|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
ARALIK 2008 |
|
|
|
1. yazı
Tıkanan sistem ve KOLAYLIKLAR
13.12.2008
Sistem tıkandı. Sistem değişen dünyanın ve değişen hayatın ihtiyaçlarını karşılamaz oldu. Aklı başında herkes sistemin tıkandığını söylüyor. Ama bu böyle gitmeyecek, devran dönecek, sistem değişecek, Adil Düzen elbette hükümran olacaktır. “Sana kolaylığı müyesser kılacağız.” (A’lâ, 87/8) müjdesini Kur’an yani Allah veriyor. Bu âyet bilhassa Kur’an okuyup anlayan ve anladığını toplulukta uygulamak isteyen Kur’an ehline hitap etmektedir. Allah işlerimizi kolaylaştıracağı müjdesini vermektedir. Çalışmalarımızı artırmak ve Allah’a bu müjdesinden dolayı hamd etmemiz gerekir. 1950’leri göz önüne getirirseniz işlerimizin ne kadar kolaylaştığını görürüz. Ama; henüz zalim düzenden kurtulmuş değiliz, hâlâ Adil Düzene ulaşamamışız... Hâlâ rüşvet, hâlâ yolsuzluk, hâlâ hortum, hâlâ işkence, hâlâ terör kol gezmektedir... Hâlâ dışa bağımlı tekel basının yalan haberleri içinde şaşkına dönüyoruz... Hâlâ yıllarca süren bağımsızlaşmamış mahkemelerimiz devam ediyor... İşsizlik, yoksulluk, dış borçlar ve diğer sorunlar hâlâ devam ediyor... Ama bir gün bu zorluklar aşılacak, kolaylık gelecek; Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen gerçekleşecektir.
“Sana kolaylığı müyesser kılacağız.” Âyet böyle diyor. Bu âyet Mekke’de nâzil olmuştu. O zaman herkes bu müjdeyi kavramış değildi. Bu âyetin gelişinden sonra olacakları kısaca hatırlayalım: Medine’ye hicret edilecek, orada Medine devleti kurulacak, on sene içinde tüm Arabistan fethedilecek... Bir asır geçmeden imparatorluk oluşacak... İslâm uygarlığı doğacak... Ve bu günlere gelinecek…
Kimse bunları tasavvur edebilir miydi?
İşte Kur’an şimdi ikinci defa tekrar kolaylığın geleceği ve II. Kur’an medeniyetinin dünyayı aydınlatacağı müjdesini vermekte; bu yeni uygarlığın birlikte Kur’an okuyarak ve uygulayarak olacağını bize bildirmektedir.
Şimdi çağımızdaki kolaylıklar nelerdir, kısaca hatırlatalım:
-Kolaylık demokrasidir. Halkın kendi kendilerini yönetmesidir. Halkın kendi kararları ile amel etmesidir. Sözleşmelerle kendi hukuklarını oluşturmalarıdır. Yerinden yönetimdir. Ortak vekillerin karar almasıdır. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğüdür.
-Kolaylık barıştır. Dinde/düzende zorlamanın olmamasıdır. İnsanların silm/barış içinde olmasıdır. Herkesin kendi inançlarına göre yaşamasıdır. Çıkan nizaların hakemler yoluyla barış içinde çözülmesidir. Ekseriyetin dayatması değil, herkesin başkasına zarar vermediği işlerde tamamen hür ve serbest olmasıdır. Zarar verdiğini de kendi seçtiği hakemler vasıtasıyla tesbittir. Yani “hak/hukuk düzeni”dir.
-Kolaylık liberalliktir, yani adil ekonomik düzendir. Herkes kendi emeğini istediği gibi kullanacaktır. Kredi faizsiz olacak ve bir hak olacaktır. Her türlü ekonomik faaliyet arz ve talep kanunlarına göre düzenlenecektir. Herkese yaptığı işin karşılığı verilecektir. Sömürü olmayacaktır.
-Kolaylık sosyalliktir, yani hakça düzendir, adil düzendir. Bu düzende çalışmayanların ve çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Üretimden pay alacaklardır. Herkesin yaşama hakkı güvenceye alınmaktadır.
-Kolaylık bürokrasinin kalkması, yerine serbest meslek erbabı hizmetinin gelmesidir. İşletmelerden vergi alınacak, halka bedava hizmet verilecektir.
-Kolaylık faizin tamamen kalkması, kredinin vergi karşılığı verilmesidir. Faizin yerini kredileşme alacaktır. Cebri icra olmayacak, yerine borçlanma ehliyeti kaldırılacaktır.
-Kolaylık gümrüklerin ve vizelerin kalkması; emek, sermaye, mal ve bilginin tamamen serbestçe dolaşmasıdır. Kamu kuruluşları güvenlik hizmetlerini vereceklerdir. İdare/yönetim ekonomiye, ilme ve dine karışmayacak, tam tersine bunlara hizmet verecektir.
-Kolaylık eğitimin tamamen serbest olması, isteyenin istediğini öğrenmesi ve öğretmesidir. Kamu ise sadece imtihanları yapacak ve teminatlı ehliyet verecektir. Teminatlı ehliyete sahip olanlar bir zarar verirlerse dayanışma ortaklıkları ödeyecektir.
***
Uzun ve sağlıklı yaşamanın sırrı
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
19.12.2008
Herkes karnını bir şekilde doyurmakta, bunun için ortalama 2000 ile 4000 kalori almaktadır. Yani 2500-3000 kadar kalori karın doyurmak için yeterli olmaktadır.
Sadece karın doyurmak için alınan ucuz besinler daha sağlıklıdır. Mesela baklava yerine domates daha sağlıklıdır ve çok ucuzdur. Dolayısıyla burada zenginler ile fakirler arasında bir adaletsizlik söz konusu değildir.
Yoksullar ise karınlarını zor doyururlar ama onlarda da başta şeker hastalığı olmak üzere, aşırı yemekten oluşan pek çok hastalık yoktur. Hani ‘azı karar-çoğu zarar’ deyimi var ya, işte bu söz tam da bu mesele için de söylenmiş gibidir.
*
‘Uzun yaşamanın sırrı az yemekte saklı’ başlıklı haberin ayrıntılarını okuduğumda, rahmetli Kosovalı Ninemi hatırladım. Ninem, onu bildim bileli az ve mutlaka tek çeşit yerdi. Onun ömrü boyunca bir öğünde ikinci bir çeşit yemek yemeye hiçbir zaman ikna edemedik. Güzel ikinci bir çeşit için çok ısrar ettiğimizde, ‘onu da bir sonraki öğünüm için saklayın’ derdi. İşte o nineme yaşını sorduğumuzda hep ‘yüz yaşındayım’ derdi. Geçirdiği bir trafik kazası dışında, hiçbir zaman önemli bir rahatsızlığı olmadı. Kazadan sonra yürüyemediği için onun hafif bedenini kucağıma alır, ulaştırmam gereken mekana rahatlıkla ulaştırırdım.
Velhasıl, onu bildim bileli hep ‘Yüz yaşındayım!’ diyen Kosovalı Ninem, az ve öz yemesi sayesinde sağlıklı yaşadı, uzun yaşadı ve sağlıklı öldü…
‘Uzun yaşamanın sırrı az yemekte saklı’ haberinin özü şöyle: … Ve bu konudaki tartışmaya Saint Louis Üniversitesi son noktayı koydu. Profesör Edward Weiss tarafından yapılan araştırmada 2500-3000 kalori yerine günde 1500-1900 kalori arasında alan insanların kalp hastalığı, diyabet ve kanser riskini önemli oranda düşürdüğünü, 4.5-5 yıl uzun yaşama şansını yakaladığını tespit etti. Uzmanlara göre bunun sebebi, daha az ya da düşük kalorili beslenildiğinde vücutta hücrelerin bozulmasına yol açan serbest radikallerin de daha az üretilmesi. Aynı zamanda tiroid hormonu salgısı da bu durumda azalıyor ve bu da dokuların yaşlanmasını yavaşlatıyor. Uzmanlara göre insanlar daha az kalorili bir diyet programıyla beslendiklerinde bunu tıptaki yeni tedavi yöntemleriyle destekleyerek gelecekte ekstradan 10-15 yıl daha fazla yaşama şansı bulacak. ABD’deki Michigan Üniversitesi de insanların günlük kalori tüketimlerini yüzde 33 düşük tutmaları durumunda damar tıkanıklığı, kalp krizi ve kanser riskini düşürüp hücrenin yapıtaşı olan DNA’nın hasarını azalttığını belirledi. Düşük kalori düzeyi metabolizmayı da yavaşlatarak, hücre yıpranmasını önlüyor, hücreler bozulmuyor...
*
Az yemek peygamberlerin sünnetlerindendir...
‘Oruç tutun ki sıhhat bulasınız’ tavsiyesi, Hazreti Peygamber’in en önemli tavsiyelerindendir. Yemek öncesi midenin üçte birini hava, üçte birini su ve üçte birini yemek ile doldurmak da yine O’nun en meşhur ve en önemli sünnetidir.
‘Uzun yaşamanın sırrı az yemekte saklı’ araştırmasını yapan üniversitenin ‘insanların günlük kalori tüketimlerini yüzde 33 düşük (yani sünnete uygun olarak üçte bir daha az) tutmaları durumunda damar tıkanıklığı, kalp krizi ve kanser riskini düşürüp hücrenin yapıtaşı olan DNA’nın hasarını azalttığını’ belirlemiş olması, tavsiye edilen bu gerçeklerin açık bilimsel delillerindendir.
Aslında bu yazıya başlarken kriz, yoksulluk, işsizlik, çalışma ve üretim konularını yazacaktım. Konu kendiliğinden tüketimden sağlıklı beslenme konusuna doğru kaydı. Sağlık ve sıhhat da çok önemli, sağlık her şeyin başı. Nitekim en uzun süre saltanat süren padişah Kanuni Sultan Süleyman bile, “Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” demiş.
***
Devlet ne yapmalı?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.12.2008
Yaşamak için karın doyurmak, yemek yemek yani tüketmekten sonra insanların yaptığı ikinci iş de her durumda çalışmadır, bir şeyler üretmedir, üretimdir...
İnsanlar ya yapıcı olurlar, ya da yıkıcı olurlar. Mesela tütün eken insanlığı zehirlemektedir, patates eken ise insanlığı beslemektedir. O halde bizim dikkat ederek yapacağımız iş her şeyden önce insanları zararlı işler yapmaktan uzak tutmaktır.
Bir diğer önemli konu da insanları işsiz bırakmamadır. İnsan boş kaldıkça yalnız kendisine değil, aynı zamanda çevresine ve insanlığa da zararlı olmaktadır. Çünkü çalışmayan insan da yemektedir, yani ‘üretmemekte’ ama ‘tüketmekte’dir. Çalışıp üretmediğine göre, o zaman başkalarının hakkını yemektedir demektir.
Bu durumda demek ki bir devletin yapacağı iki işi vardır:
Birincisi, vatandaşlarının zararlı işler yapmalarını önlemek.
İkincisi ve diğeri de hiç kimseyi işsiz bırakmamak yani iş bulmaktır.
*
Küresel sömürü sermayesinin bir hedefi var: Dünyayı tek devlet hâline getirmek!
Bir an için diyelim ki onların dediği oldu, tüm dünya tek devlet oldu ve dünyayı onlar idare ediyor. Eğer insanlar zararlı iş yapmıyorsa, boşta kalmıyor ve herkes üretime katılıyorsa, işsiz ve aç insan yoksa, Amerika’daki iki yüz Yahudi iki yüz kişilik yer ve de durumları bizimkinden farklı olmaz.
O halde biz neye bakarız?
Ekonomide sorunlar çözülmüş müdür, değil midir; ona bakarız...
İşsizlik var mıdır yok mudur, iş arayan herkes iş bulabiliyor mu; ona bakarız...
Aç insanlar var mı yok mu, herkesin karnı doyuyor mu doymuyor mu; ona bakarız...
Bugün sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada zararlı işler yapılıyor.
Terör olayları zarardır...
Anarşi vardır ve zarardır...
Haksız savaşlar insanlığa zarardır...
Tabiat ve çevre kirlenip tükenmektedir, zarardır…
Bütün bunların yanında ve hepsinden daha önemlisi, her yerde işsizlik vardır, işsizlik olmaktadır ve bu da zarardır, zararlıdır...
Sömürü sermayesi bu işi başaramıyor, işsizlik ve açlık başta olmak üzere, insanlığın bu sorunlarını çözemiyor. Biz bundan dolayı onlara muhalifiz, yoksa biz kendi işimize bakarız; ne diye onlarla uğraşalım, ‘ne halleri varsa görsünler’ der geçeriz...
*
Millî Görüş Hareketi’nin resmen başladığı 1969 yılından yani kırk yıldan beri anlattığımız tek şey vardı: FAİZ EKONOMİYİ ÇÖKERTMEKTEDİR…
Çare ve çözüm de: ÜRETİMDİR, FAİZSİZ KREDİLEŞMEDİR...
Bu çözümlerimiz Mehmed Şevket Eygi’nin o zamanki Bugün gazetesinde yayımlandı... Sonra Tek Yol dergisini çıkardık, orada da daha geniş detaylarıyla yer aldı...
Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan daha sonra bu çözümleri “ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN” olarak anlattı...
Faizsizlik ve faizsiz ekonomi üzerine bugüne kadar onlarca kitap, yüzlerce-binlerce makale yazıp konuşma yaptık, hâlen de yazmaya ve anlatmaya devam ediyoruz...
*
Bir devlet işsizliği çok kolay ve hemen önleyebilir...
Bunları da usanmadan kırk yıldır yazıyor ve anlatıyoruz...
Yarınki yazımızda bu çözümleri tekrar edelim, inşaallah...
***
3. yazı
“Adil Ekonomik Düzen”de neler yapılacak?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Bugünkü yazıya küçük bir fıkra ile başlayalım.
Bir patron hizmetçisinden şikâyet ediyor ve diyormuş ki: ‘Hizmetçim her gün benden para istiyor.’ Arkadaşı sormuş, ‘Hizmetçi verdiğin parayı ne yapıyor?’ demiş.
‘Hiç para vermiyorum ki ne yaptığını bileyim!’ diye cevap vermiş.
Teşbihte hata olmazsa, biz de kırk senedir aynı şeyleri söylüyoruz ama hiç duyan oldu mu, kulak veren oldu mu? Olmadı! Olmayınca, biz de sonucunu bilmiyoruz.
Elbet bir gün herkes bu hakikatleri duyacak ve uygulayacak.
O günler de uzak değildir.
Biz her şeye rağmen söylemeye ve anlatmaya devam edeceğiz...
Adil Ekonomik Düzende neler yapılacak? -İşçilere faizsiz kredi verilecek.
Ama bu faizsiz kredi onların eline verilmeyecek.
‘Git önce bir işverenin yanında çalış, sonra gel parayı al.’ İşletme borçlu olsun.
-İşletme ham madde satın alacak, parasını devlet ödeyecek. Sonra mal satılınca devlet alacağını tahsil edecektir.
-Faiz fiyatları durmadan artırmaktadır. Faizsiz sistemde ise fiyatlar zamanla artmaz. Dolayısıyla ürün üretilecek, böylece mallar stok edilecek, pahalılık olmayacaktır. İşletmeler işçi arayacaklar, sermaye aramayacaklar.
-Krediler icrasız olacak, sadece ürün ortak ambarlara konacak ve satıldıkça bedeli bölüşülecektir. Kamu kredisini bu şekilde itfa edecektir.
Bu sistem uygulandığında neler olur?
-Bu sistemde tam istihdam sağlanır...
-Üretim serbest piyasa üzerinden işler...
-Sermaye sömürüsü ortadan kalkar, sermaye hizmeti ortaya çıkar...
-Diğer bütün sorunlar çözülmüş olur. Enflasyon olmaz, açık bütçe olmaz, dış borç olmaz, işsizlik olmaz, açlık olmaz...
Bu çözümlere itirazı olan varsa, buyursun beri gelsin de görüşüp tartışalım... Yakında yerel yönetim yani belediye seçimleri var. Sadece bir belediye sınırları dâhilinde bu çözümleri uygulayalım, sorunların nasıl çözüldüğünü görsünler...
Bu vesileyle şunu da hatırlatmak isterim: Bu çözümler için para gerekmemektedir. Bu sorunlar belediye imkânları ile çözülecektir. Hattâ belediyenin kendi bütçesine de dokunmayacağız. Halkımızla ve halkımızın gücüyle bu sorunlar birlikte çözülecektir.
Nasıl?
Tüm halktan günde iki saat çalışmasını ve parasını şimdilik istememesini önereceğiz. İşletmelere gidecekler, çalışacaklar ve emeklerinin bedellerini dört ay sonra alacaklar. Üreticilerden de sadece ham madde vermelerini isteyeceğiz, onlar da paralarını dört ay sonra alacaklar. Böylece dört aylık üretim birikimi olacaktır.
Mesela, İstanbul’da 6 milyon işçi var. Günde iki saat, ayda 60 x 6 = 360 milyon saat eder. Dört ayda bir buçuk milyon saat eder. Bu sayede 2 milyar değerinde bir malımız olmuş olur. İşte bu para/sermaye ile işletmelerde çalışan işçilere kredi açmış oluruz. Kredi almak isteyen bu parayı şimdi çekmekten vazgeçer. Böylece örnek çözüm sistemini kurmuş, ilk pilot uygulamayı da yapmış oluruz.
Millî Gazete yazarlarından Afşin Selim, geçenlerde düşünce sayfasında ‘İşler, işsizler ve işten çıkarılanlar…’ başlıklı bir yazı yazdı. Yazı şöyle başlıyor:
“İşsizler kafilesine şimdi de işine son verilenler dâhil oldu. Bırakın işsizliğe çare bulunmasını da, hazır işinden olanları ne yapacaklar şimdi? Daha vahimi, bunun ülke içine (topluma) nasıl sirayet edeceği…”
Evet, durum vahim ve bu çözümler bir an önce uygulanmalı; aksi halde…
***
Faizsiz Adil Düzen sistemine doğru…
Reşat Nuri EROL
24.12.2008
Amerika’da faizler sıfırlanırken, Türkiye’de de sürpriz şekilde yüksek oranda indirildi. Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu, kısa vadeli faiz oranlarını tahminlerin üzerinde düşürdü. Gecelik borçlanma faizi yüzde 16,25’ten yüzde 15’e indirildi. Borç verme faizi ise yüzde 18,75’ten 17,50’ye çekildi. Oysa bankacılar ve ekonomistler sadece yarım puanlık indirim bekliyordu…
Merkez Bankası böylelikle üst üste iki ay sürpriz yapmış oldu. Önümüzde aylarda da bu sürprizlerin devamı gelebilir. FED’in (ABD Merkez Bankası) faizleri sıfırlama kararının TCMB’nın kararında birebir etkisi olduğu tabii ki söylenemez, ama bunu destekleyici bir karar gibi görünüyor. Mali piyasalar 50-75 baz puanlık bir faiz indirimi beklerken, 125 baz puanlık bir indirim sürpriz olarak karşılandı. Piyasalar TCMB’nin agresif nitelikteki bu davranışının olumlu sonuçlar doğuracağına inanıp iyimser bir duruşla karşılayabilirler…
Tekrar kapitalizmin kalbi ABD’deki faiz indirimine dönelim.
ABD’de FED’in faizleri resmen sıfırlamış olması Türkiye’de bilinen malum değerlendirmeyi yeniden başlattı. Star gazetesinden Oğuz Karamuk, konu ile ilgili değerlendirmesine şöyle başlamış: Bankaları, hattâ vatandaşın oturduğu evleri kamulaştıran ABD son kararla faizi de sıfırladı. Piyasa ekonomisi de, faiz de kalmadı. NECMETTİN ERBAKAN’IN ADİL DÜZEN’LE VAAD ETTİKLERİNİ ABD YAPIYOR...
Çağdaş kapitalizm veya ABD kapitalizmi daha önce böyle bir şey görmemiş ve yaşamamıştı. Bu bir ilk. Ne diyelim, her şeyin bir ilki vardır. Gerçi Japonya 1990 yılında girdiği krizin ardından faizi sıfıra düşürdüğü söylenebilir. Ancak Japonya’da Merkez Bankası hiçbir zaman faizi sıfıra düşürmedi. En düşük oran yüzde 0.15 oldu. Bu durumda FED’in kararı kapitalizm dünyasında bir ilk. Bu ilk, değişik yorumlara sebebiyet veriyor.
*
Faizsiz sisteme doğru gidildiğine işaret eden Oğuz Karamuk, değerlendirmesine şöyle devam ediyor: FED’in son kararı ve bu noktaya gelinceye kadar atılan bir dizi adım bize yıllar önce Necmettin Erbakan’ın bahsettiği ‘ADİL DÜZEN EKONOMİSİ’nin temel unsurlarını hatırlatır hâle geldi. Örneğin ADİL DÜZEN EKONOMİSİNDE de şimdi ABD ekonomisinde olduğu gibi FAİZSİZ BİR SİSTEMDEN bahsediliyordu. Diğer taraftan Erbakan’ın açıklamalarıyla dile getirilen MİLLÎ GÖRÜŞ’ÜN EKONOMİ ANLAYIŞI piyasa kapitalizmine karşı bir modellemeyi savunuyordu. Gelinen noktada ABD’nin de bir farkı yok. ABD’de sadece son altı ay içinde bilinen tüm büyük bankalara devlet ortak oldu. Şimdi sanayi şirketlerine ortak olması tartışılıyor… Sonuç olarak sistem ne deve ne kuş! Herkes kendince biraz kapitalizm, biraz sosyalizm, biraz da Adil Düzen bulabilir.
Oğuz Karamuk’un sonuç cümlesi dikkat çekici. Ekonomistler ABD’nin kapitalizmden sosyalizme doğru kaymakta olduğunu söylüyorlardı ama aynı zamanda “Adil Ekonomik Düzen”e doğru da kaymakta olduğu değerlendirmesi, bizim dışımızda ilk defa yapılıyor.
Kapitalizmden sosyalizme…
Sosyalizmden Adil Ekonomik Düzene…
Dolayısıyla “faizsiz sisteme” doğru adım adım gidiliyor…
*
Sonunda olacağı buydu.
Zaten ADİL EKONOMİK DÜZEN de, sonuç itibariyle kapitalizm ve sosyalizmin olumlu yönlerini bünyesinde barındıran bir sistemdir.
Kapitalizm, faiz ve ticaretin serbest olduğu sistem...
Sosyalizm, faiz ve ticaretin yasak olduğu sistem...
ADİL EKONOMİK DÜZEN ise faizin olmadığı, ticaretin ise serbest olduğu sistemdir. Yaşanmakta olan son küresel kriz sebebiyle sistem dibe vurunca, yeniden ayağa kalkmak için hakka dönmek zorunda kalıyor, doğruya yöneliyor, faizsiz sisteme doğru gidiyor…
***
1 Mayıs 2008
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Derin güçler bir operasyon yapmadan önce denemeler yapar. AKP iktidar olduğundan beri de bu denemeler yapılmıştır. İlk olarak meclis resepsiyonunda denendi; başörtülüler var diye kimileri resepsiyona gitmedi, siyasiler ikiye ayrıldı, kimin hangi cephede yer aldığı belli oldu. 1 Mayıs 2008’de de yeni bir deneme yapıldı. Artık askeri darbelerle iktidarı değiştirmek derin güçlerin işine gelmiyor, onun yerine yeni iki metot deneniyor. Biri; doğrudan Amerikan askeri ile işgal. Afganistan ve Irak’ta bu denenmiş ama tatmin edici başarı elde edilememiştir. İkincisi ise; halk hareketi ile meclisi işgal edip kukla yönetim getirmektir. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da denemiştir ama başarılı olup olmadığı henüz belli değildir.
Türkiye’de de zaman zaman bazı denemeler yapılmaktadır. Danıştay saldırısı veya herhangi bir vesileyle halk hareketleri desteklemekte, ülke istikrarı bozulmaya çalışılmakta; yahut Kemal Derviş özel olarak gönderilmekte ve ülke ekonomisi baltalanmaktadır...
1 Mayıs 2008 işte böyle yeni bir prova idi. Vali, ‘Taksim meydanında kutlanmayacak’ diyor; sendikalar, ‘hayır kutlanacak’ diyor! Beyanatlar ve karşılıklı ithamlar! Sonunda 1 Mayıs 2008 provası yapılıyor; kanlı 1 Mayıs benzeri prova yapılıyor. O zaman örfi idare ilan edilmiş, asker ve polis güvenliğin sağlanması için görevlendirilmiştir ama... Şimdi de polisin ve askerin AKP iktidarına sadık olup olmadığını test etmek için 1 Mayıs provası yapılmıştır.
İşçi temsilcileri zorlayacak, asker ve polis gevşek davranacak ve sonunda Taksim fethedilecek, böylece AKP’nin hesabı görülecekti. Bununla kalınmayacak, askerden ve polisten yüz bulan kışkırtıcalar Ankara’da yürüyüş yapacak ve… Ne var ki eski kanlı 1 Mayıs tekrar edilmedi. İstanbul/Taksim bazı aksaklıklara rağmen başarı ile korundu. Sonuç olarak anlaşıldı ki; -Türk polisi ve ordusu çok güçlüdür, her zaman güvenliği sağlayabilir. -Türk polisi ve ordusu iktidar safındadır, devletlerini korumakta kararlıdırlar. -Türk halkı heyecana kapılıp kışkırtmaların peşinde sürüklenmemekte, dolayısıyla Ukraynavari isyan etmemektedir. -Eskiden olduğu gibi sendikalar, odalar, medya vs. ittifak edip ülkeyi parçalamaya gitmemekte, Türk ordusunu müdahale etmek zorunda bırakmamaktadır.
Bunun sonucu nedir?
Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmayabilir; çünkü elde edilecek bir şey yoktur. AKP’den 30 kişi uzaklaştırılsa bile, mecliste ekseriyet yine AKP’nin olacak, hükümeti yine onlar kurup onlar güvenoyu verecektir. Tayyip Erdoğan olsun olmasın, ne fark eder.
Derin güçler artık Türkiye’de halk hareketi ile meclisi dağıtma gibi bir deneye girmez. Çünkü halk böyle bir şeye âlet olmaz. Polis ve ordu savunmasını yapar, sendikalar da onlarla birlikte hareket eder. Derin güçler artık başka şeyleri destekleyeceklerdir.
Türkiye ve Türk halkı şimdilik huzura kavuştu. Artık sokak hareketleri olmayacak, Türkiye’yi korumakla görevli olan güçler buna izin vermeyecektir.
Umarız hükümet bu sonucu olumlu yönde değerlendirir ve derin güçler lehine değil, Türk halkının lehine yapılması gereken reformları vakit geçirmeden yapar.
1) İktidar, her şeyden önce anayasayı uzlaşı içinde derhal değiştirmelidir. Türkiye sözde değil, gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine kavuşmalıdır. Yargı hakemlerden oluşmalı; tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın hâle getirilmelidir.
2) İktidar, haysiyetsiz Avrupa Birliği müzakerelerini haysiyetli hâle getirmeli; IMF derhal terk edilip bağımsız ekonomi politikası izlenmeli, özelleştirmeden vazgeçilmelidir.
3) İktidar, yeni anayasa ve yeni düzen ile kendi mekanizmaları içinde yolsuzlukları önlemelidir. İktidar partisi yolsuzluğun merkezi olmamalı, başbakan ve bakanlar istismar edilerek vurgunlar yapılmamalıdır. Parti yolsuzluk yapanların bulundukları yer olmamalıdır.
4) İktidar partisi kendi başına devlet kurumlarını ele geçirerek hâkimiyet kurmaya çalışmamalı; aksine tüm siyasi partilere aldıkları oy nisbetinde yönetime katılma imkanı sağlamalı, bu alanda adil düzeni getirmelidir.
***
Uygarlıklar, Türkler ve Kürtler
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Bugünlerde durup dururken hiç de beklenmeyen ve adeta sürpriz denebilecek bazı meseleler gündeme geliveriyor. Zaman zaman biz de gündemdeki meselelere yoğunlaşıyor ve o konudaki görüşlerimizi beyan etmiş oluyoruz. Bugün de işte böyle bir mesele üzerinde durmuş olacağız.
Tevrat’ın anlattıkları ve Kur’an’ın teyit ettiğine göre, Tufan’dan sonra Hazreti Nuh’un üç oğlu kalmıştır: Ham, Sam ve Yafes.
Oğullardan biri batıya gitmiş ve Latinleri oluşturmuştur. Kuzeye giden Cermen ırkını meydana getirmiştir.
Biri de doğuya gitmiş ve Çinlileri oluşturmuştur. Kuzeye gidenler Türkleri oluşturdu.
Ortadoğu’da kalanlar Sami ırkını, Afrika’ya gidenler zenci ırkını oluşturdu.
Bunlar gittikleri yerde yerli halklar buldular ve uygarlıklar kurdular.
Bu tasnife göre yeryüzünde altı büyük uygarlık kuran camia vardır. İnsanlar kendi güvenliklerini sağlamak, ekonomik ve sosyal varlıklarını sürdürmek için birleşmek zorundadırlar. Olması gereken şekilde birleşenler varlıklarını sürdürürler, birleşemeyenler ise helâk olup giderler.
*
İnsanların birleşip ortak savunmalarını sağlamaları, ortak güvenliklerini gerçekleştirmeleri, ortak ekonomik ve sosyal varlıklarını sürdürebilmeleri sorunların en başta gelenidir. Bunlar olmazsa birlik ve beraberlik, topluluk ve devlet olmaz, olamaz. İnsanlık tarihi boyunca bu amaçlara ulaşabilmek için değişik kaynaklar oluşturulmuştur.
-İnsanları topluluk hâline getiren dilleri olmuştur. Aynı dili konuşanlar anlaşmış; ekonomik, sosyal ve savunma birliktelikleri kurmuşlardır. Acaba birleştikleri için mi ortak dilleri oluştu, yoksa ortak dilleri olduğu için mi birleştiler. Aslında her ikisi de birbirini destekledi.
-İnsanları birleştirici ikinci unsur ise toprakları yani ülkeleri olmuştur. Aynı toprak, aynı ülke üzerinde yaşayanlar ister istemez ortak bir devlet oluşturdular.
-İnsanları birleştiren ve onları yöneten güçlü hanedanlar onlar arasında birliği sağladılar. Kahramanlar halkı düşmandan kurtarınca insanlar onların etrafında toplandılar ve birlik oluşturdular.
-İnsanları birleştiren bir diğer önemli unsur de, ilk insan e ilk peygamber olan Hazreti Âdem’den beri dinler olmuştur. Dinî ortak inançlar ve peygamberler topluluklara çok yönlü yol göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti dediğimiz bugünkü devletimiz Osmanlıların devamı gibidir. Osmanlılar yıkıldıktan sonra Osmanlıların hükmettiği topraklar üzerinde on beş yirmi devlet kurulmuştur ama onların vârisi Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
-Türkiye’de yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran insanlar, Osmanlıların merkezinin bulunduğu topraklara sahip oldular. Dolayısıyla Osmanlıların mirasçısı sayılmışlardır. -Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Osmanlıların konuştuğu dili resmi dil olarak almışlar, dolayısıyla onların tek vârisleri bu ülkede yaşayan Türkler olmuşlardır. -Türkiye durup dururken değil, yedi düvele karşı verilen İstiklâl Savaşı sonunda ülkeyi Osmanlılardan devralmıştır. Osmanlıların borç ve alacaklarına sahip çıkmış, kendisini Osmanlı Devleti’nin devamı olarak görmüştür. -Nihayet, bu ülkede yaşayan Türkiye halkı tarihi ile Osmanlılara sahip çıkmıştır.
Osmanlılar kendilerini Selçukluların devamı saymışlardır. Osmanlı Beyliği Selçuklu Devleti’nin uç beyidir. Selçuklular Anadolu’yu Türkleştirdi ve Müslümanlaştırdı. Selçuklular Oğuzlardandır. Kendilerini bir İslâm devleti olarak görmüşler, Abbasi uygarlığının devamı olmuşlardır.
Selçuklulardan önce Türklerin iki büyük İslâm devleti vardı. Biri Karahanlılar, diğeri ise Gazneliler devletidir. Bunlar İslâm devletlerini kurmuşlardır. Selçukluları batıya süren bu iki devlet olmuştur. Dolayısıyla kendilerini o devletlerin devamı saymışlardır. Selçukluların vârisi oldukları İslâm uygarlığının eserleri Türkler tarafından Karahanlılar zamanında oluşturulmuştur. Arapça eser veren âlimler hep o zaman yetişmiştir. Karahanlılar ise Uygurlara, Uygurlar Göktürklere, Göktürkler Hunlara, Hunlar da İskitlere dayanmaktadırlar.
*
Bu büyük uygarlık birlikleri yanında, sayıları beşbinlere varan farklı dil konuşan topluluklar vardır. Kürtçe konuşan Kürtler de bunlardan biridir. Bu dillerin değeri, halkın kendi kültürlerini yaşatmalarıdır. Bu da elbette çok önemlidir. Ancak, bunlar uygarlık dili şöyle dursun, devlet dili bile olamazlar. Çince, Rusça, Sanskritçe, Latince, İspanyolca uygarlık dilleridir. Türkçe de bu dillerden biridir. Kürtçe de Türkçe ile değil, Arnavutça ve Gürcüce gibi yerel dillerle mukayese edilebilir.
Bir kimsenin iki kalbi olamayacağı gibi bir devletin de iki dili olamaz, iki parası olamaz. Olması doğa kanunlarına aykırıdır. O halde Türkiye ya Türkçe ya da Kürtçe konuşacaktır. Oysa Kürtçe devlet dili değildir, uygarlık dili değildir. Türkçe ise devlet ve uygarlık dilidir.
Tartışmasız Türkiye “Türkçe” konuşacaktır.
Bu tarihi zorunluluktur. Türkiye’de yaşayan herkes Türkçe biliyor ama Kürtçeyi Kürtler dahi unuttular. Öyleyse, böyle bir iddiada bulunmak sadece devleti çökertmeyi amaçlar. Türkçe konuşmak, yazmak ve okumak elbette haklarıdır. Ama Türkçeye karşı cephe aldıklarında tam bir bölücü olurlar. Yeni devlet kuracağız, bizim de devlet dilimiz olacaktır iddiaları gerçekleşmiyor, tutmuyor. Bugün illere bağımsızlık versek ve dilinizi seçin desek, onların kaçı Kürtçeyi seçer?
***
Kürt sorunu ve çözümü
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Geçtiğimiz hafta bir televizyon programını kısmen izledim. Konuşmacıların konuşmalarında samimi olduklarına ve kötü niyetle Meclis’e gelmediklerine şahit oldum. Ancak, bilgisizlikten dolayı ne yapmak istediklerini bilemediklerini anladım. Sadece onlar değil; bu önemli konuda bilinmesi gerekenleri devlet de bilmiyor, hükümet de bilmiyor, her türlü bürokratlar da bilmiyor...
Daha baştan şunu belirtmeliyim ki; kâinatı, dünyayı ve insanları Allah yarattı.
Kürtler de Türkler de O’nun kullarıdır. Eğer O’nun dinine/düzenine ve şeriatına itaat etmezsek, O’nun hükümlerini dinlemezsek, hiçbir zaman çıkış yolu bulamayız. Sorunların çözümünü Kur’an’a ve müsbet ilme sormalıyız. Herkes Allah’ın dediğine razı olmalıdır. Allah’ın ne dediğini ise birlikte araştırıp bulabiliriz.
En büyük hataları “Türk kimliği” üzerinde durmalarıdır.
Oysa;
-“Türk” bir ırk kimliği değildir, “Göktürkler”in kabul ettiği bir isimdir. Göktürkler de Çin Seddi’nden Karadeniz’e kadar olan geniş topraklar üzerindeki halkları hâkimiyetleri altına almışlardır. “Türk” Müslüman olduktan sonra Orta Asya Müslümanlarının ortak adıdır. Bugün hâlen saf bir Türk soyu bulunmamaktadır. Türk topluluklarının kendi içinde kendilerine özgü adları vardır. Anadolu’ya gelenlerin adı “Türk” değil, “Oğuz” ve “Türkmen”dir.
-İstiklâl Savaşı’na başladığımız zaman Anadolu’da kurulan Meclis’in adı Türkiye Büyük Millet Meclisi olmuştur. Kimse buna itiraz etmemiş, tüm Anadolu ve Rumeli Müslüman halkları bu adın etrafında toplanmıştır.
-Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman Meclis’te Kürtçe değil Türkçe konuşulmuştur. Kimse buna itiraz etmemiş, Kürt milletvekilleri de Türkçe konuşmuşlardır.
-Lozan’da masaya oturulduğu zaman, biz tüm Müslüman halkı temsil ediyorduk. Türk-Kürt ayırımı olmadığı gibi Sünni-Şii-Alevi ayırımı da yoktu. Karşımızda Hıristiyan ve Yahudiler vardı, onlarla anlaşma yapıyorduk. İsmet İnönü Kürt’tü ama orada Türk generali olarak bulunuyordu. Lozan’da azınlık hakları Kürtlere değil; Rum, Ermeni ve Yahudilere verilmiştir. Lozan’da azınlık hakları Kürtlere değil; Rum, Ermeni ve Yahudilere verilmiştir.
*
Mustafa Kemal “Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Ne mutlu ‘Türküm’ diyene” demiştir.
Mustafa Kemal milliyetçiliği dört ana maddeye dayanmaktadır.
1) Türkiye vatandaşı olmak.
2) Müslüman olmak. Türkiye’de yaşayan Hıristiyanlar Türk olarak değil, azınlık olarak belirtilmiş, Türkiye’de vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denmiştir. Türkiye’ye iltica eden her Müslüman “Türk” kabul edilmiş ve vatandaş yapılmıştır.
3) “Türkçe”yi bilmek veya öğrenmek de yeterlidir. Birçok iltica eden kavimler Türkçe’yi Türkiye’de öğrendiler, kimse onları yabancı saymadı. Bununla beraber Türkiye’de yabancı dil öğrenmek yasak değildir. Türkiye’de sadece Latin harfleri dışındaki harflerle Türkçe yazmak yasak edilmiştir. Kürtler Latin harfleri ile veya Arap harfleri ile her zaman Kürtçe öğrenebilirler.
4) Mustafa Kemal’in dördüncü ilkesi ise kişi ‘Ben Türküm’ diyecektir. Bunu demeyen Türk sayılmamıştır.
Türkiye’de inkılâpların yerleşmesi için baskılar yapılmıştır. Bu gerçektir. Ama bu baskılar yalnız Kürtlere değil, bütün halklara yapılmış. O baskılar geçmişte kalmıştır. Zulüm yapan aynı Cumhuriyet Halk Partisi, vakti gelince ülkeye demokrasiyi getirmiştir. Bugünkü demokrasi Kürt İsmet İnönü’nün büyük gayretleri ile gelmiştir. O halde “Türküm” demeyi bölücülük kabul etmek, “Türkçe”den başka devlet dili kabul etmek, sadece ve sadece devletimizi yıkmak demektir. Türkiye’yi parçalayıp düşmanlarımıza peşkeş çekmektir. Yapılanların ilmî ve tarihî dayanağı yoktur. Sadece müstevlilerin siyasi emellerine hizmet etmektedir.
*
Bu kardeşlerimiz bir daha düşünsünler ve kendilerini ateşe atmasınlar, Batı’nın pohpohlamasına aldanmasınlar. Batılılar bir zamanlar Rum ve Ermenileri de böyle kışkırttılar ama şimdi soykırımlarından bahsediyorlar. Evet, onların soyları kırılmıştır; ama kıran biz değil, bizzat kendileridir. Onları ileri sürüp de sonra Lozan’da arkalarında durmayanlardır. Biz samimiyiz. Bundan dolayı Allah bizi mutlaka galip getirecektir.
Bununla beraber “Kürt sorunu” vardır ve bu sorunu çözmemiz gerekir.
-Her topluluğun ana dili vardır, onu korumak ve yaşatmak ister. Kürtlerin de çeşitli lehçeleri ile dilleri vardır, bunları yaşatmalıdırlar.
-Bölge merkezlerine ordular yerleştirilmeli, ayırımcılık yapacak olan illere hakemlerin kararı ile ordu girebilmelidir. Bunun dışında ilin iç güvenliği ve yönetimi tamamen kendilerine bırakılmalıdır.
-Ülke dışına çıkmak isteyen Kürtler olursa, onların Türkiye’deki malları devletçe satın alınmalı ve böylece istedikleri ülkeye gidebilmelidirler.
-Genel olarak Irak’ta olanlara ve orada Kürt devletinin kurulup kurulmamasına biz karışmamalıyız. Bizim ülke dışındaki olaylara karışma siyasetimiz yoktur.
-Irak hükümeti ile anlaşmalıyız. İsteyen Iraklılar Türkiye’ye iltica etsinler, isteyen Türkiyeliler de Irak’a iltica etsinler.
Toparlarsak, sonuç olarak diyoruz ki; Türkiye’de yaşayanlar “Türk”türler, “Türkçe” de devlet dilleridir. Ancak bu ülkede yaşayan herkesin kendi dili ve ırkı mahfuzdur.
Uygarlıklar, Türkler ve Kürtler
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Bugünlerde durup dururken hiç de beklenmeyen ve adeta sürpriz denebilecek bazı meseleler gündeme geliveriyor. Zaman zaman biz de gündemdeki meselelere yoğunlaşıyor ve o konudaki görüşlerimizi beyan etmiş oluyoruz. Bugün de işte böyle bir mesele üzerinde durmuş olacağız.
Tevrat’ın anlattıkları ve Kur’an’ın teyit ettiğine göre, Tufan’dan sonra Hazreti Nuh’un üç oğlu kalmıştır: Ham, Sam ve Yafes.
Oğullardan biri batıya gitmiş ve Latinleri oluşturmuştur. Kuzeye giden Cermen ırkını meydana getirmiştir.
Biri de doğuya gitmiş ve Çinlileri oluşturmuştur. Kuzeye gidenler Türkleri oluşturdu.
Ortadoğu’da kalanlar Sami ırkını, Afrika’ya gidenler zenci ırkını oluşturdu.
Bunlar gittikleri yerde yerli halklar buldular ve uygarlıklar kurdular.
Bu tasnife göre yeryüzünde altı büyük uygarlık kuran camia vardır. İnsanlar kendi güvenliklerini sağlamak, ekonomik ve sosyal varlıklarını sürdürmek için birleşmek zorundadırlar. Olması gereken şekilde birleşenler varlıklarını sürdürürler, birleşemeyenler ise helâk olup giderler.
*
İnsanların birleşip ortak savunmalarını sağlamaları, ortak güvenliklerini gerçekleştirmeleri, ortak ekonomik ve sosyal varlıklarını sürdürebilmeleri sorunların en başta gelenidir. Bunlar olmazsa birlik ve beraberlik, topluluk ve devlet olmaz, olamaz. İnsanlık tarihi boyunca bu amaçlara ulaşabilmek için değişik kaynaklar oluşturulmuştur.
-İnsanları topluluk hâline getiren dilleri olmuştur. Aynı dili konuşanlar anlaşmış; ekonomik, sosyal ve savunma birliktelikleri kurmuşlardır. Acaba birleştikleri için mi ortak dilleri oluştu, yoksa ortak dilleri olduğu için mi birleştiler. Aslında her ikisi de birbirini destekledi.
-İnsanları birleştirici ikinci unsur ise toprakları yani ülkeleri olmuştur. Aynı toprak, aynı ülke üzerinde yaşayanlar ister istemez ortak bir devlet oluşturdular.
-İnsanları birleştiren ve onları yöneten güçlü hanedanlar onlar arasında birliği sağladılar. Kahramanlar halkı düşmandan kurtarınca insanlar onların etrafında toplandılar ve birlik oluşturdular.
-İnsanları birleştiren bir diğer önemli unsur de, ilk insan e ilk peygamber olan Hazreti Âdem’den beri dinler olmuştur. Dinî ortak inançlar ve peygamberler topluluklara çok yönlü yol göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti dediğimiz bugünkü devletimiz Osmanlıların devamı gibidir. Osmanlılar yıkıldıktan sonra Osmanlıların hükmettiği topraklar üzerinde on beş yirmi devlet kurulmuştur ama onların vârisi Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
-Türkiye’de yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran insanlar, Osmanlıların merkezinin bulunduğu topraklara sahip oldular. Dolayısıyla Osmanlıların mirasçısı sayılmışlardır. -Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Osmanlıların konuştuğu dili resmi dil olarak almışlar, dolayısıyla onların tek vârisleri bu ülkede yaşayan Türkler olmuşlardır. -Türkiye durup dururken değil, yedi düvele karşı verilen İstiklâl Savaşı sonunda ülkeyi Osmanlılardan devralmıştır. Osmanlıların borç ve alacaklarına sahip çıkmış, kendisini Osmanlı Devleti’nin devamı olarak görmüştür. -Nihayet, bu ülkede yaşayan Türkiye halkı tarihi ile Osmanlılara sahip çıkmıştır.
Osmanlılar kendilerini Selçukluların devamı saymışlardır. Osmanlı Beyliği Selçuklu Devleti’nin uç beyidir. Selçuklular Anadolu’yu Türkleştirdi ve Müslümanlaştırdı. Selçuklular Oğuzlardandır. Kendilerini bir İslâm devleti olarak görmüşler, Abbasi uygarlığının devamı olmuşlardır.
Selçuklulardan önce Türklerin iki büyük İslâm devleti vardı. Biri Karahanlılar, diğeri ise Gazneliler devletidir. Bunlar İslâm devletlerini kurmuşlardır. Selçukluları batıya süren bu iki devlet olmuştur. Dolayısıyla kendilerini o devletlerin devamı saymışlardır. Selçukluların vârisi oldukları İslâm uygarlığının eserleri Türkler tarafından Karahanlılar zamanında oluşturulmuştur. Arapça eser veren âlimler hep o zaman yetişmiştir. Karahanlılar ise Uygurlara, Uygurlar Göktürklere, Göktürkler Hunlara, Hunlar da İskitlere dayanmaktadırlar.
*
Bu büyük uygarlık birlikleri yanında, sayıları beşbinlere varan farklı dil konuşan topluluklar vardır. Kürtçe konuşan Kürtler de bunlardan biridir. Bu dillerin değeri, halkın kendi kültürlerini yaşatmalarıdır. Bu da elbette çok önemlidir. Ancak, bunlar uygarlık dili şöyle dursun, devlet dili bile olamazlar. Çince, Rusça, Sanskritçe, Latince, İspanyolca uygarlık dilleridir. Türkçe de bu dillerden biridir. Kürtçe de Türkçe ile değil, Arnavutça ve Gürcüce gibi yerel dillerle mukayese edilebilir.
Bir kimsenin iki kalbi olamayacağı gibi bir devletin de iki dili olamaz, iki parası olamaz. Olması doğa kanunlarına aykırıdır. O halde Türkiye ya Türkçe ya da Kürtçe konuşacaktır. Oysa Kürtçe devlet dili değildir, uygarlık dili değildir. Türkçe ise devlet ve uygarlık dilidir.
Tartışmasız Türkiye “Türkçe” konuşacaktır.
Bu tarihi zorunluluktur. Türkiye’de yaşayan herkes Türkçe biliyor ama Kürtçeyi Kürtler dahi unuttular. Öyleyse, böyle bir iddiada bulunmak sadece devleti çökertmeyi amaçlar. Türkçe konuşmak, yazmak ve okumak elbette haklarıdır. Ama Türkçeye karşı cephe aldıklarında tam bir bölücü olurlar. Yeni devlet kuracağız, bizim de devlet dilimiz olacaktır iddiaları gerçekleşmiyor, tutmuyor. Bugün illere bağımsızlık versek ve dilinizi seçin desek, onların kaçı Kürtçeyi seçer?
***
‘Açlık hayatın efendisidir’
Reşat Nuri EROL
Dünyada gıda başta olmak üzere pek çok alanda çeşitli çatışmalar, mücadeleler, isyanlar, spekülasyonlar, hattâ savaşlar vardır. Bu çatışma durup dururken bugünlerde başlamadı, bu savaş bundan 500 yıl önce başlamıştır. Kısaca hatırlayalım.
Avrupa, henüz tarım döneminde kentleşme öncesi hayat merhalesini yaşıyorken, Haçlı Seferleri sırasında İslâm âlemi ile ticari ilişkilere girmiş ve “köylerde tarım derebeyleri” yanında “kentlerde esnaf beyleri” doğmaya başlamıştır. İşte tam da bu dönemde, o zamana kadar hor görülen ve dışlanan Yahudiler ticareti iyi bildikleri için “kentlerdeki esnaf beyliklerini” kurmaya başlamışlardır. O zamandan beri Avrupa’daki “tarım derebeyleri” ile “esnaf beyleri” arasında çatışma vardır ve bu çatışma günümüzde de devam etmektedir.
İşte o zamandan beri başlayan çatışma ve mücadele, günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde “gıda isyanlarına” sebebiyet verecek bir merhaleye ulaştı.
***
Bu kritik meseledeki ince bir detayı hatırlayalım: Derebeyleri halkın desteklediği beyler idi. Kilise de onlarla işbirliği hâlinde idi. Kentlerdeki esnaf beylerinin köylerdeki tarım beylerini yenebilmesi için kilisenin gücünü yok etmek, ardından halkı dinsizleştirmek gerekmekteydi. Çünkü derebeyleri ile halk arasındaki birliği din adamları sağlıyordu. Eğer kilise yani din adamlarının gücü yok edilirse, derebeyleri de kendiliğinden yok olacaktı.
Sömürü sermayesi bunu çok büyük bir ustalıkla başardı. Haçlı Seferleri sayesinde doğuda öğrenip batıya taşıdığı müsbet ilimlerin verilerini sanayileşmeye uygulayarak gelişme ve ilerleme sağladı. Tarım derebeylerine ve din adamlarına karşı mücadeleyi kazanıp dini kiliseye hapsetti. Doğuyu da batının sanayisi ile yenerek zaferini ilan etti. Sömürü sermayesinin plan ve hesaplarına göre 20’inci yüzyılın sonunda artık dine inanan kimse kalmayacak, sosyalizm ve kapitalizm bu işin sonunu getirecekti.
Ancak ‘evdeki hesabın çarşıya uymaması’ misali, beklenmedik olaylar cereyan etti ve 20’inci yüzyılın sonunda dinler zafer kazanmaya başladı. Yalnız dinler servetle veya silahla zafer kazanmıyor, insanların gönlünü fethede ede zafere doğru gidiyor. Ne var ki, para ve silah gücünü elinde tutan din düşmanı sömürü sermayesi teslim olmuyor; çıkmamış candan ümit kesilmez diyerek çırpınmaya devam ediyor...
***
Sömürü sermayesinin bilinen bir taktiği vardır. Her yeni konu gelince işine geldiği kuralları icat eder, ispat eder ve sonunda herkes o kurallara inanır ve uyar. Sonra onun tam aksini yapar; ‘hafızayı beşer nisyan/unutkanlık ile maluldür’ kuralından yararlanır.
Ama ‘açlık’ başladı ya açlık; işte o açlık çok şeyi değiştirmeye muktedirdir. Umur Talu’nun yazısının (16.04.2007) başlığındaki veciz ifadeyle, ‘Açlık hayatın efendisidir’ diyelim ve yazarın bazı görüşlerine yer verelim: “ABD Başkanı da çok bastırdığı için.../ Bir dolu karşı mahkeme kararına rağmen.../ Meclis'te alelacele yeni kanun kotararak.../ Yasak fabrika konduran dev Amerikan şirketine.../ Verimli tarım arazisini yutma hakkı sağlayan.../ Ama en yoksullar ile en açların da mecburen sığındığı iktidarın ülkesinden bildiriyorum.
Hayvanlara yem ile pastalara, çikolatalara şeker de sunan dev Amerikan şirketi, bir açıdan bakarsanız "ilerleme"yi, "sermaye"yi, "küreselleşme"yi temsil ediyor. "Başka bir açı"dan ise... Şu anda dünyanın yüzleşmekte olduğu gibi, "açlık"ı.
Buğday üretimi düşen, pirinci sürünen, artık kendi kendini pek besleyemeyen.../ "Göbeğini kaşıyan köylüsü" kentli efendi tarafından aşağılanan, ama sığındığı iktidar tarafından da aşağı yuvarlanan.../ Devlet elindeki çeltiği ucuz fiyattan spekülatörlere kaptıran.../ Yoksulun "kuru" altına döşeyip kaşıkladığı pilavlığı altın haline gelen.../ Çeltiğe, pamuğa, süt sağmaya giden çocuklarını, kadınlarını üç otuz para için kamyon kasalarında beşer, onar katleden ve canı hiç acımayan, verimli topraklarını harcayan ama laiklik, parti kapatma, darbe gibi verimli tartışmaları olan memleketten bildiriyorum...”
Ne dersiniz; meseleye bir de bu pencereden biraz daha bakmaya devam edelim mi?
Tarım, gıda, sorun, demokrasi, savaş ve …
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Millî Gazete başta olmak üzere, bugünlerde bütün gazetelerde tarım ürünleri ve gıda fiyatları etrafında kopan fırtınalar ile ilgili gelişme, haber, değerlendirme ve yorumları okuyoruz. Tarım ve gıda fiyatları ile bunlara bağlı olarak ekonomi haberleri pek birinci sayfada yer almazdı ama; son zamanlarda bırakınız birinci sayfa, manşetlerden inmez oldu. Bu durumun nerelere varabileceğini ise dünyanın ve ülkelerin bu hallere düşmesinin baş müsebbibi olan bizzat IMF Başkanı Strauss-Kahn açıkladı:
Dünyada yükselen gıda fiyatlarının, hükümetlerin yıkılması ve hatta savaşların patlak vermesi gibi korkunç sonuçları olabileceği uyarısında bulundu, Strauss-Kahn.
Meselenin özeti tek cümlelik ama, kimi ince detayları özel olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Ne dersiniz; biz de adım adım ilerleyerek daha açık bir şekilde ne denmek istendiğini ve asıl neyin yapılmaya çalışıldığını anlamaya çalışalım mı?
*
BİRİNCİ ADIM
IMF Başkanı Strauss-Kahn, Fransız Europe-1 radyosuna verdiği demeçte, yüksek gıda fiyatlarının Haiti, Mısır ve başka ülkelerde ayaklanmaları ve isyanları ateşlemesinin “ciddi bir sorun” teşkil ettiğini söyleyerek, “Dünya bu sorunu çözmeli” dedi.
-Dikkat ediyor musunuz; sorunun baş müsebbibi IMF’in bizzat kendisi, dünya bu sorunu çözmeli diyen de yine kendisi! IMF önce sorunları üretiyor, sonra insanlığı sorunları ile baş başa bırakıp çözüm üretemiyor ya da maksatlı olarak üretmiyor!
*
İKİNCİ ADIM
IMF Başkanı Strauss-Kahn, bu tarım ve gıda fiyatları sorununun, hükümetlerin vatandaşlarına yardım edebilmek için elinden gelen her şeyi yaptığı ülkeler dahil olmak üzere “demokrasileri tehdit edebileceğine” de dikkati çekti.
-Evet, evet, işte bu!
IMF Başkanı nihayet baklayı ağzından kaçırıyor ve “demokrasileri tehdit edebileceğini” de hatırlatıyor.
Nerelerde?
Mesela, özellikle sık sık müdahaleler yapılan ve parti kapatma davaları açılan bazı ülkelerde! Yani Türkiye’de!..
*
ÜÇÜNCÜ ADIM
Bu sorunun savaşlara yol açıp açmayacağına sorusuna ise IMF Başkanı Strauss-Kahn bakınız nasıl bir cevap vermiş: “Bu mümkün. Tansiyon yükselmeye devam ettiğinde ve dahası demokrasi sorgulanmaya başladığında savaş riski vardır. Tarih, bu tür sorunlar yüzünden çıkmış savaşlarla dolu.”
Neymiş ve nasılmış? Adımlar nasıl atılıyormuş?
-Birinci adımda “ciddi bir sorun” üretiliyor…
-İkinci adımda özellikle “demokrasileri tehdit” ediyor…
-Üçüncü adımda “savaşların patlak vermesi” hedefleniyor…
-Dördüncü adımda ise “sömürüye dayalı yeni bir dünya düzeni” isteniyor…
Fransa’da 1997-1999 yıllarında Maliye Bakanlığı yapan Strauss-Kahn, geçen yıl IMF’nin başkanlığına getirildi. Dünyada geçen yılın ortasından bu yana gıda fiyatları yüzde 40 arttı. BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, gıda fiyatlarındaki artış en çok gelişmekte olan ülkelerde tüketim harcamasının yüzde 60 ila 80’ini gıdaya ayıran yoksul insanları etkiledi. Gelişmiş ülkelerde insanlar tüketim harcamasının sadece yüzde 10 ila 20’sini gıdaya ayırıyor. Yoksul ülkeleri ve insanları açlıkla etkilemeye, dünyaya bu şekilde yön vermeye çalışıyor, adım adım ilerliyorlar; tarım, gıda, sorun, demokrasiye müdahale, savaş ve … Dördüncü adımda hedeflenen “sömürüye dayalı yeni bir dünya düzeni”ne karşı “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i bir kere daha hatırlamanın tam zamanı.
***
Halkımızın vay hâline!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Cumhurbaşkanımız Gül’ün günlük konukları ile ilgili bir haberi okuyorum:
‘Gül’ün dünkü ilk konuğu Meclis Başkanı Köksal Toptan oldu. Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı, ardından sırasıyla Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir, Muhtarlar Federasyonu Başkanı ve Türkiye Muhtarlar Derneği Genel Başkanı Ramazan Özünal ile Tüm İşçi Emeklileri Derneği Genel Başkanı Satılmış Çalışkan ve beraberlerindeki heyetleri ayrı ayrı kabul etti.’
Ne diyelim; darısı esnaf, çiftçi, işçi, memurlarımız başta olmak üzere, halkımızın her türlü temsilcilerinin başına.
Cumhurbaşkanımız, halkımızın her kesimden temsilcileriyle sadece görüşmekle kalmaz, onların her türlü sorunlarına çare ve çözümler de üretilmesine katılıp katkıda bulunur, inşaallah…
Aksi hâlde, yani bunlar sadece görüşme safhasında kalır, gereği yapılmaz, icraata geçmez, icra makamı olan hükümet tarafından uygulanmazsa;
Halkımızın vay hâline!
*
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir araya geldiği işadamlarına, “Önümüzdeki dönemde farklı bir Türkiye olacağına inanıyorum. Çok hızlı gelişmeler yaşanacak. Geçmişte elde edilen kazanımlar artarak devam edecek. Yurtdışında bir sıkıntınız olduğunda beni arayın.” demiş.
Bence; yurtdışı ile ilgili en büyük sıkıntımız “devletimizin ve özel sektörümüzün dış borçları”dır. Mevcut “faizli sistem”de kartopu misali giderek büyümekte olan dış borçlarımız ödenmemeye, tasfiye edilmemeye devam ederse; korkarım, birkaç yıl sonra cumhurbaşkanlığı makamı başta olmak üzere, o makamlarda oturanlar oturacak koltuk bulamayacaklar.
İyi bilinsin ki; böyle giderse birkaç yıl sonra bütün ülke gelirleri dış borçlarımızın ana paralarını değil, sadece faizlerini bile ödemeye yetmeyecektir. Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan borçlar, böyle giderse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de yıkacaktır. Osmanlıyı çökerten ve “Duyun-u Umumiye” adı altında o dönemdeki bütün gelirlerimizin başına çöreklenen borç alacaklıları yılanının başını ezmekte geç kalıyoruz, geç… Bu vesileyle bir kere daha hatırlatıyoruz;
Bu borçlarla, bu faizli borçlarla bu ülke ve bu devlet böyle gitmez, batar gider!
Edinilen bilgilere göre Gül, heyetteki üyelerin, Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde işadamları ile birlikte yurtdışına gittiğini ve birçok iş görüşmesine katkı sağladıklarını hatırlatması üzerine şu güvenceyi verdi: “Ben icra makamı değilim. Benim görevim sizlere moral desteği vermek. Yurtdışında hangi konuda sıkıntıya düşerseniz desteğim yanınızda olacak.”
Sayın Cumhurbaşkanımız; daha dün icra makamında yani 58. Hükümet’te başbakan ve 59. Hükümet’te dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısıydınız. Lütfen mazeret/ler üretmeyin. Artık Sezer serzenişleri gibi bir engeliniz de yok. 60. Hükümet ile uyumlu bir şekilde yapılması gerekenleri bir an önce ve kimi bazı konularda geç kalmadan icra etmeye başlayın.
Daha başta ve başlangıçta böylesine mazeretler üretilirse;
Halkımızın vay hâline!
*
Cumhurbaşkanımız Gül, Tüm İşçi Emeklileri Derneği Genel Başkanı Satılmış Çalışkan’ın ziyaretinde ise emekliler için elinden geleni yapacağını söylemiş. Babası Ahmet Hamdi Gül’ün de emekli olduğunu hatırlatan Cumhurbaşkanı, “Durumunuzu biliyorum. Elimden geleni yapacağım. Gerekli girişimlerde bulunup emeklinin durumunun iyileşmesi için çalışacağım.” diye konuşmuş.
Cumhurbaşkanımız konuşmasına güzel konuşmuş ama; icra makamlarında oldukları geçmiş beş yıl boyunca, başta emeklilerimiz olmak üzere esnafımız, çiftçimiz, işçimiz ve -yine geçmişte olduğu gibi son olarak bugünlerde yapılan görüşmelerde- memurlarımız için ne yapıldı ki, bu sözlerdeki vaatlere güvenip inanalım. Geçmiş beş yılda yapılanlar gelecekte yapılacakların garantisi olacaksa;
Halkımızın vay hâline!
Bu vesileyle bir hatırlatma daha yapalım. Kendilerinin de içinde oldukları Refah-Yol Hükümeti zamanında halkımızın çalışan emek sahibi her kesimine yapılan zamları ve bu zamların bugünlere kadar uzanan bereketini Cumhurbaşkanımıza Gül’e -bu arada elbette hükümetteki ilgili bütün bakanlara- bir kere daha hatırlatıversek, acaba bir faydası olur mu?
Bizim görevimiz hatırlatmak.
İcra makamlarında oturanların görevi yapmak.
Bu hatırlatmalara rağmen yapılması gerekenler yapılmazsa;
Halkımızın vay hâline!
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (1)
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Bu konuyu yazmaya karar verdiğim gün (06.09.2007), yazarımız Mehmet Bozgeyik “Ara dayağını sade vatandaş yiyor!” başlıklı makalesinin daha başlangıcında önemli hatırlatmalar yapmış: ‘Bu halk yaklaşık dört buçuk yıl ustaca oyalandı. “Size neler neler yapacağız ama görüyorsunuz Çankaya izin vermiyor! Hep bize köstek oluyor!” denildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasındaki malum “kriz” de iktidardaki partinin işine yaradı. Yeniden yapılan seçimde halk zımnî bir öfke ile, “Al sana, al sana, gözün doysun!” dercesine ve Aziz Nesinvâri târizleri bile göze alırcasına mevcut iktidarı âdeta reye boğdu. “Yap bakalım yapacağını!” dedi.’
Yine aynı gün (06.09.2007) bir diğer yazarımız Yusuf Genç “Cumhurbaşkanı, emek ve sermayenin neresinde duruyor?” başlıklı yazısını şöyle bitirmiş: ‘Cumhurbaşkanının babasının sakallı olması, sanırım benim gibi sizi de ilgilendirmiyor. Öyleyse sorular şunlar: Cumhurbaşkanı, emek ve sermayenin neresinde duruyor? Çokuluslu şirketleri, gücü, parayı ve yoksulluğu nereye koyuyor? Medyadaki dikey ve yatay tekelleşmenin sahibi Doğan Holding ve türleri hakkında ne düşünüyor? Milyonlarca yoksul hakkında, ekmek bulamayan binlerce insan hakkında, ırkından dolayı kovulan, dışlanan yüz binlerce işsiz hakkında ne yapmayı planlıyor? Medeniyetlerle ilgili yeni düşüncesi nedir? Savaşlarla ilgili, işgalle ilgili, Siyonizm ile ilgili ne düşünüyor? Henüz üniversite öğrencisiyken hayranlıkla takip ettiği Nurettin Topçu’yu hâlâ tanıyor mu?’
Bu soruları ve daha fazlasını aynen ben de soruyorum.
*
Bu konu hassas ve önemli. Önemine binaen üzerinde biraz daha duralım. Öncelikle önceki cumhurbaşkanımızı bir kere daha, seçiliş şekli ve yaptıklarıyla kısaca hatırlayalım.
Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçilirken, bazı çalışma arkadaşlarımızla Ankara’ya gittik ve yapılması gereken tavsiyeleri yaptık. Tavsiyelerimize rağmen, birilerinin istediği kimse devlet başkanı oldu. Ahmet Necdet Sezer’i destekleyenler sonra hep nadim oldular. Önce Ecevit ‘nankör’ diye hitap etti. Başörtüsü ve kamu alanı hikâyeleri ile vatandaşlarımızı yedi yıl ağlattı. İş bununla kalmadı; sonunda askerler de ona karşı tavır koymak zorunda kaldılar...
Ahmet Necdet Sezer’in iyi tarafları da olmuştur.
-Ahmet Necdet Sezer, kendisini seçenlerin değil, kendi ideolojisinin uygulayıcısı olmuştur. Kukla bir devlet başkanı olmamıştır.
-Ahmet Necdet Sezer her ne kadar kendisi kan kusturmuşsa da, askeri müdahalelere sebebiyet vermemiştir. Kazasız belasız AK Parti’ye ikinci/üçüncü defa iktidarı teslim etmiştir.
-Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanı olarak yeni başkana koltuğunu devretmiştir. İsteseydi yerinde kalabilirdi. [Mesela, Demirel’in yaptığını yapar, bir başkasına başbakanlık görevi verebilirdi. Meclis seçime gitmemek için onun istediği hükümeti kurar, o hükümet de Gül’ü değil, başkasını cumhurbaşkanı yapabilirdi. Bu gibi oyunlara girmemiştir.]
-Ahmet Necdet Sezer’in Türk milletine yaptığı en büyük iyilik, 1 Mart Tezkeresi’nin çıkmasını önlemek olmuştur. Bu o kadar büyük bir olaydır ki, onu en başarılı başkanlarından bir yapabilirdi.
*
Ahmet Necdet Sezer başarılı bir başkan olamadı, çünkü çok büyük hatalar yapmıştır.
-Her şeyden önce, baskı ile Meclis’i korkutarak seçilmiş; hem de hukuk dışı kurallarla seçilmiştir. Seçilme yeterliliği olmadığı halde başkan olmuş ve itiraz edilmeden orada yedi yıldan fazla kalmıştır. Bunu hem de bir hukukçunun yapmasını kesinlikle makul göremeyiz.
-“Başörtüsü” ve “kamu alanı” gibi ne anlamı ne de tanımı olan ifadelerle hukukun kurallarını payimal etmiştir. Bir defa “kamu alanı” kavramı Türk mevzuatında yoktur. Hiçbir kanunda böyle bir tâbir geçmez. “Kamu görevi” vardır, “kamu malları” vardır ama “kamu alanı” olsa olsa meralar ve yollar olabilir. Bu yetmemiş gibi; Sezer anayasayı yasa koyucu yapmakla yetinmedi, hukukun temel kaidesini de çiğner beyanda bulundu; “Başörtüsü meselesini Anayasa çözmüştür!” dedi! Yargı geçmişte cereyan eden bir olay hakkında sadece o olayla ilgili karar alır; bu karar da sadece davacı ve davalıyı bağlar. Aldığı karar bozulamaz. Siz bunu genişletir de mahkemenin aldığı kararlar değiştirilmez şekline sokarsanız, ilkelden de geri olan düşüncelere dalarsınız. Devlet başkanı iken bu beyanlar -yanlış olmanın ötesinde- son derece sakıncalı olmuştur.
-Ahmet Necdet Sezer, Meclis toplantı sayısının üzerine çıkmaz gibi beyanlarda bulundu, Meclis’i çalışmaz hâle getirdi. Bu idamlık suçtur. Bu yetmedi; bu eksikliği düzeltecek anayasayı da halk oylamasına götürdü, yani Meclis’i tatil edecek tavırlar takındı. Halkımız bu yapılanlara karşı tavır alarak tehlikeyi atlattı, yoksa Cumhuriyet yıkılmaya doğru gidiyordu.
-Ahmet Necdet Sezer görevinin sonunda da yine kanunsuz iş yaptı; yedi yılını doldurduğu halde, geçmiştekilerin yaptığını yapmadı, görevi Meclis Başkanı’na devretmeden orada oturdu! Yani, bir konuda açıklık yoksa teamül esastır. Burada teamülü çiğneyerek birkaç ay daha orada oturdu.
İşte, Ahmet Necdet Sezer’i başarısız kılan sebepler bunlardır.
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (2)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Fehmi Koru arkadaşınız olsa ve “Abdullah Gül’ün arkadaşı Koru” başlıklı bir röportaj görseniz, elbette siz de benim gibi daha dikkatli okursunuz. Ben de öyle yaptım, dikkatle okudum.
Yeni Asya’dan Hasan Hüseyin Kemal, yaptığı röportajı şöyle takdim ediyor: ‘Bu haftaki röportajımızın konuğu Abdullah Gül’ün arkadaşı, dostu Fehmi Koru. Biz de Koru’dan devletin tepesindeki isim olan Gül hakkında bilgiler almaya çalıştık. Koru Gül’ün bilgili, kararlı bir insan olduğunu, kararlarını verirken değişik görüşlere itibar ettiğini söylüyor. Bunun yanında Gül’ün güçlü bir kişiliği olduğunu vurgulayan Koru, “Gül’ün sağduyulu olduğunu biliyorum. Herkesi dinliyor, herkesin görüşüne itibar ediyor, saygı gösteriyor” diyor.’ [Bu ifadeler bana adeta Gül’ün çok yakın dostlarım olan dayılarının karakterini hatırlatıyor. RNE]
Birinci soru: Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildikten sonra “Bizim evden cumhurbaşkanı çıktı” diyorsunuz. Bunun anlamı nedir? Cevap: “1960’lı yıllarda öğrenci örgütlerinin içinde çalıştık, Millî Türk Talebe Birliği döneminde beraberdik. Hiçbir zaman irtibatımızı koparmadık... Gül’ün İngiltere’de olduğu dönemlerde ben de İngiltere’ye gitmiştim, havaalanında beni karşılayan Gül olmuştu. O dönemde ev tutup beraber oturduk. “Bizim evden çıktı” demek, kardeş kadar yakın olduğumuz anlamına gelir.”
Bir başka soru: Bekir Coşkun olayında Ertuğrul Özkök’ün Başbakan’a muhafazakâr medyadan tepki gelmedi diye eleştirisi oldu... Cevap: “AKP’yi, hükümeti eleştiren yüzlerce yazımız ve yazım var. Geçmişe baktığımızda başbakanı eleştiren belki yüze yakın yazım vardır. Biz belli bir çizgiyi savunuyoruz, hükümet, başbakan ve bakanlar bu çizgide hareket ettiğinde onları destekliyoruz, her sapmada da itiraz ediyoruz...”
Soru: İtirazlarınız neler? Cevap: “Şu an geçmişe dönük hatırlayamayabilirim, ama geleceğe yönelik olarak önceliklerin farklı olması gerektiğini söylüyorum. Geçen dönemde ekonomik öncelik, istikrarı bozabilecek güçlü kesimleri ürkütmemekti. Geçen dönemde zenginler daha zengin oldu, fakirlerse istenilen seviyeye taşınamadı. Bu sefer önceliğin daha az gelirli olanların, memurların, işçilerin refahını yükseltmek için kullanılması. Zenginler zaten zengin oldular, bununla yetinmeyi bilsinler diyorum. Kurulacak hükümet bu önceliği göstermezse eleştireceğim.”
Bakalım; geçen dörtbuçuk yıllık dönemin aksine, bu yeni dönemde halka ve fakirlere ekonomik öncelik verilecek mi? Halka ve özellikle fakirlere verilmesi gereken öncelik verilmezse, eleştirmesi gerekenler en yakın arkadaşlarını eleştirecek mi?..
Hep beraber izleyip göreceğiz…
*
Yukarıdaki girizgâhtan sonra, meselenin daha açık bir şekilde vuzuha kavuşması için özellikle derin idraklerinize farklı bir pencere açmaya çalışacağım.
Yahudiler Tevrat sayesinde dünya hakimiyetlerini hâlâ sürdürmektedirler. Onların ellerinde Tevrat var iken hiçbir şeyden korkuları yoktur. Onların tek korktukları Kur’an’dır.
Kur’an’ın hakimiyeti ortaya çıkarsa, Tevrat bu dünyaya dört bin yıl geriden bakar.
Yahudilerin, Kur’an’ın bu zaferini bertaraf etmek için başvurdukları yollar nelerdir?
-Müslümanlar Kur’an’a göre değil de, bin yıl önceki içtihatlara göre İslâmiyet’i yaşıyor; onlar da bugünün sorunlarını çözmüyor. Böylece yaygınlaştırılıp iyice yerleştirilmek istenen anlayışa göre; Müslümanlar ibadetlerini yapıp Kur’an’ı da mânâsını anlamadan sadece okurlarsa okusunlar... Müslümanlar arasında bu fikri ellerinden geldiğince yaymaktadırlar.
-Kur’an Arapçası unutulsun istiyorlar. Araplar dahi Kur’an Arapçasını değil ammiceyi konuşsun, Kur’an’ı anlamasın ve üzerinde düşünmesin. Arap olmayanlar arasında mealleri Kur’an yerine geçirmek, Araplar arasında da Kur’an’ı bugünkü değişmiş Arapçaya çevirerek Kur’an’ı aslından koparmak.
-İslâmî ilimlerin tedrisini yasaklatmak ve onun yerine uydurma İslâmiyet’i tedris ettirerek tahrife imkan vermek. Medreselerin kapatılması, Kur’an kurslarının kapatılırcasına engellenmesi, İmam-Hatip Liselerinin önünün kesilmesi ve İlâhiyat fakültelerinin öğrencisiz bırakılmasının ana hedefi budur.
-Şeriatı yani hukuk çalışmalarını yasaklatarak kimsenin fıkıh üzerinden sorunlarını çözme ve onu anlama gayreti içinde kalmamasını sağlamak, yapılan diğer bir tahribattır.
İşte, sömürü sermayesi yani Yahudiler bu planlarını asırlardır uygulamaktadırlar.
Kur’an’ı anlayan ve uygulamaya çalışan kimseleri bertaraf etmek için yapılan bir diğer uygulama da; dindar olan ama Kur’an çalışmaları ile ilgisi olmayan kimseleri iktidara getirmektir…
Dinsiz lâikleri de ‘onlar gericidir-mürtecidir’ diye organize edip saldırtmak...
Böylece iktidarda ve icra makamlarında olanlara her dediklerini yaptırmak...
Ne dersiniz; bunlar size bir şeyleri hatırlatıyor mu? İşte, oynanan oyun budur.
(Devamı var)
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (3)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Abdullah Gül yakından tanıdığımız kadarıyla iyi Müslümandır. Son derece samimi ve hak taraftarı bir kimsedir. Bir zamanlar Millî Görüş camiasında bulunduğu ve Refah Partisi’nde görev aldığı hâlde, Adil Düzen projesinin savunucusu olmamış ve ilgilenmemiştir, bu projeyi bilmemektedir; kişi bilmediğinin düşmanı olur.
Bunun böyle olduğunu keşfedenler, Abdullah Gül’ün -son olarak cumhurbaşkanlığı dahil- bulunduğu makamlarda olmasını yıllar yılıdır desteklemektedirler. Temenni ederiz ki; bu destekleme Firavun’un Hazreti Musa’yı desteklemesi gibi olsun. Bunda Gül’ün iyi insan olmadığı gibi bir kusuru elbette yoktur.
Dün Fehmi Koru’dan özellikle bahsettim. Sebebi var. Fehmi Koru ile birlikte 1976’da hazırlayıp yayımladığımız Süleyman Karagülle’nin “İslâmiyet ve Günümüzün Meseleleri” başlıklı kitabı, 1969 seçimlerinde Aydın ilinden Bağımsız Aday iken yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Abdullah Gül bu seçim çalışmalarına kısmen katılmıştır ve bu kitabı da bilmektedir. Lâikliği ve diğer meseleleri buradan öğrenmiştir. Abdullah Gül gerçekten lâik ve demokratik bir yapıya sahiptir. Bazı değerlerden uzak kalmasının sebebi budur. Sömürü sermayesi bunu çok iyi biliyor ama buna rağmen Gül’e karşı tüm devlet bürokrasisine tavır aldırtıyor.
Askerler yemin törenine katılmamıştır... Halk Partisi seçime katılmamıştır... YÖK Başkanı törene gelmemiştir... Yargı ve bazı odalar karşı tavır takınmıştır... Kimileri hiç kutlamamıştır... Gül, Hareket Partisi sayesinde başkan olmuştur, çünkü o eski bir Hareket Partilidir. Bu olanlar ne demektir? Bu işler sömürü sermayesinin tam tezgahıdır. Sermaye Gül’e ne diyor?
-Bak, ben seni buralara kadar getirdim. Benim her dediğimi yaparsan orada oturursun. Ama eğer benim dediğimi yapmazsan, medyaya bir işaret çakarım; orduyu, yargıyı, üniversiteleri, sendikaları ve daha başka yerleri harekete geçirir ve sana yapacağımı yaparım!..
Biz bu oyunları bildiğimizden; çok yakın dostlarımızın evladı ve yakını olarak ona başkan olmamasını tavsiye ettik. Ben inanıyorum ki, en yakınları da bizim dediklerimizi ona tavsiye etmişlerdir...
*
Ama; Abdullah Gül artık başkan seçilmiştir; cumhurbaşkanımızdır.
Şimdi yapacağımız iş, herkesin yapacağı iş, onu kayıtsız şartsız desteklemektir.
Abdullah Gül’ü sevsek de sevmesek de desteklemek zorundayız. Çünkü biz desteklemezsek o başkanlık yapamaz, bu da devletimizi yıkar ve yok eder. Zamanında ihtilâl yapan askerleri bile milletimiz destekledi. Neden destekledi? Onları sevdikleri için değil, devletimiz zarar görmesin diye destekledi. Her seferinde ve her operasyonun sonunda da halkımız hep muzaffer çıktı.
Askerler çok yanlış yapmıştır; hâlen de bu yanlışı sürdürmektedirler. Askerler Abdullah Gül’ün arkasında olmalıdır. Artık, millete rağmen sürdürülen başörtüsünü meselesi de kıyafet sorunu olmaktan çıkarılmalıdır. Gül’ü desteklemesinden dolayı sermaye bin pişman olmalıdır.
Abdullah Gül’ün orada başkan olarak yapabileceği pek bir şey yoktur. Ya parlamentoyu dinleyecek, ya da Amerikan sömürü sermayesini dinleyecek. Buna karar verecek olan da odur. Ona itaat etmesi gerekenler alenen verdiği kararlara itaat ederlerse; o zaman Gül millî iradeye itaat eder ve millî hakimiyet devam eder.
Yok; kimileri farklı hareket edip Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan benzeri davranırlarsa, o zaman Abdullah Gül’e iki şeyden birini yapmak düşer; ya sömürü sermayesine itaat etmek ve ABD’nin oyuncağı olmak, ya da oradan kaçabilmektir. Ancak bunların hiçbirisi çözüm değildir.
Askerler dahil herkes Abdullah Gül’e itaat etmelidir. İktidar yani hükümet de, artık YÖK gibi muhalifleri derhal bertaraf etmelidir. Atayan görevden alabilir kaidesini onlar koydular. Cumhurbaşkanı bunları derhal görevden almalıdır. YÖK başkanı derhal görevden alınmalı, anayasa dışı zulme derhal son verilmelidir.
Çünkü; -Başörtüsü yasağı anayasaya aykırıdır. -Başörtüsü yasağı insan haklarına aykırıdır. -Başörtüsü yasağı millî hâkimiyetin yok edildiği bir uygulamadır. -Nihayet, başörtüsü yasağı devletimizi yıkacak kadar vahim bir dinamittir. YÖK Başkanı Teziç’in azledilmesi ile sorun kendiliğinden kökünden çözülmüş olacaktır. Başka türlü bu işlerin sonu gelmez. Aksine, Allah korusun ama devletimizin sonunu getirir.
*
Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ü, Fehmi Koru röportajı ile anlatmaya başladım, yine o röportajdan bir soru-cevap ile bitiriyorum.
Soru: Nasıldır Abdullah Gül’ün karakteri? Fehmi Koru’nun cevabı: “Kanaate ulaşma sürecini biliyorum, sağduyulu olduğunu biliyorum. Herkesi dinliyor, herkesin görüşüne itibar ediyor, saygı gösteriyor, ama değişik görüşler arasında birini seçti mi, kanaati oluştu mu, gerçekleşmesi için sonuna kadar çalışır. Gül kafası karışık “Bunu şöyle mi yapsam, böyle mi yapsam?” diyen bir insan değildir. Ayrıca güçlü bir kişiliği vardır, sağdan soldan gelecek tarizlere fazla aldırmaz. O selâm vermiş, o vermemiş bunları fazla önemsemez, eğer doğru olduğuna inanıyorsa fikrini sonuna kadar savunur. Türkiye’nin tarihî dönemecinde cumhurbaşkanlığında Gül gibi birinin oturması şanstır...”
Allah milletimizin ve milletimizin hizmetinde olanların yâr ve yardımcısı olsun…
***
Asıl yapılması gerekenler
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Türkiye’deki kimi görüşler çıkmaz içindedir, ülke sorunlarına çare ve çözüm olamamaktadır. Bunların neler olduğunu kısaca hatırlayalım.
Osmanlılardan gelen bir gelenek vardır, devleti yaşatmak. Onlara göre devletin dışında bir değer kabul etmek zordur. CHP’nin temsil ettiği bu görüş sonuç vermiyor, devletimizi yaşatacak durumda değildir. Türkiye’nin % 50’si işsizdir, çalışmıyor. Türkiye’de borç gırtlağa dayandı. Bu gelenek imparatorluğu yıktığı gibi cumhuriyet de yıkılmak üzeredir. Türkiye’de yargı çalışmıyor. Yıllar süren davaları bir sonuca vardırmıyor. Türkiye’de milli medya oluşmamıştır, hâlâ körler gibi başkasının medyası ile dolaşıyoruz. O halde hâlâ oturup cumhuriyeti kuranlar ne yaptıysa sadece onu yapalım, din düşmanlığına devam edelimin manâsı anlaşılır bir şey değildir. Ama onlar hâlâ öyle yapıyorlar!
Türkiye’de milliyetçiler vardır. Türklerin tarihte asker millet olduğunu savunarak hâlâ bozkırın göçebe devlet anlayışı içinde Türkiye’yi askeri disiplin içinde yaşatmak istiyorlar. Oysa bugün dünya değişti. Bugün artık silahla devlet kurulmuyor. Devlet ilimle kuruluyor, silah kurulan devleti koruyor. Silah devleti kurmuyor, koruyor. Silah devleti yaşatmıyor ve uygarlaştırmıyor, sadece koruyor.
Türkiye’de batıcılar vardır. Avrupa’da ne oluyorsa alalım ve getirelim diyorlar. Türkiye 200 yıldır batıyı getiriyor; getirmesine getiriyor ama batıcılık cereyanı Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtaramadı. Bu arada yaşadığı cihan savaşları sonunda Avrupa kendisi yıkıldı. Şimdi yeniden birleşerek düzene girme peşindedir. Avrupa’nın kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı başkalarına himmet ede.
Türkiye’deki gelenekçiler vardır. Bunlar da bundan bin sene evvelki içtihatlarla İslâmiyet’i ve Türkiye’yi yaşatmak istiyorlar. Onların yaptıkları o zaman için ve kendi çağlarında çözümdü. Şimdi çağımızın meselelerini çözmek için yeni içtihat ve icmalara gerek vardır. Çağımızdaki İslâm âlemi üretilmesi gereken çare ve çözümleri henüz ortaya çıkaramadığı için geridir.
Görülüyor ki, Türkiye’de Osmanlılar döneminden gelme dört ana grubun hiç biri bir şey yapamıyor, çare ve çözüm üretemiyor. Başkalarını ve geçmişi taklit ederek onların izlerinden gidiyor, onların izlerinde hidayet arıyor, kurtuluş arıyor ama olmuyor.
***
Millî Görüş ve Adil Düzen bu gidişe dur deyip yeni çare ve çözümler üretmiştir.
Evet, devlet yaşatılacak ama devletin yeni devlet düzeni olacak ve yeni imkanlarla yaşayacaktır. Geçmişte yapılanlar değerlendirilecek, sonuçlar iyiyse devam edilip geliştirilecek, iyi değilse değiştirilecektir.
Evet, biz Türk milletiyiz, ancak millî varlığımızı siyasi güce değil, uygarlığa dayandırmalıyız. Hedefimiz dünyaya barışı getirmek olmalı, yani bizim ideolojimiz İslâm olmalıdır. Tüm insanlığın Hazreti Âdem’den beri gelen barış hedefi bizim de hedefimiz olmalıdır. Bizim kültürümüz olacak; dilimiz, sanatımız, tekniğimiz ve örfümüz olacak ama bunlar insanlığın barışı için olacaktır.
Evet, biz Batılı olamayacağız; Batının uygarlığını alıp İslâm uygarlığı ile sentez ederek III. bin yıl uygarlığının gelmesi için çalışacağız.
Evet, biz bin yıl önceki içtihatlarla değil, ilmin rehberliğinde onların bize öğrettiği usulle dört delile dayanarak III. bin yıl uygarlığını kuracağız; kitap, sünnet, icma ve kıyasa dayanarak kuracağız. Bu dört delili fıkıhçılardan öğrendik ama biz onlarda yararlanarak günümüzün ihtiyaçlarına cevap veren çözümler üretmeliyiz, müsbet ilme dayanıp tüm insanlıkla uzlaşmış bir yeni düzenin gelmesi için çalışmalıyız.
Velhasıl, asıl yapılması gerekenler bellidir ve mutlaka yapılmalıdır. Bütün bunları bize müsbet ilimler ile Kur’an öğretmekte ve yapmamızı emretmektedir.
***
D-8, G-8, D-8 Merkezi Türkiye ve ticaret…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Dikkatli okuyucularım hatırlayacaklardır, geçen ay ‘Oradaydım; ama “O” yoktu!..’ cümlesiyle başlayan, ‘D-8, bir milyar insan ve “O”nsuz ilk kutlama!’ başlıklı bir yazı yazmış (17.06.2008) ve bazı bölümlerinde bence önemli hatırlatmalarda bulunmuştum:
“O”nun 11 yıl önce kurduğu, “O”nun projesi olan ama 11 yıl sonra “O”nsuz kutlanan ilk toplantı; D-8 ZİRVESİ 11. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ KUTLAMASI!.. “O” olmayınca nasıl olacak ve nasıl kutlanacaksa, işte aynen öyle bir toplantı ve kutlama!.. / Türkiye, İran, Pakistan Bangladeş, Mısır, Nijerya, Endonezya ve Malezya; yani bu sekiz ülkenin toplam nüfusu Çin veya Hindistan kadar bir nüfus, bir milyar insan! / -Savaş değil, BARIŞ! -Çatışma değil, DİYALOG! -Çifte standart değil, ADALET! -Üstünlük değil, EŞİTLİK! -Sömürü değil, İŞBİRLİĞİ! -Baskı ve tahakküm değil, İNSAN HAKLARI, HÜRRİYET VE DEMOKRASİ! Barış, diyalog, adalet, eşitlik, işbirliği, insan hakları, hürriyet ve demokrasi… Yeni bir dünya, adil bir dünya, adil dünya düzeninin hükümran olduğu bir dünya… Yani sekiz ülke, sekiz temel esas ve umut; bütün dünya ile birlikte özellikle mazlum konumunda olan beş milyar insanın yaşadığı ezilen, zulmedilen ve sömürülen ülkelerin umudu; D-8 ZİRVESİ 11. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ KUTLAMASI...
Ve; bu hafta konu ile doğrudan ilgili dikkatimi çeken üç minik habere geçmeden önce, bugünkü (06.07.2008) Millî Gazete’nin birinci sayfasında yer bulan minnacık bir haber: “ERDOĞAN MALEZYA’YA GİTMİYOR! / Önümüzdeki hafta (8 Temmuz) Malezya’da yapılacak D-8 zirvesine gideceğini açıklayan Başbakan Erdoğan, bu kararından vazgeçti. Kuala Lumpur’daki zirvede Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Ali Babacan temsil edecek…” Bu haberi yorumsuz geçiyorum…
Birinci Haber: G-8 ZİRVESİNİ PROTESTO İÇİN SOKAKLARA DÖKÜLDÜLER
Japonya’da binlerce kişi, ülkede yarın başlayacak gelişmiş ülkeler G-8 zirvesini protesto etmek için Sapporo kentinde sokaklara döküldü. Japon ve yabancı eylemcilerden oluşan kalabalık, “G-8 Sonlandırılsın” yazılı pankartlar taşıdı ve “Zengin ülkelerin zirvesine karşıyız” sloganları attı... Japonya, Toyako’da yapılacak G-8 zirvesi sırasında protesto gösterilerinde olaylar çıkmasından ve muhtemel terörist saldırılardan duyduğu endişe nedeniyle ülke çapında güvenliğin artırılması için 283 milyon dolar harcadı. Hakkaido adasına 21 bin Japon polisi yerleştirildi. İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Rusya ve ABD liderlerini bir araya getiren G-8 zirveleri, her yıl protesto gösterilerine tanıklık ediyor. Japonya’daki zirvede liderler enflasyon, yüksek petrol ve gıda fiyatlarını ele alacak. (Japonya, Sapporo, aa) Bu haberi de yorumsuz geçiyorum…
İkinci Haber: İRAN: D-8’İN MERKEZİ TÜRKİYE’YE KURULACAK
Nüfusunun büyük bölümü Müslümanlardan oluşan kalkınmakta olan 8 ülkenin oluşturduğu D-8, İslâm Konferansı Örgütü’nde olduğu gibi daimi bir ‘Genel Sekreterlik’ kuruyor. / Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın temsil edeceği 8 Temmuz’da Malezya’da düzenlenecek Gelişen Sekiz Ülke (D-8) Zirvesi öncesi dün üst düzey memurlar toplantısı yapıldı. Toplantıya ilişkin bilgi veren İran Ekonomik ve Uluslararası İşbirliği Kurumu Direktörü Hadi Süleyman Pur, “Genel Sekreterlik” oluşturulması konusunda mutabık kaldıklarını, bunun merkezinin de Türkiye’de olacağını belirtti. Ev sahibi Malezya’nın Başbakanı Abdullah Bedevi’nin başkanlık edeceği zirveye, Türkiye’nin yanı sıra İran, Mısır, Pakistan, Endonezya, Bangladeş ve Nijerya’dan devlet ve hükümet başkanları ile dışişleri bakanları katılacak... (Kuala Lumpur, Cihan Haber Ajansı) Yoruma ne hacet!..
Üçüncü Haber: MÜSLÜMAN ÜLKELERE TERCİHLİ TİCARET ÇAĞRISI
Nüfusu Müslüman ülkelerden oluşan İslâm Konferansı Teşkilatı’nın Ticareti Geliştirme Uzmanlar Toplantısı dün İstanbul’da gerçekleştirildi. / TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde düzenlenen toplantıda İslâm ülkeleri arasında “Tercihli Ticaret Sistemi” kurulmasına yönelik çağrılar yapıldı... Kur'an-ı Kerim tilavetiyle açılan toplantıda konuşanve dünya topraklarının yüzde 28’ine sahip olan İslâm ülkelerinin ekonomik açıdan büyük bir potansiyel taşıdığını söyleyen TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Bu büyük beşeri ve maddi kaynağı aynı ölçüde ekonomik başarıya ulaştırmak hepimizin ortak idealidir. 2007 itibarıyla, İslâm ülkelerinin dünya petrol üretimindeki payı yüzde 50, hammadde ihracatındaki payı yüzde 40. Toplam dünya nüfusunun da üçte birine yakınını barındıran İslâm coğrafyası, ne yazık ki toplam dünya üretiminin sadece yüzde 6’sını gerçekleştirebilmektedir.” dedi.
Bu haberin biraz daha devamı var ve ayrıntılarında önemli gelişmeler var ama; yerim bu kadar, yorumsuz kabul ediniz lütfen…
Vesselâm…
***
Ergenekon yorumları… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Her vesileyle hep hatırlatıyoruz; 500 yıllık bir planlama ile sömürüye dayalı dünya devletini kurmak isteyen ABD’deki 200 kadar Yahudi asıllı ailenin, millî orduları çökertmek, millî partilerin siyasi gücünü kırmak için kurduğu tezgâhlar vardır...
Görünen iki güç vardır:
Biri, açık ordu ve polis teşkilatıdır. Bunlar devleti hukuk düzeni içinde yaşatmaya çalışır, kanun ve kurallara uyarlar.
Diğeri, mafya ve işbirlikçi sermayedir. Bunlar ise gizli çalışır, dosya ve belgeleri toplar... Değişik kuruluşların arasına masumane katılır, provake ederek suç işletir... Birçok masum zavallı insan, farkına varmadan, ülkenin yararına çalışıyorum diye hareket ediyorken zararına çalışır durur... Sonra bütün belge ve bilgilerle meşru kuruluşa ihbarda bulunulur, savcı ve polisler harekete geçer, belge ve bilgileri mahkemenin huzuruna çıkarır...
Böylece meşru devlet kuruluşları da baskı altına alınarak şaşkına çevrilir...
Bu usul en basit bir kamu kuruluşunda bile böyle uygulanır.
Şimdi Türkiye’deki oyun büyük oynanıyor.
***
Orgeneraller gelişen olaylar nedeniyle zamanla görevlendirilmiş ve ülke için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışmışlardır. Henüz “hukuk devleti” olmayan Türkiye’de ve içinde yaşadığımız “zulüm düzeninde” bazı kural dışı hareketler zorunlu görülmüş ve icra edilmiştir. Onlar bu yaptıklarını kendi çıkarları için değil, millet için yapmışlardır...
Şimdi -önceki yazılarımda sözünü ettiğim- gizli el harekete geçirilerek savcılar yoluyla Türk ordusuna saldırılmaktadır. Savcılar hukuk dışı bir şey yapmıyorlar. Provokatörler tarafından tertipler arasında gerçekleştirilen olaylar içinde gerçek olaylarla karşılaşıyorlar ve mensuplarını yargı önüne çıkarıyorlar. Genelkurmay Başkanı izin vermese, kendisi de anarşistlerle beraber olur, verirse Türk ordusunu böler veya yıpratır...
İşte sömürü sermayesi böyle bir tezgah kurmakta ve bunu işletmekte; Deniz Baykal da bilerek-bilmeyerek onların sözcülüğünü yapmakta, bunu AKP’nin tertiplediğini söylemektedir... Bu konuda akla gelen bir atasözümüz var: Kel derman bulsa kendi başına çalar. AKP’yi dinleyen bir emniyet, bir ordu, bir yargı olsa; acaba kendisine son zamanlarda yapıldığı üzere böylesine yasa dışı saldırabilirler miydi?..
Cumhurbaşkanlığı seçimi günlerinde hatırlattık ama; ilgililer görüp duymadılar, o günlerde gereğini yapmadılar. Tekrar hatırlatıyoruz; AKP hatalıdır ama bu hatayı Gül’ü cumhurbaşkanı yapınca işlemiştir. Kendilerine yaptığımız ikazları sadece kös kös dinlemekle yetindikleri zaman hata ettiler. Şimdi ise AKP’nin zerre kadar ilişkisi olmadığı halde fatura ona çıkarılmaktadır. AKP hatalarından dolayı bunu hak etse bile, bu anlayış devletin varlığına dinamit koymadır. Bunu da Baykal patlatmakta ve olaylar silsilesi devam etmektedir...
***
Bu durumda asıl yapılması gereken şey, Türk halkını ekonomik bakımdan güçlendirerek “ekonomik kuvvayı milliyeyi oluşturma”dır... O arada ABD kendi içinden çökmüş olacağından, yapılması gereken bazı şeylere gerek kalmadan biz işimize bakacak ve millet olarak “yeni adil düzenimizi” ve “yeni bir dünya”yı insanlık adına kurmuş olacağız...
Dua ve dileklerimiz vardır: Bizim birinci duamız AKP’nin uyanması, ikinci duamız ordunun cesur olmasıdır...
Her şeye rağmen fazla kaygımız yoktur. Gelişmeler öyle gösteriyor ki “Adil Düzen”in gelmesi yakındır. Bazı acılar çekilecek ama durum daha olumlu ve köklü olacaktır.
Bu genel girizgâh ve yorumlardan sonra, değerlendirmelerimizin yarınki bölümünde daha derin yorumlara geçeceğiz...
***
Ergenekon yorumları… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
“Ergenekon” öncesinde ve sonrasında hatalar zinciri nerelerde başlıyor, nerelerde bitiyor, bunları tek tek hatırlayalım.
1. Ordu dış savunmayı yapar, iç güvenliğe karışmaz. Karışırsa veya karıştırılırsa şimdiki duruma düşer. Beceremediği alanda ülkeye hizmet ediyorum diye ülkeye zarar verir.
2. Orduda yapılanlar ancak askeri mahkemelerde değerlendirilir, askeri inzibat tarafından yapılacaklar yapılır. Buna siviller müdahil oldu mu ordu yıpranır. Ama iç işlerinde görev verilirse polis karışma durumunda olur. Polisin orduevine girmesi yanlıştır.
3. Bir kimseyi ya korgeneral ve orgeneral yapmayacaksınız, ya da yaptıktan sonra onu ancak askeri mahkemede yargılayacaksınız. Onların yaptıklarından Genelkurmay sorumludur. Aksi halde ordu diye bir şey kalmaz. Bu ordunun iç hesaplaşması olarak görülür.
4. Sadece güvenliği sağlamakla görevli silahlı polisin soruşturma yapması hatalıdır. Soruşturma ayrı bir kuruluş tarafından yapılmalıdır. Önce sözlü soruşturmayı kendi kararı ile veya ilgili kurumun talimatı ile yapmalıdır. Sonra yazılı soruşturma ile cevaplar alınmalıdır. Vali veya kaymakamdan izin almak şartıyla duruşmalı soruşturmaya geçilebilir. Duruşmalı soruşturma işkencesiz ve açık yapılır. Mahkemenin duruşmalı kararından sonra gerekirse karakol soruşturması yapılabilir; ancak bunun karşılığında tazminat ödenir. Bu tazminatın miktarı olarak, normal vatandaş onu yapsaydı ne ödenecek idiyse o ödenecektir.
5. Kamu davasını ikame etme yetkisi orduda/askeriyede komutanlara ait olacak, hukuk düzeninde ise siyasi parti temsilcilerinin atadıkları avukatlara ait olacaktır. Bugün yapıldığı şekliyle savcılık müessesesi ile kamu hukuku korunamaz. Nitekim korunamamaktadır.
6. “Ergenekon” gibi devleti kökünden sarsacak olayların ve davaların normal mahkemelerde görülmesi yanlıştır. Hakimler ve savcılar devletle uğraşamazlar. Bunun için anayasalara sıkıyönetim konmuştur. Bu tür konular sıkıyönetimle çözülür. Bu gibi durumlarda asıl yapılması gerekenler normal yargı kuralları ile yapılamaz.
7. Baykal’ın kehaneti doğrudur. Bu gidiş nereye gider? Bu gidiş Türkiye devletinin yıkılmasına gider. Kurtuluş için iki yol vardır: Biri, AKP’nin uyanması... İkincisi, devlet güçlerinin müdahalesi... İkisi de harekete geçmezse, o zaman Türk halkı ikinci istiklâl savaşına hazır olsun! Yapılmak istenen nedir? Türk milletini masa başında esir almak ve atanmış vali ile idare etmek istiyorlar. Ankara’yı 1910-1920’lerin İstanbul’u gibi görüyorlar.
8. AKP ne yapabilir? Cumhurbaşkanı istifa eder... Bugünkü komutanların da muvafakatini alarak emekli orgenerallerden biri cumhurbaşkanı seçilir... Erdoğan istifa ederek Meclis’e döner... Meclis tarafından yeni seçilen cumhurbaşkanı tarafsız bir başbakanın önderliğinde hükümeti kurar ve normal düzene geçilir...
9. AKP ve Başbakan Erdoğan bu basireti göstermezse; o zaman olacaklar olur!..
Hiç merak edilmesin, hâlen iktidarda olanlar görevlerini gerektiği gibi yapmaz veya yapamazlarsa, devran döner ve fırsat yine Türk halkının eline geçer; halkımız da her zaman olduğu gibi gereğini yapar… Yeni Meclis, yeni Anayasa ile birlikte yapılması gerekenleri yapar... Zamanla normal döneme ve düzene dönülmüş olur...
10. Bütün bunlar yapılmazsa, ülke 1918’lere döner...
İşte o zaman iş tamamen Millî Görüşçü Adil Düzen Çalışanlarına düşecektir...
***
“Ergenekon” vesile oldu, bu gerçekleri yazdık. Durum maalesef böylesine vahim bir merhaleye doğru gitmektedir. Bu gerçekleri ve acı reçeteleri yazmak değil, ilgililerin kendilerine söylemek isterdik. Ama onlar en yakın çalışma arkadaşları ile bile görüşmeyi reddettiler. Bu durumda biz de bir kere daha yazmak durumunda kaldık…
Bizden bu kadar!
Vesselam…
***
İSTANBUL’UN FETHİ
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Zaman zaman “İstanbul Yazıları” yazıyorum; Muhterem İstanbul Tüccarları! (16.03.2006), ‘İstanbul İmar Vakfı’ (13.08.2006), İstanbul imarının çözümü (14.08.2006) veya geçen ay yazdığın yazılar; İstanbul ne yapmalı? (19.05.2008), İstanbul ve ekonomi - I - II (20/21.05.2008).
Geçmişte ne olmuşsa hepsi Allah’ın takdiri ile olmuştur, hepsi hayırdır. Türkler Talas Savaşı’nda (751) Çinlilere karşı galip gelmeseydiler, şimdi biz Çince konuşacak, Budist olacaktık. Malazgirt Savaşı’nda (1071) Alpaslan ve ordusu galip gelmeseydi, şimdi biz Hıristiyan olacak ve bundan 500 sene öncesinden itibaren Avrupa hayatını yaşamış olacaktık. İstanbul’un Fethi (1453) gerçekleşmeseydi, Amerika keşfedilmeyecek, Avrupa/Batı uygarlığı doğmayacaktı. Türkler Viyana’ya kadar gitmeseydi, Avrupa uyanamayacak; şimdi Ay’a gidemeyecek, telefonlarla istediğimiz yerle konuşamayacaktık. Sakarya’da yenilseydik, şimdi Anadolu’da Rumlar olacak ve gelecekte III. bin yıl uygarlığı kurulmayacaktı...
O halde, tarihin akışını değiştiren olayları insanlık müştereken kutlanmalı; galip gelen veya mağlup olan için değil, insanlık için kutlanmalıdır. İstanbul’un Fethi Avrupalıların “Karanlık Çağ” dedikleri Orta Çağı kapatmıştır. Bizans İmparatorluğu yıkılmış ama Bizans halkı yok olmamış, sadece yönetici hanedan değişmiş, Bizans’ın yerini Osmanlı almıştır.
İstanbul’un Fethi insanlığa birçok yenilikler getirmiştir.
1) Bizans İmparatorluğu yaşlanmış, artık o uygarlığı yaşatamaz hal almıştı. Avrupa’dan gelen akınları Osmanlılar durduruyordu. İstanbul Fethedilmiş ve bu sayede 500 yıl daha insanlığın uygarlık merkezi olmaya devam etmiştir.
2) İstanbul son derece uygar bir devlet tarafından fethedilmiş, içeriye girildikten sonra kimsenin malına ve canına dokunulmamış, kimse cezalandırılmamış, kimse asılmamış, Bizans halkı Bizans’ta yaşamaya devam etmiştir. Böylece bir uygarlık hemen hemen hiçbir sarsıntı geçirmeden yeni uygarlığa dönüşmeye başlamıştır.
3) İstanbul’un Fethi ile lâiklik uygulaması zirveye çıkmış, bir imparatorluğun başkentinde değişik dinler barış ve huzur içinde kendi şeriatlarında yaşamaya başlamışlardır. Bugün dünyada resmen olmasa da, fiilen uygulanmakta olan lâiklik İstanbul’un Fethi ile beşerileşmiştir. Hıristiyan âlemi lâikliği İstanbul’un Fethi ile öğrenmiştir. Sadece bu açıdan bile insanlık senenin 360 gününde İstanbul’un fethini kutlasa uygun olur. Çünkü artık insanlık lâiklik kavramı içinde yeni dünya düzenini kurmaktadır.
4) İstanbul’daki Bizans uleması İslâm’la yakın ilişkide olan âlimlerdi. Bunlar Roma’ya gittiler ama İstanbul’la olan ilişkilerini kesmediler. Böylece Avrupa’daki Rönesans İstanbul’un Fethi sayesinde olmuştur.
İstanbul’un Fethi Orta Çağı kapatmış, Yeni Çağı başlatmıştır. Amerika’nın keşfi de İstanbul’un Fethi ile olmuştur. Çünkü İstanbul’un Fethi sırasında Avrupalılar coğrafyayı, astronomiyi, barutu, tüfeği, pusulayı, kâğıdı öğrendiler ve bunlar sayesinde denizaşırı seyahat yapabildiler. Kristof Kolomb, isyan eden tayfaları İslâmî haritalar ve kitaplar ile yatıştırmıştı.
Demek ki “İstanbul’un Fethi” sadece Türk milleti veya İslâm âlemi tarafından değil, tüm insanlık tarafından kutlanmalıdır. Bu kutlama sadece geçmişi hatırlamak için değil, gelecekte yapılacakları kararlaştırmak için olmalıdır.
O halde neler yapılmalıdır?
1) İstanbul açık şehir hâline getirilmeli, tüm insanlar İstanbul’u vizesiz ziyaret edebilmelidir. Sınırdan girişte her gelene bir hüviyet verilmeli. Parmak izi ve DNA’sı ölçüldükten sonra İstanbul’un istediği yerinde gezebilmeli; sadece güvenlik tedbirleri için bazı bilgileri edinme şartı koşulmalıdır.
2) İstanbul ticarî açıdan serbest şehir hâline getirilmeli, her türlü mallar İstanbul’a gümrüksüz girebilmeli ve çıkabilmelidir, böylece İstanbul tüm insanlığın ticaret kalbi hâline getirilmelidir.
3) Dünya malları İstanbul’a gelmeli ve satılmalı, ihracat da o İstanbul’dan yapılmalıdır.
4) Dünyadaki bütün ekollerin İstanbul’da üniversiteler açmasına izin verilmelidir.
İstanbul, bütün insanlığın gerçekten müştereken kutlayacağı bir fetih programına sahip olmalıdır.
(Bu konuyu da gelecek yazıda ele alalım…)
***
“İstanbul’un Fethi Kutlamaları Merkezi”
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Genel olarak bakıldığında, 29 Mayıs İstanbul’un Fethi Kutlamaları her yıl daha da sönük geçmekte, anlamını ve değerini yitirmiş görünmektedir. Bu durum sadece İstanbul, sadece Türkiye için değil; bütün insanlık için de büyük kayıp olmaktadır. Bütün İstanbul belediyelerini gelecek yılın “29 Mayıs Kutlamaları” için işbirliğine davet ediyoruz...
29 Mayıs Kutlamaları için neler yapmalıyız? a) Hacca gitmek nasıl serbestse, parası olan hacca giderse; kıyas yoluyla 29 Mayıs İstanbul’un Fethi Kutlamalarına isteyen insanlar gelecektir. Geliş paraları onlara ait, İstanbul’da ikamet etmeleri bize ait olacaktır. b) 29 Mayıs Kutlamalarına katılmak isteyen herkes, -dini ve ırkı tartışılmadan herkes- ‘Kutlama Merkezine geliyorum’ diye bildirecektir. Bu başvuruda kendisini tanıtacak; cinsiyeti, yaşı, dini, dili, çalıştığı konuları bildirecektir. c) Kutlama Merkezi bunları İstanbul ailelerine bir haftalığına misafir edecek, kime misafir olacağını misafiri kabul edenler belirleyecek, yemesi ve içmesi misafir edene ait olacaktır. Kendisine kart verilecek, tüm araçlarda bedava dolaşabilecektir. d) “Çalışma Grupları” oluşturulacaktır. Bir “Çalışma Gruba” üç kişiden az, on kişiden fazla olmayacaktır. Her grup kendi istedikleri konuyu seçip inceleyecek ve bir sahifelik özetle sonuçları yazılı olarak internette sunacaklardır. e) “Üst Çalışma Grupları” oluşacak ve gruplar arası görüşmeler olacak, her gün bir görüşme yapılacaktır. Grup başkanları son günde bir araya gelirler. Görüşmeler düzenlenir. Tüm çalışma metinleri internete kendi dilleriyle geçirilir.
Dikkat edilecek hususlar şunlardır:
a) Komisyonlar merkezden oluşturulmaz, beş kişi bir araya gelince kendi komisyonlarını kendileri kurar, başkanlarını kendileri seçer, konularını kendileri belirlerler.
b) Üst komisyonları kendileri oluşturacak, başkanlarını kendileri seçecek, komisyon kararlarını kendileri yayınlayacak.
c) İnternette tüm raporlar, her grubun raporu yer alacaktır. Sonunda hepsi Arapçaya çevrilecek, Arapçadan o dillere çevrilmeye çalışılacaktır.
d) Bir komisyonda sadece iki dil sözkonusu olacak. Komisyona katılanlar en az iki dilden birini bilecek. İki dilden fazla dil konuşulmayacak.
e) Misafirler halka konuk yapılacak, otel masrafları olmayacak, kaynaşma böyle oluşacaktır. Toplantılar da okullarda, camilerde, vakıflarda, derneklerde yapılacaktır. Kongre mahiyetinde salon olmayacak, komisyonlar şeklinde çalışılacaktır.
f) Son günde toplu yürüyüş yapılacak ve kır yemeği birlikte yenecek, orada komisyon başkanları gruplara hitap edeceklerdir.
Gönüllülerden “Kutlama Merkezi” kurulacaktır. Kutlamalar temsilciler tarafından yönetilecektir. On kutlamacının temsilci yaptığı kimse temsilci olacaktır. Temsilcilerin de temsilcileri olacak, “Kutlama Merkezi” temsilcilerden oluşacak; temsilcilerin sayıları beşten az olmayacak, yirmiden de fazla olmayacaktır. Bu temsilciler bir “29 Mayıs Kutlamaları Kooperatifi” kuracaklar, kutlamalar bu kooperatif tarafından organize edilecektir.
Kooperatifin gelirleri neler olacaktır?
a) Kutlama Kooperatifi dergi çıkaracak ve yalnız abonelere satacak, dergide kutlamalara katılanların tanıtılması yapılacak; böylece kutlamaların gelirleri abone bedelleri ve reklamları olacaktır.
b) Kooperatif “Genel Hizmet Ortaklıkları” oluşturacak, isteyen firmalar genel hizmet alabilecek, genel hizmet Kooperatife cirodan pay verecek; böylece Kooperatif kutlama giderlerini karşılayacaktır.
c) Kooperatif “Tercüme Ortaklığı” kuracak, eserler tercüme edildikten sonra basılıp satılacak; Kooperatif oradan da pay alacaktır.
d) Kooperatif elektronik marketlerin işletilmesinde garantör olacak ve oradan da payını alacaktır.
İstanbul’un hakkını vermezsek, İstanbul elimizden gider...
İktidardan bir şey beklemeyeceğiz, biz halk olarak faaliyette olacağız...
Yukarıda ortaya koyduğumuz kutlama sistemiyle başaracağımıza inanmalıyız...
Vesselâm…
***
Kur’an uygarlığı
REŞAT NURİ EROL
“Yenilikler ve yeni uygarlık” yazımızda, yeni bir uygarlığın oluşumundan bahsetmiştik. Yeni uygarlık küçük bir yerden, bir siteden doğar. Yaklaşık olarak yüz aile yeni uygarlığın temelini atarlar. O dönem Mekke dönemidir. Sonra Medine zamanı gelir...
İnsanlık yeni uygarlığı oluşturacaktır. 1900’lü yıllarda hazırlık yapılmış, yeni uygarlık için gerekli şartlar ortaya çıkmıştır. Nurcular ve tarikatlar dinî inkılâplar yapmış, Akevler ekolü ilmî çalışmalara önderlik yapmış, Millî Görüş camiası siyasi hareketler yapmış, Anadolu holdingleri ekonomik faaliyetler yapmışlardır...
Türkiye’deki bütün bu gelişmeler “yeni uygarlık” için hazırlıktır.
Yeryüzünde sosyalizm gelmiş ve eski ataların yaptıklarını yapma geleneğini yok etmiş; “tarım dönemi”nden kalma toprak kapitalizmini, sömürü düzenini, saltanat/krallık yönetimini ve bâtıl inançları ortadan kaldırmıştır ama kendisi yeni bir şey getirmemiştir. “Sanayi dönemi”ne geçen insanlık, şimdi
Kur’an’ın ve müsbet ilimlerin öğrettiği yeni uygarlığı beklemektedir. İşte, bütün bu gelişmelerin sonucunda, gerek Türkiye’de, gerekse dünyada yeni uygarlığın gelmesi için her şey hazırlanmıştır. Şunu belirtmemiz gerekir ki, yeni Kur’an uygarlığı/düzeni öyle bir düzendir ki, ancak çağımızda uygulanabilir.
Kur’an uygarlığı bundan bin sene önce ancak dar bir sahada ve eksik imkânlarla uygulanabilirdi; nitekim öyle olmuştur.
Kur’an uygarlığı çağımızdan bin sene önce geniş bir şekilde ve dünya çapında neden uygulanamazdı?
Uygulanamazdı çünkü; her şeyden önce o zaman çağımızdaki ulaşım imkânları yoktu, henüz Amerika’ya bile varılamamıştı.
Onlar o şartlarda Kur’an’ı nasıl uygulayacaktı?
O gün günde ancak otuz kilometre gidilebiliyordu, bin kilometrelik yol ancak bir ayda alınabiliyordu. O şartlarda nasıl olacak da tüm insanlar tek Kur’an düzeni içinde olacaklar, birbirlerine nasıl gidip geleceklerdi? Şimdi ise dünyadaki en uzak mesafe bir güne inmiştir.
Eskiden haberleşme ancak posta marifetiyle yapılıyor, mektuba bir ay veya bir yıl sonra cevap alınabiliyordu.
O haberleşme ve iletişim imkânlarıyla nasıl olacak da insanlar tek ümmet olacak ve birbirleriyle ilişki kuracaklardı?
Bugün ise internet, cep telefonu ve televizyonla saniyesinde dünyanın her yerine ulaşıyoruz.
O zaman gramer ilimleri gelişmemişti, halkın konuşma dili ile tercüme yapılmaktaydı, dil okulları yoktu. O zaman nasıl olacak da Arapça bütün dünya dillerinde anlaşılır hâle gelecekti? Dolayısıyla Kur’an’ın tüm insanlığa hitap etmesi mümkün değildi. Bugün ise okullar genelleşmiş, herkes uygarlık dillerinden birini öğrenmeğe çalışmaktadır. Dil okulları geliştiği gibi, ayrıca tercüme kuruluşları oluşmuştur. Bütün kitaplar değişik dillere çevrilmektedir. O zaman Kur’an tüm insanlara hitap edemezdi ama şimdi edebilir.
Nihayet bir kitabın her topluluğa ve her çağa hitap edilebilmesi için o kitap uygarlığı öğretmelidir.
Eskiden gelen kitaplar uygarlığı doğrudan öğretiyordu. Oysa Kur’an uygarlığın nasıl ortaya çıkarılacağını öğretiyor. Yani eski kitaplar binaların planları idi, binanın ölçüleri verilmişti, ustalar o ölçüleri uyguluyor ve uygarlık binasını kuruyorlardı.
Kur’an ise planı değil, planın nasıl yapılacağını öğretti. Bunu yapabilmek için de bugünkü ilimlere ve imkânlara sahip olmamız gerekir. Yani insanların bilgilerinin içtihat yapacak seviyeye ulaşmış olması gerekir. İşte bugün bu seviyeye çıkmış bulunuyoruz. Müsbet ilimler çok ileri seviyeye ulaşmıştır. Araçlar çok ileri seviyededir. Bilgisayar çağı gelmeden Kur’an uygulanamazdı.
Kur’an, II. bin yıl uygulamasından ziyade III. bin yılda uygulanacaktır.
Kur’an, I. Kur’an uygarlığını ortaya çıkarmış ve uygulanır ortamı getirmiştir. Uygarlık gelişmelerini tetkik ettiğimiz zaman gördük ki; Kur’an önce Araplara bir ivme verdi; onlar İslâm fıkhını ortaya koydular, yani tümden varımı ve ilmî düşünmeyi öğendiler. Sonra Türkler bu Kur’an öğretisine dayanarak Yunan felsefesini ilmileştirdiler; yani tümdengelimi tümevarıma çevirdiler, dilde ve fıkıhta uyguladılar.
Batılılar ise bu metodu ilimde ve sanayide uyguladılar. Basit bir ilmî araştırma yapıldığında hemen şu sonuca varılır: Kur’an olmasaydı İslâm uygarlığı olmazdı.
Şu soru sorulabilir: İslâm olmasaydı Batı uygarlığı olur muydu?
Her insaf sahibi ‘hayır olmazdı’ diyecektir.
O halde bugünkü uygarlık da Kur’an’ın getirdiği uygarlıktır. Bunu da Kur’an hükümleri uygulansın diye yapmıştır. Yani, I. İslâm uygarlığı ve bugünkü Avrupa uygarlığı, gelecekteki “Kur’an uygarlığı”nın binasını yapmıştır. İnsanlık III. bin yılda bu binaya yerleşecek, yeni uygarlığını ve düzenini yaşayacaktır.
***