Milli Gazete 2011 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2011 1.Baskı
1340 Okunma
2011 Nisan

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri EROL
resaterol@akevler.org

 

NİSAN 2011

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

Erbakan’ın dünyada yaptığı inkılâplar

Reşat Nuri EROL

01.04.2011

Erbakan dünyada dört büyük inkılâp yapmıştır.

1. Önce insanlığı dinsizlikten kurtarmıştır. Din düşmanı sermayenin beşyüz yıllık faaliyetleri sonunda 1950’lerde dünya tam bir ümitsizlik içine girmişti. Müsbet ilimlerin dinleri bitirdiği, onların yanlış olduğu görüşü hâkim idi. Prof. Dr. Necmettin Erbakan 1960’lı yılların ortalarında, İzmir’deki en büyük kapalı spor salonunda “İlim ve İslâm Konferansı” verdi. Erbakan o zaman Batı dünyasında da tanınmış bir makina profesörü idi, “O”nun âlimliğine kimse söz söyleyemezdi. “O” konuştu ve dünya ikna oldu. Dünya o hâle geldi ki, bugün Marksistler bile Tanrı’yı inkâr edemiyor, peygamberleri yalanlayamıyor.

2. Sömürü sermayesi Müslümanlarla solcuları çatıştırır, kendisine hizmet eden renksizleri iktidar ederdi. Sermaye dünyayı sömürmeye bu yolla devam ediyordu. Erbakan MSP döneminde CHP’lilerle koalisyon yapınca dünyadaki bu sağ-sol çatışması sona erdi. O dönemde Humeyni Bursa’da sürgündeydi; bunu gördü, CHP-MSP koalisyonunu dikkatle izledi ve o da İran’da solcularla anlaşarak inkılap yaptı, Şah rejimini devirdi. Gorbaçov da din düşmanlığını Türkiye ve İran’ı örnek alarak bıraktı, Sovyet sistemi bu sayede sona erdi. Bu gelişmelerden sonra dünyadaki sağ-sol çatışması tamamen sona erdi. Yani sermayenin yüz yıllık planı buz gibi eriyip yok oldu. Daha sonra Papa İstanbul’a gelip Sultan Ahmet Camii’nde dua etti. Putin Rusya’yı İslâm Konferansı’na üye yaptı. ABD halkı Müslüman bir babanın oğlu olan Obama’yı başkan seçti. Komünist Çin, dolar dışında Türkiye ile özel para anlaşması yaptı. Bu gelişmelerin ilk kıvılcımını hep Erbakan çakmıştır.

3. Erbakan halk sanayiinin kurulabileceğini dünyaya öğretmiştir. “Gümüş Motor” dünyada ilk defa halk sermayesi ile kurulan fabrikadır. (Hâlen “Pancar Motor” olarak varlığını devam ettirmektedir, şimdiye kadar 600 bin motor üretilmiştir, 150 bin adedi dünya ülkelerine ihraç edilmiştir.) Bu fabrika, Avrupa ve sömürü sermayesi dışında dünyada kurulan ilk fabrikadır. Bugün eski Sovyet ülkeleri halk sermayesi ile iş yapmakta, başrolü Türkler oynuyor. Almanya ve Avrupa’da önbinlerce Türk müteşebbis var. Türk halkına bu müteşebbisliği kim öğretti, kim öncülük yaptı? Türkiye’nin ilk en büyük sanayi sitelerinden olan İstanbul Ümraniye’deki “İMES”in kurucuları hâlâ yönetimde ve onlar bu siteyi kendi aralarında “Erbakan Sitesi” olarak anıyorlar; bir Bosna heyetini orada gezdirdiğimde bunu bizzat o yöneticilerin kendilerinden duydum. Türkler böylece sermayenim oyunlarını bozdukları gibi; sömürü düzenini bozan girişimler de Erbakan sayesinde gerçekleşmiş, KOBİ’ler (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler) bu sayede dünyada yaygınlaşmıştır.

4. Erbakan insanlığa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i, yani Kur’an düzenini tebliğ etmiştir. Erbakan’dan önce insanlar “düzen” olarak sadece kapitalizm, sosyalizm/komünizm ve karma ekonomiyi biliyorlardı. Erbakan “ADİL EKONOMİK DÜZEN”le insanlığa halk ekonomisini anlattı. İnsanlık bu sayede kendisine geldi. İslâm âlemi ve insanlık bu çalışmalarla yakından ilgilendi. Henüz ülkemize ve dünyaya “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelmemiştir ama Erbakan sayesinde insanlık artık bu düzen için hazır bulunmaktadır.

Erbakan bütün dünyada işte bu inkılâpları yaptı, insanlık âlemi artık bunları biliyor.

***

Erbakan Hocamız ile 1969 yılında İzmir’de bir arkadaşımızın yaptığı görüşme, Türkiye ve dünyada inkılâplar yapan bu mücadele ve mücahedenin aslında tamamını özetliyor. O yıllardaki çalışma arkadaşımız Fehmi Koru, 1969’da kendisiyle yaptığı bir mülâkatta Erbakan’ın bu konuda neler söylediğini geçenlerde yazdı; Erbakan Hocamız’ın neler dediğini oradan okuyalım:

Bunu önce salt ilim yoluyla yapmak istedim; engel çıkardılar...

Ben de işadamlığına soyundum, yine engel çıkardılar...

İş dünyasında etkin hale gelirsem belki durum değişir düşüncesiyle Odalar Birliği’ne genel sekreter oldum, engel çıkardılar; başkan seçildim, engeller büyüdü.

Anladım ki, amacımı gerçekleştirebilmem için tek yol, siyaset yapmak...”

(Fehmi Koru, Zaman, 28.02. 2011)

***

“O” görevlerini/inkılâplarını yaptı ve gitti…

Bize düşen “O”nun izinde gitmek…

 

 

***

 

 

 

 

AB ve Gümrük Birliği!-1

Reşat Nuri EROL

02.04.2011

Sonda yazacağım ‘sonuç/hüküm’ cümlemi bu sefer başta yazayım ve verilmesi gereken mesajımı vereyim: “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” iktidar olduğunda yani yönetimi ele aldığında, yapacağı ilk işlerden biri gümrükleri kaldırmak olacaktır.

Başbakan dünden beri bugün de İngiltere’de, yani en önemli AB ülkelerinden birinde ve bizim yıllardan beri AB ile “Gümrük Birliği” anlaşmamız var ama “vize engeli” devam ediyor! Altmıştan fazla ülkeye vizesiz gidebiliyoruz, bu ülkelerin sayısı giderek artıyor ama elli yıldır kapısında beklediğimiz AB ülkeleri ile “Gümrük Birliğimiz” yani gümrüksüzlüğümüz var ya; vizesiz AB ülkelerine gitmek yasak!..

Türkiye Avrupa Birliği’ne “aday” olarak girdi ya; birkaç yıl önce büyük heyecanla bayram havasında kutlamalar yapıldı!

Sonra AB müzakerelerine başlandı!..

AK Parti’nin kurulduğu günleri hatırlayalım; her hafta ya Amerika’da ya da bir Avrupa ülkesindeydiler…

Bu hafta da, Başbakan ve Dışişleri Bakanı başta olmak üzere, ayrı heyetler hâlinde ABD’nin “asıl banisi” ve bugün de “asıl beyni” olan İngiltere’deler…

ABD’yi de boş bırakmaya gelmez; başka bir “çok özel AKP heyeti” de Amerika’da, ayrıca yine “çok özel CHP heyeti” ABD’de -AKP’liler nihayet onları da alıştırdılar ve kendilerine benzettiler- ve her iki heyetimiz de özellikle Yahudi lobileri ile “çok özel” görüşmeler yapıyorlar/mış…

Haziran’da ülkemizde “seçim” var ya; efendiler ABD’de Yahudi lobileri ile “seçim çalışmaları” yapıyorlar ve güya biz de seçimde kendi vekillerimizi seçiyoruz!!!

Sonuç olarak; ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz-üçyüz yıllık Batı sevdamız, elli yıldır süren AB müzakerelerimiz bir türlü bitmiyor, karasevda gibi hâlâ devam ediyor!!!

Ondan sonrasında Türkiye’de neler oldu neler; zaman zaman bu köşede okuyorsunuz:

Dış borçlarımız, cari açıklarımız, bütçe açıklarımız ve ithalat artışlarımız vs vs on misli katlanırken;

Bugünkü devletimiz aynen Osmanlı Devleti gibi yıkılacak sınırlara getirildi!

***

Dünyadaki bir kısım Yahudiler şuna inanıyorlar: Biz Allah’ın seçtiği bir kavimiz... Allah bize akıl vermiş... Diğer insanlar da hayvanlar misali bize hizmet etsinler diye yaratılmışlar... Onların akılları kıttır; biz söyleriz, onlar da koyun gibi dediklerimizi yaparlar...

Olanlara bakınca, Yahudilerin bu düşüncelerine hak vermek zorunda kalıyoruz.

Onlar saçma sapan şeyler söyler, diğer dünyalılar onu kabul eder ve yapar!

Hele hele Türkiye’nin yöneticileri gizli-açık söyleneni hemen yapar!

Erbakan gibi bir uyarıcı gelip-geçse ve kırk yıl uyarsa da yapar!

***

Bugünkü ana konumuz “Gümrük Birliği” meselesi olduğu için bu konudan fazla uzaklaşmayalım ve asıl meselemize dönelim.

Bir yerde eğer karar mekanizmasında siz yoksanız, orada sizin lehinize karar alınmaz. İğne kimin bedenine batarsa onu acıtır, öbürü ise seyreder; sadece “üzülür” veya “sevinir”!..

Gümrükler niye konur?

Ülkemizde üretilmekte olan mallara gümrük konur ki yerli üretim çökmesin.

AB de tarım ürünlerine gümrük koyar ki yerli tarım çökmesin.

Bir ülke tarım ürünlerini ihraç edecekse o tarım ürünlerine gümrük koymasına gerek kalmaz.

Bizim ekonomi yapımız Avrupa ekonomi yapısına benzemez.

Biz tarım ülkesiyiz, Avrupa sanayi ülkesidir.

Biz Ortadoğu’da, dünyadaki karaların ve kıtaların merkezindeyiz.

Avrupa denizlerin merkezindedir.

Bizim artık emeğimiz var, onun artık malı var.

Biz gelişmekte olan ülkeyiz, Avrupa gelişmiş ülkelere sahip.

Buna benzer daha başka farklı özellikler var.

Hâsılı…

Bizim çıkarlarımız ile Avrupalıların çıkarları aynı değildir.

Dolayısıyla takip edeceğimiz gümrük ve vize politikaları da farklı olmalıdır.

Gümrük ve vize meseleleri başta olmak üzere, AB ile ilgili diğer politikalarımız da farklı olmalıdır.

Bitmedi;

AB ve gümrük konusunda yapılması gerekenleri yazmaya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

AB ve Gümrük Birliği!-2

Reşat Nuri EROL

03.04.2011

Avrupa Birliği ile birleşelim, birlikte çıkarlarımızı ayarlayalım diyebilirsiniz; eşit şartlarda oturursunuz, karşılıklı pazarlık sonunda iki tarafın lehine kararlara varabilirsiniz.

Ancak, elli yıldan beri AB ile yapılan böyle değil ki.

Avrupa Birliği, tek taraflı olarak Avrupa ülkelerinin çıkarlarına uygun gümrük politikaları uyguluyor, biz de ahmakça o politikalara uyuyoruz!

Diyelim ki, Avrupa Birliği sanayi ürünlerine gümrük koymuyor, çünkü onun rakibi yoktur; Türkiye de gümrük koymuyor ve Türk sanayisi çöküyor!

İşte, bu şekilde ve bu şartlarda yapılan “Gümrük Birliği” ve gümrük anlaşmaları bize yapılan en büyük zulümdür, sanayimize vurulan en büyük darbedir.

Biz kardeş İran ve Azerbaycan’a karşı gümrük tarifelerimizi ayarlayamıyoruz.

İran’a ucuz mal satamıyoruz, İran veya Azerbaycan’dan petrol alamıyoruz.

Aynı durum diğer Müslüman ve kardeş, aynı zamanda komşumuz olan Arap ülkeleri için de geçerlidir.

Neden?

Çünkü Avrupa gümrükleri koymuştur, “Gümrük Birliği” anlaşmamız var ya!

Yani…

Biz dünyanın merkezindeyiz, kıtaların merkezindeyiz, ülkelerin merkezindeyiz, ticaretin merkezindeyiz ama en yakın/komşu müşterilerimize bile mal satmak yasaklanıyor!

***

Bu durumda neler yapılması gerekir?

İşte…

“ADİL DÜZEN”e, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e bunun için ihtiyaç vardır.

Her şeyden önce Kur’an gümrükleri yasaklıyor...

Yeryüzündeki bütün malların hepsi tüm insanlarındır.

Devlet vergisini alır, ondan sonra malların dünyaya yayılmasına veya dünyadan gelmesine mâni olamaz.

Bu Hazreti Ebu Bekir döneminde böyle olmuştur.

Hazreti Ömer zamanında halk şikâyette bulunur; ‘biz gümrük koymuyoruz, onlar koyuyor’ demişler.

Hazreti Ömer, yüzde onu geçmemek üzere, onlar uyguluyorsa biz de uygularız demiştir.

Devletlerin gümrük uygulaması yanlıştır.

Neden yanlıştır?

Gümrüğü uygulayan devlettir, oysa ticareti yapan halktır.

Devletin hatasını halka çektiremezsiniz. Ülkemize gelen herkes insandır, eşit haklara sahiptir. Ne giriş ne de çıkış gümrüğünü ve vizelerini uygulayamazsınız.

***

Önceki yazımın en başında ‘sonuç/hüküm’ cümlesi olarak yazmıştım, tekrar hatırlatıyorum: “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” iktidar olduğunda yani yönetimi ele aldığında, yapacağı ilk işlerden biri gümrükleri (ve vizeleri) kaldırmak olacaktır.

Bu hükme açıklık getirelim.

Ülke sınırına gelen eşyanın muhteviyatı tesbit edilir, orada belge tanzim edilir ve o mal o andan itibaren artık ülkemizde üretilmiş muamelesi görür. Ticaret malıdır. En çok kırkta bir vergi/zekât alabilirsin.

Aynı şekilde ülkeden çıkan mallara da yasal bir engel konamaz. Ülkemize giren herkes serbestçe gezebilir, dolaşabilir; “VİZE” yoktur, olmamalıdır. Sadece güvenlik tedbirleri alınabilir. Sınırda pasaport verilir, bir daha gelişinde onu kullanır yahut uluslararası pasaport ülkelere verilir, onlar doldururlar.

Aynı şekilde “GÜMRÜK” de yoktur, mallar ve insanlar serbestçe dolaşır. Çünkü sadece ülkeler değil bütün dünya bizimdir, bütün insanlığındır. İnsanlar bütün dünyada serbestçe dolaşmalı ve bütün dünya nimetlerinden yararlanabilmelidir.

Aynen altı asırlık Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi; hem de varılan han veya kervansarayda kendisi ve binek hayvanı ile bedava barınarak, gerekiyorsa üç gün aynı handa/kervansarayda bedava yiyip-içerek…

Bir zamanlar “adil bir dünya düzeni” kurulduysa ve altı asır sürdüyse…

Tekrar neden “ADİL (EKONOMİK) DÜNYA DÜZENİ” olmasın; NEDEN?!.

 

 

***

 

 

 

 

“Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet”-1

Reşat Nuri EROL

04.04.2011

Geçtiğimiz günlerde Erbakan ile ilgili olarak yazdığım yazıların ikincisinde (30.03.2011) “Erbakan ve beklenen Adil Düzen Medeniyeti” başlığını kullandım ve sonunu şöyle bağladım:

Sonuç olarak… “O”nun ölümü birçok açıdan “DÖNÜM TARİHİ” olacaktır... Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesi Türkiye’ye demokrasiyi getirdi... Benzer şekilde muhteşem bir halk ve uluslar arası ilgi ile geçen “Erbakan’ın cenazesi” de Türkiye’ye ve bütün dünyaya “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i getirecek; çok değil, birkaç on yıl sonra da bütün dünyaya beklenen “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”ni getirecektir.

Kırk yıllık çalışmalarımızda, “MİLLÎ GÖRÜŞ” ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” vurgusu elbette önemliydi ve hareketimizin ana direkleriydi. Bendeniz, son yıllardaki çalışmalarımızda “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” vurgusu ve hatırlatması da yapmaya başlamıştım… Özellikle “O”nun yani Erbakan’ın vefatından sonra, acizane kanaatim odur ki; “Millî Görüş Hareketi”nin “Yeni Medeniyet” yani beklenen “III. Bin Yıl Medeniyeti”nin, daha doğrusu ADİL DÜZEN MEDENİYETİnin kurucusu bir harekete dönüşmesi gerektiğine inanıyorum.

Türkiye’de yüzlerce yazar her gün yüzlerce yazı yazıyor ve takip edebildiğim kadarıyla, bu önemli “medeniyet meselesi” üzerinde duran yazar yok gibi; Yusuf Kaplan müstesna. “Yeni Türkiye”nin “yeni dünya”sı yazılarında (28 Mart ve 1 Nisan 2011), kendi ifadesiyle; “Açıkçası, bendeniz, biraz daha derin nefes alarak, bir tarih felsefesi okuması yaparak, medeniyet perspektifi ekseninden bakıyorum hâdiseye.” yani “Yeni Türkiye”ye. Yazarın bu medeniyet perspektifi ekseni üzerinde geniş bir iktibasla durmamız gerekiyor.

***

Derin bir nefes ve olağanüstü bir dikkatle okuyun, lütfen: ““Yeni Türkiye”den söz edip duruyoruz.../ Peki, neo-liberal, dolayısıyla hâkim küresel söylemler üzerinden tasvir ve umut edilen yeni Türkiye’nin neresi yeni? Konjonktürlere, dolayısıyla hâkim küresel sisteme meşrûiyet kazandıracak bir Türkiye’nin neresi yeni olabilir ki? Yeni bir şey söyleyemeyen, söyleyeceği yeni esaslı şeyler ol/a/mayan, sadece hâkim küresel sisteme eklemlenme katsayısını geliştiren, artıran Türkiye’nin eskisinden daha “sorunlu” olduğunu söylersem, şaşırmayın lütfen: Küresel sisteme entegre olan sözümona “Yeni Türkiye”, eskisinden daha “sorunludur”: Çünkü bu durumda, Türkiye’nin hem gerçekten söyleyebileceği yeni sözleri, dillendireceği yeni iddiaları bizzat kendi eliyle berhava etmesi sözkonusudur; hem de hiçbir meşrûiyeti kalmayan, üstüne üstlük de bilfiil olmasa bile bilkuvve (yani entelektüel olarak, felsefî olarak) çöken, zorba küresel sisteme meşrûiyet kazandırması sözkonusudur, küresel sisteme eklemlenen sözümona “yeni” Türkiye denen “nesne”nin; özneleşme imkânlarını kendi eliyle yok etmeye kalktığı için “nesneleşen” Türkiye’nin./ Oysa benim âcizâne sözünü ettiğim “Yeni Türkiye”, çöken, vaatlerini bizzat kendi yapıp ettikleriyle bitiren eski dünyanın, dolayısıyla Batı uygarlığının, dünyayı yalnızca felâketlerin, çatışmaların, hukuksuzlukların, yeni sömürü biçimlerinin eşiğine sürüklediği için bittiğini gören ve ilan eden; ve buna mukabil, daha âdil, daha erdemli, daha vicdanlı, daha hakkaniyetli yeni bir dünyanın kurulabileceği fikrini dillendiren ve bunun da ancak esaslı bir medeniyet fikrini ve iddiasını hayata geçirme yolculuğuna soyunmakla mümkün olduğunu idrak eden bir Türkiye’dir.../ “Yeni Türkiye”, yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğinin ipuçlarını sunabilecek tarihî derinliğe, tecrübeye, özgüvene sahip bir kıtadır aslında. Bin yıl sadece İslâm dünyasının değil, dünyanın en çalkantılı, en bunalımlı bölgelerini yönetmiş, büyük sorunlarını nasıl aşabileceğini göstermiş bir dünya aktörünün tarihî bilincine ve misyonuna sahip çıkmasından söz ediyoruz. “Yeni Türkiye”, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu'da -şu hâliyle bile- adaletin, vicdanın, erdemin, zekânın, tarihî derinliğe sahip olmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. Bu yürüyüşün barış, adalet, kardeşlik ve dayanışma ilkeleri çerçevesinde kuşatıcı bir medeniyet fikriyle hayata geçirileceği günler yakındır…(Devamı var.)

 

 

***

 

 

 

 

“Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet”-2

Reşat Nuri EROL

05.04.2011

Yaşadığımız dönem karanlık, geleceğimiz ise aydınlık.

İşte tam da bundan dolayı, içinde yaşamakta olduğumuz bu dönemi “tesbit ve teşhislerle” kısaca geçiştirdikten sonra, aydınlık ve parlak geleceğimizi “tedavi içeren ve en geniş şekliyle medeniyet perspektifi ihtiva eden” yönleriyle yazmak; artık biricik yazarlık prensibim hâline dönüşmüş durumda.

Elbette, bir de bu medeniyet düşüncelerini gerçekleştirmek için çalışmak, çalışmak…

Yazmaktan ve çalışmaktan yorulduğumda, dinlenmek amacıyla “okuma” faslına geçiyorum. Günlük okumalarımda nadir de olsa, çok keyif aldığım ve tefekkür ufuklarımı genişleten yazar ve yazılara rastlıyorum. Yusuf Kaplan bunların en başta gelenlerinden, özellikle derin bir vukufiyet ve engin bir cesaretle yazdığı “medeniyet” yazılarıyla. Önceki yazımda da hatırlattığım üzere, “yeni medeniyet meselesi”ne benim anladığım ve anlatmaya çalıştığım açıdan bakıp yazan -mesela Ali Bulaç gibi bir iki yazar dışında- biricik ve tek yazar konumunda. Bundan dolayı yazdıklarını önemsiyor ve dikkatle takip ediyorum.

Bugün de yazarın “Yeni Türkiye”nin “yeni dünya”sı(2) yazılarından ikincisi (1 Nisan 2011) üzerinde duracak ve son yazıda kendi değerlendirmelerimle, başta da yazdığım üzere, aydınlık ve parlak geleceğimiz demek olan “Yeni Medeniyet” ile tamamlayacağım.

***

Tekrar derin bir nefes daha alıyor ve olağanüstü bir dikkatle okumaya devam ediyoruz: “Bir kere, şunu bilelim: Eski dünya, çöktü artık. Eski dünya dediğim, neo-liberal, neo-seküler küresel kapitalist sistem. Yani Batı uygarlığı.../ Bugünden geriye ve geleceğe dönük yaptığım tarih felsefesi okumaları, medeniyetlerin vaatlerine, dayanaklarına ve pratiklerine ilişkin yaptığım yolculuklar, “Yeni Türkiye”'nin, dünyanın yarını ve geleceği olduğunu söylüyor bana. Şu ân büyük bir kaosun, belirsizliklerin ve hukuksuzlukların tam ortasından geçen dünyanın yeni bir dünyaya, yaşanabilir, insanca bir dünyaya dönüşebilme sürecinde medeniyet iddialarıyla kuşanan yarının Türkiye’sinin sandığımızdan da etkin, aktif ve belirleyici roller oynayacağını görüyorum. Yarının dünyasının başat kurucu aktörlerinden biri, en görünen, en başta gelen aktörü, "yarın" ve "gelecek" demek olan Yeni Türkiye olacak... Batı uygarlığının insanlığa insanca yaşayabileceği bir dünya sunamadığını; bu gerçeğin, birinci sınıf Batılı düşünürlerce de ta Nietzsche'den, Husserl'den, Heidegger'den itibaren haykırıldığını hatırlatmak istiyorum. Batı uygarlığı, bir yandan, gerçekten de bütün insanlığın birikimi üzerine oturan bir uygarlık. Bu açıdan Batı uygarlığıyla karşılaştırılabilecek, boy ölçüşebilecek başka bir medeniyet yok. Ama öte yandan da, temellük ettiği, üzerine oturduğu insanlığın bilim, düşünce ve sanat birikimini, -insanlığın birikimine kendi dar bakış açısıyla yaklaştığı için- karşılaştığı, temasa geçtiği, tanıdığı medeniyetleri tanınamayacak kadar kendine benzeten, biçimbozumuna uğratan, içini boşaltan, tarumâr eden ve ruhunu yok eden tek uygarlık tecrübesidir insanlık tarihinde. Başka medeniyetlerin, hem varolma, hem de kendileri olarak, kendi dinamikleri çerçevesinde insanlığın varoluş ve hakikat yolculuğuna katkıda bulunma imkânlarını yok eden tek uygarlık tecrübesidir Batı uygarlığı: O yüzden bazı düşünürler -sözgelişi Mestroviç- Batı uygarlığı tecrübesini "uygar barbarlık" olarak tarif eder/ler…/ Yani seküler/kapitalist Batı uygarlığı projesi, insana insanca bir dünya kurabilmesi açısından imkânsız ve kendisiyle çelişen bir projedir: Hem aydınlıktan ve uygarlıktan söz etmesi; hem de, felsefî olarak insanlığı karanlığın ve türlü barbarlık biçimlerinin, çatışmaların ve işgallerin eşiğine sürüklemesi.../ Batı uygarlığı, dün'dür artık. Günlerini sayıyor. Baudrillard'ın dediği gibi ömrünü uzatmaya çalışıyor sadece, türlü tuhaf hormonlama ve klonlama yöntemleriyle... Ama aşırı şişen bir balonu andırdığı için balona dokundurulacak bir iğneyle patlayacak kadar da zayıf temellere sahip: Şu ân Arap dünyasında yaşanan, dalga dalga yayılan, sürgit derinleşen halk ayaklanmaları bunun bir göstergesidir. Bir de bu ayaklanmaların, gerçek anlamda İslâmî iddiaların dillendirildiği başkaldırılar olduğunu düşünün.../ Ve neden geleceğin dünyası, derin tarihî tecrübesiyle, özgüveniyle, sergilediği vicdan, ahlâk ve adalet ilkeleriyle insanlığın son kıtası olduğunu fark ettiği andan itibaren Yeni Türkiye'nin öncülük edeceği bir dünya olacak acaba?(Bitmedi, devamı var.)

 

 

***

 

 

 

 

“Yeni Türkiye” ve “Adil Düzen Medeniyeti”-3

Reşat Nuri EROL

06.04.2011

Yeniden medeniyetleşmede, daha doğrusu “yeni medeniyet” tesis etmede insanlık her bin senede bir sıçrama yapar.

Bir medeniyet doğar, yaşar, yaşlanır ve ömrünü tamamlayıp sahneden çekilir, tarihteki yerini alır; onun yerine “yeni medeniyet” doğar.

Yeryüzünde iki medeniyet silsilesi vardır.

Doğuda peygamberlerin medeniyeti, batıda filozofların uygarlığı...

Bu medeniyetlerden biri zirvede iken, diğeri yeni kurulmaya başlar...

“Hakka dayalı medeniyet” olarak, içinde bulunduğumuz bu dönemde “beşinci doğu medeniyeti” doğmak üzeredir...

Batı dünyasının “kuvvete dayalı dördüncü filozoflar uygarlığı” yani bugünkü Batı Uygarlığı zirvededir; çökmeye başlamıştır...

Yazımızın başlığı neydi? “Yeni Türkiye ve Yeni Medeniyet”.

Yani artık kurulması zamanı gelmiş bulunan “III. Bin Yıl Medeniyeti”

Ya da hocalarımın ve bendenizin vurgu ve tespitiyle;

ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”.

Yeni medeniyeti bir ulus ortaya koyar, sonra dünyaya yayılır.

Bize göre;

Bugün bu “Yeni Medeniyet”i kurmak, ortaya koymak ve yaymakla görevlenmiş ulus ve ülke Türkiye’dir; daha doğrusu kurulmakta olan “Yeni Türkiye”dir.

***

Neden ulus ve ülke olarak “Türkiye”, neden “Yeni Türkiye” görevlidir?

1. “Yeni Medeniyet” ancak “Yeni Devlet Düzeni” ile doğar. Yüz yıl öncesinde yeni devlet oluşmasına “Osmanlıcık” ile başlanmış, sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde “cumhuriyetçilik” ile noktalanmış ve Mustafa Kemal bu hedefi “muasır medeniyetin fevkine çıkma” şeklinde göstermiş, bu hedefi gerçekleştirmek için de “elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” demiştir.

2. “Yeni Medeniyet” ancak bir ulus tarafından oluşturulabilir veya oluşturulmaya başlanır. Bu görev de coğrafi ve tarihi konumu ile Türkiye’nin görevidir.

3. “Yeni Medeniyet” doğu ve batı medeniyetlerinin sentezi ile doğar. Bugünkü dünyamızda her iki medeniyeti bilen tek ulus ve tek ülke Türkiye’dir.

4. “Yeni Medeniyet” eski medeniyetlere dayanacaktır. Hakka dayalı peygamberlerin kurduğu medeniyetler dine/düzene dayanır. Artık yeni peygamber gelmeyecektir, yeni kitap da inmeyecektir. Yeni medeniyet Kur’an’ın muasır ilimlerle yorumlanması ile oluşacaktır. Bu yeni medeniyet çalışmalarına 45 yıl önce İzmir-Akevlerde başlanmıştır, İstanbul’da hâlen devam etmektedir. Millî Görüş Lideri ve Millî Görüş Partileri Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın rehberliğinde yapılan kırk yıllık çalışmalarla “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN YENİ MEDENİYET PROJESİ” ortaya konmuş ve bütün dünyaya duyurulmuştur.

***

Millî Görüş camiasından doğan AK Parti “Adil Düzen”i daha baştan reddetmiş ve “Millî Görüş Gömleği”ni de çıkardığını yine partinin henüz kuruluş aşamasında ilân etmiştir.

Tevbe edip yeniden Millî Görüşçü ve Adil (Ekonomik) Düzenci olurlar mı?..

AB, ABD, BOP vesaire hizmetkarı olmaktan vazgeçerler mi?!.

Allah’ın tevbe kapısı daima açık; isterlerse her an tevbe ederler ve bir zamanlar beraber yaptığımız hizmetlere dönerler…

Veya AB, ABD, NATO, BOP, Haçlılar, IMF, DB vesaire kapılarında sürünmeye devam!!!

Peki, ya sonra, daha sonra ne/ler olacak?!.

Hele âhireti hiç sormasak mı?!!

***

Bu durumda tek çare ve çözüm var; gömlek çıkarmayan “Millî Görüş Hareketi”nin müntesipleri ve onların yani hareketin tek temsilcisi Saadet Partisi

“Yeni Türkiye”, dünyanın beklediği “Yeni Medeniyet” yani “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” ve “Millî Görüş Hareketi”nin partisi Saadet Partisi

Parti vurgusunu hamaset olsun diye değil, sadece bir hakikati bir kere daha hatırlatmak, ayrıca yaklaşmakta olan 12 Haziran seçimi ile ilgili bir görevi yerine getirmek amacıyla yapıyorum: Seçimde sadece parti değil, geleceğimizi ve medeniyetimizi de seçmekte olduğumuzun idrakinde olmalıyız.

Ve’s-selâm mea’d-duâ, DUÂ…

 

 

***

 

 

 

 

İşsizlik sorununu nasıl çözelim?

Reşat Nuri EROL

07.04.2011

Türkiye’nin ve dünyanın acil yoğun bakıma alınması gereken en önemli ekonomik ve sosyal hastalığı, en büyük sorunu nedir diye sorsanız; hiç tereddütsüz “İşsizliktir” derim.

Bütün anketlerde halkımız bir numaralı sorun olarak hep “işsizliği” hatırlatmaktadır.

Çağımızın mucizesi işsizlik sorununun çözüme kavuşturulması mucizesi olacaktır.

Tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmekte olan insanlık, her an ekonomik ve sosyal patlamalara, sarsıntılara, krizlere, tufanlara sebebiyet veren bu büyük sorunla, yani “işsizlik sorunu” ile karşılaşmıştır.

Sorun hâlâ çözümsüz olarak devam ediyor.

Kapitalizm, sosyalizm, karma ekonomi ve diğerleri sorunu çözememiştir; bugüne kadar çözemediklerine göre, bundan sonra da çözemeyecekler demektir.

O halde bu sorun da diğer bütün sorunlar gibi ancak “müsbet ilim” ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”le çözülebilir.

İşsizlik sorununun çözümüne nerden başlayalım?

Bir yerin kalkınması demek, her türlü çalışmayanların veya iş bulup çalışamayanların çalışır hâle getirmek, çalışanların da çalışma verimini artırmak demektir.

Çözüm ancak böyle mümkündür.

1. Bunun gerçekleşmesi için:

-İşsizlere iş bulmak...

-Ev hanımlarını üretime katmak... Çalışabilen emeklileri de çalıştırmak...

-Öğrencilerin çalışarak okumalarına imkân sağlamak...

-Din görevlileri, öğretmenler ve diğer bürokratların boş zamanlarını değerlendirmek gerekmektedir.

Bu uygulama bucak, ilçe, il, ülke hâsılasını en az iki misli artıracaktır.

2. Çalışanlara kendi istedikleri işi vermek. Bunun için “iş verme sistemi” yerine “iş bulma sistemi” geliştirilecektir. Bu hedefe ulaşmak için neler yapılacaktır?

Kooperatifler kurulacak, halk kooperatiflerde iş yapacaktır.

Devlete karşı kooperatif muhatap olacak, vergi ve sigortayı kooperatif karşılayacak, üye ortaklar ise sadece kooperatiflere muhatap olacaklardır.

Bu sayede mevcut kanunların tamamen içinde kalınacak ama kooperatifte “yeni ekonomik düzen” uygulanacaktır. Kooperatifin bunları yapabilmesi için:

a) Taşınmazların alınıp satılması için belediye “imar senedi” çıkarılacaktır. İnşaat bu senetlerle yapılacaktır. Bu bir anonim şirket senedi olabilir.

b) Malların alınıp satılması için bir “mal senedi” çıkarılacak ve taşınır mallar bu senetle alınıp satılacaktır. Bu senet “faizsiz banka kartı” da olabilir.

c) Devre başında siparişlerin yapılabilmesi için bir kooperatif bir “sipariş senedi” çıkaracak, halka devre başında kredi olarak verecek ve böylece üretim ve tüketim yılbaşında planlanmış olacaktır. Bu senet “banka çeki” de olabilir.

d) Para değerini belirlemek ilçenin ithalat ve ihracatını dengelemek için bir “altın senedi” çıkarılacak ve kuyumculara, döviz bürolarına verilip TL, döviz ve diğer ilçe senetleri bununla alınıp satılacaktır.

Vergi ve sigorta primleri kaldırılacaktır.

Sigorta bordroları, tasdikli defterler, faturalar, irsaliyeler yok edilecek; maliye görevlileri onda bire indirilecektir.

Böylece piyasa birden canlanacak, herkes iş yapmaya başlayacak; hem de kendi arzuladığı işi yapacaktır.

Yukarıda belirtilen işsizlik ve isteksizlik sona erecek, ilçe hâsılası dört misli olacaktır.

Kooperatifler gelirlerini karşılıksız çıkaracakları “imar, mal, sipariş ve altın senetleri” ile sağlayacaklardır.

Yüzde 20 fazla çıkaracaklar, böylece yüzde 20 enflasyon sağlayarak gelir temin edeceklerdir. İlk beş senede artan istihdam dolayısıyla bu yüzde 20 enflasyon da olmaz.

Bir belediyede yapılacak bu uygulamadan sonra Türkiye, Erbakan’ın dediği gibi “vergisiz ülke” olacaktır.

Devletin bu duruma geçebilmesi için dış borçlarını tasfiye etmesi gerekir. Türkiye bunu nasıl yapacaktır?

-Dış borcu iç borca çevirecek;

-Faizli borcu faizsiz kredileşme borcuna çevirecek;

-Para borcunu mal borcuna çevirecek;

-Borcu iştirake çevirecektir. Türkiye bütün bunları başaracak imkânlara sahiptir.

-Ülke içinde ve dışında vatandaşların dolar rezervi var, onlar değerlendirilir.

-Ülke içinde altın stokları var, onlar değerlendirilir.

-Ülkemizde geniş dinlenme/turizm alanları var, bunlar yabancılara rehin verilip faizsiz borç alınız.

-Dış ülkelerle kredileşme ilkesiyle faizsiz borç temin edilir.

 

 

***

 

 

 

 

Japonya ve maddi-manevi sorunlar

Reşat Nuri EROL

08.04.2011

“Japonya” denince geçmişte akla neler gelirdi, şimdi neler geliyor…

Deprem.. Tsunami.. Nükleer.. Atom..

Ve bütün bunların sebebiyet verdiği “maddi” ve “manevi” krizler…

Buraya kadar yazdıklarımda üç kelimeyi tırnak içine aldım, “Japonya-maddi-manevi” kelimelerini.

Nedenine açıklık getireyim.

Çağımız dünyası tamamen “maddi” bir dünyaya dönüşmüş durumda, sadece bedene hitap ediyor. İnsanın “beden ve ruh”tan ibaret olduğu yani bir de “ruhi/manevi” yönümüz olduğu unutuluyor veya çağdaş uygarlık değerleri tarafından özellikle unutturuluyor. Unutturulunca da “maddi krizler” yanında “manevi krizler” de patlak veriyor.

Dikkatli okuyucularım iyi bilirler; biz bunların tamamını değerlendirirken orta hallilerine “sosyal krizler”, çağımızda yaşanan dünya hayatının her alanını ahtapotun kolları gibi sarmış olan asıl büyüklerine ise “SOSYAL TUFAN” diyoruz.

Demekle kalmıyor, her vesileyle neler olduğunu anlatıyoruz.

Elbette “tesbit ve teşhislerden” sonra, “tedavi ve çözüm reçetelerini” sunarak; “sosyal kriz” veya “sosyal tufan”ın biricik Nuh’un Gemisi olan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN MEDENİYETİ”ni hatırlatarak…

Nitekim son günlerde yazdığım “Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet” yani “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” yazıları ile “işsizlik” gibi bazı temel sorunlarımızın “çözüm” yollarını içeren diğer yazılarım da bu amaçla yazılmıştır.

İşte, “Japonya” başta olmak üzere, dünyanın dört bir tarafındaki ülkeler ve insanlar bu “maddi-manevi krizlerin veya tufanların” çare ve çözümlerini…

Yani;

“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni, ya da asıl adıyla söylersek, “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”ni bekliyorlar…

***

Meseleyi “Japonya” özelinde ele almıştık, öyle yapmaya devam edelim.

Japonya Budist ve Şintoist bir ülkedir. Dilleri dilimize çok yakındır. Türkiye ile olan ilişkisi iyidir. Japonlar da Türkler gibi savaşçı bir ulustur.

Bununla beraber, bizim Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmemiz gibi onlar da İkinci Cihan Savaşı’nda yenilmiştir. Amerika’nın (ABD) himayesindedir. Bağımsız bir devlet değildir. Ordusu yoktur. Dünyaya ancak ABD’nin izin verdiği nisbette ekonomik bakımdan açılabilmektedir.

Japonya deprem ülkesidir. Dokuz derecedeki depremlere karşı bile dayanıklı yapıları vardır. Bu son büyük deprem de göstermiştir ki Japonya depremlere karşı hazırlıklıdır.

Ne var ki “maddi hazırlıklar” yetmemektedir, “manevi hazırlıklara” da ihtiyaç vardır. Kalkınmış, zenginleşmiş, ilerlemiş, sanayileşmiş güçlü ülkeler, bu hususa yani “maddi kalkınma” kadar “manevi kalkınmaya” da önem vermelidirler.

Bu vesileyle “Önce Ahlak ve Maneviyat” diyen Millî Görüş Lideri Erbakan ve onun kurduğu partiler ile; sadece “Adalet ve Kalkınma” diyen ama onu da pek beceremeyenleri bir kere daha hatırlayıp hatırlatmakta yarar var; akledip idrak edenlere…

***

Japonya’nın bu kötü duruma düşmesinin sebebi vardır.

Japonya depreme hazırlıklıdır ama denizden gelen dalgalara/tsunamiye karşı hazırlıklı değildir.

Bunun çözümü ekonomik değildir.

Bunun çözümü evleri yüksek yerlerde inşa etme, sonra kadere rıza göstermedir.

Evet, başımıza bu geldi, yapacağımız bir şey yok diyeceğiz ama ondan önce ve sonra gerekli tedbirleri alacağız.

Japonlar teknolojileri ve sanayileri ile Türkiye’ye geliyorlar.

Karşılığında bizden de bir şeyler almalıdırlar; bize göre bütün “maddi ve manevi” yönleriyle “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN MEDENİYETİ” değerlerini almalıdırlar, İlâhi düzeni almalıdırlar. Bunun için dinlerini hemen bırakmaları gerekmez; ne var ki bütün dinler gibi onlar da kendilerini Kur’an’a göre yenilemek ve revize etmek durumundadırlar.

Evet, Japonlar bize teknoloji ve sanayi ürünleri getiriyorlar, onlar da bizden “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i almalıdırlar ama almaları için de onlardan önce biz bu değerlerimize sahip çıkıp değerlendirmeliyiz ki; Japonlara ve başkalarına sunabilecek hale gelelim ve getirelim.

122 yıl önce 1889’da Japonya’ya gönderdiğimiz “Ertuğrul Gemisi/Fırkateyni”nin ardından, nice “Yeni Maddi ve Manevi Ertuğrul Gemileri”ne, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

‘Japonya nükleer krizden inanç krizine girebilir!’

Reşat Nuri EROL

09.04.2011

“Yeni Türkiye, Yeni Dünya ve Yeni Medeniyet” yani “Yeni Dünya Düzeni, ADİL DÜNYA DÜZENİ, Adil Düzen Medeniyeti” kurulması gerekiyor.

Erbakan Hocamız Millî Görüş Hareketi’ni başlattığı ilk günden itibaren ne diyordu: “Önce Ahlak ve Maneviyat” ve “Yeni Bir Dünya”; birkaç yıl sonra yani “Millî Görüş”ün ikinci şahlanış döneminde de “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” dedi… Sadece demekle kalmadı, bu düzenin ne olduğunu Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya anlattı...

Elbette, -yine “O”nun ifadesiyle yazayım,- 54. Hükümet Başbakanı olarak “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in sadece kokusunu koklattı, sadece gölgesini gösterdi; bundan sonra “Millî Görüş”ün üçüncü şahlanış döneminde bize düşen “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in aslını getirmektir…

Evet…

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in aslını getirmek; hem de sadece Türkiye’ye değil, İslâm âlemine, bütün dünyaya, bütün beşeriyete/insanlığa ve de Japonya’ya…

Yanlış okumadınız: Japonya’ya…

Çünkü Japonya’nın ve Japonların sanayileşmeye, teknoloji ithalatına vesaire maddi şeylere ihtiyacı yok ama manevi olarak yeni bir şeye, “yeni bir dünya düzeni”ne, yani -yazımın hemen başında ifade ettiğim- “Yeni Dünya Düzeni, ADİL DÜNYA DÜZENİ, Adil Düzen Medeniyeti”ne çok ihtiyacı var. Japonya’nın ve Japonların bu ihtiyacı giderilmez veya giderilemezse, “Japonlar nükleer krizden inanç krizine girebilir!”

***

Bu son cümleyi sadece biz söylemiyoruz, bu tesbit ve teşhisi sadece biz yapmıyoruz; meselenin ehli olan bir ilim adamı da söylüyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Japonya’da “deprem ve tsunami”nin ardından bir de “nükleer kriz” ortaya çıkınca, yazdığı yazının başlığında aynen öyle dedi: “Japonlar nükleer krizden inanç krizine girebilir!”

Japonlar inanç krizine girebilir!..

Japonlar aslında yüz yıl öncesinde, hattâ daha da öncesinde de bu krize girmişler ve o zamanki biricik süper güç Osmanlı Devleti ve onun başkanı Osmanlı Halifesi’nden yardım istemişlerdi. Bir önceki yazımın en sonunda hatırlattığım üzere; 122 yıl önce 1889’da Japonya’ya gönderdiğimiz “Ertuğrul Gemisi/Fırkateyni”ni bu amaçla gönderdik. Şimdi de “Japonlar nükleer krizden inanç krizine girebilir!” diyorsak; demek ki daha nice “Yeni Maddi ve Manevi Ertuğrul Gemileri”ni Japonya’ya ve diğer önemli dünya ülkelerine, hatta dünyanın en ücra köşelerindeki yerlere de göndermemiz gerekiyor, inşaallah…

Evet… Geçenlerde yazdığım, daha önce yazdığım ve bundan sonra da inşaallah hep yazacağım “adalete dayalı yeni dünya düzeni/sistemi ve yeni dünya medeniyeti” yazılarımda da hep bu hatırlatmaya devam edeceğim…

Allah/Kur’an ne diyor: “Sen hatırlat; hatırlatma mü’minlere fayda verir.”

Başkalarına değil; “mü’minlere” fayda verir…

“Mü’minlere”!!!

***

Ve’l-hasıl-ı kelam:

Yeryüzüne “ADİL (EKONOMİK) DÜZENİ” ve “Adil Düzen Medeniyeti”ni getirdiğimiz zaman, on milyar insanı değil, yüz milyarı maddi ve manevi olarak rahatlıkla yaşatabiliriz.

Bütün sorun bu düzeni ve medeniyeti getirmedir.

İnsanlar “sanayiye, teknoloji maddi kalkınmaya” verdikleri önemi “düzene/medeniyete ve hukuka/fıkha” da verirlerse, bu sorun da çözülür.

Japonya “sanayi/teknoloji ve ilimleri” Batı’dan aldığı gibi; “sosyal ilimleri, hukuku ve yönetimi/düzeni” de bizden almalı, bizimle “teknoloji/sanayi-hukuk/yönetim takası” yapmalıdır.

O zaman Japonlar şu anda içinde bulundukları bu tür sıkıntılı durumlarda ne yapacaklarını bilir ve sorunlarını kolayca çözerler.

Bugün Japonya’da meydana gelen afet, Japonları bu hususta harekete geçirebilir ve hem kendilerine hem de insanlığa hizmet etmiş olurlar.

 

 

***

 

 

 

 

Japonya, çözüm bilen âlimlerimizi bekliyor…

Reşat Nuri EROL

19.04.2011

İki gündür sürdürdüğüm Japonya değerlendirmelerimi, iki önemli şahsiyetin görüşleri ile noktalıyorum.

Birincisi olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, meselenin uzmanı olarak diyor ki: “1985 Sovyetlerin Çernobil Nükleer Krizi toplumda güven bunalımına neden olduğunu ve soğuk savaşın bitişini hızlandırdığını biliyoruz. 11 Mart 2011 Fukuşima Nükleer Krizi Japonlar için aynı etkiyi yapma kapasitesine sahiptir... Japonlar varoluş krizini fazlası ile yaşayacaklar. Japonlar İmparatorlarını Tanrı gibi gördüklerinden onun sesini 1945 Hiroşima’dan beri duymamışlardı. Tanrısal statünün bozulması Japon inanç sisteminin çöküşü demektir. Japonya’da Hiroşima tecrübesi nedeniyle nükleer bombalara aşırı psikolojik hassasiyetleri vardı. Son tsunami değil nükleer tehlike Japon toplumunda uzun süreli post travma etkisi yaşatacak gibi gözüküyor.../ İnanç sisteminin teselli etme gücü son Japon Çernobil’i olan Fukuşima’da yetersiz kaldı...” Prof. Tarhan’ın değerlendirmeleri böyle ama son bölümü daha da ilginç: “Japonlar... Tam 100 yıl önce Osmanlı’dan din arayışı içinde yardım istemişlerdi. Giden heyet ehil olmadığı, hatta kötü niyetli olduğu için…”

İkinci şahsiyet Sultan Abdülhamit Han...

Önce minik bir bilgi...

Japon Prensi Osmanlı sistemini ve İslam dinini incelemek için ziyarete geliyor, Sultan Abdülhamit özellikle ilgileniyor. 1944’de 90 yaşlarında vefat eden Kazan Türkü Abdürreşit İbrahim’in mektubu hakkında Sultan Abdülhamit Han’ın düşüncelerini yine onun ağzından okuyalım. Meseleyi Fethi Okyar naklediyor: “Şimdi size hicran olmuş bir hatıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum... Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden, İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyet’i yaymayı mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âliminden mektup almış, Japonya’daki İslami tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslam âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa’yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin’i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi de öğrendiğini yazmıştı. Japonya’da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihanşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dini-manevi hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyet’in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmi-manevi kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevcudun ehemmiyeti hadise olarak önümde idi. Fakat bizdeki din adamlarının ilmi ve manevi seviyelerini çok iyi biliyordum; Pederim merhum Sultan Abdülmecid’in büyük ümitlerle genişlettiği Tıbbiye için Avrupa’dan getirttiği ecnebi muallimlerden ders alanların kâfir olacağını söyleyen ulema benim saltanatımda da yerindeydi... Bu mekteplerde okumanın selabet-i diniyeyi zedelediği hala telkin ediliyor. Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa, Japonlardan evvel kendi milletimin ve İslam âleminin istifadesini temin ederdim... Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi... Fakat Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerini yetiştirecek feyyaz membalar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu...

Böyle diyor ve ekliyor Sultan Abdülhamit Han: “Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı var. Saltanat müddetim sırasında en çok hatırladığım hakikatlerden birisi, demir tavında dövülür darb-ı meselemiz olmuştur.”

Sonuç:

Evet, nükleer krizin ardından, Japonya varoluş bunalımı ile inanç krizine girmekte ve çözüm yolu gösterecek ilim ile sistem/düzen bilen âlimlerimizi beklemekte… Türkiye ve Japonya için “Bu gibi işlerin muayyen başlama devri ve zamanı” gelmedi mi?!.

 

 

***

 

 

 

 

Sadece Japonya değil, dünya bizi bekliyor…

Reşat Nuri EROL

11.04.2011

Her gün minik mesajlar alıyorum. Çoğu kısa ve özel. Nadir de olsa, mesaj niyetine yazılan ama “makale” seviyesinde yazılar da alıyorum. Bu kadar dikkatli, birikimli, ihlâslı ve hepsinden daha önemlisi, “ülkemizin ve dünyanın meselelerini” dert edinmenin ötesinde, “çare ve çözümleri düşünen”; düşünmekle yetinmeyip “bu çare ve çözümleri yazan” insanların varlığı, “dünya ve insanlığın geleceği” adına bendenize daha çok ümit veriyor.

Geriye ne kalıyor?

Bu düşünen insanların bir araya gelmesi, birliktelikler oluşturması, gereğince ve yeterince kurumsallaşması.

Bütün bunlar yapıldıktan sonra, söz konusu “çare ve çözümlerin” uygulanması.

Merhum Erbakan Hocamızın Liderliğindeki Millî Görüş Hareketi, kırk yıldan beri işte bunu yapıyor, MİLKO kuruluş ve kurumları bunun için çalışıyor; hayatın dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarında ülkemizin, dünyanın, insanlığın beklentilerini karşılama mücadele ve mücahedesi veriyor…

Evet…

Sadece Japonya değil, dünya bizi bekliyor…

Eğitimci ve Avukat Muhterem Nurettin Sezen, yukarıda sözünü ettiğim değerli şahsiyetlerden biri. Geçen gün bendenize gönderdiği yazısında her şeyi ne de güzel özetlemiş.

“Muhterem Reşat Nuri Erol Bey; Es-selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh…

Allahu Teâlâ’nın verdiği nimet ve Resulullah’ın (s.a.s.) risâleti sayesinde yazılarınızı değerlendirme imkânına sahip oluyoruz. Geçen cuma ve bugünkü yazılarınızı dikkatle okudum, çok mutlu oldum. Aşağıdaki notları, 30 Mart 2011 günkü Millî Gazete’de çıkan “Japon Teknolojisinin Çaresizliği” başlıklı yazımı okuduğunuzu hissettiğim için yazıyorum. Altı sene hukuk müşaviri olarak çalıştığım Ankara B.Ş. Belediyesi’nden emekliye ayrılarak avukatlığa döndüm. 30 seneyi aşkın öğretmen ve 25 sene avukat olarak çalıştım. Birkaç sefer Arap memleketlerine, Almanya ve Amerika’ya gittim. Geçen sene mart, nisan ve mayıs aylarında Amerika’daydım. Köln, Bonn, Stutgart, Münih, Frankfurt; Tiflis, Bakü; Kaliforniya, Şikago, Florida, Washington, Wirginia, … inceleme imkânı bulduğum yerlerdir. Bir oğlum Sağlık-Der Başkanı Dr. Kasım Sezen, diğer oğlum Halil Sezen Ohia Devlet Üniversitesi’nde doçenttir. Halil Sezen geçen aralık, ocak ve şubat aylarında ailesiyle beraber Japonya’da inceleme ve araştırmalarda bulunduğundan, Japonya ile ilgili taze bilgileri onlardan aldım. Şu anda Taiwan’da (Çin’de) altı ay kadar devam edecek olan “depreme dayanıklı binalarla ilgili deney ve araştırmalar” yapıyor.

Bahse konu yazılarınızda, çeşitli sebeplerle benim dile getiremediğim çok önemli bir konuya girdiniz ve bunun devam edeceğini de söylüyorsunuz. “Türkiye’nin bir sürü sorunu varken, yabancı ülkelerin sorunlarını mı dert edinelim?” düşüncesini çoktan aştığınıza inanıyorum. Merhum Erbakan Hocamız’ın ideallerinin gerçekleşmesi için bu konuların dile getirilmesi zorunludur. “Ertuğrul Fırkateyni” bu bakımdan bir simgedir. Merhum Turgut Özal’ın yön verdiği “Türk Okulları” projesi mutlaka modernize edilmelidir. Şu andaki “Türk Okulları” uygulamasının alt yapısı, yani Türkiye açısından bir programı olmadığı gibi, sorunları da dağlar gibi büyüktür. II. Abdülhamit Han’ın ecnebi ülkelerde bir program çerçevesinde açtırdığı okulların, bugünkü şartlara göre yeniden devreye sokulması zaruridir.

Ohia’da (Columbus’da) Makine Mühendisi Oğuz Bey isimli bir dostum şöyle söylüyor: “Aradığını bulamayan ve ne yapması gerektiğini düşünen gençler kiliseye gitmiyor. 15-20 sene sonra kitleler hâlinde İslâm’a gelecekler. Ama, o zaman bu gençleri ister İslâmî bilgi, isterse maddi ve manevi yönden tatmin edecek nesli yetiştirmiyoruz. Bu ihtiyacı karşılayacak İslâmî kuruluşlar ise birbirinin önünü kesiyor, birleşip bir varlık oluşturamıyor. Nerede İmam-Hatipler (ilk kuruldukları zamanki çok kaliteli İmam-Hatip Liseleri), nerede İslâmî fakülteler, nerede vakıf kuruluşları?”

İşte, yazılarınızın bu konuların tartışılacağı ortamı oluşturacağına inandığım için, şu satırları sizlere sunuyorum. Sonsuz selâm ve başarı dileklerimle...

9 Nisan 2011

Nurettin Sezen

(Eğitimci ve Avukat)

 

 

***

 

 

 

 

KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-1

Reşat Nuri EROL

12.04.2011

Bu köşede çok yazdım, çok hatırlattım: “KİT’leri satmayın, özelleştirmeyin, sömürü sermayesine peşkeş çekmeyin, yok etmeyin! Mutlaka satacaksanız asıl sahibi olan halka satın, halka arz edin, ÖZERKLEŞTİRİN!”

Ama hepsinden daha önemlisi;

“KİT’lerin ve BİT’lerin geçmişte icra ettiği ve bundan sonra yani gelecekte yerine getirmesi gereken fonksiyonları anlayın!” diye kaç kere yazdım

Biz “söyledik, yazdık, hatırlattık” ama…

KİT’lerin neredeyse tamamını sattılar, bitirdiler, kapattırdılar, yok ettiler...

KİT’ler tükenince sıra BİT’lere geldi ve geçen gün İstanbul’un İDO’su satıldı!

Belediye yönetimi adeta iflas etmiş durumda ya; sıradaki BİT’ler de satılacakmış!

Hani derler ya; “Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlar!”

Olanlara tepki aynen öyle. Herkes “kör” veya “sağır” kesilmiş; olanları “gören” söylenip yazılanları “duyan” yok!

AKP iktidarı satıyor, CHP ve MHP muhalefeti seyrediyor;

En ufak bir tepki bile yok!!!

Acaba neden?!.

Yoksa onların da kendilerine göre başka hesapları mı var?!.

İstanbul’da İDO’nun satışına tek tepki Saadet Partisi’nden geldi…

İDO’nun satışı, Saraçhane’deki İstanbul Büyükşehir binası önünde Saadet Partililer tarafından protesto edildi.

Diğer partiler yani muhalefet ve STK’lar kör, sağır ve sessiz!!!

Saadet Partililerin yanı sıra vatandaşların da katıldığı protestoda, Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Selman Esmerer basın açıklaması yaptı. Esmerer, Büyükşehir Belediyesinin kâr yapan ve yatırımlarını tamamlamış kurumlarının neden özelleştirildiğine dikkat çekerek, yakın bir zamanda İGDAŞ ve diğer BİT’lerin satışından sonra, Belediyenin yani halkın elinde hiçbir şey kalmayacağını vurguladı. Basın açıklamasının özeti şöyle:

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan ihale ile İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş. (İDO), blok satış yöntemi ile Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu’na 861 milyon dolara satıldı. Böylece, gerçekte halkın malı olan, İstanbullu vatandaşlarımızın sahip olduğu bir servetin daha “ÖZELLEŞTİRME” adı altında satıldığına şahit olduk. Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, son yerel seçimler öncesinde satışların “Halka Arz” yoluyla yapılacağını söylemişti. Üstelik Topbaş İDO ve İGDAŞ satışlarından toplamda 10 milyar dolar ve bu gelirin üçte birlik kısmını ise İDO satışından beklediğini ifade etmişti; yani 3,3 milyar dolarlık bir gelir beklentisi vardı. Topbaş, İDO’nun 861 milyon dolara satış sonrasında, beklentilerinin üzerinde bile sattıklarını ifade etmiş!!!

Zarar eden hatlar halka, kâr eden hatlar rantiyeye…

2005 yılında şehir hatları Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ)’nden İDO’ya devredildi. Bu devirle birlikte kârlı olan Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem hatları TDİ’nden İDO’ya geçmiş oldu. İDO satışa hazırlanırken ise şehir hatlarını İBB ayırarak ayrı bir şirket kurdu. Ancak Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem hatlarını bu yeni kurulan şirkete almayarak, satılacak olan İDO bünyesinde bıraktı. İDO’nun en kârlı hatları olan bu hatlar da bu satışla elden çıkarılmış oldu.

Sadece Eskihisar-Topçular hattının yaklaşık 500 bin TL günlük cirosu var. Yıllık 180 milyon TL, yani 120 milyon dolar civarında. Demek oluyor ki, halkın İDO’su, sadece bu hattın 7 yıllık geliri karşılığında satılmış oldu!!!

Soruyoruz…

Zarar eden şehir hatları belediyede bırakılırken, Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem gibi kârlı hatlar neden satılan kısımda bırakıldı?!.

Altın yumurtlayan tavuklar satılıyor…

İDO alanında dünyanın en büyüğü ve bir numarası kabul ediliyor. Bu sebeple İDO’ya yerli ve yabancı birçok şirket talip oldu. 2010 yılında 347 milyon lira gelir elde etmişti. 2009’da ise 80 milyon TL yatırım gerçekleştirmişti. 1987’de kurulan İDO, her geçen yıl büyüyerek dev bir işletmeye dönüştü. Şubat 2005’te Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın Şehir Hatları İşletmesi’ni devralmasıyla İstanbul’da deniz ulaşımından sorumlu tek otorite olmuştu. Bütün bu değerleriyle İDO, toplam 19 hatta, 25 Deniz Otobüsü, 10 Hızlı Feribot, 17 Araba Vapuru ile 32 noktaya hizmet götürüyor.

Bitmedi, satılan BİT’ler ve KİT’lerimiz üzerinde durmaya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-2

Reşat Nuri EROL

13.04.2011

İDO’nun satılması vesilesiyle, satılan BİT’ler ve KİT’lerimiz üzerinde durmaya devam edeceğimi yazmıştım; kaldığım yerden devam ediyorum...

İDO, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, yani İstanbul halkına ait bir kuruluştu...

Başkan Kadir Topbaş, son yerel seçimlerde, ikinci defa seçilirken, BİT’lerin satılmayacağını, “halka arz edileceğini” vaat etmişti ama…

KİT’leri “HALKA ARZ ETMEYEN” veya “ÖZERKLEŞTİRMEYEN” AKP hükümetleri karşısında Başkan Topbaş ne yapsın, nasıl sözünde durabilsin ki?!.

Dünkü yazımda verilen bilgilere ilave minik bir bilgi daha: İşte, “halka arz edilmeyen” veya bizim hep önerdiğimiz üzere “özerkleştirilmeyen” ve birilerine satışı yapılan İDO’nun (İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş.) ne kadar değerli olduğunu, satış yapılan yani İDO’yu satın alan firmanın hisselerindeki hızlı yükseliş de göstermektedir. İMKB’de işlem gören alıcı firma hisseleri hemen ilk günde yüzde 7,31 oranında yükselerek en çok değer kazanan hisseler arasında yer aldı. Böylece İDO’yu satın alan holding, bu alışveriş sonrasında gerçekleşen hisselerindeki değerlenmeyle bile, ihale karşılığı ödediği paranın önemli bir kısmını şimdiden karşılamış oldu. İstanbul’un İDO’sunun ne kadar önemli ve kârlı bir şirket olduğu bu ve benzeri daha başka rakamlardan da anlaşılmakta...

Peki, KİT’ler ve BİT’ler neden satılıyor?..

***

KİT’ler ve BİT’lerimiz aatılıyor, çünkü mâli tablolar felaket…

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin son iki yıla ait bütçe kararnamelerine bakacak olursak, 2010 yılı tahmini gider 6,3 milyar; gelir ise 4,3 milyar TL. Aradaki 2 milyar bütçe açığı ise net faizli borçlanma! 2011 yılında ise 6,7 milyar gider; 5,8 milyar TL gelir; bütçe açığından kaynaklanan faizli borç 0,9 milyar TL. Her yıl bütçe tablosu bundan farklı değil.

Görüldüğü gibi Büyükşehir Belediyemiz beceriksiz ve bereketsiz ellerle yönetilmekte, bunun sonucu bütçe sürekli açık vermekte, gelir gideri karşılayamamakta ve iki yaka bir araya gelmemekte. İDO, İGDAŞ gibi en güzide varlıklarını ve değerlerini elden çıkararak yaptığı satışlar bile bütçe açığını kapatamamakta... Sadece son iki yılda 2,9 milyar TL bütçe açığı görülmekte... Bu açık FAİZLİ BORÇLARLA finanse edilmekte ve FAİZLİ BORÇLAR her geçen yıl katlanarak artmakta... Bu borçlanmanın sonu tek kelimeyle “hüsran”dır!..

Sayın Başkan Kadir Topbaş’a soruyoruz…

-Sırada hangi şirketler var, hangi BİT’ler var?!. Halka ait İGDAŞ, İSPARK, HALK EKMEK ve diğer BİT’leri (Belediye İktisadi Teşekkülleri’ni) de satacak mısınız?!.

-FAİZLİ BORÇLARI kapamak için elde kalan son varlıklar, değerler, BİT’ler de birilerine “satıldıktan” sonra ne yapacaksınız?!. Halk Benzin’i niye kuruyorsunuz?!.

Kaldı ki; bütün bu satışlara rağmen bile “BORÇ”lar “FAİZLERİ”yle birlikte BİR ÇIĞ GİBİ büyüyerek devam etmekte ve iflasa doğru sürüklenmekte...

Bu mantıkla yönetime devam ederseniz, halka ait olan elde kalan son varlıkları, değerleri, BİT’leri de sattığınız halde bile; emin olun ki, şu andakinden misliyle FAİZLİ BORÇLARA batmış bir BELEDİYE olacak ve elinizde de bir şey kalmayacak!!!

***

TEK ÇARE VE ÇÖZÜM…

Refah Partisi döneminden itibaren efsane hizmetler veren “Millî Görüş” ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” belediyecilik anlayışıdır...

Belediye yönetimlerinin işin ehline, becerikli ve bereketli ellere bırakılmasıdır; elbette hükümetlerle birlikte…

Aynen 54. Başbakan Erbakan Hükümeti gibi…

Şairin dediği gibi…

Tek çare, tek çözüm ve tek yol varsa; o yol budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

Bitmedi, “KİT’ler ve yapması gereken hizmetler” üzerinde duracağım…

 

 

***

 

 

 

 

KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-3

Reşat Nuri EROL

14.04.2011

Bugün, KİT’ler ile bugüne kadar yaptıkları hizmetler ve bundan sonra yapmaları gereken hizmetler üzerinde duracaktım. O yazımı bir gün erteliyorum. Sebebi var. Japonya ile ilgili yazdığım yazılarımda da hatırlatmış, her gün kısa veya uzun, özel veya genel mesajlar aldığımı yazmıştım. Önce KİT’ler ve şimdi de BİT’lerin, daha doğrusu “İDO’nun satışı” vesilesiyle yazdığım yazılarla ilgili olarak da şifahi bilgiler, telefon ve mesajlar alıyorum. Talep, elbette bunların bir kısmını siz değerli okuyucularımla paylaşmak...

Mesela, mesajın biri şöyle başlıyor: Kaç gündür tüm günlük gazeteleri alıp satır satır tarıyorum, Millî Gazete’nin ve sizin dışınızda bu konuda tek satır kalem oynatan yok! (Olacak o kadar! Bu kadarcık da farkımız olsun. Adı üstünde, bizim adımız “Millî Gazete”, “millî meselelerimizin gazetesi”, Türkiye’de patronu olmayan tek gazete… RNE)

Aynı mesajın devamı şöyle: Merkez medya malum reklamlar ve diğer bağlarla zaten sisteme göbeğinden bağlı; sesi çıkmak bir yana, alkış tutuyorlar İDO’yu alan firmaya... Malum çevrelerin sesi iktidar (daha doğrusu başbakan) korkusu sebebi ile çıkmıyor...

Sn. Reşat Nuri Erol, İDO satılmamıştır, “peşkeş” çekilmiştir. İhalenin seçim sürecine denk getirilmesi ve gündem içinde kaybolması özellikle ayarlanmıştır. Kadir Topbaş’ın bu olayda bir dahli yoktur, kendisine denileni yapar; bu konuda da öyle olmuştur.

Size iptal edilen “Galataport İhalesi”ni ve Sami Ofer’in Karaköy’deki el kadar arazi için verdiği 3 MİLYAR DOLARI hatırlatırım. ‘Ne alakası var?’ derseniz, yine hatırlatmaya devam edeyim: İDO’nun İstanbul’un göbeğinde ve deniz kıyısında yüzbinlerce metrekare kullanımlı arazileri vardır. Buyrun HAREM, buyrun SİRKECİ, buyrun YENİKAPI

Yarın “Harem-Sirkeci Tüp Tüneli” açıldığında (Tünel niçin Kadıköy’den Üsküdar’a alındı? Harem İskelesi ile bir alakası var mı acaba?!.), İDO’yu satın alan şirket, ‘Efendim, bu hatlar çalışmıyor!’ diyerek bu arazileri her türlü, çok türlü değerlendirecektir. İDO’nun ihtiyacı olmadığı halde, son yıllarda Yenikapı’da, Sirkeci’de, Harem’de onlarca dönüm arazi parça parça eklenerek, 200 dönüm gibi büyük kısmı âtıl duran alanlar İDO’ya verildi! Yani bu hazırlıklar yapıldı, yapıldı ve İDO satıldı!!! Neden?!. Yenikapı, Sirkeci, Harem arazilerinin marina, yat limanı, kruveziyer limanı şeklinde kullanması, buraların değerini emin olun 3-5 milyar dolara çıkartır. Geri kalan onlarca iskele ve gemi de cabası… Ayrıca bir de “Ro-Ro Meselesi” var ki, evlere şenlik. Sn. Topbaş yok diyor, Belediye Meclisi var diyor… Ve Ro-Ro yapması için İDO’ya Avcılar’da, Yalova’da, Bandırma’da yani oralardaki kıyılarda tahsis edilmiş araziler var. Bunların fiyatı ihaleye eklenmedi!!!

Acaba neden?!.

Bir iddia da aynen şöyle: Bu satış (İDO’nun satışı) planları çok derinlerde yapılmıştır ve amacı da Belediye’nin borcu filan olmayan derin bir operasyondur...

İDO neden bu kadar önemli?

Yukarıda bazı gerçekleri yazdım. Ama daha başka ve daha önemli bilgiler de var:

İDO Türkiye’nin en stratejik kurumlarından birisidir. Dünyanın alanında en büyüğü. Libya olayı da bunu gösterdi. Özel sektör gemileri bir haftada yerinden kalkamazken, İDO gemileri sabah direk Libya’ya yola çıkacak kadar hazırlıklı idiler ve gittiler, görevlerini yapıp döndüler zaten. İDO kamu/halk malı olunca hareket/hizmet kolay. Peki, İDO özel sektörün olunca bu hizmetleri yapacak mı?!.

İbretamiz bir KİT örneği ile bitirelim:

Koç Holding, SEK’in (Süt Endüstrisi Kurumu) tüm varlıklarını “5 milyon dolar”a satın aldı. Bugün sadece Yenibosna’da Koçtaş yapılan eski SEK Fabrikası alanı “300 milyon dolar”dır. İşte bu ihalenin de o ihaleden bir farkı yoktur. İDO 3-5 yıl sonra 3-5 milyar veya 6-7 milyar dolar değere, yani gerçek değerine ulaşacak ama “bir milyar dolar”dan bile düşük bir fiyata satıldı!!!

Bütün bu bilgilerle rakamlar ayan beyan ortadayken ve tek cümleyle “halkın malı sermayeye peşkeş çekiliyor” derken, birileri neden ve hangi hakla kızıyor;

HANGİ HAKLA?!.

Evet, durum maalesef böyle…

Yarınki yazımda KİT’lerin bugüne kadar yaptıkları hizmetler ve bundan sonra yapmaları gereken hizmetler üzerinde duracağım, inşaallah....

 

 

***

 

 

 

 

KİT’lerin yaptıkları ve yapması gerekenler (4)

Reşat Nuri EROL

15.04.2011

Dünyada iki sistem var; biri kapitalizm, diğeri sosyalizm.

Her ikisi de sermaye tekelini oluşturma çabasıdır.

Sanayileşmiş ülkelerde tekel sermaye bütün işyerlerini yutacak, böylece tüm kapitalist devletler sermayenin birer eyaleti hâline getirilecek.

Sanayileşmemiş ülkelerde sermaye tekeli kurulamadığı için oralarda sosyalizmle tekelleştirme uygulamasına geçilmiştir.

Önce ‘sosyalizm’ diyerek devlet halktan nesi varsa almış, şimdi de ‘özelleştir’ diyor ve sadece kendisi talip! Şimdilik bu peşkeş ve soygun tam olarak başarılamamış. Tek başına ‘zenginler/sömürü sermayesi’ veya ‘yönetim/sosyalist devlet’ halkı esir edemeyince, bu sefer ‘karma ekonomi’yi getirmiştir. Bunların hepsi halkı sermayenin emrine verme girişmişlerdir. Buna karşı ilk defa Türkiye (Mustafa Kemal) devletçiliği uygulamaya başlamıştır.

Devletçiliğin ilkesi şudur:

-Halkın yapabileceği şeyleri halk yapar, devlet karışmaz ve o işleri yapmaz.

-Halkın yapamayacağı işleri devlet (KİT’ler) yapar, bu defa da halk büyük sermayenin yani devletin yapacağı işleri yapmaya kalkışmaz.

Türkiye’yi taklit eden Mussolini İtalya’da, onu taklit eden Hitler Almanya’da başarılı işler yaptılar. Sermaye daha sonra onlara başka hatalar yaptırarak çökertti. Bunu ben söylemiyorum. Hitler’e, “Sen bunları nereden öğrendin?” diye sormuşlar; o da, “Ben Mussolini’den öğrendim, o da Mustafa Kemal’den öğrendi!” demiştir...

 

KİT’LER TÜRKİYE’DE ÇOK BAŞARILI İŞLER YAPMIŞTIR.

1) KİT’ler teknoloji transferini yapmış, Türkiye’yi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirmiştir.

2) KİT’ler halkımızı eğitmiş, Türkiye’deki özel sektör sanayiinin personeli oradan yetişmiştir.

3) KİT’ler Türkiye’nin kentleşmesini sağlamış, halk onlar sayesinde kentlerde yerleşmeyi öğrenmiş, 15 milyonluk dev kent bu sayede oluşmuştur.

4) KİT’ler sayesinde Türkiye’de tekelleşme önlenmiş, yine KİT’ler sayesinde “halk ekonomisi” geliştirilmiştir.

 

KİT’LER NEDEN ZARAR ETMİŞTİR/ETTİRİLMİŞTİR?!.

1) Önce Türkiye’deki ağır vergiler, enflasyondan alınan vergiler ve sigorta yüküyle çökertilen işletmeler ancak kayıt dışı kaçak çalışarak yaşayabilmişlerdir. Oysa KİT’ler vergi kaçıramamış ve enflasyonların altında ezilmişlerdir.

2) KİT’ler yalnız ekonomik işleri yapmamış, yukarıda saydığım kamu hizmetlerini de yapmışlardır. Zararın devletçe kapatılması kadar olağan bir şey olamaz.

3) Kayırma yoluyla atanmış bilgisiz ve yolsuzluğa âlet olan yöneticiler kasden KİT’leri iflas ettirmişlerdir. Biz bürokraside çalıştığımız yıllarda (14 yıl) bunun mücadelesini verirken her sene bir yer değiştirmek zorunda kalmışızdır.

4) Bunlar yetmiyormuş gibi iş arayanlar KİT’lere gönderilmiş ve üç-dört misli fazla işçi ile çalışmak zorunda kalınmıştır. Sonuç: KİT’lere önce zarar ettiriliyor, sonra da “zarar ediyor” diye satılıyor, sattırılıyor; daha doğrusu kurulan tezgahlarla sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor!!! Ne acayip bir mantık ki, zarar edenler değil kâr edenler satılıyor, öbürünü kimse almaz deniyor…!!!

 

KİT’LERİ ŞİMDİ DAHA BÜYÜK HİZMETLER BEKLİYOR.

1) KİT’ler teknoloji transferi değil teknoloji üretimi yapacaktır. Muasır medeniyetin fevkine çıkmak ancak teknoloji transferi ile mümkündür.

2) KİT’ler teknoloji eğitimi yerine teknoloji uygulamasını gerçekleştirecek, usta-çırak sistemini organize edeceklerdir. Çırağı usta yapan ustaya bedeli ödenecektir. Çırağın işçi veya usta olduğu ortak imtihanlarla belirlenecektir. Böylece tarihimizdeki “usta-çırak sistemi” yeniden geliştirilerek canlandırılacaktır. Bu sayede köylere sanayi ulaşacak ve tarım sanayileşecektir.

3) KİT’ler “Genel Hizmetleri” yapacaktır. Küçük firmaların ayrı ayrı yapamayacakları işleri “Genel Hizmet Kooperatifi” yapacaktır. KİT’ler bu kooperatifleri organize edeceklerdir. III. bin yılın/medeniyetin temel dayanağı bu olacaktır.

4) KİT’ler vakıf işletmelerini işleteceklerdir. Serbest rekabetin sağlanmadığı “yollar” gibi hizmetler vakıf işletmelerle yürütülecektir. Bu işletmeler KİT’ler tarafından oluşturulacak ve denetlenecektir.

Evet, KİT’ler tasfiye edilmeyecek/edilmemeli, halkın yapamayacağı işleri yapacak/yapmalı, tekellerin sömürüsünü önleyecekler/önlemeli, halkın yapabildiği işleri ise yapmayacaktır. Bunlar “ÖZERKLEŞTİRİLEREK” “halk işletmeleri”ne devredilecektir.

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık, nerden nereye…

Reşat Nuri EROL

16.04.2011

Önce kısa bir özet:

Kurulan devlet, ikiye ayrılış, sonra yıkılış ve Babil’e esir olarak sürgün...

Tekrar dönüş ve Romalıların istila ve zulüm dönemi…

Hazreti Ömer Kudüs’ü alınca İsrail oğullarına da oralara girme imkanı sağlanmış...

İsrail oğullarının yeniden canlanmaları ancak İstanbul’un Fethi sonrasında Amerika’nın keşfi ve gelişmesinden sonra olmuş...

Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ticaret gelişince, İsrail oğulları bundan yararlanmış ve zengin olmuşlardır.

İşçiliği ve üretimi bilmeyen Avrupalılara Müslümanlardan öğrendikleri sanayii götürmüşler ve bundan yararlanarak dünyaya ekonomik olarak hâkim olmuşlardır.

Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıyor, kendi imkânlarını geliştiriyorlardı.

Yirminci yüzyıla geldiklerinde, bunlar, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları “Yahudi Kongresi” toplantısında şuna karar verdiler:

Müslümanlar o kadar zayıfladılar ki, artık bunların Hıristiyanlara karşı durması mümkün değil. Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı ortadan kaldıralım, çatışmayı başka bir şey üzerine bina edelim; “kapitalizm ve komünizm/sosyalizm rejimleri” üzerinde kuralım.

Marx’a hazırlattıkları tezleri bazu Avrupalıları ve Almanları da kullanarak “Rusya’da/Sovyetlerde komünizmin/sosyalizmin merkezini” kurdular ve “ABD’yi de kapitalizmin merkezi” yaptılar.

İslâm dünyasını da işgal ederek/ettirerek dine karşı şiddetli bir saldırıya geçtiler.

İslâm âlemi dinsizleştirilecek, sömürgeleştirilecek ve asimile edilecek; Arapça eğitim dili olmaktan çıkarılacak...

Ancak, bir asır geçmeden “kapitalizm-komünizm/sosyalizm rejim bloklaşmaları” sona erdi; “komünizm” yıkılıp gitti, “kapitalizm” can çekişiyor…

İslâm ülkeleri/devletleri bağımsızlıklar kazanmaya başladı, “dinsizlik akımı” da adım adım ortadan kalktı, kalkıyor...

Şimdiki soru/n şudur:

İsrail oğulları çağımızdaki Batı uygarlığını bu hâle getirdiler.

Bunu “dinsizliğe ve ahlâksızlığa dayanan faizli ekonomi” ile sağladılar.

Büyük güç elde ettiler. Elleri üzerimizde dolaştı. Şimdi ise elleri tutulmuştur.

Sovyetler yani “komünizm” yıkıldı, “kapitalizm” de çöküyor..

ABD’de yani “kapitalizmin merkezinde” Müslüman evladı Barack Hüseyin Obama başkan oldu…

AB ülkeleri Papa yani “din” etrafında kenetleniyor...

İslâm ülkeleri çok yönlü kaynıyor, çok yönlü bağımsızlıklarına kavuşuyor...

Peki, bu durumda, bundan sonra İsrail oğullarının durumu ne olacak?..

Tekrar tarihe dönelim, minik bir özet daha yapalım:

İsrail oğulları, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un oğullarıdır. Hz. İbrahim’in diğer oğlu İsmail Mekke’de yerleşmiş, Hz. Muhammed aleyhisselâm da onun torunu olmuştur. Allah insanlığı bir uygarlıkta toplamayı murad etmiş ve bu görevi Hz. İbrahim’in çocuklarına vermiştir. Hz. Yakup’un çocukları Hz. Yusuf’un başkanlığında yeni bir ulus ortaya çıkarmış, bu ulus insanlığı bugünkü hâle getirmiştir. Kur’an Araplara (yani Hz. İbrahim - Hz. Muhammed koluna) nâzil olmuş, onlar da uygarlaşmada etkili olmuşlardır. Hz. Muhammed aleyhisselâm Mekke ve Medine’de yaşamış, Arap Yarımadası’ndaki ilk devleti (Medine Sözleşmesi/Anayasası ve Medine Devleti) kurmuş, bu devlette Yahudiler de yer almışlardır...

Mezopotamya (Babil) ve Mısır medeniyet merkezleri…

Fenikeliler ve Grekler…

İbraniler ve Araplar…

İnsanlar önce toplayıcılık, sonra avcılık ve daha sonra da çobanlık dönemini yaşadılar... Develerin yaşayabildiği geniş ovalara yayılan Arapların geçimleri çobanlıktı... Mekke şehri Hz. İbrahim’in oğlu İsmail tarafından Milattan 2000 yıl önce kurulmuştu... Medine’nin kuruluşu Miladi yıllara rastlamakta... Medine tarıma elverişli bir yerdi, halkı iki medeniyetin muhacirlerince oluştu… Medine yavaş yavaş gelişmiş ve Mekke’ye yetişecek hâle gelmişti... Kur’an, Mekke ve Medine’de nâzil olurken İsrail oğullarından bahsetmekte, “Beni İsrail’e/İsrail oğullarına” hitap hem Mekke hem Medine sûrelerinde geçmekte; “Yakub’un âli” geçmekte, “İsrail’in oğulları” geçmekte, bir yerde de “zürriyet” olarak geçmekte… “İsrail” Hazreti Yakub’un adı mıdır, yoksa başka birisi midir; bu ayırım neye göre yapılmaktadır?.. Bunun ayrıca araştırılması gerekmekte...

Mesele önemli ve derin; bugün kısa ama geniş bir giriş yaptım, devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

İstanbul Belediyesi faizli borç batağında

Reşat Nuri EROL

17.04.2011

Recep Tayyip Erdoğan, “Refah Partisi” döneminde, “Millî Görüş belediyecilik anlayışı” sayesinde İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) yönetiminde başarılı oldu ve bu başarıya istinaden başbakanlığa kadar ulaştı... Kadir Topbaş, 2004 yılından beri başkan…

İDO’nun İBB tarafından satışı vesilesiyle KİT’ler, BİT’ler ve “FAİZLİ BORÇLAR” ile ilgili dört yazı yazdım. Bu arada İBB Meclisi’nde 2010 faaliyetleri değerlendirme toplantısı yapılmış. Bundan sonra yazacaklarım, İBB Meclis Üyesi Ahmet Sadıkoğlu’nun Meclis’te dile getirdiği görüşlerinden derlenmiştir.

İBB Faaliyet Raporu’nu incelediğimizde, 5.985.182,250 TL geliri ile 6.513.000.000 TL gideri vardır... İBB’nin borçlarını 2009 yılı ile mukayese ettiğimizde 1.200.000.000 TL artış göstermekte, İSKİ ve İETT’nin borçları ile beraber 10.188.000.000 TL’ye çıkmış olduğu görülmekte... Fakat bu hesaplara hak edişlerden oluşan borçlar ilave edilmemiş; 31/12/2010 tarihi itibariyle İBB’nin toplam borcu ne kadardır, bilinmemektedir... İBB, 2010 yılı içerisinde borcu borç ile kapatma gayretleri içerisine girmiş!!! Aslında bizler de Meclis üyeleri olarak bu kadar borçlanma yetkisi vermekle yanlış yaptık ve yazık ettik...

Şimdi sizlerle Sayın Kadir Topbaş’ın görevi devraldığı 2004 yılı mali yılı mazbatasını paylaşmak istiyorum. O günkü yönetim 2004 yılı içerisinde kullanılmak üzere meclisimizden 110.000.000 dolar borçlanma talep etmiş, fakat tahmini bütçe oylanırken meclisimiz bu borçlanma maddesi yetkisini iptal ederek bütçeyi kabul etmiştir. 2004 yılını hemen Mart ayından sonra göreve gelen Kadir Topbaş, neredeyse borçsuz bir belediye devralmıştır ama bugün gelinen nokta neredeyse her ay bundan çok daha fazla borçlanma yetkisini vermek suretiyle İBB’nin borcunu bu noktalara çıkardık. Bu durum kaynakların çok iyi yönetilmesi değil, “İFLAS”tır. Çünkü bu borçların kapatılması için İBB nesi varsa her şeyi “SATMA” gayreti içerisine girmiştir...

(Dikkat edilirse, aynen KİT’lerde oynanan oyun ve uygulanan strateji; BİT’leri de zarar ettir, iflas ettir ve sermayeye SAT!!!)

BORÇLARIN İBB’YE “FAİZ” YÜKÜ: Genel bütçede 309.000.000 TL, İETT bütçesinde 164.000.000 TL, İSKİ bütçesinde tahmini 30.000.000 TL, emanetler hesabımda tahmini 100.000.000 TL olmak üzere, TOPLAM 603.000.000 TL.

FAİZ yükünü bütçe içerisinde bir kalemle mukayese edelim: Personel giderlerine baktığımızda, toplam 13.431 kişiye ödediğimiz ücret 492.000.000 TL. Bunlar için sosyal güvenlik kurumlarına ödenen prim giderleri 95.118.000 TL. Toplam 587.118.000 TL’dir.

Fark etmişsinizdir, FAİZCİ küresel sermayeyi destekleyerek, en fazla 15-20 kuruluşa ödediğimiz FAİZ, 13.431 personelimizin toplam maliyetinden çok daha fazla!!!

Böyle olmasına rağmen, İBB yönetimimiz, tasarruf yapmak için gözünü personel giderlerimize dikmiş, elini işçimizin ve memurumuzun sofrasına uzatmıştır... Yine sizin yeni ifade ettiğiniz (Kadir Topbaş’ı kastediyor) Mevlana’ya ait güzel bir sözü hatırlatacağım; “Bir neslin geleceğini bir önceki nesil hazırlar.”

Şimdi de İDO ve İGDAŞ’ı satma gayreti içerisine girdik...

Geçen hafta hep beraber medyadan takip ettik.

İDO’ya bizler 3-4 milyar dolar teklif beklerken, 861 milyon dolara satıldı!!!

Bu rakamı değerlendirdiğimizde, İBB’nin 2 yıllık FAİZ GİDERİDİR!!!

Daha dün, Asya Belediye Başkanları toplantısındaki konuşmanızda, 7 yıl önce devraldığımız İDO’yu bir dünya devi haline getirdik demiştiniz. Karşılığı bu mu olacaktı?!. Halbuki sizler seçim propagandalarınızda İGDAŞ’ı, İDO’yu, İSPARK’ı satmayacağınızı, “halka arz yapacağınızı” İstanbul halkına söz vermiştiniz. Ayrıca, bu kurumlar sizlere sizden öncekilerin İstanbul’a yaptığı hizmetler olarak bırakılmış emanetlerdir.

Evet, altını çiziyorum, EMANETLERDİR ve ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Siz İstanbul halkına söz vermiştiniz.

Bir mümin söz verince ne yapması gerekir, bunu sizler en az benim kadar bilirsiniz. Bunlar size emanettir. Emanete karşı bir müminin nasıl davranacağı bellidir. Siz konuştuğunuzda doğru konuşursunuz, yalan konuşmazsınız, bu müminin vasfıdır. Bunların tersini yapanın vasfının ne olduğunu sizler de en az benim kadar bilirsiniz...

 

 

***

 

 

 

İnsanlık, nerden nereye-2

Reşat Nuri EROL

18.04.2011

Bu konu ile ilgili önceki yazımızda ne dedik?

İnsanlık, nerden nereye…

Önemine binaen, hayırlı bir vesileyle araya bir “KİT/BİT/İDO’nun satışı” yazısı daha girdi: İstanbul Belediyesi faizli borç batağında…

Önceki konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz;

İnsanlık, nerden nereye…

***

İnsan için ilk yaradılıştan itibaren görevlendirme var, görev/ler var. Yani biz bu dünyaya bir görev görmek için geldik. Kâinatta abes olan, işe yaramayan hiçbir şey yok. Neyin ne için yaratıldığını bilemediğimizde birçok boş ve işe yaramayan şey var zannederiz, hattâ zararlı ve kötü zannederiz. Mesela, bizi en çok rahatsız eden varlıklar olarak virüsler var. Oysa virüs işe yaramasa bile bedenleri son olarak ortadan kaldıran canlımsı varlıktır. Ölmüş bedenleri bakteriler çürütürler. Bakterileri ise virüsler parçalarlar. Böylece canlı tekrar cansız hâle gelir ve yeni canlılara malzeme olur. Doğadaki düzen için vardır her şey.

Evet, Allah bize “hastalık/problem/sorunlar” vermiştir ama “deva/çare/çözümler” de vermiştir, her derde deva/şifa da vermiştir. En büyük şerefli görev insana verilmiştir. Bu görevleri bize öğretmek için nebiler, resuller, nakibler ve kitaplar göndermiştir.

Kuvvete (zulme) dayanan yönetimler görevlileri yabancılardan seçerler.

Hakka (adalete) dayanan yönetimlerde görevliler kendi içlerinden atanırlar.

Bizim için “ADALET” mülkün/hükmetmenin/yönetmenin temeli ve ana esası olduğuna göre; “Adil (Ekonomik) Düzen” uygulamasını nasıl yapacağız?

Topluluklar aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il ve kavm/ulus/devlet olarak iç içe teşkilatlanmışlardır. Aynı dili konuşan topluluklara “kavm/ulus” denmektedir. Her ulus bağımsız olup kendi başkanlarını kendileri seçer ve genel hizmetlilerini ve kamu görevlilerini kendilerinden seçerler. Yabancılar kamu görevi, hattâ genel hizmet bile alamazlar.

***

İllerin yani “şa’blerin” durumu da böyledir.

Bucaklar yani “kabileler” de böyle yönetilirler.

Ocaklar yani “aşiretler” de kendi kendilerini yönetirler.

Beşeriyet/insanlık da başkanlarını kendileri seçeceklerdir.

Bunların dışında ve bunların arasında “mizan/denge” unsuru olarak “karye, belde, medine ve mısr”da ise yine o topluluk içinde olanlar görevli olacaklardır. Ne var ki bir bucak halkı semtlere göre ayrı halk olmadığı için kendi semti dışında olanlar görev yapacaklardır. Yalnız bunlar da sonunda kendi seçtikleri kimsenin emrinde görevli olacaklardır.

İnsanlık, ülke, il, bucak, ocak başkanlarını halkın temsilcileri “sıralama usulü” ile seçerler.

Ayrıca kıta görevlilerini dayanışma ortaklıkları “biat/bağlanma yoluyla” oluştururlar.

Bölge için de ülke halkı biat yoluyla oranın hizmetlilerini ve görevlilerini oluştururlar.

İlçe görevlilerini il halkı, semt görevlilerini bucak halkı aynı şekilde ve aynı sistemle oluşturur.

Kırk yıllık araştırmalarımızın sonucunda ortaya çıkan “nizam/sistem/düzen” bu şekilde kurulup uygulanırsa, tamamen ve bir bütün olarak uygulanmış olur. Biz istihsanla iki durumu daha ekliyoruz ve bunu da “dengenin korunması” ilkesine dayandırıyoruz.

Birincisi; halk bağlanırken (biat ederken) kendi bucağından olanlardan ama kendi semtinden olmayanlardan, kendi ilinden olanlardan ama kendi ilçesinden olmayanlardan, kendi ülkesinden olanlardan ama kendi bölgelerinden ve kendi kıta merkezlerinden olmayanlardan birine bağlanacaktır.

İkinci olarak; bağlanılan kimseler merkezin ehliyetli kimselerinden olmalıdır. Bunu da “emaneti ehline veriniz” kaidesine istinaden yapıyoruz. Biz buna ilaveten başkanın atadığına bağlanmazlarsa başkan başkasını atar, halk birleşip başkasını seçmez diyoruz. Bu da yine zaruret dolayısıyla yapılan bir istidlaldir, tefrikanın olmaması için gerekmektedir.

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık ve Türkiye, nerden nereye-3

Reşat Nuri EROL

19.04.2011

SEÇİM!!!

12 Haziran Seçimi!!!

12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var…

Acaba biz doğru dürüst seçim yapmayı, sayı saymayı biliyor muyuz?!.

Hele hele, yüzde 10 barajının olduğu bir “seçim” ne kadar “demokratik”tir?!.

Kritik bir soru daha:

İnsanlık, dünya, Avrupa, Batı ve biz seçim yapıyor muyuz?!.

Tekrar ana sorumuzu/sorunumuzu soruyor/hatırlatıyoruz:

İnsanlık, nerden nereye?!.

Her neyse…

Şimdilik böyle “derin” konuları boş verin, biz asıl konumuza dönelim…

***

Sayma paketlemedir. Gelişigüzel paketleme yapabilirsiniz. Önce 3’lü paketler, sonra 7’li paketler, sonra onları 11’li paketler yapabilirsiniz. Bizim zaman ölçülerimiz böyledir; 60 saniye, 60 dakika, 24 saat, 4 hafta, 12 ay, 7 sene gibi. Bugün ise “ikili ve onlu sistemler” kullanılmaktadır. Kur’an 3 ve 7 tabanlı 2’li ve 10’lu sistemleri kullanmaktadır. Kâinat da bunlara göre var edilmiştir. 12 sayısı 3’ün 2’li sistemi içinde yer almaktadır. 4*3=12 eder. Yıl içinde 12 ay vardır. Gezegenlerin dizilişi de 3’ün 2’li sistemiyle oluşturulmaktadır.

(4+3+3+2*3+4*3+8*3+16*3+32*3+3*10+64*3+128*3) şeklinde dizilmiştir.  

Buna “Body Dizisi” denmektedir.

Eskiden beri ordular “onlu sistem”e göre oluşturuluyor; “onbaşı, yüzbaşı, binbaşı” kavramları buradan gelir. 10’lu kuruluş 3’e ayrılmıştır. Sonra 5’li sistem kullanılmaya başlandı. Buna göre bir askeri birlik 3’ün 4’lüsü olmalıdır.

Demek ki bir devletin 3 milyonluk ordusu vardır. 50 milyonluk bir devletin 10 milyon savaşçısı vardır. 3 milyonun üçte biri asker olacak demektir. Barış zamanında bu sayı beşte bire indirilecektir, yani insanlar (ihtiyatlar) gerektiğinde askere kısa zamanda gidecektir. Bu da 600 000 eder. Bu miktar bugünkü ordularımızın miktarı demektir.

Sivil teşkilatlanmayı da buna paralel yapabiliriz. 3*5=15 eder. Demek ki 15’de bir zaman askerlikte geçecektir. Bu da yaklaşık senede bir ay eder.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmalarımız buna tamamen uygundur.

İnsanlık 12 kıtaya ayrılacak, her kıta 10 ülkeye ayrılacak, her ülke 12 bölgeye ayrılacak, her bölge 10 ile ayrılacak, her il 12 ilçeye ayrılacak, her ilçe 10 bucağa ayrılacak, her bucak 12 semte ayrılacak, her semt 10 ocağa ayrılacak, her ocak da 12 aileden oluşacak.

Her aile 3 ile 10 kişi arasında olacaktır.

“ADİL DÜZEN ANAYASASI”na onlu sistemi uyguladık.

Son çalışmamızla sistemde küçük değişmeler/ilaveler de yaptık.

Kıta, bölge, ilçe ve semtler için 10 yerine 12’yi getirmiş olmaktayız.

Yeryüzünü 12 kıtaya ayırmamız gerekmektedir.

1) Güney Amerika, 2) Kuzey Amerika, 3) Afrika, 4) Avustralya, 5) Antartika, 6) Büyük Okyanusya, 7) Avrupa, 8) Sibirya, 9) Çin, 10) Hint, 11) Ortadoğu, 12) Hindiçin.

Ayrıca ülkemizi de 12 bölgeye ayırmamız gerekmektedir.

1) Samsun, 2) Tekirdağ, 3) Bursa, 4) İzmir, 5) Adana, 6) Van, 7) Diyarbakır, 8) Erzurum, 9) Kayseri, 10) Konya, 11) Afyon, 12) Ankara.

***

SEÇİM!!!

12 Haziran Seçimi!!!

12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var/mış!!!

Seçim yapıyormuşuz ve yüzde 10 barajı da varmış!!!

İktidarda, sekiz-buçuk yıldır elinde “Anayasa Çoğunluğu” olan “bir parti” varmış ama; ne bu “seçim barajı”nı kaldırmış, ne de “yeni bir anayasa” yapabilmiş!!!

Ama bundan sonra yapacak/mış; hem de “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve çalışanları olmadan!!!

Şimdiye kadar yap/a/madıkları, bundan sonra yap/a/mayacaklarının teminatıdır…

Saymayı, sistemleri, adaletli seçimleri ve hepsinden daha önemlisi “ilmî çalışmaları” bilmeyenler “seçim” ve “anayasa” yapamazlar...

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık ve ticaret, nereden nereye-4

Reşat Nuri EROL

20.04.2011

SEÇİM/miş; barajlı(%10), engelli, yasaklı.. vs’li SEÇİM!!!

Siz Türkiye’de “seçim yapıldığını” zannediyorsanız, bu yazıyı okumayın; “sözde seçim” yazıları ile oy/alanın…

İnsanlıkta gelişmenin ve ilerlemenin olması için yarışmanın, çatışmanın ve rekabetin olması gerekir. Canlılar âlemi böyledir. Türler arasında çatışma olduğu için gelişme ve ilerleme olmaktadır. Çatışma, yarışma ve rekabet demek aynı zamanda ayıklanma demektir. Kurtlar kuzuları yiyerek yaşarlar. Kuzu kaçar, kurt koşar. Kuzu zayıfsa kurt onu yakalar, yer ve kurt hayatını devam ettirir. Güçlenir ve başka kuzuları yakalayıp yer. Kuzu sağlamsa, kurt zayıfsa, bu sefer kuzu kaçar, kurtulur ve kurt aç kalır, daha zayıf hâle gelir, başka kuzuları yakalayamaz, bu sefer kurt ölür. Kuzular onları yiyen kurt kalmadığı için çoğalırlar. Canlılar âlemindeki bu çatışma, yarışma ve rekabet türler arasında da vardır.

İnsanlarda ise bu çatışma, yarışma ve rekabet topluluklar arasındadır. Topluluklar yarışırlar. Sağlıklı topluluklar ayakta kalır, diğerleri ezilip giderler.

İki çeşit topluluk vardır; “yapıcı topluluklar” ve “yıkıcı/yok edici topululuklar”.

Yarışmanın olabilmesi için onların var olması gerekir, ama sonunda hakimiyet yapıcı topluluklara ait olmaktadır. Mikroplar yenerlerse hasta ölmekle kalmaz, hastayı öldürmek isteyen mikroplar da hastayla ölürler. Allah sağlıklı toplulukları galip getirecek silahları ve gücü vermiş, bu güç bahşetmede taraf tutmamıştır. Tebliğ herkese yapılmaktadır. Daveti kabul edenler galip geleceklerdir. Tebliği kabul edenler “sağlıklı topluluklar” gibi, kabul etmeyenler ise “mikroplar” gibidir. Allah, “Ben sizinle beraberim” diyor ve şunu demek istiyor: Sonunda siz galip geleceksiniz, zafer sizin olacaktır; sizi yok edip ortadan kaldırmak isteyenler yok olacaklar... “Zekat/vergi” temizlik demektir. Kazancınızda haram vardır. Çünkü siz bütün insanların ortak şeylerini kullanarak üretiyorsunuz, onların en azından “kira payları” vardır; onları ayırıp halka yani kamuya “vergi/zekat” vermelisiniz.

Haramlardan kurtulmak için:

1.

-Vergileri eksiltmeden vereceksiniz...

2.

-Faiz almayacaksınız, faiz vermeyeceksiniz...

3.

-Karşılıksız para, karşılığı olmayan para çıkarmayacaksınız...

4.

-Tekel oluşturmayacaksınız, serbest pazar ekonomi sisteminin var olmasına dikkat edeceksiniz...

Çok açık bir şekilde, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiği zaman, İsrail oğulları yani Yahudiler de dâhil olmak üzere, insanlığı sömürenlerin ve sömürtenlerin durumlarının ne olacağına açıklık getiriliyor.

Özellikle onların doğal düzenin aslına dönmeleri gerekmektedir.

İki temel kurum var; toplantılar/namazlar ve kamu bütçesi yani zekât/vergi. Toplantılar yapılacak, vergiler ödenecek, bir de başkanın meşru emirleri yerine getirilecektir...

Malların mübadelesi sistemi yalnız insanlar arasında vardır.

Mübadelede aracısı yani “tüccar” olma da yine sadece insanlarda vardır.

Ticaret insanlara mahsus bir meslektir.

Ticaret yapmak için:

1. Nerede ne var ve neler kimlere lazımdır; bunlar bilinecek ve olandan alınıp muhtaç olana götürülecek.

2. Malları alıp satacak kadar sermayen veya kredin olacak.

3. Değişik halkların dillerini bilip onlarla ilişkiler kurabileceksin.

4. Ticaret çok kârlıdır ama çok rizikoludur. Bu sebeple ancak başka imkânları olmayanlar ticaret yaparlar. Tarımı, sanayii, inşaatı bilenler ticarete heves etmezler.

İsrail oğulları hep ticaretle meşgul olmuşlardır.

Çünkü onlar ülkelerden ülkelere sürüldükleri için her yerde kendi halkları vardır. Ticaretten başka da işleri yoktur. İşte bugün dünyaya ekonomi bakımından hâkim olmaları bu ayrıcalıklarından doğmaktadır. Ticareti iyi biliyorlar, buna hakları da vardır ama bu arada “faizli işler” yapıyorlar, o zaman da “ekonomik krizler” doğuyor…

İyi bilinmelidir ki, “insan” demek “borçlu” ve “alacaklı” olan kimse demektir. Uygarlık “kredileşme” üzerine oturur. Dolayısıyla “kredileşme müessesesi” olmayanların uygarlaşmaları, hattâ yaşamaları mümkün değildir.

Bu kredi “faizli” olursa “karz-ı kabiha”dır, “faizsiz” olursa “karz-ı hasen”dir.

İşte, Allah’ın Yahudiler dahil bütün insanlardan istediği şey; faizsiz iş yapacaklar, karz-ı hasen içinde hareket edecekler...

Döndük, dolaştık “faiz meselesi”ne geldik;

Faiz meselesinin devamı gelecek yazıda…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık ve faiz, nereden nereye-5

Reşat Nuri EROL

21.04.2011

İnsanoğlunun serüvenini incelerken, döndük dolaştık ve “faiz meselesi”ne geldik…

Önce faizin zararları nelerdir, onun üzerinde duralım:

1- FAİZ parayı piyasadan çeker, döngüyü yavaşlatır, sonunda krize dönüşür.

2- FAİZ durup dururken malları ambarda pahalılaştırır, eski mallar satılmaz, dolayısıyla yenileri de imal edilemez. Böylece kriz ortaya çıkar.

3- FAİZLİ çalışma ancak enflasyonla olur. Enflasyon ise işsizliği doğurur. İşsizlik açlığı, açlık borcu, borç yoksulluğu, yoksulluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı da isyanı ortaya çıkarır.

4- FAİZCİ insanlar çalışarak değil de çalışmadan yaşamaya, bundan dolayı da “sefalet” ile “sefahat” yan yana yaşamaya başlar.

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de “faiz” yerine “SELEM VE KREDİLEŞME” getirilmiştir:

1. FAİZ yerine devlet “vergi/zekat” alacaktır. Devlet, bir önceki yıl aldığı vergi kadar krediyi faizsiz verecektir. Bundan dolayı kazanan vergisini isteyerek daha çok ödeyecektir.

2. FAİZ yerine “selem” getirilmiştir; çünkü “faiz” veresiye satıp malı pahalılaştırır, “selem” siparişle alma olup malları ucuzlatır.

3. FAİZ yerine “kredileşme” ikame edilmiştir. Sen ne kadar parayı kullandırıyorsan o kadar da kullanma hakkın doğuyor.

4. FAİZ paraya para kazandırmadır, oysa “kâr” paraya mal kazandırmadır, yani malda kâr etmedir. Faizden kazanma hırsızlık demektir. Maldan kazanma ise herkesin “kâr” etmesidir.

İşte, bütün insanlardan ve özellikle İsrail oğullarından istenen, “faizsiz müessese”ye yani “selem ve kredileşme”ye katılma ve katkıda bulunmadır.

Demek ki, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiğinde, Yahudiler, faizsiz çalışmak şartı ile aynen çalışmaya devam edeceklerdir.

“İnsan ve ekonomi” deyince, günümüzde “İsrail oğulları” yani “Yahudiler” akla geliyor. İnsanlık yeniden yapılanıyor, yeni dünya düzeni kuruluyor ve bu yeni düzen şimdiye kadar olduğu gibi “zulüm, sömürü ve savaş” üzerine değil, “adalet, denge ve barış” üzerine bina edilecektir. Diğer bütün insanlarla birlikte, İsrail oğulları da ekonomide yine rol oynamak istiyorlarsa, artık sermayelerini kötülükler içinde kullanmayacaklardır.

Bunun için bazı şartlar var, bunlar gerçekleşmelidir:

1. Şimdiye kadar tekel oluşturmuş, dünyayı sömürmektedirler. Tekellerini devam ettirmek için de her türlü krizleri oluşturmakta, savaşlar çıkarmaktadırlar. Bundan sonra bunları yapmayacaklar...

2. Sermaye yani para güçlerine dayanarak devletleri de emirlerine almakta ve onlara halklarına zulüm yaptırmaktadırlar. Artık o paralarını siyasi güç olarak kullanmayacaklar, çünkü bundan sonra siyaset para ile yapılmayacak...

3. Bugün o sömürü paralarıyla ilim müesseselerine yani üniversitelere sahiptirler ve ilme düşünceleri körelten ateizm yaptırmaktadırlar. Artık ilim müesseselerine para güçleri ile değil, sadece beyinleri ile katılacaklar...

4. Dinsizliği, din düşmanlığını, ateizmi moda hâline getirmişler ve bütün dünyaya yaymışlardır. Artık bundan tevbe edecekler ve kefaretini de ödeyecekler...

İşte, İsrail oğullarının yeni dünya düzenindeki yerleri “zulüm ve kötülük” değil, “adalet ve iyilik” üzerine olacaktır. Böyle olur ve böyle yaparlarsa, III. bin yıl medeniyeti içinde insanlığa hizmet etmelerine imkan verilecektir.

Hülasa;

Beşyüz yıldır “kötülükler ve günahlar” işlemektesiniz:

1. Önce faizi meşrulaştırdınız ve böylece insanlığı sömürerek gayrimeşru servetler edindiniz; bugün de benzer şekilde sömürmektesiniz...

2. Savaş fitneleri ile önce derebeylikleri yıktınız... Sonra krallıkları yıktınız... Sonra imparatorlukları yıktınız... Şimdi de millî devletleri yıkmaya çalışıyorsunuz... Bütün bunları yaparken yüz milyonlarca insanın ölümüne sebep oldunuz...

3. Dini istismar ederek dinsizliği ve ahlaksızlığı dünyaya yaymaya çalıştınız...

4. Ele geçirdiğiniz sermaye/para/banka ve medya gücüyle dünyayı kana ve fitneye bulaştırdınız.

Sizin işte böylesine kökleşmiş kötülükleriniz ve günahlarınız vardır.

Eğer tevbe eder, yukarıda anlattığımız hususlara riayet edecek olursanız, onlar tekfir edilecek, kefaret sayılacak ve yaptıklarınız iyilikle takas edilecektir.

“ADİL (EKONOMİK) DÜNYA DÜZENİ” geldiğinde geleceğe bakılarak davranılacak, geçmiş sadece ibret alınmak için bilinecektir...

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık ve İsrail oğulları, nereden nereye-6

Reşat Nuri EROL

23.04.2011

İnsanlığın yeryüzü serüvenini anlatmakta olduğumuz bu yazı silsilesinde, bundan önceki son iki yazıda “İsrail oğulları”ndan yani “Yahudiler”den de söz ettik.

Sözkonusu yazıların başlıklarından da anlaşılacağı üzere, “insanlık ve ticaret, insanlık ve faiz” yani “ekonomi, ticaret, banka, kredi, faiz…” vs veya “fitne, fesat, kriz, zulüm, terör, savaş…” vs deyince hep onlar akla geliyor...

Kur’an, her konuda olduğu gibi “kavim/ulus” konusunda da “tek örnek” verir ve en başından yani Bakara Sûresi’nden itibaren, bir tek kavimden söz eder, “İsrail oğulları”nı insanlığa örnek kavim olarak anlatır. Bugün, insanlığın bu örnek kavmi üzerinde duralım…

***

Allah İsrail oğullarına büyük nimetler vermiştir. Bugün dünyanın bütün büyük sermayeleri onların elindedir, küresel kapitalizmi onlar yönetiyorlar. Beş yüz yıldır yüksele yüksele buraya kadar gelmişlerdir...

İsrail oğulları içinde bir grup, Büyük İsrail’i (BOP) kurabileceklerini ve Ortadoğu başta olmak üzere, dünyayı yönetebileceklerini zannediyorlar ama yanılıyorlar…

İsrail oğullarının nüfusu insanlığı/dünyayı yönetmeye yetmez...

Ayrıca, artık insanlık/insanlar kendi kendilerini yöneteceklerdir, bundan sonra “yerinden yönetim sistemi” hükümran olacağı için onlara ihtiyaç olmayacaktır…

Geleceğin dünyasında insanlığı “gönüllüler” yani “mü’minler” yönetecektir...

Bir baba çocuklarını büyütür, evlendirir ve artık onları kendi hallerine bırakır... Allah insanlığı dört bin senedir büyüttü, yetiştirdi ve kendi kendini yönetecek hâle getirdi… İnsanlar/insanlık artık kendi kendini yerinden yönetimle yönetecek döneme erişmiştir…

***

Bugünkü İsrail oğullarının iki merkezi vardır.

Biri Amerika’dadır, New York Manhattan’da bir sokağa yerleşmişlerdir. Dünyanın bütün kâğıt paralarına onlar hükmetmektedir. Amerikan Merkez Bankası (FED) ABD devletinin yani halkın değil, onların özel bankasıdır ve dünyadaki bütün Merkez Bankaları o bankanın şubeleri gibi çalışmaktadır. Bu küresel tekel sömürü sermayesi varlığını bir müddet daha sürdürecek, Batı’nın “kuvvet uygarlığı” içinde görevlerini yapacaklardır...

Bugünkü İsrail oğullarının ikinci merkezi İsrail’dedir...

Bugünkü Amerikan Yahudileri ne yapıyorlar?

İsrail’e silah ve dolar transfer ediyor, onları savaştırıyor ve geri bırakıyor...

Oysa, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiğinde, yani “yeni dünya düzeni” kurulduğunda, Amerika dışındaki İsrail oğullarını savaştan uzak tutarak uygarlaşmalarını sağlayacaktır. Savaşmak, sömürmek, zulmetmek isteyenler ABD’ye gideceklerdir...

Gelecekte İsrail oğulları ikiye ayrılacaklardır.

Bir kısmı “ADİL (EKONOMİK) DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYETİ”nin yanında yer alacak ve yeryüzüne “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiği zaman, onlar da insanlığa bu sistem/düzen içinde hizmete devam edecekler; ikinci grup içinde yer alanlar ise kendi tekel sömürü saltanatları yıkılmasın diye “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e karşı çıkacaklar ve direneceklerdir...

***

Velhasıl, insanlık iki bloğa ayrılacak;

-Bir tarafta “kuvvet ve zulüm uygarlığı”nı sürdürmek isteyenler…

-Diğer tarafta “hak ve adalet medeniyeti”ni kurmak ve yaşatmak isteyenler...

İsrail oğulları yani Yahudiler de ikiye ayrılacak;

-Kimileri “kuvvet ve zulüm uygarlığı” içinde kalacaklar…

-Kimileri de “hak ve adalet medeniyeti”nde yerlerini alacaklar…

Mesele, “hakka ve kuvvete dayalı medeniyetler meselesi”ne gelip dayandı.

Yarın, “İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye” yazısı ile konuyu -şimdilik- bitirelim.

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye-7

Reşat Nuri EROL

24.04.2011

İnsanlık bin yılda bir sosyal evrim yani değişim yapar. Bu evrim doğuda “hukuk ve yönetimde” yapılır; peygamberler veya onların vârisi ilim adamları bunu yaparlar.

Hakka ve adalete dayalı bir medeniyet, 500 yılını doldurdukça zirveye çıkar ve çökmeye başlar. Bu esnada batıda kuvvete ve zulme dayalı yeni bir uygarlık doğar. Bu uygarlık doğu medeniyetlerinin kuvvete dönüşmüş şeklidir. Filozoflar ve işadamları yeni uygarlığı oluştururlar, “teknikte/teknolojide ve ekonomide” ilerleme başlar. Bininci senede doğu medeniyeti tamamen çöker, batı uygarlığı zirvede olur; 1500 sene sonra o da çöker.

Bugün yani içinde bulunduğumuz dönemde, peygamberlerin veya onların vârisi ilim adamlarının “doğu medeniyeti” dibe vurmuş durumda, yeniden oluşuyor ve yeniden yenisi doğuyor... Bugün hükümran olan “batı uygarlığı” ise gücünün zirvesindedir, en tepededir, artık çökmeye başlamıştır, çökmektedir...

İşte, insanlığın ve tarihin akışı budur, bunu hiç kimse değiştiremez.

***

Doğu medeniyeti İstanbul’un Fethi döneminde zirvede iken, batı uygarlığı Amerika’nın keşfi ve Rönesans’la yeni yeni oluşmaya başlamış… Aradan geçen asırların ardından bugünkü seviyesine ulaşmış, “teknolojide ve ekonomide” harikalar var etmiş…

Ama “hukukta ve yönetimde” ise dibe vurmuş...

Afganistan, Irak ve benzeri ülkeleri “adalet ve demokrasi” yani “hukuk ve yönetim” götüreceğim diye işgal ediyor ama beceremiyor; sadece sömürüyor, katlediyor, zulmediyor, o ülkelerin insanlarına her türlü vahşeti ve yoklukları yaşatıyor…

***

Hakka ve adalete dayalı yeni medeniyetin temelleri atılıyor.

Nedir bunlar; onların kavramlarıyla açıklarsak nedir bunlar?

1. Demokrasi dünyaya hakim olacaktır. Batılıların “ekseriyet demokrasisi” değil; İslâmiyet’in “sözleşme demokrasisi, içtihat ve icma demokrasisi” hakim olacaktır.

2. Laiklik gelecektir. Batılıların “dinleri dışlayan tanrısız bir dünya laikliği” değil, tam tersine “uzlaşmalı, bütün din ve inançların katıldığı ileri bir dünyayı oluşturma, dinde zorlamayı kaldırma laikliği” gelecektir. Bu düzende yasama, yürütme, yönetme ve yargılama kuruluşları bağımsız, kendi içlerinde demokratik oluşum ile görevlerini yaparlar.

3. Liberallik yani liberal bir ekonomi gelecektir. Sömürücü tekeller kalkacak, ekonomiye “sömürü sermayesi” değil, “üretici emek” hâkim olacaktır. Sözde değil özde ve gerçek liberal ekonomi düzeni “faizsiz kredi sistemi” ile düzenlenecektir. Bu sistemde/düzende sömürü (sömürenler ve sömürülenler) olmayacaktır.

4. Sosyallik yani sosyal düzen oluşacaktır. Herkes yeryüzünün ortağıdır. Çalışmasa veya çalışamasa dahi herkesin yaşama (yaşayacak kadar yiyecek ve barınma) hakkı vardır. Onlar “yeryüzündeki kira payları” ile çalışmadan yaşayacaklardır. Aidatlı-primli sigorta sistemi kalkacak, herkes zekâttan/vergiden kendisine düşen payını alacaktır.

Nihayet merkezden atanmış “hâkimler” değil, yargıyı “hakemler” oluşturacak ve “hakem kararları” herkesi bağlayacaktır.

Bugünkü sözde demokrasi yani “ekseriyet demokrasisi” gidecek ve alternatif olarak onun yerini “yerinden yönetimli hicret demokrasisi” alacaktır.

İşte, insanlık “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e yani “ADİL DÜNYA MEDENİYETİ”ne doğru giderken, bu yeni insanlık medeniyetini yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i başlatma görevini de Allah Türkiye’ye vermiştir.

Tüm tarihî oluşumlar hep buna göre gerçekleşmiştir.

Nasıl, Hazreti Yusuf’tan itibaren, Hazreti Musa ve kavmi Mısır’da yetiştirildiyse; geçtiğimiz iki-üç asır boyunca da Türkiye yetiştirildi, geliştirildi ve çağımızda görevini yapacak hâle getirildi.

Şimdi Mısır’dan yani zalim düzenden çıkma, denizi geçme ve yeni medeniyeti kurma zamanıdır.

İnsanlık/dünya ve Türkiye’deki gelişmeler bundan ibarettir.

Anlayanlara...

 

 

***

 

 

 

 

Geçmişten geleceğe: İnsan, ilim, tarih, din…

Reşat Nuri EROL

27.04.2011

İnsan, ilim, tarih yani “geçmiş” ile “bugün” ve “gelecek” yani “yeni düzen” (ADİL [EKONOMİK] DÜZEN) ve “yeni medeniyet” (ADİL [EKONOMİK] DÜZEN MEDENİYETİ)…

Durumu ve genel tesbitimizi hülasa eden yukarıdaki tek cümle, bundan önce yazdığım yedi yazı ile bundan sonra yazacağım bir-iki yazının özü/özeti sayılabilir. Zaten sözkonusu yedi yazının ilkine de kısa bir “tarih özeti” ile girizgâh yapmıştım. Devamında yazacaklarımda da “tarih” diyeceğim ama önce her şeyin başı olan “ilim” ile başlıyorum…

İlim, geçmişte cereyan eden olayların bıraktıkları izleri izleyerek “geçmişte neler olduğunu bulmak” ve onlara dayanarak da “gelecekte neler olacağını keşfetmektir” diye tanımlanabilir. Yani ilim bir tür gayb biliciliğidir, kehanettir, kâşifliktir desek yeridir.

Mesela, yarın saat 20.02’de güneş İstanbul’da yeni batmış olacaktır. Bunu biliyoruz.

Nasıl biliyoruz?

Çünkü şimdiye kadar yaz-kış güneşi izledik, farklı vakitlerde doğduğunu ve battığını tesbit ettik. Yıllarca yaptığımız gözlemlerde bunları öğrendik. Bu “gayb” değil midir?

Hayır, gayb değildir. Çünkü güneşin hareketi “hesabî”dir, “gaybî” değildir.

Oysa, ‘yarın şu kadar kg yağmur yağacak’ diyecek kimse yoktur; ‘yarın sağanak yağmur yağacak’ diyebilirsin ama kilogramını veremezsin. İlim işte bunları bilmektir.

***

Tarih ilmi de geçmişte cereyan eden olayları inceler, ‘geçmişte şu oldu, şu oldu’ der; ‘bu bilgilere istinaden bundan sonra da şu olacaktır’ denir. Ama tarihe istinaden ‘gelecekte şöyle olacaktır’ demek çok daha zordur. Çünkü sosyal konularda “hesabî” olanların yanında “gaybî” olan pek çok olay vardır. Bununla beraber “ihtimaliyat hesapları” da kesine yakın bilgiler verir. Örnek olarak, bin iki yüz defa zar atsam, “yek” gelme ihtimali altıda bir olduğu için iki yüze yakın bir sayı elde ederiz.

Tarih kitapları çok şaşırtıcı uydurmalarla doludur. Örnek olarak iki tarih kaynağını ele alalım. Eskiden kalma bir “Heredot Tarihi” var, bir de “Tevrat” vardır. Heredot tarihini Tevrat’ı taklit ederek yazmıştır. İyonya siteleri o zaman Yahudilerle meskûn idi. Yunanlılar tüm faaliyetleri Tevrat’tan yani Yahudilerden öğrenmişlerdir. Bununla beraber Tevrat’ta anlatılanlar bire bir “tarih” oluyor, Heredot’un anlattıkları ise bire bir “efsane” oluyor.

O halde, gerek geçmişi doğru öğrenmek gerekse geleceği doğru bilmek için Tevrat’ı ve Kur’an’ı iyi okumak gerekir. Tevrat’ta tahrifat ve değişmeler vardır. Kur’an ise mücmeldir. Onlar birbirini teyid ediyorsa, işte onda şüphe etmememiz gerekir. İlim budur.

***

Bugünlerde “bir kitap” okuyoruz...

İleride bu kitap ve bu okuma ile ilgili daha ayrıntılı bilgi veririm, inşaallah...

Kitabın iddiası şu: Dünyadaki olaylar dinlerden gelmektedir... Kötülük ve iyilik, savaş ve barış zaten vardır; dinleri ve dinlerin yetiştirdiklerini onlar kullanmaktadır...

Şöyle açıklayalım:

-Müslümanlar İslâmiyet’e dayanarak Avrupa’nın ortalarına kadar gittiler...

-Hıristiyanlar da dinlerine dayanarak dünyayı istila ettiler...

Bu dinler gelmeseydi bu istilalar olmayacak mıydı?

Olacaktı…

Ama “din” yerine başka bahaneler bulunacaktı…

Okumakta olduğumuz kitap öyle diyor…

Yukarıdaki yani okumakta olduğumuz kitaptaki bu tesbit ve teşhise katılmamak mümkün değildir.

Bugünkü uygarlık tarihteki istilalar sonucunda doğmuştur.

İnsanlarda savaşma ve istila etme psikolojisi vardır.

Savaş olmak zorundadır.

Savaş bir bahane ile olur.

Nasıl insan yemek yemeden duramazsa, savaşmadan da duramaz.

Dinler burada “amaç” değil “araç”tır.

Dinler/inançlar bunu bildikleri için; savaşı yönlendirerek savaş potansiyelini insanlık yararına kullanırlar.

Batıl inanç sahipleri de bu potansiyeli değerlendirir ve kullanırlar; nitekim bugün de kullanıyorlar…

(Devamı olacak…)

 

 

***

 

 

 

 

Geçmişten geleceğe: Biz ne yapmak istiyoruz?  

Reşat Nuri EROL

28.04.2011

Önce insan dedik, insanlık dedik, insanlığın yeryüzü serüvenini değişik detayları ile anlattık, özellikle tarım döneminden sanayi dönemine geçiş süreci üzerinde durduk…

Sonra (bir önceki yazımızda) yine insan dedik, ilim dedik, tarih ilmi dedik, tarih kitapları dedik ve konuyu “din”in amaç değil araç olduğu meselesine gelip dayandırdıktan sonra, insandaki savaş psikolojisine ve savaşma potansiyeline getirdik…

***

Çinliler ile Müslümanlar arasında 751 yılında Talas’da (Kırgızistan) bir savaş oldu...

-Çinliler değil de Müslümanlar galip geldi ve insanlığın geleceği farklı şekillendi...

Aynı şekilde 1071 yılında Malazgirt’te Bizanslılar ile Türkler arasında savaş oldu...

-Müslüman Türkler galip geldi ve Anadolu ile insanlık tarihi farklı gelişti...

-Ama ne Talas ne de Malazgirt sonrasında kanlı soykırımlar olmadı… Savaş zayiatları dışında, esir edilen imparator bile Alpaslan tarafından serbest bırakıldı...

Oysa, dine inanmayan kapitalist ve komünistler/sosyalistler yani dinsizler, iki cihan savaşında insanlığa soykırımlar yaşattılar, kırk milyondan fazla insanı katlettiler...

[1071 demişken, bugünlerde 2023 vizyonu gündemde ya; acaba onların bir de 2071 vizyonu var mı, ya da 2023’e de 1071-2071-3071 yani “yeni bir medeniyet” vizyonundan bakabiliyorlar mı diye düşünmeden edemedim… Ben düşünüyorum, siz de düşünün…]

Dinler yeni insan yaratmaz, yeni topluluklar da meydana getirmezler; dinler insanları ve var olan toplulukları eğitirler, yetiştirirler, yönlendirirler, onların savaş dürtülerini “zulme” değil “adalete” çevirirler, kötülerle mücadeleye hasrederler...

İnanmayanlar kötülük cephesini oluşturur, inananlar iyilik cephesini oluşturur...

Dünya hayatı nedir?

Dünya hayatı veya dünyadaki mücadele; iyiler ile kötüler, zalimler ile adiller, savaş taraftarları ile barış taraftarları arasındaki mücadeledir, bu mücadeleden ibarettir…

Dünya hayatını böyle anlayıp anlamlandırdıktan sonra, bizi ilgilendiren ve bizim asıl amacımız olan kritik soruyu soralım ve cevabını da vermeye çalışalım…

***

Biz ne yapmak istiyoruz?

İnsanların mücadele etme ve yarışma gücünü uygarlaşmaya yani medenileşmeye ve çağımız dünyasının en önemli ihtiyacı olan “yeni medeniyet” inşa edilmesi yönüne yöneltmek istiyoruz. “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN’in gelmesi için çile çekin, çaba gösterin, gece-gündüz çalışın, malınızla-canınızla bu amaç için cihad edin” diyoruz...

İnsanlar mutlaka sömürüye, zulme, adaletsizliğe ve baskıya karşı direneceklerdir; zaten direnmektedirler...

Biz ise bu direnmeyi “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” için yapın diyoruz; hem de savaşarak değil, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in örnek müesseselerini oluşturarak bunu yapın diyoruz...

Mücadele ve mücahedeyi önce “mallarınızla” yapın diyoruz; nitekim Kur’an da böyle yapmamızı emrediyor: Mallarınızı harcayın, nefislerinizi tehlikeye sokmayın diyor...

Biz bunları söylemezsek insanlar mafyalara, çetelere, sömürgecilere, insanlık düşmanlarına, PKK gibi anarşi gruplarına katılacak ve kendilerini de, kavimlerini de, ülkelerini de, iyi-kötü var olan devlet ve düzenlerini de mahvedeceklerdir.

İşte; 1960’larda, inanmış halkımız ve biz, artık bir çıkış yolu arıyorduk...

Kırk yıllık ateizm uygulamasına karşı çıkmaya kararlı idik ama bunu nasıl yapacaktık?

Biz o yıllarda bunun legal yoldan olmasını istedik.

Millî Görüş Hareketi’nin kurucu lideri ve önderi Necmeddin Erbakan da aynı görüşte idi.

Bugünkü Türkiye “O”nun ve “O”nun benzeri bir-iki liderin sağduyusu sayesinde kanlı isyan ve ihtilallere sahne olmadı.

Demokrasiye geçtik ve çağdaşlarımıza nisbetle daha ileri seviyede bir devlet olduk.

Bundan sonra da Kur’an ve müsbet ilimler Türkiye’yi aydınlatmaya devam edecek, Türkiye en uygar/medeni ülke olacak, zamanla muasır medeniyetin de fevkine çıkacaktır...

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık, ilim, İstanbul ve ÇILGIN PROJE!

Reşat Nuri EROL

29.04.2011

Sadece dünya değil, kâinat insan/insanlık için yaratılmış; yaratan Allah

Yaradılış sonrasında yeryüzünde kendisine insanı halife kılan Allah

İlk yaratılıştan itibaren günümüze kadar insanın/insanlığın yeryüzünde yaşarken neyi nasıl yapması gerektiğini peygamber ve kitaplarla bildiren Allah

Bundan sonra artık peygamberler olmadan yaşayacağımız dönemlerde ve nice asırlarda nasıl yaşayacağımızı, doğru yolu nasıl bulup muhafaza edeceğimizi, yeni düzen ve medeniyetleri nasıl inşa edeceğimizi öğreten Allah

“Âlimler (yani ilim) nebilerin (peygamberlerin) vârisleridir” diye bildiren yine Allah

O halde “ilim” her şeyin başı, rehberi, önderi, yol göstericisi olmak konumunda ve mecburiyetinde; kendinin, dinin, siyasetin/yönetimin ve ekonominin rehberi

Başka çare, çözüm ve alternatif yok, yok, yok…

İnsanın ve insanlığın kalan ömründeki rehberi ilim ve kitap/Kur’an, yani yine Allah

İnsan/insanlık bu gerçeği bildiği, anladığı, kavradığı, idrak ettiği ve gereğini yaptığı sürece “sorun” yok; nitekim geçmişte yaşanan binlerce yıllarda da olmamış… Ama bu gerçeği unutup sırat-ı müstakimden ayrılarak yanlış, sapık, bâtıl küfür yollarına saptığında neler olduğunu tarih yazıyor; birkaç asırdan beri de insanlık bizzat kendisi yaşıyor…

Peki, yukarıda kısaca hatırlattığım bu hakikatler, bu gerçekler apaçık ortadayken; önce biz, yani Türkiye ve İslâm âlemi, sonra bütün beşeriyet, bütün insanlık ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî meselelerini ne kadar ilim ve kitap/Kur’an merkezli çözüyor, çözebiliyor?!.

NE KADAR?!.

***

İlmî, dinî, iktisadî, siyasî ve sosyal genel durum ortada değil mi?..

Ülkemize ve dünyaya kısa bir nazar atfetmek, her şeyi anlamak için yeterli değil mi?..

Krizler ve kargaşalar, işsizlikler ve açlıklar, yokluklar ve yolsuzluklar, savaşlar ve milyonlara varan katliamlar, her türlü iktisadi ve sosyal patlamalar…

Ya da bizim her vesileyle hep hatırlattığımız üzere;

Hayatın ilmî, dinî, iktisadî, siyasî alanlarında, yani hayatımızın bütününde “SOSYAL TUFANLAR” yoktur diyebilen var mı?..

Anlaşıldı, ‘sosyal tufan yoktur’ diyebilen yok…

O halde “tesbit ve teşhis” konusunda anlaşabildiğimize göre…

Bir sonraki merhaleye yani “tedavi, çare ve çözümler” merhalesine geçebiliriz…

Soruyoruz…

Peki, hayatın her alanındaki bu “sosyal tufanlara çare ve çözüm” olmak üzere, muhterem ve merhum Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya/insanlığa duyurduğu “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” projeleri dışında, insanlığın kurtuluşu mesabesinde ürettiği “çılgın bir proje” bilen, gören, duyan var mı?!.

VAR MI?!..

***

Bakınız, bundan önceki dokuz yazımda önemli şeyler yazmaya/anlatmaya çalıştım…

Belki, bundan sonra yazacağım birkaç yazı da bu minval üzere olacak…

Dün, İstanbul için güya “çılgın bir RANT projesi” açıklandı…

Hatırlatırım;

Dokuz yazımdan önce, “KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde” başlıklı dört yazı yazdım: Birkaç milyar değerindeki İDO’yu bile muhafaza edemeyen, belediye borçlarının bir yıllık faizine satan, sıradaki İGDAŞ gibi diğer BİT’leri satma hazırlığında olan kapitalist faizci zihniyet sahipleri; nasıl “Kanal İstanbul” yapacak, yapsa bile nasıl muhafaza edecek, nasıl birilerine peşkeş çekmeyecek?!.

Yine klasik ve mukadder sorularımı sorarak bitireyim:

Biz kırk yıldan beri sadece İSTANBUL, sadece Türkiye, sadece İslâm âlemi için değil; bütün İNSANLIK için “nice çılgın projeler” açıklıyoruz, anlatıyoruz, duyuruyoruz, yazıyoruz…

Peki, bütün İstanbul’u ve insanlığı sosyal tufanlardan kurtaracak “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” dışında “çılgın projeniz” var mı?!.

Var mı?!.

VAR MI?!..

 

 

***

 

 

 

 

Bizim ÇILGIN PROJE/lerimiz!

Reşat Nuri EROL

30.04.2011

Bu yazıyı yazdığım bugün 29 Nisan 2011

Bugün kısaca hatırlatacağım meseleyi 09 Nisan 2011 günü projelendirip yazmışız…

Başından itibaren sadece başlığına kadar sayfada yazılanlar aynen şöyle:

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-606 (606. seminer)/ ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DERSLERİ-436 (436. ders) 09 Nisan 2011 / “Dünyanın Ekonomi Merkezi” ve “III. Bin Yıl Medeniyeti Baş Şehri” İSTANBUL…

Anlayanlar ve ilgilenenler için sadece konunun başlığı ve başlıktan önce yazdıklarım bile çok şey ifade ediyor ve açıklıyor…

Ben bu başlık altındaki seminer/ders notlarımızın çok azından söz edeceğim; orijinal metnin tamamına www.akevler.biz sitemizin “Seminerler” penceresinden ulaşabilirsiniz… Önce genel bir bilgi:

Bilenler biliyor, bilmeyenler için hatırlatıyorum; Akevler 1967’den beri 44-45 yıldır çalışıyor… Türkiye’deki ilk toplu konut projesi ve sitesi, Akevler tarafından 1967 yılından itibaren projelendirilip inşasına başlandı ve “Akevler İzmir Sitesi” olarak kuruldu…

Akevler Kredi Ve Yardımlaşma Kooperatifi’nin “gaye” maddesi özetle şöyledir:

“Gayemiz; çalışmada (iş hayatında) ve yaşamada (ev ve aile hayatında) birbirleriyle anlaşabilecek insanları bir araya getirmek ve aralarında dinî, ilmî, iktisadî, idarî/siyasî ve sosyal dayanışmayı gerçekleştirmektir…”

Türkiye ve bütün dünyaya örnek olan TOKİ’yi kurma fikrini Akevler’den aldığını, Merhum Başbakan ve Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, bizzat Fehmi Koru’ya söylemiştir…

TOKİ, KİPTAŞ ve diğer bütün toplu konut yapan şirket ve holdingler, Akevler’in Türkiye’deki ilk toplu konut projesini “örnek” alıp maddî olarak siteler yapıyorlar ama bu sitelere bir türlü manevî/sosyal boyut ve “gaye” maddemizde ifade ettiğim diğer “dinî, ilmî, iktisadî, idarî/siyasî ve sosyal dayanışma” özelliklerini ve hikmetlerini katamıyorlar…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemin ilk yıllarında, baş başa yaptığımız bir görüşmede şöyle demişti:

-Biz KİPTAŞ olarak yüzlerce konut ürettik, siz Akevler olarak şimdiye kadar kaç konut ürettiniz?!..

Çok kısa bir cevap verdim ve kısa bir de soru sordum:

-İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve KİPTAŞ’ın imkanlarını bana ver, sizin ürettiğinizin on misli konut üreteyim… Ayrıca, sizin ürettiğiniz konutlarda bizim Akevler Sitesi’ndeki gibi manevî ve sosyal boyut yok, onu da katayım…

(Bk. Yukarıdaki Akevler “gaye” maddesi.)

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. T. Erdoğan o gün bir şey diyemedi…

Bugünkü, dokuz yıldır Başbakan olan R. T. Erdoğan da; Akevler’i başından beri bildiği; Millî Görüş Hareketi Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dan yüzlerce defa dinlediği; Refah Partisi İl Başkan Yardımcısı olarak birlikte çalıştığımız yıllardan itibaren, son yıllarda da Millî Gazete’deki bu köşede bendeniz de kendisine binlerce defa ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİolarak tebliğ” ettiğim halde; “Bizim ÇILGIN PROJE/lerimiz”le ilgilenmemeye ısrar ve inatla devam ediyor…!!!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda İstanbul’un dört devasa sorunu vardı: SU, ÇÖP, İMAR VE TRAFİK sorunları…

Su ve çöp sorunu “kısmen çözüldü” ama imar ve trafik sorunları her gün daha da büyüyerek var olmaya devam ediyor…

Biz, “İstanbul’un bu sorunları” başta olmak üzere, onlarca başka sorununu da çözecek nice “ÇILGIN PROJE/lerimizi” kendisine anlattık…

Sonuç alamayınca, 610 haftadan beri yaptığımız seminerlerde yazdığımız seminer notlarımızı internet sitemizde binlerce (hattâ on binlerce) sayfa olarak yayımladık…

Deryaları kanalla birleştirme sevdalısı ve çılgın projecisi Başkan/Başbakan bilmezse, elbette Hak ve halk biliyor…

Başkan ve Başbakan olarak “İstanbul’un trafik sorununu” bile çözemeyen çılgın projeci, uluslararası gemilerin trafik sorununu çözecekmiş!!!

Dokuz yıldır elinde “anayasa çoğunluğu” olan ve “bir anayasa” bile yapamayan AKP iktidarı, şimdi “yeni anayasa” yapacakmış!!!

Hadi canım sen de, hadi canım siz (AKP) de!!!

“Anayasa meselesi”ni niye hatırlattım?

Bizim bir de “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çılgın projemiz var…

Başbakan ve AKP’liler ilgilenmiyor ama halkımızın bilgisine ve ilgisine sunulur…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2011 Yazıları
1-2011 Ocak
1393 Okunma
2-2011 Şubat
1244 Okunma
3-2011 Mart
1266 Okunma
4-2011 Nisan
1340 Okunma
5-2011 Mayıs
1223 Okunma
6-2011 Haziran
1288 Okunma
7-2011 Temmuz
1185 Okunma
8-2011 Ağustos
1186 Okunma
9-2011 Eylül
1235 Okunma
10-2011 Ekim
1237 Okunma
11-2011 Kasım
1257 Okunma
12-2011 Aralık
1178 Okunma

© 2024 - Akevler