|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
TEMMUZ 2008 |
|
|
|
Faiz, enflasyon ve sömürü
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.07.2008
Altın ve gümüş eskiden “para” idi. Bankalar halkın elindeki altın ve gümüşü “FAİZ” karşılığı toplar, iş sahiplerine daha fazla kredi ile verir, böylece ekonomi çalışmaya devam ederdi. Bu arada bankerler para kazanır, yani altın ve gümüşü kasalarında yığarlardı. Bankalar krediyi halka değil de üreticilere verdikleri için halkın elinde para olmaz, ürettikleri malları satın alamaz ve “ekonomik krizler” doğardı.
Malum olduğu üzere, dünya çapındaki bu krizlerin en şiddetlisi 1930’larda olmuştu.
Keynes buna çare bulmuş, sanayiciye “karşılıksız kâğıt para” vermişti. Fabrikalar işçileri çalıştırmış, işçiler mağazalardan malları almış ve böylece ekonomi yeniden canlanmıştı. 70 sene bu metotla ekonomi çalışmaya devam etti. Bu sayede tüm dünya Batı sermayesi tarafından istila edildi.
Faizciler yani küresel sömürü sermayedarları ne yapıyorlar?
-Yıllarca Sovyetleri sömürdüler ve nefes aldılar...
-Şimdi de Çin’e girdiler ve nefes alıyorlar...
Daha girecekleri ülkeler vardır:
-Hindistan bakir gibi görünüyor...
-Afrika kıtası ve Güney Amerika duruyor...
Demek ki faizci küresel sömürü sermayesinin biraz daha yaşayabilmesi için çağımız dünyasında imkânlar mevcuttur.
***
Faizli sistem uçak gibidir, durursa düşer; bu sebeple durmadan büyümek zorundadır. Durup düşmemek için yeni yatırım alanları bulabilmelidir. Bu alan “yer” değildir, “işçi”dir. Yani eğer sermaye yüzde 10 kazanıyorsa, gelecek sene yüzde 10 daha fazla işçi bulabilmelidir ki yeni yatırım yapsın, yapabilsin. Yeni işçiyi de ancak işsiz insanlar varsa bulursunuz. Yok eğer tüm dünya tek ekonomi çevresi hâline gelmişse, artık yeni işçi bulamazsınız, sadece artan nüfus kadar yeni işçi bulabilirsiniz. O halde “faiz” artan nüfus kadar olmalıdır.
İşte buna karşı bulunan çare “ENFLASYON”dur.
Diyelim ki bugünkü piyasada 5 trilyon dolar dolaşıyor. Bu dolar borç verilmiş, faizini Merkez Bankası almakta ve bunu Amerikan sömürü sermayesine aktarmaktadır. Cebimde dolar taşıyorsam, o halde cebimde taşıdığım doların faizini ben ödüyorum demektir. Çünkü onun faizi ödenmektedir. Başka türlü benim elime dolar nasıl gelebilir?
BU DOLARLARIN FAİZİ ENFLASYONLA ÖDENMEKTEDİR.
Doların değeri altına göre kaç lira düşüyorsa, o kadar faizi ben her yıl ödüyorum demektir. Demek ki “FAİZ” demek aynı zamanda “ENFLASYON” demektir.
Onu alan da o parayı çıkaran yerdir; ABD Merkez Bankası’dır, FED’dir.
***
Buna şöyle itiraz edilebilir.
Türkiye’de bugünlerdeki faiz yüzde 20’ler civarındadır.
Oysa Türkiye’deki enflasyon yüzde 10’lar civarındadır.
O halde faiz ile enflasyon eşit değildir…
Ecevit iktidarları zamanında büyük işsizlik vardı. Para o işsizlik durumuna göre dengelenmişti. AK Parti’nin iktidar olmasıyla birden bire işçiler yeni iş buldular. Dolayısıyla Türkiye’de yeni işçiler katıldığında o işçileri finanse edecek kadar faiz millî hâsıladaki artışın karşılığı olduğu için o kısım enflasyon yapmaz. Bu durum işsizlik kalmayıncaya kadar devam eder. Beş senelik AK Parti iktidarı zamanında böyle oldu. Bu sebeple enflasyon faizden geçici olarak azdır…
Evet, öyle gibi görünüyor ama kazın ayağı hiç de öyle değil.
Konumuza, “Türkiye faizle nasıl soyulup sömürülüyor?” şeklinde devam edeceğiz…
***
2008 yılı ve önemli gelişmeler… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
02.07.2008
Günümüzde Batı uygarlığını oluşturan ve insanlığı ateist bir tek devlete götürmeyi hedefleyen 500 yıllık siyasetin mimarları küresel sömürü sermaye sahipleri ne yaptılar?
20. yüzyılı askeri darbeler yüzyılı olarak tarihe geçirdiler...
Aynı küresel sömürü sermayesi şimdi de 21. yüzyılda askeri darbeler yüzyılı olarak değil; sokak hareketleriyle meclisleri devirmek, bir şekilde halka kendi istediği iktidarları getirtmek, Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi atanmış valilerle devletleri yönetmek istemektedir. Artık askerlere güvenemiyor. Onları kendi hükümranlıkları için zararlı görmeye başlamıştır. Şimdiki hedefi orduları yok edip ordusuz dünyayı yönetmektir.
Ekonomilerini çökerttiği ülkeleri, küresel sömürü sermayesi tetikçilerle yönetmek istemektedir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere tetikçiler için idam kaldırılmış, hapishaneler lüks otellere çevrilmiş, tetikçilik itibarlı meslek hâline getirilmiştir...
***
1960’tan itibaren Türkiye’de Millî Görüş Hareketi başlamıştır. CHP, Millî Selamet Partisi ile koalisyon yapmış, Süleyman Demirel de MC hükümetleri dönemlerinde MSP ile işbirliği yapmıştır. MSP İzmir Adayı olan Turgut Özal daha sonra parti kurmuş ve başbakan olmuştur. ANAP demek, Millî Görüşün geçiş versiyonu demektir. Refahyol Hükümeti ise küresel sömürü sermayesinin tasvip etmediği bir hükümettir. Sonunda Millî Görüş Hareketi’nin bölünerek parçalanması için AKP’yi sömürü sermayesi desteklemiştir...
Küresel sömürü sermayesi AKP’yi parçalamak için iki yıllık bir planlama yapmıştır. Meclis’teki resepsiyon krizi ile başlayan bu parçalama senaryosunu başörtüsü merkezli yapmıştır. İlk iki yıllık parçalama operasyonları başarısızlıkla neticelenmiştir. Buna sebep de beklenmedik 3 Mart Tezkeresi’dir.
Hesap basitti; tezkere geçecek, Türkiye Irak ve İran’la savaşa girecek, bu arada buna muhalif kalan CHP iktidar yapılacak ve savaş durdurularak Kemal Derviş iktidar edilecekti. Ancak, küresel sömürü sermayesi meclisteki oylama sisteminden habersiz olması sebebiyle buna muvaffak olamamış, ayrıca Baykal, Ecevit gibi yönetimi Kemal Derviş’e bırakmamıştı.
2004’te hedefine ulaşamayan küresel sömürü sermayesinin yeni darbe için iki yola ihtiyacı vardı. Ama başarılı olması için 2007’yi beklemeliydi. Tezkere malum oyunu bozunca, sömürü sermayesi AKP’ye yapacağı operasyonu mecburen 2007’ye erteledi. Planlanan son oyunu bu sefer de halkın yüzde 50’ye varan Millî Görüş oyları bozdu ve erteletti. MHP ve DYP oylarını da sayarsak, bu oyların oranı yüzde 70’leri aşıyor.
Böylece ikinci küresel sömürü sermayesi saldırısı da başarısızlıkla neticelendi.
***
Bütün bu gelişmelerden sonra 2008 yılı, Türkiye ve insanlık tarihi açısından “dönüm yılı” olacak gibi görünmektedir...
Dikkat eder ve hatırlarsak görürüz ki, büyük ve önemli olaylar cereyan ediyor.
Birinci büyük olay ve önemli gelişme ABD başkanlık seçimidir.
ABD’de halk uyanmağa başlamıştır. Halk artık küresel sömürü sermayesine karşı sesini yükseltiyor. Atanan ve halka onaylatılan başkanlar sömürü sermayesini dinlemez oldular. Önümüzdeki ABD başkanlık seçimlerinde çok önemli bir olay vardır: Zenci olan ve Müslüman bir babadan dünyaya gelen bir kimse ABD’ye devlet başkanı oluyor.
Bir zamanlar aynı lokantada yemek yemedikleri, aynı otobüse binmedikleri bir kimseyi başkan adayı yaptılar. Kim bilir, belki de bu adayı Cumhuriyetçiler kazansın diye çıkardılar ama; ya bu oyun Türkiye’de olduğu gibi ters teper de Obama ABD başkanı olursa, o zaman yeni çağ başlıyor demektir. Amerikan halkı gittikçe uyanmaktadır.
Öyle tahmin ediyorum ki, Amerikan halkı bu sefer mahkeme kararları ile oylama sonuçlarını değiştiremeyecekleri kadar çok oyu verecekmiş gibi görünüyor...
***
2008 yılı ve önemli gelişmeler… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
03.07.2008
Dünyada sürüp gelen ikinci önemli olay ve gelişme İran meselesidir.
Atom bombası veya başkaca güçlü bir silahı olmadığı halde, ABD iftira etmiş ve Irak’a saldırarak işgal etmiştir. Ne var ki beklenen sonuç alınamamış, Irak halkı ABD’ye yani işgalcilere “hoş geldiniz” dememiştir. Afganlılar ise tarihte olduğu gibi yine teslim olmaz, dağlara çekilir, zamanı gelince vurur ve düşmanı yok ederler. Iraklılar da direnmeye devam ediyorlar. İran da Türkiye de küresel sömürü sermayesinin güdümünde Irak’a saldırmıyor... Başkan Bush ve İsrail şaşkın haldeler, İran’a saldırabilirler...
“İran” elbette “Irak” değildir. Coğrafi ve tarihi sebeplerle İran’ı fethetmek son derece zordur. Amerikan ordusu karada İran’ı yenemez. Şimdiki ABD yönetimi, Demokratlara kanlı bir gelecek bırakmak için saldıracaktır. Bu saldırı Cumhuriyetçilere oy kazandıracak mıdır? Bekleyip göreceğiz...
Bu olay büyük olaydır. Türkiye’de tezkerenin reddi ile ABD’nin süper güç oluşu sona ermiştir. İran’daki başarısızlığı ise ABD’nin süper güç konumunu fiilen sona erdirecek, ABD artık içe dönük siyasete girecektir.
***
Bu arada Türkiye’de de çok büyük ve acayip bir olay olmaktadır.
Türkiye’de AKP’nin yani yüzde 50’ye yakın oy almış olan iktidar partisinin kapatılmaya çalışılması acayiptir. İktidar partisini gizli bir el kapatmaya çalışmaktadır. Kimi güçlerin de bu kapatmaya karşı harekete geçmeyip seyirci kaldığı bir eldir, bu gizli el.
Belirsiz meçhul bu elin hedefi Türkiye’yi yıkmaktır.
Başörtüsü davası da bunu açıkça ortaya koydu. Bu gizli el karşısında harekete geçmesi gereken güçler seyirci kalmaya devam ederse, başta borçlanmalar olmak üzere çok yönlü ekonomik baskılara maruz kalan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yıkılma tehlikesine maruz kalacaktır. O zaman yeniden istiklâl savaşı yapmak zorunda kalacağız demektir...
Bu arada AKP ister kapatılsın, ister kapatılmasın, fark etmez; artık AKP’nin iktidarı son bulmuştur. Ancak, hakimler ve yargıçlar diktatörlüğünü Türkiye’de kalıcı yapmak için AKP’yi kapatmayabilirler, Erdoğan ve Gül de biraz daha o makamlarda kalırlar...
Bu durumda hakimler ve yargıçlar diktatörlüğü devam edemeyeceği için başka birileri onların yerini alır.
Bu/nlar “kim/ler” olabilir?
***
Kemal Derviş olabilir mi?
Kemal Derviş’in yeniden gündemde olması da büyük ve önemli olaydır. Önemlidir, çünkü bir önceki dönemde Türkiye’ye geldiğinde ülkemize ne gibi “siyasi ve ekonomik travmalar” yaşattığı hepimizin malumudur. Onları şöyle bir hatırlayınız...
Kemal Derviş veya bir başkası; bu kişi veya kişiler kim olurlarsa olsunlar, elbette “küresel sömürü sermayesinin temsilcileri” olacaklardır.
Mesela Kemal Derviş olabilecektir. Bu kişinin şahsında yapılmak istenen Kırgızistan, Gürcistan ve Ukrayna misali bir devlet yönetimi oluşturmaktır. Bu gelen “kişi/ler” belki de ilk iş olarak başörtüsü sorununu çözecek, birkaç yıl Türkiye rahat nefes alacaktır. Bu arada önce ordu zayıflatılıp yok edilecektir, çünkü Türk ordusu varken Türkiye’yi yıkmak mümkün değildir. Güçlü Türkiye yıkılmadan da İsrail imparatorluğu kurulamaz...
Evet, gelişmelere bakılırsa “2008 yılının önemli yıl olduğu ve olacağı” bellidir. Bunun böyle olacağını 2002’lerde de yazmıştık. Biz o zaman “ADİL DÜZEN”in geleceğini savunmuştuk. Şimdi sesimizi yükseltip de böyle böyle olacaktır diyemiyoruz; bekliyoruz...
AMA ŞU KESİN BİLİNMELİDİR Kİ,
“ADİL DÜZEN” ülkemize ve bütün dünyaya Türkiye’den gelmeye başlayacaktır.
Beklentimiz, bu sonucun 21. yüzyılın ilk 33 yılı içinde gerçekleşmesidir.
***
Türkiye’de faiz, enflasyon ve sömürü
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
04.07.2008
Faiz, enflasyon ve sömürü konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Dün yazdıklarım dışında Türkiye’de ayrıca başka bir şey olmaktadır.
Faiz Türkiye’de Türk Lirası olarak ödenmiyor.
Faiz dışarıdan gelen borç dövizlerle yani dolarlarla ödeniyor!..
Biz borçlanıyoruz ama karşılığında yeni para basmıyoruz.
Bunun sonucu olarak faiz kadar enflasyon olmamaktadır, ama faiz kadar dışarıya olan borcumuz artmaktadır.
Sonuç olarak yine faiz kadar yeni para basılıyor ama biz basmıyoruz, Amerikalılar basıyor, yani onlar bizden “vergi” olarak alıyor ve bizi sömürüyor.
Çünkü enflasyon demek, çok rahat olarak tahsil edilen “vergi” demek, yani sömürü demektir.
Genel olarak durum nedir, mesela İran dolar veya euro kullanıyor mu?
Evet, kullanıyor. O halde şimdi İran’da ne kadar döviz varsa onun faizini onlar her yıl ödemektedir. Çünkü dolardaki enflasyon sonunda İran tarafından ödenmektedir.
Böylece ABD Merkez Bankası, İran ve dünyadan faiz/vergi tahsil etmektedir.
***
Bu faizden İran, Türkiye, diğer ülkeler ve insanlık nasıl kurtulacaktır?
İran (veya petrol üreten herhangi bir ülke) diyecek ki; ben petrolün varilini 100 dolara satıyorum ama bir şartla, bana riyal (İran parası) getireceksiniz, ben dolarla satmam. O zaman halk İran’a ucuz ucuz mallar satacak, riyal alacak ve onunla petrol alacaktır. Böylece İran halkı ucuz mal tüketecek yani dünyayı sömürecek demektir. Şimdi ise İran petrolünü dolar olarak satıyor. Eline fazla dolar geçiyor ama buna mukabil doların satın alma gücü düşüyor. Yani dolardaki enflasyon Amerika Merkez Bankası’nın kazancı oluyor. Petrolün fiyatı artıyor ama kazanan petrol ülkeleri değil, ABD Merkez Bankası patronları olmaktadır.
Türkiye, dünya ülkeleri ve petrol üreten ülkeler, ne zaman kendi ihraç mallarını kendi paralarıyla ihraç ederlerse, işte o zaman “faiz sömürüsü”nden kurtulmuş olurlar.
***
İki gündür yazdıklarımı teyid eden bir yazarın ‘Korkunç “gerçeği” açıklıyorum...’ (Yiğit Bulut, Vatan, 23.06.2008) makalesinde yazdıklarıyla pekiştirelim:
Hatırlarsanız, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek açıklama yapmış ve “Türkiye faizle soyuluyor” iddialarımıza karşı çıkarak, Türk Hazine bonolarının % 80’inin yerli yatırımcıların elinde olduğunu söylemişti! İşte bu veri kesinlikle ve kesinlikle doğru değil!
Bu noktada bazı detayları tespit edelim ve kendisine soralım; Türk Hazine bonoları takası “isme” değil! Türkiye’de bütün saklamalar isme yapılır, sistemler “elektronik olarak” gerçekten mükemmel çalışır ama “hazine bonosu” konusunda kimse oralı olmaz! Daha da ilginç olanı; hiçbir hükümet de bu düzenlemeyi yapmaya yanaşmaz! SPK’nın Doğan Cansızlar döneminde defalarca hükümetlerden istemesine rağmen bir türlü “isme saklama” ile ilgili düzenleme yapılmadı... Ben de hemen kendi elimdeki bilgiyi aktarayım; Şimşek nasıl biliyorsa, ben de biliyorum ve iddia ediyorum: Türk Hazine bonolarının % 91’i bir Alman ve bir İngiliz bankasında! Yani bu halkın “ödediği faizin % 91’i bu yabancı bankaların” kendilerine ve müşterilerine gidiyor! 72 milyon insanımız çalışıyor, çabalıyor ve “dolar bazında % 42’lere varan bir faizi” 5000 civarında gerçek-tüzel kişiye aktarıyor ve bunların % 90’ından fazlası yabancı !
Sonuç: Türkiye’nin, tıp tabiriyle; damar yolu açık ve açık bu yoldan “iliğimiz-kemiğimiz” FAİZ yoluyla emiliyor. Buna “dur” demek istediğimiz zamanda, devletin Hazine Bakanı çıkıp “doğru değil, bu yerlilerin elinde” diyor! Ben de iddia ediyorum; hazine bonolarının % 91’i bir İngiliz, bir Alman bankasının ve onların müşterilerinin elinde! Vicdanı olan herkes bu konuya eğilir!
Vesselâm…
***
Böyle nereye kadar?!.
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.07.2008
Topluluklar doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölürler...
Uygarlıklar da böyledir, topluluklar gibidir.
II. bin yıl uygarlığı ömrünü doldurmuştur.
Şimdi III. bin yıl uygarlığına gitmekteyiz...
Yaşlanmış insanın ölümünü engellemeniz veya ömrünü tamamlamışsa onu daha fazla yaşatmanız mümkün değildir. Ama öldükten sonra, hattâ ölmeden önce; onun işlerini kimler görecek, onu belirlemeniz, onun hazırlıklarını yapmanız gerekir...
İnsanın sağlığı bozulacaksa önce başı ağrır, ateşi yükselir, öksürür; alınması gereken tedbirler almazsa hasta olur, yataklara düşer... Sonunda mukadder akıbet gelir ve ölür.
Hava önce bulutlanır, sonra yağmur yağar. Her olaydan önce o olayı uyaran bir olay gelir. Rüya bunlardan biridir. Böylece bizim tedbir almamız sağlanır. Zelzele aniden geldiği için en tehlikeli âfet sayılmaktadır.
Yaşlanıp ortadan kalkacak uygarlığın habercileri de “sosyal sıkıntılar”dır, “sosyal âfetler”dir, “sosyal tsunamiler”dir, “sosyal tufanlar”dır...
Bugün ne gibi sıkıntılarımız vardır, insanlık hangi sıkıntıları yaşıyor?
***
İşsizlik sıkıntısı vardır... İş sorunu çözülse bile, “sosyal güvenlik sorunu” çözülemediği için “aş sorunu” vardır... Aş sorunu olunca elbette “eş/ev sorunu” vardır…
“Tekel merkezî yönetim”in emrindeki “basın ve yayın” yani “medya” bizi şaşkına çevirmiş, gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır kılmıştır; doğru haber alamıyoruz... Beynimiz bâtıl basın tarafından baltalanıyor, yıkanıyor, yönlendiriliyor ve düşünemez hâle geliyoruz...
En kötü tarafı; yıllarca süren/süründüren davalar devletin bazı kurumlarını yararlı olmaktan çıkarıp zararlı hâle getirmiştir. Halk artık devletin bu kurumlarını yaşatmak için değil, onlardan kurtulmak için çalışıyor. Çünkü o kurumlar halka yük olmaya başlamıştır...
Bu böyle devam edemez, bu devran böyle dönemez... Gerek dünyada gerekse Türkiye’de her gün bazı rakamlar kötüye, daha kötüye doğru gitmektedir...
Bu kötü gidişat nereye kadar?!.
Biz askerî müdahalelerden hoşlanmıyorduk...
Şimdi meçhul güçler başka şekillerde müdahale ediyor...
Neden?.. Neden?.. Neden?..
***
Neden olacak:
Çünkü olanlardan ve olaylardan ders almadılar...
Halk anayasa ekseriyetini verdi; onlar bunun hakkını vermediler, veremediler...
AB ve ABD onlarla iyi geçinmeye başladı; onlar bu fırsatı değerlendiremediler…
1 Mart Tezkeresi’nden sonra Fransa, Almanya, Rusya ve Çin yanımızda yer aldı; onlar bunu değerlendiremediler…
Peki, ne yaptılar?
Millî Görüş gömleklerini çıkarmakla meşgul oldular!..
Başka ne yaptılar?
Zinayı kanunlaştırmakla/kutsallaştırmakla meşgul oldular!..
Başka ne yaptılar?
KİT’leri “özelleştirme” adı altında satmakla uğraştılar!..
Başka ne yaptılar?
Zulme boyun eğdiler, “Adil Düzen”i düşünmediler!..
Hani derler ya; siz eşek gibi çalışırsınız, onlar da at gibi yerler...
Aynen öyle bir şey; Türk halkı çalışıyor, sömürü sermayesi yiyor!..
Bu yaptıklarının millete ne gibi yararları var?!.
Her yıl katlanarak artırılan dış borçlarla yapılan işleri ‘yaptım’ demek, hangi akla hizmettir?!.
Dış ticaret büyüyormuş, ihracat patlıyormuş?!.
İhracat patlıyor ama ithalat daha fazla patlıyor!..
Ülke borç içinde batıyor!..
Bunların neresi iyi, neresi hayırlı?!.
Söylenenler hangi akılla, hangi mantıkla söylenebilmekte ve yapılabilmektedir?!.
İşsizliği kaldırdık veya azalttık diyorsunuz.
Bir insanın maaşı 500 YTL, evin kirası da 500 YTL! Karı-koca çalışıyor, sadece mutfak ve kira masraflarını karşılayarak yaşıyor!
Kimi Anadolu’dan göç eden aileler hâlâ ana babanın desteğiyle, köyün desteğiyle sefalet içinde şimdilik sürünebiliyor...
Peki, daha sonrasında ne olacak; böyle nereye kadar?!.
***
“Millî Görüş”ten önce ve sonra…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
08.07.2008
Osmanlıların son dönemi ile Cumhuriyet döneminde halkımızla istihfaf edilmiş, halkımız hafife alınmış, küçümsenmiş; ‘halk ne bilir, halk ne anlar’ denmiştir!..
Saltanat dönemindeki tek kişi yerine, cumhuriyet döneminde siyasiler ve bürokratlar halkı istihfafa başlamışlardır. İttihat ve Terakki’den itibaren bir derin güç oluşmuştur. Bu derin güç Osmanlıların kullar sınıfından gelen bürokrasinin kitleselleştirilmesi ve kurumsallaşmasıdır. Bu derin güç Türkiye’ye çöreklenen küresel dış sömürü sermayesinin parasal desteği ile geliştirildi. Onlara göre halk bir sürüdür; bu sürüyü işbirliği içinde yönlendirelim, yönetelim, sömürelim diyorlar ve öyle yapıyorlardı...
Dünyada küresel sömürü sermayesi vardır, onlara göre aptal halkı o sömürecektir; buna “kapitalizm” denir. Devlet gücü hâline dönüşen güç var, aptal halkı o sömürecektir; buna da “sosyalizm” veya “komünizm” denmektedir. Bazen tek başlarına bu sömürüyü başaramazlar, birleşirler ve “karma ekonomi”yi oluşturup halkı birlikte sömürürler...
***
Çok partili döneme geçildikten ve özellikle de 1970’lerden itibaren halk “Millî Görüş”e oy veriyor, her seferinde “Millî Görüş”ün oyunu artırıyor... Ancak o malum derin güç bunu sindiremiyor, müdahalelerle iktidarı rahatsız ediyor, halkın seçtiklerini indiriyor...
Geçen yüzyılda derin güç ülkelerdeki müdahaleleri askerlere yaptırıyordu. Ancak sömürü sermayesi gördü ki; askerler müdahale ediyor, iktidarı ele geçiriyor, ama tam olarak sermayenin istediğini yapmıyor... Bunun üzerine sömürü sermayesi yeni bir şey deniyor; ordusuz müdahaleyi deniyor, askerleri uzak tutuyor, sözde “halk hareketleri” ile meclisler basılıyor, yeniden hileli seçimler yapılıyor... Ukrayna, Kırgızistan ve Gürcistan’da bu oyun oynandı; şimdi de benzer oyun Türkiye’de oynanmak isteniyor...
Asker uzak tutulacak, sokak çapulcuları ile meclis basılacak, hükümet indirilecek, sonra oralara onların istedikleri -Kemal Derviş’vari kimseler- oturtulacak...
İşte bu halkın istihfafıdır, halkın hafife alınmasıdır, halkın küçümsenmesidir, halkın aşağılanmasıdır. Onlara göre halk sürüdür, yöneticiler ne yaparsa halk ona uyar!
Kırgızistan, Ukrayna ve Gürcistan’da sermayenin istediği olmamıştır. Türkiye’de de olmayacaktır. Evet, biz burada açıkça ilan ediyoruz: Türkiye’yi Türk halkı, Türk milleti yönetecektir; halkı istihfaf eden, hafife alan, küçümseyen derin güç yönetmeyecektir.
***
“Millî Görüş”ten önceki partiler, mesela bir köye ‘yol getireceğiz, elektrik getireceğiz, su getireceğiz’ der, dört-beş sene getirmez, senelerce oyalar, o yörenin oyunu öylece baskı ile alır. Sonra sıra başka meselelere gelir, her seçimde halka vaat edilecek başka bir şey bulunur. Mesela, illere bile fabrika yapılmaz, vaat edilir ama yapılmaz...
Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan bu çarpık zalim düzeni değiştirdi, “her ile fabrika” dedi; kıyametler koptu... Sonra ne oldu? Şimdi birkaç fabrikası olmayan il var mı? Bırakınız iller, şimdi ilçelerde bile sanayi siteleri vardır. Oysa Millî Görüş’ten önce dört-beş sene fabrika vaat edilir, dört-beş sene fabrikanın yeri seçilir, böylece halk oyalanır dururdu…
Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan ne yaptı?
Her ile üç fabrika vaat etti ve sanayi planlamasına aldı. Yerini gösteren il ve ilçede hemen inşaat başladı. Böylece yıllar yılı süren kavgalar bitti, her ilde fabrika/lar kuruldu. Bugün artık sadece illerde değil, birçok ilçelerde bile sanayi siteleri vardır.
Bugün başörtüsü, İmam-Hatip, İlâhiyat gibi sorunlar; işsizlik, aşsızlık, evsizlik, eşsizlik gibi sorunlar; dış borçlar, iç borçlar, cari açık başta olmak üzere her türlü açıklar; halkı oyalayan sorunlardır...
Bu sorunlardan kurtuluşun tek reçetesi vardır; Millî Görüş.
Bu gömleği çıkaranların başarı şansı sıfırdır. Türkiye’de sorunlar ve siyaset artık “Millî Görüş’ten Önce” ve “Millî Görüş’ten Sonra” diye ayrılsa yeridir.
***
Sömürenlerin putları yıkılacaktır…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
09.07.2008
Sömürenlerin putları, tanrıları vardır. Acaba sömürenlerin putları nelerdir?
-Dolarları yani “karşılıksız kâğıt paraları” onların bir numaralı putlarıdır. Sonunda “dolar” mı galip gelecek, yoksa “halk” mı? Yarın dolar yerine halkın onayladığı para geçerli olacak. Halk; ‘elinizi bu faizli pisliğe sürmeyin’ dediği zaman, artık yeryüzünde doları kimse eline almayacaktır. Onun yerine altın karşılığı çıkarılan altın para geçerli olacaktır...
-Onların ikinci putları ise bombadır, atomdur, her türlü silahtır.
Biz istersek ülkeleri ve halkı bir günde silahlarımızla yok ederiz, halkın ne gücü varmış ki diyorlar. Oysa bir milyon halkı silahla yok etseler bile; halk bir milyar insan olur, iki milyar insan olur ve varlığını sürdürür. Artık milyarları silahlarla yok etmek mümkün değildir...
-Üçüncü putları ise yalandır, medyadır, basın-yayındır.
Ellerine geçirdikleri medya gücünü halkı kandırmak için kullanmaktadırlar. Bu suretle yalanın, yönlendirmenin, kandırmanın onları her yere ve ilelebet iktidara ulaştıracağını sanmaktadırlar. Oysa, yalancının mumu yatsıya kadar sürer. Bu sahte tanrı da bir gün buz gibi eriyip gidecektir...
-Onların dördüncü putları ilimdir, doğadır, tabiattır.
İlmin gücünü görünce kendilerini güçlü sandılar. Ne var ki ilim 20. yüzyılın sonunda onlara ihanet edip cephe değiştirdi, halkın tarafına geçti. Artık halk ve dindarlar da âlim oluyorlar. Bu güç artık onlarla değil, bizimle beraberdir. Yarın bütün güçler Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olacaktır...
-“Karşılıksız kâğıt para”nın tanrı olmayacağını halktan önce onlar da biliyorlar.
-“Silah gücü”yle sorunların çözülmeyeceğini onlar da biliyorlar.
-“Yalancı medya”yla bir yere varılmayacağını onlar da biliyorlar.
-“İlim” tanrı değil, Tanrı’ya götüren araçtır, bunu da biliyorlar. Ama cahil halkı belki ikna edip bir süre sömürebiliriz diye yalanlarına devam diyorlar. Bu putları savunurken tanrı olmadıklarını biliyorlar ama halkı inandırmak için inanmış görünüyorlar.
Bu putlardan kurtulmak için “işçilik sistemi” sone erdirilmeli, “ortaklık sistemi” getirilmelidir. Kişi “ortaklık sistemi” sayesinde bir-iki patrona değil, topluluğa yani halka hizmet edecek, topluluğun işçisi olacaktır. Bunun için “emek sahibi” her insanı “hür insan” hâline getirmeliyiz. Kişi birine değil, hukuka ve sözleşmelere uymak zorunda olmalı, “iş ortakları” ile eşit haklara sahip olmalıdır.
Bunun gerçekleştirilmesi için şunlar yapılacaktır:
-Herkesin yeryüzünde kira payı vardır. Çalışmasa da herkes yaşayabilmelidir. Kira payından yararlanarak, isterse çalışmak zorunda olmamalıdır. Bunun için kişiye iki hâl tanıyoruz; ya emekliliğini al ve çalışma, ya da emekliliğini alma, çalışma kredisini al. Böylece kişi yaşamak için çalışmak zorunda olmaktan kurtarılmıştır. Çalışmayanlar fonda toplanan miktarı paylaşırlar. Sayıları çoğalırsa payları azalır, o zaman çalışmak zorunda kalırlar.
-Herkese “çalışma kredisi” verilir ve “git istediğin işyerinde çalış” denir.
Senin ücretini topluluk olarak biz ödeyeceğiz ve işvereni borçlandıracağız. Ayrıca aldığı ham maddenin bedelini de onu borçlandırarak biz ödeyeceğiz. Bu borç icrasız ve faizsiz olacaktır. Böylece herkes sermayesini sırtında taşıdığı için işverenle eşit hâle gelmiş olacaktır.
-Küçük firmaların büyük firmalarla birlikte faaliyetlerine devam edebilmeleri için “Genel Hizmet Kooperatifleri” kurulmalıdır.
Küçük işletmeler kendi içlerinde tamamen bağımsız ama dışarıya karşı tek marka hâline gelmelidirler. Sabit giderleri olmamalıdır; bedel, emek, tesis ve genel hizmet üretimden pay almalıdır.
-Masraflarını asgariye indirmek ve işletmeleri teke gitmeye zorlamak için “dayanışma ortaklıkları” kurulmalıdır.
Sigortalama böyle yapılmalıdır.
İşte bu şartlarla eşitlik sağlanacak ve herkes yalnız topluluğun kulu olacaktır. Amir yok, ulu’l-emr vardır, görevli vardır; “hâkim” değil “hâdim” vardır.
Hülâsa; sömürenlerin putları yıkılacaktır…
Vesselâm…
***
Yeni dönemin parası “Kaydi Para” (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
10.07.2008
Tarihte uygarlıklar gelip geçmiştir.
Her uygarlığın kendine özgü parası olmuştur.
Toplayıcılık döneminde kuru yemiş, avcılık döneminde deri, çobanlık döneminde yün ve koyun, tarım döneminde tahıl para olarak kullanılmıştır. Pazar dönemine gelindiğinde bakır ve gümüş gibi madenler para olarak kullanıldı. Ticaret döneminde altın para oldu. İşçilik döneminde banknot kâğıt para olarak kullanılıyor...
Şimdi III. bin yıl uygarlığına geçiyoruz. Artık “işçilik dönemi” sona eriyor, “ortaklık dönemi” başlıyor; “merkezi tekel ekonomi” yerine “rekabetli halk ekonomisi” devreye giriyor. Yeni dönemin yeni parası olacaktır. Yeni para olmadan yeni döneme geçilemez.
Kapitalizmi yaşadık; sorunlarıyla birlikte hâlâ yaşıyoruz…
Komünizmi veya sosyalizmi de bütün zalimlikleriyle yaşadık…
Görüldü ve anlaşıldı ki, sosyalizm de yeni bir uygarlık değildir, sadece işçilik döneminin bir versiyonudur.
Oysa “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” ileri uygarlıktır.
O halde şunu soracağız: Yeni dönemin, yeni uygarlığın parası ne olacaktır?
Ve cevap vereceğiz: Yeni dönemin parası “Kaydi Para” olacaktır.
***
-Kaydi para ne demektir?
Günümüzde kaydi para uygulaması kısmen başlamıştır.
-Akbil bir kaydi paradır.
-Banka kartları kaydi paradır.
-Taksitli satışlar kaydi paradır.
-Bakkalın veresiye defteri kaydi paradır.
Gelecek dünyanın parası işte böyle “Kaydi Para” olacaktır. Günümüzde kısmen uygulamaya başlanmış bulunan ama henüz kanunlarla gerektiği gibi düzenlenmemiş olan “Kaydi Para” geleceğin tek parası olacaktır.
***
Kaydi paranın çalışabilmesi için bazı şartlar gerekecektir.
-Bir kişi yalnız bir kredileşme kooperatifine ortak olacak ve herkesin yalnız kredileşme kooperatifinde bir kredileşme hesabı olacaktır. Bankalarda kişilerin değil kooperatiflerin hesapları olacaktır.
-Kooperatif ortaklarına/üyelerine bir kredi limiti tanıyacaktır. Bu limit dâhilinde olmak üzere her ortak kimden alırsa alsın kooperatiften almış olacak, bu kişiye kooperatif dayanışma ortaklığı ile kefil olacaktır. Kooperatif ayrıca bu limit için bir taşınmaz ile teminat alacaktır. Bir taşınmaz ancak değerinin yüzde sekseni ile teminat olacaktır.
-Kişilerin bu limitler altında kalan meblağları ya elektronik kartlarla veya muhasebe hesapları ile kayda geçecektir. Muhasebe kaydına geçmeyen değerler devlet tarafından teminat altına alınmayacaktır.
-Halkın fiyatlandırmayı ve ücretlendirmeyi rahatça yapabilmesi için senetler çıkarılacaktır. Bunlar hisse, sipariş, mal ve altın karşılığı ihraç edilen senetlerdir. Bunların karşılıkları ortakların birbirlerine verdikleridir. Ama bu borç dayanışma ortaklıkları tarafından teminat altına alınmış, karşılığında gayrimenkul ipotek edilmiştir. Sonunda muhasebe kayıtları ile hile ortadan kaldırılmıştır.
İşte gelecek dünyanın parası budur, “Kaydi Para”dır.
Piyasada dolaşan karşılıksız kâğıt paralar yerine, kayıtlar ve Kaydi Para... Muhasebeye geçirilen ve kayıt altına alınan hesaplar...
Karşılıksız para yeni dönemde ortadan kalkacak, “Kaydi Para” devreye girecektir.
Devam edeceğiz…
***
Yeni dönemin parası “Kaydi Para” (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
11.07.2008
Geçen gün bu köşede yayımlanan “Sömürenlerin putları yıkılacaktır…” başlıklı yazımın ilk paragrafı şöyleydi: “Sömürenlerin putları, tanrıları vardır. Acaba sömürenlerin putları nelerdir? -Dolarları yani “karşılıksız kâğıt paraları” onların bir numaralı putlarıdır. Sonunda “dolar” mı galip gelecek, yoksa “halk” mı? Yarın dolar yerine halkın onayladığı para geçerli olacak. Halk; ‘elinizi bu faizli pisliğe sürmeyin’ dediği zaman, artık yeryüzünde doları kimse eline almayacaktır. Onun yerine altın karşılığı çıkarılan altın para (yani karşılığı olana Kaydi Para) geçerli olacaktır...”
Böyle dediysek bunun bir karşılığı ve cevabı olmalıdır.
Peki, bu nasıl olacak ve nasıl sağlanacaktır?
“Mal senetleri” çıkarılacak, “işletme senetleri” çıkarılacak, bunlar buğday, demir, toprak ve altın senetleri ile yani kaydi paraları ile alınıp satılacaktır. Sonunda bütün senetler taşınmazlarla teminat altına alınacak ve altınla değiştirilebilecektir. Bütün bu paraları sınırlayan toprak ve altın miktarı olacaktır. Ne toprak ne de altın dolaşmayacak ama onların senetleri dolaşacak, daha doğrusu kayda geçecek.
Böylece insanlık yeni bir döneme geçecek, “Kaydi Para” dönemine geçilecektir.
***
Peki, bu uygulamalara kimler başlayabilir?
-Birleşmiş Milletler böyle bir mevzuat ortaya koyar ve tüm insanlık birden buraya geçmiş olur.
Dünya çapında ekonomik tufan (dikkat edilsin, “kriz” demiyorum, “tufan” diyorum) veya sosyal tufan olmadan böyle bir girişimi beklemek mümkün değildir. Ancak Birleşmiş Milletler örgütü bunu yapmaz, yapamaz. Çünkü Birleşmiş Milletler dâhil, uluslararası pek çok kuruluşa hükmeden sömürü sermayesi böyle bir şeye izin vermez.
-Bağımsız devletlerden mesela İran, mesela Çin, mesela Rusya kendi ülkesinde böyle bir para sistemini getirebilir.
Ancak bu devletler de ilim adamlarının değil, siyaset adamlarının yönetimindedirler. İlim adamları henüz bunlara yeterince ve gerektiği gibi etki edememektedirler. Dolayısıyla bunlardan böyle bir yönetime geçmeleri şimdilik beklenemez. Baksanıza, İran bile bugünlerde “dolar”dan kaçarken kendi para birimine geçemiyor, “euro”ya geçiyor!
-“Adil Düzeni, Adil Ekonomik Düzeni” benimseyen bir belediye başkanı çıkar da cesur olursa, böyle bir mübadele sistemine geçilebilir.
Bu belediye bir belde belediyesi bile olabilir. Bunun için bu başkan ve çalışma arkadaşlarının “Adil Düzeni, Adil Ekonomik Düzeni” bilmeleri; bilmek için de bir müddet üzerinde teorik ve pratik çalışmaların yapılmış olması gerekir. Belli çalışmalar ve hazırlıklar yapıldıktan sonra uygulamaya geçilir...
***
-Sonuç olarak, ‘bu işi kimler yapacaktır’ diye bir soru sorulabilir.
Cevap olarak deriz ki: Halk Kooperatifleri yapacaktır. Halk bir araya gelecek, örgütlenecek, kooperatifler kuracak ve onlar “Kaydi Para Sistemi”ni ortaya koyacaklardır.
Halk bunu yapmazsa, insanlar bir an önce uyanıp bunu gerçekleştirmezlerse; yapıncaya kadar sömürülmeye devam edeceklerdir... Çünkü para, karşılıksız para günümüzde en büyük sömürü aracı hâline getirilmiştir. Karşılıksız kâğıt para yani banknot en büyük sömürü aracıdır. “Dolar” bu karşılıksız para sömürüsünün başta gelen sembolüdür. İnsanlık günümüzde bu “karşılıksız kâğıt para” mekanizmasının ve sahtekârlığının esiridir.
İnsanlığın hava gibi her nefeste muhtaç olduğu “Karşılığı Olan Kaydi Para”nın önemini zaman zaman bu köşede anlatıyor ve hatırlatıyorum. Hatırlandıkça bir şeyler yapılacak, yapıldıkça “halk ekonomisi” adım adım gelecektir...
Vesselâm…
***
Obama ve ekonomi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.07.2008
Zaman zaman Amerika’daki gelişmeleri takip ediyor, önemine binaen yorumlar yapıyorum. Çünkü ABD’deki önemli olaylar siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan bütün insanlığı olduğu kadar bizi de doğrudan ilgilendiriyor. Bugün ABD’deki yeni bir kavgadan bahsedecek ve meselenin iyi anlaşılması için biraz gerilere gideceğim.
Malum, Amerika’da sermaye ile CİA arasındaki kavga Clinton zamanında başladı. Olay şöyle cereyan etti: Erbakan başbakan olunca Amerikan Büyükelçisini çağırarak bir öneride bulundu. Biz Amerika’nın dünyadaki rolünü biliyoruz. Ancak bölgemizdeki Çelik Güç PKK’yı destekliyor. Bundan vazgeçin ve bunu yapacağınıza söz verin. Ben de size söz vereyim ve Çekiç Güç ile ilgili tezkereyi Meclis’ten altı aylığına son defa geçireyim. Onlara böyle dedi, onlar da söz verdiler ve hiç sıkıntı olmadan Çekiç Güç’ün son defa altı ay daha kalması Meclis’ten çıktı. Erbakan böyle yaptı. Oysa Ecevit yirmi günlüğüne zor çıkarmıştır.
Ondan sonra Başkan Clinton ve Amerikan resmi yönetimi uyandı, siyasetini değiştirdi, Müslümanlarla iyi geçinmeye ve işbirliği yapmaya karar verdi.
ABD o zaman kadarki siyasetini değiştirdi de ne yaptı?
Mesela, Beyaz Saray’da Müslümanlara iftar yemeği verdi. Başkan Clinton artık tüm dinlere karşı Beyaz Saray’ı açtı. Ardından diğer gelişmeler gerçekleşti…
İşte bundan rahatsız olan sömürü sermayesi Monika hikâyesini uydurdu ve uzun bir mücadeleden ve mahkeme safahatından sonra Clinton’a bir şey yapamadı. Böylece sömürü sermayesinin Amerika Birleşik Devletleri üzerindeki hükümranlığı sarsılmaya başladı...
Sonra seçimler oldu.
***
Bush seçimleri kaybettiği halde, mahkeme kararı ile iptal edilen oylar sayesinde başkan oldu. Bu arada Irak Savaşı ve işgali başladı. Irak işgalinde CIA Bush’u desteklemedi yahut Bush onlara görev vermedi. Onlar da hapishane fotoğraflarını medyaya aktardılar. ABD’nin Türklerle arası açılsın diye çuval hikâyesi ortaya çıktı...
Başkan Bush ikinci seçimde de kaybetti ve yine mahkeme kararı ile başkan seçildi!..
Ama ikinci seçimdeki yeni olay şuydu. ABD’nin denize kıyısı olan eyaletlerde Bush seçimi kaybetti. İç tarafta dünyadan habersiz yerlerde yaşayan Amerikalılar Bush’a oy verdiler. Bunun anlamı şudur; bu seçimde artık ülkenin iç kesimlerindekiler de uyanmış olacak ve Cumhuriyetçiler büyük ekseriyetle kaybedeceklerdir. ABD’de artık mahkeme kararı ile başkanlık koltuğuna oturmak mümkün olamayacaktır. Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de halk artık oyunların farkında ve sömürü sermayesinin oyunlarını boşa çıkarıyor...
Bu gelişmeler üzerine sömürü sermayesi yeni bir oyuna girişti. Demokratların başkan adaylarını öyle kimselerden getirtti ki, halk onlara oy vermesin. Adaylardan biri kadındı, eski Başkan Clinton’un eşiydi. Amerikan halkı kadınların başkanlığına fazla inanmaz. Dolayısıyla, yapılan hesaba göre halk kadına değil erkeğe oy verecek ve böylece Cumhuriyetçi aday kazanacaktı. İkinci aday da Amerikalıların hiç kabul etmeyeceği biri, bir zenci idi ki; kimi ABD’liler zencilerle aynı sokakta yürümeyi bile kabul etmezler. Diğer taraftan Barack Obama sadece zenci değildi, aynı zamanda zenci bir Müslümanın çocuğu idi ve adı da Barack Hüseyin Obama idi.
Hesap ve plan şuydu: Yıllardır anarşist hüviyeti ile tanınan Barack Obama’ya halk oy vermez... Cumhuriyetçi aday John McCain kazanır... Obama’yı yıpratmak için şimdiden tam olarak harekete geçmemiştir. Seçim döneminde var gücüyle zenci aday Barack Obama her yönüyle kötülenecek, sömürü sermayesi medyası yoluyla yapacağı baskı ve yönlendirmelerle Cumhuriyetçi aday John McCain ABD başkanı yapılacak, sermaye de şimdiki sömürü politikalarını devam ettirecek... Hesap ve plan budur.
Devamı var…
***
Obama ve ekonomi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.07.2008
ABD’deki yeni başkanlık seçimi ile ilgili olarak dün yazdığım sermayenin hesap, plan ve oyunları tutacak mıdır?
Emareler öyle gösteriyor ki, tutmayacaktır.
ABD’de yapılan halk oylamaları Barack Obama’yı ilerde ve önde göstermektedir. Nitekim Obama’nın Clinton’u yenmesi de Amerikan halkının Barack Obama’ya alerjisi olmadığını göstermiştir. Bayan Cliton’u yenen Barac Obama elbette Cumhuriyetçilerin adayı John McCain’i de yenebilir…
Başka bir emare de; dünya ekonomisi ile ülke ekonomilerinde gerçekleştirilen sarsıntılar da eskisi gibi etkili olmamakta, olamamaktadır.
Mesela, Türkiye’yi ve dünyayı ele alalım. Dünyada ekonomik krizler var. Mortgage, petrol, enerji, gıda fiyatları ile dünya sarsılmış durumda... Türkiye’de anayasa, parti kapatma, ekonomi ve Ergenekon krizleri var... 28 Şubat olayları ile mukayese ettiğimizde, Türkiye’nin çoktan yıkılmış olması gerekirdi. Ama öyle olmuyor. Borsa düşüyor ve çıkıyor ama dolar ve euro, hattâ altın fiyatları normal dalgalanma seyri içinde. Ülkede herhangi bir panik yok. İşsizlik var ama korkusu yok. Kimse endişelenip de işinden gücünden olmuyor, herkes mütevekkil bir şekilde yapabildiği ile iktifa ediyor ve hayatını idame ettiriyor…
***
Allah canlılara savunma refleksleri vermiştir. Mikroplar vücuda girer ve istila eder. Hasta yataklara düşer. Ama biraz sonra vücut karşı tedbirleri üretir ve hasta iyi olur.
Sömürü sermayesinin oynadığı oyunlara karşı insanlık ekonomide panzehirler üretmiştir. Artık ülke Merkez Bankalarının kararları ekonomiye fazla etki etmemektedir. Bunun önemli bir sebebi de piyasanın dolara doymasıdır. Piyasada o kadar fazla dolar vardır ki, ABD Merkez Bankası’nın çıkaracağı yeni dolar veya piyasadan çekeceği dolar etki etmez hâle gelmiştir. Artık para ve enflasyon ile piyasalara etki edilememektedir.
Sömürü sermayesinin elinde bir silahı vardır; FAİZ. Onunla piyasaya etki etmektedir. Türkiye’de uygulanmakta olan dünyadaki en yüksek faiz oranlarının asıl sebebi de işte budur.
Ancak insanlık artık şunu öğrendi, asıl kazanç faiz değil “reel kazanç”tır. Faiz ise sanal ve hayali bir kazançtır. Faizin reel ekonomi ve gerçek üretim ile ilgisi yoktur. Aslolan üretimdir. Üretim olmadan ekonomi olmaz.
Dolayısıyla artık kimse faizi fazla diye kabul edip de eskisi gibi faize para yatırmıyor. Dünya piyasaları faiz zehrine karşı da bağışıklık kazanmaya başlamıştır. Faiz politikalarının da bir ömrü vardır ve bu politikalar yavaş yavaş ömrünü tamamlamaktadır.
***
Hâsılı, 2008 yılı sömürü sermayesinin istediklerini ve planladıklarını artık eskisi gibi yapamayacağının belgelendiği yıl olacaktır.
Barack Obama’nın ABD’deki başkanlık seçimini kazanması veya kaybetmesi çok önemlidir. Barack Obama’nın seçimi kaybetmesi demek, insanlığın sömürü sermayesinden bir müddet daha çekeceği siyasi, sosyal ve ekonomik sıkıntılar var demektir.
Son bir hatırlatma daha: Bununla beraber ben Barack Obama’nın her yönüyle iyi bir insan olduğunu ve sermayeye sadık olmadığını söylemiyorum.
Önemli olan Obama’nın kim olduğu değil, Amerikan halkının ne düşündüğüdür.
Amerikan halkı er veya geç uyanacaktır.
Bu uyanışın bütün insanlığa yararlı yansımaları olacaktır.
En güzel hülasayı Allah kelamı ile yapalım:
“Ve mekerû ve mekerallah, vallahu hayrul makirîn. / Onlar plan yapar ve Allah da plan yapar, Allah plan yapanların hayırlısıdır.” (Âli İmrân Sûresi, 3/54)
***
Asıl anlaşılması ve anlatılması gereken nedir?
REŞAT NURİ EROL
15.07.2008
Çağımızda dünya ve Türkiye son derece sıkıntılı günler yaşamakta, bu sıkıntılar bünyelerinde her an ekonomik ve sosyal krizlere/tufanlara dönüşme istidadı barındırmaktadır. Bu sıkıntılı günler sadece zalim güçlülerin kötülüklerinden ileri gelmemektedir. Şu gerçeği kabul etmeliyiz ki, şayet çağımızdaki medeniyeti kuran o güçlülerin icatları ve icraatları olmasa, bugün biz bugünkü modern şartlarda yaşayabilir miydik? Günümüzdeki zalim düzen o güçlüler sayesinde devam etmekte ve dünya ekonomisinin çarkları her şeye rağmen onlar sayesinde dönmektedir.
Bu böyledir ama ekonomik ve sosyal krizler olduğunda da, bu krizler dünyayı ve ülkemizi birden bire vurmaktadır. Çünkü her şey bu zalim düzeni kuran sömürü sermayesinin başarısına bağlıdır. Bu sıkıntılı dönemdeki başarısızlıkların yansıması ise -bugünlerde yaşamakta olduğumuz durumdaki gibi- çok kötü olmaktadır.
Bir başka şey daha; yine süper güçler olmasa dünyada denge kurulabilir mi?
O halde gerek siyasi gerekse ekonomik olaylar sadece o güçleri elinde tutanların bir eseri değil, tarihi gelişmenin tabiî bir sonucudur.
*
Ne var ki, ne “faizli işçilik ekonomisi” ne de “ekseriyet demokrasisi” artık insanlığın ulaştığı merhaleye ve mertebeye yetmemektedir.
İnsanlık tarihine bakıldığında dönemden döneme, uygarlıktan uygarlığa geçilmiştir ve çağımız dünyasındaki yeni bedene yeni gömlek gerekmektedir.
Evet, yeni bedene yeni gömlek gerekmektedir ve onu da insanlığa ulaştıracak olan “Adil Düzen”dir, “denge düzeni”dir; faizli ekonomi yerine “faizsiz kredileşme sistemi” ile kurulmuş ekonomidir; “ekseriyet demokrasisi” yerine “ortak vekilli hicret demokrasisi”dir. Sadece bunlar yeni bedenimize uyar ve uyum sağlar.
Ama her ne hikmetse, bu gerçeklere kulak vermesi gerekenler kulak verip dinlemiyor ve inanmıyor, insanlığın yeni uygarlık merhalesine geçtiğini bir türlü sindiremiyor.
*
Ne diyorduk? İnsanlık uygarlaşmakta ve merhaleden merhaleye geçmektedir.
İnsanlık “toplayıcılık”tan “avcılık” merhalesine, “avcılık”tan “çobanlık” merhalesine, “çobanlık”tan “tarımcılık” merhalesine geçmiş.
İnsanlık daha sonra “kentler” kurmuş ve önce “pazar ekonomisi”ne, sonra “tüccar ekonomisi”ne ve çağımızda da “işçilik ekonomisi”ne geçmiştir.
Önce “toprak kapitalizmi”, sonra “altın kapitalizmi”, sonra “sanayi kapitalizmi” oluşmuştur. İnsanlık şimdi de “banka kapitalizmi” içinde...
Çağımızdaki “karşılıksız kâğıt para” insanlığı buraya kadar getirdi. Bu merhaleden sonra şimdi de “halk ekonomisine, ortaklık ekonomisine, kaydî para ekonomisine” geçilecek. Geçilmesine geçilecek ama anlaması gerekenler bazı gerçekleri neden anlamıyor?!.
*
Tarihteki uygarlıkları hep peygamberler kurdular. Doğuda ve batıda, dünyanın herhangi bir yerinde peygambersiz oluşturulan bir ekonomi, semavi kitaba dayanmayan bir uygarlık var mıdır?
Kur’an’a kadar her seferinde yeni peygamber geliyor, mucizesini gösteriyor, halk da ona iman ediyor, peygamberin getirdiği kitabın rehberliğinde yüzlerce yıl süren uygarlık kuruyordu. Kur’an’dan sonra artık peygamber gelmeyecek, kitap ise kıyamete kadar sadece Kur’an olacaktır ve o da bütün çağların uygarlıklarına ait siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözecek kapasiteyi bünyesinde barındırmaktadır.
Evet, bu böyledir ama bunun önce kendimize, sonra onlara yani karşı cephede olanlara teorik ve pratik yani uygulamalı olarak anlatılması gerekmektedir.
İşte, her şeyden önce asıl anlaşılması ve anlatılması gereken budur, bunlardır.
***
Adalet ve zulüm
16.07.2008
Geçen hafta beş gün boyunca bu köşenin ön sayfasında (5. sayfa) yazan Mahmut Toptaş “ADALET” üzerinde durdu. Yazılanlardan anladık ki, “adalet sahibi olmak” gerekiyor, “adil olmak” gerekiyor. “Adil olmak” demek, kararlarda tarafsız olmak demektir, Allah ne emrediyorsa onu yapmak demektir, zalimlerin tarafında olmamak demektir. Demek ki, “adil olmamız ve zalim olmamamız” için ne gerekiyorsa yapmak durumundayız.
Bugünlerde ülkemizde adlî, siyasî, sosyal ve ekonomik pek çok operasyonlar yapılıyor, kurunun yanında yaş da yanıyor, sorumluları ve suçluları bulacağız diye suçsuzlara eziyet ediliyor...
Eğer bir ülkede “ADİL DÜZEN” yoksa, orada “zalim düzen” vardır demektir.
Zalim bir iktidar olacak ve zulmedecektir. Zulmetmezse o iner, yerine başka bir zalim çıkar ve o zulmeder. Şimdi zulmedenler daha dün onların yerinde idiler. Şimdi onlar onları mahkum edecek ve zulmedecekler. Bir ülkede “zalim düzen” olduğu sürece, ya iktidarda olanlar zulmedecek, ya da kendileri gidecek, başka zalim gelecektir. Zulüm düzeninde iktidar olanlar ya orada kalmaz yahut zulmederler. Zulmedenler zalim olurlarsa orada kalırlar. Ama zalim olmak öyle kolay değildir, zalim olarak yetiştirilmek gerekir. Bazı kimseler ise zalim olmak isteseler de zalim olamazlar, çünkü o eğitimi, zalim olma eğitimini almadılar...
Bugünlerde trende kalanlar ve trenden inenler var da; işte öylesine, biz bir kere daha bu hakikati onlara hatırlatma gereğini duyduk…Kimlere? Gözleri ve kulakları olanlara…
***
İtalya’da “temiz eller operasyonu” yapıldı da ne oldu? İtalya’ya “ADİL DÜZEN” mi geldi, huzur mu geldi, saadet mi geldi, zulüm mü bitti? Sadece biri gitti, öbürü geldi; değişen bir şey yok, zulümlere devam… İtalya’da devam eden “zalim düzen” dünyanın başka yerlerinde devam etmiyor mu? Devam ediyor; “adalet” değil “zulüm” dünyanın her tarafında yaygın bir şekilde devam ediyor… Peki, bu durumda yapılacak iş nedir?
Hep söylüyoruz, bıkıp usanmadan yazıyoruz ve her vesileyle hatırlatıyoruz; yapılacak tek çare, çözüm ve iş “Adil Düzen” kurmaktır. “Adil Düzen”de suç işlendiği gün cezası verilir. “ADİL DÜZEN”de suç işleyen iktidara getirilmez…
Son yıllarda Türkiye’de darbe/ler hazırlanıyor. Kim hazırlıyor? Sokaktaki çapulcular hazırlıyor. Neden hazırlıyor? Çünkü ülkede zulüm var, zalim yönetim var, bataklık var… Bataklık ortamında da zararlı her türlü haşarat bulunur; haşaratı yok etmek için onları yok etmek değil, bataklığı kurutmak yani “zalim düzen”i yok etmek gerekir...
***
O halde “zalim” olmamak için ne yapılmalı?
“ADİL DÜZEN” getirilmeli ama nasıl?
-Önce apartman veya ocak kanunu çıkarılmalı, ocak başkanına büyük yetkiler verilmelidir. Ocaktan ayrılmak isteyene hemen evinin parası verilmeli ve başka ocağa taşınma imkanı tanınmalı. Ya bu ocak başkanına itaat et, ya da ayrıl; “hicret demokrasisi” işte budur. Ayrıldıktan sonra sana zulmedilmişse tazminat davası açabilirsin.
-Bucak kanunu çıkarılmalı, bucaklar kurulmalı, bucaklar kendi kanunlarını kendileri yapmalı, “yerinden yönetim” gerçekleştirilmelidir. Bucak olarak suçları ve cezaları kendileri tesbit etmelidir. Hakem kararları ile hukuk devleti kurulmalıdır. Yargı kararları kesin olmalı ve o bucağı terk etmedikçe karara kesin olarak uymalı, uymayan en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Hukuku tanımayan hukuktan yararlanamaz.
-Sonra il kanunu çıkarılmalı, iç güvenliği il sağlamalı, halk askerliğinin bir kısmını ilinde jandarma olarak geçirmelidir. Bucaklarda, il ve ilçe merkez bucaklarında hakemlerin aldıkları kararlara uymayanları jandarma cezalandırmalıdır. Hakem kararlarına uymayana en ağır tek ceza verilmeli. Başka türlü hukuk yürümez.
-Ülke bölgelerinde ordular teşkil edilmeli, isteyen vatandaşlar bedel verip askere gitmemeli, asker olmak isteyenler de istedikleri orduya katılma hakkına sahip olmalıdır.
Not: Böyle bir düzen kurarsanız, o zaman geçmişe şamil soruşturmaya da karar verebilirsiniz. Peygamberler zulüm düzeninde işlenen suçlardan dolayı insanları mahkûm etmemişlerdir.
***
Tarikat ve ekonomi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
17.07.2008
Tarikat ve ekonomi konusuna doğrudan temas etmeden önce, kısaca tarikat meselesine açıklık getirelim. Kimileri, “Kur’an’da tarikat yoktur, sonradan uydurulmuştur.” diyorlar. Bu cümleyi söyleyenler, Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu kavrayamayan ve idrak edemeyen kimselerdir.
Kur’an insanın sözü değil, Allah’ın sözüdür. Allah’ın evveli ahiri olmadığı gibi Kur’an’ın da öncesi sonrası yoktur. Kur’an kelamullahtır; geçmişi, geleceği ve hâli içermektedir. Her insana her an yerine göre hitap eder, onunla ayrı ve özel olarak konuşur. Bu sebepledir ki “Kur’an’da bu yoktur” denemez. Kur’an’da onun hükmü mutlaka vardır.
“Kur’an’da tarikat yoktur, sonradan uydurulmuştur.” denemez. Kur’an’ın ilk vahyolunduğu tarihte olmayan şeylerin hükümleri de Kur’an’da vardır. Öyle olmasaydı ne olurdu? Hicretin 10’uncu yılında Kur’an tamamlanmıştır. Ondan sonra bir âyet gelmemiştir. Öyle olmasaydı, o zaman ondan sonraki olaylar hep uydurma olurdu. Sahabeler uydurmuş olurdu, müçtehitler uydurmuş olurdu.
Kur’an’da tarikat vardır. Hükümlerinin neler olduğu tartışılabilir ama ‘bu yoktur’ denemez. Çünkü Kur’an, yönetim ve ekonomi dâhil hayatın her alanında, geçmiş ve özellikle kıyamete kadar gelecek dünyanın cereyan edecek tüm olayların hükümlerini ve çözümlerini içermektedir.
***
Kur’an tarihte evreler geçirmiştir.
1. Kur’an Mekke’de sadece okundu, uygulanmadı.
2. Kur’an Medine’de vahye dayanan sünnet ile uygulandı.
3. Dört halife zamanında Kur’an istişare ile yorumlandı ve tüm olaylar Kur’an’la çözüldü.
4. Dört halifeden sonra içtihat dönemi başladı. Kur’an’ın gramerik yorumu yapıldı. Fıkıh doğdu.
5. Abbasiler zamanında Kur’an Yunan ve hikmet felsefeleri ile yorumlandı. O felsefeler Kur’an’a uyduruldu, İslâmîleştirildi ve ona “kelam” dendi. Kelam ilmi İslâmî felsefedir.
6. Türkler zamanında Kur’an, kaynağı Doğu ilimleri ve verileri olan tasavvufa göre yorumlandı. Tasavvuf Kur’an’a uyduruldu, tamamen İslâmî mistisizm doğdu. Kur’an tarihte bu evreleri geçirirken, hiçbir zaman Kur’an tahrif edilmedi, Kur’an bunlara uydurulmadı, bunlar Kur’an’a uyduruldu. Çok başarılı yorumlarla Kur’an’ın zaferi tescil edildi. Allah’ın nuru sünnetle, istişareyle, fıkıhla, kelamla ve tasavvufla tamamlandı.
7. Bugün dünyada gelişmiş olan müsbet ilimlerle Kur’an yorumlanmaktadır. Bizim yapmaya gayret ettiğimiz çalışmalar budur. Bunu Kur’an emretmektedir. Allah, “Onu ilimle tafsil ettik.” diyor. Kur’an ilme değil, ilim Kur’an’a uydurulmaktadır, yani ilim İslâmîleştirilmektedir. Sömürü ve zulüm için kullanılan ilim, Kur’an sayesinde adalet ve barış için kullanılacaktır.
***
Kur’an’da tarikatın olmadığını söyleyenlere şu gerçekleri hatırlatalım:
Herkes için “şir’a” ve “minhac” vardır.
Kur’an’da yani âyette “ŞİR’A” ilmî dayanışmayı, “MİNHAC” da dinî dayanışmayı yani tarikatları ifade eder; siyasi dayanışma “VİCHE”, meslekî/ekonomik dayanışma ise “MENSEK” kelimesi ile ifade edilmiştir.
Kur’an’da tarikatların faaliyet gösterdikleri alanlar yani mabetler “SALAVAT” ile; medreseler “SAVAMİ’”, kışlalar “MESACİD”, pazarlar “BİYA’” ile ifade edilmiştir.
Kur’an’da din adamları “RUHBAN”, ilim adamları “AHBAR”, siyaset adamları “KISSİS”, meslek adamları yani ekonomi ile iştigal edenler “RABBAN” kelimesi ile ifade edilmiştir. Dayanışma ortaklıkları da “VELAYET” kelimesi ile açıklanmıştır.
Devamı var…
***
Tarikat ve ekonomi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
18.07.2008
Kur’an’ın her âyetinin iki yüzü vardır.
Bir yüzü ile şeriat, diğer yüzü ile tarikat vardır.
Din helal ile haramı ortaya koyar, şeriat ise maruf ile münkeri ortaya koyar. Kazai hükümler şeriat/hukuk hükümleridir.
Aslında her iki kuruluş insanlık tarihinde her zaman olmuş ve olacaktır.
İslâmiyet’te medreseler, tekkeler, sipahi ve lonca/ekonomi kuruluşları vardır.
Bugün de okullar, mabetler, kışlalar ve mesleki/ticaret/sanayi odaları vardır.
***
“Kur’an’da tarikat yoktur” demek, Kur’an’da din yoktur demekle eşdeğerdir. Lâik bir anlayışın ifadesidir. Bilgisizliğin ve cehaletin eseridir.
Tarikat ve şeriat işbölümü yapmış, herkes kendi sahasında faaliyet gösterir.
“Din” ve “ilim” kişiyi beşikten alır, mezara kadar onu eğitir. Biri “ahlâkî eğitim” verir, diğeri ise “amelî eğitim” verir. Bunlarda yani dinde ve düzende zorlama yoktur.
Bu suretle yetişmiş insanı “siyaset” ve “ekonomi” alır, topluluk içine yerleştirir ve istihdam eder. Böylece görev taksimi ve denge/düzen gerçekleştirilmiş olur. “Din” ile “ilim” inşaatın harcı ile tuğlasını hazırlar, malzemesini hazırlar. Oysa “siyaset” ile “ekonomi” hazırlanan malzemeyle inşaat yapar. Sosyal inşaat yapılır, topluluk inşa edilir.
Bunlar bu şekilde birbirlerinin mütemmimi olurlar, birbirlerini tamamlarlar.
“Kur’an’da tarikat yoktur” demek, Kur’an insanın eğitimi ile uğraşmaz demekle eşdeğerdir. Oysa Kur’an’da Allah’ın en çok zikredilen isimlerinden biri vardır, o da “Yaratan’ın eğitici olması”dır.
Kimileri onların bazı eksiklerini ve yanlışlarını hatırlatınca tarikatlara muhalif olmakla itham edilirler. Tarikatların bazı görüşlerine ve yanlışlarına elbette muhalefet etmek gerekir. Ama muhalefet ederken de bir şeye dikkat etmek, onların dilini kavramak, hangi kavramlarla neyi kastettiklerini iyi bilmek gerekir. Çünkü onlar kelimelere kendi mânâlarını veriyorlar. Onlara muhalefet edenler ise o kelimelerin anlamını bilmedikleri için onlara yanlış geliyor. Buradaki nüans farkını iyi yakalamak ve anlamak gerekmektedir. Bu yapılamayınca karşılıklı yanlış anlamalar ve ithamlar kaçınılmaz olmaktadır.
Bu arada bu vesileyle hatırlanması gereken haklı bir tenkit vardır. Kimi tarikatlar doğrudan siyaseti ve ekonomiyi avuçlarına alıp “dini devlet” veya “dini ekonomi” oluşturmak istiyorlar. Bu hatalıdır ve mümkün değildir. Çünkü onların işi malzeme üretmektir, inşaat yapmak değildir. Toplumu inşa etmek siyaset ve ekonominin işidir.
Aynı hataları ekonomiyi elinde bulunduran sermaye sahipleri ve siyasiler de yapıyorlar. Din ve ilmin yetiştirdiği insanları değerlendireceklerine, inşaatçı olarak çimento fabrikasını da işletmeye çalışıyorlar ve yanlış yapıyorlar.
***
Türkiye’de bugün eğer halkın ekseriyeti dindar görünüyorsa veya en azından halk dindarları destekliyorsa; dünyada bugün eğer din düşmanlığı mağlup olmuş ve insanlık kurtuluşa gidiyorsa; akıl sahibi herkes şüphe etmeden bütün bu gelişmeler tarikatların ve dindarların eseridir diyecektir. İlim, insaf, idrak ve ihsan sahibi herkes bu gerçeği kabul edecektir. Allah’a binlerce hamd olsun, emek verenlerin cennetlerine bizleri de ortak etsin.
Bir kurumda, her yerde olduğu gibi elbette hatalılar ve yanlış yapanlar olacaktır. Ama biz istisnalara değil, müessesenin tamamına bakarız.
Bugün ahlâklı üreticilerimiz, esnafımız, tüccarımız varsa; bugün gençliğimiz esrardan, fuhuştan, kumardan, terörden ve benzeri her türlü kötülüklerden uzak durabiliyorsa; bunlar hep tarikatların ve dindar insanların azimli çalışmaları ile mümkün olmuştur.
Allah onlardan ve hizmetlerinden razı olsun.
Vesselam…
***
Ekonomide cinnet hâli!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.07.2008
Türkiye devletinin ve özel sektörün gırtlağına kadar batmış borcu vardır.
Yöneticilerin, siyasilerin, ekonomistlerin ve bütün âkil adamların adeta bir seferberlik hâli ilan edip ülkemizin bir an önce bu borçlardan kurtulması gerekir.
Bunu yapmak, bu borçlardan kurtulmak bugün Türkiye için çok basittir.
Yarın veya daha sonrasında ise çok geç kalınmış olabiliriz...
***
Türkiye borçlarından nasıl kurtulabilir?
Türkiye devletinin elinde henüz özel mülkiyete intikal etmemiş geniş topraklar vardır. Bunların hemen her yerinde “doğal tarım” yapılabilir ve çok verimli sonuçlar alınır. Bu çalışmaların hem ülkemize hem de insanlığa çok yönlü faydası olur. Bunun dışında buralarda “dinlenme siteleri” yapılır. Yabancıların gelip yerleşmelerine izin verilir. Ülkemizi seven, hattâ bize din olarak veya ırk olarak yakın olanlar yerleştirilir. Mesela Çin Müslümanları gibi ırken Türk olanlar “iş siteleri”ne yerleştirilebilir, böylece onların emekleri ile Türkiye borçlarını bir iki sene içinde öder. Öyle yapılmıyor, onların Türkiye’ye gelmesi önleniyor. Gelenler kaçak ve kayıt dışı olarak sefalet içinde yaşıyorlar. Bunun sonucunda her iki taraf da kaybediyor. Bunlar mukabil Batı’dan borç alınarak Türkiye sömürü sermayedarlarına peşkeş çekilmekte ve satılmaktadır. Yani onlara bakir toprak bırakmak için ancak “cinnet hâli” denebilecek bir siyaset güdülmektedir. Oysa insanlar gelsin, bu topraklarda yerleşsin, hem nüfusumuz artsın, güçlü olalım, hem de borçlardan kurtulalım. Ülkemizdeki dağlar ve yaylalar çok güzel dinlenme yerleridir, “dinlenme siteleri” yapılabilir. İnsanlar gelsinler, dinlensinler, bize arazi bedelini ödesinler, istedikleri zaman da paralarını alıp gidebilsinler...
Birileri gelir birileri gider, zamanla ülkenin borçları biter...
Bizim borç paraya ihtiyacımız yoktur.
Doğamız var, tesislerimiz var, emeğimiz var, eğitimli kadrolarımız var...
Neyimiz eksik?
Buna rağmen hâlâ Batı’dan kredi yani borç alıyoruz, borç üstüne borç ekliyoruz!
Öyle bir noktaya doğru gidiyoruz ki; bu gidişin sonu bırakınız anaparaların ödenmesi, borçlarımızın faizlerini bile ödeyemeyeceğimiz bir yerlere doğru götürülüyoruz! Bu durum çok açık olarak görünmesine rağmen, müsbet yönde yapılan bir şey yok! Bütün bu yapılanlar göz göre göre ülkeyi satmanın dışında ne ile izah edilebilir?!.
Kıymetlenmiş olan YTL ile dolar alımı ve borç ödenmesi! Kendi paranı basacağına, dışarıdan borç almak, faiz ödemek! Ekonomide tam bir cinnet hâli!
***
Fikri Türkel, geçen haftaki “Deli Ahmet Tepesi nasıl Gold City oldu?” başlıklı yazısının bir bölümünde, yukarıda yapılmasını önerdiğim bir hikâye anlatıyor: “Bir şeyin hikâyesi varsa, tanımlanması da markalaşması da kolaydır. Alanya Mahmutlar’da Deli Ahmet Tepesi denilen bu araziyi 1974’te babası almış. Tipik kıraç ve makiliklerle dolu bir tepe. Alanya’ya ve denize nazır özelliğinin dışında hiçbir kıymeti yok. Kerim Bey, 2003 yılında projeye başladığında ailesi de dâhil kimse inanmamış. Büyük emlak ve inşaat grupları ne yüz vermiş ne ilgi göstermiş. Yurtdışında yabancılara satabileceğini düşünmüş. 27 villayı inşaatların başlamasıyla İrlandalılar adeta kapışıyor. O gün 68 bin Euro’ya alınan villalar bugün 250 bin Euro civarından müşteri buluyor. Bu ilgi işi büyütmesine karar verdiriyor. İş o dereceye varıyor ki 300 villayı reklamsız satıyor… Yukarıda da bahsi geçtiği gibi; ikinci ilgi dalgası Danimarka’dan geliyor. Gold City, Prens’in tutkusu olan Team Cortina Racing yarışlarındaki otomobiline sponsor oluyor. Daha önce kurulan bağın yanı sıra sponsorluk da Danimarkalıların ilgisini artırıyor. Alman, İngiliz, İsveçlilerin yanı sıra son zamanlarda Ruslar da Gold City’ye gelmeye başlamış... 7 bin 700 kişinin yaşayacağı bir kasaba…”
Borçlardan kurtulmak için çarelerden biri bu hikâyede anlatılmış.
Bunu ülke çapında yaygınlaştırmak mümkün.
Borçlanmaya devam etmek ise tam bir cinnet hâli!
***
Mücrimler ve “hukuk düzeni”
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.07.2008
“Muttakiler” var, “mücrimler” var; “muttakiler”in mukabili “mücrimler” olmaktadır. “Mü’minler”in mukabili “kâfirler” olduğu gibi “muttakiler”in mukabili de “mücrimler” olmaktadır. “Müslimler”in mukabili ise “müşrikler”dir.
Bunların tariflerini hatırlar ve hatırlatırsak, şöyledir: Müslimler, hakemlerin kararlarını kabul eden ve askerlik bedelini veren kimselerdir. Mü’minler, topluluk açısından askeriliği bedenen yapan müslimlerdir. Muttakiler, suç işlemekten kaçınan ve görevleri yerine getiren müslimlerdir. Mücrimler, suç işleyen müslimlerdir; yani bunlar hakem kararlarına uyarlar, cizyeyi verirler ama suç işlerler.
İşin asıl püf noktası şöyle izah edilmektedir: Cezaların bir kısmı dünyada infaz edilir, bir kısmı infaz edilmez; âhirete kalır. Bunun nasıl olduğunu açıklayalım. -Bazı suçların cezaları dünyada infaz edilmez. Suçtur ama dünyevi cezası yoktur. Topluluk onu suç saymamıştır. Allah için ise o suçtur, cezası âhirette verilecektir. -Suç işlenmiş ama ispat edilmemişse, bu suçun cezası bu dünyada verilmez, cezası âhirete kalır, orada verilir. -Suç işlenmiş ama aradan uzun zaman geçtiği için artık onu soruşturup mahkûm etmek mümkün olmaz. Müruru zaman dolayısıyla bu dünyada cezası verilmez. -Suç darı harpte veya savaş esnasında işlenir. Onları takip edecek bir kuruluş olmaz, cezası bu dünyada verilemez.
İşte, bütün bunların cezaları âhirette verilecektir.
Bütün bunları neden hatırlattım?
Hatırlattım; çünkü bugünlerde bütün işimizi gücümüzü, ekonomimizi, memleket meselelerimizi, ülke yönetimimizi bir kenara bıraktık; yargılarla ve yargılama süreçleriyle uğraşıyoruz!.. Madem yargı meselesi bu kadar önemli; ben de meselenin bir başka boyutunu, dünya ve âhiret süreçlerini şöyle bir hatırlatıvereyim dedim; inanan ve anlayanlara…
Meseleyi biraz daha açarsak; ism, zenb, fuhuş ve cürüm suç çeşitleridir.
Mücrimler cürüm işleyen kimselerdir. İsm, sadece hukuki korunmadan yararlanamaz, yani o hususta doğan hakları mahkemeler korumaz. Dünyevi cezası yoktur. Zenb ise kişilere karşı işlenmiş affı mümkün olan suçlardır. Fuhuş, kamuya karşı işlenmiş suçlar olup tenkili de caizdir, yani o suçu işleyemez hâle getirmek gerekir. Cürüm ise kişilere karşı işlenmiş olsa da, affı mümkün olmayan suçlardandır. Dolayısıyla “mücrimler”in durumu böyledir…
Bunların dışında fısk var, ricz var. Fısk, cezası çektirildikten sonra da şehadetten mahrumiyet gibi suçları içerir. Ricz ise geleceğe etkisi olmayan suçlardır.
Mücrimlere karşı muttakiler vardır.
Topluluk “düzen” içine girmelidir. Düzen “hukuk düzeni” yani “haklar düzeni”dir. Kurallar vardır. O kurallar içinde kişiler hareket etmekte, kendi içtihatları ile amel etmekte, sonuçlarından da kendileri sorumlu olmaktadırlar. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bunu kim belirler? Fiil işlendikten sonra hakemler belirler. Kişiye fiilden önce kimse karışmaz. Fiili kişi kendi içtihadı ile yapar. Kendisinin de katıldığı dayanışma ortaklıkları vardır. Onlardan fetva alarak bir amel yaparsa onun diyetine dayanışma ortaklığı katılır, hata paylaşılır. İşte “hak ve hukuk düzeni” budur.
Bugün dayanışma ortaklıkları yoktur. Diğer taraftan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı da yoktur. Çünkü bunlar atanmış kimselerdir. Bu durumda hakkın tecellisi mümkün görülmemektedir. Güçlü olanlar bu durumdan hoşlanıyor ve ‘nasılsa bana kimse dokunamaz’ diyorlar. Deniz Baykal beş seneden fazladır dokunulmazlıkların kaldırılmasını savunuyor. Çünkü kendisine nasılsa kimse dokunamaz. Ama bugün onlara dokunuluyor. Oysa dokunulmazlık kalkmalıdır ama; “adil yargı sistemi” gelmeli, “hakim sistemi” yerine “hakem sistemi” getirilmeli, “adil soruşturma kurumu” kurulmalıdır. Savcılık siyasi partilerin avukatlarını belirlemelidir ve bir tarafa imtiyaz tanınmamalıdır. Bilirkişi müessesesi teminatlı olmalıdır. Yargının her kademesi yine yargı denetiminde olmalıdır... Vesselâm…
***
Sırlar, Soros’lar ve tufanlar… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.07.2008
Sır, gizlice yapılan işlerdir. Necva, gizli konuşmalar, iki kişi arasındaki fısıltılardır. Biri kavil, diğeri fiildir. Sır gizli, necva kapalı demektir. Gizli demek, toplanıldığını da bilmiyoruz demektir. Bu sırdır. Necvada toplanıldığını biliyoruz ama ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Önce sırlardan söz edilir, sonra onların necvalarından bahisler açılır...
Tarihte veya yakın ve uzak geçmişte olaylar olur. Geçen yüzyılda pek çok olaylar, darbeler, katliamlar, faili meçhuller oldu. Mesela Sivas olaylarını ve benzeri pek çok olayları tertip edenler bugünlerde muhakeme edilen derin güçlerdir. Bunlar bunu kendi çıkarları için değil, güya ülkenin çıkarları için yaptılar, böylece sözde ülke çıkarları için birçok masum canı yaktılar! Yetmedi, suçsuz insanları hapishanelere doldurdular! Bunları kim düzenledi? ABD düzenledi ama kimin eliyle? Kandırılmış vatanseverler eliyle...
Fakat Allah ne yapıyor?
Bir gün gerçekleri tek tek ortaya çıkarıyor, onların sır ve necvaları bir bir ortaya çıkıyor. Böylece aldatıldıklarını anlıyorlar ama... Dünyada bile her şey gizli kalmıyor, kalamıyor. Âhirete varıldığında ise her hareket adım adım yazılmış olarak ortaya çıkacaktır. O olayları tertipleyip onların tezgahlarına âlet olanların çoğu bugün ortalıkta yoktur ama, onlar da âhirette hesap vereceklerdir; yaptıkları kısmen bugün de ortaya çıkmaktadır ama asıl hesap orada görülecektir… Olayların filmi melekler tarafından çekilmektedir. Dört boyutlu uzayda bunlar yazılıdır. Ancak bunların sevap ve günah değerleri ise takdiri gerektiriyor. Bunlar bilgisayarlara kaydedilmektedir. Herkesin sağında sevapları yazan, solunda da günahları yazan melek vardır. İnsan âhirete o meleklerle beraber gelecektir.
***
İşte, apaçık görülüyor ki; durum zannedildiği gibi değil, onların sırlarını ve necvalarını duyan, gören, kaydeden ve günü gelince dünyada gerektiği kadarını ortaya çıkaran BİR GÜÇ var. Allah bütün yapılanları işitmekte, görmekte ve bilmekte, ona göre de kâinatı ve dünyayı tedvir etmektedir. Asıl kuvvet ve kudret sahibi olan O’dur…
Biz, ya “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelecek, ya da dünya “siyasi, sosyal ve ekonomik tufanlara” uğrayacaktır derken, işte bunu söylüyoruz. Bir asır sonra dünya “ADİL DÜZENE” kavuştuğunda; geriye baktığımızda, geçen yüzyıldaki “komünizm/sosyalizm sosyal tufanı” gibi bir tufan olabilir. Evet, öyle bir tufan olur ve bu sefer komünizm âfetinden ölen kırk milyon değil de, yeni genel sosyal tufandan dört milyar insan ölmüş olabilir...
Onlara -yani görmek, duymak ve anlamak istemeyenlere- o dehşetli “siyasi, sosyal ve ekonomik tufanları” bir kere daha hatırlatalım: Hava, su, toprak ve canlı kirlenmektedir... Biyolojik, kimyasal, tahrip edici silahlar ve atom bombası yeryüzünü küllük hâline çevirebilir... Doğum kontrolü, aileyi yok eden anlayış ve uygulamalar, tedavi tababeti ve kitle imha savaşları insanlığı ölüme doğru götürmektedir...
Bu mantık ve anlayışla yeryüzü daha ne kadar zaman yaşayabilir?!.
***
Sözü günümüzdeki uygulamalara getireceğim:
Efendim, neymiş?
AKP’nin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ilginç bir politikacı/ymış...
Dünya yıkılsa onun gündemi hiç etkilenmiyor/muş...
Türkiye dışındaki tartışmaları, endişeleri önemsemiyor/muş...
Dünya, küresel ekonomik kriz korkusuyla kabuslar görürken o hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor/muş...
(İbrahim Karagül, 16.07.2008 tarihli köşesinde böyle yazıyor.)
Kemal Unakıtan “Türkiye’nin Soros’u!” ymuş!.. Karagül’ün yazısının başlığı böyle!
Madem öyleymiş, Kemal Unakıtan öyle görüyormuş; gelişmelere bir de bizim gördüğümüz ve yukarıda yazdığımız pencereden bakılmasını tavsiye ederiz...
Bu günlük bu kadar yeter, yukarıda yazdıklarımla iktifa edelim.
Yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz ve bakacağız, bakalım öyle miymiş?..
***
Sırlar, Soros’lar ve tufanlar… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.07.2008
Yazar Karagül, ‘bakanın dünkü açıklamasını okurken millete umut vermekle gerçekleri görmek arasında gidip geldim’ diyor ve devam ediyor:
“Dağdaki çobandan finans uzmanına kadar bütün Türkiye ve dünya yaklaşan bir kasırgadan söz ediyor. Birçok ülkede olağanüstü önlemler alınıyor, küresel finans sisteminin tıkandığından söz ediliyor, yeni bir ekonomik sistem arayışı gündemde. Dev bankalar çöküşün eşiğinde, bazı finans kurumları şimdiden battı. Avrupa ve ABD, çöküşlerini önlemek için sermayeye yön veren kurumlara yüz milyarlarca dolar aktarıyor. ABD ve Avrupa merkez bankaları arasında çözüm konusunda kıyasıya bir kavga yaşanıyor. Mortgage krizi ile başlayan dalganın üretime kadar genişleyeceği, enerji ve gıda üzerinde büyük krizlerin yaşanabileceği, bu durumun birçok ülkenin mâli olarak çökmesine yol açabileceği endişesi var... O zaman gerçeği kabullenmek gerekiyor. Çünkü şu anki durum birçoklarına göre, 1930’ların dünyasını hatırlatıyor ve yeni bir dünya savaşına yol açma ihtimali ortada. Çünkü olay sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal sonuçları çok daha vahim olabilir.
Hal böyleyken Maliye Bakanı Kemal Unakıtan:
“Bazı kişiler kehanette bulunuyorlar. Bakan olduğumdan beri bunları dinliyorum. Her gün kriz çıkarıyorlar. Kriz miriz yok” diyor.
Bu cümleler, kriz tartışmalarını bir iç politika malzemesine dönüştürüyor. Olabilir, böyle bir boyutu var. Ama tartışma Türkiye’nin gündelik iç tartışmalarının çok ötesinde. Biz bunu yukarıdaki sözlerle algılarsak büyük hata edeceğiz.
Unakıtan’ın sözlerini küresel kriz konusunda iyimserlerinkine benzetsek bile konuyu açıklamıyor. İyimserlerin bile umut dışında yaptıkları, yapabildikleri hiçbir şey yok görünüyor. Karamsarlar ise dehşet senaryoları yazıyor.
Unakıtan bu sözleri söylerken Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek bakın ne diyor: “Dünya belki de 1930’lardan bu yana en şiddetli krizden geçiyor. Global enflasyon yüzde 3.5 iken önümüzdeki yıl bu oran 6’lara yükselecek. Birçok ülkede enflasyon ikiye katlanacak. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, daha önce hiç haritalandırılmamış, politikası belirlenmemiş bir dönem bu…”
Unakıtan bunları söylerken…
Dünyanın en büyük spekülatörü George Soros bakın ne diyor:
“Hayatımda gördüğüm en büyük mâli kriz. Bu sadece mâli kesimi değil, ekonominin genelini de yakından ilgilendiriyor. Krizin reel ekonomiyi etkilemeyeceğini düşünmek sadece bir rüyadır. Kriz yavaş yavaş geliyor ama ne kadar yavaş gelirse etkisi de o kadar çok olacak..”
Ona göre bu son 75 yılın en büyük krizi.
Tam da bu sırada, ABD’de dört büyük bankanın daha batmak üzere olduğuna dair söylentiler artıyor. Soros, spekülatör, iyi niyetli olmayabilir. Sözüne güvenilmeyebilir. Sermayenin krizden kazanma hesapları çerçevesinde konuşabilir. Ama sadece o değil ki. Amerikan ekonomisiyle ilgili söz söyleme ehliyetine sahip herkesin üzerinde ittifak ettiği şeyler var. Unakıtan bunları da mı kehanet olarak değerlendirecek!
Gerçekleri anlama çabası için sadece ekonomik veriler yetmeyebilir. Biraz da dünyanın içinde bulunduğu siyasi kriz ortamını anlayabilmek lazım. En azından neler olduğuna bakmak lazım. Soğuk Savaş sonrası nasıl bir değişim yaşanıyor, küresel iktidar çatışmalar üzerinden nasıl şekilleniyor, Ortadoğu/Avrasya hattında zemin nasıl kayıyor, enerji üzerinde ve jeopolitik gerilim nerelerde nasıl patlıyor, nasıl bir 21. yüzyıla doğru ilerliyoruz, izlenmeli. Çünkü tartışılan kriz sadece ekonomik değil, tek boyutu bu değil; siyasi, sosyal ve kültürel çatışma boyutu çok önemli bir yer tutuyor.
Kehanette bulunanları bilmiyorum ama ben bu süreci yakından izlemeye çalışıyor, her gelişmeyi izliyorum. Hiç de Unakıtan’ın anladığı gibi değil.
O adeta Türkiye’nin Soros’u gibi konuştu ama, krizi hafife almak yerine, millete ne yapması gerektiğini söylese daha isabetli olurdu.
Sözlerine hiç inanmıyorum.
Yine de haklı çıkmasını umarım. Çünkü aksinin ne olduğunu az çok kestirebiliyorum…”
Aksi; siyasi, sosyal ve ekonomik tufanlar…
***
Sahili selâmete nasıl çıkılır?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
‘Sorunlardan, Soros’lardan ve siyasi, sosyal, ekonomik tufanlardan sahili selâmete nasıl çıkılır?’ diye sorulsa, elbette bunlardan kurtulmanın yolları var, çare ve çözümler var. İçinde bulunduğu çeşitli problemler ve sorunlar sebebiyle “kısır döngü” veya “dehşet dengesi” yaşayan Türkiye’nin çıkış, çare ve çözüm yollarına ihtiyacı var.
Ne demek istediğimi iyi anlayıp idrak edebilmek için -54. Erbakan Hükümeti hariç- son on yıllardaki hükümetlerin icraatlarını şöyle bir zihninizden geçirirseniz göreceksiniz ki, Türkiye’nin hiçbir ana problemi bu dönemde kökünden çözülebilmiş değil.
Bir millet, bir ülke, bir devlet bu kadar çok problemle daha ne kadar yaşayabilir?
Yıllardır dört ana sorundan dış borçlar var mı, işsizlik belası var mı, yargı sorunu var mı, dış sermayenin emrindeki medya sorunu var mı?
El-cevap: Var, var, var, var!..
Bunların üstüne üstlük kangrenleşmiş terör sorunu var mı, cari açık ve bütçe dengesizliği sorunu var mı, ithalat-ihracat açığı veya dengesizliği sorunu var mı, Kıbrıs başta olmak üzere nice dış politika sorunu var mı?
El-cevap: Var, var, var, var!..
Sorunlar varsa ve çözüm açısından sonuç başarısızlıksa, bu başarısızlığın ana faturası ve en büyük sorumluluğu siyasilerin demektir. Türkiye siyasiler ve bürokratlar başta olmak üzere her türlü yöneticiler tarafından iyi yönetilmiyor. Ülkemizin eşsiz kaynakları ya boşa harcanıyor ya da birilerine peşkeş çekiliyor. Devlet olarak kendisi para basabilecekken borçla borç ödemek, hiç gerek yokken borç alıp faiz ödemek, -geçenlerde yazdığım üzere- tam bir cinnet ekonomi politikası! Olacak şey değil; koca Türkiye “lider ülke” olabilecekken, basiretsiz yöneticilerin elinde başkalarının senaryolarında “uydu ülke” oluveriyor! Devran dönüyor, olanlar oluyor ve sonuç hiç değişmiyor; milletten başka her yere hizmet ediliyor, fatura ise millete kesiliyor, halkımız alabildiğine sömürülüyor...
*
Evet, Türkiye’nin her an “siyasi, sosyal, ekonomik tufana” dönüşebilme istidadında olan sorunları vardır ama, bunlardan kurtulmanın yolları da vardır:
1) Birinci sorun “dış borçlar”dır.
Bu borçlar devam ettikçe Türk ordusunun bağımsızlığı ve güçlülüğü mümkün değildir. Biz bunu çok basit olarak çözüyoruz: Dış borç iç borca çevrilecek, faizli borç kredileşme borcuna çevrilecek, para borcu mal borcuna çevrilecek, borç iştirake çevrilecektir...
2) Türkiye’nin ikinci sorunu vardır; “işsizlik”.
Bu sorunu çözmenin yolu ise işletmelere çalıştırdığı işçinin ücretini devlet ödeyecek ve işvereni borçlandıracaktır. Ayrıca ham madde kredisini de verecek. Kredi faizsiz olacak, mamul satılınca tahsil edilecek. Cebri icra sözkonusu olmayacaktır...
3) Üçüncü sorun “yargı” sorunudur, “adalet” sorundur.
Bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı kurulmadıkça, devlet varlığını ancak askeri yönetimlerle sürdürebilir. Böyle bir yargı “hakimler”le değil de “hakemler”le sağlanır. Yargı bağımsızlığı değil, yargıç bağımsızlığı olmalıdır.
4) Dördüncü sorun dış sermayenin emrinde olan “medya”dır.
Medya ve basın kooperatifleri kurulmalıdır. Dağıtım devletçe yapılmalıdır. Yazarlara maaşı devlet verecek, onlar bağımsız olarak istedikleri medya organında çalışacaklar, vergiden muaf olacaklar. Bu sistemde basın özgürlüğü değil, yazar özgürlüğü sözkonusudur.
*
Sonuç olarak; her türlü sorunlardan, Soros’lardan, tufanlardan kurtulmanın elbette yolu var, çaresi var, çözümü var. “Tufan”a karşı çare ve çözüm “gemi”dir. “Nuh Tufanı” dönemindeki gemi “Nuhun Gemisi”ydi. Çağımızdaki siyasi, sosyal ve ekonomik tufanların kurtuluş gemisi ise “ADİL DÜZEN GEMİSİ, ADİL EKONOMİK DÜZEN GEMİSİ”dir.
Bu gemiye binenler kurtulacak, binmeyenler gark olacak ve boğulup gideceklerdir…
***
Yeniden yapılanma ve hicret (1)
Allah Kur’an’da diyor ki; “Rabb’inin kitabından sana ne vahy olunursa onu tilavet et. O’nun kelimatını tebdil edecek yoktur. O’nun dışında iltihad edeceğin bir şeyi bulamazsın.” (Kehf, 18/27) Biraz daha Türkçeleştirecek olursak: “Seni Yetiştiren’in yazıtından sana ne bildiriliyorsa ona uy. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O’nun dışında tutunacak bir şey bulamazsın.” Biraz daha açıklarsak: Kur’an’dan sen ne anlıyorsan ona uy, anladığına uy; ama Kur’an’ı sana uydurma, sen Kur’an’a uy.
Bu âyetin emrini dinleyen bir “Kur’an aşireti, apartmanı” oluşmadıkça “III. Bin Yıl Adil Düzen Uygarlığı” doğmaz. Biz böyle bir aşireti oluşturamadık. Hep büyük işlerle uğraştık. Bu büyük çalışmalarımızın yararı oldu, altyapı hazırlandı ama asıl olması gereken açısından sonu serap olmuştur. Anayasa ekseriyeti ile en yüksek makamlar işgal edilmiş; bunun sonucunda herkesin onlardan çekinmesi gerekirken, onlar herkesten korkuyorlar!.. Gömlek çıkaranların durumu böyledir. Biz ömrümüzün sonlarına yaklaştık, artık geri dönemeyiz ama sizlere tecrübelerimizi aktarabiliriz; siz de bu tecrübelere dayanarak asıl yapılması gerekenleri yaparsınız, inşaallah...
İş ve uygulama iki gencin evlenmesi ile başlayacak, erkek veya kadın diyecek ki;
-“Ben evlenme yaşındayım, evlenmek istiyorum, eş arıyorum. Eşimden istediğim Kur’an’a inanmış olmasıdır. ‘Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyorum’ diyen kimse ile evleneceğim.”
- Bunu söyleyen Kur’an’a ağzıyla değil kalbiyle inanacak, tüm sorunların Kur’an’la çözüleceğine ve Kur’an’dan başka çözümün olmadığına inanacak. Kur’an demek Allah demektir. “Allah’tan daha güçlü kim vardır, Allah’tan daha âlim kim vardır?” diyecek, her şeyi O’na soracak ve O’nun kitabından aldığı fetvalarla amel edecek.
- Kalbiyle tasdik de yeterli değildir; ‘iman ettim’ dedi, kalbiyle de tasdik etti; şimdi de ona göre amel etmesi gerekir. Nerede ve nasıl? Her şeyden önce aile işlerinde. Tüm aile yönetimi Kur’an’a göre yapılacak, Kur’an ne diyorsa ona göre yapılacaktır.
- Peki, Kur’an nasıl anlaşılacak? İşte “Kur’an aşireti/ocağı” bu andan itibaren başlar. Karı koca her gün her fırsatta birlikte Kur’an okurlar, anladıklarını birbirlerine anlatırlar. Değişik mealleri o ana kadarki Arapçalarıyla okuyup hatmederler. Değişik yorumlar üzerinde düşünürler. Hâsılı, yaşamak için ayırdıkları zamanların dışındaki bütün vakitlerini “Kur’an Sohbeti” ile geçirirler. Artık onların başka zevk ve eğlenceleri yoktur. Onlar eve misafir geliyor diye Kur’an okumayı terk etmezler. Onlar misafirlerini, hattâ anne babalarını Kur’an sohbetine davet ederler. Gelmezlerse, onlar da onlara gitmezler. Kur’an sohbeti yaparken onlara daha çok konuşma hakkı tanırlar; misafirlerine ikramları budur. Konu Kur’an’dır ama konukların istedikleri konular üzerinde durulur.
- Karı koca Kur’an sohbetlerinde elde ettikleri bilgileri ve emirleri uygulamaya çalışırlar. Nedir bunlar? 1) Karı kocadan her biri kendisi Kur’an’dan ne anlıyorsa ona uyar. Herkes kendi içtihadı ile amel eder, birbirlerine kendi görüşlerini dayatmazlar. Birlikte anladıkları hususları “ittifak” hâline getirirler, ortak kural olarak yazarlar ve artık ona iki taraf da uyar. İttifak etmedikçe o karardan vazgeçmezler. 2) Bazı konularda birlikte hareket etmeleri gerekir. O hususta görevli olan yetkilidir, o ne karar alırsa öbürü ona uyar. Örnek olarak, eve yiyecek getirmek erkeğe aittir, o hususta onun kararları geçerlidir. Ama evde yemek pişirmek ve temizlik yapmak kadına aittir, o hususta da ona uyulur.
- Bununla beraber yine de her zaman niza olabilir, ihtilaf olabilir. O zaman da taraflar birer hakem seçer, onlar da baş hakemi seçerler. Onlar muhakeme ederek karar verirler. O karar Allah’ın verdiği karardır. Artık kimsenin rücu etme ve dinlememe yetkisi yoktur.
İşte, “Kur’an evliliği” budur. Ondan sonra çıkacak her sorunu bu usul içinde Kur’an çözecektir. Eşler, bunu gerçekleştirmek üzere Kur’an’ın emrettiği yere göç ederler; orada ev bulur, iş bulur, çalışır ve yaşarlar...
İşte, bu birinci yeniden yapılanma ve “birinci hicret”tir.
***
Yeniden yapılanma ve hicret (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
“Kur’an Evliliği” yapan eşler sadece Kur’an’ın emrettiği yerde ev tutarlar ve orada iş yaparlar. İlmî, dinî, iktisadî, idarî ve sosyal yaşantılarını burada sürdürürler. Yeniden yapılanırken aş, iş, eş, ev, evlilik ve aile ile ilgili tüm sorunlarını burada çözüme kavuştururlar. Çalışmada ve yaşamada yani iş ve ev hayatında biricik gayeleri budur.
- Böylece oluşan ailelere düşen görev bir yerde toplanmadır. Bunlar, Kur’an’ın buyurduğu gibi gerekiyorsa annelerini, babalarını, aşiretlerini, eşlerini, servetlerini, işlerini ve hoşlarına giden evleri terk ederler. Asıl imtihan burada başlar. Allah için çok sevdiğin eşini bırakabilir misin; yani direnirse, ‘Sen git, ben gelmeyeceğim!’ derse, sen onu bırakabilir misin? Bırakıp gidebilirsen, işte sen o zaman Kur’an’a iman ettin demektir. Yoksa eşini Allah’tan daha üstün tutuyorsan, şirk içindesin demektir. Tecrübelerimden ve yaşadıklarımdan şunu gördüm ki; annen, baban, aşiretin, oğlun, kızın seninle gelmez ama eşin yüzde doksan gelir; sizin ardınızdan sonra hepsi gelirler. Ama en başta sen bırakıp gidebilecek, göç edebilecek güçte olabilmelisin.
- Gittikleri yerlerde aileler önce birbirlerinin evlerinde toplanacaklar ve sıra ile imamlık yapacaklardır. On aile oldukları zaman aralarında birbirlerini imam seçeceklerdir. Artık o onların aşiret, apartman, ocak başkanı olacaktır. On kişi oluncaya kadar en çok bilen, yapmaya ehil olan imamlık yapar. Ama on aile oldu mu artık daimi ocak başkanlarını seçerler. Bundan sonra bu cemaate katılan daha ehil olsa da başkan değişmez. İstemeyenler ayrılıp başka aşirete, apartmana, ocağa geçerler.
*
- İşte bu şekilde oluşan aşiretin, ocağın, apartmanın sözleşmesi eşler arası sözleşmedir. Herkes kendi içtihadı ile amel eder. İsteyenler aralarında sözleşmeler yaparak ortak kurallara uyarlar. Apartman başkanına ittifakla bazı konularda karar alma yetkisi verilir. Başkan ortak vekil olarak karar alır ve onun kararına uyulur.
- Kur’an okumaya karı koca olarak değil de aşiret, apartman, ocak olarak devam edilir. Aile ve iş, yani yaşama ve çalışma hayatı mümkün olabildiğince birlikte yaşanır. Çıkacak ihtilaflar hakemler yoluyla çözülür ve hakem kararlarına uyulur.
- Aşireti, apartmanı, ocağı oluşturan aileler, bu merhaleden sonra artık tüm imkanlarını harekete geçirerek tek bir apartmanda yerleşmeyi denemelidirler. Kenar bir yerde bir arsa bulunur, orada inşaat yapılır ve oraya taşınılır. Bunun için herkes varsa dairesini satar ve o ocağa katılır. Dairesi olmayanlar da kısmen katılırlar. Aşiret dışından da ortaklar bulunur. Onlara daire verilmez, kira ile yerleşme imkânı sağlanır.
Böylece yeniden yapılanmanın bu merhalesinde bir apartmanda toplanmalıdırlar.
Bu “ikinci hicret”tir.
*
- Aşiret, apartman, ocak Kur’an okumaya devam edecek, kendi aşiretinin sorunlarını Kur’an’a göre çözecektir. Bunu yapan apartmanlar, aşiretler, ocaklar çoğalacak, onar aile değişik yerlerde yeni apartmanlar, aşiretler, ocaklar oluşturacaklardır...
Toplantılar haftanın bir günü diğer apartman toplantılarına katılma şeklinde ayarlanacaktır. Yani, her apartmanın bir günü olacak, başka apartmanların toplantılarına katılacak, kendi toplantılarını o gün itibariyle tatil edeceklerdir. Böylece ocaklar, apartmanlar, aşiretler arasındaki irtibat ve koordinasyon devam edecektir...
- Otuz-kırk aşiret oluşturduktan sonra üçüncü yeniden yapılanma merhalesinde üçüncü hicrete başlayacaklardır. Bin dönümlük bir yer ayarlayarak bin hanelik bir “Kur’an Kenti” kurmalıdırlar. Ne var ki bu ancak Kur’an apartmanları, aşiretleri, ocakları oluşturulduktan sonra mümkün olacaktır.
Bu da “üçüncü hicret”tir.
Bitmedi, Kur’an’a göre yeniden yapılanmanın devamı var…
***
Kur’an, yeniden yapılanma ve hicret (3)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Kur’an’ın rehberliğinde ve yeniden yapılanma yolunda yapılması gerekenleri özet olarak birer cümleyle tekrar edecek olursak, demek ki;
-Önce “Kur’an Evliliği” yapılacak. Mevcut evlilikler Kur’an evliliğine dönüştürülecek... (Birinci yeniden yapılanmaya, birinci hicrete hazırlık ve birinci hicret.)
-Sonra Kur’an evliliği yapanlar bir araya gelip “Kur’an aşireti, apartmanı, ocağı” oluşturacaklar... (İkinci yeniden yapılanma ve ikinci hicret.)
-Sonra da Kur’an aşiretleri, apartmanları, ocakları bir araya gelerek “Kur’an kenti, Kur’an beldesi” kuracaklardır... (Üçüncü yeniden yapılanma ve üçüncü hicret.)
İşte bu belde, bu kent insanlığa nasıl yaşayacaklarını gösterecek bir belde olacaktır. “Adil Düzen”i, “Adil Ekonomik Düzen”i ve “Adil Düzen Medeniyeti”ni bunlar kurmuş olacaklardır.
Kur’an’ın nasıl bir ilmî, dinî, iktisadî, idarî ve sosyal hayat istediği bu beldede belirlenecektir. Bu beldede yaşayanlar aynı zamanda bu beldede çalışanlardır.
Aşiretler, apartmanlar, ocaklar “ortak yaşama yerleri”dir.
Beldeler, iş kentleri, iş siteleri ise “ortak çalışma yerleri”dir.
*
Bu beldeler ve kentler kendi aralarında hukuk düzenlerini kuracaklardır. Bunu yapanlar kooperatif şeklinde örgütleneceklerdir. Belde kurallarına uymayanlar hakemler kararı ile ortaklıktan ve beldeden çıkarılacaklardır.
Bu beldelerin yaygınlaşması ile “ADİL DÜZEN ADİL EKONOMİK DÜZEN ve ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” gelmiş olacaktır.
“ADİL DÜZEN” anayasa yapmakla değil, anayasayı yaşamakla gelir.
Önemli bir hatırlatma: Bugünkü cumhuriyet anayasasının ve yürürlükteki kanunların bu oluşumu önleyen hiçbir hükmü yoktur.
Parti kurmak, iktidar olmak, yasaları değiştirmek elli sene öncesinde çok önemliydi.
Ama bugün zaten mevcut olan yasalar bizim istediğimiz yasalardır. Biz onları uygularsak “ADİL DÜZENİ, ADİL EKONOMİK DÜZENİ” kurmuş oluruz.
Bütün bunları yaparken de elbette biraz sıkıntı çekmeli ve ecrimizi artırmalıyız...
*
Önceki hafta yaptığımız 468. “Kur’an ve İlim Seminerleri” notlarımızın en sonunda bir hülâsa, ömürlük tecrübe ve tavsiyeleri ihtiva eden bir hülâsa var. Üç gündür anlatmakta olduğum konuya açıklık getirmesi ve daha iyi anlaşılması için bu seminer notlarımızın sonundaki tavsiyeleri aynen aktarıyorum:
“Kur’an’ı anlama ve uygulama bilgimiz zamanla gelişiyor...
Ömrümüz ilerlediğinde okuyup anlayacak vaktimiz kalmıyor...
Benim hiçbir şey için baştan bunu niye yapmadım diye hayıflandığım bir şey yoktur. Ama ben neden Kur’an’la başlangıçtan beri böylesine yoğun bir şekilde meşgul olamadım; işte buna hayıflanıyorum.
“KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” şeklinde yaptığımız bu tür sürekli tefsire 10 yıldır başlamış oluyoruz. Oysa, bugün 80 yaşında olan biri olarak diyorum ki; bu derslere, seminerlere, tefsirlere ve uygulamalara 70 yıl önce başlayabilirdik.
Sizlere şunu tavsiye ederim: Artık benim gibi vakitlerinizi boşa geçirmeyin. Kur’an’la doğrudan ilgilenmeye zaman kaybetmeden başlayın.
Birinci işiniz bu olsun.
Diğerleri günlük nafaka için olsun.
Dünyada ne kadar ilim ve amel sahibi olursanız, âhirette o kadar kazançlı olursunuz. Buradaki amellerinizin karşılığı oralarda yüzlerce katı olacaktır.”
[Bu ifade öncesindeki 12 sayfa Kur’an tefsiri ile diğer notlarımıza www.akevler.org’dan ulaşabilirsiniz.]
Selâm, sevgi ve dualarımızla…
***