|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
AĞUSTOS 2011 |
|
|
|
Saadet, M. Kamalak ve fecr-i sadık; Adil Düzen-3
Reşat Nuri EROL
01.08.2011
Millî Görüş’ün 2. hedefi tüm insanlık için bir “ADİL DÜZEN” kurmaktır...
Ancak “Adil Düzen”i kurabilmek için, öncelikle İslâm Birliği’ni kurmak gerekiyor.
İslâm (Barış) Birliği’nin temelini 15 Haziran 1997’de kurulan D-8’ler oluşturuyor...
Bugün, nüfusu iki milyarı bulan İslâm Âlemi darmadağınıktır. Müslüman halklar arasında tam bir gönül birliği vardır. Fakat yazık ki hükümetler arasında ciddi bir işbirliği yoktur. Dünya barışını sağlayabilmek için D-8’leri hem geliştirmek hem de genişletmek (üye devlet sayasını artırmak) gerekiyor. Bilindiği gibi D-8’ler, toplam nüfusları bir milyarı bulan 8 devleti kapsamaktadır. Bunlar; 1. Türkiye, 2. Pakistan, 3. Bangladeş, 4. İran, 5. Mısır, 6. Malezya, 7. Endonezya, 8. Nijerya. Bilindiği gibi D-8’lerin bayrağında 6 yıldız vardır. Bu 6 yıldız, 6 temel prensibi ifade etmektedir. Bunlar; 1. Savaş değil, Barış, 2. Çatışma değil, Diyalog, 3. Çifte standart değil, Adalet, 4. Sömürü değil, İşbirliği, 5. Tekebbür değil, Eşitlik, 6. İnsan Hakları.
Yeryüzünde bu temel ilkelerin hâkim olması için, nasıl kalkınmış ülkeler G-7 teşkilatı içinde aralarında işbirliği yapıyorlarsa, 6 milyar nüfusu içinde toplayan 150 kalkınmakta olan ülkenin G-7’lerle beraber “barış ve adalete dayalı yeni bir dünya”yı kurabilmek için, sadece kendileri için değil, bütün dünya için aralarında bir “Dayanışma İşbirliği Teşkilatı” kurmalarında büyük faydalar vardır.
Böylesine bir dünya kurulması için toplam nüfusları bir milyara ulaşan 8 Müslüman ülkeden müteşekkil bir D-8 çekirdeğinin kurulması 15 Haziran 1997’de İstanbul Çırağın Sarayı’nda bu ülkelerin Devlet Başkanlarıyla imzalanan anlaşmayla tesis edilmiştir.
Bu çekirdek bir yandan bütün Müslüman ülkeleri kurtarmayı, diğer yandan da Rusya, Hindistan, Brezilya gibi kalkınmakta olan diğer ülkeleri de bu işbirliği teşkilatı içinde toplamayı amaçlamaktadır. Bu tarihi adımın önemi bugün herkes tarafından çok daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır…
İnsanlık Batı’ya teslim edilemez. Çünkü “Batı Felsefesi” rekabete dayanır. Rekabet ise “KUVVET”i esas alır. Kuvvet çatışmayı doğurur. Çatışmanın sonu savaştır. Tıpkı 1. ve 2. Dünya Savaşları gibi. Buna karşılık “Doğu Felsefesi” Fazileti esas alır. Faziletin temelinde “HAK” vardır. Hak, uzlaşmayı gerektirir. Uzlaşmanın sonu, barıştır, dostluktur, kardeşliktir.
Kısacası, dünya barışı için İslâm Birliği’nin kurulması şarttır. İslâm Birliği’nin kurulmasında, tarihi misyonu gereği Türkiye, İslâm ülkelerine öncülük etmelidir. İslâm Birliği’nden hiç kimse, özellikle de Batılı dostlarımız korkmasın. Çünkü İslâm Birliği’nin amacı Evrensel Barış’ı sağlanmaktadır. İslâm Ülkeleri, hem kendi gelecekleri, hem de Evrensel Barış için vakit geçirmeden; kendi aralarında, 1) Bir İslâm Barış Gücü kurmalıdır. 2) Ortak Para Birimine geçmelidirler. İslâm ülkeleri, İslâm Birliği’ni kurduktan sonra, Batılı Devletlerle 2.Yalta Konferansı için bir araya gelmelidir. Amaç; Evrensel Barışı sağlamaktır.
Netice itibariyle, yeryüzünde savaş, katliam, kan ve gözyaşı eksik olmuyor. İşte Irak, işte Filistin, İşte Bosna-Hersek! İşte bu yüzden, Barışı, Hak ve Adaleti esas alan 2. YALTA KONFERANSI’nı düzenlemeye, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı yeniden tanzim etmeye, yani “ADİL DÜZEN”i tüm insanlığa sunmaya mecburuz. Adaleti sağlamak için buna mecburuz. Mazlumların haklarını korumak için buna mecburuz. Tüm insanlığın huzur ve saadeti için buna mecburuz. Çünkü bütün insanlık ADİL DÜZEN’E muhtaçtır...
Ey Millî Görüşçüler!
Sizlerin gayreti ve Allah’ın yardımı ile “ADİL DÜZEN” mutlaka kurulacaktır. Millî Görüş’ü, İslâm Birliği’ni ve Adil Düzen’i engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
“Asla unutmayınız” diyor ve Mustafa Kamalak son sözü bir şaire bırakıyor:
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakk’ın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa,
Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.”
(Bu konu yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” bitmez ama -şimdilik- bu kadar!)
***
Adil Düzen çalışmalarının gerekçe ve kitapları
Reşat Nuri EROL
03.08.2011
“Bu konu yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” bitmez -şimdilik- bu kadar!” diyerek, bundan önceki 17 yazımızı hitama erdirdik.
Bilahare, hayırlı bir vesileyle yeniden kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah...
Aslında meseleye “tesbit-teşhis-tedavi-çare-çözüm” penceresinden bakıldığında, her yazdığımız zaten “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” değil mi?..
Meselenin bir yönü bu sorunun cevabında saklı…
Diğer taraftan yazdığımız her yazı, meseleye bir başka açıdan bakıldığında, alternatif olarak önermekte ve sunmakta olduğumuz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in “gerekçesi” mahiyetinde olduğu görülecektir; doğrudan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” içerikli olmayan istisnasız her yazımız böyle görülmeli ve “GEREKÇE” olarak değerlendirilmelidir… Ne demek istiyor ve bunları neden anlatıyorum?
*
Bundan önceki 17 yazıyı yazmaya başladığım ilk günlerden son günlere kadar pek çok “tebrik, takdir, teşekkür ve talep” telefon ve mesajları aldım. Hepsine cevap verdim. Buradan bir kere daha ben de kendilerine “teşekkür” ediyor, “ilgilerinin devamını” kendilerine anlattığım ve bu köşede hatırlatıp yazdığım şekliyle, diliyor ve dua ediyorum…
Dört örnek vereyim:
1) Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ın tebrik ve takdir için araması, Erbakan Hocam aramış kadar etkili oldu…
2) Ankara ESDER (Esnaf ve Sanatkarlar Derneği) Genel Merkezi’nden Ömer Faruk Yılmaz, Genel Başkan Mahmut Çelikus’un selamı ile aradı... ESDER’de bir “dergi” çalışması yapmakta olduklarını ve dergide bu yazılarımdan bazılarını değerlendirme iznini istedi. İzin ne demek; heyecanla, sevgiyle, gayretle, anlayıp öğrenmeyle ve çalışıp uygulamayla inşaallah… ESDER’in ilgilenmesi, bunları değerlendirmesi, mensuplarına ulaştırması ve hele hele onların bu mütevazi köşede yazılanları uygulamasından daha güzel ne olabilir ki…
3) “Kıymetli Ağabeyciğim, ne güzel yazmışsınız. İnşallah bunları uygulamak için faiz belasından kurtulunması gerektiğine inanan müminleri de yetiştiririz de bu güzel tesbitlerinizle insanlık dünyada rahat nefes alır, darı bekada ebedi saadeti kazanır... Mümince bir hayatın nasıl sürdürülebileceğine kafa yorup yolumuzu aydınlattığınız için teşekkür ederim… Sevgi ve hürmetlerimle...” Gürel Aşık
4) “Adil Ekonomik Düzen” konulu yazı dizisi münasebetiyle tebrik ve teşekkür ediyorum. / Sizden “Adil Ekonomik Düzen” kitabı hazırlamanızı talep ediyoruz. / Selam ve dua ile... / Mustafa Tatlı / SP Ankara İl Yönetim Kurulu Üyesi
*
“KİTAP” meselesi belki de bu merhalede meselelerin en önemlisi. “KUR’AN” gibi bir kitabın müntesipleri ve muhatapları olarak biliyoruz ki, bu işler kitapsız olmaz, hiç olmaz! Kendi çalışmalarımıza veya Erbakan Hocamız ile yaptığımız çalışmalara bakıldığında; “hitamuhu misk” kabilinden sonu hep bir “risale/kitapçık” veya “kitap” ile sonlanmıştır.
Kırk yıl öncesindeki yani 1960’ların sonlarında ilk küçük kitabımız “İSLÂMİYET VE EKONOMİK DOKTRİNLER” idi...
Ardından 1970’li yıllarda “İSLÂMİYET VE GÜNÜMÜZÜN MESELELERİ”, “İSLÂM’DA DENGE-I/ PARA” gibi kitaplar geldi….
1980’li yıllarda “Adil Düzen Çalışmaları”nın başlangıç kitapları olan “SOSYAL DENGE-I ve II” kitapları yazıldı, bu çalışmalarla bugünlere kadar geldik…
1990’lar “ALTERNATİF FAİZSİZ BANKA / SELEM VE KREDİLEŞME” ile başladı, “İSLÂM -Devlet ve Dünya- DÜZENİ” (büyük boy, iki cilt, 1200 sayfa) ile devam etti… Yine bu yıllarda başlayan günlük ve haftalık “seminer çalışmalarımız” 623’üncü haftasına ulaştı…
Artık onlarca değil, yüzlerce “dosya, risale, KİTAP, nice çok yönlü projeler” ve on binlerce sayfalık notlar; ilgililerin, halkın, İslâm âleminin ve bütün beşeriyetin ilgisini bekliyor…
ERBAKAN Hocamız ile yaptığımız çalışmalar ise “TESBİT-TEŞHİS-TEDAVİ; ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” gibi kitaplarda ve konferanslarda meyvelerini verdi; son olarak ESAM bu çalışmaları “Yeni Bir Dünya ve ADİL DÜZEN” (büyük boy) kitabında topladı ve yayımladı…
İki yıl öncesinde 1000 sayfalık bir “ADİL DÜZEN” kitabını birlikte yazmayı Erbakan Hocamla konuşuyorduk ama vade buraya kadarmış…
Hocamıza Allah’tan rahmet, Ramazan ayında çalışmalarımıza bereket niyaz ediyorum; elbette hep birlikte “araştırmak, kitaplaştırmak, okumak ve uygulamak” üzere…
***
KRİZ!(1): Sadece “kriz” mi, “TUFAN” mı?
Reşat Nuri EROL
04.08.2011
Evet, “cevap” ve “çözüm” bekleyen asıl “soru” asıl büyük “sorun” budur:
Kriz sadece “kriz” midir, yoksa “TUFAN” mıdır?!.
Daha geniş ifadesiyle: “SOSYAL TUFAN” mıdır?!.
Evet…
Sorun sadece “kriz” veya “kriz(ler)in teğet geçip geçmemesi” değildir…
Sorun “TUFAN”dır, hem de “SOSYAL TUFAN”!!!
Yani… Dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî alanlarda olmak üzere hayatımızın her alanında her an var olan -en hafif tesbit ve ifadeyle herkesin hep kabul ettiği- daima içinde yaşamakta olduğumuz “çok yönlü ve çetrefilli sorunlar yumağı” sadece “KRİZ” midir, yoksa bizim bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız ifademizle “SOSYAL TUFAN” mıdır?!.
Baylar/bayanlar, bakanlar, bakıp da “görmeyenler”, duyup da “işitmeyenler”, görüp duyduğu halde “söylemeyenler”; her türlü başkanlar, başbakanlar, ekonomistler, yöneticiler, yazarlar ve burada saymakla bitmez daha nice “sorumlu şahsiyetler” ne yapıyor?!.
Falcılar veya kahinler gibi; “kriz var.. kriz gelecek... kriz yok.. kriz gelmeyecek... / kriz teğet geçecek.. kriz bu sefer teğet bile geçmeyecek!..” sakızını malum birileri gibi hep çiğnemeye devam ediyorlar ama asıl “soru/n” üzerinde bir türlü durmuyor, duramıyorlar…
“Kral çıplak!” diye haykıran yok...
Yani… Hayatımızın her alanında “SOSYAL TUFAN VAR” itirafını yapan yok…
Çünkü neredeyse herkes iki gruba bölünmüş, farklı şekilde “körleşmiş-sağırlaşmış-dilsizleşmiş” durumda; kimileri “fanatik taraftar” olmuş, kimileri “müzmin muhalifler” safında yerini almış… Ortada durabilen “vasat ümmet mensubu” olabilen yok!..
Hani biz “ve cealnaküm ümmeten vasata” mensubuyduk?..
Ne oldu bize?!.
“KRİZ/ler” bir yana, krizler hep var, hep olacak…
“SOSYAL TUFAN/ları” görmez, duymaz olduk?!.
Bu körlük, bu sağırlık, bu dilsizlik acep nedendir?!.
Ülkemizdeki sosyal tufanlardan sadece birini hatırlatsak yeterli olur mu? Geçen günkü yazımızda (30.7.2011) neyi yazdık:
“Ülkemizde ilk defa 2010 yılında boşanma oranları evlenme oranlarını geçmiştir...”
Evlilikler bitiyor ve aileler dağılıyorsa, aile yoksa, çocuk yoksa, gençler evlenemiyorsa, ahlâk yoksa; “toplum, ülke, devlet ve gelecek” olabilir mi?!.
Bugünden itibaren Ramazan ayına girdik ya; yukarıda anlattıklarımdan veya anlatmaya çalıştıklarımdan “anlaması gerekenler” ne demek istediğimi “yol yakınken” veya “yürünmekte olan yollar tamamen tükenmeden” (fani dünya hayatı sona ermeden) anlamıştır, umarım... Anlamıyor, anlayamıyor veya ısrar ve inatla anlamak istemiyorlarsa; doğrusu bundan sonrasında iki cihanda da olacakları düşünmek ve yazmaktan ürküyorum…
Allah, hiç olmazsa mübarek Ramazan ayında farklı hidayetler lütfetsin, inşaallah…
Bundan sonrasında şiire kulak verelim…
“Kork Allah’tan, hem de kullardan utan
Farkında mısın Recep, Şaban, derken Ramazan!
Mezara, hesaba, Allah’a akıyor zaman
Uyan, uyan! Derin uykudan uyan!
Uyan, uyan, Allah aşkına uyan!!!”
İstiklâl şairimiz Mehmet Akif ERSOY “UYAN” şiirinde diyor ki:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Dehşetli maziyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?..”
***
KRİZ!(2): Kör, sağır ve dilsizler daima krizde…
Reşat Nuri EROL
05.08.2011
Yaklaşık olarak bir aydan beri biz, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” yazı dizimizde önce “AKP ‘fecr-i kazib’ mi?” dedikten sonra, “Erbakan ve fecr-i sadık; Adil Ekonomik Düzen…” diyorken; başta “kriz meselesi” olmak üzere yazılası nice önemli “sosyo-ekonomik konular” gelip geçti…
Bunların başta geleni ve hâlen de gündemde olmaya devam edeni “KRİZ” meselesi oldu…
Yine “kriz var mı yok mu, kriz olacak mı olmayacak mı, olacaksa ‘teğet geçecek mi’ yoksa bu sefer teğet bile geçmeyecek mi?” teraneleri var…
Dün bu konuya girizgâh yaptık, ülkemizde ve bütün dünyada sadece “kriz/ler” olmadığını, aynı zamanda hayatımızın her alanında “SOSYAL TUFAN”a duçar olduğumuzu hatırlattık... Bu vesileyle, yaptığımız uyarılara karşı ilgililere ve yetkililere karşı, ‘bu körlük, bu sağırlık, bu dilsizlik acep nedendir?!.’ mukadder sorumuzu bir kere daha yineledik…
Bugün, onların “kriz/ler” dediği, bizim ise maddî-manevî her şeyi kapsayacak şekilde “SOSYAL TUFAN” dediğimiz konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…
***
Bu “yeni kriz meselesi” nerden çıkmış, ne zaman başlamıştı?
Geçtiğimiz günlerde önce Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “Yaklaşan kriz Türkiye’yi de etkileyebilir, hazırlıklı olmalıyız…” uyarısını yapmıştı…
Onun ardından AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli de vatandaşlara “fazla harcama yapmama” çağrısında bulunmuştu...
Başbakan R. Tayyip Erdoğan mecburen devreye girdi, “kriz tedirginliği” yaşayan piyasaları rahatlatmak için Türkiye’nin yere sağlam bastığını ifade etti ve dedi ki: “Eğer israf ekonomisiyle hareket etmezsek, verim ekonomisinin safında yer alırsak, kimse endişe etmesin. Harcamasını da ona göre yapsın. Kriz bu defa teğet geçeceğe de benzemiyor.”
Başbakan Erdoğan’ın bu açıklamasında iki şey özellikle dikkatimi çekti; birincisi “israf ekonomisi”, ikincisi “verim ekonomisi” ifadeleri. Demek halkımızın ve hükümetimizin bu yönde bir eksikliği var ki, bizzat başbakan da bunu itiraf edip uyarı yapma gereği duydu. Önemli olan işte budur. İsraf içinde yaşıyoruz, “israf ekonomisi” içinde kriz/ler ve sosyal tufan içinde debelenip duruyoruz; üstüne üstlük bunu da “verim ekonomisi” yani “üretim ekonomisi” uygulamadan, üretmeden tüketerek, ihracattan çok ithalat patlaması yaparak, her gün biraz daha borç batağına batarak yapıyoruz!!!
***
Bizzat Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın kısmen de olsa bizim her zaman ve her vesileyle hatırlattığımız gerçekleri görüp itiraf etmesini hayırlı bir başlangıç sayalım...
Ülkemizde ve dünyada uygulanmakta olan sosyo-ekonomik politikaların, siyasal sistemlerin ve devlet düzenlerinin sadece “kriz/ler” değil “sosyal tufan” üretmekte olduğunu görelim…
Bizzat Başbakan başlangıç olarak bugün için bu “tesbit ve teşhisleri” yapıyorsa, yapabiliyorsa; yarınlarda “tedavi, çare ve çözümler” açısından yapılması gerekenler konusunda da halk olarak, bugün iktidarda olanların veya yarın iktidara geleceklerin yapılması gerekenleri yapacağı konusunda ümitlenebilir, hayaller kurabiliriz…
Hani bizzat onlar diyorlar ki; hayaldi, gerçek oldu!
Biz bu hayalin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyor ve bunun için var gücümüzle yaklaşık elli yıldır çalışıyoruz…
Hayalden öteye önemli olan bu hayalin “nasıl ve kimler tarafından” gerçekleştirilebileceğidir…
Nitekim bundan önceki onlarca yazımızda bazı hakikatleri haykırırcasına yazdık…
Kısmen de olsa söylenip de yapılan ve yapılmayanların halkımıza ancak “fecr-i kazib” yaşatmakta olduğunu; “fecr-sadık” dönemini yaşayabilmemiz için biricik ve tek çare ve çözümün “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” olduğunu günlerce yazdık…
Bundan sonra da yazmaya devam edeceğiz…
Sonuç: Kör, sağır ve dilsizler sadece kriz/ler/de değil, sosyal tufanlarda…
Kör, sağır ve dilsizler gafletten uyanıncaya kadar sabır ve sebatla uyarmaya devam edeceğiz…
***
KRİZ!(3): Faizli düzende kriz hep vardır
Reşat Nuri EROL
06.08.2011
Bugün kriz meselesinin başka bir yönü üzerinde duracakken, Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun olağanüstü toplantı sürprizi ve radikal kararları ile karşılaştık.
Kurul, politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 6,25’ten yüzde 5,75’e düşürürken, gecelik borçlanma faiz oranı da yüzde 1,50’den yüzde 5’e yükseltti!
AB’deki endişeler, Avrupa’da iflas eden ülkeler ve ülkemizde özellikle son zamanlarda aşırı oynak hâle gelen döviz veya ekonomide bozulan dengeleri düzeltme gereği Merkez Bankası’nın bu radikal kararları almasına sebebiyet vermiş/miş!
Ne zaman vermiyor ki?!.
Sanki ülkemizde “dengeler” varmış da, o “dengeler” bozulmuş da; işte o “dengeleri” yeniden düzeltmek içinmiş bu sürpriz ve radikal kararlar alınmış!!!
Bir ülkede “faizsiz reel üretim ekonomi” değil de “faizli finans ve üretmeden tüketme ekonomisi” varsa, o ülkede “olağanüstü ekonomik hal ve krizler” sürekli olarak vardır ve daima olacaktır.
Para, karşılıksız para, faizli para ve faizli banka/lar olur da orada istikrar, denge, adalet olur mu?
Elbette olmaz!
Olsa olsa sürpriz, sömürü, enflasyon, zulüm, kriz/ler vs olur ve bütün bunların sebebiyet verdiği -dünkü gibi- sürpriz ve radikal gelişmeler gerçekleşir.
*
Türkiye Ekonomi Kurumu Başkanı Prof. Dr. Ercan Uygur’a göre; Merkez Bankası gecelik borçlanma faiz oranını yüzde 5’e çıkarmakla, daha önce faizden yararlanmak isteyen sermaye girişini caydırmak istiyorken, şimdi aldığı bu kararla yurt dışından “FAİZ” için gelen kısa vadeli fonlara ‘buyurun gelin’ demiş oluyor…
Dr. Osman Altuğ ise bu kararların, faizci bankaları fonlama, onlara kıyak geçme yani onları destekleme anlamına geldiğini, MB’nin bankalara ucuz faizle borç verirken, faiz oranlarını düşürdüğünü söyledi. Böylece bankaların Merkez Bankası kaynaklarını daha ucuza kullanmış olacağını kaydeden Altuğ;
“Dolayısıyla bir şekilde bankalara destek verilmiş oluyor. Bankalar, Merkez Bankası’ndan UCUZ FAİZLE aldıkları parayı, DAHA YÜKSEK FAİZ oranlarıyla tüketiciye, sanayiciye yönlendirmiş oluyor. Merkez Bankası’nın özel bankalara destek vermesi anlamındadır; politika faizleri ve repo oranlarıyla ilgili durum bu!”
“Cevap bekleyen çok soru var” deyip “Merkez Bankası ne demek istiyor?” ile devam eden ve aşağıdaki soruları soran bir ekonomistin (Güngör Uras) soruları ile bitirelim:
-Üç gün önce ekonomi çok hızlı büyüyor, iç talep çok canlı deniliyordu. Üç günde ne değişti de ekonomide durgunluk tehlikesi başladı, iç talep daraldı?
-Ekonomiyi fazla ısıttığı için banka kredilerindeki artış yüzde 25 ile sınırlandırılacak idi? Şimdi bu sınırlama kaldırılıyor mu?
-Cari açık sorunu önemli idi. Artık önemli değil mi? Büyüdüğü kadar büyüyebilir mi? -Sıcak parayı istemiyorduk. Bundan sonra gelsin mi, gelmesin mi?
-Döviz fiyatı nereye kadar yükselecek? Yükseldiği yere kadar yükselecek mi?
*
Bu soruların cevabı belli, bunları neredeyse her gün bu köşemde okuyorsunuz...
Yani; “sıkı para politikası”ndan “gevşek para politikası”na geçiş, dışarıdan gelen “faizci ve sömürücü sıcak parayı” ülkede tutma çabası, daha doğrusu yıllardan beri olduğu gibi “FAİZLİ ZALİM DÜZENİ” uygulamak üzere aynen yola devam…
Durum ortada; bütçe denkliği yok, bütçe sürekli açık veriyor, cari açık sürekli artıyor, ithalat-ihracat arasındaki uçurum giderek büyüyor, faizci sıcak sömürü parası her an her şeye gebe, döviz kurlarının özellikle önümüzdeki günlerde ne olacağı belli değilken; Merkez Bankası böylesi daha nice sürpriz kararlar almak zorunda kalacaktır…
Bu genel durumu ister istikrarsızlık, ister kaos, ister sürekli kriz/ler veya isterseniz -bizim dediğimiz gibi- “ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelinceye kadar hep var olmaya devam edecek olan “EKONOMİK, SİYASİ VE SOSYAL TUFAN” olarak değerlendirirsiniz…
*
Bu yazıyı sahurda yazdım…
Sabah olunca önce Millî Gazete’nin birinci sayfasına baktım:
Merkez (MB) büyük kriz bekliyor…
Haber sitelerinin başlıkları:
Panik var, piyasalar tepetaklak!..
ABD Borsası çöktü, dünyayı vurdu...
ABD’den sonra Asya borsaları da çöktü...
DowJones’un (ABD) çöküşü İMKB’yi (İstanbul) vurdu…
Bugünün hülasası:
“FAİZLİ ZALİM DÜZEN”de sürekli KRİZ/ler ve ÇÖKÜŞLER vardır…
***
KRİZ!(4): Batı düzeni çöküyor, insanlık krizde
Reşat Nuri EROL
08.08.2011
Bugünkü ekonomi okumalarımın ilk özeti şöyle:
Avrupa çöküyor, dünya panikte…
Çökmekte olan yaşlı Avrupa neresi?
Kapitalizmin doğup büyüdüğü ve dünyaya yayıldığı yer...
Komünizmin/sosyalizmin doğup yetmiş yılda battığı yer...
Kapitalizm şimdilerde ABD (vahşi, vampir, katil ve haçlı zihniyetli Batı’nın temsilcisi) ve “dolar”ın (hiçbir karşılığı olmayan paranın) himayesine dayanarak ayakta kalabilme mücadelesi veriyor ama “bu ABD” ve “bu dolar” ile nereye kadar?!.
Bir hatırlatma: Bir zamanlar biz “hasta adam” idik ve bir müddet sonra -bu köşede defalarca yazdığım sebeplerden dolayı- altı asırlık koca imparatorluğumuzla çöktük…
Şimdi yaşlı Avrupa’ya “hasta adam” diyorlar ama çöken aile müessesesi ve giderek yaşlanan nüfusu ile bir müddet sonra bu kıtadaki ülkelerde “hasta adam” da kalmayacak!..
İşte, “elli yıldan beri” peşinde koştuğumuz...
On yıldır “zinası” dâhil her şeyimizi benzetmeye ve kanunlaştırmaya çabaladığımız...
Son olarak kara sevdamızın nişanesi olarak uğruna “özel bakanlık” bile kurup bakan atadığımız (61. TC Hükümeti AB Bakanı Egemen Bağış) ama bir türlü içine dâhil olamadığımız işte bu yaşlı Avrupa (AB) çöküyor…
*
Yukarıda “dolar” demişken, burada “avro”ya bir bakalım: Halk koca Avrupa Birliği’nin “avro”yu bırakıp minik İsviçre’nin “frank”ına doğru kaçmaya başlamış!..
Meselenin vahametini anlamak için çok uzaklara bakmaya gerek yok; iflas eden ve batan kapı komşumuz Yunanistan’ın (ve Kıbrıs’taki Rumların) durumu ortada…
Bitmedi, sırada İtalya, İspanya ve diğer AB ülkeleri var…
Dünkü sözünü ettiğim haber başlıkları neydi, hatırlayalım:
Panik var, piyasalar tepetaklak!..
ABD Borsası çöktü, dünyayı vurdu...
ABD’den sonra Asya borsaları da çöktü...
DowJones’un (ABD) çöküşü İMKB’yi (İstanbul) vurdu…
Bugünün (dünün) hülasası:
“FAİZLİ ZALİM DÜZEN”de sürekli KRİZ/ler ve ÇÖKÜŞLER vardır…
Bugünün hülasası:
Avrupa çöküyor, dünya panikte; Batı’nın düzeni çöküyor, insanlık krizde…
*
Dünkü yazımızın başlığı neydi: Faizli düzendi kriz/ler hep vardır…
Devamında, TCMB Para Politikası Kurulu’nun A planı uygulaması olarak aldığı kararlardan ve yaptığı uygulamalardan söz ettik.
TC Merkez Bankası’nın bir de beş maddelik B planı da varmış:
-İthalattaki artıştan kaynaklanan açık hızla iyileştirilecek...
-Enflasyon yüzde 5,5’lik hedefe yakın. Faizler artırılmayacak...
-Küresel risklerin Türk ekonomisine etkileri en aza indirilecek...
-Repoyla ilgili düzenleme, TL’deki dalgalanmayı önleyecek...
-Döviz satışı artırılacak, zorunlu karşılık oranları düşürülecek...
Dikkat ederseniz, bu gibi durumlarda hep “-cek, -cak” ile biten cümleler, bir türlü üretilemeyen “kesin ve köklü çözüm”ler; tam tersine çökmekte olan Avrupa (AB ile müktesebatı!) ve batmakta olan Batı (özellikle ABD ve IMF, Dünya Bankası ile işbirliği) peşinde dolanmalar, elli yıl kapılarında beklemeler ve daha neler de neler!!!
TCMB’nın B planındaki beş maddede geçen kelime ve kavramlara bakar mısınız?
“İthalattaki artış... Her türlü açık/lar... Enflasyon... Faizler... Küresel riskler... Türk ekonomisine etkileri... Repo... TL’deki dalgalanmalar... Döviz... Zorunlu karşılıklar…” Bunların arasında olumlu, iç açıcı ve umut vaat edici tek bir kelime/kavram var mı? Ömrümüz leyleklerin “laklakları” gibi “cek-cak/larla” geçip gidiyor...
*
İbrahim Kahveci Yeni Şafak’ta bence önemli ekonomi yazıları yazıyordu…
Birden ayrılıverdi! Dört aydır haftada bir gün Rotahaber’de yazmaya başladı. Bu haftaki yazısının başlığı şöyle: Bakan uyansın kriz başladı…
Yazı şöyle başlıyor: “Bu kriz bir istatistik krizi olmayacak, bu kriz bir insani kriz olacak diyorum…”
Ve şöyle bitiyor: “Avrupa Yunanistan kurtarama paketi ile krizin üstünü örtmüştü. Amerika ise borç tavanı ile krizin üstünü örtmüştü… / Ne Yunanistan ve AB sorunu ne de ABD tarafında temel problemlere çözüm getirilmemişti. Sadece yangının üstüne battaniye atılmış ve üstü örtülmüştü... / Örtmeye çalışan, olayları erteleyen, görmezden gelen zihniyet sadece AB ve ABD’de yok. Bizim ekonomi kabinesinde de aynı zihniyet var... Küresel sistem çöküyor, halk olayları artarak yayılabilir ve bu kriz bir ekonomi krizi değil bir insani kriz olarak artık kapımızdadır.”
İbrahim K. “insani kriz” diyor, biz “SOSYAL TUFAN” diyoruz...
***
KRİZ!(5): Batı’da kriz, Afrika’da TUFAN!
Reşat Nuri EROL
09.08.2011
Sıkıldım, hem de çok sıkıldım…
Üzüldüm, hem de çok derinden üzüldüm…
Utandım, hem de çok utandım; insanlığımdan utandım…
AB, ABD, Batı, banka, bütçe, para, faiz, kriz, komünizm, kapitalizm vs demekten; ya da en yakınımızda olması/anlaması gerekenlere “fecr-i kazib” ile “fecr-i sadık” arasındaki farkı veya “ak” ile “kara”, “doğru” ile “yanlış”, “hak” ile “bâtıl”, “adalet” ile “zulüm” arasındaki uçurumları izah ederken onların “kör-sağır-dilsiz” davranışlarından sıkıldım…
Kırk yıldan beri “zalim dünya düzeni” dedikten sonra, -özellikle Millî Görüş Lideri Necmeddin Erbakan’ın önderliğinde ve rehberliğinde- bütün beşeriyete, ‘üzülmeyin bir de “ADİL DÜNYA DÜZENİ” vardır’ dedikten sonra; bütün çalışmalarımıza ve çabalarımıza rağmen, işte tam da bu konuda “bir şeyler” veya “çok şeyler” anlatmaya ve yazmaya çalışıp da, bir türlü anlaşıl/a/mamaktan ve bu halleri sürekli yaşamaktan hep üzüldüm…
Bir Bosnalı, bir Kosovalı olmama ve Avrupa/Batı’nın ortasında veya hemen yanıbaşındaki memleketlerimde o vahşetleri yaşıyorken, “tek dişi kalmış ‘medeniyet’ denen canavar” o vahşetleri yapıyorken; o zaman yapamadıklarımın acısıyla ve çaresizliğiyle insanlığımdan utanırken; şimdi de SOMALİ ve SUDAN başta olmak üzere AFRİKA’da yaşanan zulümler ve yüzbinlerce çocuk ölümleri sebebiyle insanlığımdan utanıyorum…
*
“SOSYAL TUFAN” diyordum ya; SOMALİ’de, SUDAN’da yüzbinlerce insan öldü, AFRİKA’da milyonlarca insan öldü, hâlen de ölmeye devam ediyor; işte orada onlar için tam bir “SOSYAL TUFAN” yok mu?!.
Sadece bir ülkeden değil, koca bir kıtadan söz ediyorum; ilk insan Hazreti Âdem ile Havva’nın dünyaya geldiği ve insanların oradan dünyaya yayıldığı yerden söz ediyorum; sözde “medeni” Batı dünyası ve İslâm âlemi/ülkeleri başta olmak üzere bizim kalmayan insanlığımızdan söz ediyorum…
Bütün bu yaşananlara rağmen bu feryadı duyan yok mu?!.
Biz böyle değildik; neden “kör-sağır-dilsiz” olduk?!.
Biz her şeyden önce insandık; şimdi ne olduk?!.
*
Bosna Savaşı yıllarında, Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in en yakın cihad arkadaşlarından ve başyardımcılarından biri Sudanlı Fatih Hasaneyn idi ve o yıllarda ben en çok onunla çalışmıştım…
Savaş sonrasında Sudan’ı ve Afrika’yı görmemi çok istedi…
Sudan’a gittim, oradaki yerüstü ve yer altı zenginlikleri gördüm, halktan başlamak üzere en üst seviyedeki yöneticilerle görüştüm; izlenimlerimin en sonunda o yöneticilere sordum:
-Sadece Sudan’a (ve elbette Somali’ye de) değil, bütün Afrika’ya yetecek bu zenginlikleri neden değerlendirmiyorsunuz, neden işletmiyorsunuz?!.
-Değerlendirmek istiyoruz ama Batı ülkeleri ve özellikle ABD müsaade etmiyor!!!
*
ABD veya dünya sömürü sermayesi; Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın diğer yerlerindeki petrol rezervleri bittiğinde değerlendirmek üzere, Sudan’daki petrol rezervlerini ihtiyat olarak bekletiyor, Sudanlılara işlettirmiyormuş!..
Çağdaş sömürgeciler, sonunda bir milyondan fazla Sudanlının hayatına mâl olan savaşların ardından, Sudan’ı ikiye böldüler, zengin petrol bölgesini ayırdılar, şimdi de sömürmeye hazırlanıyorlar…
SOMALİ sorunu ve milyonlarca insanın ölümü bu sömürü operasyonunun uzantısından başka bir şey değildir…
*
Tekrar Hatırlatıyorum:
Bizzat araştırıp yerinde gördüm, sadece Sudan’ın tarım arazileri, Nil nehri ve her türlü yeraltı-yerüstü zenginlikleri bütün Afrika’yı doyurmaya yeterlidir ama Somali’de ve Afrika’da insanlar, özellikle de çocuklar açlıktan ölüyor!!!
Evet… Çok sıkılıyorum, derinden üzülüyorum, insanlığımdan utanıyorum…
Çünkü ABD ve Batılılar oburluktan ölüyor…
Somalili çocuklar ve Afrikalılar açlıktan ölüyorken…
Batasıca Batı sömürgecileri ve “zalim dünya düzeni” dünyayı sömürmek bir yana, Somali ve Sudan gibi ülkelere tam bir “SOSYAL TUFAN” yaşatıyorken…
Uyanıp “ADİL DÜNYA DÜZENİ” üzere çok şeyler yapması gerekenler, “kör-sağır-dilsiz” imişler gibi kendi “SOSYAL TUFAN” sıralarını bekliyorlar!!!
***
KRİZ!(6): Balık ver ama balık tutmasını da öğret
Reşat Nuri EROL
11.08.2011
Dünkü yazımda “SOMALİ” derken aynı zamanda “SUDAN” deme ihtiyacı duymuştum ya; bunun pek çok sebebi var:
Birincisi, bu ülkedeki dostlarım, bu ülkede bizzat görerek bildiklerim, yetkililerden duyduklarım ve genel olarak Afrika’daki durumu yansıtan büyük bir Afrika ülkesi olmasıdır...
İkinci sebebi anlamanız için aşağıdaki habere bakalım:
Kimse Yok mu Derneği’yle birlikte Sudan’a giden sanatçı Reyhan Karaca, çocukları açlıktan ölen bir annenin feryadını unutamıyor:
“Bebeğini, ‘al kurtar’ diyerek bana uzattı!”
Reyhan Karaca iç savaş, yoksulluk, açlık ve ölümün kol gezdiği Sudan’ı gördükten sonra “Bir kırk yıl daha yaşamış gibiyim.” demiş.
(Sudan’ı ilk gördüğümde ben de öyle olmuştum. RNE)
Çocukları açlıktan ölen bir anne kucağındaki bebeği sanatçıya uzatarak, “Al, kurtar çocuğumu!” diye feryat etmiş.
“Bir anne evladını verecek kadar kötü bir durumda ise bunun üzerine söyleyecek hiçbir şey yok…/ Çocuk bu lafı duyduktan sonra inanılmaz şekilde ağladı, onun psikolojisi beni çok etkiledi…/ Sudan’da iç savaş nedeniyle çok fazla yetim çocuk var. Manzara gerçekten çok kötü. Çocukların birçoğu aç. Adını bile bilmediğimiz yemeklerle karınlarını doyuruyorlar. Anne karnında kötü beslendiği için hasta olan çocuklar var. Hava şartları da kötü. Çocuklar çamurun içinde yalınayak yürüyor, yatıyor.../ Yardımları alan çocuklarda bir utangaçlık, bir mutluluk vardı...”
*
Yeterince yazdım, bu habere “yorum” yazmayacağım, “Afrika’daki kardeşlerimize yardım gönderin” de demeyeceğim; sadece Türkiye’ye, Türk milletine, İslâm âlemine ve dünyada kaç “insan” kaldıysa onların şahsında bütün insanlığa bir Çin şiiri ile sesleniyorum:
Bir yıl sonrayı düşünüyorsan : Tohum ek,
Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın...
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini,
Halkı eğit o zaman!
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç ekersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti!
Birisine bir balık verirsen, doyar 'bir defalık',
Balık tutmasını öğret, doysun 'ömür boyunca'!
*
Başbakan, bakanlar ve diğerleri “kör-sağır-dilsiz” olmuşçasına, “BİZİM ‘teşhis’ ve ‘tedavi’ reçetemizi” duymuyor, görmüyor, konuşmuyor!
Ya ne yapıyor/lar?
Batılı dostlarına kulak veriyor, onları dinliyor, onların peşinden gidiyor/lar!.. O halde onlara BATI kaynaklı minik bir haberi hatırlatalım:
“Erdoğan’ı tehdit eden tek şey ekonomi…
“Türkiye’deki en güçlü adam” başlıklı Reuters değerlendirmesinde, olası bir KRİZ sonucu ekonomide bozulmanın seçmenin Erdoğan’ı terk etmesine yol açabileceği belirtildi.
Başbakan Erdoğan’a en büyük tehdidin ekonomik kriz olduğu belirtilen yazıda, olası bir kriz sonucu ekonomide bozulmanın seçmenin Erdoğan’ı terk etmesine yol açabileceği, ancak böyle bir krize kadar kimin patron olduğuna dair hiçbir şüphe bulunmadığı belirtildi...”
*
Türkiye ve dünyada gündemin başında olan, en çok konuşulan konu EKONOMİ…
Türkiye ve KRİZ…
Ekonomi ve KRİZLER…
Artık kanıksanmış KRİZLER…
1929 Ekonomi Krizi ile mukayese edildiğinde, ondan daha büyük bir KRİZ…
O halde her biri ayrı bir yazı konusu olabilecek minik bir “TESBİT-TEŞHİS-TEDAVİ/ÇÖZÜM kronoloji ve reçetesi” sunalım:
Tarım Dönemi... Sanayi Dönemi... Sanayi Sonrası Dönem...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” Dönemi…
*
Sosyalizm... Komünizm... Kapitalizm...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”…
*
Yeni Anayasa... Yeni Hukuk... Yeni Dünya Düzeni... Yeni Medeniyet...
ve
“ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”…
*
Krizler... Çöküşler... Tufanlar...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”…
*
Karl Marx(1818-1883)... John Maynard Keynes(1883-1946)... Milton Friedman(1912-2006)...
ve
Necmettin Erbakan (1926-2011);
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN, ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”…
***
Sayın TBM Başkanı Cemil Çiçek’e
-AÇIK MEKTUP-
TC Anayasasına göre kuvvetler ayrılığı vardır. Yasama Meclis’e aittir. Hükümetlerin teklif etme yetkileri bile yoktur. Devlet Başkanı’na da anayasa hazırlama yetkisi verilmemiştir. Anayasayı Meclis önerir ve Meclis kabul eder. Sonra yürürlüğe girmesinde Devlet Başkanı’nın yetkisi vardır. Orası sizin sorumluluğunuzda değildir.
Anayasa hazırlama ve kabul etme görevi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir. Onun başkanı da sizsiniz. Tüm Türkiye yeni anayasanın yapılması gerektiğinde ittifak hâlindedir. Tüm Türkiye bu anayasanın “millî mutabakat” ile yapılması gerektiğinde de ittifak hâlindedir.
Siz de bunu Meclis Başkanı olarak ilân ettiniz.
Peki, 70 milyon insanı nasıl anlaştıracaksınız da mutabakat sağlayacaksınız?
Bunu ancak “ADİL DÜZEN” içinde yapabilirsiniz.
Bir geminin Karadeniz’den Akdeniz’e geçebilmesi için bir tek yol vardır: İstanbul Boğazı. ‘Ben oradan geçemem!’ derseniz, Karadeniz’de kalırsınız.
“Millî Mutabakat Anayasası” yapmak niyetinde iseniz, mutlaka “ADİL DÜZEN”in bu konudaki çözümünü kabul edeceksiniz. ‘Boğazdan geçemem ama Akdeniz’e geçilmesi gerekiyor’ diyorsanız; niyetimiz var ama ben yapmam demektir!
“ADİL DÜZEN”de mutabakatın sağlanmasının yolları nelerdir?
- Her vatandaşla mutlaka istişare edilmesi gerekir. Hapiste olan canilerle ve Öcalan’la da istişare edilmesi gerekir, dağdaki PKK ile de istişare edilmesi gerekir; BDP milletvekilleri bunun için Allah’ın bize nimetidir. Siville, askerle, herkesle istişare edilmesi gerekir. Asker kendi emir-komuta zinciri içinde istişare eder.
- İstişarede mutabakat sağlanmalıdır. Mutabakat nasıl sağlanacaktır? Müzakereler ikili yapılır. Karşılıklı tartışarak uzlaştıkları noktalara varırlar. Mutabakata varamadıkları hususlarda da hakemlere giderler. Biri bir hakem seçer, diğeri bir hakem seçer; hakemler de başhakemi seçerler. Hakemlerin verdiği karar mutabakat kararı olur. Kendi seçtiğinin kararını kabul etmeyen yargı kararına karşıdır demektir, ülkeyi terk etmesi gerekir. Yargı kararına karşı da yargıya gidilebilir. Hakemlerden tazminat isteyebilir. Hakemlerin kararları değişmez.
- Vatandaşlara ulaşacak olan siyasi partilerdir. Her parti kendi mensuplarına hazırlattığı ve hakem kararları ile temin edilen “Mutabakat Anayasası” ile Meclis’e gelir. Yüzde beşten fazla oyu temsil eden partilerin anayasası Meclis’e teklif edilir. Yüzde beşten aşağı oyu olan partiler, diğer partilerden biriyle tartışarak eklenirler. Tartışma yine hakemlere gitme ile sağlanır.
- Milletvekilleri bu anayasaları sıralama usulü ile oylarlar. Sırada birinci ve ikinci olan partiler birer hakem seçerler; onlar da bir başhakem seçer. Bunlar teklif edilmiş anayasaları birleştirerek tek anayasa hâline getirirler. Teklife yetkili diğer partilerin maddelere karşı hakemlere gitme yetkisi vardır. Sonunda Meclis’in mutabakatı ile anaysa hazırlanmış olur.
Bu anayasa, anayasa kuralları içinde anayasalaştırılır.
Bu kurallar nerden çıktı?
Biz uydurmadık, Kur’an’dan istidlâl ettik.
Şöyle…
Kur’an’da deniyor ki; Ey Meclis Başkanı Cemil Çiçek, anayasayı tüm Türk halkı ile istişare et. “Şavir-hüm” diyor. “Hüm” zamiri onların hepsine gidiyor. Çünkü zamir hasdır ve istiğrakı ifade eder. Yoksa “minhüm” denirdi.
Sonra diyor ki; Bir şeyde niza ettiğinizde hakemlere gidin. “Allah ve resul” tabiri Kur’an’da hakemleri ifade eder.
İşte bu âyetin uygulanması için istihsanla bir sistem geliştirdik. İstihsan da şer’î delildir. Siz de başkasını geliştirebilirsiniz. Ama mutlaka bu iki âyetin emri yerine getirilmelidir.
Bu hususta benim ömrüm boyunca biriktirdiğim bilgilerim vardır. Bu bilgilerimi sizlere arz etmeye hazırım. En az dört saatlik bir zaman ayırmanız gerekmektedir.
Saygılarımla.
12.08.2011 Süleyman Karagülle
***
KRİZ!(7): İnsanlığın bittiği yerler, insanlık krizi
Reşat Nuri EROL
13.08.2011
Dünya ne kadar da çabuk dönüyor, olaylar ne kadar da hızlı gelişiyor…
“KRİZ” diye başlayıp kısa zamanda “çare ve çözümleri” yazacaktım ama; ülkemizde ve dünyada her gün “kriz” ana kavramı içinde ele alınması gereken öylesine gelişmeler oluyor ki, insanı ürkütüyor.
Yedinci yazıya geldik, çözümlere gelemedik.
Hani Türkçemizde ‘insanlığın bittiği yer’ deyimi var ya, durum aynen öyle!
Beşinci yazımda ‘insanlığımdan utanıyorum’ diyordum, çok değil, iki gün sonra ‘insanlığın bittiği yer’ deme ihtiyacı duyuyorum...
‘İnsanlığın bittiği yer neresidir, nerelerdir, nedendir?’ diye sorabilirsiniz…
*
İnsanlığın bittiği yerler, geçen yüzyılda I. ve II. Dünya Savaşlarının olduğu yerlerdi. Sonrasında oluşan ve adına ‘komünizm’ veya ‘kapitalizm’ denen çağdaş zalim düzenlerle, sosyo-ekonomik sömürü sistemleriyle, dünyanın en ücra köşeleri bile ‘insanlığın bittiği yerlere’ dönüştü. Çok değil, geçen yüzyılın tam ortasında ‘komünizm’ ile yönetilen bir ülkede (Yugoslavya) doğdum. Ailecek o zalim yönetimi iliklerimize kadar yaşarken, baba ve annem memleketlerini (Kosova ve Bosna) bırakıp sığınacak bir liman aradılar. Sığınılacak liman Türkiye’ydi ama Türkiye de dünyanın pek çok yeri gibi ‘kapitalizm’ (veya ‘Kemalizm’ ile) yönetiliyordu; hâlen de faizci zalim kapitalizm düzeni ile yönetiliyor!!!
Çok değil, 20 yıl önce ya da doğuşundan 70 yıl sonra, zulümler bir yana milyonlarca insanın ölümüne sebep olan ‘komünizm’ yıkılıp gitti…
Şimdi de dünyayı ‘insan bittiği yerler’ hâline getiren ‘kapitalizm’ can çekişiyor, yıkılıp gideceği güne doğru hızla koşuyor…
Bunu görmek için;
Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki gelişmelere; bu kıtalardaki bazı ülkelerde gerçekleşen son zamanlardaki isyanlara…
Kapı komşumuz Yunanistan’dan başlayıp İtalya ve İspanya’nın ardından İngiltere ve Fransa’ya (bu arada Norveç’e de) yayılan çok yönlü çöküşlere…
Tunus ve Mısır’dan başlayıp, Yemen ve Körfez ülkelerine kadar uzanan, son olarak Libya ve Suriye’de farklı bir şekle bürünen isyanlara…
Somali ve Sudan’dan başlayıp diğer Afrika ülkelerine de yayılan açlıktan ölmelere…
Ve bunlara benzer daha nice örneklere bakmak yeterli olacaktır.
Son olarak Somali’de on binlerce çocuk öldü, hâlen de ölmeye devam ediyor!!!
***
İnsanlığın en büyük kuruluşu Birleşmiş Milletler’in tesbitlerine göre;
-“Dünyada her gün 24 bin kişi açlıktan ölüyormuş…”
-“Dünyada açlık sorunu yaşayan 800 milyon kişiden 300 milyonu çocukmuş…”
İnsanlığın bittiği yere dönüşen yeryüzünde, insanlığın en büyük kuruluşu Birleşmiş Milletler (BM) sadece “tesbit” yapabiliyor, “tedavi, çare, çözüm” yok, yok, yok!!!
Peki…
-Çare ve çözüm nerede ve kimde, dünyayı ve insanlığı kim nasıl kurtaracak?!.
-Komünizm yıkılıp gitti, kapitalizm can çekişiyor; bunların yerini ne alacak?!.
-Siz kendinizi kurtarmak için çalışmıyorsunuz; sizi kim gelip de kurtaracak?!.
***
İnsanlar!
Yukarıda açıkladığım ölümlerin en çok olduğu ülkelerde yaşayan ve “İslâm” gibi hayatı, hürriyeti, yaşamayı, yaşatmayı, güvenliği, adaleti, -adı üstünde- “savaşı” değil “barışı” esas alan dinin mensubu Müslümanlar!
“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı yaşatan bütün insanlığı yaşatmış olur” diyen Kur’an’a inananlar!
-İnsanlık için tek, biricik, alternatifsiz, yegane çare ve çözümün Müslümanların yani İslâm’ın ve Kur’an’ın olduğunu duymuyor, görmüyor, anlamıyor musunuz???
Yani İslâm/barış düzeni ve Kur’an nizamı; bu nizamın çağımızdaki medeniyeti…
Batı uygarlığı “komünizm” ve “kapitalizmi” ile birlikte battı, batıyor…
İnsanlık yeni bir “kurucu ve kurtarıcı medeniyet” bekliyor…
Bu köşenin dikkatli ve aklıselim sahibi müdavimlerine soruyorum:
‘ADİL (EKONOMİK) DÜZEN’ ve
‘Adil Düzen Medeniyeti’ tek çare ve çözüm değil mi?
‘Evet!’ diyorsanız;
‘Bismillah’ deyip haydi kendinizi ve insanlığı kurtarmaya…
***
KRİZ!(8): Şimdiki kriz küçük bir fiskedir!
Reşat Nuri EROL
14.08.2011
Durum tesbiti yapan bir yazar (Leyla İpekçi), yazısının sonunda iki soru soruyor:
“Tottenham’da (yani Batı dünyasının merkez ülkesi Büyük[!] Britanya’da RNE) oturan göçmen çocukların neredeyse yarısının açlık sınırında yaşadığını biliyor muyduk, tıpkı göz ardı ettiğimiz Afrika’daki gibi?”
“Zulüm dijitalize oldukça, vicdanlar sanallaşıyor” dedikten sonra ikinci ve son sorusunu soruyor: “Hama ile Tottenham arası kaç saniye?”
Zulum, açlık, vahşet ve çok yönlü katliamlar dünyanın dört bir tarafında kol geziyor ve biz de televizyonlarımızın başında onları sadece izlemekle yetiniyoruz!
Tottenham, İngiltere, Afrika ülkeleri ve en uzun sınırı paylaştığımız kapı komşumuz Suriye ve Hama kenti…
*
Şu dikkate alınası tesbiti de Ali Bulaç yapıyor:
“Irak’ın işgalinde kullanılan silahların parası işgalden bu yana Irak petrollerinden tahsil ediliyor zaten. Amerikan halkından toplanan vergilerle silah şirketlerinden silah alınıyor, sonra Irak petrollerinden tahsil ediliyor. Olan Irak halkına ve Amerikan vergi mükellefine oluyor. Kimsenin kuşkusu olmasın, süren büyük ekonomik krizin gerisinde yatan sebeplerden biri Irak işgali dolayısıyla trilyonlarca doların belli silah, petrol şirketleri ve lobilerin kasasına akmasıdır. Adl-i ilâhi henüz sillesini vurmadı, şimdiki kriz “küçük bir fiske”dir.”
Aynen öyledir Ali kardeş, aynen öyledir;
Gelmekte olan veya var olan “sosyal tufan”dır, “SOSYAL TUFAN”!!!
*
Asıl müthiş tesbiti sona sakladım:
“Bu asrın yorumcusu Bediüzzaman toplumsal hayattaki değişimi anlatırken insanlığın gelişimini 5 evreye ayırıyor: Vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, ecir, malikiyet ve serbestiyet. Ecir dediği kapitalist dönemin sonunun geldiğini ve onun da öncekiler gibi yırtılarak, mülk ve serbestliğin (yani “Adil Ekonomik Düzen”in RNE) daha çok öne çıkacağı dönemin geleceğini söylüyor. Bir başka eserinde de “insanoğlu esir (komünizm) olmak istemediği gibi ecir (ücretli, işçi yani kapitalizmin kölesi RNE) olmak da istemez” diyerek yeni dönemin özelliğini vurguluyor. Şu anda kapitalizmin yırtılışına tanık oluyoruz. Görünen bu...” Yaşar Süngü’ye, bu tesbiti tekrar hatırlattığı için teşekkürler...
*
Minik bir tesbit özeti yaptıktan sonra, son bir-iki yazıyla, “kriz ile ilgili çözüm önerilerimizle” bu bahsi şimdilik sonlandırmayı düşünüyorum.
“Şimdilik” diyorum çünkü iyi biliniz ki “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelinceye kadar “kriz/ler” hiç bitmez, bitmeyecektir.
Krizlerin bitmesi için de hep birlikte çok çalışmamız gerekiyor, çoook...
*
Yedi günden yani yedi yazıdan beri “KRİZ” ile ilgili tesbitlerimizi yaptık ve sırasıyla dedik ki:
1- Sadece “kriz” mi “TUFAN” mı?,
2- Kör, sağır ve dilsizler daima krizde,
3- Faizli düzende krizler hep vardır,
4- Batı düzeni çöküyor, insanlık krizde,
5- Batı’da kriz, Afrika’da TUFAN!,
6- Balık ver ama balık tutmasını da öğret,
7- İnsanlığın bittiği yerler, insanlık krizi.
Bunlar yazılarımın başlıkları ve sadece başlıklar bile “kör-sağır-dilsiz” olmayanlar için çok şeyler anlatıyor…
*
Tavsiyem: Bundan sonra yazacağım “kriz çare ve çözümleri” yazılarımla birlikte bu yazılarımın bir dosyada toplanıp daha dikkatli okunmasıdır; elbette bu konudaki diğer yazılarımla birlikte.
Bunlara, “AKP ‘fecr-i kazib’ mi?” dedikten sonra;
“Erbakan ve fecr-i sadık; Adil Ekonomik Düzen” diyerek devam ettiğimiz toplam 17 yazıyı da eklerseniz, nurun alâ nur olur, “kriz meselesi çözümleriyle birlikte” daha iyi anlaşılmış olur.
Derin gaflet uykusundan uyanmamamıza vesile olması dilek ve dualarımla, hemşerim M. Akif Ersoy’un “UYAN!” haykırışını bir kere daha hatırlayalım:
“Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Dehşetli maziyi getir yadına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?..”
***
DÜZELTME ve ÖZÜR: “Anayasa Meselesi” ana sorun ve gündem maddelerimizden biri. Nitekim biz de yıllardır “Anayasa Çalışmaları” yapıyoruz. Üstadım Süleyman Karagüle önceki gün bu konuda “TCMM Başkanı Cemil Çiçek’e Açık Mektup” yazdı ve redakte edip gerekli yerlere göndermemi istedi. Başka yerlerle birlikte, değerlendirmeleri ricasıyla mektubu Millî Gazete’mizin haber merkezine de gönderdim ama mektup sehven benim köşeme, en altındaki Süleyman Karagülle ismi çıkarılarak konmuş. Düzeltir, özür dileriz…
***
KRİZ!(9): Krizin kaynağı faizli sömürü sistemi
Reşat Nuri EROL
16.08.2011
Günlerdir “kriz” ile yatıp kalkıyoruz, günlerdir “kriz” konuşup yazıyoruz, günlerdir “krizin” nasıl gelip geçeceğini veya gelip gelmeyeceğini, gelirse “teğet mi geçeceğini” yoksa “bu sefer teğet bile geçmeyeceğini” konuşuyoruz…
Oysa geçen ayın ortalarında “krizin sadece beklentisi” vardı; şimdi görünenlere bakıldığında dünyada ABD’ye dadandığı, Yunanistan gibi kapı komşularımıza geldiği ve kimilerini cin çarpmışa çevirdiği ortada…
Mahir Kaynak, geçtiğimiz ay kaleme aldığı “Ekonomik kriz beklentisi” başlıklı yazısında (23 Temmuz), “Son günlerde dünyada yeni bir ekonomik kriz olup olmayacağı ve bunun ülkemize etkileri tartışılıyor. Yetkililerden bazıları harcamaların kısılmasını önerirken diğerleri bunun talebi kısacağını ve ekonomide daralmaya sebep olacağını söylüyor.” demişti.
Özetle; ekonomik kriz var veya ekonomik kriz geliyor, tasarruf edin diyorlar...
Bize göre kriz; üretilen malların satılamaması, dolayısıyla yeni malların üretilememesi ve böylece satamayan insanlar/üreticiler ve aç kalan halktır. Kriz budur. Kaynağı faizli sömürü sistemi yani küresel vahşi kapitalizmdir.
*
“Önce tasarrufun halkın eğiliminin bir sonucu olduğu iddiasının doğru olmadığını ve izlenen ekonomik politikanın tasarruf oranını belirlediğini söyleyerek” devam ediyor ve “Geçenlerde bir yazımda sıcak paranın tüketim yerine yatırımlara yönlendirilmesinin mümkün olduğunu ve bu yapılmadığı için tasarrufların azaldığı yazmıştım.” diyor. Sonra bir örnek veriyor: Bin lira dış borç ‘tüketime’ verilirse tasarruf meyli azalır, ‘yatırıma’ verilirse tasarruf meyli artmış olur. Mahir Kaynak burada hata yapıyor. Dış borç, işsize iş buluyorsa zararsızdır; işsize iş bulmuyor da emeği yatırıma kaydırıyorsa, iç üretimin yerini ithalat alır ve zararlıdır. Devam ediyor ve öneride bulunuyor: “Banka aldığı borcu yatırım kredilerinde kullansın ve bunun faizinin bir bölümünü devlet karşılasın.” Yani borç yatırıma kaydırılmalı...
Bize göre; dış borç işçilerin verimini artırmak, işsizlere iş bulmak amacıyla harcanırsa yararlı olur. 1950’lerde durum böyledir. Bugün ise dış borç sadece zarardır.
*
“Bunun en önemli sonucu yatırımın miktarı kadar tasarrufun gerçekleşmesidir. Yatırım için kredi alan müteşebbis borçlarını ödemek için tasarruf yapar.” Yani, yatırım miktarı kadar tasarruf gerçekleşmelidir...
Bize göre; tasarruf yatırım eşitliği tarih olmuştur. Keynes’in dediği gibi halkın tasarruf meyli tüketimi oluşturur. Tüketim kadar emek tüketime harcanır. Artık emek ise yatırıma yani yatırım olan sektörlere harcanmalıdır. Artık emekten fazlasını yatırıma harcarsanız ülkeyi borçlandırırsınız. Ülkeniz makineleşmemişse yani sanayileşmemişse bunun yararı vardır, makineleşmişse bunun hiçbir yararı yoktur. Sadece gereksiz yapılar yapar ve halkı faizli dış borç batağında ezersiniz.
*
“Bugün krediyle araba ya da ev alan bir kimse artık tasarruf yapamaz ve gelirinin bir bölümünü borçların ödenmesine ayırır... Eğer bu arada talepte bir daralma gözlenirse, devlet Merkez Bankası’ndan borç alarak piyasaya para sürebilirdi.” Yani, ev veya araba alan tasarruf yapamaz, bankada mevduat düşer, ekonomide daralma olur...
Bize göre; bugün emekçinin bankada parası yoktur. Zenginlerin mevduatı olsa da ticari hesapları vardır. Bugünkü bu durum başka bir şekilde dengelenebilir.
*
Mahir Kaynak, “Merkez Bankası’nın özerk olması yanlıştır. Devletin ekonomi politikasının en önemli ayağı olan para politikası başka bir gücün kontrolüne bırakılmaktadır.” diyor ve çok doğru söylüyor. Yani, Merkez Bankası bağımsız olmamalı...
Biz bu durumu şöyle yorumluyoruz:
Merkez Bankası bağımsız olmalıdır ki tekel sömürü sermayesi onu kullanabilsin ve istediği zaman Türkiye’yi yıkabilsin.
Devlet ve hükümet bizi dinlemiyor, yazdıklarımızı görmüyor ama Mahir Kaynak’tan devlet ve hükümet ne diye yararlanmıyor diye düşünüyorduk.
Kendisinde bu bilgiler varken ve bunları açıkça yazarken, devlet/hükümet ondan nasıl yararlansın?!
54. Erbakan Hükümeti, bu gibi çözümleri uygulayarak, bizden ve Prof. Mahir Kaynak benzeri Prof. Osman Altuğ gibi değerlerden yararlanıp uygulamalar yaptı ama 11 ayda gitti!!!
***
KRİZ!(10): Artık krizleri çözelim ama nasıl?
Reşat Nuri EROL
18.08.2011
Dün, geçtiğimiz günlerde yazılan “Ekonomik kriz beklentisi” başlıklı bir yazıdan (Mahir Kaynak, 23 Temmuz) yola çıkmıştık, kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Yazar, “Dünyada bir kriz olursa ihracatımızın yarısını yaptığımız AB ülkelerine ihracatımızın azalması kaçınılmazdır. Bu üretimi etkiler ve halkın gelirleri azalır. Büyük ölçüde borçlu olan halkın ödemeleri azalır ve bankalar sıkıntıya girer.”
Yani, bu krizlere bankalar dayanamaz diyor...
Bize göre; Türkiye krizlere kayıt dışı ekonomi sayesinde dayanıyor...
*
“Bu gibi durumlarda elimizde iki araç vardır. Birincisi uygulanacak para politikaları, diğeri dış politikadır.” Yani, para politikası ve dış politika ile krizlere karşı dayanılabilir...
Bize göre; krizlere yalnız para politikası ile dayanılabilir: İçeride “emeğe faizsiz kredi ilkesi” ve dışarıya da “faizsiz kredileşme sistemi” yani her ülke ile “kendi parası” ile alışveriş yapma, kesinlikle üçüncü bir devleti (doları ve diğerlerini) araya sokmama.
*
“Sonuç olarak hiçbir şey tek başına ele alınamaz. Özellikle dış politika ile ekonomi, eğer dışa açık bir ekonominiz varsa, iç içedir.” Yani, tek başına para politikası krizi çözmez...
Geçen gün (13 Ağustos) Uğur Civelek de Millî Gazete’deki “Demir tavında dövülür” başlıklı yazısında bu konuyu yazdı: “Küresel koşullar dünya ekonomisinin daha fazla büyüme konusunda çok sıkıntılı olduğuna, nisbi fiyatlarla birlikte her şeyin değişmeye başlayacağına işaret ediyor. Merkez Bankası’nı parasal genişlemeye zorlayarak bir süre gün kurtarılsa bile orta vadede sorunların ağırlaşacağını ve istikrarsızlığın kontrol edilemez bir şekilde yaygınlaşacağını unutmamak gerekiyor. Merkez Bankası sorunları çözemez ve ağırlaşmasını engelleyemez; durumun hissedilmesini önleyen ağrı kesici vermek dışında bir şey yapamaz…” Bu vesileyle kendisine “Uğur Bey, Aramıza Hoş Geldiniz” diyorum…
***
İnsanın kanı paradır, kalbi de bankalardır.
20’nci yüzyıla gelinceye kadar devletin bağımsızlığını simgeleyen şey “altın” veya “gümüş” paranın olması idi. Eğer bir devlet para üretip halkına kabul ettirebiliyorsa, kendi ülkesinde kendi parası geçerliyse, o devlet bağımsızdır.
Geçmişte bu iş çok zordu ama parası olan için kolaydı. Hazineye altını koyar, ondan sonra gümüşü koyar, gümüş parayı keser, altınla dengede tutardı.
20’nci yüzyılda insanlığın en büyük keşfi yapıldı: Karşılıksız kağıt para. Herhangi bir güç karşılıksız bastığı kağıt parayı piyasada kabul ettiriyorsa o “devlet”tir.
Sovyetler dağılmıştı. Biz Kırgızistan’a gittik. Kırgızistan Cumhurbaşkanı Asker Akayev’e para çıkarmaları gerektiğini önerdik. Sovyet dönemi sonrasında ilk defa Kırgızistan para çıkardı. Bir günde Kırgız Som’u Kırgız halkı tarafından benimsendi. Demek Kırgızistan bir devletti. İşte bu parayı çıkaran “Merkez Bankası”dır, bunu yapan devlet “gerçek devlet”tir.
Merkez Bankası için para denizdeki sudur. Kabı daldırdığın zaman dolar ve elde edersin. Ne var ki onu kaplara doldurup evlere dağıtmak kolay bir iş değildir.
Merkez Bankası işte bu zor işi yapar. Nasıl bir arabayı sürerken gaza basarsınız, hızlanır; gazdan ayağınızı çekersiniz, yavaşlar; bazen de fren yapmanız gerekirse... Hükümet de devleti yönetirken Merkez Bankası’na ayağını gaza basar, işsizlere iş verir; bazen para fazla gelir, enflasyon olur, o zaman da frene basar, parayı çeker, dengeyi kurar.
Bugünkü Merkez Bankaları paraları basıp zenginlere vermekte, onlardan “FAİZ” almakta…
Zenginlerin bu faizi ödeyebilmesi için Merkez Bankası daha fazla para çıkarmakta/basmakta ve bunu bankalar aracılığı ile yapmakta…
Bugünkü Merkez Bankalarının gayesi zenginleri daha çok zengin etmek ve sermaye hâkimiyetini sürdürmektir...
Bugünkü sömürü sermayesine hizmet eden Merkez Bankaları, faizci küresel tekel sermayenin sömürü araçlarından başka bir şey değildirler...
***
Gelecek Yazı: Merkez Bankası krizleri (yani sorunları) nasıl çözer?
***
KRİZ!(11): Merkez Bankası krizleri nasıl çözer?
Reşat Nuri EROL
19.08.2011
Merkez Bankası (elbette, küresel faizci sömürü sermayesine değil de, halka hizmet eden ve “faizsiz sistemi” esas alan Merkez Bankası) neler yapmalıdır?
Birinci olarak
Merkez Bankası çalışana yani emek sahibine diyecek ki; git istediğin işyerinde çalış, ondan belge al, sonra bana gel, akşamüstü paranı ben ödeyeyim...
İşveren borçlanacak vatandaş çalışacak.
Para ne karşılığı çıktı?
Emek karşılığı şıktı
Merkez Bankası işverene de diyecek ki; hammaddeyi satın al, parasını ben ödeyeyim, sen üretimini yap... Hammadde karşılığı para çıkmamıştır. Çünkü aldığı yere daha önce kredi olarak verilmişti. Borç işverenden işverene geçmiştir.
Merkez Bankası işverene diyor ki; sen üretmeye devam et, ürettiğin malı satıncaya kadar ben senden kredini kapatmayı istemeyeceğim...
Bu uygulama “enflasyon” yapmaz, çünkü alınan “kredi” karşılığında ülkede üretilen yani artan “mal” vardır. Piyasada para da artar. Fiyatlar hep sabit kalır.
Taşınmazların hisse senetleri çıkarılır ve satılmaya başlanır. Böylece o da “enflasyon” yapmaz. Piyasada “mal” yerine “hisse senetleri” dolaşmaya başlar. Hisse senetleri ucuzlarsa halk onları alır, pahalanır; inşaat yapılır. Hisse senetleri pahalanırsa halk üretim yapar, senetlerin fiyatları düşer. Böylece ‘yatırım dengesi’ de kurulmuş olur. Bu dengeyi halk kurar.
Demek ki Merkez Bankası “FAİZSİZ KREDİ POLİTİKASI” ile hem “İŞSİZLİK SORUNUNU” hem de “YATIRIM DENGESİNİ” çözmüş bulunmaktadır.
*
İki
Yeryüzü tek pazar hâline gelmiştir. İhracat ve ithalat olmadan artık yaşanmaz. İhracat ile ithalat dengede olmalıdır. Bunun için Merkez Bankaları arasında anlaşma yapılır.
Mesela, biz İranlılara TL’yi borç veririz, onlar da bize Riyalı borç verir. Türkiye’nin bütün bankalarında İran Riyali bulunur, İran’ın bütün bankalarında TL bulunur. Bankalar kurları stoklara göre hesaplarlar. Halkın rağbetine göre İran’da TL’nin Türkiye’de Riyalin kurları hesaplanır. Bunun anlamı İran’a ne kadar ihracat yaparsak onlardan da o kadar ithalat yaparız. Böylece dış ticaret açığı da kapanmış olur.
Merkez Bankası’nın döviz politikası ile açık kapanmış olur, denge sağlanır.
*
Üç
Türkiye’nin bir sorunu da “köylerin boşalması”dır.
Köylerin, köylülerin, tarım ve hayvancılığın, büyük şehirler dışındaki yerlerin desteklenmesi için “Ön Ödemeli Sipariş Sistemi” getirilmelidir.
(Bu konu bu köşede defalarca yazılmış ve açıklanmıştır; ilgilenenler o yazılarımıza bakabilirler. Bu vesileyle önemli bir tavsiye daha: Bu yazıların kitap hâline getirilip getirilmediği çok soruluyor. Bugüne kadar getirilmedi ama bundan sonra getirilebilir; isteyen getirebilir! Biz onlarca yıl kitapçılık yani yayıncılık yaptık, artık bu işleri gençlere bıraktık; çok isteyenlere ve ilgilenenlere bilgisayar ortamında veriyor veya internetle gönderiyoruz…)
*
Dört
Türkiye’deki bir diğer çok önemli sorun da “bütçe açığı”dır.
Bu sorunun çözümü için devlet kârdan değil üretimden vergi alacaktır.
Tam istihdamı sağlayınca hâsıla da tam olacağından hazine açık vermeyecektir.
Devlet, “gelir-gider dengesini” bu şekilde sağlamış olur.
Yani harcamalar dengelenir, gelire göre harcama gerçekleşir.
Devlet ayağını yorganına göre uzatmış olur.
“KRİZ” konusunu şimdilik kapatıyor, nice krizsiz günler ve yıllar diliyoruz…
*
Önemli Bir Hatırlatmayla Bitirelim:
Komün-izm yıkılıp gitti…
Kapital-izm çatırdıyor, çöküyor; o da yıkılıp gidecek…
Ama biz bu arada “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i getirmezsek, “zalim düzen” başka bir “-izm” olur ve yine devam eder…
Aman dikkat!!!
***
Tehlikeler ve yapılması gerekenler
Reşat Nuri EROL
21.08.2011
Temeli sağlamlaştırmadan binanın üzerine kat çıkarsanız o bina çöker.
İktidar partisi, temelini sağlamlaştırmadan ülkenin yapısını yani binasını yükseltiyor. Temeli sağlamlaştırmadan, asıl yapılması gerekenleri yapmadan, bugün ‘büyüyoruz, gelişiyoruz, kalkınıyoruz, bölgesel güç oluyoruz, dünya ülkeleri arasında şu sıraya yükseliyoruz’ söylemleriyle anlatılanları yapmak demek, ülkenin çökmesi ve devletin yıkılması demektir.
Büyük tehlike budur!
Biz mevcut iktidar veya herhangi bir başka iktidarın başarısını kıskanmıyoruz; bilakis, gerçekten bir başarıları varsa, seviniyoruz.
Keşke sözünü ettikleri gibi başarılı olsalar, olabilseler...
Ama bu düzen, bu sistem, bu gidişat, bu anlayış ve bu uygulamalarla başarılı olmaları mümkün değildir.
Dikkatli ve samimi okuyucularımız çok iyi bilirler, bunun sebeplerini ve gerekçelerini bu köşede çok yazdık, her ortamda açıkça söyleyip anlattık; bundan sonra da yazmaya ve anlatmaya devam edeceğiz...
Biz iktidarın bundan sonra başarısızlığa uğramasından korkuyoruz.
Bu ülke, bu devlet, bu hükümet, bu halk sadece onların değil bizim de ülkemiz, devletimiz, hükümetimiz, halkımız…
Bu “uyarılarımızı” bunun için yapıyor, “çare ve çözüm önerilerimizi” bunun için sunuyoruz; bunu kırk yıldan beri yaptık: Bundan sonra da yapmaya devam edeceğiz…
Tehlikeleri yazan çok, kendince “tesbit yapıp teşhis koyan” çok ama bizim dışımızda “sistem ve düzen” olarak “tedavi reçetesi sunan, çare ve çözüm” getiren maalesef yok…
***
Tehlikeleri bertaraf ve köklü çözümler için yapılması gerekenler nelerdir?
Terör musibeti başta olmak üzere, her türlü tehlikeleri bertaraf etmek için her şeyden önce mülki taksimat “ADİL DÜZEN”e göre düzenlemelidir.
Türkiye ülke olarak 12 bölgeye ayrılmalıdır.
Her bölge 10’a yakın illere ayrılmalıdır.
Bir ilin nüfusu 300 binden az ve 1 milyondan fazla olmamalıdır.
İller 10’a yakın ilçeye ayrılmalıdır.
Bir ilçenin nüfusu 30 binden az ve 100 binden fazla olmamalıdır.
İlçeler 10’a yakın bucaklara ayrılmalıdır.
Bir bucağın nüfusu 3 binden az ve 10 binden fazla olmamalıdır.
Her bucak 10’a yakın semtlere ayrılmalıdır.
Bir semtin nüfusu 300 kişiden az, 1000 kişiden çok olmamalıdır.
Her semt 10 ocağa ayrılmalı ve her ocağın nüfusu 30 ile 100 kişi arasında olmalıdır.
Her ocak yaklaşık on aileden oluşmalıdır.
Mesela, 15-20 milyonluk İstanbul ile 150 binlik Hakkari veya benzeri küçük iller, aynı statüde il olur mu?!
Olmaz, olamaz; nitekim olmuyor.
İl, bucak ve ocak bağımsız olmalı, kendi iç işlerinde serbest olmalıdır.
Bölge, ilçe ve semt ise bağımlı olmalı ve merkezden yönetilmelidir.
Bölge merkezlerinde başka bölge halklarından oluşmuş ordular bulunmalıdır.
12 bölgede 12 ordu oluşturulmalıdır.
Devlet başkanı asker kökenli olmalı, ordular doğrudan devlet başkanına bağlanmalı, sivil yönetim askerlere karışmamalı, askerler de sivil yönetime kesinlikle müdahale etmemelidir.
Asker kökenli devlet başkanı da sivil yönetime karışmamalı, sadece sivil-asker arasında denge unsuru olmalıdır.
Ordunun bütçesi bağımsız olmalıdır.
***
Mevcut yargılama sisteminde usul değişikliği yapılmalıdır.
Hâkimler soruşturma yapmamalı, kararlar da vermemelidir.
Soruşturmalar yeminli polis tarafından yapılmalı, onların şehadetine mahkeme uymalıdır.
Hükümler de tarafların seçtiği “hakemler” ve onların seçtiği “başhakem” tarafından yürütülmelidir.
Hâkimlere yargılamayı yürütme görevi verilmelidir; geçici olarak onaylama yetkisi de verilebilir.
Defalarca yazdık, bir kere daha hatırlatıyoruz; ülkemizdeki yargı sistemi tamamen çökmüş durumdadır; binalar ve dünya çapındaki büyüklük övünmeleri ile yapılan “Adliye Sarayları” ile adalet sağlanmaz:
Adaleti sadece ve sadece “sistem değişikliği” yani “hakemlik sistemi” ve “ADİL DÜZEN” ile gerçekleştirebilirsiniz.
Sadece bu üç alandaki değişim bile, ülkemizdeki “terör musibeti” başta olmak üzere, pek çok tehlikelerin giderilmesi ve var olan sistemin olumlu yönde düzeltilip düzenlenmesi yönünde çok şeyi değiştirecektir.
Bundan sonraki yazımızda, medyadan ekonomiye kadar değişik alanlarda yapılması gereken beş düzenleme üzerinde duracağız…
***
Tehlikeler ve yapılması gerekenler-2
Reşat Nuri EROL
22.08.2011
“Temeli sağlamlaştırmadan, yani asıl yapılması gerekenleri yapmadan binanın üzerine kat çıkarsanız, o bina yani devlet çöker ve yıkılır.” dedik...
“Asıl ‘büyük tehlike’ budur!” dedik. “Bu düzen, bu sistem, bu gidişat, bu anlayış ve bu uygulamalarla başarılı olmaları mümkün değildir.” dedik…
“Tehlikeleri yazan çok, kendince ‘tesbit yapıp teşhis koyan’ çok ama bizim dışımızda ‘sistem ve düzen’ olarak ‘tedavi reçetesi sunan, çare ve çözüm’ getiren -yani alternatif sunan- maalesef yok” dedik…
Tehlikeleri bertaraf ve köklü çözümler için yapılması gerekenleri sıraladık:
1- Terör musibeti başta olmak üzere, her türlü tehlikeleri bertaraf etmek için her şeyden önce mülki taksimat “Adil Düzen”e göre düzenlemelidir…
2- İl, bucak ve ocak bağımsız olmalı, kendi iç işlerinde serbest olmalıdır. Bölge, ilçe ve semt ise bağımlı olmalı ve merkezden yönetilmelidir. Bölge merkezlerinde başka bölge halklarından oluşmuş ordular bulunmalıdır. 12 bölgede 12 ordu oluşturulmalıdır...
3- Mevcut yargılama sisteminde usul değişikliği yapılmalıdır. Hâkimler soruşturma yapmamalı, kararlar da vermemelidir. Soruşturmalar yeminli polis tarafından yapılmalı, onların şehadetine mahkeme uymalıdır. Hükümler de tarafların seçtiği ‘hakemler’ ve onların seçtiği ‘başhakem’ tarafından yürütülmelidir...
*
“Terör musibeti” başta olmak üzere, tehlikelerin giderilmesi, sistemin olumlu yönde düzeltilip düzenlenmesi yönündeki çözüm önerilerimizi sunmaya devam ediyoruz…
4- Millî olmaya medya sorunun çözümü için “Basın-Yayın Kooperatifleri” kurulmalıdır. Devlet bu kooperatiflere “faizsiz kredi” vermelidir. Okuyucular yazarları seçmeli, onlar basın ve yayın görevini yapmalıdır. Basın yayın tesisleri “vakıf” olmalıdır. Dağıtım karşılıksız olmalıdır. Yazarların kadrosunu siyasi partiler oluşturmalı, devlet bütçesinden bunlara maaş verilmelidir. Basın değil yazar özgür hâle getirilmelidir.
5- Karşılıksız para yerine “karşılıklı (karşılığı olan) para” çıkarılmalıdır. Ortak ambarlara konan mallar karşılığı “mal senetleri” verilmelidir. Üretici mal senetlerini para ile satmalı, para senet karşılığı olmalıdır. Bucaklar “buğday parası” çıkarmalı, iller “demir parası” çıkarmalı, ülke “toprak parası” çıkarmalı, bir de İstanbul’da kuyumcular kooperatifi “insanlık parası” çıkarmalıdır. Karşılıksız (karşılığı olmayan) faiz parası çıkmamalıdır.
6- Ülkeye yabancı işçilerin gelip çalışmalarına izin verilmeli, böylece boşalmış olan köylerimizde çalıştırılan ucuz işçiler sayesinde köylerimiz, tarımımız, hayvancılığımız yeniden canlandırılmalıdır. Bunlardan Türk asıllı olanlar veya Müslüman olanlar askerlik de yaparlarsa Türkiye’de yerleştirilecekler, Türk vatandaşı yapılacaklardır. Toprak reformu yapılacaktır; bu da “işletme mülkiyeti” ile “yararlanma mülkiyeti” farklı yapılmakla olacaktır. Toprak sahipleri topraklarını işleyemezlerse kiraya verecekler, kiracılar onları işletecek ve toprak sahiplerine kira vereceklerdir. Köylülerin boş zamanlarını değerlendirmeleri için yan sanayi geliştirilecek, bunu KİT’ler yapacaktır.
7- Artan emekle “yatırım” yapılacak, yatırım yalnız bunlarla yapılacak, bunun için de “yatırım kredileri” sadece artan emeğe verilecektir. Yatırımda ücretler sabit olacaktır. Daha fazla ücret bulanlar “üretimde” çalışacak, daha fazla ücret bulamayanlar “inşaatta” çalışacaklardır. Böylece artık emek belirlenecek ve değerlendirilecektir.
8- “Genel Hizmet Kooperatifleri” kurulacak, bunlar “tescil, depolama, ulaştırma, eğitim, koruma” gibi “Genel Hizmetleri” yapacaklardır. Bunların payı üreticilerin payı kadar olacaktır. Bu kooperatifler verdikleri hizmetlerle küçük girişimcilerle büyük girişimcileri eşit yarışma şartlarına ulaştıracaktır. (Bu önemli konuyu daha önce çok yazdık.)
*
SONUÇ olarak, bugünkü iktidar partisi veya daha sonra iktidara gelecek olan partilerimiz, bu sekiz müesseseyi kurarlarsa, devletimizin temellerini sağlamlaştırmış olurlar, binanın üstüne yeni katlar çıkabilirler.
Aksi halde temelsiz yapı çöker; nitekim çökmektedir...
Biz bu köşede, özellikle son yıllarda ülkemizde gerçekleşen çöküntüleri çok yazdık…
Okumadıysanız; bizim yazdıklarımıza ek olarak Mustafa Özcan’ın “Çözülme ve çöküntü” yazısını (Millî Gazete, 20.08.2011) okumanızı tavsiye ederiz…
***
Sadece “SOMALİ” mi?!.
Reşat Nuri EROL
23.08.2011
Somali’yi anlatmıştım...
Somali'yi anlatırken Sudan’ı da anlattım...
Ama...
Doğu Afrika'da yani Afrika boynuzunda sıkıntı çeken sadece bu iki ülke değil, üç ülke daha var ve hepsi toplam beş ülke:
SOMALİ... ETYOPYA... ERİTRE... CİBUTİ.. KENYA…
Aslında hepsini toplasanız ancak “bir ülke” eder...
Onlara komşu “ülke” gibi tek bir ülke vardı;
Tam 9 (dokuz) ülke ile komşu olan SUDAN...
Sömürü sermayesi ve onun ABD ve benzeri daha nice işbirlikçileri, sudan sebeplerle ve elbette sömürme emelleriyle bu ülkeyi (Sudan’ı) ikiye böldüler; güçleri yetse daha da bölerler veya böleceklerdir...
Parçala ve yönet.. yut ve yok et.. sömürge yap ve sömür.. taktikleri...
SOMALİ'deki sorun -asıl sorun- da işte budur; parçalanma ve sömürülme...
*
Sudan’a gittiğimde bu konuları Sudanlı dostlarımla ve oradaki Osmanlı Türkleri ile konuşmuştuk... Sudan’da Türk köyleri olduğunu, oraya gitmeden önce biliyordum; Osmanlı yönetimi döneminden kalma o Türklerden bazıları ile tanışıp görüşmüştüm...
Bir zamanlar bu topraklarda “OSMANLI ADALETİ” vardı...
Aynen Afrika'daki Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi...
Aynen Yunanistan, Kosova, Bosna ve diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi...
Aynen Suriye, Irak, Filistin, İsrail ve diğer bütün bölge ülkelerinde olduğu gibi...
Şimdi Türkiye Somali ve diğerlerine “yardım” gönderiyor ve götürüyor ya...
Türkiye’den asıl gönderilmesi ve götürülmesi gereken, bu konudaki bir yazımda yazdığım üzere; sadece “balık götürmek” değildir, aynı zamanda “balık tutmayı öğretmek”tir...
Yani; “yap, işlet, öğret, devret” modeli…
Aynen Osmanlı dönemindeki gibi; sömürmeden “ADALET” ile yönetmek; bunu öğretmek, uygulamalı olarak öğretmek...
Yani... ADİL DÜZEN... ADİL EKONOMİK DÜZEN...
Ama... “ADİL DÜZEN”i önce bizim öğrenip ülkemizde uygulamamız lazım...
Türkiye… Bugünkü bu hâliyle... Kendisi muhtacı himmet bir dede... Bu haliyle nerde kaldı başkalarına himmet ede!?!
*
Başka çare yok... “ADİL DÜZEN” önce Türkiye’de olmalı...
Sonra...
SOMALİ... SUDAN... ETYOPYA... ERİTRE... CİBUTİ... KENYA...
Ve...
Bu ülkelerin yanında diğer bütün Afrika ülkeleri...
Bütün ülkeler, bütün kıtalar, bütün dünya, bütün insanlık...
“ADİL DÜZEN...
ADİL EKONOMİK DÜZEN...
ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” bekliyor...
*
Bir soru/n:
Afrika, dünya, insanlık ve BATI ve AB’dekiler dâhil olmak üzere bütün ülkeler Türkiye’den bunları beklerken...
10 yıldan beri Türkiye’de tek başına iktidarda olan ve adında “ADALET” kelimesi olan AK Parti bugüne kadar neler yaptı, halen neler yapıyor?!.
Siz...
Türkiye vatandaşları olarak bu ülkede yaşadıklarınızı ve yapılanları gayet iyi biliyorsunuz...?!.
Bildiğinize göre;
Afrika’nın, dünyanın, insanlığın ve Somali dahil bütün ülkelerin beklentilerini, ihtiyaçlarını, yapılması gerekenleri de biliyorsunuz...?!.
Ne dersiniz, yoksa yanılıyor muyum?!.
*
SONUÇ olarak;
Bir zamanlar “Osmanlı Adaleti” götürdüğümüz Somali’ye önce 28 Şubatçı General Çevik Bir’i gönderdik(!)…
Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın başkanlığında bir heyet gitti; arada şarkıcı-türkücü gibi daha çok magazin figürü fazlalıklar ve en önemlisi “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” teorisyenleri ve benzerlerinin eksikliğiyle birlikte…
(Daha açık yazamıyorum; umarım yetkililer ne demek istediğimi anlamışlardır.)
Her şeye rağmen hedefe doğru adım adım ilerliyoruz:
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i önce ülkemize getirdikten sonra, bu topraklara ve bütün dünyaya götüreceğimiz zamanlar da yakındır inşaallah…
Hep hatırlatıyorum:
Yıkılıp giden KOMÜNİZM ve yıkılmakta olan KAPİTALİZM sonrasında, biz yani “TÜRKİYE” ve “SOMALİ” de dahil olmak üzere “SOSYAL TUFANI” çok yönlü yaşayan bütün ülkeler, bütün dünya, bütün beşeriyet tek çare ve çözüm “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”ni bekliyor...
***
Sıra Türkiye ve İran’a gelmeden uyanalım
Reşat Nuri EROL
24.08.2011
Sömürgecilik ve emperyalizm, komünizm ve kapitalizm, işgaller ve soykırıma varan çok yönlü katliamlar, yoksulluk ve ölüme götüren açlık, dikta rejimleri ve iç-dış çatışmalar/savaşlar ile birlikte her türlü zulümler…
Kur’an, İslâm/barış, şeriat/hukuk yani bunların bahşettiği “adalet” mekanizmalarından, daha doğrusu “adil” nizamdan uzaklaştığımız oranda başımıza gelen musibetlerden sadece birkaçı…
‘Bunlar başımıza gelen musibetlerin sadece birkaçı’ dedim ya;
‘Bunlar yani bu musibetler nasihat olarak yetmez mi?’ dediğinizi duyar gibiyim.
Elbette yeter!
Yetmesine yeter de acaba neden yetmiyor?
*
Sadece “Müslüman” değil de “gerçek mü’min” olanlara bu musibetlerden sadece bir tanesi bile yeter ama yetmiyor; işgallerin, sömürülerin, soykırımların, yoklukların, açlıkların, katliamların, ölümlerin, zulümlerin her türlüsü devam ettiğine göre yetmiyor…
Müslümanlar gaflet uykularından uyanıp yeniden “malları ve canları ile cihad eden mü’minlere dönüşünceye kadar” da yetmemeye devam edecek…
Bundan daha açık nasıl yazayım ki?!.
Önceleri
Kudüs ve Filistin, Kıbrıs ve Karabağ, Bosna ve Kosova, Irak ve Afganistan…
Şimdi de
Libya ve Tunus, Mısır ve Suriye, Yemen ve diğer Arap ülkeleri…
Son olarak Sudan ve Somali…
Şimdi de sırada Suriye mi var?!.
Bütün bunlar olurken Türkiye ve İran ne ola ki;
Yoksa asıl hedef onlar mı?!.
*
Şöyle bir genelleme de yapabiliriz:
Afrika, Asya ve sözde medeni Avrupa kıtalarında olanlar, yani neredeyse Müslümanların yaşamakta olduğu bütün coğrafyalarda olanlar ve tâ Amerika’dan İslâm ülkelerine gelip bu zulümleri yapan ABD askerleri ve zalimlikleri…
Komünizm rejimi zamanında Rusya’nın önderliğindeki eski Sovyet ülkelerinde ve Çin’de başlayıp tam yetmiş yıl süren ve kırk milyon insanın öldürülmesine sebebiyet veren vahşetlerin ardından, acaba Çeçenistan ve Doğu Türkistan gibi yerlerde hâlen devam eden zulüm ve katliamları da hatırlatmama gerek var mı?..
Hattâ size daha ironik ve ibretamiz bir hatırlatma yapayım:
Hani bir zamanlar Kudüs’ün anahtarı oraya kadar sadece kölesi ve devesiyle giden Hazreti Ömer’e yani onun “adaletine” teslim edilmişti ya… Yukarıda işaret ettiğim şekliyle Müslümanlar yeniden malları ve canlarıyla cihad eden “mü’minler” olup kendi ülkelerine ve bütün yeryüzüne “ADİL DÜZEN”i getirdiklerinde, işte o zaman Kudüs’ün anahtarı yeniden bir manga Adil Düzen Devleti askerlerine teslim edilecektir…
*
Bunun ilk işaretlerini merak ediyorsanız, şu son gelişmelere bakmanız yeterlidir:
Arap diktatörlerini sarsıp makamlarından eden ‘Arap Baharı’ sonunda İsrail’e kadar uzanıp ‘İsrail Yazı’ olmadı mı?..
İsrail’de sokaklara dökülen yüzbinlerce Yahudi, gelecek endişelerini dile getirmediler mi?..
Aslında bir İsraillinin de bir Mısırlı, bir Suriyeli, bir Libyalı veya herhangi bir başka ülkedeki “zalim düzen” mağdurları kadar “adalete, adil bir yönetime” yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e muhtaç olduğunu göstermiyor mu?..
*
Demek ki neymiş?
Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere;
Sadece ‘SOMALİ’ değilmiş…
Çöken “komünizm”in ardından çökmekte olan “kapitalizm”in “ekonomik kriz musibeti” buz dağının sadece görünen kısmı; oysa mesele çok daha derinlerde…
Krizlerini aşamayan küresel kapitalizm Afganistan ve Irak işgal ve katliamlarından sonra, şimdi Somali ve Suriye gibi İslâm ülkelerinde farklı musibetler yaşatmaya devam ediyor…
Müslümanlar uyanıp “bu musibetlerden nasihatler alıncaya ve gereğini yapıncaya kadar” da devam edecektir…
Sıra Türkiye ve İran’a gelmeden uyanalım…
***
Kur’an ayı Ramazan’ın son günlerinde…
Reşat Nuri EROL
25.08.2011
Son seçimden (12 Haziran) sonra bu köşede değerlendirme yazıları yazdım.
En sonunda konuyu “Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız” (3 yazı) ve “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” başlıklı yazılarımla (19-23 Haziran 2011) toparladım.
O yazılarımda demek istediklerimi üç Kur’an âyeti ve bir hadis ile özetleyebilirim:
Kur’an yani ALLAH diyor ki;
“…FeMâZâ Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/ …Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..” (Yunus 10/32)
“Gerçek şu ki insanlar/bir kavim kendi iç dünyalarını/nefslerinde olanı değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
“Bu böyledir, çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez.” (Enfâl, 8/53)
“Kema tekûnu yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” (Hadis)
*
Kur’an ayı Ramazan’dayız ve bu ayın son günlerindeyiz ya; bu Ramazan, 626 haftadan beri sürdürmekte olduğumuz “Kur’an ve İlim Seminerleri” notlarımızı bir çeşit itikâf vecdiyle hazırlıyorum...
21 Ramazan’dan beri İzmir’deki evimizde Annem ve Babam ile birlikteyiz…
Onları anmamın sebebi var; hepimiz dünyaya gelişimizi Allah’tan sonra onlara borçluyuz, üzerimizde ödenmesi mümkün olmayan hakları var…
Özellikle son yıllarda bir araya geldiğimizde, Kosova ve Bosna’dan Türkiye’ye gerçekleştirdiğimiz muhaceretten günümüze kadar geçen yılları yâd ediyor, geçen yılların muhasebesini yapmaya gayret ediyoruz…
Muhasebe meselesine hepimiz daha geniş bir perspektiften bakarsak; dünya hayatı öncesi neredeydik, dünya olarak nereye geldik ve âhiret olarak nereye gidiyoruz?..
Yukarıdaki âyetler ve hadis bağlamında düşünürsek; önce “birey” olarak ve hemen ardından “aile”den başlamak üzere “aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il, kavim/devlet, ümmet/birlik ve beşeriyet/insanlık” olarak oluşturduğumuz bütün “topluluklarda” âhiretle bağlantılı dünyevi sorumluluklarımız var…
Kur’an işte bunları bize hatırlatıyor; hattâ hatırlatmakla kalmıyor neler bilmemiz ve yapmamız gerektiğini de öğretiyor…
*
Kur’an ayı Ramazan’dayız ya; bu ayı bir de bu açıdan değerlendirelim… Muhasebemizi iki bayram arasında da sürdürelim…
Hattâ her ayımızı 11 ayın sultanı Ramazan ayında edindiğimiz alışkanlıklar ve aldığımız terbiye ile devam ettirelim…
Bunun nasılını da yine Kur’an’dan öğrenip anlayalım… Anladıktan sonra da uygulayalım…
Hani Kur’an’ın Mekke ve Medine’de “indiği” Mısır’da “okunduğu” İstanbul’da “yazıldığı” söylenir ya; bizler de bu topraklar üzerinde bu çağda yaşayanlar olarak, “birey, aile, ocak, bucak, il, devlet” başta olmak üzere oluşturduğumuz bütün “topluluklarımız” ile “Kur’an’ı öğrenip anlayan ve hayatına uygulayanlar” olalım…
*
Kur’an neleri nasıl bilebileceğimizi, öğrenebileceğimizi ve bu öğretiye dayanarak nasıl uygulayacağımızı bizlere hatırlatıp öğretmektedir.
Geçtiğimiz Haziran ayında gerçekleştirdiğimiz 617. “Kur’an ve İlim” seminerlerimizin bir bölümünde, bu yolda yapılması gerekenleri şöyle sıralamışız:
a) Klasik Arapça öğrenmeliyiz. Böylece Kur’an’ın manâlarını doğru şekilde anlamaya çalışmalıyız. KLASİK ARAPÇA nedir? 1) TECVİT, 2) LUGAT, 3) SARF, 4) NAHİV, 5) MEANİ, 6) BEYAN ve 7) BEDİ’ ilimleridir, 8) USULÜ FIKIHTIR; ulumu semaniyedir yani sekiz ilimdir.
b) Kur’an’ı anlayabilmemiz için bu dil ilimlerini bilmemiz yetmeyecektir. Ayrıca mevcut fen ilimlerini de bilmemiz gerekir. Bunlar da MATEMATİK ilimleridir; 1) BİRİMLER, 2) SAYILAR, 3) İŞLEMLER VE 4) DENKLEMLERDİR; SONRA 5) ANALİZ, 6) TRİGONOMETRİ, 7) İHTİMALİYAT ve 8) BİLGİSAYAR ilimleridir.
Bir taraftan bunları beşikten mezara kadar tahsil etmemiz gerekirken diğer taraftan da bu ilimlerin uygulamasını Kur’an ve Fıkıh üzerinden yapmalıyız…
Yani…
Örnekler Kur’an’dan alınmalı…
İçtihat ve icmalara gidilmeli ve uygulanmalıdır...
Kur’an ayı Ramazan’ın son günlerinde bir de böylesi derin tefekküre dalalım…
***
Kur’an ayında Kur’anîleşmek
Reşat Nuri EROL
28.08.2011
“Namazlaşma, Ramazanlaşma tabirlerini duymuştum Hocaefendi’den, ama Kur’anîleşme tabirini ilk defa duydum. Aslında bunların hepsinde anlatılmak istenen mânâ açık: Namazla, Ramazan’la ve Kur’an ile bütünleşme...
Kur’an ekseninde sözü dolaştıracağız bu yazıda ve can alıcı bir soru ile başlayacağız; Kur’an ile bütünleşme noktasında neredeyiz? İnanan bir insan olarak istiyoruz Kur’an okumayı. Sadece okumayı değil, anlamayı da (ve uygulamayı da) istiyoruz. Hattâ ‘okuyacağız ve anlayacağız’ diye nice nice sözler veriyoruz kendimize zaman zaman. Birliktelikler oluşturuyoruz; grup hâlinde yapalım bu işi diyoruz; haftalık ders günleri tesbit ediyoruz. İşin açıkçası yola çıkıyoruz. Meseleyi mücerret niyetten çıkartıp müşahhasa döküyoruz. Sonra ne oluyorsa oluyor, bir türlü sonunu getiremiyoruz bu işin? Bazen hakiki bazen sahte sebeplerle inkıtaya uğruyor bizim Kur’an’ı anlama yolculuğumuz ve belli bir müddet sonra tekrar başa dönüyoruz. Derken aradan aylar, yıllar geçiyor ve özellikle Ramazan’da tekrar Kur’an’ı elimize aldığımızda yolun başında olduğumuz gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. Bu cümlelerle resmetmeye çalıştığım manzara Kur’an’ı okuma ve anlama (ve de hayatımıza uygulama) noktasında daha işin elif-ba’sında olduğumu gösteriyor. Hocaefendi ise çok daha öte şeylerden bahsediyor bize.
Mesela diyor ki: “Kur’an’ı okurken onun iç musikisini yakalamalısınız. Vurgulamaları, tonlamaları yerinde yapmalı ve Kur’an’ı ses-muhteva bütünlüğü içinde okumalısınız. Tabii bunu yapabilmek için Kur’anîleşmek gerek.” Mesela diyor ki Hocaefendi: “Kur’an okurken âyetlerin içine girebilirseniz; orada konuşan insanların, zikredilen kavimlerin karakterlerini anlayabilirsiniz. Ama bunun için kendinizi aradan çıkarmanız gerekir. Eğer bir aşamada bunu başarabilirseniz ardından harflere, kelimelere, cümlelere takılmadan okuduğunuz âyetlerin sanki Allah’tan geldiğini hissedebilirsiniz. Merhum Seyyid Kutub bunu sezmiş ve “Kur’an’da Edebi Tasvir” kitabında anlatmış.” Mesela diyor ki Hocaefendi: “Kur’an okurken insana en çok tesir eden şeyin insanın kendi nağmesi olduğu söylenir. Doğrudur. Yalnız kastedilen ses güzelliği değil; aksine içtenliktir, samimiyettir.” Mesela diyor ki Hocaefendi: “Teveccühe teveccüh. Siz Kur’an’da her derdime derman bulacağım inancıyla ona teveccüh ederseniz, o da size kapılarını açar. Böyle bir ön kabulün, böyle bir inancın olmadığı yerde Kur’an çok kıskançtır, ‘kapılar sürmelidir beyhude yorulma’ der size.”
“Hocaefendi nerede, biz neredeyiz?” dediniz değil mi, Ramazan iklimindeki ders ortamında söylenen bu tesbitleri okuyunca. Zaten ben de sizlere bunu dedirtmek için aktardım bunları. Kat edeceğimiz daha uzun mesafelerin olduğunu göstermek için söyledim. Bir ayna olmak istedim sizlere. Ölçü olsun bu sözler; vahid-i kıyasî için zemin teşkil etsin ve Kur’an’ı anlama (ve uygulama) noktasında nerede durduğumuzun farkında olalım diye düşündüm.
Bence yapılan bu tesbitleri bizlere verilmiş bir hedef gibi algılayıp bir yerden başlamak lazım. Her Ramazan başlangıcında “Kur’an, Kur’an” deyip okumaya başladığımız, sonra ya Ramazan içinde ya da sonunda terk ettiğimiz Kur’an’a yönelmemiz lazım. Madem karar verdik ve madem başladık; “sonuna kadar devam” demeliyiz. Unutmayalım, hedefe ulaşma, yola çıkmakla başlar. Mademki yola çıktık, geriye dönmeyelim. Geriye dönmeyi döneklik kabul edip her gün murad-ı İlâhi’yi kavramada mesafe kat’ edelim. Kutlu bir zaman dilimi olarak Ramazan bunun için iyi bir başlangıç zemini. Sizce de öyle değil mi?
Kur’an’ı okumakla başlayan kudsi yolculuğumuzun Kur’anîleşme (yani onu okuma, anlama ve hayatımızın her alanına uygulama) ile son bulacağı ümidiyle...”
Bir ümit dileği de bizden: Bunları derleyip hatırlatan Ahmet Kurucan’a teşekkürler; birlikte okuma, anlama, uygulama yani “çok yönlü diyalog” dua ve dileklerimizle…
Kur’an Ayımız, Kur’anîleşmemiz, Kadir Gecemiz ve Bayramımız Mübarek Olsun…
***
Kur’an ayında fıkhîleşmeyi düşünmek
Reşat Nuri EROL
30.08.2011
Bundan önceki en son iki yazımızın birincisinde “Kur’an ayı Ramazan’ın son günlerinde değişik yönlerde Kur’an üzerine dalmamız gereken derin tefekküre” işaret ettik; ikinci yazımızda “Kur’an ayında Kur’anîleşmek” üzerinde durduk…
Bugünkü yazımızda “günümüzde fıkhîleşme meselesi” üzerinde duralım…
Hazreti Peygamber hayatta iken Kur’an okunuyor, ezberleniyor, yazılıyordu; halk yani sahabeler de sünnetle amel ediyor, Hazreti Peygamber ne yaparsa onlar da onu yapıyordu. Hazreti Peygamber sadece uygulama yaparken yorumlamakla yetkiliydi, sözlerle yorumlama yetkisi kendisine verilmemişti. Örnek olarak iki olay önemlidir.
Medine’de mescit yapılıp cemaatle namaz kılınmaya başlandığında, namaza nasıl çağıracakları hususunu sahabeler kendi aralarında istişare ettiler. Hazreti Peygamber onlara karışmadı. Kimi Hıristiyanların çanını, kimi Yahudilerim borazanını önerdi. Bir karara varamadan dağıldılar. Ertesi gün sahabelerden biri gece gördüğü rüyayı anlattı. Sahabeler kabul ettiler, Hz. Peygamber de ses çıkarmadı. Böylece icmanın bir örneğini verdiler.
Başka bir olay da şudur. Başörtüsü ile ilgili âyet geldiği zaman Hz. Peygamber erkek olduğu için hiçbir uygulama yapmadı. Medine kadınları toplandılar ve istişare ettiler. Peştamallarını ikiye bölerek başörtüsü olarak kullanmaya karar verdiler. Hz. Peygamber bir şey demedi. Böylece icmaa ikinci önemli örneği verdiler.
Bunun gibi sayılı örnekler dışında Hazreti Peygamber ne yapıyor idiyse sahabeler onu yapar, Kur’an âyetlerini yorumlayarak amel etmezlerdi. Dört halife de aynı usulü devam ettirdi. Artık melek gelip vahiy getirmiyor yani öğretmiyordu. Onun yerine halife istişare ediyor, içtihadına göre karar veriyor ve o karar uygulanıyordu.
*
Dört halifeden sonra fıkıhçılar geldiler. Halifelerin hüküm koyma yetkisini kabul etmediler. Onun yerine Kuran, Sünnet, icma ve kıyasa dayanarak fıkhı oluşturdular.
Bugün elimizde bulunan “FIKIH” Kitaba, Sünnete, icmaa ve kıyasa dayanmaktadır. Biz bu fakihlerden önce Kur’an’ı, Sünneti, icmaı ve kıyası öğreniyoruz. Bunlardan nasıl istidlâl edileceğini ve fıkhı nasıl oluşturduklarını da “USUL İLMİ” ile öğreniyoruz. Bize farz olan budur. Ondan sonra fıkıhçıların usulüne göre kendi fıkhımızı oluşturuyoruz. Dört delile dayanıyoruz; Kur’an, sünnet, icma ve kıyas.
Bu arada çağımızın insanlık anlayışına aykırı fıkhî sonuçları görüyoruz. Güya bu sonuçlar bugünkü çağdaş(!) aklımıza uymuyor. İşte onlar için Kur’an’a başvuruyoruz. Eğer Kur’an ısrar ediyorsa, Kur’an’ın dediğini yapıyoruz.
*
Bu konuda dört örnek verelim:
1) Mesela, kimileri bu çağda çok evlilik yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da vardır.
2) Kimileri bu çağda idam cezası yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da idam vardır.
3) Kimileri bu çağda el kesme cezası yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da vardır.
4) Kimileri bu çağda faiz yasağı yanlıştır diyorlar. Biz doğrudur diyoruz. Çünkü faiz Kur’an’da yasaktır.
Bunların yanında fıkıhçıların geçmişte nerede ise ittifak ettikleri bazı hususlar vardır ki; biz onlara hayır, yanlıştır diyoruz, çünkü Kur’an’da öyle değildir, Kur’an’da aksi vardır diyoruz. Bu konuda verilebilecek pek çok örnekler vardır. Nitekim yeri geldikçe zaman zaman bu meseleler üzerinde duruyor ve çağımızın fıkhını oluşturma çalışmaları yapıyoruz.
*
İşte…
Görüyorsunuz ki biz fıkıhçıların usullerini uyguluyoruz, onların bize öğrettikleri delilleri değerlendiriyoruz ama çağımızda uygulanması mümkün olmayan hükümleri de Kur’an’a göre düzeltiyoruz.
Biz geçmişteki müçtehitlerin o zaman için gerekli ve geçerli içtihatlarına değil de Kur’an’a tâbi oluyoruz.
Çağın anlayışına uymayan Kur’an hükümleri için tabiî ve sosyal ilimlere başvuruyoruz.
Kur’an varılan sonucu teyit ediyor.
Oysa geçmişteki fıkıhçıların Kur’an’a aykırı ittifaklarını ise müsbet ilimler de reddediyor.
Bu Kur’an’ın en büyük mucizesidir.
Âlimler hata ediyor ama Kur’an hata etmiyor.
Kur’an ayında fıkhîleşmeyi düşünelim ve gereğini yapalım…
***