ı Zalim’in devrine bakalım. Bu meşhur zalime bir gün halktan gelen teklif şöyle oldu:
“-Sen Hazreti Ömer’in halkına karşı takındığı adaletli tavrını biliyorsun. Ne olur, biraz da ona benze, onun gibi adaletli davran bize…”
Halkın bu isteğine Haccac-ı Zalim’in tarihî cevabını bilenler biliyor ama bilen ve bilmeyenlere bir kere daha hatırlatıyorum; Haccac’ın bugün bile ibret alınası cevabını:
“-Doğru söylüyorsunuz! Ömer’in halka adaleti öyle idi. Fakat şu gerçeği de unutmayın, Ömer’in zamanında Ebu Zer gibi de halk vardı. Siz Ebu Zer gibi yoksulu, yetimi, komşusunu düşünen halk olun, ben de Ömer gibi halkı düşünen yönetici olayım. Siz Ebu Zer gibi halk olmuyorsunuz ama benden Ömer gibi yöneticilik istiyorsunuz. Allah iyi insanlara kötü yöneticiyi musallat etmez, kötü insanlara da iyi yönetici nasip etmez. Halk neye lâyık halde ise yönetici de ona münasip şekilde gelir. Bunu böyle bilin, kendinizi iyi yönetime lâyık hâle getirin ki, istediğiniz iyi yönetime kavuşasınız”!
Bu cevaba bakıp da günümüzü değerlendirelim…
Sürüp giden ve -güya bizden birileri yönetime geldiği halde- bir türlü değişmeyen ve devam eden “ZULÜMLERİ” bir de böyle değerlendirelim desem, ne dersiniz?
Şu andaki tecelliler neyi gösteriyor dersiniz?
Zulümler bizdeki “bireysel ve toplumsal eksikliklerden” olmasın?
Öyle anlaşılıyor ki, biz fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak düzelmedikçe, hayatımızın “ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün alanlarındaki “SOSYAL TUFAN” var olmaya devam edecek…
Biz düzelmedikçe yönetim de düzelmeyecek, Rabb’imiz daima lâyık olduğumuz yönetimi nasip edecek; biz değişmedikçe durumumuz değişmeyecek.
*
SONUÇ…
Kur’an yani ALLAH diyor ki:
“…FeMâZâ Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/
…Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..” (Yunus 10/32)
“Gerçek şu ki insanlar/bir kavim kendi iç dünyalarını/nefslerinde olanı değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
“Bu böyledir, çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez.” (Enfâl, 8/53)
Evet…
“Kema tekûnu yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” (Hadis)
***
BORSA(1): Yine manipülasyon ve operasyon
Reşat Nuri EOL
24.06.2011
Yine “Borsa’da manipülasyon” haberleri…
Yine “Borsa’da keriz silkeleme” haberleri…
Yine “Borsa’da operasyon” haberleri…
Yine içinde meşhurların da olduğu ve daha önce de tutuklanıp serbest bırakılan veya mahkûm olup bir müddet hapis yattıktan sonra af ile dışarı çıkan “Borsa oyuncusu şöhretler ve sade vatandaşlar” haberleri ve bu bağlamda yapılan yorumlar…
Haberin özeti şöyle: İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, dün Borsa’da manipülasyon yaparak haksız kazanç elde ettiği öne sürülen gruba yönelik operasyon düzenledi.
Operasyonda, adı Borsa’da spekülasyon olaylarıyla birlikte anılan ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) 1 Ekim 2010’da hakkındaki işlem yasağını kaldırdığı Fenerbahçeli eski futbolcu Mecnur Çolak ile Milli Futbol Takımı Antrenörü Engin İpekoğlu’nun da aralarında bulunduğu 35 kişi gözaltına alındı…
İddiaya göre “Borsa’daki vurgun” şöyle yapılıyormuş: Çete, değeri düşük bir hisseyi hedef alıyor ve önce alım yapıyor, hissenin değerini yükseltiyor... Piyasaya hissenin daha da yükseleceği bilgisi fısıldanıyor... Daha sonra çete, değeri yükselen hisseyi küçük yatırımcıya satıyormuş... Şimdi, çok sayıda hisseyi 30-40 kat artırarak küçük yatırımcıya satış yaptığı belirlenen çetenin bu yöntemle 100 milyon liralık vurgun yaptığı öne sürülüyor... Çete ayrıca, herhangi bir şirketin borsaya yapacağı bildirimi önceden haber alıyor ve buna göre pozisyon alıyormuş... Çetenin, borsada işlem gören en az 10 şirket üzerinden vurgun yaptığı ve bu şirketlerin şimdi taban düzeyinde olduğu tespit edilmiş...
*
Yorumlara gelince, sadece ikisini anayım. Milliyet’ten Güngör Uras’ın bugünkü (23.06.2011) yorumunun başlığı şöyle: “Borsada manipülasyon 20 yıldır önlenemedi”. Dediği şu: “Birilerinin fiyatlarla oynadığı ortada. Birileri fiyatları yönlendirerek indiriyor, yükseltiyor. Borsa’da alıcıları veya satıcıları yönlendirerek fiyatlarla oynamaya “manipülasyon” adı veriliyor. Manipülasyon ile saf ve bakir (zengin olma hayali yaşayan) küçük yatırımcı soyulur, soğana çevrilir. Bu operasyona halk dilinde “keriz silkelemek” denilir.” Konu ile ilgili araştırma yaparken İbrahim Kahveci’nin ismine ve yorumuna Rotahaber’de rastladım. İ. Kahveci Yeni Şafak’tayken “BORSA” konusunda yazdığı onlarca yazı/yorum ile dikkatimi çekiyordu; birden bire gazeteden ayrılıverdi! Dünkü (22.06.2011) yorumu “Borsa operasyonlarının perde arkası”nı anlatıyor: “Hiçbir büyük Borsa operasyonu, operasyon yapılacak şirketin hâkim ortağının onayı alınmadan kolay kolay yapılamaz… Borsa operasyonlarının üç temel ayağı vardır: 1- Borsa oyuncuları, 2- Hâkim ortaklar, 3- Basın ortakları.” Yorumunun bir yerinde “Gelelim işin SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) ayağına. Vahim. Çökmüş bir sistem karşımızda…” diyor, ardından “BORSA” adlı sömürü çarkının işleyişi ile ilgili çok önemli bilgiler veriyor…
Halil isimli Borsa’da mağdur olmuş bir okuyucu durumu güzel özetlemiş: Yıllardır Borsa’da al sat yapan banka mudileriyiz. Sizlere (onlar her kimlerse) güvenip yatırım yapıyoruz. SPK’nın bu spekülatörlerden haberi yok mu? Her yıl birileri bu gibi spekülatif hareketlerle malı götürüyor, sanki papaz kaçtı oyunu gibi. Bu yüzden çoğu arkadaş Borsa’yı bıraktı, toplum da “borsacıyı” yatırımcı yerine “kumarcı” gibi görüyor. Bizler bu anlayıştan muzdaripiz. Hatta SPK’ya sapık kurulu diyenler de var. Lütfen bu durumdan kurtulmak için vurguncuları, soyguncuları, bir günde köşe olanları teşhir edip önlem alın…
*
Faizli vahşi kapitalizm çağında, küresel sömürü sistemi çağında, zalim dünya düzeni çağında, karşılığı olmayan kâğıt paradan para kazanma seküler ve sanal ekonomi çağındaki sömürü çarklarından biri yani “Borsa düzeni/dümeni/çarkı” da böyle işliyor, gariban halkı böyle çarpıp sömürüyor…
Helal-haram demeden para kazanmayı, daha açık ifadeyle adeta paraya tapmayı hayatlarının merkez ve odak noktası yapan kimi insanlar, “faizli zalim dünya düzeni”nin “Borsa” denen bir de bu sömürü çarkına kendilerini kaptırıyorlar…
Bu çarka kapılıp iflas etmiş, her şeyini yitirmiş, şahsi ve ailevi düzeni dağılmış insanlar tanıdım; elbette siz de tanıyorsunuz…
(Devamı edeceğim)
***
BORSA(2): Kapitalizmin sömürü merkezi
Reşat Nuri EOL
25.06.2011
Borsa deyince önce dünya borsaları akla gelir; Amerika, Avrupa, Asya, Japonya ve diğerleri… Mesela, New York Borsası dünyanın en büyük borsası...
Borsalarda büyük şirketlerin hisse senetleri ile birlikte marka değerindeki isimleri alınır-satılır; yani ürün ve hizmet üretiminden değil, hisse senedi ve tahvil alım ve satımından para kazanılır!..
Ekonomisi çok büyük küresel şirketler kendi ülkelerinde değil, New York’ta, kıymetli kağıtlarının değerini yapay olarak artıran tekniklerle paradan para kazanmak için birbirleriyle kıran kırana yarışırlar!..
Borsa endeksleri ve döviz kurlarıyla beslenen şehirlerin başında yer alır, daha doğrusu çağımız sömürü sermayesinin başkentidir New York şehri ve onun ülkesi Amerika ile birlikte Borsası...
Bu merkezin, bu merkez ülkenin küresel sömürü sermayesi ile işbirliği yaparak dünyaya, insanlığa ve özellikle Ortadoğu ülkelerindeki Müslümanlara yapıp ettikleri de, artık bu sömürü çarkının nasıl işlediğini bilen herkesin malumudur…
*
İşte bu ülkede yani sömürü sermayesinin çöreklendiği Amerika’da, küresel çaptaki büyük yatırım bankaları ve sigorta şirketleri, açtıkları krediler ve aldıkları danışıklı risklerle, hiç bir reel karşılığı olmadan, “Borsa Oyunları” ile öz varlıklarının çok üstünde borçlanmışlar yani paralar toplamışlardır; halen de bu oyunlarını sürdürmektedirler... Son yıllarda sömürü merkezi bu ülkeden başlayıp küresel çapta yayılan “krizler” gerçekleşiyor…
Neden?..
Çünkü yapay olarak “konut ve tahvil satışları” ile sınırsız bir biçimde büyütülen Amerika’nın “faiz, dolar (karşılıksız para), tahvil ve sömürü” odaklı “seküler kapitalist ekonomisi” çökmüştür de ondan…
Karşılıksız kağıt para ve risk ticaretiyle büyütülen “faize dayalı kapitalist finans dünyası”nın balonları bir bir patlıyor ve dünyaya “KÜRESEL KRİZ/LER” olarak yansıyor; komünizm gibi kapitalizm de yıkılıncaya kadar bu krizler var olmaya devam edecek...
Borsalar (manipülasyona, spekülasyona, sömürüye yani kapitalist faizli sisteme dayalı borsalar) sadece sözünü ettiğim bu ülkede yani Amerika’da ve New York Borsası’nda değil, ülkemiz Türkiye dâhil bütün dünyada sürekli yenileri geliştirilen finansal tekniklerle, paradan para kazanmanın ve insanları aldatıp sömürmenin yeni kurumlarıdır denilebilir.
Çağımız hâkim ekonomi sistemi kapitalizmin Borsaları, paranın yeni yöntemlerle ticaretinin yapıldığı, seküler ve sanal dünyanın adeta mabetleri gibidirler.
Borsalarda her insanın içinde taşıdığı evrensel kazanma tutkusu ve bitip tükenmeyen hırsı, akıl almaz bir biçimde daha da kışkırtılıp büyütülmektedir.
Borsada hisse senedi alıp satan herkes, işte bu yöntemlerle, yani önceki yazımda anlattığım “manipülasyon, spekülasyon” ya da halk tabiriyle söylersek “Borsa’da keriz silkeleme yöntemleri” ile kısa zamanda haksız kazançlar elde edip zengin olmakta veya fakirleşmekte; kimileri her şeylerini, hatta en sonunda intiharla hayatlarını bile kaybetmekte…
“Gerek döviz ve gerekse hisse senedi üzerinden yapılan spekülasyon, dünyayı büyük bir kumarhaneye çevirmiştir” diyor; Nobel ödüllü iktisatçı Maurice Allais.
*
Dünya veya ülke ölçeğindeki “BORSA” denen bu kumarhanede, hiçbir katma değer oluşturmadan, hiçbir şey üretmeden, her gün, bir taraf milyonlarca dolar kazanırken, diğer taraf milyonlarca dolar kaybetmekte…
Aynen bizim “faiz” tanımlamamızda olduğu gibi; bir taraf kazanıyorken bir tarafın kaybetmesidir, faiz…
Borsa da aynen öyle değil mi?..
Kapitalist seküler sömürü ekonomisinin Deli Dumrulları olan çağımızdaki finans ve sigorta şirketleri, küresel sermayesinin merkez ülkesi Amerika’da olduğu gibi, zararlarının faturasını bütün halka ödetirler...
Kendi ülkesindeki halkın parası yetmeyince, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri gibi kadim işbirlikçileri ile birlikte, -daha önce sekiz yıl boyunca İran’la savaştırdıkları- önce “Irak” (ve Afganistan) gibi ülkelere saldırırlar, sonra “Libya” ve diğerlerine…
Şimdi sırada hangi ülke var; “Suriye” mi?!.
Peki, ya sonra?.. n
Ne dersiniz, sırada hangi “ülke” veya “ülkeler” var?!.
***
BORSA(3): Borsa nedir, ne değildir?
Reşat Nuri EOL
26.06.2011
Borsa ile ilgili bir haberi, Millî Gazete’den (10.01.2011) Borsa dosyama arşivlemişim; haberin başlığı şöyle: İMKB Başkanı, Borsa’nın kumara benzetilmesinden dertli…
“Borsa” için halk “KUMAR” diyor/muş…
Borsa’da yani hisse senedi piyasasında görülen manipülasyonlar ve gerek ulusal, gerekse uluslararası gelişmelere bağlı olarak yaşanan dalgalanmalar dolayısıyla oluşan “kumar” algısı İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) yönetimini rahatsız ediyor/muş...
Haberin devamında 2010 yılında 22 şirketin halka arz edildiği, 2011 yılında da 30 şirketi halka arz etmenin hedeflendiği anlatılıyor.
İMKB Başkanı, “Ben büyük şirketlere ilaveten çok sayıda küçük ve orta ölçekli şirketlerin halka arz için geleceğini umuyorum. Kanımca 2011 yılında halka arzda 30’a yaklaşacağız.” öngörüsünde bulunuyor...
Demek ki büyük oyuncular yetmemiş, sırada orta ve küçük ölçekli oyuncular da var!..
İMKB Başkanı’na iki soru soruyorum:
1- Borsa’daki son manipülasyon, operasyon ve tutuklamalara istinaden yazdığım iki yazıya ve bundan sonra yazacaklarıma ne diyor?.. (Bugün/dün 12 kişi tutuklandı!)
2- Madem halkın “Borsa” için “KUMAR” demesine itirazı var; “Gerek döviz ve gerekse hisse senedi üzerinden yapılan spekülasyonlar, dünyayı büyük bir kumarhaneye çevirmiştir.” diyen Nobel ödüllü iktisatçı Maurice Allais’in bu değerlendirmesine ne diyor?
Aşağıda, Borsa’nın ne olduğunu bir fıkra ile anlatarak anlamaya çalışalım.
***
BORSA NEDİR?
Köylü Ahmet Ağa eşeğini satmaya karar vermiş... Kıymeti taş çatlasa 500 lira etmeyen eşek için pazarlık payı da ekleyerek 1000 lira fiyat koymuş... Komşu köyden acilen eşeğe ihtiyacı olan Mehmet Ağa 1000 lira ödeyip eşeği pazarlıksız satın almış… Köylü Ahmet Ağa eşeğini satmış ama akşam da gözüne bir türlü uyku girmemiş... Gece boyunca düşünüp, durmuş; “Mehmet Ağa 500 liralık eşeğe niye 1000 lira verdi ?!.”
İçi rahat etmeyince ertesi gün eşeğini geri almaya karar vermiş... Pazara gitmiş Mehmet Ağa’yı bulmaya ama, bir de ne görsün, eşek 2000 liradan satışa çıkarılmış... İyice sıkıntı basmış ve kesin karar vermiş, geri alacak eşeğini...
Ahmet Ağa 2000 lirayı pazarlıksız ödeyip eşeğini geri almış!!!
Aynı olay bu defa Mehmet Ağa’nın başına gelmiş, o da uyuyamamış. “Allah Allah... Ahmet Ağa ne diye 1000 liraya sattığı eşeği 2000 liraya geri aldı?!. Var bu işin içinde bir iş...” diye gece boyunca düşünüp durmuş... Mehmet Ağa ertesi gün eşeği geri almaya karar vermiş ve Ahmet Ağa ile anlaşıp 4000 lira vererek geri almış eşeği...
Bu alışveriş her gün fiyat arta arta devam etmiş...
Birkaç gün sonra pazara bir başka köyden Hüseyin Ağa gelmiş...
Hüseyin Ağa pazardaki kalabalığın arasına dalınca bir de ne görsün; “AL, AL, AL… SAT, SAT, SAT…” bağrışmaları arasında bir yaşlı eşek ve 10.000 TL satış fiyatı!!! Yanındakine sormuş; “Hemşerim, nedir bu iş?!. Bu yaşlı eşek 10 bin lira eder mi yahu?!.”
Adam hemen yanıtlamış:
“Valla, grafikler ortada, bu eşeğin fiyatı bir haftada 500 liradan başladı, 10 bin liraya geldi... Şöyle bir teknik analizine bakarsan görürsün... Eşeğin fiyatı 10 bin liradaki direncini bi kırarsa, 15 bine, hattâ 20 bine kadar yolu var…”
***
Fıkhi bir soruyla bitirelim:
Borsa’da senet alıp satmak haram mıdır?
Cevap:
Türk lirası ile sadece gerçek mallar alınıp satılır. Bu meşrudur. Türk lirası ile borç alıp vermek meşru değildir. TL hemen bankaya yatırılmalıdır. Faizsiz alınmalıdır. Enflasyonun üstünde olan faiz borçlulara tasadduk edilmelidir. Buna göre döviz alıp satmak meşru değildir, döviz günübirlik alınıp kullanılabilir. Borsa’daki senetler reel mallara kota edilmişse alınıp satılır, helal olur; paraya bağlanmışsa, para ile ödemeler yapma olduğu için helal değildir, zaruret de yoktur...
***
Sekiz sorun, sekizer ilim ve üniversitelerimiz
Reşat Nuri EROL
28.06.2011
Haberi biliyorsunuz.
Türkçe Olimpiyatları kapsamında Türkiye’de bulunan öğrenciler, Saadet Partisi Genel Merkezi’nde Genel Başkan Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ı ziyaret etmişler...
Prof. Dr. Mustafa Kamalak, aynı zamanda ilim adamı olduğundan, merhum Bediüzzaman ve merhum Necmettin Erbakan adlarına üniversitelerin kurulması gerektiğini dile getirmiş…
Aynen katılıyorum…
Muhterem Erbakan’ın hemen vefatından sonra bu konuyu ilk yazanlardan oldum ama bu üniversitelerin mevcut klasik üniversiteler olmaması gerektiğini de hatırlatmayı ihmal etmedim... Hatırlattığım detayları merak edenler o yazılarıma ve özellikle Mart 2011 başında yazdığım yedi yazıya bakabilirler…
Mevcut üniversitelerimizde yeterince ilim yok, hattâ “pek çok açıdan hiç ilim yok” ayrıca “var olan ilimler de asıl mecrasından tamamen sapmıştır” diyoruz; akademisyenler ile siyasiler dahil bu önemli konuyu herkesle çok yönlü olarak tartışmaya hazırız…
Zaten zaman zaman bunun böyle olduğunu yeri geldikçe yazılarımda hatırlatıyorum…
Bütün dünya üniversiteleri de dahil olmak üzere üniversitelerimiz, çağımız dünyasının sorunlarına çare ve çözümler üretebiliyor olsalardı, o zaman “üniversitelerde ilim var” diyebilirdik…
Soruyorum…
Mevcut üniversiteler çağdaş sorunlara çare ve çözüm üretebiliyorlar mı?..
Sekiz ana sorunumuzu bu vesileyle tekrar hatırlayalım:
1- İşsizlik,
2- Borçlar,
3- Çöken Tarım (ve Hayvancılık),
4- Karşılıksız Kâğıt Para,
5- Çöken Yargı, Hukuk, Anayasa (ve Yönetim),
6- Terör (PKK ve Kürt Sorunu),
7- Millî Olmayan Medya,
8- Ve Askeri Müdahaleler (1960, 1971, 1980 ve 1997 müdahaleleri ve diğerleri).
Ayrıca bu sorunlara bağlı ve bağımlı sorunlar… (Meraklılarına Not: “100 SORUN-100 ÇÖZÜM” çalışmamızda bu sorunların isimleri, detayları ve çözümleri var.)
*
Söze “üniversite” ile başladık, kaldığımız yerden devam edelim…
Merhum Bediüzzaman’ın hayalini kurduğu ve “Medresetü’z-Zehra” olarak isimlendirdiği bir üniversite projesi var; din ve fen ilimlerini beraber okutarak akla ve vicdana, kalbe ve kafaya beraber hitap etmek...
İhtisas alanları açarak akademik eğitim vermek, fen ilimlerini okuyan mektepliler ile din eğitimi alan medrese mensuplarını aynı amaç ve hedef etrafında birleştirmek…
“Bediüzzaman Üniversitesi Medresetü’z-Zehra” isimli bir kitap da var...
*
Bize göre neleri bileceğiz, nasıl bileceğiz ve çağımızın sorunlarını çözmek üzere kurmamız gereken çağdaş üniversitelerimizi hangi ana esaslara dayandıracağız?
Çağımızın sorunlarını Kur’an’a göre çözmek için “Klasik Arapça” öğreneceğiz, böylece Kur’an’ın manâlarını doğru şekilde anlamaya çalışacağız.
“KLASİK ARAPÇA” nedir?
1) TECVİT, 2) LUGAT, 3) SARF, 4) NAHİV, 5) MEANİ, 6) BEYAN ve 7) BEDİ’ ilimleridir, 8) USULÜ FIKIHTIR; ulumu semaniyedir yani “sekiz ilim”dir.
Bu ilimler ve daha fazlası “RUHU’L-KUR’AN” ismiyle bilgisayar yazılımı haline getirilmiştir, küçük bir örneğine www.akevler.org sitemizden ulaşabilirsiniz, tamamı bitmek üzeredir.
*
Kur’an’ı anlayabilmemiz için bu dil ilimlerini bilmemiz yetmeyecektir, ayrıca mevcut fen ilimlerini de bilmemiz gerekir.
Bunlar da MATEMATİK ilimleridir;
1) BİRİMLER, 2) SAYILAR, 3) İŞLEMLER VE 4) DENKLEMLERdir; sonra 5) ANALİZ, 6) TRİGONOMETRİ, 7) İHTİMALİYAT ve 8) BİLGİSAYAR ilimleridir.
Bir taraftan bunları “beşikten mezara kadar tahsil etmemiz gerekirken” diğer taraftan da “bu ilimlerin uygulamasını Kur’an ve Fıkıh üzerinden yapmalıyız”…
*
“Sekiz sorun”dan söz ettim, isimlerini tek tek hatırlattım…
Ayrıca “sekizer ilim”den de söz ettim, isimlerini tek tek yazdım…
Yeni bir seçimden çıktık, yeni hükümet kurulacak…
“Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi” yazımda (17.06.2011) hatırlattığım üzere, “yine sorunlarımızla baş başa kaldık” ya…
İlgililere ve yetkililere bir kere daha hatırlatmak üzere, “sekiz sorun” ile ilgili “tesbit ve teşhislerimiz” ile “bu sorunların çare ve çözümleri”ni, her biri müstakil birer yazı yani “sekiz yazı” olarak ayrıca yazacağım, inşaallah…
***
Sekiz Sorun(1): İŞSİZLİK
Reşat Nuri EROL
30.06.2011
Sekiz yıl geçti...
Dokuzuncu yıldayız...
AKP iktidarında yeni bir Meclis dönemi daha başlıyor...
Çözülemeyen “ana sorunlarımız” arasında yer alan “sekiz sorunumuzu” tekrar hatırlatıyoruz, “Adalet” ve “Kalkınma” Partisi mensuplarına:
1- İşsizlik, 2- Borçlar, 3- Çöken Tarım, 4- Karşılıksız Para, 5- Çöken Yargı, Hukuk, Anayasa, 6- Terör, 7- Millî Olmayan Medya, 8- Ve Askeri Müdahaleler...
Sekiz sorunun dördü “kalkınma” yani “ekonomi” ile dördü de “adalet” yani “yönetim” ile ilgili...
Adalet ve Kalkınma Partisi sekiz yıldır iktidarda ve “Adalet mülkün/yönetimin temelidir” prensibini biliyor...
Meclis açılıyor ama zavallı “adalet/yönetim” ve zavallı “kalkınma/ekonomi” hâlâ çözümsüz!!!
*
1- Birinci sorun olan “İşsizlik Sorunu” nasıl çözülür?
Tarım döneminde halkın çoğu kendi ürettiklerini kendileri tüketirdi. İlkbaharda veya sonbaharda tarlasını eker, sonbahara doğru mahsulünü toplar ve ambara koyar, bir yıl onunla yaşar; kendileriyle beraber hayvanları da onlarla yaşardı. Üretim eğer fazla gelirse onu ambara koyar ve ertesi sene için bekletir yahut komşuya verir, sonra ondan alırdı.
Tarım dönemindeki tüm hayat bu döngü etrafında oluşmuştu.
Fazla ürettiklerini satar, onunla kendisinin üretmediği sanayi mallarını alırdı. Satamadığı veya kazanamadığı zaman hayati tehlikesi yoktu. Hasta olur veya gurbete giderse komşular ona yardım eder, tarlasını ekip biçerlerdi. Yani herkes yardımlaşma ile sigortalı idi. Bazen tabiî âfet gibi sebeplerden dolayı ürün elde edilemezdi. O zaman da komşular yardım toplar ve o aileyi yine yaşatırlardı. Yaklaşık 10 bin seneden beri bu düzen böyle sürüp gitmekte idi. Ancak 20’nci yüzyılda bu durum değişmeye başladı. Nüfus arttı, yeni teknoloji gelişti, özellikle kentlerde farklı bir hayat başladı. Bugün artık kimse kendi ektiği ile geçinmiyor, köylü bile ektiğini satıyor ve kendi ihtiyacı olan mallarını satın alıyor.
Bu “mübadele dönemi” bundan 5 bin sene önce başladı, 20’nci yüzyılda tamamlandı. Bu durum “işbölümünü” ortaya çıkardı, refahı meydana getirdi. Nüfus süratle artmaya başladı. Ne var ki bu durum aynı zamanda insanlığı büyük sorunlarla karşı karşıya getirdi.
Bu sorunların en başta geleni “İŞSİZLİK”tir.
Önce insanlar ürettikleri malları satamadı, dolayısıyla köylerde “tarımcılık” zorlaştı. İnsanlar şehirlere taşınıp orada istikrarlı iş bulmaya çalıştı. Başlangıçta bu uygulama başarılı oldu, bugünkü “sanayi” böyle doğdu. Ama sonraları “krizler” başladı. Üretilen mallar satılamadı. Satılamayınca üretim durdu. Üretim durunca “işsizlik” oldu. İşsizlik olunca mallar hiç satılamadı. Bu durumu aşmak için insanlık uğraşmakta ama henüz çözüm bulmuş değildir.
İşte, çağımızdaki en büyük sorun budur; “İŞSİZLİK” ve dolayısıyla “AÇLIK”...
Bugün insanların çoğu çalışmıyor yahut üretici olarak çalışmıyor, yani tarım ürünleri üretmiyor. İnsanlar ya işsizdir ya da öğretmenlik gibi hizmet sektöründe veya sporculuk gibi boş işlerde üretmeyen ama tüketen olarak vakitlerini harcamakta. Çalışanların ürettikleri de yetmiyor. İnsanların az bir kısmı aşırı “israf” içinde, diğer çoğunluk da “açlık” içinde...
Allah’ın rahim sıfatının tecellisi için “herkesin iş bulabilmesi ve aç kalmaması” gerekir. Öyle bir “düzen” kurmalıyız ki, hiç kimse ‘ben çalışmak istiyorum ama iş yok’ dememelidir. İsteyen istediği işte çalışabilmelidir. İşte böyle bir “düzen” kurabildiğimiz zaman Allah’ın rahim sıfatını tecelli ettirmiş oluruz; herkese iş ve herkese aş...
*
İşsizlik sorununu çözen bu düzeni yani
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”i nasıl kuracağız?
Devlet/düzen olarak herkese “çalışma/emek kredisi” vereceğiz; ‘git, istediğin işverenin yanında çalış, maaşını gel benden al’ diyeceğiz...
İşvereni borçlandırıp çalışanı alacaklı hâle getireceğiz...
İşverenlere “faizsiz-icrasız kredi” açacağız, onlar insanları çalıştıracaklar, ücretini biz ödeyeceğiz, “ham madde kredisini” de biz vereceğiz...
Verdiğimiz kredi için icraya gitmeyeceğiz; ürettiklerini ne zaman satarsan o zaman bize olan borcunu öde diyeceğiz...
Bu şekilde iş yapan işverenler çoğalacak, bilgili olan herkes sermayesiz işveren olabilecek, halk da istediği zaman istediği yerde iş bulabilecektir...
***