|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
AĞUSTOS 2008 |
|
|
|
Faiz olayını anlamak… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.08.2008
Merkez Bankası önceki hafta faizleri yine artırdı… Yılbaşında bütçe hazırlanırken; ‘Faiz bütçeyi yuttu, bütçenin dörtte biri faize!’ haberlerini okuduk… ‘Faize haftada bir milyar dolar!’ veya ‘Faize günde 153 milyon YTL gidecek!’ gibi haberler… “Başbakan Erdoğan’dan ‘iflas edebiliriz’ uyarısı” ve devamındaki ‘Gelirler giderleri karşılamıyor’ ayrıntısı, bu haberlerin en çarpıcı ve dikkat çekici olanları. Ana sebep FAİZ!
“Faiz”i anlamak gerekiyor… Ekonomi yazarı ve aynı zamanda ASKON ile MÜSİAD gibi kuruluşların ekonomi danışmanı olan Doç. Dr. İbrahim Öztürk, 21.07.2008 günü “Faiz olayını anlamak…” başlıklı bir değerlendirme yazdı; kendince AKP hükümetinin ülkemizdeki faizli ekonomi politikalarını, dünya ekonomisi ile birlikte değerlendirdi...
Biz de onun değerlendirmelerini değerlendirdik…
*
İÖ: ‘Paranın fırsat maliyetini’ gösteren ‘makul faiz’ tamam. Ancak yüksek faiz hastalık göstergesi.
RNE: Yazar doğru ama eksik yazmış, sadece ‘yüksek faiz’ değil, her türlü faiz ekonomi için hastalık göstergesidir. Dün faiz halktaki tasarrufların bir yerde toplanması için halka verilen pay olarak ortaya çıkıyordu. Bugün ise faiz Merkez Bankalarının, özellikle de yüksek faizci T.C. Merkez Bankası’nın halktan aldığı haraçtır. Faizi halkın ödeyebilmesi için fazla parayı piyasaya sürmek gerekir. Tam istihdam sağlanıncaya kadar faiz yararlıdır. Tam istihdamdan sonra veya spekülatif amaçlarla piyasaya sürülen fazla para yani “faiz karşılığı para” ekonomi için daima zararlıdır. Bunun azı çoğu sözkonusu değildir.
*
İÖ: Yine de sorunun çözümünün anlaşılması gerekiyor. Cari açık, enflasyon ve büyümenin finansmanı ‘faizle’ yakından ilgili. Kötü haber, bunların birbiriyle çelişkili olması.
RNE: Dışarıya faiz gitmiyorsa, cari açık devletin aldığı vergidir. Adil olmayabilir ama makro ekonomide denge unsurudur. Kolay tahsil edilen vergidir. Tam istihdamdan sonra çıkarılan para ise enflasyon kaynağıdır. Yüzde 5’e kadar yararlı, yüzde 10’a kadar zararsızdır. Yüzde 20’den azına tahammül edilebilir ama ondan sonrası ekonomi için yıkımdır. Büyümenin arkasında nasıl istihdam varsa, makro ekonomide yararlıdır ama mikro dengeyi bozar ve o ekonomiyi tekele götürür. Hukukta faiz ekonomide enflasyon demektir. Cari açık halkın faiz ödeme imkanını sağlar, yatırım ise artık emeği değerlendirir. Faizle yapılırsa ekonomik bir sorun yoktur. Sadece tekele gider ve kendisini yer. Mikro ekonomide dengesizlik doğurur.
*
İÖ: Ayrıca “Düşür kardeşim faizi!” lafı, para ekonomisini bilmemekten kaynaklanır. Böylece faizle büyüme, yani kullanılabilir fonlar arasındaki ilişkiye geliyoruz. Yatırım-tasarruf açığı Türkiye’de GSYH’nin yüzde 7-8’i civarında. Peki, yatırım ve üretimden vazgeçmeden, faizi canının istediği kadar nasıl düşüreceksin? Para basarak mı? Herkesin ülkesinde para basma matbaası var ki! Tabii para basarak kim neyi kurtarmış diye merak edenlere, Türk filmlerinde ‘kızı kurtaran adamı’ hatırlatırım. Geriye dönüp bakınca ‘olmaz olsun böyle kurtarma’ dedirtir insana. 20 sene yüzde 60-70 enflasyonla dedirtti de.
RNE: Bir paranın içte değer kazanıp kaybetmesinin tek miyarı vardır, o da “enflasyon”dur. Enflasyon varsa paranın değeri düşüyor demektir. Faizi sıfıra indirdiğiniz zaman enflasyon da sıfıra iner. Ancak piyasaya yeteri kadar parayı plase etmek gerekir. Bu da şöyle yapılır; işçi işvereni borçlandırır, işçiye ücretini öder, ham maddenin ve işçiliğin parasını faizsiz işletmelere verirsen, para yeteri kadar plase edilir. Enflasyon sıfırlanır. Faiz de devlet nezdinde sıfırlanır. Paranın dışarıya göre değer kazanıp kaybetmesinin tek miyarı da altına göre değeridir. Bu aynı zamanda dış ticaret açığı veya artışı demektir. Devlet buna karışmaz. Devlet kendisi faiz almaz ve vermez ama halkın birbirleriyle faiz almasına ve vermesine karışmaz. Ekonominin gereği olur. (Devamı var…)
***
Faiz olayını anlamak… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.08.2008
İÖ: Üçüncü olarak, Merkez Bankası’nın faiz ilgisi enflasyonla alakalı. “Enflasyonu yükselten unsurlar eğer faiz silahı ile dizginlenebilecek türden ise gereğini yaparım.” diyor. Yani Merkez Bankası faiz artırarak enflasyonu kontrol ediyor, başka değişkenlerin de yardımıyla enflasyon düşünce de faizi düşürme şansı oluyor. Dikkat edelim, faiz aracı ile enflasyon düşürülmez, ancak çıkmasına engel olunabilir. Bu da her zaman mümkün değil ve bedeli ağır. Yine de yeri geldiğinde bu bedele katlanmak gerekir.
RNE: Merkez Bankası’nın faizi yükseltmesi ne demektir? Devletin daha fazla faiz vermesi, piyasaya daha fazla para sürmesi demektir. Tam istihdamdan sonra veya dengesiz para sürme enflasyon demektir. Yüksek faiz yüksek enflasyon demektir. Yok, krediden çok faiz alırım diyorsa, piyasadan para çekiyor demektir. Bu da eğer tam istihdam sağlanmadan yapılırsa, kayıt dışı ekonomi doğurur ve faizleri büyüterek maliyetleri daha da artırır, yine enflasyona sebep olur. Nitekim Türkiye’de olan da işte budur.
*
İÖ: Hepsini bir arada ifade edersek, bir ülkede faizin düzeyini enflasyon, çeşitli kategorilerdeki risk primi (cari açık, siyasî belirsizlik vs.) ve finansman ihtiyacı (tasarruf-yatırım açığı) belirliyor. Bunlar iyileşirse faiz düşer, bunlar kötüleşirse de faiz artar.
RNE: Çağımız dünyasında kredisiz bir ekonomi olamaz. Kredi faizle düzenlenirse sağlıksızdır, hastalıklıdır, dengesizdir, tekele gider ve ekonomi kendi kendisini yer, bitirir, yok eder. Enflasyondan fazla faiz vermek durumundasınız; faiz de enflasyonu doğurur. Dolaysıyla “faizli ekonomi” dengesiz bir ekonomidir. Devlet faizi sıfırlar, yeteri kadar emeğe faizsiz kredi verirse, enflasyon kendiliğinden sıfırlanır veya sıfırlanmazsa da zararlı olmaz.
*
İÖ: 2002-2005’teki olumlu dış konjonktür ve makro ekonomik düzelme sebebiyle bu unsurlar (cari açığa rağmen) düzelince faizler düştü.
RNE: Hayır, sayın yazar, hayır, faizler düşmedi. Enflasyonist politikaların dünya sömürü ekonomisi için çıkar olmadığını gören sömürü sermayesi dünyada yeni ekonomi sistemini uyguluyor. Sömürü sermayesi “para darlığı” ile ülkelerin ekonomilerine hakim olmak istemektedir. Kayıt dışı ekonomilerde istikrar halk ekonomisini geliştirir. Sömürü sermayesi bunu bilmiyordu. Şimdi bunun böyle olduğunu gördü, buna karşı ne yapacağını planlıyor...
*
İÖ: 2006-2008’de ortam kötüleşince faiz de artmaya başladı. Kısaca mevcut yasal ortamda Merkez Bankası’nın faizle ilgili durduğu yer, gelişmelere en uygun tepkiyi vermek.
RNE: Son iki yıldır sömürü sermayesi denediği “enflasyonsuz ekonomi politikası”nın başarılı olmadığını gördü. Şimdi ekonomik ve siyasi krizler üretiyor, ekonomik ve siyasi krizlerle ülke ekonomilerini çökertmeye çalışıyor. Şimdilik başaramamıştır, başaramayacaktır. Çünkü artık ekonomi “reel ekonomi”den “yaygın halk ekonomisi”ne doğru gitmektedir. Dünya değişiyor, artık Yahudi sermayesi de küresel tekel sermayeden uzaklaşıyor...
*
Bir yazar (Hasan Cemal) geçenlerde ‘Başbakan Erdoğan’ın dikkatine: Sorunlar yine birikiyor!’ başlıklı bir yazı yazdı ve sonunu şöyle bağladı: “Ve sıkıldığım bir şey var. Bazı konular hiç tükenmiyor. Türban sorunuydu, 301’di, Alevi sorunuydu, AB reformlarıydı, Kürt sorunuydu, Ermeni sorunuydu... Şimdi bir de başımıza çıkan Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması... Hep aynı şeyler, temcit pilavı gibi. Bazen boğulur gibi oluyorum. Konuş yaz, konuş yaz. Değişmiyor. Et çürütülüyor, o kadar. Bir zamanlar da böyleydi, sorunlar çözülmez birikirdi, mesela 1990’lı yıllarda... Başbakan Erdoğan’ın dikkatine!” Aynen öyle, sorunlar çözüme kavuşturulmadıkça yaz babam yaz, yaz babam yaz; ama değişen bir şey yok!..
(FAİZ olayını anlamaya yarın da devam edeceğiz…)
***
Faiz olayını anlamak… (3)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.08.2008
İÖ: Faizleri tüm kategorilerde aşağı çeken iki temel unsur; kamu mali dengelerindeki iyileşme sebebiyle fon piyasaları üzerindeki baskının azalması ve verimlilik artışının da katkısıyla enflasyondaki gerileme idi. Ve dikkat ediniz, Merkez Bankası’nın faizi daima diğer kategorilerden daha düşük seyretti. Buna göre, bankanın ‘faiz âşığı’ olmadığı görülüyor.
RNE: Sömürü sermayesi, yatırımları durduracak ve üretimi azaltacak “dar para sistemi” ile dünya ekonomisini çökertip avucuna alacaktı. Planı ve niyeti buydu ama bunu başaramadı. Başaramadı, çünkü halk kayıtsız yani “kayıt dışı ekonomi” içinde kendi ekonomik düzenini kurmuştur. İstikrarlı para politikası bunu sağladı. Sömürü sermayesi şimdi bu istikrarı sona erdirmek ve yıkmak için akla hayale gelmeyen oyunlar oynuyor. Irak savaşı, başörtüsü davası, PKK terörü, AKP’nin kapatılması, Ergenekon davası ve diğerleri hep bu planın ve oyunun birer parçasıdır...
*
İÖ: Ancak başkalarının da “Tam tersi, bu yeterli değil. Zira daha hızlı faiz düşürse idi bu durumda diğer kategorilerdeki faizler de takiben daha çok düşmüş olurdu.” dediğini duyar gibi oluyorum. Peki, gerçekten böyle bir şey gerçekleşebilir miydi? Bizce imkânsız. Zira o ‘beğenmediğimiz’ faiz oranı ile kaydedilen büyüme yüzde 7 civarında ve cari açık da çok yüksekti. Daha düşük faiz olması durumunda, büyüme nereye çıkardı? Bunun finansmanı nasıl mümkün olurdu? Borç ve cari açık nereye vururdu? Enflasyon aynı hızla düşebilir miydi? Yani madem büyümenin birçok kısıtı vardı, o halde söz konusu dönemde tutulan yol “makuldü” denilebilir.
RNE: Piyasaya yeteri kadar para sürmeden faiz üzerinde oynamak dengeleri bozar. Devlet çalışanlara faizsiz yeteri kadar kredi vermelidir ve bunu icra ile de tahsil etmemelidir. İşletme mamulünü sattıkça verilen kredi tahsil edilmektedir. Bu uygulama enflasyon yapmaz, çünkü piyasaya çıkan para kadar arz edilmiş mal vardır. Bu mesele bu kadar basit iken, neden kimse bize kulak vermiyor? Bu çare ve çözüme kulak vermiyorlar; çünkü onlar kör, sağır ve dilsizdirler. Beyinleri var ama kullanmazlar, akılları var ama anlamazlar. Bir zamanlar yollarda birlikte yürünmüş eski dostları vardır ama artık onların çare ve çözümlerini nedense dinlemezler!..
*
İÖ: Geldiğimiz aşamada gerek cari açık gerekse enflasyonun düşmesi çoktan faizden kopmuştur. Gereken uzun soluklu zor işlere ise Türkiye’de çok zor şartlar altında girişilmiştir. Ancak görüyorsunuz, bombalarla, katillerle uğraşırken bu işler olmuyor. Tekerlek tümseği döndüğünde halkımız zenginleşecek. ‘Yolsuz devletin merkeze bağlı dilenci halkı’ modelini sevenler, ‘zengin ve bağımsızlığını kazanan halk’ modelinden nefret ediyor.
RNE: Türkiye devletinin varlığını sürdürmesi için daha 2003 yılının başında feryat ederek, kavga ederek, nice randevu taleplerinde bulunarak AKP yöneticilerine anlatmak istediğimiz noktaya yeniden -hem de o zamana göre çok daha ağır şartlarla- gelmiş bunuyoruz…
Tekrar hatırlatıyoruz; yapılacak iş, yapılması gereken çare ve çözüm bellidir:
1) Türkiye bir gün bile geciktirmeden DIŞ BORÇLARDAN ve FAİZLERİNDEN kurtarılacak. Bunu dış borcu iç borca çevirerek, faizli borcu faizsiz borca çevirerek, nakit borcu mal borcuna çevirerek ve borcu iştirake çevirerek çok kolay yapabilir. Ama sağır kulaklar bunu nasıl duyacak?!.
2) İŞSİZLİK ortadan kaldırılacak. Bunu da işvereni borçlandırarak çalışana yani emek sahiplerine FAİZSİZ KREDİ vermekle sağlayabiliriz. Duyan kulağı olanlara bunu anlatabiliriz ama!
3) Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın YARGI SİSTEMİ kurulmalıdır. Bunu da “hakimlik sistemi” yerine “hakemlik sistemi”ni yaygınlaştırarak yapabilirler. Adalet mülkün/yönetimin temelidir. Zulümle abad olanın sonu berbad olur. Onlar da bu hak ve hakikatleri iyi bilirler ama şimdi nedense unuttular!
4) MİLLÎ BASIN, MİLLÎ MEDYA oluşturulmalıdır. Bunun sistemi ve mekanizması da medya kooperatifleri ile kurulur. Gazete okuyucuları ve televizyon seyircileri kooperatiflere üye olur. Yazarlar ve hatipler bu kooperatiflerin yöneticisi olurlar. Dağıtım resmi vakıfça yapılır. Resmi devlet desteği yalnız bunlara yapılır. Sermaye medyası yasaklanabilir.
ÇARE VE ÇÖZÜMLER bellidir ama;
KÖR, SAĞIR VE DİLSİZLER için değil!
***
Ordu ve ekonomi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
09.08.2008
Bir devlet veya topluluk, kendi ülkesinin sınırlarını koruyacak silahlı gücü varsa o topluluk “devlet”tir. Bu tanım, dünyanın en merkezî sosyoekonomik ve jeostratejik konumunda olan Türkiye için daha çok geçerlidir.
Tekel sömürü sermayesi dünyayı tek sermaye devleti hâline getirmek için ordusuz devletleri icat emiştir. Dolayısıyla bugün adı “devlet” olan ama aslında kendisini savunacak ordusu olmayan devletler vardır. Ordusu olmayan bu ülkelere ne kadar devlet denebilirse, onlar işte o kadar devlettirler. Bu ülkeler/devletler şimdilik bugünkü dünya şartlarının gereği olarak varlıklarını sürdüreceklerdir. Gelecekte -çok uzak değil, yakın gelecekte- ise tekel sermayenin hâkimiyeti bitecektir. Aslında bitmektedir. O zaman bu dünya siyaseti sayesinde korunmuş devletler ya yok olacaklar ya da kendi ordularını kuracaklardır.
Bugün orduları olmayıp güçlü olan iki devlet vardır. Bunlardan biri Almanya, diğeri de Japonya’dır. Almanya Avrupa Birliği içinde zaten tam devlet olduğunu iddia etmiyor. Japonya ise her yönüyle hâlâ ABD’ye teslim olmuş durumdadır.
*
Türkiye’mize gelinirse.
Türkiye güçlü ordusuyla tam devlettir.
Türkiye bu özelliğiyle dünyanın sayılı devletlerinden bir devlettir.
Küresel tekel sömürü sermayesi bu meseleyle yani Türkiye’nin bu özelliğiyle özel olarak uğraşmak ve ülkemizi önce zayıflatmak, sonra yıkmak için neler yapmaktadır?
-Türk ordusunu ekonomik destekten mahrum etmek…
-Komşularıyla çatıştırmak veya savaştırmak…
-Sivil yönetim ile askeriyeyi çatıştırmak…
-Ordu içinde iç çatışma çıkartmak…
Küresel tekel sömürü sermayesi işte bu musibetleri oluşturmak için uğraşmakta, böylece ordusuz Türkiye’yi devlet olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir.
*
Türk ordusunu önümüzdeki yıllarda bekleyen en büyük tehlike “ekonomik sıkıntı ve sıkışıklık” olacaktır.
Bu ekonomik sıkıntı ve sıkışıklığın giderilebilmesi için ülke ekonomisi IMF politikaları ile sembolleşen dışa bağımlılıktan bir an önce ve hiç gecikmeden kurtulmalı, kurtarılmalıdır. Ekonomik istiklâl mücadelesi verilmelidir. Türkiye’yi “bağımsız ekonomi”ye götürecek tek düzen de “Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen”dir.
Bunun gerçekleşmesi için neler yapılacaktır?
-Dış borçlar derhal ödenecektir.
Türkiye bu önemli sorununun çözümünü döviz borcunu YTL borcuna çevirmek, faizli borcu kredileşme borcuna çevirmek, para borcunu mal borcuna çevirmek veya borcu iştirake çevirmek suretiyle başaracaktır.
-İşsizlik sorunu gecikmeden çözülecektir.
Türkiye bu meselesini çalışana faizsiz kredi vererek işvereni borçlandırma yoluyla çözecektir. Tam emek istihdamı olmadan ülke ekonomisi düzlüğe çıkamaz. Hep genç nüfusumuz var diye övünüyoruz ama o nüfusa iş bulamadıktan sonra bu genç güç neye yarar.
-YTL altına kote edilecek ve devlet faiz alıp vermeyecektir.
Bütün devlet hesapları faizsiz yürütülecektir. Krediler icrasız ve faizsiz olacaktır. Borcunu ödeyemeyenin borçlanma ehliyeti düşürülecektir.
-Gümrükler kalkacak, Türkiye dünya ekonomi/ticaret merkezi olacaktır.
Yabancıların Türkiye’ye gelip çalışmaları tamamen serbest bırakılacaktır. Türkiye başta ekonomi olmak üzere pek çok yönüyle dünyanın en cazip ülkelerinden biri olacaktır.
(Devamı var.)
***
Faizli ve faizsiz ekonomi
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.08.2008
Zaman zaman bu köşede “faizli ekonomi” ile “faizsiz ekonomi” mukayesesi yapıyorum. Bu konuda yazdığım yazıların toplamında, bunun sebeplerini vurgulayarak ve altını çizerek her seferinde hatırlatıyorum. Hani bir halk deyimimiz vardır ya, ‘ne kadar musibet, o kadar eziyet’. İşte bu mesele da aynen öyle bir şey; ‘ne kadar faiz, o kadar enflasyon’. Bunun en son örneğine, bu yazıyı yazdığım gün bir gazete köşesindeki minnacık bir ekonomi haberinde rastladım.
Haberin başlığı şöyle: Euro bölgesinde enflasyon rekor kırdı!
Bu rekorun sebebi haberin ayrıntısında ayan beyan görülüyor:
Avrupa Birliği (AB)’nde ortak para kullanan 15 ülkenin dahil olduğu Euro Bölgesi’nde enflasyon, temmuz ayında yüzde 4,1 ile 16 yıllık tarihinin yeni zirvesine çıktı. AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, enerji ve gıda fiyatlarının sürüklediği enflasyon, bir önceki ay yüzde 4, geçen yılın aynı döneminde de yüzde 1,8 seviyesindeydi. Avrupa Merkez Bankası, 3 Temmuz’da Euro gösterge FAİZİNİ çeyrek puan artışla yüzde 4,25’e yükseltmişti.
Yani, bilinen malum ekonomi kanunu; ne kadar “faiz”, o kadar “enflasyon”.
*
Faizli sistem enflasyona sebebiyet verdiğine ve enflasyon da ekonominin ana hastalıklarında biri olduğuna göre; faizli sistemin mekanizmalarını bir kere daha analım.
Faizli sistemde ekonomi çarkı nasıl işlemektedir?
- Banka başta tüccara faizli kredi vermektedir.
- Tüccar ön ödeme yaparak işyerlerine sipariş vermektedir.
- Tüccar ürettirdiği değişik malları marketlere veresiye satmaktadır.
- Marketler de müşterilere yani halka veresiye veya banka kartıyla satmaktadır.
- Tüccar elde ettiği kârı bankaya faiziyle yatırmakta, bu arada kendisi de kâr etmektedir.
Bu mekanizma ancak “faizli tekel ekonomi sistemi”nde çalışmakta, böylece “banka/sermaye tekeli” oluşmaktadır. Bunun sonucundaki oluşum sırasıyla şöyledir:
- Önce sektör tekeli oluşur.
- Sonra banka tekeli oluşur.
- Merkez Bankası tekeli oluşur.
- En sonunda sermaye tekeli oluşur.
*
FAİZSİZ HALK EKONOMİSİNDE ise:
- Kooperatif halka sipariş çekini kredi olarak verir.
- Halk bununla mağazalarda yıllık siparişlerini verir.
- Mağazalar bununla tüccarlara yıllık siparişlerini verirler.
- Tüccarlar buna istinaden üreticilere yıllık siparişlerini verirler.
- Üreticiler de bu siparişe istinaden mallarını üretip ambarlara verirler.
- Mağazalar da üretilen bu malları ambarlardan çekerek müşterilerine ulaştırırlar.
- Sipariş kredisi alanlar o zamana kadar çalışarak kredi borçlarını kapatmış olurlar.
- Bu arada sistem gereği işyerlerinden taşınmaz teminatı alınmıştır.
Faizsiz halk ekonomisinin yararları nelerdir?
Halka verilen kredi aynı zamanda mağazaya, tüccara ve işyerlerine verilmiş olur. Ön ödemeli (selem sistemi) olduğu için faiz yerine tenzilat yani ucuzluk olur. Kâr, para üzerinden değil, mal üzerinden yapılmış olur. Sadece kaydî para yeterli olur. Üretim planlanmış olur, gerekli mallar devre başında tamamlanır. Önce çekle çalışan işletmelere iş verilir. Sonra Türk işletmelerine iş verilir. Sonra ithalat ve ihracat yapılır. İhracat yapanlara mal kredisi verilmiş olur. İhracat-ithalat dengesi kurulur. Enflasyon etkisiz hâle gelir.
***
‘Savaş ve zulüm’ yerine ‘barış ve adalet’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
15.08.2008
İçinde yaşadığımız bölge bir bütün olarak Osmanlı hükümranlığından kaynaklanan huzur, barış ve adalet dönemini yitirdiğinden beri, sürekli olarak çalkalanmaya ve buna dayalı olarak zaman zaman çatışmalar yaşamaya devam ediyor. Bu çatışmalar “zulüm” merhalesini aşıp “savaş” boyutuna ulaştığında ise ateş özellikle düştüğü yeri daha çok yakıyor ve insanları çok yönlü acılar içinde bırakıyor. Bütün dünyada zulümler ve savaş var ama; özellikle Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu bölgeleri ile birlikte bunların tam ortasında/merkezinde yer alan Türkiye eski huzur, barış ve adalet dönemini arıyor…
Kudüs Filistin probleminin sembolü olarak Sultan Abdülhamit sonrasında acılarını yaşamaya başladı… Kıbrıs yıllarca yaşadığı zulümlerden kurtulmak için meğer Erbakan’ın başlatacağı barış harekâtını bekliyormuş… Bosna ve Kosova ise Balkanlar’da son yıllarda savaş ve soykırım boyutunda yaşadığımız acıların ardından şimdilik güya huzura kavuştu ama… Bağdat ve Kerkük dendiğinde, Saddam yönetiminde yıllarca yaşanan zulüm, katliam, savaş ve işgallerden sonra, şimdi de ABD’nin gerçekleştirdiği vahşetler akla geliyor… Kafkasya denince bizim aklımıza her şeyden önce Azerbaycan’ın kalbindeki en derin yara Karabağ hep geliyordu ki; şimdi de üstüne üstlük Gürcistan-Rusya Savaşı başladı…
Balkanlar’daki Bosna ve Kosova savaşlarından sonra, oradaki zulümlerin baş müsebbibi Miloşeviç’in akıbeti malum… Ortadoğu’nun kalbi olan ülkesini ve halkını yıllarca zulüm çemberi içinde yönetmesi yetmiyormuşçasına, bilahare İran-Irak Savaşı ile Kuveyt-Irak Savaşı’na sebebiyet veren Saddam, son olarak ABD işgaline sebep olduktan sonra, zamanında onu iktidar ve kendilerine kukla yapan bizzat işgalciler tarafından idam edildi ama, Iraklı kardeşlerimiz her türlü vahşi zulümler altında inlemeye devam ediyorlar… Kafkasya ise yaşadığı sorunlar yetmiyormuşçasına, şimdi de bizzat Batı tarafından iktidara getirilen Gürcistan Cumhurbaşkanı Sakaşvili’nin sebebiyet verdiği Gürcistan-Rusya Savaşı ile gündemde…
Türkiye’nin etrafındaki ülke ve bölgelerde, eski “huzur, barış ve adalet” günlerini unutmuşçasına hep “zulüm ve savaş” var. Peki, savaş ve zulmün yerine yeniden barış ve adaleti getirmek mümkün mü? Mümkünse, nasıl ve kim tarafından olabilir? Sorunun cevabı mahiyetindeki bir toplantı, bu satırların yazıldığı gün İstanbul’da yapıldı: Uluslararası Gençlik Forumu (İFYO) tarafından düzenlenen “Müslüman Gençler Kültürel İşbirliği Toplantısı”. Barış ve adaletin nasıl geleceği sorusunun ilk cevabını, toplantının açış konuşmasını yapan Recai Kutan verdi ve dedi ki: Adil bir dünya kuracağız…
Recai Kutan konuşmasının son bölümünde şöyle dedi: “Değerli kardeşlerim! Şimdi soruyorum: Mevcut dünya düzeni neden adil değildir, adaleti sağlayamaz? Çünkü Batı medeniyeti gücü hak sebebi sayar. D-8 adil bir dünya yolunda atılmış bir adımdır. Hepiniz hatırlayacaksınız Muhterem Hocamız Erbakan’ın öncülüğünde, toplam nüfusları 800 milyon olan Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Mısır, Malezya, Türkiye, Pakistan ve Endonezya öncülüğünde kurulan D-8’ler, ezilmiş ülkelerin emperyalizmine karşı atılmış güçlü bir adımdır. İslâm Birleşmiş Milletleri ve İslâm Ortak Dinarı projeleri gerçekleştirilmeli, İslâm Ortak Dinarı’na geçilmeli ve İslâm Birleşmiş Milletleri kurulmalıdır.”
Arif Ersoy ise İYFO Toplantısında, Afganistan Cemaati İslâmî üyesi bir gencin ‘Dünyada çeşitli yönetim şekilleri var. Krallık, başkanlık, başbakanlık gibi birçok yönetim şekli varken, yeni kurulacak olan dünya düzeninde yeni yönetim şekli nasıl olacaktır?’ diye sorduğu soruya şu cevabı verdi: “Bizim kurmayı hedeflediğimiz dünya düzeninde rejimlerle değil sistemle problemimiz var. Biz öncelikle, nefsimizde, sonra çevremizde ve ülkemizde daha sonrada dünyada adalet istiyoruz. Eğer biz adaleti hâkim kılabilirsek, sistemler kendilerini yenileyeceklerdir. Ve adalet dünyaya hâkim olduğunda ise dünya huzura kavuşacaktır.”
***
Evet, sömürüyü yenmek ama nasıl?
Reşat Nuri EROL
19.08.2008
Sömürüyü yenmek gerekiyor; ama nasıl? Bizim karşı olduğumuz sermaye değil, sermayenin sömürmesi ve tekelleşmesidir; ilmi, dini ve siyaseti hâkimiyetine alıp insanlığı ezmesidir; dinlerin ve mezheplerin arasına fitne sokup onları boğuşturmasıdır. Bizim karşı olduğumuz fitne ve savaştır. Yani insanlar arasına fitne sokarak savaştırma ve bundan yararlanarak siyasi çıkarlar sağlama; biz işte buna karşıyız. “Halk ekonomisi sistemi” bir taraftan tekeli önleyen, diğer taraftan büyük sermayenin yanında “küçük ve orta ölçekli sermaye”ye de yaşama hakkı tanıyan bir sistemdir. “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bunu sadece temenniler ve sloganlar olarak ortaya koymaz, bunun mekanizmalarını kurar.
Bir örnek verelim.
Bugün İstanbul’da on bine varan sayıda taksi bulunmakta, bunların şoförleri günde 10-15 saat çalışmaktadırlar. Ama evlerine gittiğiniz zaman, evleri kiradır. Akşam evin ihtiyacı olan nevaleyi zor alıp getirebilmektedir. Çünkü çalıştığının çoğunu patronuna vermektedir. Karın tokluğuna ve bazen can tehlikesi pahasına 15 saat çalışmanın sonucu böyle mi olmalı?
Taksicinin patronu da büyük zengin değildir. Taksileri alıp taksitlerle ödeyebilmekte, hatları almakta, taksilerin bakımını yapmakta, ayrıca yüzde ellilere varan vergisini ödemektedir. O da eğer tekel oluşturmamışsa borçludur. Elinde büyük para dönmekte ama basit bir krizde borçlarını ve faizlerini ödeyemediği için iflas etmektedir.
Basit bir şekilde ifade edecek olursak; hangi meslek veya sektöre bakarsak bakalım, her adım attığımızda sömürü sermayesinin hizmetindeyiz ve bu sömürüyü yenmeliyiz; ama nasıl? Bu sorunu devletler veya hükümetler çözemez, çünkü taksiye bindiğim zaman devlet veya hükümet benim yanımda değildir. Ama bu sorun vardır ve bu sorun çözülmelidir.
O halde bu sorunu nasıl çözeceğiz? Ortaklık ve kooperatif sistemi ile çözeceğiz.
1- Taksi hat ortaklığı/kooperatifi kurulmalıdır. Hatları olanlar hatları ile kooperatife dâhil olmalıdırlar. Tüm taksilerdeki ücretlerden hat payı almalı ve hat sahiplerine kira vermeliyiz. Kooperatif her hat için bir bedel belirleyecek. Hattını satmak isteyenin hattını alacak, hat almak isteyene de hattı satacaktır. Hattı almak isteyenler çoğalırsa hat bedeli yükseltilecek, hat satmak istiyorlarsa hat bedelleri düşürülecektir. Öyle ki, bir iki hat daima boş kalsın.
2- Oto taksi ortaklığı kurulmalıdır. Hatlarda arabasını çalıştırmak isteyenler kooperatife bu arabaları ortak olarak koymalıdırlar. Arabaları kooperatif takdir edip alacaktır. Bakım kooperatife ait olacak, yakıt kooperatife ait olacak. Taksi kirası oto sahibine pay olarak verilecek. Kendi taksisi kilometre yapmasa da gelen oto ücret paylarından ücret verilecektir.
3- Taksi şoförleri ortaklığı/kooperatifi kurulmalıdır. Kooperatifin taksi durak yerleri olacak, taksi şoförü durduğu yerde geçirdiği zamandan dolayı da payı olacak, müşterilerden gelen paradan ayrıca payını alacaktır. Telefon açıp bulunduğu yeri bildiren müşteriye en yakın yerden taksiye bilgisayar bildirecektir. Gideceği adresin en kısa yolunu da bilgisayar bildirecektir.
4- Taksi bakım ve yakıt ortaklığı/kooperatifi kurulacak, taksilerin ikmalini o ortaklık ödeyecek, bakımını da o ortaklık yapacaktır.
Bu “ortaklıkta/kooperatifte” en önemli sorun paylaşma ve yüzdelerin tesbitidir.
-Şoförün ücret payı ile taksinin kira payları arasındaki oran nasıl tesbit edilecektir? Elimizde daha çok taksi var, şoför azsa, çalışmayan taksilere de kira payı verilecek. Ücret artırılacak, kira payı azaltılacaktır.
-Hat sayısı taksiye veya şoföre göre çoksa hat payı düşürülecek, azsa yükseltilecektir.
-Hat bekleme yerine gelen birinci taksi bir bekleme payı alırsa, ikinci gelen yarım, üçüncü gelen üçte bir bekleme payı alacaktır. Müşteri bir numaralı taksiye biner. Sıra yükselir. Böylece hat bekleme yerlerinde daima en az taksi bulunacak bir düzen oluşur.
-Hat fiyatı ise sıraya göre tesbit edilir. Her satandan satın alınır. Almak isteyene de verilir. Ama artık hatlar değil, taksi durma yerleri satılmış olur.
İşte bu sistemde parası olanlar sermayelerini koyabilirler. Kooperatif bunları işletir. Çalışmak isteyenler de her zaman şoförlük yapabilirler. Böylece çok yönlü istihdam gerçekleşir.
***
Genel Sosyal Güvenlik (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.08.2008
Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun başkanlık ettiği heyet, geçen gün (11.08.2008 Pazartesi) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptıkları 2 saatlik görüşme sonrasında açıklama yaptı. Özetle, Türkiye’nin geçmişte yaşamış olduğu sıkıntıların tamamının kaynağının mevcut Anayasa olduğunu belirterek, Türkiye’nin tüm kesimlerinin içerisinde yer alacağı medeni ve uygar bir Anayasa hazırlanmasını istedi...
Görüşmenin sebebi neydi? Hükümet ile yetkili kamu görevlileri sendikaları konfederasyonları arasında son yıllarda yapılan görüşmelerin 7’ncisi 15 Ağustos Cuma günü başladı… Bu vesileyle, bundan önceki 6 toplu görüşmenin hiç birinden kamu çalışanlarını memnun edecek bir sonuç çıkmadığını hatırlatan KESK Genel Başkanı Sami Evren, “Emekçilerin umuda kapılmaları doğru olmaz. Bu balon 31 Ağustos’ta patlar!” demiş.
Ana mesele nedir? Ana mesele her şeyden önce “Anayasa” meselesi. Sonra sadece “kamu çalışanı memurlar”ın değil, “işçi” ve “emekliler” de dâhil bütün emek sahiplerinin “mâlî ve sosyal hakları” ile birlikte “Genel Sosyal Güvenlik” meselesidir.
***
AKP 6 yıldır iktidarda ama ana meselelerin tamamı çözülmemiş olarak bekliyor.
Hükümetler iktidarda kalmak istiyorlarsa, öncelikle “ekonomik ve sosyal sorunları” çözmelidirler. Bugünkü ülke sorunları ve çözümleri çok kısa olarak şöyle sıralanabilir:
1) Dış borçlar tasfiye edilmelidir. Dış borçlar, borç türünü değiştirmekle çözülür.
2) İşsizlik sorunu sona erdirmelidir. İşsizlik sorunu, çalışan emek sahiplerine faizsiz çalışma kredisi verilmekle çözülür.
3) Faiz sorunu çözülmeli ve faizsiz kredileşme sistemi getirilmelidir. Faiz problemi, kredileşmede öncelikle devletin kendi hesaplarını faizsizleştirmesiyle çözülür.
4) Son olarak “sosyal güvenlik sorunu” herkesi kapsayacak şekilde çözülmelidir.
“Sosyal güvenlik sorunu”nun genel olarak nasıl çözüleceği üzerinde bundan önce pek durmamıştık. Bugün sosyal güvenlik sorununun nasıl çözülebileceği üzerinde duralım.
***
İnsanlar dünya hayatında ne yaparlar?
İnsanlar çalışırlar, üretirler, tüketirler ve yaşaralar…
İnsanlar “çalışanlar” ve “çalışmayanlar” olmak üzere iki grupta toplanırlar,
Çalışanlara iş bulmak ekonominin ana sorunudur. Faizsiz kredi politikası ile bu sorun kolayca çözülmektedir.
Çalışmayanlara aş bulmak ise vergi politikasıyla ilgilidir. Çalışanlardan alınan vergiler çalışmayanlara bölüştürülür. Böylece çalışmayanlar da aşlarını bulmuş olurlar.
Çalışmayanlara üretimden pay vermek sosyal güvenlik meselesidir. Kapitalist düzende eski çalışanlar sigorta edilmekte, çalışmayanlar ise sigortasız kalmaktadır. Aidatlı sigorta çözüm değildir. Çalışmayanlara Batı sosyal güvenlik felsefesiyle pay vermek aldatmacadan ibarettir. Gerçek sigorta, çalışsın-çalışmasın herkesin üretimden pay almasıdır.
Çalışmayanların bile sosyal güvenlik çerçevesinde pay alması neye dayanmaktadır?
Yeryüzü tüm insanlarındır. Üretim olayı ise “emek” ve “sermaye”den oluşmaktadır. Üretilen ürünün yarısı oraya emek verenlere aittir. Çalışanlar bunu “ücret” olarak alacaklardır. Ürünün diğer yarısı ise sermayenin katkısı ile oluşmuştur, onun payı olacaktır.
Ne var ki burada çalışamayanların da payı vardır. O halde çalışanlar iki kat fazla alacaklardır; biri kendi emeklerinin payı, diğeri de kiradaki payları. Çalışamayanların payı ise bunun yarısı kadar olmalıdır. Ama çalışanlara bir de çalışmayan çocuklarının ve eşlerinin payı verilir. Böylece bunun beşte biri çalışmayanlar arasında bölüşülür.
“Genel Sosyal Güvenlik” işte böyle sağlanır.
(Meselenin daha iyi anlaşılması için yarın devamı var.)
***
Genel Sosyal Güvenlik (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.08.208
Çalışanlara çalışıp üretim yaptıkları için “faizsiz kredi” verilir. Bu kredi miktarı çocukları sayısınca verilir. Yazımızın dünkü bölümünde işaret ettiğimiz üzere, üretimin beşte biri sadece çalışmayanların ve kredi kullanmayanların paylarıdır.
Böylece üretimin beşte biri “genel sosyal güvenlik payı” olarak ayrılır.
Sosyal kanunların, müsbet ilmin ve Kur’an’ın öğretisi budur. Ama lâik devletler bu oranı değiştirebilirler. O da her görüş sahibi partinin kendi siyaseti olur. Sistem budur.
Bu arada işletmelerden bir beşte bir pay daha alınmaktadır. Alınan bu pay da “genel hizmetler” karşılığıdır. İşletmeler, verdikleri bu beşte bir karşılığında genel hizmetleri bedava alırlar. Beşte birin yarısı bunlara harcanır, diğer yarısı ile de halka genel hizmetler bedava yapılmış olur. Hâsılı, genel hizmet halka bedava yapılmaktadır.
Böylece “genel sosyal güvenlik ve genel hizmetler”den herkes yararlanmaktadır.
Mesela, bütün hastalar bedava tedavi edilmekte, dolayısıyla çalışanlar da çalışmayanlar da bu sağlık hizmetlerinden her zaman yararlanmaktadırlar.
***
Genel Hizmetler nelerdir?
1) Evrak ve demirbaş kayıtları, zimmet ve envanter hesap hizmetleri.
2) İlmî, ahlâkî, meslekî ve savunma eğitim hizmetleri.
3) Basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri.
4) Planlama, sağlık, tamir-bakım ve güvenlik hizmetleri.
5) Takip, araştırma, ambar ve kasa hizmetleri.
6) Noterlik, kontrol, soruşturma ve yargı hizmetleri.
Bu hizmetler halka karşılıksız verilir. Mesela, cep telefonu ve diğer haberleşme araçları ücretsizdir, taşınma yani nakliye ücretsizdir.
Bunun dışında fakirlik, yoksulluk, yetimlik ve yaşlılık da sosyal güvenlikten pay alır.
Böylece “genel sosyal güvenlik ve genel hizmetler” sağlanmış olur.
***
Pratik olarak ne yapılmalıdır?
Devlet işletmelere sattığı elektriğe “sosyal güvenlik payı” eklemelidir. Böylece elektrik bedeli içinde “sosyal güvenlik fonu” oluşturulmalıdır. Bunun dışında sanayide veya tarımda kullanılan petrol, gaz ve kömüre “sosyal güvenlik payı” konabilir. Böylece elde edilen gelir çalışmayan kimselere de bölüştürülür. Şu kadar alacaksın değil de, sana şu kadar düştü denir. Bunun anlamı şudur: Ülkede çalışanlar ne kadar çoksa, üretim ne kadar fazlaysa, bu pay da otomatikman o kadar yükselecektir. Çalışanlar azaldıkça üretim azalacağından ve elektrik sarfiyatı da düşeceğinden, çalışmayanların gelirleri azalacak ve onların içinden çalışabilenler çalışmak zorunda kalacaklardır. Çalışmayanlar ne kadar çok olursa, bölüşmede onlara düşen genel sosyal güvenlik payı az olacağından, çalışmayanlar kendilerince gerekliyse yeniden çalışmak zorunda kalacaklardır. Böylece denge kendiliğinden kurulacak ve sistem çalışmayanları çalışmaya teşvik edecek veya duruma göre zorlayacaktır.
Çalışanlara faizsiz kredi verileceğinden işsizlik sözkonusu olmayacaktır.
Böylece çalışabilecek herkes sistemi fazla zorlayıp aksatmadan çalışacaktır.
Çalışamayanlar ise ülkeye yük olmadan paylarını alacaklardır.
İşte, hükümetlerin iktidarda kalmak için yapması gereken inkılâpların başında “genel sosyal güvenlik inkılâbı” gelir, o da yalnız Adil Ekonomik Düzenin getirdiği çözümle gerçekleşebilir. Bu inkılâbı yapması gerekenler yapmazsa gider ve onların yerine bunları yapanlar gelir. Tabiî sosyal ve siyasi kanunların yani müsbet ilmin gereği budur. Bu döngü sadece AKP için değil, bütün iktidarlar için geçerlidir. Yapılması gerekeni yapmayanlar gider ve en sonunda onların yerine yapanlar gelir ama mutlaka gelir.
Genel sosyal güvenlik ile genel hizmetlerin herkese, yaygın, eşit ve adilane gerçekleşmesi dua ve dileklerimle…
***
Afrika’yı ‘yeniden’ hatırlamak…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.08.2008
Afrika’yı ilk önce öğrencilik yıllarımdaki coğrafya derslerinde öğrendim… Sonra öğrenci olarak gittiğim Arabistan’da, üniversitedeki öğretmen ve öğrencilerin çoğunun Afrikalı olduklarını gördüm, onlarla çok yakın dostluklar kurdum… Mısır ve Sudanlı yani Afrikalı Arapça hocalarımız ile dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle birlikte yaşadığım hatıralar… Onlarca Afrika ülkesinden gelen Afrikalı öğrenci arkadaşlarım ve onlarla birlikte geçen yıllar… Öğrencilikten sonra, Arabistan’daki iş hayatı ve sosyal faaliyetlerdeki Afrikalı yakın çalışma arkadaşlarımla yaşadıklarım…
Bütün bunlar seksenli yıllarda gerçekleşti.
Türkiye’ye döndükten sonra da Afrika ile olan ilgim kesilmedi. Takdir-i İlâhi’ye bakın ki, önce “Bosna Savaşı” sonra “Kosova Savaşı” yıllarındaki en yakın çalışma arkadaşım bir Afrikalıydı; merhum Bilge Devlet Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in en yakın çalışma arkadaşlarından Sudanlı Fatih Hasaneyn… İslâm Medeniyeti Vakfı bünyesinde hâlen faaliyetlerini sürdürmekte olan Türkiye’deki en iyi Arapça kurslarından birini açtığımda, Arapça hocaların tamamı Afrikalıydı; onlarla da yıllarca çok güzel hizmetler yaptık…
Doksanlı yıllar da böyle geçti.
Bu arada bu yakın Afrikalı dostlarımla ticari, sosyal ve kültürel faaliyetlerimiz oldu. Zaman zaman ülkelerini ziyaret ettim, ticari faaliyetler vesilesiyle fuarlara katıldım, onların misafiri oldum, unutulmayacak hatıralar yaşadım… Afrika ilişkisi bitmiyor; şimdi de yıllarca danışmanlığını yaptığım büyük bir tekstil fabrikasını, tekstil sektörü için Türkiye’deki şartların iyice kötüleşmesi sebebiyle bir Afrika ülkesi olan Mısır’a taşıyoruz…
Kosovalı ve Bosnalı yani Balkanlı bir “Evlâdı Fatihan” olarak, ‘Afrika ülkelerinde yaptığın gezilerde sana en ilginç gelen izlenimin neydi?’ diye soracak olursanız; oralarda, neredeyse Afrika ortalarında, Sudan’da, Osmanlı döneminde “Evlâdı Fatihan” olarak oralara gitmiş Afrikalı Türk kardeşlerimi görmek oldu ve hayretler içinde kaldım… Onlarla o kardeşlerimle de tanıştım, görüştüm, konuştum, halleştim, dertleştim… Daha da ilgincini söyleyeyim mi? Benim gidemediğim ve göremediğim bazı bölgelerde, Osmanlı döneminden kalma -bana Osmanlı atalarımızın büyüklüğünü bir kere daha hatırlatan- “Afrika’da Türk köyleri” varmış!.. Araştırmacıların dikkatine…
Ve çok hayırlı bir vesileyle bütün bunları yani Afrika’yı ‘yeniden’ hatırladım... Bugünlerde İstanbul’da gerçekleştirilmekte olan “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” vesileyle Afrika’yı ‘yeniden’ hatırladım...
Malum olduğu üzere, Afrika ülkeleri ile olan ilişkilerimiz, 2005 yılının hükümet tarafından “Afrika Yılı” ilân edilmesiyle, Türkiye açısından biraz daha hareketlendi ve hızlandı. O yıldan itibaren TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) ofislerinin açılması, diplomatik temsilciliklerimizin bulunmadığı bazı ülkelere elçilik açılması, THY’nin Afrika ülkelerine yeni seferler açması ve bürolarını genişletmesi önemli adımlardı. Bu arada yakın arkadaşlarımdan biri, önemli Afrika ülkesi Sudan’da THY Müdürü oluverdi.
Türkiye, bunun yanında hem resmi hem de sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla yokluk ve sıkıntı içinde olan Afrika ülkelerine de yardım elini uzattı. Daha bir-iki ay önce, bu amaçla Afrika ülkelerine giden, gezen, yardımlar götüren, çok etkileyici izlenimlerle ve fotoğraflarla dönen bir arkadaşımın anlattıklarını ibretle dinledim… Daha sonra minik bir sergiyle halka açtığı Afrika gezi ve çalışması fotoğraflarını içim burkularak izledim…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev sahipliğinde düzenlenen ve 21 Ağustos perşembe gününe kadar devam eden “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” ilgili daha geniş değerlendirmeleri, bundan sonraki yazılara bırakıyorum.
Afrika’yı ‘yeniden’ hatırlarken; Afrikalı kardeşlerimizle varolan ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel ilişkilerimizin daha da gelişmesi dua ve dileklerimle…
***
Afrika tarihinde Türkler
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.08.2008
Yaşayan nesiller İstanbul’un Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirdiğini bilirler de, her nedense Osmanlı ecdadımızın üç kıtayı yani Asya, Avrupa ve Afrika’yı birleştirdiğini çoğu bilmez, bilenler de hatırlamaz; ayrıca ‘hatırlamamamız’ için bilinen malum özel çalışmalar yapılır. Bundan önceki yazıma “Afrika’yı ‘yeniden’ hatırlamak…” başlığını koyarken, aslında biraz da bunu kastetmiştim. Tarihe baktığımızda ise çok daha ilginç bilgilerle karşılaşırız. Bu vesileyle hatırlamış olalım: Türklerin Afrika çalışmaları bundan 1140 yıl önce başlamış. Tolunoğlu Ahmet Bey, Kuzey Afrika’da Tolunoğlu Türk Devleti’ni kurduğunda, tarih M.S. 15 Eylül 868’i gösteriyor, yani tam 11,5 yüzyıl öncesi. Ne kadar da eski, insana Milattan Önce gibi geliyor. Tolunoğulları’ndan sonra sırasıyla İhşîdîler, Eyyûbîler, Memlükler ve en sonunda Osmanlılar geliyor...
Osmanlıların Afrika çalışmaları sadece Mısır ve Kuzey Afrika ile sınırlı değil, bütün Afrika kıtasını kapsıyor. Afrika ülkeleri gezilerimde, özellikle Sudan ortalarında yüzlerce yıl önce oralara yerleşen Türkleri gördüğümde, onlarla bizzat konuştuğumda ve en yakın Afrikalı arkadaşım Fatih Hasaneyn’in dört ceddinden birinin Türk olduğunu öğrendiğimde, Osmanlıların Afrika çalışmalarının derinliğini yavaş yavaş kavramaya başlamıştım. [Aynen Fatih Hasaneyn gibi, onun 17 yaşından itibaren birlikte çalıştığı Aliya İzzetbegoviç’in dört ceddinden biri de Üsküdarlı yani İstanbullu’dur. Bilge Başkan Aliya, özel bir görüşmemizde bunu bana bizzat kendisi söylemiştir.] Afrika tarihini incelediğimde gördüm ki, meğer Yemen Beylerbeyi Özdemir Paşa’nın 1555’te kurduğu Habeş Eyâleti, 1916 yılına kadar dört asra yakın mevcudiyetini sürdürmüş. Osmanlıların hükümran olduğu o zamanki Habeş Eyaleti’ne bugünkü Etyopya, Somali, Eritre ve Cibuti dahil bulunuyordu. Bu da gösteriyor ki, Osmanlı Devleti sadece Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkeleriyle değil, bütün Doğu, Batı, Orta ve Güney Afrika ile de ilgilendi. Mesela, Orta Afrika’daki Kanum Bornu Sultanlığı’nı hakimiyeti altına aldı ve Sudan Eyâleti’ne bağlı olarak Hatt-ı Üstüva (Ekvator) Vilâyeti’ni kurdu. Osmanlı dönemi Afrika’sının bazı ilçeleri sonradan bağımsız devletler olmuştur: Reşade İlçesi Çad Devleti, Kavar İlçesi de Nijer Devleti hâline gelmiştir. Osmanlının bu ilgisi Güney Afrika’ya kadar uzanmıştır. Son Osmanlı halifeleri buralara İslâm tebliğcileri göndermişlerdir. Güney Afrika’da Osmanlı Türk sevgisi o derece yaygınlaşmıştır ki, 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali sırasında, Johannesburg’daki Müslümanlar gönüllü olarak savaşmak istediklerini Osmanlı Harbiye Nezareti’ne bildirmişler, ayrıca Millî Mücadele sırasında Güney Afrika’dan da para yardımı yapılmıştır. [Daha geniş bilgi için: Prof. Dr. Ahmet Kavas, Osmanlı Devleti’nin Afrika Kıtasında Hâkimiyeti ve Nüfuzu, Osmanlı Yayınevi, 1999; Numan Hazar, Küreselleşme Sürecinde Afrika ve Türkiye-Afrika İlişkileri, Yeni Türkiye Yayınları, 2003.]
Afrika denince hep ‘sömürü’ akla geliyor. Arabistan’da üniversitede okuduğum yıllarda, özellikle bazı zenci öğrencilerin bu ‘sömürü’ sebebiyle bütün beyaz tenli insanlardan ‘nefret’ ettiklerini görmüştüm. Ayrıca Mısırlı bir hocam Osmanlı Devleti’nin sömürgeci bir devlet olduğunu söylediğinde hayret etmiş ve bunun böyle olmadığını anlatmak için aylarca tartışmış, diğer Mısırlı, Iraklı, Suriyeli ve Sudanlı hocalarımın yardımıyla, o hocamı sonunda Osmanlıların sömürgeci olmadığına ikna edebilmiştim. Gerçekten de Türkler bugünkü Batılıların yaptığı gibi Afrika’da aslâ Firavunvari sömürgecilik yapmamışlar, aksine Osmanlı Devleti en zayıf döneminde bile Batı emperyalizminin sömürgecileriyle mücadele etmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin 18. asrın sonundan itibaren zayıflaması üzerine, Batılı sömürgeci güçler karşısında Afrika’yı koruması zorlaşmıştır. Bunu fırsat bilen Batılı sömürgeciler 19. ve 20. asır boyunca Afrika’yı insafsızca sömürmüşlerdir. Bu sömürü maalesef hâlen acımasızca devam etmektedir…
“Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” tarihi de hatırlamamıza vesile oldu.
***
Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
24.08.2008
“Afrika’yı ‘yeniden’ hatırlamak…” ve “Afrika Tarihinde Türkler” yazılarımdan sonra, bugün “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” vesilesiyle, Cumhuriyet Türkiye’sinin çağımızdaki Afrika kıtası ve Afrika ülkeleri ile ilgili çok yönlü ilişkiler dönemine gelebiliriz. Artık Afrikalılarla -hiç tereddüt etmeden yazıyorum- onların dünyadaki gerçek dostları ve kardeşleri Türklerin ‘yeniden’ buluşma ve işbirliği yapma zamanı gelmiş bulunmaktadır. Bu işbirliği çok yönlü olacaktır, olmak zorundadır. Türkiye’nin tarihî, coğrafî, jeopolitik, kültürel, sosyal ve ticarî konumu sebebiyle, Afrika kıtası ile olan ilgisi ve işbirliği, bugüne kadar olanlardan daha geniş olacaktır. Nitekim son yıllardaki gelişmeler de bunun böyle olacağını açıkça göstermektedir.
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle siyasi, askeri, kültürel ve özellikle de ekonomik ilişkilerine bir ivme kazandırmak amacıyla 1998 yılında oluşturulan “Afrika’ya Açılım Eylem Planı” hazırlandı. Bu çerçevede Dış Ticaret Müsteşarlığı’nca 2003 yılı başında “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” hazırlandı ve bugünlere gelindi. Bu çalışmaların bir uzantısı olarak İstanbul’da gerçekleştirilen ve Afrika Birliği üyesi 53 ülke temsilcilerinin davetli olduğu “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” toplantısında, 6’sı devlet başkanı seviyesinde olmak üzere 50 ülke temsil edildi. Zirve çerçevesinde, TOBB ve DEİK tarafından düzenlenen “Türkiye-Afrika İş Forumu” da yapıldı.
Bu zirvenin yapılması, geçtiğimiz ocak ayında Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen Afrika Birliği Zirvesi’nde kararlaştırılmıştı. Türkiye 2005’ten beri bu Birlik’te gözlemci ülke olarak yer alıyor. Ocak 2008’de Addis Ababa’da gerçekleşen Zirvede ise, Türkiye’nin Afrika’nın stratejik ortağı olduğu teyit edilmişti.Türkiye ilk olarak Özal döneminde Afrika’nın ‘yeniden’ farkına varmıştı. Erbakan’ın en önemli projelerinden biri olan D-8’ler arasında iki Afrika ülkesi Mısır ve Nijerya da var. Afrika kıtasıyla varolan ilişkilerimiz, 2005 yılının hükümet tarafından ‘Afrika Yılı’ ilân edilmesiyle daha da ivme kazandı. İş dünyamız ve iş adamlarımız da son dönemde Afrika’yı mercek altına almaya başladı. Mesela, TUSKON’un gerçekleştirdiği dış ticaret zirveleri, bugüne kadar ülkemizde emsali görülmemiş organizasyonlardı. Son yıllardaki bütün bu çalışmalar, Afrika ülkeleri ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin katlanarak artmasına ve gelişmesine vesile olmuştur.
“Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” iş dünyamız üzerinde ister istemez büyük beklentiler oluşturuyor. Özellikle yeni pazarlar arayışında olan ihracatçılarımızın yeni umudu Afrika kıtası ve Afrika ülkeleri. Afrika ile dış ticaret hacmimiz 2007 itibarıyla yaklaşık 13 milyar dolar. 2008’in ikinci yarısı da birinci yarısı gibi olursa bu yılki rakam 18 milyar doları bulur. Yeni hedef, ticaret hacminin 2010 yılına kadar 30 milyar dolara çıkarılması. Afrika ülkelerine ihracat o kadar hızlı artıyor ki, her yıl bir önceki yıla göre rekor kırılıyor.
Türk inşaat şirketlerinin, başta Libya başta olmak üzere Afrika ülkelerinde üstlendiği müteahhitlik hizmetleri 1970’li yıllara dayanıyor ama, bu durum sadece Kuzey Afrika ülkeleri için geçerliydi. Son dönemde Sahra Altı Afrika’sına da inen müteahhitlerimiz, kıtanın diğer bölgelerinde de ihale almaya başladı. Nitekim danışmanlık yaptığım bir gurup işadamı arkadaşım, birkaç aydır Sudan’da gerçekleştirilecek büyük bir inşaatın ihale aşamasının son merhalesine gelmiş bulunuyorlar. Kara Kıta Afrika, Batı dünyasının asırlardır devam eden sömürüsüne rağmen, hâlâ kendisini yeniden ihya edebilecek zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip. Afrikalı kardeşlerimiz için ‘sömürgecilik sabıkası’ bulunmayan Türkiye ve Türk işadamları güvenilir bir ticaret, yatırım ve her türlü işbirliği ortağı. Türk ürünleri, ucuz ama kalitesiz Çin ile Uzakdoğu mallarından bıkan Afrikalılar için oldukça cazip, Avrupa kalitesine yakın ve fiyatı da makul. Yıllar öncesinde bunun böyle olduğunu, iştirak ettiğim Sudan’daki bir fuarda bizzat müşahede edip yaşamıştım.
Türkler ve Afrikalılar geçmiş tarihlerinde olduğu gibi ‘yeniden’ birlikte oluyorlar…
***
Afrika, Sudan ve zalim Batı
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
26.08.2008
Sudan Devlet Başkanı Beşir diyor ki: “Sudan çok zengin maden kaynaklarına sahip bir ülke. Biz Sudan’ın imkânlarını Sudan için kullanmak istiyoruz. Hiçbir Batılı ülke bizde petrol çalışması yapamıyor. Tüm mesele bu!”
Millî Gazete’nin (21.08.2008 günü) “Hiç Beşir’i dinlediniz mi?” manşetiyle birinci sayfadan öne çıkardığı bu haberde, Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El Beşir böyle demiş. Evet, aynen öyle, bütün mesele Sudan’ın çok zengin maden ve petrol kaynakları…
Bunun böyle olduğunu yıllar öncesinde “Hartum Sanayi Fuarı” vesilesiyle Sudan’a yaptığım ziyarette öğrenmiştim. Bu ziyaret günlerimde görüştüğüm bakan, bürokrat ve Sudanlılardan, genel olarak Batı dünyasının bu ülkeye nasıl baktığı ile ilgili çok ilginç bilgiler edinmiştim. Mesela, bu fakir ülkenin çok zengin petrol yatakları ve dünyanın en verimli altın madenlerine sahip olduğunu öğrenmiştim. Bu zenginliği neden değerlendirmediklerini sorduğumda; Batı’nın/ABD’nin müsaade etmediğini söylemişlerdi!..
Afrika denince hep “açlık” akla gelmektedir. Yine aynı Sudan ziyaretim sonunda edindiğim izlenimlere dayanarak yazdığım değerlendirmede bir paragraf aynen şöyleydi:
“Güneyden-kuzeye baştan sonuna kadar bu ülkeyi yani Sudan’ı kat eden Nil Nehri ile bu kıtanın en geniş ve verimli toprakları sulanıp ziraat yapılsa, “Afrika’daki açlık” ve açlığın sebebiyet verdiği “ölümler” son bulur… Ama zalim ve vahşi Batı buna da fırsat vermiyor, ülkeyi başka şeylerle meşgul ediyor!..”
Bu vahşet, zulüm ve sömürü bitmedi, maalesef hâlâ devam ediyor…
***
Ülkelerin ekonomik durumu değerlendirilirken “gelişmiş ve geri kalmış ülkeler” ayırımı yapılır. Bu ayırımda Kara Kıta Afrika ülkelerine kara bir talih yani “geri kalmışlık” düşer, Afrika ülkelerinin tamamı geri kalmıştır. Oysa, aslında dünyada “gelişmiş ve geri kalmış ülkeler” değil, Batı’da olduğu gibi “zalim, sömürgeci ve hasta ülkeler” ile özellikle Afrika kıtasında olduğu gibi “zulmedilmiş, aldatılmış ve sömürülmüş ülkeler” vardır.
Batı dünyasının “kuvvet medeniyeti” çağında güçlü olan ve bunu hak sebebi sayan Batılılar, yüzyıllardan beri zayıf Afrika ülkelerinin bütün maddî ve manevî kaynaklarını acımasızca soyup sömürmüşler, bunu yaparken de yüz milyonlarca Afrikalıyı katletmişlerdir. Sadece 100 (yüz) milyon Afrikalı, Avrupalı katillerin Amerika’ya 10 (on) milyon Afrikalı köle götürülmesi için katledilmiştir. Bu bir son değil, sadece başlangıç olmuştur. Mazlum Kara Kıta Afrika haritasına genel bir bakış yapıldığında, tek tek her ülkede Batılı sömürgecilerin sebebiyet verdiği zulüm, sömürü, katliam ve vahşet tarihi derhal hatırlanacaktır. Batılı bir düşünürün itiraf edip dediği gibi:
“Geçen bin yıllık zaman açısından Batı, tarihin en büyük canisidir.”
***
Dünyada ve ülkemizde durmadan zirveler düzenleniyor. Son olarak İstanbul’da “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” düzenlendi. Acaba bu zirveler Afrika başta olmak üzere dünyanın dertli ve mazlum ülkelerine derman olabiliyor mu?
Mesela, 2004 yılında Etiyopya başkenti Adis Ababa’da “Afrika Birliği Zirvesi” yapıldı. Zirve öncesi ne konferansı düzenlenmişti biliyor musunuz; “Açlık Konferansı”?!.
Evet, açlık! Çünkü Afrika aç, Afrikalılar açlıktan ölüyor!.. Kara Kıta Afrika ülkelerinin yüz milyarlarca dolar dış borcu var. Dış borç yükü altında ezilen Afrika ülkeleri aynı zamanda açlık, kuraklık, AIDS, iç savaş ve yolsuzluklarla da mücadele ediyor...
Tarihin en büyük canisi Batı dünyası bu sorunların baş müsebbibi olarak gücünü ve sömürüp zulmetme zihniyetini koruyorken; acaba mazlum kara kıta Afrika bu makus talihini yenebilecek, yapılan zirvelerle dertlerine derman bulabilecek midir?..
***
Afrika’ya Osmanlı ruhuyla…
“Biz Afrika ile ilişkilerin geliştirilmesine ruhumuzu koyduk. Adriyatik’ten Çin’e Osmanlı ruhuyla hareket ediyoruz. Tıpkı atalarımız gibi, Afrika’yı “sömürmek” için değil “kalkındırmak” için çalışıyoruz.” Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.08.2008
“Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi” vesilesiyle bir araya gelinmişken, TOBB ve DEİK tarafından “Türkiye-Afrika İş Forumu” da İstanbul’da düzenlendi ve bu İş Forumu’nda Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ticari işbirliğinin geliştirilmesine yönelik projeler ele alındı. İslâm Kalkınma Bankası (İKB) Başkan Yardımcısı Amadou Boubacar Cisse, İş Forumu’nun açılışındaki konuşmasında, Afrika için özel program geliştirdiklerini ve eğitim ile su projelerinin dayanışma fonlarından destekleneceğini hatırlattı. Afrika Ticaret, Sanayi, Tarım ve Meslek Odaları Birliği Başkanı Muhammed El-Masrî de, Afrika’nın ticari anlamda büyük bir potansiyeli barındırdığını ifade etti. Afrika ekonomisinin 28 yıl içinde iki kat büyüme potansiyelinin olduğunu belirten Muhammed El-Masrî, 1 milyar tüketicisi ve düşük maliyetli genç iş gücü, dünyadaki toprakların yüzde 5’ine sahip oluşu ile Afrika’nın dikkatleri üzerine çektiğini dile getirdi.
İş Forumu’nun açılışında konuşan Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen de, son yıllarda Afrika ile ticarette sağlanan hızlı gelişmeyi “Osmanlı ruhu”na bağlamış. 19. yüzyılda Avrupa ülkelerinin sömürge kurmak için gittikleri Afrika’ya Osmanlı Devleti’nin sahip çıktığını hatırlatan Tüzmen; meramını “Biz Afrika ile ilişkilerin geliştirilmesine ruhumuzu koyduk. Adriyatik’ten Çin’e Osmanlı ruhuyla hareket ediyoruz. Tıpkı atalarımız gibi, Afrika’yı “sömürmek” için değil “kalkındırmak” için çalışıyoruz. Onun için bu başarıyı elde ettik.” şeklinde ifade edince, bu sözler Afrikalı katılımcılardan büyük alkış almış...
Doğrudur, yakından biliyorum, bizzat yaşadığım örnekleri daha önce yazmıştım; Afrikalılar “sömürü” konusunda son derece hassas insanlar. Afrikalıların özellikle “sömürülme” ile ilgili işte bu hassasiyetleri sebebiyle çok çok dikkatli olmamız gerekiyor. Hatırlanacaktır, bizim sicilimiz bu konuda biraz bozuldu gibi: Sovyetler yıkıldıktan sonra, 90’lı yılların başından itibaren Orta Asya’daki Türk devletlerine yönelik politikalarımızda da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” söylemiyle hareket etmiş, ancak büyük bir fiyasko yaşamıştık. Şimdi de Orta Asya’da -hem de Türk kardeşlerimizle- yaşadığımız aynı fiyaskoyu Afrika’da yaşamayalım.
Fiyaskoyu gerçekleştirecek altyapı çalışmaları başladı bile. Batı’nın menfaatleri güdümünde hareket eden ülkemizdeki bir kısım basın/medya ve onların kiralık kalemşorları, “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”ni maksatlı bir şekilde, “Terörist Sudan Devlet Başkanı Beşir Türkiye’ye neden geldi?” şeklinde ele aldı.
Neden?
Nedeni gayet basit, Afrika aslında dünyadaki yeni küresel güçlerin mücadele alanlarından biri. Kara Kıta Afrika, bir yanda ABD’nin önderliğinde bütün sömürgeci Batı dünyası, diğer yanda yeni dünya gücü Çin’in rekabet alanı içinde. Mesela Sudan, çok önemli bir Afrika ülkesi olarak Çin ile petrol başta olmak üzere pek çok alanda yakın ilişkiler ve işbirliği içinde olduğu için Amerika’nın hedef tahtasına oturtulmuş durumda.
Sudan’daki gelişmeleri takip edenler bilir; iç savaş özellikle Amerikan müdahalesi sonucu yıllarca barış engellenerek sürdürüldü. Sudan’da petrol bulunan her yeni bölgede etnik ve dinî çatışmaların fitili ateşlendi.
Sudan ve bu ülkenin Devlet Başkanı Ömer Hasan El-Beşir üzerinden Afrika’da yürütülen mücadelenin asıl sebebinin, petrol başta olmak üzere Afrika’nın doğal kaynakları ve bakir pazarlarından kimin ne kadar pay alacağı meselesi olduğu çok açık.
İşte, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım üzere, Afrika’ya doğru “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” söylemi ile açılırken, yakın geçmişimizde Orta Asya Türk devletlerinde yaşadıklarımızın olumsuz yönde Afrika’da tekrar tekerrür etmemesi için aman dikkat!..
***
Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi: İEF
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
31.08.2008
İzmir insanlık tarihi kadar eski, yani binlerce yıllık bir yerleşim yeri ve medeniyetler beşiği bir kent. Akdeniz bir zamanlar Türk Gölü mesabesindeyken, İzmir de bu büyük deniz havzasının birinci kentiydi. Asya, Avrupa ve Afrika’yı hükümranlık alanı olarak birleştiren Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan sonraki ikinci önemli kenti İzmir’di. Akdeniz havzasında Osmanlı ile birlikte İzmir de geriledi, ancak son yüzyıla kadar önemini korudu. Cumhuriyet döneminde Ankara başkent olunca hızla büyüdü. İzmir bu dönemde İstanbul ve Ankara’dan sonra Türkiye’nin üçüncü büyük kenti oldu. Bu yıl 77’ncisi düzenlenen İzmir Enternasyonal Fuarı, neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt olmak üzere, ülkemizin işte bu üçüncü büyük kentinde uluslararası seviyede her yıl düzenleniyor.
İzmir Enternasyonal Fuarı’nı diğer fuarlardan ayıran özellikler var. İEF’nı diğer fuarlardan ayıran en önemli özelliği; tarihçesinin yanı sıra, belli bir sektör ile kısıtlı kalmayan, ithalat ve ihracat potansiyeli olan ürünlere dönük, teknolojik yenilikler içeren ve Türkiye piyasasına ilk adımlarını atan partnerler açısından önem arz eden kimliğidir. Ege Bölgesi ve ülke ekonomisine büyük katkısı olan İzmir Enternasyonal Fuarı, böylece “Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi” sloganıyla ülke tanıtımında ve ikili ticari ilişkilerin gelişmesinde önemli bir işlev üstlenmektedir. İEF, Türkiye’nin 1948 yılından beri Fuarlar Birliği’ne üye tek genel ticari fuarıdır. Özellikle teknolojinin ve yenilikçiliğin ön plana çıktığı sektörler olan otomotiv, elektrik, elektronik, iş makinaları, gıda ve ambalaj makinaları gibi uzmanlaşmaya dayalı faaliyet alanları fuar etkinlikleri içinde ağırlıklı bir yer işgal etmektedir.
Bu yıl 77’incisi düzenlenen İzmir Enternasyonal Fuarı’nın yukarıda izah etmeye çalıştığım ticari etkinliği, son yıllardaki bütün olumsuzluklara rağmen devam ediyor. Bu yıl 60’a yakın ülke, 1000’i aşkın firma ile katılıyor ve 19 farklı ana ürün grubunun sergilemesi yapılıyor. Dünya markaları İEF’da buluşurken, “Küresel Isınma ve İklim Değişikliği” temasıyla bağlantılı ürün gruplarına ve firmalara öncelik veriliyor. Uluslararası ticari ilişkilerin geliştirilmesi için yapılan çalışmalar arasında ise profesyoneller için düzenlenen “Ülke İş Günleri” toplantıları önemli rol oynuyor. Bu yıl fuarda onur konuğu ülke Küba’nın yanı sıra Fransa, Özbekistan ve Hindistan ülkeleri “Ülke İş Günü Etkinliği” düzenliyor. Kente gelen ticari heyetler, iş dünyasının değişik kurumlarıyla temaslarda bulunuyor, sanayi tesislerini ve organize sanayi bölgelerini geziyor, iş bağlantıları kuruyor...
İzmir Enternasyonal Fuarı bu özellikleriyle bir “marka”, Türkiye’nin bir markasıdır. İzmir işte bu marka olma özelliğiyle 2015 yılında düzenlenecek EXPO’ya aday oldu, ancak geçtiğimiz Mart ayında yapılan seçimde bu organizasyonu Milano’ya kaptırdı.
İEF’nın geçmişi, 17 Şubat 1923’e, İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’ne uzanıyor. İlk uluslararası fuara Mısır, Yunanistan ve Sovyetler Birliği’nden 48 yabancı kuruluş, 32 vilayet pavyonu ve 45 yerli kuruluş katılıyor. 1937 İzmir Enternasyonal Fuarı’ının açılışını İktisat Vekili Celal Bayar yapıyor. Fuar alanı zamanla “Kültürpark” olarak sürekli yani 12 ay gezilen bir kuruma dönüşüyor, fuarın sembolü “Paraşüt Kulesi” kuruluyor. 1938 yılı fuarına 140 yabancı, 46 devlet kurumu ve 527 yerli kuruluş katılıyor. Açılışını başvekil Dr. Refik Saydam’ın yaptığı 1939 fuarına 574 yabancı şirket, 27 devlet kurumu ve 333 yerli şirket katılıyor.
2008 yılı 77’inci İzmir Enternasyonal Fuarı’na katılan ülkeler şöyle: Arnavutluk, ABD, Almanya, Avusturya, Azerbaycan, Bangladeş, Belarus, BAE, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Çad, Çek Cumhuriyeti, Çin, Danimarka, Endonezya, Filistin, Gabon, Estonya, Etiyopya, Fransa, Gürcistan, Hırvatistan, Hindistan, Irak, İran, İspanya, İsrail, İsviçre, İtalya, Japonya, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Kuveyt, Küba, Litvanya, Macaristan, Meksika, Mısır, Moğolistan, Moldova, Özbekistan, Pakistan, Polonya, Porto Riko, Romanya, Rusya Federasyonu, Senegal, Sırbistan, Slovakya, Sudan, Tayland, Tayvan, Tunus, Ukrayna, Umman ve Venezüella.
***
Cumhuriyet, demokrasi, Ergenekon ve ekonomi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Dünya ve Türkiye farklı yönlerde çalkalanıp duruyor; bunun en çok ekonomiye etkisi oluyor, ekonominin ucu da halka dokunuyor. İnsanlık ve halkımız bir taraftan bu badireleri en az zararla atlatmaya çabalarken, diğer taraftan kalıcı köklü çare ve çözümler arıyor. Biz de kırk yıldır bu çare ve çözümleri üretmeye ve ilgililere ulaştırmaya çalışıyoruz ama… İşte, her şey gibi bu derin meselelerin de “ama”sı var. Biz genellikle meselelere derin ve ilmî tahliller yaptıktan sonra, sözü “çağımızda uygulanması gereken çare ve çözümlere” getiriyor; muhatabın anlayış ve kavrama kapasitesine göre anlatacağımızı anlatıyor veya anlatmaya çalışıyoruz ama… “Ama”ların en önemlisini ise “Vermeyince Mabut neylesin Mamut” sözüyle özetleyebiliriz; muhataplarımızın “hidayeti kararmış” veya “anlayışları herhangi bir sebeple kıtlaşmışsa” biz ne yapabiliriz ki?!. Elbet bir gün anlayan ve uygulayan olur diye biz yazmaya ve hatırlatmaya sabırla devam edeceğiz…
*
Yukarıdaki girizgâhı, bugün ele alıp anlatacağım konunun daha iyi anlaşılması ve sonunda uygulanması gerekenleri bir kere daha hatırlatmak için yaptım.
Asıl konumuza geçersek; malum, 20. yüzyıl hanedanlıkların yıkıldığı, saltanat ve krallıkların ortadan kalktığı yüzyıldır. Onların yerine iki yönetim sistemi getirilmeye çalışılmıştır; cumhuriyet ve demokrasi. Türkiye başlangıçta “meşrutiyetler demokrasisi”ni denemiş, o demokrasi Osmanlı Devleti’ni tarihe gömmüştür...
Türkiye devleti “cumhuriyet” olarak kurulmuştur... Ardından 1950’lerde “demokrasi”ye geçilmiştir... Şimdi de bilerek veya bilmeyerek adeta Osmanlı dönemi Meşrutiyetçilerinin akıbetine doğru yol alınmaktadır...
Sovyetler ve Çin cumhuriyetçi olmuşlar, sonunda Sovyetler yıkılmıştır... Çin de çağımızda değişmekte ve adım adım demokratikleşmektedir...
Bu gerçekleri herkes bilir de; sorsanız ve “Aralarında ne fark var?” deseniz, size anlatamazlar, çünkü cahiliye döneminde yaşıyorlar... Tanımlamak yasak, bilmek yasak...
*
“Cumhuriyet” milletin hakimiyetidir.
“Demokrasi” ise halkın hakimiyetidir.
“Millet”in örgütlenmiş şekli “halk”tır.
“Cumhuriyet”te halk kurumlar hâlinde örgütlenir: Halk kendi okullarını kurar, kendi tarikatlarını kurar, kendi odalarını ve sendikalarını kurar, kendi partilerini kurar, kendi ordusunu oluşturur. Bu kurumların başları kendilerine bir devlet başkanı seçerler. O devlet başkanı yani “cumhurbaşkanı” bu kurumlar arasında dengeyi kurar ve ülke böyle idare edilir. Bu yönetim şekli “cumhuriyet”tir. Burada ekseriyet sistemi yoktur. Ülkeyi çoğunluk değil, uzlaşma idare eder. Uzlaşmayı da başkan ve yargı sağlar.
“Demokrasi”de ise halk örgütlenmemiştir. Tarikatlar etkisizdir. Odalar ve sendikalar etkisizdir. Üniversiteler etkisizdir. Yerinden yönetim yoktur. Genellikle iki parti vardır. Dört yılda bir seçim yapılır. Örgütsüz halk bu iki partiden birini o günkü basın baskısı ile tercih eder. Biri iktidar, diğeri ise muhalefet olur, sözde “demokrasi” ile ülkeyi idare eder giderler!..
Demek ki “demokrasi”, örgütsüz halkın ekseriyetinin oyunu alan partinin ülkeyi yönetmesidir. “Cumhuriyet” ise örgütlü halkın kurumlarının kendi atadıkları bir başkan yönetiminde uzlaşarak ülkeyi yönetmesidir.
“Bunlardan hangisi iyidir?” diye soru sorulabilir. Verilecek ilk cevap şudur:
O ülkedeki rejim eğer dıştan bağımsız, kendi millî iradesiyle çalışan bir rejimse, onlar için iyi ve kötü tartışması yapılabilir. Ama eğer dıştan güdümlü bir yönetimse, o zaman onun iyisi olmaz. Türkiye “cumhuriyet” rejimini dış baskılar içinde kurdu. Türkiye “demokrasi”ye de dış dayatma ile geçti. Dolayısıyla bunların ikisi de tam netice vermemiştir. (Devamı var…)
***
Cumhuriyet, demokrasi, Ergenekon ve ekonomi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Türkiye’de her iki dönemin yararları vardır. “Cumhuriyet”in kuruluşu dönemindeki yöneticiler bağımsızlık mücadelesi içinde idiler, İstiklâl Savaşı’nı kazanmışlardı. Şimdi “demokrasi” mücadelesi dönemindekiler de ekonomik istiklâl savaşı vermektedirler…
Halkın katılımı ve katkıları ile ekonomik istiklâl savaşı da zamanı geldiğinde kazanılacaktır. Bu gidişe doğru hazırlık, yöneliş, gelişme ve çalışmalar vardır. Yani, genel savaş ve özellikle de ekonomik istiklâl savaşı henüz bitmemiştir, devam etmektedir...
Asıl sorun nedir? Günümüzdeki kimi “demokratlar” tam teslimiyet içinde dışa bağımlıdırlar. Onlardan beklediğimiz ümitler ya iyice azalmış veya hiç kalmamıştır. Bu bakımdan çok rahatlıkla diyebiliriz ki, böyle “sözde demokrasi” olacağına, 1950’den önceki “cumhuriyet” olsun denebilir ama; onun da başarısızlığı dünyada kesinleşmiştir.
“Ergenekon” meselesini işte bu yönü ile ele alabilirsiniz; “demokratlar” ile “cumhuriyetçiler”in sözde çatışması veya savaşı. Gayrimeşru yoldan savaş veya cehaletin ve cahillerin birbirleriyle mücadelesi...
Açıkça diyebiliriz ki, dışa bağımlı olmayan bir “cumhuriyet”, dışa bağımlı “demokrasi”den kesin olarak iyidir. Bu bakımdan taraflardan birini çok fazla suçlayamayız, onlar da kendi cahil akıllarınca gayrimeşru bir şekilde mücadele etmektedirler…
*
Ergenekoncuların hataları nelerdir?
- Cumhuriyeti illegal yollardan getirmekte hayır yoktur. Masumları öldürerek, masumları suçlayarak gelen cumhuriyetten hayır gelmez. Ana hataları budur. Bunu da yine Batı sömürü sermayesi böyle yaptırmakta, böylece cumhuriyetin gelmesini önlemektedir.
- İkinci önemli husus; cumhuriyet tek başına demokrasisiz ayakta duramaz, zulüm yapmak zorunda kalır. Almanya’da, İtalya’da, Sovyetler’de, Çin’de ve Arap ülkelerinde olduğu gibi sonunda yıkılıp gider. Dolayısıyla cumhuriyeti ile demokrasiyi uzlaştıracak ve sentezleyecek bir yolun ve çözümün aranması gerekir.
Ergenekoncuların gidiş yolları ve cumhuriyeti tanımlamaları tamamen yanlıştır.
Biz burada onları sosyal yönüyle ele aldık; suçlu olup olmadıkları, siyasette haklı olup olmadıkları değil. Mesele yargıya intikal etmiştir, bekleyeceğiz… Güçlü olup olmadıklarını ise zaman belirler. Biz şunlar güçlüdür, şunlar haklıdır, başarılı olacaklardır demiyoruz. Temennimiz meşru gücün galip gelmesidir. Ancak, birileri hasmımız da olsalar, doğru bir şey söylüyorlarsa, kabul etmek zorundayız. İlmin ve adaletin gereği budur.
*
Bu durumda bazı tavsiyelerimizi tekrar hatırlatmakta yarar olacaktır:
- Önce şu bilinmelidir ki; Ergenekoncular dış güçler tarafından organize edilmiştir. Şimdi onlara yapılan saldırılar da dış güçler tarafından tahrik edilmektedir. Gaye, Türkiye’yi ordusu, halkı ve ülkesi ile bölmek, devletimizi yıkmaktır. Sözde mücadele içinde olan iki taraf da bunun bilincinde olmalıdır. Meşru güç üzerlerine aşırı gitmemeli, adaletin terazisini dengelemeli, bazı şeyleri görmezlikten gelmelidir. Nitekim Hilmi Özkök Paşa bunu yapmıştır. Sabır, karşılıklı sabır ve feraset, ülkeyi düşmanlara yem etmemek için tam da bugünlerde gerekmektedir ve elzemdir.
- İkincisi; her iki tarafa, meşru güç ile gerçekleri dile getiren ama özellikle gayrimeşru yolları takip eden tarafa sesleniyoruz: Bize, “ADİL DÜZEN”e, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e yani hak ve hukuk düzenine kulak verilmelidir. Siz böyle hak, hakikat ve hakkın gösterdiklerine ve halkın isteklerine yüz çevirirseniz, şeytanla bir olan düşman ehlinin arkasından giderseniz, çıkış yolu bulamazsınız. Daha da önemlisi; ülkenin siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarını çözüme kavuşturamazsınız.
Şairin dediği gibi: Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
***
“Halk ekonomisi” ile “tekel ekonomi” mücadelesi
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Batı ekonomisinin temel ilkesi nedir?
Batı ekonomisinin temel ilkesine göre “merkezî tekel bir irade” ekonominin genel düzenlemesini yapmaktadır. Bu irade insanları çalıştırmak, ücretlerini vermek, sonra da tekel ekonomi çarkları arasında üretilen malları onlara satmak, böylece ekonomik ve sosyal hayatı sürdürmek şeklinde tecelli etmektedir...
Sömürücü merkezî tekel irade bunu ya devlet eliyle yapmaktadır, bu “sosyalizm” olmaktadır; ya da tekel sermeye eliyle yapmaktadır, buna da “kapitalizm” denmektedir.
“Merkezî tekel irade” yani sömürü sermayesinin yaptığı planlamaya göre dinler silinip ortadan kalkacak, dinin yerini rejimler alacaktı. Dünya iki bloğa ayrılacak; Doğu bloğu “sosyalist” olacak, Batı bloğu “kapitalist” olacaktı. Dünya böylece ve bu sayede “sömürücü tekel sermaye ekonomisi” içinde yaşayıp gidecekti...
Ama planlanan olmadı, evdeki hesap/plan çarşıya/piyasaya uymadı.
Dinler yeniden canlanmaya ve halk nezdinde itibar bulmaya başladı...
Sovyetler ve sosyalizm/komünizm yıkıldı, o ülkeler şimdi arayış içinde...
Halk ekonomisi tekel ekonomiye karşı direndi, direniyor ve varlığını sürdürüyor... Gelişen teknolojiler ve iletişim kolaylıkları halkları birbirine yaklaştırdı, yaklaştırıyor..
*
Günümüzde yeryüzündeki bütün ülkelerde “tekel ekonomi” ile “halk ekonomisi” arasında büyük bir mücadele ve savaş vardır. Tekel ekonomi Merkez Bankaları aracılığıyla ve çok yönlü baskılarla kontrol altına aldığı hükümetlerle halk ekonomilerini çökertmeye çalışmaktadır. Bir taraftan devlet yatırımları ve devlet borçlanmaları ile halk sefalete düşürülüyor, diğer taraftan “özelleştirme” yoluyla sömürü sermayesi kamu yatırımlarına yani halkın varlıklarına konuyor. Bunu yapmayan veya yapamayan hükümetler indiriliyor.
Refah-Yol Hükümeti bunu yapmadığından indirildi...
Ecevit hükümetleri bunları yapamadığı için gönderildi...
Şimdi de onlara göre bunu yeterince yapmadığı veya yapamadığı için AKP’nin üzerine gidiliyor, kapatılmaya çalışılıyor... AKP yöneticileri, kuruluş aşamasında yapılan pazarlıklara göre daha sonra istenenleri tam olarak yapmadı mı, yapamadı mı? Şimdilik bilinmiyor ama er veya geç bilinecek. Son aylarda sürdürülen “parti kapatma davası” ile “Ergenekon davası” meselelerine bir de bu pencereden bakmak gerekmektedir. Öyle zannediyorum ki, bu pencereden bakıldığında daha sağlıklı sonuçlara ulaşılacaktır.
*
Hâsılı, “halk ekonomisi” ile “tekel ekonomi” arasındaki savaşta iktidarlar sermayenin yanında olmak zorundadırlar; yoksa indirilirler. İktidarlar eskiden askeri müdahalelerle indiriliyordu. Şimdi ise yargı ile yahut sokak hareketleriyle indirmeyi deniyorlar. İktidarda olanlar da korktukları için elleri ve ayakları bağlı bekliyorlar!
Bu durumda halk ekonomisini yine halkın azmi ve kararlılığı kurtaracaktır.
Bu gerçek doğa kanunundur. Her canlı kendisi için yaşar ve varlığını kendisi korur. Sermaye veya devlet eliyle halk ekonomisinin geleceğini beklemek doğa kanunlarına aykırıdır. Halk ekonomisini yine halkın kendi iradesiyle oluşan kendi örgütleri kuracaktır.
Ne var ki, sömürü sermayesi ve onun güdümündeki devletler gizli ittifaklarla “sahte halk örgütleri” kurmuş, bunların yöneticilerinin önüne birkaç kemik atmış; onlar da halka ihsan etme yerine, bulundukları makamlarda sadece gölge ediyor, halkın yararına bir şey yapmıyorlar. Yoksa, “halk ekonomisini” kurmada sendikalar, odalar, esnaf teşekkülleri, bunların kooperatifleri, belde başkanları halkın yanında yer almalıdırlar. Ancak günümüzde bunların yöneticileri de sömürü sermayesince şerbetlendikleri için şimdilik ses yok! Ama bu böyle gitmeyecek, devran dönecek ve “halk ekonomisi” başarılı olacaktır.
***
Halk ekonomisi ve ulaşım
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Dünkü yazımızda “halk ekonomisi” ile “tekel ekonomi” arasındaki mücadele üzerinde durduk ve zamanla “halk ekonomisinin” başarılı olacağını hatırlattık.
O halde “halk ekonomisi” bu “sermaye ve devlet tekellerini” nasıl yenecektir?
Bugün de bu sorunun cevabı üzerinde duralım.
Halkın ve “halk ekonomisi”nin karşısındaki bu tekelci sömürü sermayesi güçleri ancak ve ancak “Adil Ekonomik Düzen İşletmeleri ve Örgütleri” ile yenilecektir. Faizsiz sisteme dayanan bu ekonomi düzeninin işletmeleri kurulduğunda; “hak” geldiğinde “bâtıl” nasıl zâil oluyorsa, bunlar da aynı şekilde zâil olup gideceklerdir. Hakka yönelen halk uyanacak ve kendine gelecek…
İnsanlar ilme yönelecek, örgütlenecek, araştırmalar ve çalışmalar sonunda istidlâller yapacak... İstidlâllerin ardından insanlar bu çok yönlü çalışmaların gösterdiği yoldan yürüyecek… Ve bir gün küfür kapitalizminin güvendiği dağların ve kaynakların “halk ekonomisi” karşısında tuz gibi eridiği görülecektir.
*
Anlattıklarımıza insanlık tarihini şahit tutabiliriz.
Firavunların tahtları, sarayları, piramitleri, puthaneleri kimlere kaldı? Çağlarının en büyük süper güçleri olan Sasaniler (İran) ve Bizans (Anadolu, Trakya ve İstanbul) topraklarında şimdi kimler yaşıyor? Onları inanan küçük bir topluluk yenmedi mi?
Nitekim çağımızın süper sömürgeci güçlerini de aynı akıbetler beklemiyor mu?
Sovyetler ve sosyalizm/komünizm çöktü; ABD ve kapitalizm de çöküyor…
Tarih ve ilmî veriler, “halk ekonomisi”nin galip geleceğini müjdeliyor.
“Halk ekonomisi”nin çok yönlü varlığı ve dirliği için “Adil Ekonomik Düzen” üzerinde çalışanlar bilgi sahibi olacaklar ve halk işletmelerini kuracaklardır. O işletmeler sayesinde “halk ekonomisi” güçlenecek, hükümran olacak ve varlığını koruyacaktır. Bu yöndeki çalışmalar ve gelişmeler bunun gerçekleşeceğinin en büyük müjdecisidir.
*
“Halk ekonomisi”nin hükümran olması için neler yapmalıyız?
- Başta “ulaşım işletmeleri” kurmalıyız. İnsanları ucuz taşımalıyız, yükleri ucuz taşımalıyız, üretilen malları ucuz taşımalıyız. Sermayenin kâr amacını güden lüks ve konforlu ulaşımı yerine; sağlam, günü gününe nakledilebilen ama sade ve ucuz ulaşımı sağlamalıyız. İnsanlar birbirlerine çok ucuz bir şekilde gidip gelebilmelidirler. Bunun için “minibüs ve otobüs kooperatifleri” kurulmalıdır, “uçak ve gemi kooperatifleri” kurulmalıdır, diğer “ulaşım kooperatifleri” kurulmalıdır. Her aracın işletmesi ayrı olacak, sadece yolcu hareketlerini ve barınma yerlerini “kooperatif” ayrı işletmelere yaptıracaktır.
- Mutlaka örgütlenmeli ve “kargo ağı” kurmalıyız. Ulaşım hizmetleri alanında “ucuz kargo işletmeleri” kurarak bunlar sayesinde taşıma ve sevkıyatları gerçekleştirmek ana hedefimiz olmalıdır. Bu hizmetleri en iyi ve en ucuz bir şekilde gerçekleştirmek için çalışmaları vakıflarla sübvanse etmeliyiz. Selçuklu ve Osmanlılar döneminde hanlar, kervansaraylar, imaretler ve vakıflarla yapılan bu gibi hizmetler bize örnek olmalıdır.
- Ortak “internet ve haberleşme siteleri” kurulacak, cep telefonlarıyla da internete girilebilecek, böylece ucuz haberleşme sağlanacaktır. Halk cep telefonlarını çok ucuz imkanlarla kullanabilmelidir. Haberleşme ile ilgili kooperatifler birleşerek bir cep telefonu şirketini kurabilirler. Bu hususta halk kendi teknolojisini kendisi geliştirebilir.
- Bütün bu hizmetleri gerçekleştirmek üzere “faizsiz kredileşme ortaklıkları” kurmalıyız. Böylece “faizsiz halk ekonomisi” sömürü sermayesinin güdümündeki “faizli ekonomiye” galip gelecektir. Faizsiz ekonomi seminerleri organize edilmeli, konular teorik ve pratik açıdan ele alınmalı, alternatif çözümler üretilmelidir.
***
Ordu ve ekonomi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
“Ordu ve ekonomi” yazımın dünkü bölümünde çok kısa olarak, ülkemizin bu çok önemli meselesi üzerinde hem “teşhis” hem de “tedavi” boyutuyla durdum ve bize göre çözüm reçetelerini de yazdım.
‘Evet, doğru söylüyorsun ama IMF izin vermez! Çünkü o Türkiye’nin yaşamasına izin vermek istemiyor!’ diyenler olabilir. Doğrudur, IMF politikaları ile bugüne kadar hangi ülke ihya olup abad olmuş? IMF çalıştığı ülkelerin gerçekten dostu olsa, o ülkelerden hiç olmazsa bir-iki tanesinin bugüne kadar ekonomik istikrara kavuşması gerekmez miydi? Peki, siz dünyada IMF politikaları ile başarılı olmuş tek bir ülke biliyor musunuz?..
Daha açık yazayım: IMF ya “dost” ya da “düşman”dır.
Dost değil de düşmansa; hiç düşmanına teslim olan “devlet” olur mu?!.
Bugünlerde yeni anlaşma yapmak üzere yine IMF ile masaya oturmuş bulunuyoruz… Bu acı gerçekleri bir kere daha kısaca hatırlatıverdim… Kimlere hatırlattım; elbette kör, sağır ve dilsiz olmayanlara…
*
Tekrar ana konumuza dönelim.
Türk ordusunu güçlü kılmanın yolu, “ülke ekonomisini güçlü kılmak ve güçlü tutmak”tan geçmektedir. Bunu yapmak Türk devletini yaşatmak demektir.
Yeniden yapılanma çerçevesinde orduda yapılması gerekenler vardır.
-Sivil yönetim ile askeri yönetim birbirinden tamamen ayrılmalı, birbirlerinin işlerine karışmamalıdırlar. İkisi arasındaki dengeyi devlet başkanı korumalıdır.
-Ordularımızı 12 orduya çıkarmalıyız. Her bölgeye ve potansiyel düşmana karşı bir ordumuz olmalıdır. Bu ordular savunma orduları olmalı, gelirleri bağımsız hâle getirilmelidir.
-Ordu içi yönetime karışmamalıyız. Askeri kararlar askeri yargılama sistemi ile denetlenmelidir. Askerlikte hakemlik değil hâkimlik sistemi olmalı, komutan yargıç olmalıdır. Sorumluluk olarak sadece ordu başkanı muhatap alınmalıdır.
-Bir vatandaş ordunun birinden ihraç edilebilmeli ama başka orduya gidebilmelidir. Hiçbir ordunun kabul etmediği asker çok birisi demektir; artı o kişi gerekirse vatandaşlıktan da ihraç edilip yurt dışına sürülmelidir. Bunlar gelecekteki orduların varlığı için gereklidir. Türkiye devleti yaşamak istiyorsa kendi ordularına bir an önce çekidüzen vermelidir.
*
İşte bu gerçekler ışığında diyoruz ki:
-Türk ordusu son yıllarda önemli hatasız adımlar atmaktadır. Bunların en başta geleni, artık sivil hükümetlerle çatışma yerine onlarla uzlaşma yolunu tutmuştur.
-Türk ordusu artık dış güçlere değil, kendi ulusuna ve ulusunun seçtiği iktidara sadıktır. Başkalarının keyfi için halkını ezme hatalarından uzaklaşmış bulunmaktadır.
-CIA’nın isteğine uyarak NATO yapılanması çerçevesinde MİTin yaptığı provokasyonları tasvip etmemektedir. Ordu kendi görevini bilmekte, yeraltı örgütleriyle yapılacak savunmada bir yere varılamayacağını anlamış bulunmaktadır.
-İşte bu yeni ve olumlu anlayışın sonucu olarak bu sene ordudan ihraç yapılmamıştır. Bunu dört sebebe bağlayabiliriz: 1) İhraçlar yapsaydı Ergenekon ordunun tezgahı olurdu. Oysa Ergenekon ABD’nin tezgâhıdır. Kimseyi ihraç etmemekle ordudaki dayanışmayı ilan etti. 2) İhraçlar ordu içinde korku yaratır, askerler savunma refleksi içinde gruplanırlar, bu da orduyu böler. Dolayısıyla ihraç yapılmamalıdır. Ordu en sonunda bu önemli gerçeği anlamıştır. 3) Başbakanı muhalefet şerhi koymak veya koymamak durumunda bırakmamıştır. 4) Cumhurbaşkanını YAŞ kararlarını tasdik edip etmeme zorluğu içinde bırakmamıştır.
Türk milleti böyle bir ordusu olduğu ve olacağı için her zaman muzaffer olmuştur.
Sağ ol ordum; sana minnettarız, sana her zaman duacıyız...
***