ADİL
EKONOMİK DÜZEN
GÜNLÜK KÖŞE YAZILARI
2011
SEKİZİNCİ KİTAP
REŞAT NURİ EROL
T A K D İ M
İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.
YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.
İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.
YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.
HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.
İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.
Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:
a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.
b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.
c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.
d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.
Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...
Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.
Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.
Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.
*
1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...
NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...
Açıkça ifade ediyorum;
Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.
İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.
*
REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.
ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.
Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.
OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.
*
REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.
Bu durum sakın sizi yanıltmasın.
YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.
Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.
BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...
MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...
REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…
BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...
KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...
Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...
Süleyman KARAGÜLLE
***
|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
OCAK 2011 |
|
|
|
MERHABA!(*)
REŞAT NURİ EROL
07.12.2003
- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”
- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”
- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”
- Bütün insanlara da; “MERHABA!”
0-08 yaş dönemimde, memleketlerim “Kosova” ve “Sancak”ta(Bosna), şifahi bilgi ve kültürün ana kaynağı büyüklerimi dinlemeye bayılırdım. Küçük çocuklar “oda” denen salona alınmazdı; ama ben fırsatını bulup bir köşeye ilişir, yaşlı komşu ve akrabalarımızın sohbetlerini zevkle dinlerdim. İlginç olan, gerçekten “komşu” gibi komşu olduğumuz “Hıristiyan komşularımız”ın da olmasıydı. Balkanlar’da savaş hiç bitmez. Büyükler sohbetlerde savaş anılarını da anlatırlardı. Mesela, babam 4-5 yıl boyunca II. Dünya Savaşı’nın Almanya, Fransa ve Balkanlar’daki bütün cephelerinde savaşmıştır. Son Bosna ve Kosova katliamları ise zaten hepimiz için tazeliğini koruyor. İşte bu ve benzeri savaşlarda, “iyi komşular” birbirlerini koruyup kollar; hem de Müslüman-Hıristiyan komşusunu veya Hıristiyan-Müslüman komşusunu kollar. Nasıl mı? Anlatayım. Saldıran taraf Hıristiyan ise Müslüman komşular Hıristiyan evinde gizlenir; aksi durumlarda da Hıristiyan komşular Müslüman komşusunun himayesinde onun evinde gizlenir. Böylece “komşuluk” veya “kapı komşuluğu” böylesine zor zamanda “can yoldaşı” seviyesine çıkar. Ben “komşuluk” kelimesini ilk böyle bildim ve tanıdım.
10’lu yaşlarımda, Türkiye’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyüklükteki “Edirne Kara Sınırı Kapısı Kapıkule”den memlekete müteveccihen çıkarken, “Hoş geldin be komşo!” deyişi ile karşılaştım. Garip, ama gerçekti. Bulgar gümrük memurları bizi “komşu” olarak karşılıyordu. Demek ki, ülkeler de “komşu” oluyormuş. Böylece bir yaşıma daha girdim. Sonra ortaokul ve lise yıllarımda, evde ve okulda, “komşuluk hakkı”nı öğrendim. Hazreti Peygamber bile, “komşunun komşuya nerdeyse mirasçı olacağını” belirtmiş. Ama komşulukla ilgili şu hadis bana hep çok daha çarpıcı gelir: “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” “Bizden değildir” yani “Müslüman değildir”!..
20’li yaşlarımın hemen başında, yüksek tahsil için gittiğim Almanya’da Hıristiyan dostlarım ve arkadaşlarım, yani “komşularım” oldu. Tahsil, ticaret, siyaset, sosyal faaliyetler sayesinde, zamanla o kadar çok ve çeşitli insan tanımaya başladım ki; Türkiye’nin içinden ve dışından gelenlerle, ne kadar çok komşularımızın olduğunu anladım. Balkan ülkelerinden ve Kafkaslardan gelenler, mübadeleler, iç ve dış göçlerle bir araya toplananlarla karışan ve kaynaşan insanlar, “o yöre, ülke ve bölgelerin komşuluğunu” da beraberlerinde getiriyorlardı. Nitekim “Türkiye’ye komşu” coğrafyalardan gelen arkadaşlarımla o yıllarda kurduğum dostluklar veya komşuluklar hâlâ devam ediyor…
30’lu yaşlarımın yine hemen başında, Arapça tahsili için Arabistan’a gittim ve tam yedi yıl kaldım. Evet; gittim, kaldım, yıllarca bizzat yaşadım ve gördüm ki; dünya, Türkiye ve çevresinden ibaret değilmiş!.. Riyad Üniversitesi’nde, dünyanın kırk ülkesinden arkadaşlarım oldu. Mekke ve Medine’ye hac veya umre için her gidişimde ise yetmiş-yedi milleti bir arada gördüm ve her seferinde adeta küçük mahşeri yaşadım. Meğer dünya ne kadar geniş, “dünyalı komşularımız” ne kadar da çokmuş…
40’lı yaşlar insanın olgunluk ve kemâl yaşları olur ya; bu yaşlarda edindiğim bilgi ve tecrübeleri sentez etmeye başladım. Her konudaki bilgilerimi Kur’an süzgecinden geçirmeyi öğrendim. Kur’an diyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve TANIŞASINIZ diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” [Hucurât(49);13] Kâinat çok büyük ve bu büyüklükteki âlemde dünyamız, deryada adeta bir damla. İşte bu küçücük dünyada altı/yedi milyar insan yaşıyor. Ayrı aile, kabile ve ülkelerde yaşasak da; bu ayrılık sadece “tanışmak” ve “komşu” olmak için veya komşu olup tanışmak için...
Globalleşen, küreselleşen ve artık bir köy kadar küçülen dünyamızda “komşuluk” daha bir önem kazandı. Mezopotamya dönemi, Nuh Tufanı sonrası dönem ve şimdi yaşamakta olduğumuz dönem insanlık için artık “tarih” oluyor. Yeni bir hayat, yeni bir dünya, yeni bir yaşam şekli, yani “şehir hayatı” yaşar olduk. Peki, bu şehir hayatının şekli, şemali, sistemi, düzeni nasıl olacak? Bunu düşünen, bilen, çözen var mı?..
Büyüyen ve değişen, ama bir o kadar da küçülen “yeni bir dünyamız” var. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. İşte bu yeni dünyada, oturduğumuz apartmandaki “kapı komşularımızı” tanımasak(!) bile; bilgi ve iletişim çağının tv vs iletişim araçları ile evimizin içine kadar soktuğu diğer “dünyalı komşularımızı” her an görüyor, dinliyor ve tanıyoruz!.. Yoksa, tanımıyor muyuz?!.
Her gün haberlerle dünyanın dört bir tarafından evimizin içinde arz-ı endam edip cirit atan işte bu “dünyalı komşularımız” ile artık daha yakından tanışma zamanı gelmedi mi?..
Gelmesine geldi de...
Evet; onları, ülkelerini, bölgelerini ve dünyalarını; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal hayatlarını tanımak, tanışmak, tanış olmak… Dertlerini dinlemek ve derman olmak… Sorunlarına çare ve çözümler üretmek…
Yukarıdaki Kur’an âyeti “Ey İNSANLAR!” hitabı ile başlıyor...
Küçülen, bir köy kadar küçülen dünyamızda, artık “her insan komşumuz” mesabesinde. Hadis; komşusu aç yatarken, onun derdiyle ilgilenmeyenin “Müslüman” olmadığını söylüyor. Dertler de bir değil ki; maddî açlık çekenler var... Maddî sıkıntısı olmadığı halde, manevî açlık çekenler var...
Hz. İsa’nın havarileri ve Hz. Peygamber’in sahabeleri, kendi çağlarındaki şartlarda, dünyanın dört bir tarafında insanların imdadına yetişmişler…
Artık peygamberler de gelmeyecek...
Evet; iş başa kaldı, sorunlarımızı kendimiz çözeceğiz...
Öyleyse kendi sorunlarımızı kendimiz çözmek için daha ne bekliyoruz?!.
***
Yazımın hemen başında “MERHABA!” dedim ya...
Evet; birinci kitabın başında “MERHABA!” dedim ya…
Şimdi de sekizinci kitapla yeniden “MERHABA!” diyorum...
- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”
- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”
- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”
- Bütün insanlara da; “MERHABA!”
-----------------------------------------
(*) “MERHABA!” yazısını bilgisayarıma arşivlerken “İLK YAZI” demişim ama aslında benim/bizim Millî Gazete ile tanışıklığım/ız yukarıda sözünü ettiğim 20’li yaşlarımın hemen başına yani Millî Gazete’nin yayına başladığı ilk güne kadar dayanıyor. O zaman İzmir’de TEK YOL dergisini yayımlıyorduk ve kendiliğinden kendimizi gazetenin ikinci sayfasındaki günlük “TEK YOL” köşesinde buluverdik! Ayrıca gazetemizin İzmir ve Ege Bölgesi Temsilcisi oluverdik!..
1975 yılında MSP, Millî Görüş ve Millî Gazete çalışanları olarak Ege’yi ve Türkiye’yi taradığımız “Ve Zafer Yakındır” hamlesini 15 günlük tam sayfalık bir dizi yazısı yapmıştım...
Yine 1975 yılındaki bir gazete makalemde geçen “İslâm’ın sosyal adalet ve eşitlik esaslarına dayalı yeni bir düzen kurmak zorundayız.” cümlesi sebebiyle, o zamanki meşhur 163. maddeye istinaden İzmir ve İstanbul ağır ceza mahkemelerinde yargılandım!..
Dikkat edilirse, daha başlangıçta ve o yıllardaki yazılarımızda “YENİ BİR DÜZEN” diyor idiysek, demek ki “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” çalışmalarımızı o zaman başlatmışız demektir; delili ve belgesi de o zamanki Millî Gazete arşivi ve Türkiye Cumhuriyeti İzmir ve İstanbul mahkemeleri!..
Millî Gazete’de yaklaşık iki yıl önce başlayan yeni yayın döneminde köşeme isim vermem istendiğinde hiç tereddütsüz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” deyiverdim!..
İstanbul, 29 Ekim 2012
***
MEDHAL/ÖNSÖZ
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?
Her gün karşılaştığım insanlar soruyorlar, hemen hemen her gün gelen sorularla soruyorlar, gittiğim yerlerde soruyorlar, çeşitli şekillerde soruyorlar:
- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?
Dünkü yazımda ve bundan önce bu köşede yazdığım pek çok yazıda, ayrıca kırk kusur yıldan beri yazdığımız kırk bin sayfada ve kitaplarımızda bu soruya “cevap/lar” verdik…
Dün, bir kere daha “Adil Ekonomik Düzen nedir?” sorusunun cevabını verdik…
Bugün de “ADİL DÜZEN nedir?” sorusunun cevabını -bir kere daha- verelim…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” -her şeyden önce- ilâhi mesajları bugünkü müspet ilmin ışığında yorumlayarak günümüzün sorunlarını çözme çalışmasıdır...
1967 yılında İzmir’de kurulmuş “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”nin ve 2000 yılında İstanbul’da kurulmuş olan “Akevler İstanbul Konut-Yapı” ve “Akevler İstanbul Tüketim” kooperatiflerinin ilmî çalışma sonuçlarının Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından benimsenen ve bütün insanlığa duyurulan siyasi bir programdır...
Bu girizgâh ve tanımlamalardan sonra konuyu biraz daha açıp berraklaştıralım…
1) KUR’AN SON KİTAPTIR. Dille ve yorumlama usulü ile bize ulaşmıştır. Kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu kendisi ispat eder. Sözleri 14 asır öncesinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma gelmiş ve bize mütevatiren ulaşmıştır; manâsı ise Allah tarafından icma ve içtihatlarla kıyamete kadar yeniden inzâl olunmaktadır. Dolayısıyla hiç eskimez, daima yenidir, daima canlıdır, daima sorun çözücüdür. Onda günü geçen hükümler yoktur.
2) AKEVLER’İN “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ÇALIŞMALARI İstanbul’da her gün (her akşam) devam etmektedir:
a) Her hafta yayımlanan “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” yani tefsir çalışmaları (www.akevler.org sitemizin “Seminerler” kısmında) notları…
b) “RÛHU’L-KUR’AN” adı altında Kur’an Arapçasının çok geniş ve detaylı dil, fıkıh, müçtehit yetişme/yetiştirme altyapısı oluşturma vs. çalışmaları…
c) “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve Kur’ânî delilleri… (Çalışmalarımızın bir kısmı “YENİ ANAYASAYA GEÇİŞ ÖNERİSİ / Anayasal Sistemde Ortak Görüş Arayışı” ismiyle kitap olarak 2012 yılında yayımlandı.)
d) “ADİL DÜZEN MUHASEBESİ” üzerinde çalışmalar...
e) Ve 1967 yılından beri sürdürülen İLMÎ VE AMELÎ diğer çalışmalarımız…
3) KUR’AN’A GÖRE; İNSANIN İLMÎ, DİNÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI (EVLİYALARI) VARDIR. Yönetimi bunlar oluşturur. İnsanlıkta “DEVLETLER, İLLER, BUCAKLAR VE OCAKLAR” vardır; hakemlerden oluşmuş yargı vardır, yargı kararlarına uymayanlar mü’min değildir.
4) KUR’AN’DAN BU HÜKÜMLERİ ÇIKARABİLMEMİZ İÇİN KELİMELERİN FIKIHÇILAR TARAFINDAN DA KABUL EDİLEN ISTILAHÎ MANÂLARINI KULLANIYORUZ:
Allah= Topluluk, Resûl= Başkan, Salât= Toplantı, Zekât= Vergi, Velî= Dayanışma sorumlusu, Evliyâ= Dayanışma ortakları (Sosyal Sigorta); Nâs= İnsanlar (bugün yaşayanlar), Âdemoğulları= İnsanlık (Hz. Âdem’den kıyamete kadar), Kavm= Devlet; Şa’b= İl, Kabile= Bucak, Aşiret= Ocak (apartman yönetimi), Mısr= Kıta merkezi (Kıtalar Çin, Hint), Medîne= Bölge, Belde= İlçe, Karye= Semt (köy), Beyt= Ev; Hamd= Rant (emeksiz doğan değer), DİN= DÜZEN; Şir’a= Yasama, Minhac= Yargı, Viche= Yönetim, Mensek= Yürütme; Vezir= Bakan, Ülu’l-emr= Yönetici, Zi’l-kurba= Emekliler, Âmilîn= Görevliler, Garimîn= İflas edenler, Müellefe-i kulûb= Sanatkârlar, Âlimler…
Bunlar (bu örnekler) BİZİM kelimelere verdiğimiz manâ ve tanımlardır...
Siz başka manâ ve tanımlar verebilir, Kur’an’ı baştan sonuna kadar öyle yorumlar, siz de aynen bizim gibi bir “sistem/düzen” oluşturursunuz...
Bu “sistem/düzen” tüm “sosyal sorunları” çözer...
Mezheplerin yaptıkları budur...
Her bucak kendi icma ve içtihatlarını uygular...
Sonunda elenirler ve sadece birkaç mezhep veya ekol kalır...
Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuş, kelimelerin tanımları yapılmamıştır.
Tanımlar içtihatlara bırakılmış, mezhepler oluşmuş; mahallî icmalara bırakılmış, değişik bucaklar oluşmuştur.
Kur’an böylece her asra ve her şarta uymakta ve insanların sorunlarını çözmektedir.
Kur’an’ı bu şekilde sorunları çözen “KİTAP” olarak kabul ettiğimize göre aramızda fark kalmamıştır. Bundan sonra tartışacağımız sadece onu nasıl anlayacağımızdır.
TEMEL PRENSİP ŞUDUR: Kur’an insanların bütün sorunlarını çözer; bunu kabul edenler Kur’an ehlidir. Bunlar Kur’an’ı anlarken birbirlerine yardım ederler.
Ortak çözümlere “İCMA”, anlaşamadıkları çözümlere “İÇTİHAT” diyoruz.
İcmalarda birlikte hareket edilir, içtihatlarda herkes kendi içtihadına göre hareket eder. İçtihatlar ortalama 5000 nüfuslu bucaklar seviyesinde yapılır. Bucağın icmalarına uymak istemeyen o bucaktan ayrılma (Hicret Demokrasisi) durumundadır...
***
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”in
ÇÖZÜMLERİ VE GÜCÜ
Reşat Nuri EROL
01.01.2011
Bir önceki yazımda anlattığım üzere; kapitalizm, komünizm/sosyalizm veya karma ekonomi gibi tekel sistemlerde halkın ihtiyaçlarını “merkez” tesbit etmekte, ona göre malları ürettirmektedir. Kimin ne üreteceğini de yine “merkez” tesbit etmektedir.
Oysa merkez ne halkın ihtiyaçlarını ne de imkânlarını bilmektedir.
Bunun tabiî sonucu olarak da sorunlar çözülememektedir.
Sistem sorun oluşturmakta, sorunları çözememekte.
***
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” diyor ki;
-Halk kendi ihtiyaçlarını kendisi bilmektedir.
-O halde kendi ihtiyaçlarını halk kendisi tesbit etmektedir.
-Halk kendi imkânlarını kendisi bilir, ne üreteceğini de kendisi bilir.
-O halde halkın ne üreteceğine de başkaları değil, halkın kendisi karar versin.
İşte bunu başarırsak sorunlarımızı çözeriz diyoruz.
***
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” bunu nasıl başaracaktır?
ADİL EKONOMİK DÜZEN;
-Halka ön ödemeli sipariş kredisini verecek…
-Halk ihtiyaçlarını mağazalara sipariş verecek…
-Mağazalar buna istinaden tüccarlara sipariş verecek...
Böylece ihtiyaçlar tesbit edilmiş olacaktır.
***
ADİL EKONOMİK DÜZEN;
-Çalışma/emek kredisini de halka verecek...
-Çalışan/işçi işverene gidecek işverenle anlaşacak…
-İşveren işi yaptıracak, üretecek ve işçiye borçlanacak...
-İşçi de akşamüstü gidip bankadan parasını/yevmiyesini alacak…
Ham maddeyi alacak, bedelini bankadan ödeyecektir.
Bu kredilerin hepsi faizsiz ve icrasızdır.
***
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de;
İşverenler de tüccara imkânlarını bildireceklerdir.
İşte tüccarlar bu esnada devreye girecekler, aldıkları siparişleri işyerlerine sipariş vereceklerdir.
Böylece tüccar devrede olacak ama tüccar ihtiyaçları tesbit etmeyecek, imkânları da kendisi belirlemeyecektir.
Böylece, bu şekildeki kapitalizme ve kapitalistlere yani halkı sömürenlere tekel oluşturmamak ve sermaye sömürüsü yapmamak şartı ile “evet” diyoruz.
Ekonomiye “devlet” de “GENEL HİZMETLERİ” ile girecektir. Devlet aldığı vergi karşılığı para ile yapılamayacak şeyleri karşılıksız yapacak; 25 (yirmi beş) “GENEL HİZMETİ” yapacaktır.
Kayıtları tutacak, teminatlı ehliyet verecek, ortak ambar ve nakliyeyi çalıştıracak, iletişimi ve her türlü haberleşmeyi sağlayacak, bakımları ve her türlü korumayı yapacak...
Böylece bu sistem sosyalizmin iyi taraflarını da almış olacaktır.
Karma ekonomi değil, “sentez ekonomi” uygulanacaktır.
Kapitalizmin iyi tarafları varsa onları da alacaktır.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” işte bu düzendir.
“ADİL DÜZEN”in gücü de işte budur.
Vesselâm…
***
Yazmak, okumak, anlamak ve uygulamak…
Reşat Nuri EROL
02.01.2011
Gelen mesajlardan, telefonlardan ve çok yönlü özel görüşmelerden biliyorum ki; genel okuyucularımın yanında, yazdığım bu yazıların çok özel ve güzel okuyucuları da var...
Erbakan Hocamızın Millî Gazete yazarları ile zaman zaman yaptığı toplantılarda bizlere anlattıklarını burada uzun uzun yazacak değilim ama bir cümlesinin minik bir bölümünü aktarmama müsaade edin: İbadet ve cihat aşkıyla yazmak…
Başından beri hep öyle yapmaya çalıştım ama toplantılarda bunu Hocamızdan duymak bir başka güzeldi...
İşte, biraz da yukarıda hatırlattıklarıma binaen, özellikle o özel okuyucularımdan istirhamım; yazdıklarımı kendilerine göre çok yönlü olarak tasnif ettikten sonra arşivlemeleri, lazım oldukça kolayca ulaşmaları…
Çünkü bu yazılanlar sadece “OKUNMAK” için yazılmıyor…
Aynı zamanda iyice “ANLAŞILMAK” ve ardından ilk fırsatta “UYGULANMAK” için yazılıyor…
Bunun böyle olduğunu anlamak için bundan önceki iki yazımın sadece başlıklarına bakmak bile yeterli olacaktır...
Birinci Yazı: Tarım, kapitalizm, sosyalizm ve karma ekonomi
İkinci Yazı: “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in çözümleri ve gücü
Yani; sadece sorun üreten “faizli ve de zalim Batı/bâtıl dünya düzeni”.
Ve onun biricik ve tek alternatifi
“Hakka dayalı faizsiz ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”.
***
Önceki yazılarımda (yani son iki yazımda) hatırlattığım üzere; “kapitalizm, sosyalizm ve karma ekonomi” sadece sorun üretiyor ve bu sorunların tek çözüm yolu, tek çaresi var:
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”.
Öyleyse;
“Adil (Ekonomik) Düzen”i önce “YAZMAYA” ve “OKUMAYA” devam…
Ardından iyice “ANLAMAYA” ve ilk fırsatta “UYGULAMAYA” devam…
YAZMAK, OKUMAK, ANLAMAK, UYGULAMAK…
Yani; araştırmaya, yazmaya, okumaya ve anlamaya devam…
Ve elbette “UYGULAMA” merhalesine geçmek için fırsat kollamaya da devam…
Bu yazılanlar işte bundan sonraki o merhalelere geçilmesi için yazılmaktadır.
Bu böyle biline ve dikkatli, özenli, özel okuyucular gereğini yapa, derim.
İşte, özellikle meselenin bu boyutlarıyla ilgilenen ve bunun şuurunda, idrakinde olanlar olarak araştırmaya, yazmaya, okumaya ve anlamaya devam…
***
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de:
-Halk ihtiyaçlarını mağazalara bildiriyor…
-Mağazalar tüccarlara bildiriyor...
-Tüccarlar işyerlerine bildiriyor...
-İşyerleri işçilerle anlaşıyor ve üretim yapıyor...
İşçi üretimden sonra ücretini alıyor, bankaya gidip ücretini ve kredisini kapatıyor...
Mallar mağazalara geliyor, böylece halkın verdiği siparişler tamamlanıyor.
***
Burada bir sorun var gibi görünüyor: “Fiyat” ve “ücret” nasıl belirlenecek?
Önce kamu yani “GENEL HİZMET” resmî ücretleri ve resmî fiyatları belirliyor.
Bunu duyuruyor.
Kişinin “resmî ücreti” var, malın da “resmî fiyatı” var.
Ne var ki bu sadece bilgi bakımındandır, zorunlu değildir.
Bunu günümüzdeki “asgari ücret” gibi anlayıp değerlendirebilirsiniz.
Taraflar istedikleri ücretle çalışırlar ve istedikleri fiyatlarla satın alırlar.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de piyasa tamamen serbesttir.
***
Bitmedi, devamı var; gelecek yazı:
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de fiyat ve ücret.
***
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de fiyat ve ücret
Reşat Nuri EROL
03.01.2011
Bir önceki yazımızın sonunda “FİYAT ve ÜCRET nasıl belirlenecek?” dedik. Dedikten sonra da, önce kamu yani “GENEL HİZMET” resmî ücretleri ve resmî fiyatları belirliyor, bunu duyuruyor. Kişinin “resmî ücreti” var, malın da “resmî fiyatı” var. Ne var ki bu sadece bilgi bakımındandır, zorunlu değildir. Bunu günümüzdeki “asgari ücret” gibi anlayıp değerlendirebilirsiniz. Taraflar istedikleri ücretle çalışırlar ve istedikleri fiyatlarla satın alırlar. “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de piyasa tamamen serbesttir.
Resmî ücretler ne işe yarar?
-Kamuda çalışanlar resmî ücretle maaşlarını alırlar.
-Başka türlü anlaşma yoksa resmî ücretle anlaşmış sayılırlar.
-Ortaklar saatlik yaptıkları işlerde payları resmî ücretle belirlemiş olurlar. Farklı anlaşma da geçerlidir.
-Emeklilik işlemleri resmî ücret üzerinden yapılır. “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de herkes hiçbir ödeme yapmadan emeklidir.
Resmi ücretler nasıl tesbit edilir?
-Resmî ücretler “İLİM”le tesbit edilir. Başlangıç ehliyetliler yılda 5 derece alırlar, temel ehliyetliler 6, orta ehliyetliler 7, lise ehliyetliler 8, yüksek ehliyetliler 9, üstün ehliyetliler yılda 10 derece alırlar.
-Bir işte çalışanlar o işte çalıştıkları gün kadar o işteki meslekî derecelerini geliştirmiş olurlar.
-Yapılan imtihanlara girerler ve meslekî derecelerini artırırlar.
-Çalıştıranların verdiği notlarla da meslekî derecelerini artırırlar.
Resmî fiyatlar ne işe yarar?
-Krediler resmî fiyatlara göre verilir. Rehn değeri resmî değerdir.
-Arz-talep formüllerinde başlangıç fiyatı resmî değerlerle belirtilir.
-Tazminat değerleri resmî fiyatlarla yapılır ve ona göre hesaplanır.
-Artırıp eksiltmede ilk fiyatlar resmî değerin yarısı ile başlar veya iki misli değerle başlar.
Fiyatlar nasıl oluşur?
-Serbest pazarlıkla.
-Stok seviyeleriyle.
-Artırma ve eksiltmeyle; teklif eden artırıp eksiltir.
-Maliyetle.
Elimizde yirmi çeşit mal olsun.
On kadar da ortak olsun.
Paylar eşit olmayabilir.
Bu malları bölüşmek isteyelim.
Bunu nasıl bölüşeceğiz?
Önce bir “ana mal” belirleriz.
Bu “ana mal” için “pay belgesi”ni çıkarırız.
Diğer malların değerlerini ana malla kıyas ederek tesbit ederiz. M
evcut miktarları ile çarpar ve dağıtılacak malların ana mal cinsinden miktarını buluruz.
Sonra pay belgelerini pay sahiplerine payları nisbetinde dağıtırız.
İsteyen ana mal alır, isteyen diğer malları alır.
Bundan sonra arz-talep formülünü uygularız.
Hangi malı almak isteyen çok olursa o malın fiyatını yükseltiriz, hangi malın taliplisi azsa onu düşürürüz.
Biz ana mal olarak insanlık için “buğday, demir, altın ve toprak” seçmiş bulunuyoruz.
Bir miras böyle taksim edilir.
Şimdi de köyümüze tüccar geldi. Siparişler verdi. Siparişler listesini verdi ama her mal için ayrı fiyat vermedi. Birlikte bir fiyatla köyün muhtarı olarak anlaştık.
Şimdi de bu işleri yaptırmak istiyoruz.
Kim ne yapsın?
Bu sorunu çözmeyi de siz düşünün...
Selam ve dua ile…
***
Tarım döneminden sanayi dönemine sorunlar
Reşat Nuri EROL
04.01.2011
Tarım döneminden sanayi dönemine geçmeye çabalıyoruz…
Sanayi dönemine geçerken sorunlar yaşıyoruz…
Kapitalizm, sosyalizm/komünizm ve karma ekonomi sorunları çözemiyor…
Çare ve biricik çözüm yine faizsiz “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e kalıyor…
Bir örnekle meselemizi anlatmaya başlayalım.
Bir komşunuz var... Arazisi çok... Sıkıntısı var, arazisini satmak istiyor...
Siz de arazi bakımından dardasınız, araziyi satın almak istiyorsunuz...
Pazarlık yapmaya başlıyorsunuz; o ‘60’ diyor, siz ‘40’ veriyorsunuz...
O zamanla daha da darda kalıyor, daha da aşağılara düşüyor...
Siz de artık o araziyi alacağınızın hayalini kuruyorsunuz, biraz da bir yerlerden para gelmiştir. Satıcıyı ziyaret ediyor ve fiyatınızı ‘45’e çıkarıyorsunuz, o da ‘55’e iniyor. Zaman geçiyor, pazarlık durumu devam ediyor. Diyelim ki, sonunda ‘52’de anlaşıyorsunuz.
İşte buna “serbest pazarlık” diyoruz.
İnsanlar ilk yaratıldığı günden beri “serbest pazarlık” yapmaktadırlar.
Tarım döneminde insanlar dar bir çevrede alışveriş yapıyorlardı. Birbirlerini tanıyor, varlıklarını ve sıkıntılarını biliyorlardı, “pazarlık usulü” o günkü sorunları çözüyordu.
Devran döndü, devir değişti, sanayi dönemi geldi ve yeni sorunlarla karşılaşır olduk.
***
Sanayi döneminde dünya tek pazar hâline geldi.
Artık “üretici” ile “tüketici” karşılaşmıyor, “pazarlık usulü” geçersiz olmuştur, “ihale sistemi” geliştirilmiştir.
Bir ton patatesiniz var; pazara gidersiniz, tezgah açarsınız, “50 kuruş” diye etiket koyarsınız ve beklemeye başlarsınız...
Müşteriler gelir, dolaşır, hangi satıcı daha ucuz satıyorsa ondan istediği malı alır.
Bu da tek taraflı ihaledir.
Bu sistem yarım pazarlık sistemidir.
Tek taraflı arz olduğu gibi tek taraflı talep olabilir.
Satın alan ‘ben buna alıyorum’ diye etiket yapıştırabilir.
Pazara mal getiren kimse sabahleyin bir an önce malını satıp gitmek ister. Satamayınca fiyatları düşürmeye başlar...
Alıcı da bir an önce alıp eve dönmek ister…
Fiyatlar düşmeye başlar…
En sonunda satış ve alış hızlanır, alışveriş gerçekleşir.
Bu da “artırıp-eksiltme” yoluyla satıştır.
***
Batılıların geliştirdikleri sistem vardır; maliyetle satın almak.
Erzurum’da bir kilo üzüm bir liraya (100 kuruş) mâl olur, alan onu bir lira ile alır; İzmir’de bir kilo üzüm 50 kuruşa mâl edilir, alan 50 kuruşa alır, tüketiciye 100 kuruşa satar.
Bu sistem kapitalistlerin sistemidir.
Aradaki büyük fark sermayeye kalır.
Sosyalistler/komünistler, kapitalistlerin bu sistemini doğru bulmaz, üretilen malları kârsız olarak tüketicilere maliyet fiyatı ile intikal ettirirler. Maliyetine satış.
Bu sefer piyasa ve pazar dengesi bozulur.
Yasaklarla ve baskılarla düzen sağlamaya çalışırlar.
***
Karma ekonomi, adı üzerinde, karmakarışık...
Yani;
Bütün sistemlerde sorunlar var.
O halde çözüm üretilmesi gerekiyor ve var olan sistemler (kapitalizm, komünizm/sosyalizm, karma ekonomi) çözüm üretmediğine göre…
Çözüm bizden!
Gelecek Yazı Çözüm Yazısıdır:
“ADİL DÜZEN” sorunları nasıl çözecek?
***
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”
sorunları nasıl çözecek?
Reşat Nuri EROL
05.01.2011
Tarım döneminden sanayi dönemine veya bilgi/bilgisayar çağına geçerken sorunlar yaşadığımızı yazdık. O sorunları bazı detaylarıyla birlikte hatırlattık. En sonundan var olan sistemlerin (kapitalizm, sosyalizm, komünizm, karma ekonomi) sorunları çözemediğine göre iş yine “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e kaldı dedik:
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” sorunları nasıl çözecek?
Satıcıya ve alıcıya kolaylıklar sağlanır ve zorunlu satış veya alış önlenir.
Bu nasıl sağlanır?
Bunun çözümü kredileşmedir.
Kişi malını isterse pazarda satar, isterse ambara teslim eder; malını ambarda bekletir ve malı para ettiği zaman satar.
Alıcı da isterse malı şimdi pazarda alır, isterse borç alır, ileride ucuzladığı zaman alır.
Bu sistemde satıcıyı hemen satmaya zorlamadan, alıcıyı da hemen almaya zorlamadan yaşama imkânı sağlanır.
Bunu şöyle anlatabiliriz.
Komşulardan birinde “100 kilo patates” var. Şimdi lazım değil ama saklanması zor; ambar gerek, korumak gerek. Patatesini satmak istemiyor, çünkü gelecek sene patates ekmeyecek, pamuk ekecek. O zaman ona ihtiyacı olacak. Komşusu da bu sene patates ekmemiş, onun da “100 kilo patates”e ihtiyacı var. İşte, komşusuna “100 kilo patatesi” borç veriyor... Gelecek sene komşusu patates ekiyor ve iade ediyor...
Buna “kredileşme” diyoruz.
İki taraf da bu durumda kârlıdır.
Çünkü biri saklama masrafından kurtuldu, diğeri şimdilik ihtiyacını giderdi.
Bunu satarak da yapabilirlerdi.
Ne var ki satan kişi gelecek sene patatesi bulamayabilirdi.
Satın alan gelecek sene artık patates ekmektense daha kârlı gördüğü şeyleri ekerdi.
Şimdi bu iki komşu arasındaki “kredileşmeyi” büyütmek istiyoruz.
Bir “ambar” yapıyoruz; patates ambarı. Patatesi olanlar bu ambara bırakıyorlar.
Patatesi olmayanlar ambara gidiyor, gelecek sene getirmek üzere patatesi satın alıyor.
Komşudan aldığı gibi gelecek sene patates ekip ambara teslim ediyor.
Yani, sistem iki kişinin birbirlerine borç verdiği gibi şimdi bütün komşulara, hattâ yabancılara öneride bulunuyor demektir.
Buradaki “ortak ambar” malların birlikte kolayca saklanmasının yanında “kredileşme” imkânını da sağlıyor.
Yani; nasıl bugün “para bankaları” varsa, gelecekte “mal bankaları” olacaktır.
Malınızı ambara parayı bankaya koyduğunuz gibi koyacaksınız, sonra alabileceksiniz.
Bunun için ortak ambara gerek vardır.
Ortak ambara malını koyana malın kalitesini de gösteren bir “belge/senet” verilir.
Kişi malını pazara götürüp satmaz.
İsterse borsaya gider, senedi satar.
Senedi alan gidip ambardan malı çeker.
İsterse bankaya götürüp mevduat olarak senedi koyar.
İhtiyacı olan bankadan gidip belgeyi kredi olarak alır.
Sonra ya o ürünü eker, yetiştirir, üretir, ambara teslim eder ve belgeyi/senedi iade eder, yahut patates ucuzladığı zaman senedi piyasadan alır, iade eder.
İşte;
“Ortak Ambar” ve “Mal Belgesi” ne yapıyor?
-Üreticiyi malını hemen satmak zorunda bırakmıyor.
-Tüketici de alacağı malı hemen almak zorunda kalmıyor.
Faizsiz olarak kredileşme suretiyle satıcı pahalılaşmayı, alıcı da ucuzlamayı beklemektedir. Fiyatlar denkleşince satış olmaktadır.
Bu sistem sömürü sermayesinin hiç işine gelmez. Sömürü sermayesinin “ADİL EKONOMİK DÜZEN” düşmanlığı bundandır. Onlar istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
***
ALİ HAYDAR HAKSAL KARDEŞİM! Yaklaşık bir aydır yazılarını “HASRETLE” bekliyorduk… Büyük geçmiş olsun… Allah seni ailene, kardeşlerine ve bizlere bağışlasın…
Elhamdülillah, bugün (dün) tekrar yazmaya başladığın yazını bir yudumda okuyuverdim, özlem giderdim. Yazında diyorsun ki: “Hastalığım boyunca hem hastalık psikolojisine kendimi kaptırmadım, hem de ölüm korkusuna kapılmadım. Teslim oldum. Kadere de takdire de... Bir keder olmazsa bundan böyle düzenli olarak sizlerleyim.”
İnşaallah kardeşim inşaallah; daha nice yıllara ve nice yazılara sağlık ve âfiyetle…
***
Medeniyet merkezi Türkiye
Reşat Nuri EROL
06.01.2011
İnsanlık ilk insan Hz.Adem’den itibaren toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarım dönemi aşamalarını geçtikten sonra, Hz. Nuh zamanında “Mezopotamya Medeniyeti” ile kentleşmeye başladı. Beş bin yıllık uygarlaşma, “kentleşme” yani “medineleşme” çabası ancak 20’inci yüzyılın ikinci yarısında tamamlandı.
“Medenileşme, uygarlık” demek, insanların kendilerinin üretip kendilerinin tüketmesi yerine, “birlikte üretme” ve “ayrı ayrı tüketme” merhalesine geçiş demektir.
Mezopotamya (Hz. Nuh), İbrani (Hz. Musa ve Hz. Davut, Hz. Süleyman), Hıristiyanlık (Hz. İsa) ve İslâm (Hz. Muhammed) medeniyetleri biner yıllık ömürleri ile var olmuşlardır. Hazreti Muhammed’den sonra nebi gelmeyecektir.
İsimlerini zikrettiğimiz medeniyetlerden sonra gelecek olan beşinci medeniyet, insanlık tarihindeki peygamberlerin bizzat önderlik etmeyeceği ama “peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin önderlik edeceği ilim medeniyeti” olacaktır.
İnsanlık olarak biz, bu “yeni ilim medeniyeti”ni başlatmakla emrolunmuş bulunuyoruz. Bize bu emri Cebrail getirmedi, Kur’an getirdi, Kur’an emretti.
Kur’an’la ve “Kur’an Çalışmaları” ile ilgilenen her kimse bu “yeni ilim medeniyeti”ni kurmakla yükümlüdür ve bu yolda çalışanlar mutlaka birlikte çalışmalıdırlar.
***
Hazreti Nuh’un üç oğlu vardı.
-Biri (Sam) Mezopotamya’da kaldı ve Sami medeniyetini kurdu.
-Biri (Yafes) doğuya gitti, oralarda Yafes medeniyetini kurdu.
-Biri (Ham) batıya gitti, Hint-Avrupa medeniyetini kurdu.
Dikkat edilirse, Anadolu ve Türkiye’de yaşayanlar olarak biz, işte bu üç medeniyet havzasının merkezindeyiz. Bugünkü Anadolu halkı her üç uygarlığın karışımıdır. Binlerce yıldır birlikte yaşadılar, evlendiler, anlaştılar ve bugünkü ulusu oluşturdular.
Irk olarak Türkler (Yafes’in çocukları) öndedir.
Din olarak Araplar (Sam’ın çocukları) daha öndedir.
Medeniyet olarak Avrupalılar (Ham’ın çocukları) hâkimdir.
Anadolu ve Türkiye olarak artık biz merkezdeyiz, ahlâk olarak da merkezdeyiz.
***
İstanbul Amerika’nın batısı ile Japonya’dan eşit uzaklıktadır.
İstanbul Afrika’nın güney ucu ile Rusya’nın kuzeyine eşit uzaklıktadır.
Türkiye Boğazları (İstanbul ve Çanakkale) Karadeniz’i Akdeniz’e bağlamaktadır.
Türkiye Asya ile Avrupa’nın köprüsü dür.
O halde;
-Biz tarih olarak insanlığın merkezindeyiz.
-Biz ayrıca coğrafya olarak da dünyanın merkezindeyiz.
Medeniyetlerin doğuş merkezi (Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e ve son olarak Hz. Muhammed ile noktalanan süreç) Mekke’dir; yaşam merkezi İstanbul’dur.
İnsan bedeninde nasıl iki merkez varsa (biri “beyin”de biri “göğüs”te); insanlık için de iki merkez olması gerekmektedir ve geleceğin dünyasında insanlığın beyin merkezi Mekke, beden/yaşam merkezi İstanbul olacaktır.
İstanbul’da halk olarak kuracağımız “ADİL DÜZEN İŞLETMELERİ” İstanbul’u dünyanın ekonomi ve yaşam merkezi hâline getirecektir.
Dikkat edilirse, bu köşe “ekonomi köşesi” olduğundan; bu köşede yazdığım yazılarımda meselelerin daha ziyade ve ağırlıklı olarak “ekonomi ile ilgili yönleri” üzerinde duruyorum. Elbette diğer çalışmalarımızda, çalışma arkadaşlarımızla birlikte meselelerin “ilmî, dinî/ahlâkî ve siyasî/idarî yönleri” üzerinde de duruyoruz.
Devamı Var; Gelecek Yazı: Yeni medeniyet ve Türkiye
***
Yeni medeniyet ve Türkiye
Reşat Nuri EROL
08.01.2011
Türkiye yakın tarihi ile de medeniyet merkezidir.
Malum olduğu üzere, medeniyetler iki ayrı medeniyetin sentezi ile doğarlar.
“Yeni Medeniyet” yani geleceğin “Üçüncü Bin Yıl Medeniyeti”, bir önceki “İslâm Medeniyeti” ile bugünkü “Batı Medeniyeti”nin sentezinden doğacaktır.
Bu sentezi yapacak ulus ve ülke de Türk ulusu (Anadolu’da yaşayan Müslümanlar ve diğerleri) ile Türkiye’dir; “Türkiye’de yaşayanlar”dır.
Çünkü iki-üç asırdan beri bu topraklarda, bu coğrafyada, -bir önceki yazımda detaylarını yazdığım bu medeniyetler merkezinde,- yani Anadolu ve Türkiye’de bunun hazırlığı yapılmaktadır.
Allah bu görevi bu bölgeye, bu coğrafyada yaşayanlara ve bu birikimi olanlara vermiştir.
***
Bugünkü Avrupa Medeniyeti nasıl doğdu?
Önce İbrani Medeniyeti Batı Anadolu’ya geldi ve yerleşti.
Sonra Avrupa’dan gelen Dorlar Yunanlıları Yunanistan’dan kovdular.
Dorlar’dan kaçıp Batı Anadolu’ya gelen Yunanlılar oradaki Yahudilerden ve doğudaki Sasaniler’den uygarlığı öğrendiler, Yunanistan’a döndüklerinde yeni uygarlık kurdular. Bu arada Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı laikleştirerek Romalılara hukuku öğretti. Roma hukuku ve imparatorluğu böyle doğdu.
Hazreti İsa geldi, insanlığa dinin farklı yönlerini öğretti, Hıristiyanlık oluştu ve yayılmaya başladı. Büyük zulümler gören Hıristiyanlar sabrettiler. Roma İmparatorluğu (özellikle Bizans) Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra ikiye ayrıldı. Germenler Batı Roma İmparatorluğu’nu yıktılar ama Hıristiyanlığı kabul ettiler. Bugün de en güçlü olanlar onlardır.
İslâmiyet bu coğrafyada ortaya çıkmış ve Endülüs’e (İspanya ve İber Yarımadası’na) kadar daha ilk senelerde ulaşmıştır. Avrupalılar özellikle burada yani Endülüs’te İslâmiyet’in ve İslâm medeniyeti’nin hayatını ve gücünü bizzat gördüler.
Bir taraftan Emeviler (Endülüs Devleti ve Medeniyeti), diğer taraftan Osmanlılar (Selçuklu ve Osmanlı Medeniyeti) Viyana’ya kadar dayanınca, Avrupalılar uyanmak zorunda kaldılar ve bu baskılar sonunda yeni bir uygarlık doğdu.
Rönesans, reform derken; bugünkü Avrupa ve Batı Medeniyeti işte böyle doğdu.
***
İslâm Medeniyeti…
Avrupa/Batı Medeniyeti…
Ve bugün “medeniyet meselesi” bakımından nerdeyiz?
Şimdi insanlık olarak “Üçüncü Bin Yıl Medeniyeti”ni kurmak üzereyiz…
Hattâ diyebiliriz ki; bu yeni medeniyeti “Türkiye”de kurmaya başladık bile!
Evet;
Merkezi Türkiye olmak üzere, medeniyetler merkezi Anadolu ve İstanbul olmak üzere, “yeni medeniyet” kurulacaktır; kurulmaktadır...
Millî Görüş Hareketi başta olmak üzere, Türkiye’de yüz yıldan beri var olan bütün hamle ve hareketler, hep işte bu “yeni medeniyet”in habercileridir…
Avrupa’ya işçi olarak giden halkımız yani Türkler ve diğer Müslümanlar da oralara İslâmiyet’i ulaştırmıştır; hâlen de ulaştırmaya devam etmektedir...
Türkiye zamanla ve çok yakın zamanda gerçek İslâmiyet’e dönecektir…
Hem de Emeviler’den önceki İslâmiyet’e yani İslâmiyet’in aslına ve olması gereken asıl İslâmiyet’e dönecektir...
Bu arada Batı dünyasında da yeni bir uyanış gerçekleşecektir…
İşte;
“YENİ MEDENİYET” yani “Üçüncü Bin Yıl Medeniyeti” de bu iki yeni hamlenin, bu yeniden uyanışın birlikte yeniden doğması ile oluşacak, “TÜRKİYE” de bu doğuşun, bu “YENİ MEDENİYET”in merkezi olacaktır...
“YENİ MEDENİYET” MERKEZİ “TÜRKİYE”DİR!
***
“Yeni Medeniyet” merkezi “Türkiye”dir!
Reşat Nuri EROL
09.01.2011
Kimileri veya birileri geçmişteki ‘Muhteşem Yüzyıl’ veya yüzyıllara takılıp oyalansın; biz geleceğe, gelecekteki yüzyıllara, gelecekte kuracağımız dünya düzenine ve medeniyete bakalım. Önceki iki yazımın başlıklarından da anlaşılacağı üzere ne dedim?
Birinci yazı:
“Medeniyet merkezi Türkiye”
İkinci yazı:
“Yeni medeniyet ve Türkiye”
Ve sonuç/hüküm cümlesi:
“YENİ MEDENİYET” MERKEZİ “TÜRKİYE”DİR!
İddialı başlıklar, iddialı cümleler yazıyorsam elbette bir bildiğim var.
Bildiklerime ve yeni bilgilerime istinaden yazıyorum.
Bugünkü yazımda sadece son bir hafta içinde benzer görüşler ortaya koyan söylemleri ve yazıları hatırlatmakla iktifa edeceğim.
Önce resmî cenahtan bir haber…
Haberin başlığı şöyle:
YENİ DÜNYA DÜZENİNİN TEMEL TAŞI TÜRKİYE’DİR.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara’da bir araya gelen 180 büyükelçiye dış politikanın yeni manifestosu niteliğinde bir konuşma yaptı. Bir düzensizlik varsa, bu düzensizliği ilk sorgulayacak ülkelerin başında Türkiye’nin geleceğine dikkat çeken Ahmet Davutoğlu, “Eğer yeni bir düzen kurulacaksa, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna gücümüz yeter” diye konuştu.
EVET, GÜCÜMÜZ YETER
“Biz bekleyip yeni düzen oluştuktan sonra tepki veren ülke olamayız. Bunun bedelini I. Dünya Savaşı’nda yaşadık. Eğer bir düzensizlik varsa, bu düzensizliği ilk sorgulayacak ülkelerin başında geleceğiz ve eğer yeni bir düzen kurulacaksa, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna hakkımız var, buna tecrübemiz var, buna gücümüz de yeter. Bu kadar iddialı bir söylem dile getirdiğimizde hemen tepki veriliyor: ‘Gücünüz yeter mi?’ Evet, yeter.”
YENİ ROL ‘ÂKİL ÜLKE’
“Yeni dönemde Türkiye’nin rolü ‘âkil ülke’ rolüdür, dünyada, küresel olaylarda sözü dinlenen, olayları önceden gören, o olaylara tedbir oluşturan, o olaylar için alternatif çözüm üreten âkil bir ülke. Biz şunu istiyoruz: ‘Eğer bir gün uluslararası toplum bir âkil ülkeler grubu oluşturmuş olsaydı, onun başına ülkemizin yerleştirilmesi gerekirdi’ imajının bütün dünyaya duyurulması.”
KOMPLEKSİ YIKALIM
“Gelecek küresel kültüre en özgün katkıyı sağlayacak aydın ve devlet adamlarının Türkiye’den çıkacağına inanıyorum. Ama bunun için öncelikle bize yerleştirilmek istenen (tabirimi mazur görün) aşağılık kompleksini, yıkmak zorundayız. Bize biçilen rolleri, bize biçilen elbiseleri dar gördüğümüzü dünyaya ilan etmek zorundayız. İsterse buna eksen kayması tartışması densin, isterse başka türlü. Tarih sahnesine biz çıktığımızda bizimle birlikte bir tarih konuşacak. Bütün kadim konuşacak, bütün modernite konuşacak.”
“Yeni Türkiye’nin doğum sancıları”,
Mümtaz’er Türköne’nin yazısının (Zaman, 04.01.2011) başlığı.
Yazının başlangıcı şöyle: “Yeni bir Türkiye inşa ediliyor. 2011 yılı, bu restorasyon döneminin başlangıç yılı olacak. 2007’den bugüne, medd ü cezirlerle ‘eski düzen’in yerle bir olduğu bir ara dönem yaşadık. Şimdi artık eskisi dünde kaldı. Yenisi ise henüz ortada yok. Öyleyse hep birlikte inşa edeceğiz…”
“Medeniyet fikri ve İstanbul’un şifreleri” de Yusuf Kaplan’ın yazısının (Yeni Şafak, 07.01.2011) başlığı. Yazının başı şöyle:
“Benzersiz bir medeniyetin çocuklarıyız: Avrupalıların hem birbirleriyle kıran kırana boğuştukları, hem de handiyse bütün kıtaları sömürgeleştirdikleri, mevcut medeniyetlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde; din, dil, kültür, etnisite ayırımı yapılmadığı için bütün farklılıkların farklılıklarını koruyabildiği, kendi dünyasını, kendi hayatını kurma ve yaşama imkânına kavuşabildiği, tarihte benzeri görülmemiş adalet, hak, hukuk, ahlâk ve estetik ilkelerinin herkes için geçerli kılındığı, Atlantik’ten Pasifik’e kadar gelmiş geçmiş bütün büyük medeniyetlerin birikimleri üzerine oturan, bu medeniyetlere varlığını sürdürme hakkı tanıyan, bu medeniyetlerden kendi paradigmatik ilkeleri doğrultusunda yararlanmasını bilen, muazzam, o ölçüde de mütevazı bir ufuk, bir ebed-müddet, bir nizam-ı âlem medeniyetinin çocuklarıyız. / İşte bu medeniyet fikri ve ufku, Osmanlı İstanbul’unda enfes bir şekilde özetlenmiştir. Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunların nasıl çözümlenebileceğinin şifrelerini barındıran medeniyet kurucu ve tanıdığı, tanıştığı bütün medeniyetleri koruyucu benzersiz bir şehirdir İstanbul...”
***
Vergi+Faiz+Benzin!!!
Reşat Nuri EROL
10.01.2011
BENZİN İSTASYONU MU? VERGİ+FAİZ İSTASYONU MU?
Benzin istasyonuna “BENZİN” almaya gidiyorsunuz; bir litre benzin 4 TL:
1,5 TL “BENZİN”e…
2,5 TL “VERGİ”ye ve “FAİZ”e!!!
Dünyanın en pahalı/kazık benzini Türkiye’de!!!
Arabanıza akaryakıt yani benzin, mazot, gaz vs alırken ödediğiniz “FAHİŞ FAİZ” ile “HAKSIZ VERGİ” bugünkü hükümetin ve işbirlikçi faizcilerin en büyük gelir kaynağı!
Akaryakıt istasyonundan benzin, mazot, gaz vs alırken ödediğiniz paranın 3’te 2’si “VERGİ”ye ve rantiyeye yani “FAHİŞ FAİZ” ödemelerine gidiyor!
***
ARABAN MI VAR? VERGİN VE FAİZİN VAR!
Aracı aldığınız anda “VERGİ+FAİZ ZULMÜ” başlıyor!
“FAİZLİ ARAÇ KREDİLERİ” ile halk sürekli borçlandırılıyor!
Motorlu araç sayısı 2002’de 8.5 milyondu, 2010’da 15 milyona çıkmış!
- Araç satın alınca ödenen paranın yarısı “VERGİ”ye gidiyor!
- Akaryakıt alınca 1 lira benzine; 2 lira “VERGİ”ye ve “FAİZ”e gidiyor!
- Altı ayda bir MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİ (MTV) var!
- Bitmedi… YILLIK ZORUNLU TRAFİK SİGORTASI da var!!
- Bitmedi… Ve iki yılda bir “ÖZELLEŞTİRİLMİŞ” araç muayenesi!!!
***
Dünyanın en pahalı benzini/akaryakıtı bizde!
Geçen yıl dünyada petrol fiyatları düşerken, hükümet “VERGİ” üzerine “VERGİ” koydu! Dünyada petrolün varili bugün 90 dolar ama Türkiye’de hâlâ bir varil petrol 150 dolarmış gibi hesaplanıyor!!!
***
“VERGİ”nin bile “VERGİ”sini ödüyoruz!
Akaryakıt alırken önce ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ödüyoruz, sonra ÖTV eklenmiş fiyat üzerinden % 18 KDV ödüyoruz!
Dünyada “VERDİĞİ VERGİ İÇİN BİLE VERGİ ÖDEYEN” tek ülkeyiz!
VERGİLERE 5 yılda yüzde elli (% 50) ZAM!
Maliye Bakanlığı verilerine göre; 2002’den beri devletin/hükümetin en önemli gelir kalemi PETROL ÜRÜNLERİNDEN ALINAN “ÖZEL TÜKETİM VERGİSİ”!
Geçtiğimiz 9 yılda petrol ürünlerinden devletin kasasına 186 milyar lira para girdi!
2011’de de 35 milyar liraya yakın “ÖZEL TÜKETİM VERGİSİ” hedefleniyor!
***
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oluşturduğu hükümete soru:
-Halkın cebinden alınan “VERGİLER”den “FAİZ” yoluyla “RANTİYEYE YANİ SÖMÜRÜ SERMAYEDARLARINA AKTARILAN PARA YILLIK 50 MİLYAR LİRA”!
“ADALET” ve “KALKINMA” bu mudur?!.
***
Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı / Ekonomik ve Sosyal İşler Başkanlığı, her hafta önemli çalışmalar yapıyor. Bunlar maalesef medyaya yansımıyor; çalışmalar sadece teşkilat bünyesinde değerlendiriliyor ve teşkilatların ulaşılabildiği ölçüde halka sunuluyor. Peş peşe gelen benzin ve petrol ürünleri zamları üzerine, yukarıda kendime göre sizlere sunduğum çalışmayı hazırladılar. Broşürde güzel bir de karikatür var ama onu aktaramadım.
Önümüzdeki 2-3 yazıda özellikle “VERGİ VE FAİZ MESELESİ” üzerinde durmayı ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN ÇÖZÜMLERİNİ” yazmayı düşünüyorum…
Gelecek Yazı: Vergi+Faiz+Ekmek!!!
***
Vergi+Faiz+Ekmek!!!
Reşat Nuri EROL
11.01.2011
Söz vermiştim, “Vergi+Faiz+Benzin!!!” yazısından sonra “Vergi+Faiz+Ekmek!!!” yazısı yazacağıma söz vermiştim. Sözümü yerine getiriyor ve bu yazımın hayırlara, hayırlı başlangıçlara, bu alanlardaki zulümlerin sona erdirilmesi için vesile olmasını diliyorum.
Evet, aldığımız, kullandığımız, yediğimiz, içtiğimiz her şey ama her şey ney?
VERGİ, VERGİ, VERGİ, VERGİ!!!!
Buna bir de “FAHİŞ FAİZ” musibetini, belasını, insanların emeğini emen vampirini, ırkçı emperyalist sömürü aracını da eklediğinizde; vay başımıza gelenler!!!
Somun pehlivanıyız ya, yani ekmek tüketmede üstümüze yok ya; işte o en çok bildiğimiz “EKMEK” üzerinden örneğimi vereyim de, işin vahameti iyice anlaşılsın.
Son yıllarda pek revaçta olan simit+çay vs (“vs” diyorum ve eskiden garibanın yiyecekleri olan “Peynir+Zeytin+Ekmek”i bir kenara bırakıyorum; çünkü onlar artık zenginlerin yiyecekleri!) muhabbetini bir yana bırakıyorum; gariban ve de fakir halkımızın her gün bolca tükettiği “EKMEK” üzerinde ne demek istediğimi anlatayım. Gerçi artık özel olarak “ekmek” ve genel olarak bütün “tarım ürünleri” üzerinde de o kadar oyunlar var ki!
Lütfen “UYANALIM” ve oynanan oyunları anlayalım artık; lütfen!..
Neyse… Biz asıl meselemize dönelim ve örneğimiz üzerinden işin vahametini anlatmaya, anlamaya ve elbette gereğini yapmaya çalışalım.
Fırına veya bakkala gidiyor ve “ÜÇ EKMEK” almak istiyorsunuz ama elinizdeki paraya sadece “BİR EKMEK” veriyorlar; çünkü diğer iki ekmeğinizi “VERGİ” ve “FAİZ” alıp götürmüş!!!
Meseleyi biraz daha açalım ve anlatmaya/anlamaya çalışalım.
Örneğimizdeki “ÜÇ EKMEK” üzerinde duralım.
Evet, gerçekten ve reel olarak üç ekmek almak istiyorsanız “DOKUZ EKMEK PARASI” ödemek zorundasınız!!!
Altı ekmeğin parası “VERGİ”ye ve “FAİZ”e!!!.
EKMEK+FAİZ+VERGİ!!!
VERGİ+FAİZ+EKMEK!!!
***
Bu konuya yirmi gün önceki “ADALET ne zaman?!.” başlıklı yazımda kısaca değinmiş; “EKMEĞİN ÜÇTE İKİSİ “FAİZ”E VE “VERGİ”YE GİDİYOR!” demiştim.
Çok önemli ve artık klasiğe dönen meşhur örneğimizi, “EKMEK+FAİZ+VERGİ” örneğimizi bir kere daha hatırlatmıştım...
Bir ekmek alırken nasıl üç ekmek parası verdiğimizi, daha doğrusu her “bir ekmek alışımızda iki ekmeğimizin nasıl çalındığını” yazmıştım…
Yıllar önce, Erbakan Hocamız ile yaptığımız “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN ÇALIŞMALARI”nın henüz başlangıcında yaptığımız hesaba göre; ödenen ekmek bedelinin üçte biri “VERGİ”ye, üçte biri de “FAİZ”e gidiyordu.
Bir ekmek almak için üç ekmek parası ödüyorduk.
Aradan yıllar geçti, bugüne kadar ‘yaptığınız bu hesap yanlıştır’ diyen olmadı.
Evet, aradan yirmi yıldan fazla zaman geçti, neredeyse otuz yıl olacak; -bu arada adında “ADALET” kelimesi olan bir parti nerdeyse on yıldır tek başına iktidarda- ama maalesef değişen bir şey yok;
“VERGİ VE FAİZ ZULMÜ” aynen devam ediyor!!!
Bu böyle gitmez ama bakalım böyle nereye kadar?!.
Mezkûr yazıdaki son hatırlatmalarım neydi?
Hele benzin ve mazotun üçte ikisi VERGİ!!!
Üstüne üstlük bir de FAHİŞ FAİZler, FAİZler, FAİZler!!!
Evet, bu böyle gitmez, bu böyle gitmez, kesinlikle bu böyle gitmeeez...
***
Mesele önemli…
Yapılan zulümler ve sürdürülen sömürü önemli…
Bunların “çare ve çözümleri” daha da önemli…
Bugünlük bu kadar ama bu önemli konularda yazacaklarım bitmedi, gelecek yazıda kaldığım yerden devam edeceğim…
***
Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ-1
Reşat Nuri EROL
12.01.2011
HASAN AKSAY’ın bugünkü (11.01.2011) Millî Gazete’de, bana göre “Yiğit Bir Mücahit” olan M. ADİL AKTUĞ’u anlatan yazısı, “Adil Aktuğ’un imânî heyecanı” başlığını taşıyor. Yazımın başlığında da dediğim gibi; ilk tanıdığım günden son nefesine kadar M. Adil Aktuğ hep “Yiğit Bir Mücahit” olarak yaşadı; bu yiğit mücahitliği de, Hasan Aksay’ın öz ifadesiyle, “imânî heyecanı”ndan kaynaklanıyordu. Hasan Aksay’ın yazısından, her ikimizin yazılarının başlıklarına şehadet eden birkaç cümle: “İslâm ahlâk ve heyecanı, insanda dinamizm ve fedakarlık doğuran en büyük güçtür. Adil Aktuğ bu iman ve heyecanla durmak dinlenmek bilmeden hayra koşan bir kardeşimdi... / Adil Aktuğ kardeşimiz, nerede insana, insanlığa, ahlâka, edebe, imana hizmet varsa, seferber olup koşardı. Millî Nizam (partisinden itibaren, Millî Görüş partileri) hareketinde, Millî Gazete’de, Anadolu’da koştu. Yetmedi. Sınırları aştı. Kırgızistan gençleri için eğitim vakfı kurdu, koştu... / Adil Aktuğ, giderek çığlaşan bu iman ve erdem hareketinin son çağ için öncü bayraktarlarından biri idi...”
***
MİLLÎ GAZETE “Yiğit Mücahit”in vefatını iki haberle verdi.
Birinci Haber (08.01.2011): “Adil Aktuğ Hakk’a yürüdü / Millî Görüş çizgisindeki siyasi partilerde uzun yıllar görev yapan ve Kırgızistan’da Müslüman gençlere yönelik eğitim faaliyetlerinde bulunan Orta Asya Gençlik Vakfı (OGEV) kurucusu ve Genel Müdürü Adil Aktuğ, dün sabah tedavi gördüğü hastanede vefat etti... / Gazetemizde (Millî Gazete) bir süre yazılar yazan Aktuğ’a Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyoruz...”
İkinci Haber (10.01.2011): “Adil Aktuğ toprağa verildi / Geçtiğimiz günlerde vefat eden, Millî Görüş partilerinin İzmir’deki kurucu üyeliği ve il başkanlığını da yapan Adil Aktuğ toprağa verildi. Kalp problemi nedeniyle hastaneye kaldırılan Adil Aktuğ by-pass ameliyatı olmuş ve 4 damarı değiştirilmişti. Ameliyatın ardından fenalaşarak yoğun bakıma kaldırılan Aktuğ hastanede hayatını kaybetti...”
Koca Yiğit, Koca Mücahit M. Adil Aktuğ’un mücahede ve mücadeleyle geçen hayatı bu iki minik habere sığmıştı. Dünya hayatı işte böyle bir şey olsa gerek!
***
SÜLEYMAN KARAGÜLE “Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ” ile tâ en başından beri, çok uzun ve meşakkatli bir mücahede ve mücadele dönemi yaşadı.
Müşterek mücadele arkadaşımızın vefatı vesilesiyle yazdığı notların bir bölümünü sizlerle paylaşabiliriz:
“7 Ocak 2011 Cuma günü sabaha doğru rüyamda şiddetli bir ses duydum. Yatakta gözlerimi açtım, tekrar kapadım; Merhume Eşim rüyamda ‘Cenaze mi var?’ diye sordu… Adımla hitap ederek tekrar sordu:
‘Cenaze mi var?’
Tamamen uyandım...
Ses bir haberdir.
Yorum da rüyada yapılmıştı.
Cenaze olacak demekti...
Yazıhaneye indim, bilgisayarıma baktım, üç dört yerden mesaj gelmiş;
M. Adil Aktuğ vefat etmişti...
Rüyam aynen çıkmıştı...
Merhume Eşim’in rüyamda tekrar tekrar ‘Cenaze mi var?’ diye sorması, haberin birkaç yerden geleceğini anlatır.
Rüyayı umursamayanlara taze delil olsun diye meselenin bu yönünü de anlatmış oluyorum.
M. ADİL AKTUĞ KİMDİR?
M. Adil Aktuğ, astsubaylıktan kovulma bir kardeşimizdi. Haksız bir davranışı sebebiyle bir generali dövmüş... 1960’lı yıllarda Komünizmle Mücadele Derneği’nin İzmir şubesini kurmamı teklif etmişlerdi. Teklifi kabul ettim. Listeyi hazırladım, Başkan Burhanettin Semerkantlı’ya verdim. Bir sendikacıyla beraber kurun dedi. Ben vazgeçtim. Sonra başka vesile ile M. Adil Aktuğ ile karşılaştım. Başkanın “sendikacı” dediği kimse meğer M. Adil Aktuğ imiş. Şubeyi beraber kurduk. İşte dostluğumuz o dönemde başladı.
Akevler henüz kurulmamıştı…
Ondan sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nde, Akevler’de, Millî Görüş partilerinde ve Kırgızistan’da daima beraber olduk…”
***
Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ-2
Reşat Nuri EROL
13.01.2011
SÜLEYMAN KARAGÜLLE, mücahede ve mücadeleye birlikte başladığı en yakın dört-beş arkadaşından biri olan “Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ”u anlatmaya devam ediyor:
“Ben kendi başıma iş yapmam, yapamam; biri desteklerse onunla ortak bir iş yaparım. Böyle olanlar zaman zaman değişir ama bunlar toplam olarak yirmi kişiyi bulmaz. M. Adil Aktuğ da bunlardandır. Önemli olan şudur; tanıştığımızdan bugüne kadar beraber olduğumuz dört-beş kişiden biridir.
Kendisi ile ilgili bir iki hatıramı anlatmak istiyorum.
İzmir’de partiyi yeni kurmuştuk. İzmir Fuarı’nda bir açık salon vardı. Orada toplantı yapmıştık. O zaman şimdi olduğu gibi partiler yoktu. Devletin kurdurduğu partiler vardı. Halk da inanmış ve namaz kılan kimseleri korkak, pısırık olarak görüyordu. Fuar’daki salonun önünde toplanan insanlar dışarıdan bizimle dalga geçiyorlardı. M. Adil Aktuğ dışarıya çıktı ve sert bir sesle; ‘Bana bakın! Ben eski Müslüman değilim, yeni Müslüman oldum, canınıza okurum!’ dedi. Bunun üzerine toplanan kalabalık dağılıp gitti, bir daha rahatsız edilmedik.
Bu şekilde çalışan insanların arkadaşı olmayı bana nasip ettiği için Cenabı Allah’a sonsuz hamd…
Âhiret giden arkadaşlarıma ve Adil Aktuğ kardeşime rahmet…
Hepimize mağfiret...”
***
ERBAKAN Hocamız ile 1977 yılında yaptığım özel bir görüşmede;
“Hocam, Millî Görüş Hareketi’nde sizi Fatih’e benzetirsek, Adil Aktuğ bu davanın Ulubatlı Hasan’ı mesabesindedir.” demiştim.
Erbakan Hocamız bu teşbihimi benimsemiş ve “Haklısın, Adil kardeşimiz öyledir.” demişti. Sadece bu kadarı bile, benim benzetmem ve Erbakan’ın tasdikiyle, M. Adil Aktuğ’un kim olduğunu anlatmaya yeter.
Ben tanıdığım ve birlikte çalışmaya başladığımız 1972 yılından itibaren: MSP İzmir İl Başkanı Süleyman Karagülle ve MSP İzmir Merkez İlçe Başkanı M. Adil Aktuğ; bana da (Reşat Nuri Erol) MSP İzmir Gençlik Kolları Başkanlığı görevi verildi…
O yıllarda birlikte Millî Gazete Ege Bölgesi Temsilciliği de yapıyorduk…
İzmir’in bütün kazalarını ve Ege’nin bütün illerini parti veya gazete çalışmaları için zaman zaman birlikte geziyorduk…
Bu çalışmalarımızda atlattığımız ölüm tehlikeleri de dâhil olmak üzere, yaşanmış pek çok hatıralarımız var…
Ankara kongrelerine, Konya ve Sakarya mitinglerine, Ege illerinde başlayan ve Gaziantep ile Kahramanmaraş’ta noktalanan “…Ve Zafer Yakındır Hamlesi” mitinglerine ve toplantılarına (1975) birlikte gidiyorduk…
Evet, ben de şehadet ederim ki;
M. Adil Aktuğ, özellikle İzmir ve Ege’de mücadele verdiğimiz yıllarda, aşağıda bir kısmının isimlerini yazacağım, kurduğumuz ve yönettiğimiz bütün kuruluşlarda, beraber olduğumuz dört-beş kişiden biridir; hattâ o dört-beş kişinin en başta gelenidir…
Haksızlığa tahammül edememesi sebebiyle general bile dövdüğünden astsubaylıktan yani ordudan atılan; zamanın İzmir Valisi (08.09.1964 ile 24.06.1973 tarihleri arasında İzmir’de valilik yaptı) Namık Kemal Şentürk’e bir haksızlık sebebiyle karşı geldiğinden, sendikacı olarak kamu kuruluşundan valinin emriyle atılan M. Adil Aktuğ…
Süleyman Karagülle ve Prof. Dr. Saffet Solak (Genel Başkan) ile birlikte; Komünizmle Mücadele Derneği İzmir Şubesi kurucusu M. Adil Aktuğ…
Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi kurucu ve yöneticisi M. Adil Aktuğ…
Millî Görüş partileri MNP, MSP, RP İzmir ve Ege illeri (Aydın’da da il başkanlığı yaptı) teşkilatlarının kurucusu, çeşitli kademelerde yöneticisi ve başkanı M. Adil Aktuğ…
Hak-İş Sendikası ilk kurucularından (Ankara) M. Adil Aktuğ…
Millî Gazete İzmir ve Ege Bölgesi Temsilcisi ve Yazarı M. Adil Aktuğ…
Ak-Yay Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu kurucu ve yöneticisi M. Adil Aktuğ…
Tek Yol Dergisi kurucu ve yazarlarından M. Adil Aktuğ…
Akevler Kaynak Yayınları kurucusu M. Adil Aktuğ…
Ve Süleyman Karagülle önderliğinde İzmir’den Kırgızistan’a giden diğer arkadaşlarla birlikte; Orta Asya Gençlik Vakfı (OGEV-Kırgızistan) Kurucusu ve Genel Müdürü M. ADİL AKTUĞ…
Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ Kardeşimize Allah gani gani rahmet etsin…
Cenabı Allah âhiretteki mekânını cennet eylesin…
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn…”
***
Vergi+Faiz+Benzin!!!
Ve ZAM+ZAM+ZAM!!!
Reşat Nuri EROL
15.01.2011
Ne diyordum?
Önce “Vergi+Faiz+Benzin!!!” dedim…
Sonra “Vergi+Faiz+Ekmek!!!” yazısını yazdım…
Mesele önemli, yapılan zamlar, zulümler ve sürdürülen sömürü önemli dedim; bunların “çare ve çözümleri”nin daha da önemli olduğunu yazdım…
Bu önemli konularda yazacaklarım bitmedi, gelecek yazıda kaldığım yerden devam edeceğim dedim…
Araya, mücadele ve mücahede hayatımızda kırk yıldan beri beraber olduğumuz “Yiğit Mücahit M. Adil Aktuğ” kardeşimizin vefat haberi ve bu hüznü vesileyle yazdığımız yazılar girdi…
Bu vesileyle telefon ve mesajlarla baş sağlığı dileyen herkese teşekkürler; dostlar sağ olsun…
Allah Adil Ağabeyimize rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…
***
İlk yazım “Benzin” yani her türlü “akaryakıt ürünleri” üzerineydi ve petrol üreticisi ülkelerle komşu olmamıza rağmen, Türkiye’de dünyanın en pahalı benzin, mazot ve gazını tükettiğimizi yazdım. Başlıkta ve yazını içeriğinde bir kelime, “ZAM” kelimesi eksik kalmış; aslında “Vergi+Faiz+ZAM+Benzin!!!” demeliymişim!
Neden?
Çünkü yazıyı yazmadan önce, bu sabah durup dururken, bir de baktım ki; benzine yeni bir “ZAM” daha gelmiş!
Haber şöyle:
Flaş! Flaş!
Benzine yine “ZAM” geldi!..
Benzin pompasından “ZAM” akıyor!..
Hani Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘Benzin nerede 4 lira, ben görmedim!’ demişti ya; ama akaryakıta gece yarısı gelen “ZAM” sayesinde benzin fiyatı 4,06 liraya, hatta bakanın memleketinin olduğu doğu illerimizde 4,11 liraya çıktı bile!
Böylelikle akaryakıtta indirim bekleyen tüketici de yeni bir “ZAM” haberi ile bir kez daha yıkıldı!
Akaryakıt ürünlerinden 95 ve 97 oktan benzinlerin satış fiyatı bugünden geçerli olmak üzere litrede 4-8 kuruş artırıldı…
Benzin Van’da ve Maliye Bakanı’nın memleketinde bugünden itibaren 4,11 liradan satılıyor!..
Artık ‘Benzin nerede 4 lira, ben görmedim!’ demesin; memleketine giderse görür!..
***
BENZİN 5 YILDA YÜZDE 50, MAZOT YÜZDE 60 “ZAM”LANDI!
Araç sahipleri depoyu ucuza doldurmanın hesabını yaparken, benzinli yerine “dizel” veya “gaz” yakıtlı araçlara ilgi artıyorken; son 5 yıl içinde benzinin litre fiyatı yüzde 50 “ZAM”landı!..
Aynı dönemde motorine yani özellikle köylü, çiftçi, nakliyeci ve garibanların yakıtı olan mazota de yüzde 60 “ZAM” yapıldı!..
Tarımın çökme sebeplerinde biri de bu!..
Bugünden (dünden) itibaren 4 lirayı geçen benzinin litresi, 2006 yılının Ocak ayında 2,61 liradan satılıyordu...
Sözde “ADALET” ve “KALKINMA” devam ediyor; “yol”a yani “fahiş faizlere, adaletsiz vergilere ve zamlara, zamlara, zamlara” devam, devam, devam!..
***
Fahiş “FAİZ”ler…
Adaletsiz “VERGİ”ler..
Ve sürekli yapılan “ZAM”lar…
“ZALİM DÜZEN”de buralara kadar ulaştık…
“Bermuda Şeytan Üçgeni” gibicesine; bu “FAİZ+VERGİ+ZAM” üçlüsü sadece ülke ekonomisini kemirmiyor, sadece zengin-fakir makasının daha da açılmasına sebebiyet vermiyor; her zaman hatırlattığım “SOSYAL TUFANLARA” da “zemin” ve “zaman” hazırlıyor…
Herkese tekrar hatırlatıyorum:
Bu böyle gitmez, kesinlikle bu böyle gitmez…
Bu “ZALİM DÜZEN”de bakalım böyle nereye kadar?!.
Elbette “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelinceye kadar.
***
İbadet şuuruyla “EKONOMİ” çalışmak…
Reşat Nuri EROL
16.01.2011
Evet, “VERGİ” sadece “VERGİ!” konusunu yazmak üzere yola çıkmıştım ama “Adil Olmayan VERGİ/LERE” başka musibetler de katmak zorunda kaldım: “Fahiş FAİZ/LER”, “Bitmeyen ZAM/LAR”, “Adalet(!) ve Kalkınma(!) Partisi” döneminde de devam eden “ZALİM DÜZEN” ve her yönüyle yaşanmakta olan “SOSYAL TUFAN”…
“VERGİ” ile ilgili ilk yazımı altı gün önce (10.01.2011) yazdım ve ikinci “VERGİ” yazımın hemen başında (11.01.2011) dedim ki:
‘Bu hatırlatmamın hayırlara, hayırlı başlangıçlara, bu alanlardaki zulümlerin sona erdirilmesine vesile olmasını diliyorum.’ Yakınlarda yazdığım bir yazımda; Millî Gazete’deki bir yazarlar toplantısında Erbakan Hocamız, ‘yazılarımızı ibadet ve cihat şuuruyla yazmamız gerektiğini’ hatırlatmıştı.
‘Fiillerimizi ibadet yapan nedir?’ başlıklı bir yazıya (Ebubekir Sifil’in yazısına) yorum yazan ‘Adil Düzen Çalışanı’ arkadaşımız Zafer Kafkas, çok önemli hatırlatmalar yapmış. Bu hatırlatmaların bir bölümünü aynen aktarıyorum:
“Faizsiz bir kredileşme sistemi kurmaya çalışmak, “karz-ı hasen müesseseleri” ile bankacılığı yeniden yapılandırmak için mücadele etmek, “gelir vergisi” yerine “sermaye vergisi”nin ikame edilmesi ve gümrük vergisi vs gibi soygunların ortadan kalkması için çabalamak, kredilerin üretim ve çalışanlara yönlendirilmesini sağlamak, sosyal güvenceyi primsiz ve aidatsız şekilde gerçekleştirmek, İBADETTİR... Yargıda merkezin güdümündeki “hakimlerle” adaleti tesis edememe yerine, herkesin kendi güvendiği “hakem”ini seçerek adaletin çabucak ve akıllarda endişe bırakmayacak şekilde tecelli edeceği “hakemlik sistemi”ne geçilmesine uğraşmak, İBADETTİR... “ADİL DÜZEN”in kurulması için çalışmak, İBADETTİR...”
Bir vesileyle yazdığımız basit, sade, anlaşılır ve uygulanabilir çözümümüzü de hatırlatalım:
Bunun çözümü “halka ön ödemeli faizsiz-icrasız kredi verilmesi”dir, “çalışanlara faizsiz-icrasız çalışma kredisi” verilmesidir dedik.
Biri çıkıp da, ‘parayı nerede bulacaksınız’ demedi. Biz söyledik, kulak vermeden arkalarını çevirip gittiler!!!
***
Bundan sonra yazacaklarımın iyi anlaşılması için önce bu günlere, bu çağa, “sanayileşme çağı”na nasıl geldiğimizi bir cümleyle özetlemem gerekiyor:
Sanayileşme başladığında “fabrikalar” oluştu, işletmelerde “işverenler” ortaya çıktı, “İşçilik Sistemi” doğdu ve hepsinden daha önemlisi “Sömüren Sermaye” ortaya çıktı...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de artık “büyük fabrikalar” olmayacak, sadece “işletmeler” olacaktır. Yani herkes kendi atölyesinde, kendi tarlasında, kendi bürosunda çalışacak ama büyük fabrikaların yaptığı işleri yapacaktır. Bu nasıl olacaktır?
Bir “kooperatif” kurulacak, “küçük işletmeler” kooperatife “üye/ortak” olacaklar... Kooperatif “Ortaklık Senedi” çıkaracak... Ortak bütün işletmeler tüm girdilerini “Ortaklık Senedi” ile yapacaklar, kendileri de “Ortaklık Senedi” verecekler... Ortaklar kendi ülkelerinde veya başka ülkelerdeki karşılıksız kâğıt parayı kullanmayacaklar...
Kooperatifin bir “kasa”sı olacak. Burada senet alınıp (“Ortaklık Senedi”) satılacak. Kooperatife ortak olan tüccarlar, ortaklardan “Ortaklık Senedi” ile aldıkları mamul malları götürüp piyasaya satacaklar, elde ettikleri para ile ortaklara gereken malları getirip “Ortaklık Senedi” veya “İşletme Senetleri”ni alacaklar... Senetleri kasada paraya çevirecekler... Böylece kooperatif ortakları ayrı bir işletme olmuş olurlar; fiyatlar, ücretler, kiralar hep “İşletme Senedi” ile oluşur.
***
Bunun, bu sistemin yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in birçok yararları vardır.
Bundan sonraki yazımda işte o yararlar, o faydalar üzerinde duracağım; gelecek yazı “ADİL EKONOMİK DÜZEN’in yararları” üzerine olacak.
Yazımın başında ne demiştim?
Bir defa daha hatırlayalım:
‘Bu hatırlatma/ları/mın hayırlara, hayırlı başlangıçlara, bu alanlardaki zulümlerin sona erdirilmesine vesile olmasını diliyorum.’
***
Adil Ekonomik Düzen’in yararları
Reşat Nuri EROL
17.01.2011
Bir önceki yazımın sonunda ne dedim?
Bunun, bu sistemin yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in birçok yararları vardır.
Bundan sonraki yazıda işte o yararlar üzerinde duracağım…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in yararları nelerdir?
Birincisi ve en başta gelen yarar; işletme sermayesiz çalışır.
İkincisi; işletme faiz musibetinden, fahiş faizden kurtulmuş olur.
Üçüncüsü; kooperatifin kefaleti “İşletme Senedi”ne likidite kazandırır.
Dördüncüsü; piyasadaki fiyat ve ücret oynamaları işletme içine aksetmez, işletmemiz enflasyonun etkisinden kurtulmuş olur.
Beşincisi; Küçük işletmeler birleşir ve tek firma gibi markalaşırlar. Kooperatif “Genel Hizmet Ortaklıkları” kurarak küçük firmaların eksikliklerini giderir ve bu sayede büyük firmalarla rekabet edecek hâle gelirler.
Bu çok yararlı kooperatif işletmesinde en çok zorluk çekilen alanlar “sigorta” ve “muhasebe” zorluğudur. İzmir Akevler Kooperatifi kırk seneden fazla zamandan beri yaptığı çalışma ve denemelerle bu sorunu çözmekle meşguldür. Bugüne kadar İzmir’de ve Kırgızistan’da yaptığımız çalışmalarda bu sorunlar kısmen çözülmüştür.
Hâlen yapmakta olduğumuz ve bundan sonra yapacağımız çalışmalarla bu sorunlar daha net ve daha kolay çözülecektir.
Şöyle ki:
1. Kooperatif tek işletme kabul edilecek, ortaklar aralarındaki alışverişlerini kooperatifle yapmış olacaklardır. Yani Ahmet Mehmet’e bir şey satarsa onu kooperatife satmış ve kooperatiften almış olacaktır. Muhasebesini kooperatif tutacağı için her şey kayıtlı hâle gelecektir. Böylece kayıt dışı ekonomi musibetinden kurtulacağız.
2. Ortaklar birbirlerine verdikleri malları kooperatife satmış olacaklar, faturalar ona göre kesilecektir. Aldıkları mallar için de kooperatif fatura kesecektir. Mal verirken kooperatife ortak olmuş, mal alırken de kooperatiften almış olur. O miktarla kooperatife katılır veya ayrılır.
3. Kendi işlerinde çalışsalar bile kooperatifin işinde çalışmış olurlar. Kooperatif onları çalıştırmış olur. Kooperatif onları asgari sigorta yapar. Kooperatif bordro tutarı kadar ortaklık senedini onların hesabına borç yazar. Böylece ortaklar istedikleri yerde çalışırlar. Asgari ücretten sigorta yapılır. Artan miktar ile ortak katılmış olur. Sonra kooperatif kurumlar vergisini ödeyerek ortaklara paylarını dağıtır.
4. Kiraya verenler cirodan pay alacakları için ortaklar taşınmazlarını kooperatife koyarlar. Kooperatif kendi yapılarında iş yapmış olur. Ortaklar artık kiradan pay almazlar, ortaklığın kârından pay almış olurlar.
5. Kooperatifin tüccarları da faturaları kooperatife kestirirler. Kooperatif keser. Fark kadar kazanç ortağın ücreti olur. Onunla sigortalanmış olurlar.
6. Kooperatif tek kurum olarak faturalar keser, alır, bordrolar yapar, ortaklar arasında katkıları nisbetinde bölüşürler.
İsteyen ortaklar bordro tutarı dışındaki kazançlarını “Ortaklık Senedi” olarak alırlar. Kasada Türk Lirasına çevirdikleri gün o kadar kazanmış olurlar, onun vergisini öderler. Anlaşmaya göre isteyenlerin kazançları kurum kazancı kabul edilir. Kurumlar vergisinden sonra payları verilir.
“Senet Sistemi”nin en önemli yararı; enflasyonun vergilenmesinden kurtulunmuş olunur. Çünkü senet gerçek değeri ile satılıyor ve vergi satıldığı gün tahakkuk ediyor.
Bunun dışında, iş yapmak isteyen birçok insan vergi mükellefi olmadığı için kaçak çalışıyor, bundan dolayı hesabını tutamaz hâle geliyor.
Oysa şimdi istediği işi istediği zaman kooperatifin ortağı olarak yapabilecektir.
İşçiler de sigorta olmuş olacaklarından istedikleri yerlerde çalışabileceklerdir.
Yararlar.. Yararlar…
Evet, yararlar, yararlar; “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in bitmeyen yararları…
Ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN”den kaçan sözde “Adalet/çi” ve “Kalkınma/cı” AKP’liler ve diğerleri…
***
Dil, Anayasa, borç, Osmanlı ve Türkiye
Reşat Nuri EROL
18.01.2011
Dil meselesi, iki dil meselesi, diller meselesi hep gündemde…
Dil meselesi aynı zamanda “Anayasa Meselesi”dir ve bu mesele de hiç gündemden düşmüyor…
Dil, diller, Anayasa, “adalet/hukuk/yargı” gibi ana sorunlar çözümsüz var olmaya devam ettikçe, ülkede genel olarak “zulüm” yani “zalim düzen” de devam ediyor demektir.
Türkiye ve dünyada “zulm”ün, “zalim düzen”in, “zulmü devam ettiren her türlü yönetimler”in sona ermesi için ne yapılması gerekiyor?
Elbette “ADİL DÜZEN”in, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in getirilmesi gerekiyor.
Cumhuriyet dönemi de dahil olmak üzere, iki-üç yüzyıldan beri Batı’nın bâtıl düzeninde can çekişiyoruz...
Osmanlı Devleti’ni Batılı olmaya çabalarken ve Batılı sömürü emperyalistlerine borçlanarak yıktık...
Şimdi de 500 milyar dolar borç batağındayız...
Son Osmanlılar gibi bizimkiler de AB ve ABD’nin peşinde ve kuyruğunda!..
Bu böyle gitmez ama borçlanmaya devam edersek borcumuz trilyonları bulacak!..
Sonra; evet, sonra?!.
Gelin “Millî Anayasa” yapalım diyoruz...
Biz bunu kırk senedir söylüyoruz...
Batı’dan kanunları tercüme ediyorsunuz, sonra o kanunlara uymuyorsunuz; kanunsuz ve kuralsız yaşıyorsunuz!..
“Ekonomimizi düzenleyip düzeltelim” diyoruz, “zalim düzen” yerine “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” kuralım diyoruz; arkalarını dönüveriyorlar!!!
***
Yazımın başında “dil meselesi”nden söz ettim.
Bu önemli meseleyi biraz açalım.
Diller derece derecedir.
1. Önce “İlim Dili” veya “Mantık Dili” üzerinde duralım. İlim dili âlimler tarafından tanımlanmış kelimeleri ve kavramları içerir, taşıdığı mânâ gayet net ve açıktır. Bilenler için kesindir. Bilmeyenler de her zaman öğrenebilirler.
2. “Hukuk Dili” ise insanlar tarafından tanınsın tanınmasın, herkes tarafından yani o dili bilenler tarafından kullanılan cümleleri içerir. Baştan tanımlanmış değildir ama hukukçular onlara tanımlayarak mânâ verirler. Söylendikten ve yazıldıktan sonra tanımlanır. Bu dil ülkenin dilidir.
3. Bir de “Sanat Dili” vardır. Bu dil de seslerin yaşadığı, hayatın çağrıldığı dildir. Belli bir kuş cıvıltısı ile uyanan kimseler “kuş” deyince o sesi duyarlar. “Turnalar uçun, yayladan geçin” dendiği zaman, bunun etkisi ancak o yaylalarda yaşamış ve oradaki hayatı görmüş kimseye vardır, bu ifadenin onun üzerindeki insana etkisi başkadır. Şehirde büyüyüp ne turna görmüş ne de yayla görmüşse, ona etkisi hemen hemen hiç yoktur.
4. Nihayet bir “bucakta konuşulan dil” vardır, “Bucak Dili” vardır. Bu dil komşu bucaklardan farklıdır. Aynı bucakta yaşayanlar her gün birbirleriyle karşılaşmakta, alışveriş yapmakta, birlikte benzer olaylarla karşılaşmaktadır. Bu dil yazı dilidir. Çünkü buradaki ifadeler soyuttur, somut değildir. “Ağaç” dendiği zaman ağacın kendisi akla gelir ama herhangi bir ağaç gelmez. Oysa ocaklarda konuşulan dilde tamamen soyutluk vardır. Orada “kapı” deyince belli kapı gelir, “at” dendiğinde belli at gelir. Bu dil ancak her saat (24 saat) beraber yaşayıp özel ilişkilerde bulunan kimseler arasında doğar. O ocağın dışında olanlar o konuşmalardan bir şey anlayamazlar. Bu dil yazı ile ifade edilemez, sadece konuşma dilidir.
İşte, kimileri arasında konuşulan dil şifre gibidir, sadece onlar anlar, diğerleri anlamaz. Bazı kavramları halk anlamaz, başkaları anlamaz, onlarla devamlı ilişki hâlinde olan anlar. Dil meselesini çözmek için meseleye bir de bu boyutları ile bakmak gerekiyor. Dil meselesinin daha başka yönleri de var; onları da bir başka yazıda yazarız.
***
Yazımın başında Türkiye ve dünyadaki “zulüm”den, “zalim düzen”den söz ettim...
‘Ben Millî Görüş gömleğimi çıkardım’ diyen zat dil olarak acaba ne kastetmişti?!.
Aynı zat bir yıl önce bize; ‘Ben başından beri Adil Düzenci değildim!’ dedi!!!
Soruyoruz:
Peki, o zat “ADİL DÜZEN/ci” değilse “zalim düzen/ci” midir?!.
***
TCMB(1): İşsizlik ve cari açık büyük tehlike!
Reşat Nuri EROL
19.01.2011
ASKON toplantısında, yazımın başlığında kullandığım ifadeyi söyleyen kişi, aslında tam da bunu söylememesi gereken yöneticilerimizin başında geliyor.
Neymiş?
“İşsizlik ve cari açık büyük tehlike”ymiş!
Söyleyen kim?
T. C. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz!
TCMB Başkanı, Türkiye’deki ekonomik sorunlara çözüm üretilmesi gereken en önemli makamlardan birinin en başında olmasına rağmen; aslında ‘büyük tehlike’ diyerek işaret ettiği durumun müsebbibi olduğunu aynı konuşmada yine bizzat kendisi itiraf etmiş! Bunu ilgili ASKON toplantısının sadece konuşma metin başlıkları ve haber özetlerinden anladım:
KREDİ FAİZLERİ…
MERKEZ KREDİ HIZINI YAVAŞLATACAK!..
ENFLASYONU ZAPTURAP ALTINA ALMAK…
İŞSİZLİK SÜRECEK…
ASKON’un toplantısı için aslında günler öncesinde dolaylı bir davet almış, TCMB Başkanı’na sormak üzere sorular da hazırlamıştım. Oluşan bir mazeret sebebiyle toplantıya katılamadım, ancak toplantıda konuşulanların metin olarak tamamına ulaştım. Millî Gazete’den Nedim Odabaş da güzel bir özet haber yapmış, yazımda kullandığım başlık onun haberinden alınma. Evet, aynen öyle:
İşsizlik sürüyor…
Cari açık da büyük tehlike!..
Özet olarak sunacağım bazı detaylar şöyle.
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) tarafından düzenlenen “Finansal Yönetim Zaviyesinden Türkiye Ekonomisi 2011” konulu toplantıda yaptığı konuşmada, finans piyasasını derinden etkileyecek Merkez Bankası’nın bir kararını açıkladı: Merkez (MB) kredi hızını yavaşlatacak/mış!
Sanki ülkemizde çok “hızlı, yaygın, adil ve en önemlisi faizsiz kredi” varmış gibi…
Hep bıkıp usanmadan yazıp hatırlatıyoruz ya;
Bunun, bu “kredi sistemi/düzeni”nin olduğu, yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in olmadığı ülkede elbette işsizlik sürer, elbette cari açık olur ve elbette bunlar sürekli olarak tehlike arz eder; hattâ ülkeyi yıkılışa bile götürür.
Aslında konferansın açılış konuşmasını yapan ASKON Genel Başkanı Mustafa Koca, Türkiye’nin çok çetin bir süreçten geçtiğini, ekonominin olumlu yönde tablolar sergilemesi için enstrümanları kontrol eden ve dengeleyen kurumların üzerine bu noktada önemli görevler düştüğünü hatırlatarak, “Mâli yapı ve bu enstrümanların başındaki Merkez Bankası’nın bu yöndeki çalışmalarını önemsiyoruz” demek suretiyle “çözüm makamını” işaret etmiş ama...
İşsizlik ülkemizin en önemli ekonomik ve sosyal sorunu...
Nitekim TCMB Başkanı Yılmaz da, Türkiye’de istihdam koşullarında sözde iyileşme devam etmekle beraber, işsizlik rakamlarının bir müddet daha yüksek seviyelerde süreceğini tahmin ettiklerini kaydetmiş…
“Adil hızlı, yaygın ve en önemlisi faizsiz kredi meselesi” de çok önemli bir konu ama bu önemli meselede Başkan Yılmaz bakınız ne demiş:
“Toplam ticari kredilerin faiz hadlerine baktığımızda yüzde 24 ile 25 seviyelerine kadar çıkan kredi faizleri, bugün itibariyle tüketici kredilerinde yüzde 11-12 seviyelerine, sanayicimizin, iş adamımızın muhatap olduğu ticari krediler ise yüzde 8-8,5 seviyelerine gerilemiştir.”
Evet, başkanın işaret ettiği gibi olumlu gelişmeler var ama faizlerin sıfırlanmasına daha çok mesafe var çoook…
Cari açığın şu anda artan bir trend gösterdiğini, Türkiye’de cari açığın finansal istikrara ilişkin dikkatle izlenmesi gereken bir risk unsuru olduğunu ifade eden Başkan Yılmaz, Merkez Bankası’nın temel politika aracı olan kısa vadeli faizleri tek başına kullanarak, cari açıktaki genişlemeyi durdurmanın mümkün olmadığını söylemiş...
“Enflasyonu zapturapt altına almak…” başlığı altında da bir şeyler söylenmiş ve yazılmış ama; yukarıda kısaca özetlediğim sorunlar var olduğu sürece enflasyon olacaktır.
***
“Banka/lar” ekonominin damarları, “TCMB” bankaların kalbi mesabesinde.
Bu önemli konu birkaç yazıyla üzerinde durmayı hak ediyor.
Nitekim öyle yapıp birkaç yazı yazacağım; varan bir…
***
TCMB(2): Karşılıksız para üretimi!
Reşat Nuri EROL
20.01.2011
Devletlerin Merkez Bankaları var...
Bir de ABD’nin Merkez Bankası (FED) var ve bu banka “ABD(halkı ve devleti)”nin değil, “sömürü sermayenin özel bankası”dır...
Ulusal “Merkez Bankalarının hepsi oraya bağlı ve o sayede sermaye dünyayı sömürmeye devam ediyor...
Bir sözlükte FED kısaca şöyle tanımlanıyor: FED’in açılımı “FEDERAL RESERVE BANKS”dir. ABD’de 1913 yılında çıkarılan Federal Reserve yasası ile kurulan sistem içerisinde yer alan bankalardır (dikkat; “millî” değil “özel” bankalar!). Bu sistem (yani sömürü sistemi) içerisindeki bankaların oluşturduğu organizasyon ABD’nin Merkez Bankası FED’i meydana getirmiştir. FED farklı bir yapıyla meydana gelmiş olmasına rağmen bir merkez bankasının sahip olduğu tüm fonksiyonlara sahiptir.
Geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapılan bir toplantında (İNTES) kendisine, “Niçin Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası değil de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası?” diye soru sorulduğunu kaydeden T. C. Merkez Bankası Başkanı Yılmaz demiş ki:
“Bizim ismimiz Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.
“İ”nin olmayışının nedeni de 1930’lu yıllarda Merkez Bankası kurulurken “İ” sıfat belirttiği için, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını vurgulamak için “İ” kaldırılmış.
Paranın üzerinde Cumhuriyet Merkez Bankası yazar!”
Bu konuda detaylı yorum yapmak yerine tek bir soru soruyorum:
-TCMB kime karşı “BAĞIMSIZ”(!) ve FED (yukarıda özelliklerini yazdığım FED) ile IMF’ye “BAĞIMLILIK” neden; özel banka FED ile IMF kime bağlı ve de bağımlı?!.
***
“Para” bir topluluğun “kanı”dır, “bankalar” ve “döviz büroları” ise “kan damarları”dır, -önceki yazımda yazdığım gibi- “Merkez Bankası” da bu kan damarları sisteminin “kalbi” mesabesindedir.
İnsanda kalb kanı üretmez, kan vücudun değişik yerlerinde üretilir ve kalb sadece onu vücut içinde dolaştırır.
Oysa insanlıkta para banklarda üretilmektedir; karşılıksız para üretilmektedir.
Hastalıklar, ekonomik ve sosyal hastalıklar da işte tam da buradan doğmaktadır.
Merkez Bankaları sürekli karşılıksız para üretir ve ülkenin/dünyanın ekonomisini bozarlar.
Açlık ve işsizliğin, dolayısıyla ekonomik ve sosyal sorunların ana kaynağı budur.
***
Merkez Bankası dört yoldan karşılıksız parayı nasıl çıkarır?
1. Doları satın alır ve Türk Lirasını doların bir destekçisi yapar. Merkez Bankamız Türk ekonomisini değil, sömürü sermayesinin ekonomisini düzenlemeye çalışır. Kötülüğü bu kadarla da kalmamaktadır. Dolar faizle çıkarılmaktadır. Merkez Bankamızda bulunan her sent için sömürü sermayesine faiz ödüyoruz. Yahut doların enflasyonu ile sömürülüyoruz. Bu dış bankalara ödenen faizdir.
2. Ayrıca Merkez Bankası Türk bankalarının bono senetlerini kırar ve onlara para verir. Onlar da o para ile halkı faizle sömürürler. Bu da karşılıksız paradır ve faiz karşılığı ülkede çoğalmaktadır.
3. Merkez Bankası piyasadan tahvil benzeri senetler alarak onlara faiz öder. Böylece ülkenin zenginlerine faiz parasını aktarır. AKP döneminde de bu uygulama aynen devam…
4. Merkez Bankası’nın para çıkarma yollarının dördüncüsü devletin bütçe açıklarını kapatmaktır. Bu para da büyük müteahhitlere ihale bedeli olarak aktarılır. Ülkenin yararına harcansa bile enflasyona sebep olarak yine halkımızın kesesini kemirir.
Görülüyor ki, bugünkü “para”nın çıkış kaynağı “faiz”dir; karşılığı da “faiz”dir ve “bu faizler” de en sonunda sömürü sermayesine gitmektedir.
Merkez Bankası’nın görevi ve uygulaması Türk ekonomisi falan değil, sömürü sermayesinin sömürmesidir.
Vesselâm…
Bitmedi, devam edeceğiz…
***
TCMB(3): Karşılığı olan para üretimi!
Reşat Nuri EROL
21.01.2011
Bir önceki yazıda merkez bankalarının nasıl karşılıksız para ürettiklerini yazdık.
Peki, onlar sömürü sermayesi adına, sömürü adına bunu yapıyorsa; bu durumda şu soruyu sorabilirsiniz:
-O halde ne yapmak gerekiyor, paranın karşılıksız olmaması için ne yapmak gerekiyor? Parayı nasıl çıkarmak gerekiyor, karşılığı olan parayı nasıl çıkarmak gerekiyor?
Önceki yazımda yazdığım üzere, Merkez Bankası dört yoldan karşılıksız para çıkarıyordu. Bizim karşılığı olan para çıkarma kaynağımız da dört tanedir.
1. Kuyumcularda bulunan altın karşılığı para çıkaracağız, kuyumculara altınları karşılığı “ALTIN PARA” vereceğiz. Bununla istedikleri taşınmazları alsınlar diyeceğiz. Onlar kazanacaklar. Biz de artık “altına kote edilmiş para”ya sahip olacağız. Vatandaş herhangi bir kuyumcuya giderek altın parasını altın yapacaktır.
2. Türkiye’deki arsa ve toprak varlıkları karşılığında para çıkaracağız, bu “TOPRAK/ARAZİ PARASI” olacaktır. Bunu da komisyonculara vereceğiz. Komisyoncular bununla gayrimenkulleri alıp satacaklardır. Komisyonculardaki satılık taşınmaz kadar piyasada “Toprak Para” dolaşacaktır. Bu para karşılığı taşınmaz mallar olduğu için enflasyon yapmaz. Vatandaşın parası varsa komisyonculardan peşin para ile “Toprak Parası” alır, taşınmazı verir. Paraya ihtiyacı varsa oturduğu evi komisyoncuya star, kendisi kira ile oturur. Kendiliğinden piyasada yeterli miktarda para dolaşır. İnşaat kredileri de bu para ile kredilendirilir. İnşaat sektöründe herkese her zaman iş bulunmuş olur.
3. Sanayi ürünlerinde üretim yapılırken krediler üretilen mallara verilir, üretime verilir. İşçinin parasını banka faizsiz ve icrasız verir, “EMEK KREDİSİ”; üretimin gerçekleşmesi için ham madde parasını da verir, “HAM MADDE KREDİSİ”. Mamul madde satılınca kredi kapatılır. Bu da enflasyon yapmaz, çünkü halktaki para kadar depolarda satılık mal vardır.
4. Nihayet halkımıza nüfus başına yılbaşında “SİPARİŞ KREDİSİ” veririz... Onlar mağazalara, marketlere sipariş verir... Mağazalar peşin ödeyerek tüccarlara sipariş verir... Tüccarlar da peşin ödeyerek işyerlerine sipariş verirler. İşyerleri de işçilere ödeyerek üretim yaparlar. İşçiler aldıkları kredileri kapatırlar.
5. Merkez Bankası ayrıca döviz bürolarına “Altın Para”yı kredi olarak verir. Bu kuyumculardaki altın para kadardır. Döviz büroları bu “Altın Para” ile diğer taşınmaz, sanayi ve tarım paralarını satın alıp satar. Böylece bütün paralar altınla değerlendirilmiş olur. Çıkış kaynağı ise “EMEK”tir.
***
SONUÇ
-Bugünkü Merkez Bankaları, tekelci sömürü sermayesinin hizmetinde “karşılıksız faiz parası” çıkarmakta ve bütün dünyada halkı sömürmektedir.
-Biz ise “mal karşılığı para çıkarıyoruz” ve “toprak, altın, sanayi mamulleri ve tarım ürünlerini “bulunduruyoruz; yani “karşılığı olan faizsiz para” bulunduruyoruz.
***
Türkiye Cumhuriyeti, İstiklâl Savaşı’nda siyasi bağımsızlığı kazandı...
1930’larda kurduğu Merkez Bankası ile ekonomik bağımsızlığını ilan etti...
İkinci Dünya Savaşı sonunda, Yalta Toplantısı sonrasında dünyada güya “yeni bir denge ve düzen” kuruldu!
Türkiye, Osmanlı sonrasında tam da borçlarını ödeyip toparlanma dönemine girmişken, ülkemizde DP’yi iktidar ettiler, yeniden borçlanma oyunu başladı!
Merkez Bankamıza yeni bir statü kazandırarak ülkemizi tekrar ekonomik bağımlı hâle getirdiler! O bağımlılık hâlâ devam ediyor…
Ne zamana kadar devam ediyor/edecek?..
Ülkemize “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelinceye kadar devam ediyor/edecek…
Bu böyle gitmez, bu böyle devam edemez.
Türkiye ekonomik bağımsızlığa ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e kavuşmak zorundadır.
Aksi halde…
Batmakta olan sömürü sermayesi ile birlikte Türk ekonomisi de batar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de batar.
***
TCMB(4): Başbakan, işsizlik ve çözüm
Reşat Nuri EROL
22.01.2011
Topluluktaki para insandaki kan gibidir.
Merkez Bankası kalbdir.
Bankalar damardır.
Döviz büroları kılcal damardır.
İşletmeler hücrelerdir.
Merkez Bankası olmayan topluluk ilkel topluluktur.
Çağımız dünyasında Merkez Bankası olamayan topluluklar yaşayamaz.
Batı kapitalizminin Merkez Bankaları sermayenin faizini sağlamak için para işlemlerini yaparlar. Sermayenin faizini sağlamakla maksimum kâr ilkesine göre ekonomiyi düzenlerler. İşletmeler yarış içinde maksimum kâr sağlarlar, böylece faizlerini rahatça öderler.
Tekeller oluşturulur, kârlar garanti edilir, ama bunun karşılığında halk sömürülür.
Maksimum kâr sağlamak için üretimi yarıya düşürmek gerekir.
Bunun anlamı:
-Ülkede “yüzde elli işsiz” vardır, o ülkede “yüzde elli işsizlik” vardır demektir...
***
Neymiş?
Demek ki Türkiye’deki ve dünyadaki işsizliğin ana kaynağı, ana sebebi Merkez Bankalarının işte bu siyasetidir, bu para politikalarıdır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile “işsizlik sorununun çözümü” hakkında, bir yıl öncesinde bir grup çalışma arkadaşımızın kendisiyle yaptıkları yaklaşık üç saatlik görüşmeye istinaden ve o görüşmenin devamı olarak, arkadaşlarımız tekrar görüşecekti...
“Yeni Anayasa” çalışmalarımız da görüşme gündeminde olacaktı…
Ancak, Recep Tayyip Erdoğan köprüyü geçti(!) ya!..
Artık sermayeyi ve daha başka birilerini ürkütmenin anlamı yoktur!..
Sayın Başbakan “işsizliğe çözüm” ve “Yeni Anayasa” önerilerini görüşmüyor!..
O görüşmediğine veya görüşmeye gerek görmediğine göre; demek ki bu sorunlar çözümsüz olarak var olmaya devam edecekler demektir.
Ne yapalım; o ilgilenmediğine göre;
O halde biz size Merkez Bankası’nın işsizliği nasıl çözeceğini anlatmaya çalışacağız.
***
Merkez Bankası’nın yapması gereken çözümler nelerdir?
Merkez Bankası’nın çözeceği problemler nelerdir?
Ülkemiz 75 milyondur. Her ailede iki kişi çalışsa, 30 milyon insan çalışanımız vardır. Bunların yarısı işsizdir. Bunlara iş temin etme görevi Merkez Bankası’na aittir.
TCMB (Merkez Bankası) bunu nasıl sağlayacak, işsizliği nasıl çözecektir?
Herkese resmi yevmiyesi kadar “Faizsiz Çalışma/Emek Kredisi” verecektir. Faizsiz ve icrasız bu kredi ile işçiler işverene gidecekler ve onun yanında çalışacaklardır. İşverenler borçlanacaklardır.
Ayrıca işverene denecektir ki; işçiyi çalıştırmak için gerekli ham maddeyi al parasını biz ödeyelim (“Ham Madde Kredisi”).
Merkez Bankası’nın bankalara faizsiz olarak verdiği nakdi bankalar çalışanlara (yani krediyi istihkak eden emek sahiplerine) böylece dağıtacaklardır. İşletmeler de “Faizsiz Ham Madde Kredisi”ni alacaklardır.
Bankalar faiz gelirleri değil, kredi temin ettikleri işletmelerin ciroları üzerinden yani üretimden bir pay alacaklardır.
Sonuç olarak ülkemizde işsiz insan kalmayacaktır, işsizlik sorunu sona erecektir.
Bu para asla “enflasyon” yapmayacaktır. Çünkü dışarıya ne kadar para çıkarsa o kadar mal da ambara girmiştir, satılığa hazırdır. Para artmış ama mal da artmıştır. Bu düzende (“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de) fiyatlar değişmez, faiz olmadığı için de zamanla artmaz.
Sorun bu kadarla bitmez, daha yapılacak işler vardır…
Onlar da gelecek yazıda…
***
TCMB(5): Merkez Bankası’nın diğer çözümleri
Reşat Nuri EROL
23.01.2011
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) tarafından düzenlenen “Finansal Yönetim Zaviyesinden Türkiye Ekonomisi 2011” toplantısında yaptığı konuşma ve Merkez Bankası’nın (ayrıca dünya ülkelerindeki merkez bankalarının) genel konumu vesilesiyle yaptığımız yorumlara devam ediyoruz.
Son olarak “Merkez Bankası’nın çözeceği problemler nelerdir?” dedik ve o çözümleri yazdık.
Sorunun bu kadarla bitmediğini, daha yapılacak işler olduğunu hatırlattık.
Evet, sorunlar bu kadarla çözülmüş olmaz.
Yapılması gereken daha başka işler, işlemler ve görevler vardır.
***
Merkez Bankası’nın yapacağı diğer işler/işlemler nelerdir?
1. “Çalışma Kredisi” sadece üretici olanlara verilir, üretime verilir, diğer hizmetlilere ve hizmet sektörlerinde çalışanlara verilmez. Devlet memuruna verilmez, öğretmen ve öğrencilere verilmez. Bakım yapanlara verilmez. Serbest meslek sahiplerine verilmez. Bunun çok önemli bir sebebi vardır: Böylece üretilmeyen mal karşılığı piyasaya para çıkmaz.
2. Merkez Bankası’nın yapacağı ikinci iş de tarım üreticilerine yeteri kadar kredi vermektir, tarım üretimini faizsiz ve icrasız bir şekilde kredilendirmektir. Ne kadar tarım ürününe ihtiyacımız varsa o kadar üretiriz; ne çok üretir israf ederiz, ne de az üretir aç kalırız. Bunu sağlamak için de halka “Sipariş Kredisi” verilir. Sipariş alan tarım sektörü bedelini yıl
başında aldığı için o da karşılığını almış ve o kadar üretmiş olur.
3. Merkez Bankasının üçüncü işi ise “Dayanışma Kredisi”dir. Depo edilen mala karşılık kredi verilir. Mal satıldığı zaman kredi kapatılır. İşçi çalıştıran üretici işçiyi çalıştırdığı zaman mamul mal olmadan da avans alacak ve işçiye ödeme yapacaktır.
4. Merkez Bankası ayrıca artan emeğe iş bulmak zorundadır. Bunun için de müteahhitlere diyor ki; işçiyi “resmi ücret” ile (asgari ücret ile) çalıştır, ücretini ben ödeyeyim, inşaat malzemesini “resmi fiyat” üzerinden bedelini ben ödeyeyim. Böylece artan emek ile inşaat yapılır. Ülkede işsiz insan kalmaz, var olan bütün emek gücü değerlendirilir.
***
Tekellerden oluşan ve emperyalizme dayanan Batı sömürü dünyasında, yani “faizli vampir kapitalist düzen”de bütün bu inşaat işleri para babalarına verilmektedir.
Oysa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de bu yapılar ve inşaat sektöründeki bütün işler “Hisse Senetleri” aracılığıyla halka satılmaktadır. Halk çalışarak, yani artırdığı emeğini inşaat sektöründe değerlendirerek kazanç temin ettiği gibi; halk para ve mal olarak artırdığı değerleri de yapılara yatırarak onların kira paylarından yararlanır.
Bunu sağlamak için krediyi sermaye sahiplerine değil de çalışana vermek gerekir.
Bunları dengelemek için dört çeşit para çıkarılır:
Altın, Buğday, Demir ve Toprak paraları...
(Bk. Bu konuda yazdığımız daha önceki yazılarımız.)
***
Merkez Bankası ayrıca şu görevleri görür.
- Tam istihdamı sağlar.
- Fiyat istikrarını sağlar.
- Yatırım dengesini sağlar.
- Dış ticaret dengesini sağlar.
- “Faizsiz Kredileşmeyi” sağlar.
- Ekonomik gelişmeleri yönlendirir.
Son bir yazı ile bu konuyu toparlamış olacağız.
***
TCMB(6): Merkez Bankası’nın görevleri
Reşat Nuri EROL
24.01.2011
Merkez Bankası görev olarak tam istihdamı, fiyat istikrarını, yatırım dengesini, dış ticaret dengesini, kredileşmeyi sağlar, ekonomik gelişmeleri yönlendirir dedik.
Nasıl?
Merkez Bankası üreticilere “kredi” açar, üreticiler onunla yaz-kış üretim yaparlar.
Mallar satıldığı zaman kredilerini kapatırlar.
Üreticilere sürekli olarak kredi verilmelidir. Ödemelerde yıl sonlarına kadar imkân sağlamak gerekir. Tarım üreticilerine ay ay kredi verilir, mahsul zamanında değil yı sonuna kadar, Mart’a kadar kredilerini kapatırlar. Mahsul satıcısı ürünleri parça parça satmadığı için ödeyemez, sonbaharda birden talep edersek malını ucuza satmak zorunda kalır. Çalıştırdığı işçilerle orantılı olarak ödeme yaparsak bu sağlanır. Düşük faiz yıllık alınır, az veya çok kalmasına göre miktarı değişmezse bekleterek satar.
Merkez Bankası’nın görevi aracı masraflarını asgariye indirmektir.
Aracı masrafları çoğalırsa faiz halkın elinden parayı çeker, mağazalar mal satamaz, bu sefer işletmeler durur, işsizlik olur. Tarım ürünleri, özellikle buğdaygiller ve baklagiller her zaman üretilmez, sonbahara elde edilir, ondan sonra bir yıl tüketilir. Sonbaharda tüccarlara kredi açılır, Merkez Bankası kredi verir.
Bunlar ürünleri alırlar ve bir yıl içinde satarlar. Tüccarlar malları birden alırlar, sonra bir yıl içinde peyderpey satarlar. Tüccara krediyi sonbaharda veririz, ay ay alır.
Böylece birden malları mübayaa ederler, sonra sattıkça öderler.
Bu sayede ülkedeki mallar zebil olmaz, açlık çekilmez.
Bu işin realize dilmesi için faizlerin düşük veya sıfıra yakın olması gerekir.
Bir memlekette tüketimden artan emeğin yatırma yönlendirilmesi gerekir. Bu artan emeğe iş bulmak için inşaat yapanlara “yatırım kredisi” açılır. Böylece işsiz insan kalmaz.
Merkez Bankası bunu farklı kredilemelerle sağlar.
İnşaat müteahhitlerine artık emekten fazla kredi verseniz tüketim malları üretilmez, bu sefer açlık çekilir. İthalat ve ihracatla bu dengelenemez. Çünkü ancak ihraç ettiğin kadar ithal edebilirsin. Bunu gerçekleştirmek için inşaat işçilerinin ücreti sabit tutulur.
Merkez Bankası müteahhitlerin çalıştırdıkları işçilere “resmi ücret” öder; Merkez Bankası elbette bankalar aracılığı ile öder ama kendi verdiği paraları öderler. Böylece işçiye daha çok ücret verildiği zaman halk üretime gider, üretimde iş kalmadı mı inşaata gider. İnşaat bittiği zaman yapı bankaya kalır. Müteahhide taahhüt payı ödenir. Yapı satıldığında müteahhidin kredisi yeniden açılmış oluyor.
Merkez Bankası döviz alırsa döviz kıymetlenir ve ihracat artar, döviz satarsa döviz ucuzlar ve ithalat olur. Merkez Bankası altın veya döviz alıp satarak ithalat ve ihracat arasındaki dengeyi sağlar. Merkez döviz alınca karşı devlete faiz ödemeye başlar. Altın alıp satması gerekir. Döviz alması ithalatı artırır, satarsa ihracatı desteklemiş olur. Normal olarak ithalat-ihracat dengeli olur. Bugün ülkemizin 500 milyar dolar borcu var; bunun sebebi Merkez Bankası’nın yanlış para politikasıdır. Merkez Bankası neden böyle politika güdüyor; eski uygulamaları bir tarafa, AKP döneminde bu neden yapılıyor?!.
Neden?!.
Bugün doları 2000 lira yapalım, bankamıza 500 milyar dolar gelir, borcumuzu öderiz. Ayrıca ihracat patlanması yapar, “denk bütçe” oluştururuz.
Bu iş işte bu kadar basittir.
Ama sömürü sermayesi bunu savaş sebebi yapabilir.
Asker bunun için vardır, gerekirse savaşırız…
Merkez Bankası’nın bir görevi de vatandaşlar arasında kredileşmeyi sağlamaktır.
Çobanlık döneminde insanlar haftada bir hayvan keserler ve komşularıyla bölüşür, öbür hafta da başkası keser ve bölüşürlerdi.
Bu uygulama bugün bankaya para yatırmakla olmaktadır. Ben para yatırıyorum, alacağım malları başkaları alıp kullanıyor.
Yani Merkez Bankası parayı öyle sürer ki insanlar daha çok alışveriş yapar veya daha çok borç verir. Bu ülkenin kalkınmasını sağlar.
Bunu başarmak diğerleri kadar kolay değildir.
Bankalar mevduat kabul eder.
Kredi açar.
Reeskontla Merkez Bankası buna katılır.
Yüzde seksen o verir.
Bu uygulamayla ülke içindeki kredileşmeyi desteklemiş olur.
Bugünkü merkez bankaları faizli krediler açmakta, faizleri yükseltip düşürmektedir.
İslâm’da faiz haramdır; “faiz” yerine “selem ve kredileşme sistemi” uygulanmaktadır.
Meselenin asıl özü budur.
NOKTA.
***
Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor
Reşat Nuri EROL
25.01.2011
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla yarım milyar lira veya dolardan (600 milyon) fazla para harcanmış; Galatasaraylılar çalışmasınlar, eğlensinler-eğlendirsinler, uyusunlar-uyutsunlar diye kocaman bir “stadyum” yapılmış…
Sonra Başbakan stadın açılışına gitmiş ve ıslıklanıp yuhalanmış!..
Yuhalamışlar çünkü insanlar aç ve işsiz, sağlıksız ve hasta, mutsuz ve huzursuz...
Başbakan Erdoğan da bu yuhalamalar, ıslıklar, protestolar karşısında stadyumu terk etmiş ve; “Balık bilmezse Halik bilir” demiş!..
Bize göre -yani başta Üstadıma, bendenize ve hepimize göre- de; her şeyi Halik bilir, elbette Halik bilir…
Çünkü seni/sizi yani AKP zihniyetini orada yuhalatan Halik’tır, Allah’tır...
Allah, bu yaptığın/ız/la yanlış yapıyorsun/uz demek istiyor; halkın parasını yanlış yere yatırıyorsun/uz demek istiyor...
İslâmiyet’te spor yapmak sevaptır, hattâ farzdır bile denebilir.
Ama spor seyretmenin, futbol seyretmenin mânâsı yoktur; stadyumun sporla alakası yoktur.
Spor stadyumda yapılmaz.
Çıkarsın birlikte yürürsün, spor olur...
Yüzersin, spor olur...
Seyahat edersin, spor olur...
Hattâ camiye gidip namaz kılarsın, ibadetin yanında spor da olur...
KİTLELER NASIL UYUTULUP SOYULUYOR?
Peki, bugünkü futbol, stadyum ve seyir nerden gelmedir?
Stadyum seyirciliği Yunanistan’daki çok tanrılı dinlerde vardır. Onlar arasında kavgalar, çatışmalar, savaşlar vardı. Tanrılar adına kulüpler oluşur, onlar kendi aralarında yarışmalar yapar; kendileri/kulüpleri yenince veya yenilince, güya tanrıları da yenmiş veya yenilmiş olurdu!
Bugünkü bu futbolu, sporları ve bunların seyirciliğini kim icat etti?
Kapitalizm yani tekel sömürü sermayesinin “iki” ama aslında “tek” hedefi vardır: İnsanları kendi kölesi gibi çalıştırmak ve eğlendirmek, böylece sömürerek yönetmek.
İçki, kumar, eğlence vs ile insanları uyuşturur, onları da para ile yapar. Akşama kadar insanları işçi/köle gibi çalıştırır, sonra da her türlü uyuşturucu afyonu, eğlenceyi, seyri (stadyum seyirciliğini) en pahalı şekilde satar, sana verdiği parayı senin elinden alır!
Stadyumlardaki futbol seyirciliği de işte bu uyuşturuculardan biridir.
AKILLI BİR BAŞBAKAN NELER YAPMALI?
İşte; Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP zihniyeti, sömürü sermayesinin halkı uyutup ondan sonra aç bırakarak ve en sonunda onları sömürecek mekanizmalara milyarları harcamaktadır! Üniversitelerimiz ilim yapmıyor, sadece sömürü sermayesinin çözümlerine malzeme topluyor; yani insanları daha iyi sömürebilmek için tesbitler yapıyor, sonra onların sömürüsü için çözümler öğretiyor. Çare ve çözüm yok, sadece “aktarma” var.
AKILLI BİR BAŞBAKAN bunu görür ve üniversiteler dışında ülkemizi muasır medeniyetin fevkine/üzerine çıkaracak ilim adamlarını toplar, bir “BİLGİNLER SİTESİ” kurar.
Bin haneden oluşacak bu “BİLGİNLER SİTESİ” yüzer dairelik on apartmandan oluşur. Apartmanın alt katlarında işyerleri bulunur, bunları o bilginler işletir. Buranın üretimi ile gerekli gelir sağlanır. Her âlim için 50 bin lira ev, işyeri de bir ev kabul edilirse toplam 100 bin lira eder. 1000 âlim için 100 milyon eder. Görülüyor ki, stadyuma giden paranın beşte biri bile böyle bir ilim merkezini kurar.
ÇEKİLEN YUHALAR YANLIŞLARIN İKAZIDIR!
Sayın Başbakanın dediği gibi “Halik bilir” tamam da…
Siz “ilim” yerine eğlenceye, seyirciliğe, uyutmaya bu imkânları aktarırsanız…
Halkı aç bilaç, sersefil, perişan, işsiz bırakırsanız…
Açlıktan soygun yapan eşkıyaları üretirsiniz…
Açlıktan ölen bebekleri üretirsiniz…
Halik bunları yapan biri için;
“Tayyip kulum, çok iyi yaptın, buyurun firdevs cennetine!” mi diyecek?!.
İşte; -anlayanlara- stadyum açılışında çekilen yuh/ıslık bu yanlışların ikazı içindir.
Sen yuhalayanlara değil, yuhalatana yani Allah’a bak ve ne demek istediğini anla!
Mustafa Kemal ne diyor?
“Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir” diyor.
Bu meşale başımızın üstündeki müsbet ilim meşalesi mi olacak?
Yoksa, futbol mabedi(!) denilen stadyumda seyredilen ayak topu mu olacak?
Karar sizin ama sonuçları da maalesef hepimizin!
“Hak sillesinin sedası yoktur!
Bir vurdu mu devası yoktur!”
(Devamı Var)
***
Kapitalizm, futbol, statlar, mabet ve;
“Futbol sen bizim her şeyimizsin!!!”
Reşat Nuri EROL
26.01.2011
Mesele sadece bir stadyumla bitse biz de bir makaleyle bitireceğiz ama kazın ayağı hiç de öyle değil.
Beşiktaş stadı için izin bekleniyor, Trabzon stadı için deniz doldurulmaya başlandı bile; sonra diğer iller sıraya girecek…
Galatasaray’a 600 milyon dolarımız gitti ya; Beşiktaş+Trabzon’a da 500+500 milyon diyelim, sonra diğer illere gidecek milyonlar!!!
“İlim yuvalarına”, işsizliği bitirecek “işyerlerine” değil; ayda sadece bir-iki maçın bir-iki saat süreyle yapıldığı vahşi kapitalizmin afyonlarından futbol mabetleri stadyumlara!!!
İki minik haber/bilgi ile devam edelim…
Eyvah!
Bir arena/stadyum/futbol mabedi(!) daha geliyor!
Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak anlatıyor:
“Arena’yı Galatasaray ve Beşiktaş ortak kullansın” önerimize Başbakan şöyle yanıt vermiş:
“Beşiktaş buna yanaşmaz. İnönü Stadyumu’na hep birlikte çözüm bulacağız!”
600 milyon dolarlık stadyum iki haftada bir boş kalacak!
Ben ‘HASTANE’ diye tutturdum, Başbakan ‘STAT OLACAK’ dedi!
Galatasaray stadının üzerinde bulunduğu arsaya hastane (Şişli Etfal Hastanesi) yapmak istediklerini, fakat Başbakan Erdoğan’ın stattan yana tavır koyduğunu anlatan Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Ben hastane konusunda çok direndim, ancak Başbakanımız, ‘TAMAMDIR, ORAYA STADYUM YAPACAĞIZ!’ dedi!”
“SAĞLIK TESİSİ” yerine “STADYUM” yani “FUTBOL MABEDİ”!!!
***
Galatasaray Ali Sami Yen Stadyumu’nun E5 karayoluna bakan yüzünde onlarca büyük panonun üzerinde tek bir cümle yazılmış:
“FUTBOL SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN!”
Önceki yazımın başlığı “Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor” şeklindeydi ve orada yazdıklarım ile bugün yazacaklarımı aslında bu bir tek cümle özetliyor:
“FUTBOL SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN!”
“Futbol cemaati ya da kapitalizmin muhteşem gölü” bu vesileyle geçen gün yazan Hüseyin Akın’ın yazısının başlığı...
Yazının ilk paragrafı aynen şöyle:
“Eğer bir takım için taraftarları o kadar iltifat cümlesi varken tutup da “SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN” diyebiliyorsa ve eğer yöneticileri stada stat değil “MABET” demekte hiçbir sakınca görmüyorsa, tribünlerdeki cezbeye bir mantık aramaya kalkmak da beyhudedir.”
Yazıda çarpıcı gerçekler var:
“Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabının Latin Amerikalı yazarı Eduardo Galeano futbolun sadece futbol olmadığını yüksek sesle söyleme cesareti gösterenlerden, lafı hiç eğip bükmeden söylüyor: “Futbol ateisti olmayan tek dindir.”
Siyasiler belki de bu yüzden milyonlarca mensubu bulunan bu cemaate karşı ilgisiz kalmıyorlar. Şu sözü kim söylemişse gerçeğe tam doksandan isabet etmiş: “Futbol tarihin bize fırlattığı muhteşem bir şut değil, kapitalist anlayışın attığı bir goldür.”
***
Kapitalizmin halkı uyutma mabedi stadın yapımıyla sömürü bitmiyor, her maçta ve her yıl halkın milyonlarca lirası sömürülmeye devam ediyor.
TT Arena’daki ilk maç ve genel sömürü rakamları şöyle:
43 bin 910 seyirci 1 milyon 142 bin TL hasılat!
Yani maçı toplam 44 bin kişi izlemiş, toplamda seyirci geliri sadece tribünden 1 milyon lirayı aşmış, Ali Sami Yen Stadı’na nisbetle 7’ye katlanmış; bu rakamın derbi maçlarında 2.5 milyon lirayı bulması bekleniyormuş...
Peki, gelir yani halkı sömürme sadece bu kadar mı?
Elbette hayır!
Galatasaray işletmeciye verdiği kiralık yerlerden de önemli gelir sağlamış, Sivas maçının cirosu 1.5 milyon TL’ye ulaşmış. Galatasaray’ın toplamda 60 milyon dolar sömürdüğü 157 loca ve 4 bin 500 VIP koltuğun bedeli dahil değilmiş!..
Stattaki sömürü fiyatları şöyle:
Sandviç 16 TL, Kola 8 TL, Çay 4 TL, Tavuk-Ayran: 15 TL, Sosisli 16 TL!!!
Bu sömürüye “sosyolojik ve bilimsel bir bakış” yapsak ne dersiniz?
Gelecek yazıda…
***
Futbol seyret, başka şey görme!
Reşat Nuri EROL
28.01.2011
Ne dedik?
“Kapitalizm halkı futbolla uyutuyor” dedik...
“Kapitalizm, futbol, statlar, mabet ve…” dedik...
Aslında dünkü yazının başlığında “ve”den sonra “Futbol sen bizim her şeyimizsin!” cümlesi de vardı, uzunluğu sebebiyle çıkarıldı.
Mantık şu: Kitleleri yani halkı uyutmak için “futbol, spor seyri, toplu müzik” vs kapitalizmin sömürü araçları olarak “her şey” hâline getirilmeye çalışılıyor.
Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”.
Öyleyse ne olduğunu bilimsel ve sosyolojik olarak anlayalım.
Bu satırların yazarı bendeniz, gençliğimde Türkiye, Almanya ve Arabistan’da öğrenci olduğum lise ve üniversite yıllarımda -futbol ve voleybol dâhil- bazı takım sporlarını yaptım. Yapmakla kalmayıp takımlar kurdum; kaptan, antrenör ve amatör kulüp yöneticisi bile oldum, kulüp Türkiye şampiyonalarına katıldı. Sporun psikoloji ve sosyolojisini bilirim! Bildiklerim ve yaşadıklarım bir yana; bir akademisyenin bu alandaki çalışma ve görüşlerine bakalım.
Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yrd. Doçenti ve spor sosyologu Ahmet Talimciler, yüksek lisansını “Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi”, doktorasını ise “Türkiye’de Futbol ve İdeoloji İlişkisi” üzerine yapmış. “Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi” ve “Sporun Sosyolojisi, Sosyolojinin Sporu” isimli iki kitabı var.
Spor Sosyologu Ahmet Talimciler’e göre; Türkiye’de futbol Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ideolojik hedefler için kullanıldı, bu alanda en başarılısı da Turgut Özal’dı...
Ahmet Talimciler, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın o ekolü devam ettirdiği görüşünde…
Spor Sosyologu Ahmet Talimciler’in görüşlerine bakalım: Türkiye’de insanlar hep şunu söylüyorlar, üç yere siyaset sokmayın: Camiye, kışlaya ve spora... Ama siyasetle spor iç içe geçen iki kurum, Türkiye’de daha başından itibaren bu böyle kurulmuş…
Son olaya baktığımız zaman, ‘sadece bir spor tesisi yapmak istedik’ gibi bir şey söz konusu değil. Bunun altında bir takım siyasi amaçlar da söz konusu.
Türkiye’de özellikle Turgut Özal’a kadar politikacıların futbola ilgisi alt düzeydeydi.
Özal ile birlikte bu değişmeye başladı...
Özal, Türkiye’de değil, yurtdışındaki maçlara da gitti, Türkiye’de ‘politik lig’ olan üçüncü ligin kurulmasını da sağladı...
Futbolla siyaset ilişkisi öyle bir kökleşmeye başladı ki, o dönemde ANAP politikalarındaki ‘adam kayırmacılık’ ve ‘benim memurum işini bilir’ anlayışı futbola da sirayet etti. Türkiye’de olup bitenleri, Türkiye’yi futbol sahaları üzerinden okuyabilirsiniz... Özal’ın neo-liberal politikalarının en net uygulandığı alanlar içinde futbol en başta gelir ve Türkiye’de futbol başka bir yöne doğru kanalize edilmiştir…
Amatörlükten profesyonelliğe, endüstriyel futbola geçişin ilk adımı Turgut Özal zamanında atılmıştır.
Tayyip Erdoğan’ın o ekolü takip ettiğini, hattâ daha da ileri götürdüğünü görürsünüz... Çünkü Erdoğan’ın kendisi de futboldan gelen ‘futbolcu’ bir kişi...
Özellikle son dönemlerde bazı takımların bir hayli mesafe kat ettiğini görüyorsunuz. Kayseri, Kasımpaşa, Sivas...
Bu takımların hepsi AKP’nin üst düzeyi ile çok yakından ilişkili olan takımlar...
Eğer 30 yıl boyunca insanlara ‘al futbol sahalarıyla ilgilen başka şeylerle ilgilenme’ dediyseniz…
Dünya futboluna bakınca İtalya, İngiltere ve Arjantin’de sınıfsal, İskoçya’da dinsel temelde bir ayrışma görürsünüz.
İspanya’da Kral ve Katalanların takımı vardır ve Kral, protesto edileceğini bildiği için Barcelona stadına gidemiyor...
Siyaset mi futbolu, futbol mu siyaseti belirliyor?
Türkiye’de 1980’lerden itibaren siyaset futbolu domine etmeye, kendi istediği şekilde döndürmeye başladı.
90’larda işin içine “medya” girmeye başladığında ise futbolun siyaset üzerindeki etkisi artmaya başladı.
Yani önceleri siyaset futbolu kontrol eder haldeyken, bugün futbol siyaseti daha fazla belirlemeye başladı.
Bu nedenle eskiden ‘Ben millî takımı tutuyorum’ diyen siyasiler, artık tuttukları takımları açıklıyor.
Çünkü futbol taraftarı aynı zamanda seçmen ve böylece onlara mesaj veriyorlar...
Meselenin özü:
Futbol seyret, başka şey görme, başka şeylerle ilgilenme!
‘Dizi seyret, başka şeylerle ilgilenme!’ gibi bir şey.
Evet, “Futbol Asla Sadece Futbol Değil”.
***
Bakkallar Kanunu ve kooperatif
Reşat Nuri EROL
29.01.2011
Canlılar hücrelerden oluşur.
Topluluklar da birer canlıdır.
Ekonomilerin hücreleri yüz hane civarındaki “semt toplulukları”dır.
Bir semtin kalbi ise “bakkal”dır.
Bakkalları ortadan kaldırdığımızda topluluğun hücrelerini öldürmüş oluruz.
Halk ekonomisini tesis edeceksek, yani sosyalizm/komünizm ve kapitalizmin dışında bir hayat süreceksek, bu ancak bakkalları yaşatmakla mümkündür.
Ne var ki bakkallarımız can çekişiyor, onlara acil destek vermemiz gerekiyor, derhal bir kanun çıkarıp bakkallarımızın kurtarılması gerekiyor.
Çıkarılacak kanunda şunlar yer almalıdır.
1. 50 ile 100 hane arasındaki toplulukların birer bakkalları olacak. Köyde, kasabada ve kentte bu çaptaki her topluluk için bir bakkala ruhsat verilecek, ikinci bakkalın açılmasına izin verilmeyecektir.
2. Bir bölgede bulunan 100’e yakın bakkal bir kooperatif kuracak. On bakkalı bir yönetim kurulu üyesi temsil edecek. Bunlar sıralama usulü ile başkanlık yapacak. Sırasını devretmek caizdir. Kararlar ekseriyetle değil, istişareden sonra başkanlar tarafından alınacak ve yönetim kurulu üyelerinin başkanların kararlarına karşı hakemlere gitme yetkisi olacaktır.
3. Bakkal yeri ve bakkal yerinin üstünde bir daire/lojman/ev devlet tarafından yapılacak, bunlar bakkala ciro ile kiraya verilecek. Bakkalın kapısına zil konacak, müşteri (acil bir durum sebebiyle) gelip zili basıp bir şey istediği zaman gece yarısı da olsa açacak. Bakkal ailece işletilecek, sabah 06’da açılacak, akşam 24’te kapanacaktır.
4. O semtte bakkallık yapmak isteyenleri o semtin halkı sıralama usulü ile bizzat kendileri seçecekler. Herkes talip olanları sıralayacak, bir talibin aldığı sıranın tersleri toplanarak dereceleri bulunacak. Bakkal ve lojman ona yani ilk sırayı alana kiralanmış olacak, kira cirodan bir pay olacaktır.
5. Bakkalın denetimi ciro ile yapılacak. O çevredeki bakkalların orta ciroları bulunacak. Bir bakkalın cirosu orta cironun altına düşerse o bakkaldan o işletme alınacak, başkasına devredilecek. Yeniden sıralama yapılacak yahut eski bakkala verilecektir.
6. Kooperatif bir ortak dağıtım ambarı kuracak ve ortak nakliye oluşturacaktır. Bakkallarda malının satılmasını isteyen konsinye olarak bu ambar/mağazaya koyar, fiyatını o belirler. Bakkallara bilgi verilir. İsteyen bakkal istediği malları sipariş verir. Mallar konsinye satılır. Satıldıkça parayı mağazaya öder. Mağaza da mal satacaklara öder.
7. Semt sakinlerine onlardan gerekli teminatı alarak kredi açar, bakkallar ancak bunlara veresiye verebilirler, kendileri veresiye vermezler. Bakkallarda yalnız konsinye mallar satılır. Bakkal satılan mallardan % 4 kira alır, % 4 bakkalın olur, % 2 de kooperatif geliri olur; böylece % 10 ile satışlar yapılır.
8. Vergi mükellefi yalnız kooperatiftir. Bakkallar, nakliyeciler ve merkez mağazada çalışanlar kooperatif tarafından asgari sigortalanırlar. Mal satanlar kooperatife mal satmış olurlar. Kooperatif onlara fatura keser. Konsinye koyanlarla pazarlık yapılarak belli yüzde ile mal satılır. Mağaza/ambar kasa bulundurur.
9. Vergi kooperatifin cirosundan bir yüzde olarak alınır, KDV ve kurumlar vergisi bu yüzdeye dâhil edilir. Bütün vergiler merkez mağazası tarafından ödenir. Bakkallar, nakliye, mağazada çalışanlar ve halk ayrıca herhangi bir vergi ödemez. Bunlar defter tutmak ve vergi beyanında bulunmak zorunda değildirler.
10. Mağazaya mal satan tüccarlar, mağazada ve nakliyede çalışanlar, bakkallar ve müşteriler arasında çıkacak her türlü ihtilaflar kooperatif hakemlerince çözülür.
Kooperatif bir bankada hesap açar.
Mal satan tüccarlar, bakkallar, çalışanlar, müşteriler kooperatifin ortak hesabına paralarını yatırıp çekerler.
Banka kooperatiflere mevduatları nisbetinde kredi açar.
Bu krediler ve mevduat faizsizdir.
Böyle bir kanunla kurulacak kooperatifler sayesinde yalnız bakkallar kurtulmayacak; kayıtsız ekonomi, veresiye, pazar, aşırı kâr sorunları da çözülmüş olacaktır.
Bu hususta daha fazla bilgi edinmek isteyenler bizimle özel irtibat kurabilirler...
***
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-1
Reşat Nuri EROL
30.01.2011
Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu!!!
Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Sudan, Ürdün, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Arnavutluk’ta gelişme ve ayaklanmalar; insanlar açlıktan, işsizlikten, yokluktan, yoksulluktan bunalıp kendini yakıyor!!!
MISIR’da onlarca ölü, binlerce yaralı!!!
İnsanlar ve ülkeler yanıyor, insanlık “zalim” dünya düzenine “adil” bir alternatif arıyorken; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e ne dersiniz?
***
Takriben on bin sene evvelinde insanlar avcılık ve çobanlık dönemlerinden tarım dönemine geçtiklerinde önce tek çeşit ürün ekmeye başladılar... Sonra birileri değişik ürünler ekmeye başladı... Sonra bunlardan bazıları bazı yeni ürünleri üretti...
Sonra çapa gibi kara saban gibi şeyleri herkes üretemediği için meslekler farklılaşmaya başladı... Bu farklılıkları ve farklı üretimleri paylaşmak için pazarlar kuruldu... Sonraları ticaret daha da gelişti...
Çağımız dünyasında hâlâ bu tarım dönemi gelişmesi ve uygarlaşması yani o dönemdeki üretim anlayışı devam etmektedir. Biri bir malın pahalı olduğunu görünce onu üretmektedir. Ne var ki bu işi ancak büyük sermaye başardığı için “üretim tekelleri” oluştu.
Eskiden kimin ne üreteceğine, kimin ne tüketeceğine piyasa karar veriyordu, fiyat karar veriyordu.
Şimdi ise “serbest piyasa” oluşmadığı için “tekel sermayeler” (kapitalizm) veya “devlet” (komünizm, sosyalizm) karar veriyor. Ancak bu merkezler halkın ihtiyaçlarını tam olarak bilemedikleri için neyin üretileceğine, neyin üretilmesi gerektiğine doğru planlayıp karar veremiyorlar. Merkezdekiler çalışanların ve üreticilerin imkânlarını bilinmesi gerektiği şekilde bilemedikleri için de kimin neyi üreteceğine karar veremiyorlar.
Çağımızın en önemli sorunlarından işsizliğin asıl kaynağı ve sebebi de işte budur.
İşsizlik çok önemli bir sorun olarak var olmaya devam ettiğine göre, bu sorunun çözümü üzerinde durmalıyız.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” bu sorunu nasıl çözmektedir?
Çağımız planlama ve düzenleme yapma, düzen/sistem kurma çağıdır.
Önce planlama yapılarak işyerleri inşa edilmektedir.
Tarım alanındaki tarım arazileri parsellenip bir aileye yetecek parseller hâline getirilmeli, her türlü üretim sektöründe imalathaneler inşa edilmelidir.
İkinci kademede imalat yapmak isteyenlere “dayanışma ortaklıkları” tarafından “teminatlı belge” verilmeli, ‘bu adam şu işi yapabilir’ denen belge/sertifika verilmelidir.
Eğer o iş tek başına yapılamıyorsa, o işi yapanlar bir araya geliyor ve “ortaklık” kuruyorlar, “üretim kooperatifi” kuruyorlar.
Bu sorunun çözümü için “ambarlar/depolar” yapıyoruz.
Gerek “ham madde”, gerek “ara madde” ve gerek “mamul madde ambarları/depoları” tesis ediyoruz...
Ambarcılık/depoculuk yapana burasını ciro üzerinden kiralıyoruz...
Gelen malları alacak, isteyenlere satacak. Sermayesi faizsiz, bizden...
Bilgisayar ve programı var; fiyatı o koyuyor, değiştiriyor, ayarlıyor...
İnternette fiyatları yayınlıyor.
Üretici akşam üstü bakıyor; ham maddesini kaça alacağına, hangi tezgahta ne imal ederse ve hangi ambara verirse en karlı iş yapmış olacağına akşamdan karar veriyor, ertesi günü onun üretimini yapıyor.
Ambardaki fiyatları bilgisayar stok durumuna göre hesaplayacağından az olan mallar pahalıdır, o mallar öncelikle imal edilir; çok olan mallar ucuzdur, o mallar imal edilmez, aksine fiyatları ucuzlatılarak çok tüketilir.
Böylece ambarlar daima yarıya kadar dolu kalır.
Mallar doluluk oranına bakılarak ona göre imal edilir.
Üretim-tüketim planlaması ve dengesi bu şekilde sağlanır.
Malı ürettik, depoladık, sattık; bundan sonrasında nakliye sorunu önümüze gelir.
Gelecek yazıda bu sorun üzerinde duralım ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i tamama erdirelim.
***
Türkiye nasıl dünya ekonomi merkezi olacak?-2
Reşat Nuri EROL
31.01.2011
Üretim için “dayanışma ortaklıkları” kurduk, “teminatlı belge” verdik, “bu adam şu işi yapabilir” denen “belgeyi/sertifikayı” verdik.
O iş tek başına yapılamıyorsa, o işi yapanlar bir araya geliyor ve “ortak üretim işletmesi” kuruyor, “üretim kooperatifi” kuruyorlar.
Depolama sorununun çözümü için “ambarlar/depolar” yaptık; “ham madde”, “ara madde” ve “mamul madde ambarları/depoları” tesis ettik.
Depoda bilgisayar ve programı var; fiyatı o koyuyor, değiştiriyor, ayarlıyor...
Ambardaki fiyatları bilgisayar stok durumuna göre hesaplayacağından az olan mallar pahalıdır, o mallar öncelikle imal edilir; çok olan mallar ucuzdur, o mallar imal edilmez, aksine fiyatları ucuzlatılarak çok tüketilir.
Üretim-tüketim planlaması ve dengesi bu şekilde sağlanır.
Malı ürettik, depoladık, sattık; bundan sonrasında ulaşım/nakliye sorunu önümüze geliyor.
Bugün de bu sorun üzerinde duralım…
Evet, üretimi gerçekleştirdik ve depoladık.
Şimdi ikinci sorun çıkıyor:
-Üretilen mal tüketim yerine nasıl ulaşacak?
Bunun için “merkezî büyük ambarlar/depolar” oluşturulur.
Örnek olarak semtte bir malın ambarı varsa, ilçede de aynı malların ambarı vardır.
İlçedeki ambarda mal azalırsa pahalanır, tüccarlar ilçe ambarlarına götürürler, çoğalırsa onun üretimi durur.
İlçelerdeki ambarlar bölge ambarlarına bağlıdır.
Bölgedeki ambarlar dünyadaki bütün ambarlarla irtibatlıdır.
O halde nerede bir mala ihtiyaç varsa dünyanın diğer yerlerinde imal edilir.
***
Bu sistemde tüccarlar ortadan kalkmıyor, sadece kârlı gördükleri yeri belirliyor ve alıp satıyorlar. Bilgisayar ve internet aracılığıyla haberleşme ve anlaşmalar yapılmış oluyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir ambarda mal azalmışsa orada fiyat yükselmiştir, hangi ambarda çoğalmışsa orada da fiyat düşmüştür. Mal oradan oraya hareket edecektir.
Azalma azsa uzaktan gelmez, komşu ambarlardan alınarak ihtiyaç karşılanır. Yani bir ambardaki ihtiyaç komşu ambarlardan bölüşülerek karşılanır. Eğer toptan bir azalma veya artma varsa ona göre ithalat veya ihracat yapılır.
Bu şekilde ilçelerde, illerde, bölgelerde, ülkelerde, kıtalarda oluşturulmuş “Kooperatif Ambarları/Depoları” sayesinde dünya hem tek pazar hâline gelmiş, hem de herkese aş ve iş bulunmuş olacaktır.
Üretim sektöründen artan emekler ise inşaat sektörüne aktarılacaktır.
Bir örnek verelim:
Diyelim ki Doğu Karadeniz bölgemizdeki bir ilimizin bucağında fazla emek vardır. Burada inşaat yapılacaktır. Ne var ki inşaat yapmak için inşaat malzemesini almak zorundadır. Buradakiler bal üretir satar. Diyelim ki dünyanın uygun bir ülkesine bal gider, oradan da gerekli inşaat malzemeleri gelebilir. Bütün mesele karşılıklı olarak fiyatların uygun olması, ulaşımın sağlanması ve karşılıklı alış-verişin gerçekleşmesidir.
***
Bu sistemde tamamen “serbest ekonomi düzeni” sağlanmıştır.
İşçiler patronların emrinde değil, doğrudan bilgisayarların emrinde olurlar.
Tüccarlar da tekel oluşturmazlar ama ticaretlerini oturdukları yerden yapabilirler.
Bu sistemin uygulamasını nasıl yapacağız?
İstanbul’da, diğer illerimizde, ilçelerimizde, bucaklarımızda, köy ve kasabalarımızda “kooperatifler” kuracağız.
Önce “bakkalları” (daha önce bu konuda yazdığımız yazılara bakınız) ortak edeceğiz, bakkallarımıza yeterince mal temin edeceğiz, onlar satacaklar.
Buralarda mal satmamız için üreticilere sipariş vereceğiz, “Kooperatif Ambarları/Depoları” üretilen mallarla dolacak.
Böylece önce İstanbul’da ve diğer illerimizde bu sorunu çözeceğiz...
Sonra ilçelerimizde, bucaklarımızda, köy ve kasabalarımızda çözeceğiz…
Böylece bütün Türkiye’de bu sorunu çözeceğiz…
Sonra dünyada çözeceğiz…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” mucizesi işte budur…
İstanbul ve Türkiye, işte bu şekilde dünyanın ekonomi merkezi olacaktır…
Ve’s-selâm…
***