|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
KASIM 2005 |
|
|
|
Vakıfbank’tan gelen mesaj ve
Sayın Başbakan’a hatırlatma…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.11.2005
25 Ekim Salı günü gazetelerin ekonomi sayfalarını okurken, Vakıfbank ile ilgili küçük bir haber dikkatimi çekti. Vakıfbank ‘Olağanüstü’ Genel Kurul Toplantısı yapılmış ve bu toplantıda bankanın halka arzı için ‘D Grubu Hisseler’ oluşturulması karara bağlanmış. Hayırlı olsun…
Vakıfbank’ın Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı ile ilgili olarak Genel Müdür Bilal Karaman, genel kurulun planlandığı şekilde tamamlandığını, banka kayıtlı sermayesinin 1,3 milyon YTL’ye çıkarılması kararının alındığını belirterek, “Şu anda halka arz sürecimiz devam ediyor. Yakında halka arzda görev alacak konsorsiyum üyelerini de açıklayacağız.” demiş.
Bu küçük haberdeki ‘halka arz’ meselesi beni ve dolayısıyla hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü Vakıfbank bir taraftan kamu yani halkımızın malı, diğer taraftan ecdat yadigârı. Dikkatli okuyucularım ise son zamanlarda gündeme getirdiğim ‘özelleştirme’ ile ilgili düşüncelerimi ve bu konuda özellikle ‘halka arz’ ile ilgili hassasiyetimi hatırlayacaklardır.
Son olarak 12-13 Ekim günleri gazetemizdeki köşemde kaleme aldığım “İhaleler… Özelleştirmeler… Öneriler…” yazılarım, Vakıfbank yöneticilerinin dikkatini çekmiş. Vakıfbank’tan mesaj gelmiş. Mesajı aynen aktarıyorum. Okuyunca, siz de meselenin ne olduğunu anlayacaksınız.
“Sayın Reşat Nuri Erol
13.10.2005 tarihinde yazmış olduğunuz \“İhaleler... Özelleştirmeler... Öneriler... - 2\” başlıklı yazınızdaki hassasiyetinizden dolayı şahsım ve bankamız adına teşekkür ediyorum.
Dikkati çektiğiniz konu son derece önemlidir ve Vakıflar Bankası aynen söylediğiniz munzam Vakıfların sermayesi ile kurulmuştur. Bu nedenle toplumun bankasıdır. Sanıyorum özelleştirme süreci ile ilgili eksik bilgi nedeniyle bu yazı kaleme alındı. Çünkü tıpkı sizin büyük bir önemle altını çizdiğiniz gibi Vakıfbank halka arz yöntemiyle özelleştirilmeye açılmaktadır. Herhangi birine peşkeş çekmek ya da birilerine vermek gibi bir tanımlamayı hak etmeyecek bir özelleştirme süreci yaşanmaktadır. Vakıfbank Meclis’te görüşülmekte olan Bankalar Kanunu’nun geçmesini beklemekte ve bu arada da halka arz yoluyla özelleştirme için alt yapı hazırlıkları yapmaktadır. Hassasiyetiniz için teşekkür eder, bu önemli bilgiyi dikkatinize sunarım.
Şükrü Kanber/ Vakıfbank Genel Müdür Danışmanı”
Sayın Vakıfbank Genel Müdür Danışmanı Şükrü Kanber’e hassasiyetinden dolayı ben de, hem gazetem, hem bir gazete yazarı, hem de sade bir Türk vatandaşı olarak teşekkür ederim.
*
Aynı hassasiyeti, bugünlerde her Türk vatandaşı gibi benim de özel gündemimde olan bu ‘özelleştirme’ konusunda, başta Sayın Başbakan ile danışmanlarından ve bütün ilgili bakanlardan da beklediğimi tekrar hatırlatıyorum. KİT’ler neden ‘halka arz’ şeklinde özelleştirilmiyor; neden?!.
Sayın Başbakan İstanbul’daki son görüşmemizde ‘köşemdeki yazılarımı okuduğunu’ söylemişti. Elbette yazılarımı okumuş olması memnuniyet verici, ama yetersiz. Çünkü ben yazılarımda sadece eleştirmiyor, her konuda olduğu gibi ‘özelleştirme ve ihaleler’ ile ilgili olarak aynı zamanda ‘öneriler’ de sunuyorum. Nitekim konu ile ilgili yazılarımın başlığından da bu bakış açım açıkça anlaşılmaktadır: “İhaleler… Özelleştirmeler… Öneriler…”
*
Sayın Başbakan!
Bu köşede 7 Eylül günü size hitaben “Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a…” başlıklı açık bir mektup veya yazı yazdım... Bugünkü bu yazıyı yazmama vesile olan 13 Ekim tarihli yazım ise “Meclis’teki partilere açık mektup!..” şeklinde başlıyor…
Yani; milletimizin ve ülkemizin temel ekonomik meseleleri ile ilgili ‘hassasiyetimiz’ ve âcizane olarak kamuoyuna açık ‘hatırlatmalarımız ve önerilerimiz’ aynen devam ediyor…
Sayın Başbakan!
Köşemdeki yazılarımı sadece okumanız yetmez!..
İlgili konulardaki değerlendirme ve eleştirilerimize bir diyebileceğiniz varsa, en azından danışmanlarınız aracılığıyla cevap beklemek, hakkımız olsa gerek!..
Olabilir, yapılabilir veya yapılması gereken önerilerimizin gündeme alınmasının ise en tabiî vatandaşlık hakkımız olduğu kanaatindeyim…
Saygılarımla; tekrar tekrar hatırlatır, başarılar dilerim…
***
ÜÇÜNCÜ İKTİDAR YILINDA
AKP’nin ekonomideki
‘sözde başarıları’ - 1
REŞAT NURİ EROL
Bu köşede yayımlanan 20 Temmuz 2005 tarihli yazımın başlığı aynen şöyleydi: “AKP’nin ekonomideki ‘sözde başarıları’”. 3 ay önce yazdıklarımı, AKP iktidarının 3. yılı münasebetiyle özet olarak tekrar hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var.
“AKP iktidar olduğu zaman yazılar yazmış ve ‘ABD Ak Parti’ye iki senelik ömür biçer’ demiştik. İki sene dolduğunda da; ‘Ak Parti’nin ömrü bir yıl daha uzamıştır’ dedik... Bu haftaki yazılarımda, Ak Parti’nin üç yıllık başarılarını ve başarısızlıklarını ele almış oluyorum. Ancak bu değerlendirmelerimde partinin sosyal veya siyasi başarıları veya başarısızlıklarından ziyade, ülkemizdeki ana meselelerin sadece ekonomik yönünü kritik etmeye çalışıyorum.”
*
AKP en çok ‘enflasyon politikaları’ ile övünmekte ve bu konuda kendisini başarılı saymaktadır. Doğrudur, başarılıdır; ama bu başarı gerçek bir başarı mı, yoksa bir ‘sözde başarı’ mıdır?
“AKP’nin ekonomideki göstermelik ‘sözde başarıları’ nelerdir?
1) Enflasyon durdurulmuş, paranın değeri korunmuştur.
Enflasyon iki yolla durdurulur. Parayı azaltırsınız, halkın satın alma gücü düşer, enflasyon durur. Enflasyon bu şekilde tam olarak ortadan kaldırılmış olmamakla birlikte durdurulmuş olur, ama bu kötü bir durmadır. Ak Parti böylesine aldatıcı ve göstermelik bir başarıyı sağlamıştır. Ama bu durum aslında başarı değildir. Bu uygulama ileride patlamalara, ekonomik ve sosyal patlamalara neden olur. Böyle giderse, son elli yılda yaşadığımız krizlerden daha beterini, işte bu ekonomik politika sebebiyle yakında tekrar yaşayacağız.
Enflasyondaki sağlıklı durdurma ve düşürme; halkın satın alma gücünü azaltmadan, üretimi artırarak yani işsizliği çözerek, istihdam sorununa çare bularak durdurma ve düşürmedir. Oysa, Türkiye’de enflasyonla ilgili böyle bir başarı ve durdurma, dolayısıyla böyle bir başarı sözkonusu değildir.
Enflasyon (geçici olarak) düşmüştür ama enflasyonun düşmesi halka yaramamıştır.”
Bu arada enflasyon, birçok aklı başında ekonomistin işaret ettiği üzere, diğer ekonomik göstergeler düzelmediği veya düzeltilemediği sürece, tekrar patlamak için enerji depolamaktadır!.. Bilinen klasik ekonomi bilgisidir, bu vesileyle bir daha hatırlayalım: Bir ülkede yüzde kaç faiz varsa, o yıl otomatik olarak aynı miktarda enflasyon olur.
Türkiye’de faiz oranlarında kısmen bir düşüş yaşandı ama IMF güdümündeki ‘faiz politikaları’ terk edilmediği gibi; bu yetmiyormuşçasına bir de savunması yapılarak hiç sapmadan aynen uygulanmaya devam ediliyor!..
*
AKP’nin ekonomideki göstermelik ‘sözde başarıları’ üzerinde durmaya devam ediyoruz.
2) Faizler düşürülmüştür.
Faizler gerçekten düşürüldü mü? Evet, AKP faizleri düşürdü. Ne var ki halkın devlete ve bankalara olan faizlerini düşürmedi. Eski sistem aynen devam ediyor. Değişen bir şey yok. Halka yeni kredi de verilmiyor. Sadece spekülatif iş yapan zenginlere ucuz kredi verilerek zenginler daha zengin ediliyor. Şimdi bankalar tamtakır, orasını devlet dolduruyor. Sonra, geçmişte olduğu gibi yine boşaltılacak ya da hortumlanacak. Devlet, var olan kamburlar yetmiyormuşçasına, bir de bankacılara haraç ödemeye devam ediyor…
Faizler düşmüştür ama faizlerin düşmesi halka yaramamıştır.
Faizler konusunda ne yapılmalıdır? Devlet veya hükümet şunu yapacaktır. ‘Ben ABD’de olduğu gibi devlet bankalarındaki faizleri %2.5 altına indirdim’ diyecektir. Bunu yapmaması için bir sebep yok, ama sözkonusu teslimiyetçi Ak Parti olunca yapmıyor, yapamıyor. Hâlbuki YTL, hâlen DOLAR ve EURO’dan daha kıymetlidir. İstese bunu kolaylıkla yapar.
Faizler inmiştir ama görüldüğü kadarıyla, AKP bu faiz indirimi ile sadece ülkeyi sömürenleri, dış sermayeyi ve onun ülkemizdeki uzantılarını semirtip sevindirmiştir. Anadolu holdingleri zaten faizle iş yapmıyorlardı. Evet, Ak Parti Anadolu aslanlarına bu zararı vermiştir, hâlen de vermeye devam etmektedir ve bu zarar veriş de maalesef ortaklık sistemini zayıflatmakta, hattâ çökertmektedir...
Hâlbuki halkımız bu ‘halk ortaklıkları ve halk holdingleri’ alanında ne kadar ümitlenmiş, ne kadar destek vermişti…
Halkımıza yazık değil mi?..”
***
ÜÇÜNCÜ İKTİDAR YILINDA
AKP’nin ekonomideki
‘sözde başarıları’ - 2
REŞAT NURİ EROL
AKP iktidarının üçüncü yılı münasebetiyle, tek başına hem de anayasa çoğunluğu ile hükmeden bu partinin ve hükümetin ekonomideki ‘sözde başarıları’ üzerinde, dün olduğu gibi bugün de durmaya devam ediyoruz… Bugünkü yazımda, daha önce de ele aldığım ‘borsa’ ile ‘ihracat-ithalat’ meseleleri üzerinde kısaca duracak ve bazı hatırlatmalarda bulunacağım.
“AKP’nin ekonomideki göstermelik ‘sözde başarıları’ nelerdir?
3) Borsa değerleri yükseltilmiştir.
Borsa alanındaki bazı gelişmeler Ak Parti’nin başarı hanesine yazılabilir. Ne var ki, bu başarının da halka ve ülke ekonomisine reel hiçbir faydası yoktur.
Türkiye’deki borsa sadece kumardır, gerçek üretimle hiçbir ilgisi yoktur.
Dolayısıyla borsanın bu yükselmesi veya düşmesi Türk halkına hiçbir yarar sağlamamıştır. Aksine piyasada ve iş hayatında dolaşan para senet kumarhanesinde hapsedilmekte, istihdam sağlanamamakta, ülke ekonomisinin en önemli meselesi olana ‘işsizlik’ giderek daha da artmaktadır.
4) İhracat artırılmıştır.
İhracattaki bu artış da tamamen aldatmacadır.
Genel ekonomik kuraldır, bunu herkes gayet iyi bilir. Bir mağaza kâr ediyorsa, cirosu ne kadar artarsa onun için iyidir, çünkü ciroya göre kâr etmektedir. Ama eğer mağaza zarar ediyorsa, cirosunu ne kadar azaltırsa zararını da o kadar azaltmış olacaktır. Zarar ettiğinde cirosunun artması demek, aynı zamanda borcunun artması demektir. Evet, Türkiye de aynen bu mağaza örneğinde olduğu gibi artan ihracatla birlikte daha çok borçlandığı için zarar etmektedir.
Dış ticaret rakamlarına AKP iktidarının üçüncü yılında dikkatle göz atalım bakalım, gerçekten bir başarı öyküsü var mıymış?
İhracat İthalat
2002 36,1 51,6 milyar dolar
2005 52,6 85,6 milyar dolar
2002 yılında ihracat ile ithalat arasındaki fark 15 milyar dolar iken, 2005 yılında bu rakam 33 milyar dolara yani zararımız iki misline çıkmış. AKP yöneticileri ve bakanları ise utanıp sıkılmadan bunu başarı olarak göstermeye çabalamaktadırlar!..
*
Görülüyor ki, AKP ekonomi bakımından görünürde başarılı gibi görünmekte ama bunlar aslında halkımız için hep zarar olmaktadır. Yarasını kaşıyan hastanın tedavisine benzer bir iyileşme vardır ama aslında yara iyi olmamakta, aksine giderek daha da açılmakta ve azgınlaşmaktadır. Tedavi edilmezse ve bu ekonomi politikaları uygulanmaya devam ederse, bu yara bir gün kangren veya kanser olma riski taşımaktadır.
AKP’nin ekonomi politikalarındaki göstermelik sözde başarılarının durumu kısaca işte böyledir. AKP’nin ekonomideki başarısızlıkları üzerinde durmaya devam edeceğim…
*
Bu haftaki ekonomi değerlendirmelerime kabinenin iki bakanının beyanatları ile başlamıştım. Bugün, bir müddet önce AKP’nin ekonomideki başarısızlıklarına ‘içten itiraflarda’ bulunan, bu arada ‘ben olsaydım özelleştirmeyi böyle yapmazdım’ diyen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in bu beyanatını hatırlatmak istiyorum.
Bakan Şener, yabancı sermayenin sadece grossmarket - perakende, elektrik üretim - dağıtımı, bankacılık ve telekom - iletişim gibi ‘gelirin yurt içinde yaratıldığı’ dört sektörde yoğunlaşma eğilimi içinde olduğunu nihayet gördü. Bu gerçeği itiraf ederek şöyle dile getirdi:
“Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelir ya da tasarrufların yurt içinde üretiliyor olmasıdır. Ne bankacılık, ne enerji, ne de söz konusu ettiğimiz diğer sektörlerde dış âlemden sağlanan ihracat geliri yoktur. Teknoloji ve sabit sermaye transferi de söz konusu değildir. Yapı değişmezse yabancılar yurt içinde üretilen gelir ya da tasarrufu alarak kendi merkezlerine aktaracaktır.”
Bakan Şener’in itirafları devam ediyor:
“Bu durumda cari açık da ilelebet kapatılamaz... Arjantin’de yaşanan ekonomik krizler de bu yolla ortaya çıktı... Ben şimdiden uyarıyorum… Yabancı sermayeye yasal sınır gerekiyor... Kimse tehlikenin farkında değil…”
***
ÜÇÜNCÜ İKTİDAR YILINDA
AKP’nin ekonomideki
‘sözde başarıları’ - 3
REŞAT NURİ EROL
AKP iktidarı, iç ve dış mihrakların desteği ve Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şans ile -hem de anayasa çoğunluğu elde ederek- tek başına iktidara geldi. Bu talihli hükümetin üçüncü yılı münasebetiyle ekonomideki ‘sözde başarıları’ üzerinde, dün olduğu gibi bugün de durmaya ve değerlendirmelerimizi yapmaya devam ediyoruz…
Hükümetten bir bakan, hem de başbakan yardımcısı bir bakan itirafta bulunur da, milletvekilleri boş durur mu? Bizim zaman zaman şahsen dinlediğimiz itirafları şimdilik bir yana bırakalım, sadece medyaya intikal eden bir örneği vermekle yetinelim.
AKP Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan, uzun zamandan beri beklediğimiz ve özellikle diğer milletvekili ve parti yöneticisi arkadaşlarına da örnek olmasını dilediğimiz itiraflarda bulundu. Tek başına iktidara gelen AKP Hükümeti’nin Kemal Derviş’in hazırladığı ‘döviz kuru düşüşüne endeksli deflasyon programını’ aynen devam ettirdiğini itiraf ettikten sonra, bakınız daha neler söylemiş: “Partimizin ve hükümetimizin uygulamaya koyduğu kendine ait bir ekonomi programı yok. Tek yaptığımız, siyasi istikrarı sağlamak ve Kemal Derviş’in ekonomi programını aynen devam ettirmek oldu. Hatta bu konuda o kadar başarılı olduk ki, Kemal Derviş bile Meclis’te yaptığı konuşmada bizi tebrik etti!..”
Abdullah Çalışkan, hükümetin içeride ve dışarıda belli başlı statüko merkezlerinin kıskacında olduğuna işaret ederken şöyle demiş: “Bir tarafta Avrupa Birliği, bir tarafta ABD (ve elbette IMF), içerde Cumhurbaşkanı Sezer’in de içinde bulunduğu (YÖK gibi) statüko merkezleri ülkeyi ve hükümeti adeta kuşatmış durumda…”
Dün ve bugün, sadece medyaya intikal eden ve gazetelerden derlediğim bakan ve milletvekili ‘içten itiraflarına’ örnekler verdim. Bu arada zaman zaman şahsen görüştüğüm bazı milletvekili ve parti yöneticilerinin görüşleri genellikle ‘yazılmamak kaydıyla’ dile getirilmiş görüşler oldukları için elbette yazmıyorum; yazamıyorum.
*
AKP iktidarını destekler görünmelerine rağmen, gerçekleri görüp ülke ekonomisinin nereye gittiğini itiraf eden insaflı ve gerçekçi yazarların örneklerini daha önce vermiştim. Bugün de ‘içten itiraflar’ dinlemiş olduk!.. Aslında Ankara’da ve Türkiye’de, bizim dışımızda da bu gerçekleri görüp de dile getiren elbette pek çok kişi ve kuruluş var. Mesela, ATO/Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, her hafta yeni bir ‘ekonomik belaya’ dikkat çekiyor ama gören ve duyan yok!..
Daha önce de defalarca yazdım ve hatırlattım, tekrar hatırlatıyorum; âh, bu uyarıcılar bir de ‘çözüm önerileri’ sunabilseler!.. Biz her şeye rağmen, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ‘çözümler içeren uyarı görevimizi’ sonuna kadar yerine getirmeye devam edeceğiz…
Bu arada İTO/İstanbul Ticaret Odası ve TÜSİAD ile MÜSİAD başta olmak üzere, asıl görevi bir taraftan uyarı yapmak, diğer taraftan alternatif çözümler üretmek olan kuruluşların suskunluğu ise anlaşılır gibi değildir… Hele hele kimi yazarların yalakalık derecesine varan methiyelerine ise ne diyeceğimi doğrusu bilemiyorum. Bunlardan sonuncusuna 2 Kasım Salı günü Zaman gazetesinin ekonomi sayfasında rastladım. Başlığı aynen şöyle: “Ekonominin karnesi pekiyi”. Yazı şöyle başlıyor: “Türkiye küresel ekonomiyle bütünleşme kararını 24 Ocak 1980 tarihinde aldı. İstikrar tedbirleri adı altında dünyaya ilan edilen bu ekonomik programın fikir babası, mimarı ve uygulayıcısı rahmetli Turgut Özal’dı… Sadece 6-7 yıl sürmesine rağmen, bu dönemde önemli atılımlar gerçekleştirildi…” (Sami Uslu, Zaman, 02.11.2005)
Doğrudur; rahmetli Turgut Özal bazı reformlar yapabildiği için birkaç yıl iktidarda kalabildi. Peki, AKP iktidarı Özal’ın yaptığı reformlara benzer bir tek icraat yapabildi mi? Yapamadı! Biz de diyoruz ki; AKP anayasa çoğunluğunu elde ettiği halde, başta ekonomi ve insan hakları alanında yapması gereken icraatları yapmadığı veya yapamadığı için miadını doldurmuştur. Daha fazla iktidarda kalamayacaktır. Yazar Sami Uslu, benim birkaç gündür olumlu-olumsuz yönlerine işaret ettiğim ekonomik değerlendirmelerin ‘sözde başarıların’ sadece olumlu yönlerini yazarak, yazısına şu ibretlik cümle ile son vermiş: “Nihai kanaatimizce; AK Parti’nin 3 yıllık hükümet çalışmalarıyla hak ettiği karne notu: “Yıldızlı Pekiyi”dir.” Ne diyelim, yalakalığın bu kadarına da pes doğrusu…
AKP’nin ekonomideki ‘sözde başarıları’ bitti; başarısızlıklarını ise ayrıca yazacağız…
***
AKP’nin ekonomideki başarısızlıkları
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
AKP’ni ekonomideki ‘sözde başarıları’ üzerinde yeterince durduk ve bu arada bunların aslında hiç de başarı olmadığını ortaya koyduk. AKP iktidarının ekonominin temel meselelerindeki başarısızlıkları ise çok açıktır. Bugün de, ana hatlarıyla ve özet olarak AKP’nin ekonomideki başarısızlıkları üzerinde duracağım.
1) Dış borçlar her yıl hızını artırarak çoğalmaktadır.
Dış borçlar, iç borçları da yanına katarak ekonomi ile birlikte ülkemizin geleceğini tehdit etmektedir. Dış borçlar, koca Osmanlı imparatorluğunun bile yıkılışının ana etkenlerinden biridir. İbret almak gerekir. Dış borçlar sebebiyle zor durumda olan ülkemiz, adeta kan kaybeden ve serum ile yaşatılan hasta gibidir. Ülke, artık müzminleşmeye yüz tutan bu hastalık sebebiyle, ekonomisi ile birlikte çok yönlü olarak süratle çökmektedir. Başbakanın, maliye ile ilgili bakanların, diğer bakanların, bürokratların, velhasıl ilgili-ilgisiz kesimlerin buna dair tedbir almak ve bunun üzerinde çalışmak akıllarına bile gelmemekte, sadece daha fazla borç edinme yolları aranmaktadır! Ne yapılmaktadır? Varolan borçlar, daha fazla borç ile güya kapatılmaktadır! Bu nasıl bir çözümsüzlük, düşüncesizlik ve vurdumduymazlıktır, anlamak mümkün değil.
2) Bütçe gittikçe açık vermektedir.
Gelen ağır faiz yükü ile yeni yatırımlar yapmaksızın bütçe hep daha fazla açık vermektedir. Eskiden bu açık enflasyon denilen kapalı vergi ile kapatılıyordu. Şimdi enflasyon durdurulup indirildiği için bu açık dış borçlarla veya KİT’leri satmakla gideriliyor ama; KİT’ler bitince Türkiye’nin de işi bitecektir.
Bütçe açığı, Haziran 2005 itibariyle 77 milyon YTL, faiz dışı fazla ise 2 milyar 920 milyon YTL olarak gerçekleşti. Ocak-Haziran 2005 döneminde ise bütçe açığı 3 milyar 868 milyon YTL, faiz dışı fazla ise 219 milyar 535 milyon oldu. Evet, Maliye Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Haziran 2005’te konsolide bütçe giderleri 10 milyar 524 milyon, faiz hariç bütçe giderleri 7 milyar 527 milyon, konsolide bütçe gelirleri 10 milyar 447 milyon, bütçe açığı 77 milyon, faiz dışı fazla ise 2 milyar 920 milyon YTL olarak gerçekleşti!
3) Dış ticaret dengesi bozulmaktadır.
Her yıl dış ticaret açığı giderek artmakta, aradaki makas durmadan daralacağı yerde açılmaktadır. Böylece normal bir şekilde beslenmeyen/ beslenemeyen Türkiye zayıflayarak yokluğa doğru ilerlemektedir. Aklı başında olan hiç kimse çıkıp da artan bu dış ticaret açığı ile ülkemizdeki ekonomik hayatın süreceğini ve ayakta kalabileceğini iddia edebilir mi? Başta Ak Parti ekonomi yöneticileri ve danışmanları olmak üzere, şayet böyle bir şeyi iddia edebilen varsa, buyursun karşımıza geçsin, tartışalım ve gerçekleri gün yüzüne çıkaralım.
Geçen gün yazmıştım. Tekrar hatırlatıyorum. Dış ticaret rakamları AKP iktidarının üçüncü yılında iyice farklılaşmaya başladı. 2002 yılında yapılan ihracat 36,1 milyar dolar, ithalat 51,6 milyar dolar. 2005 yılında yapılan ihracat 52,6 milyar dolar, ithalat 85,6 milyar dolar. 2002 yılında ihracat ile ithalat arasındaki eksi fark 15.5 milyar dolar iken, 2005 yılında bu rakam 33 milyar dolara yani zararımız iki misline çıkmış. AKP yöneticileri ve bakanları ise utanıp sıkılmadan bunu başarı olarak göstermeye çabalamaktadırlar. İnsaf!
4) İşsizlik ve istihdam açığı da azalacağı yerde, giderek artmaktadır.
İşsizlik, sanki tedavisi mümkün değilmişçesine kanamaya devam ediyor… Bir taraftan sanayileşme ve şehirleşme, diğer taraftan nüfus artışı ve işsizler ordusu… Buna karşılık açılan yeni işyerleri ve yeni istihdam alanları ‘yok’ denecek kadar çok az... Genç bir nüfusa sahip bulunuyoruz. Eski işsizlere iş bulma şöyle dursun, ülkemizdeki işsizlerin sayısı da her gün artmakta... Bu arada ‘özelleştirme’ taraftarlarını morartan ve ‘işsizler’ açısından da kötü bir haber geçen ay başında gerçekleşti. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, ‘özelleştirme’ sonucunda işten çıkarmanın, işin gereklerinden kaynaklanan bir sonuç olduğuna karar verildi!.. Hani özelleştirilen KİT’lerdeki çalışanlar işten çıkarılmayacak ve mağdur edilmeyecekti?!. Şimdi buna bir de hukuki kılıf ayarlanmış oldu.
Not: İşsizlik meselesinin tahlili ve çözüm önerilerini, bu sütunda tesbit-teşhis-tedavi-çözüm boyutlarını içerecek şekilde daha önce yazdık. Dikkatli okuyucularımız hatırlayacaklardır. (“Türkiye Çöküyor!.. İşsizlik Sorunu ve Çözüm” yazıları; Millî Gazete, 19-29 Nisan 2005, 7 adet yazı.)
Görülüyor ki, AKP üç yıldır ekonomide hiç de başarılı bir tablo çizmektedir.
Bunu acısını da şimdi olmasa bile, pek yakında çok hissedeceğiz.
Herkesin şimdiden haberi olsun!
***
ÜÇÜNCÜ İKTİDAR YILINDA
AKP’nin ekonomi politikaları
REŞAT NURİ EROL
AK Parti yöneticilerine, bakanlarına ve başbakana üçüncü iktidar yıllarında sorarsanız, ortalık güllük gülistanlık… Ülke çok iyi yönetiliyor!.. Kıskananlar çatlasın!..
Oysa, Sayın Başbakan üç yılın tam bir yılını ülke dışında geçirmiş; ‘ülkeyi yönetmek’le değil de, -üzerine vazifeymiş gibi- daha çok ‘ülkeyi pazarlamak’la meşgul!..
Bakınız, Hazineden ve AB müzakerelerinden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, AKP iktidarının 3. yılında neler söylüyor: “Üç yılın ayrıntılı bir muhasebesine genel olarak baktığımızda, ekonomimiz üç yıllık güçlü bir performans sergilerken (!/ Keşke öyle olsa), kronik sorunlar çözüme kavuştu… (!?/ Nerdeee o günler…) Enflasyonda, faizlerde, büyümede, bütçe gerçekleşmelerinde, borç yönetiminde, dış ticaret hacminde, özelleştirme gelirlerinde.. ve benzeri birçok göstergede, kimi zaman son on yılların, kimi zaman da Cumhuriyet tarihimizin rekorları kırıldı… (!?/ Yoksa biz Türkiye’de değil de başka bir ülkede mi yaşıyoruz?.. Nerede o rekorlar?..) Özellikle işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin (Nihayet asıl yapılması gerekip de yapıl[a]mayanlar bizzat ilgili bir bakan tarafından itiraf ediliyor…) giderilmesi alanlarında önümüzdeki dönemde daha güzel gelişmelere şahit olacağız... (Sayın baka, en güçlü olduğunuz ilk üç yılda yapılamayanlar, bundan sonra hiç yapılamayacağının garantisidir.) Ekonomi politikalarımızda (IMF güdümlü uygulamalardan ve Kemal Derviş’in başlattığı ülke ekonomisini batırıcı siyasetten) en ufak sapmanın yaşanması bile asla söz konusu olmayacaktır. (Ondan da hiç şüphemiz yok; aynen devam!..)”
Konu ekonomi olur da, komikliği seven Maliye Bakanı Kemal Unakıtan beyanat vermeden geri kalır mı: “Son üç yıllık büyüme rakamlarına bakıldığında (doğrudur, dış sermayedarlar ve dış borçlar açısından bakıldığında) dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olduk… Sürekli iyileşerek devam eden bu sürecin önümüzdeki dönemde de süreceğini tahmin ediyoruz. (Bu sürekli iyileşme ne hikmetse halkın yaşadığı semtlere bir türlü gelemiyor! Acaba neden?) Üç yıllık iktidarımızda ekonomik ve siyasi istikrar ortamı ve (sadece yabancılara yönelik) yatırım teşvikleri sayesinde Türkiye’nin dört bir yanında yatırım seferberliği başladı… (Sayın bakan, her zamanki esprili üslubuyla büyüklere masallar anlatmaya devam ediyor… Yahu, nerde bu yatırımlar?.. Bir anlatan olsa da biz de öğrensek… Seksen yıllık KİT’lerimizin yabancılara peşkeş çekilmesi ve sayın başbakanın ‘ülkeyi pazarlaması’ dışında ne yapıldı, hâlen ne yapılıyor?..)
Sayın başbakan ve bakanların işaret ettikleri ekonomik göstergelere, daha önceki yazılarımızda defalarca teker teker işaret ettiğim gibi; bundan sonra aynen işaret etmeye ve yazmaya devam edeceğim…
*
Bundan üç ay kadar önce Temmuz ayında “AKP’nin ekonomi politikaları/ AKP’nin ekonomideki ‘sözde başarıları’/ AKP’nin ekonomideki başarısızlıklarına ‘içten’ itiraflar/ AKP’nin ekonomideki başarısızlıkları” (Millî Gazete, 19-25 Temmuz) başlıklı yazılarımda, meselenin hiç de sayın başbakan ve de bakanların dediği gibi olmadığını yazmıştım.
Yukarıda sayın bakanların AKP iktidarının 3. yıl münasebetiyle beyanatlarını okuduk. Bu arada ve bu vesileyle benim 3 ay önce yazdıklarımın özünü tekrar hatırlayalım. Bakalım neler yazmışız?
“Ak Parti iktidarı baştan beri dört ayak üzerine düşmüştü, hâlen de öyle olmaya devam ediyor gibi… Seçimlerde üçte bir oranında oy aldığı halde, Meclis’te üçte iki çoğunluk, hem de anayasayı değiştirebilecek çoğunluk elde etti… Üstüne üstlük; medya desteği arkasında!.. IMF arkasında!.. AB arkasında!.. ABD arkasında!.. AKP iktidarı ile ekonomi politikalarını hep öven ve sonunda oraya üçüncü adam olarak atanan Kemal Derviş’in Dünya Bankası arkasında!.. Hepsinden önemlisi, Yahudi kuruluşları arkasında!..
Daha ne olsun?!. Böyle şans, talih, kader, kısmet dostlar başına…
Bu haftaki yazılarımda, elinde anayasa çoğunluğu olan, ama bilgisizlik ve beceriksizlik sebebiyle giderek bunu yitirmeye başlayan, işte bu şanslı partinin ‘ekonomi politikaları’ ile bu ekonomi politikalarındaki ‘sözde başarı’ ve başarısızlıkları üzerinde duracağım.
Doğrudan doğruya biz söylesek, biz yazsak, biz tenkit etsek; ‘bunlar muhalefet takımı, elbette öyle diyecekler, öyle yazacaklar, öyle değerlendirecekler’ diyenlere ibret ve örnek olsun diye, önce, aslında Ak Parti’nin program ve politikalarını genel hatlarıyla destekleyen iki gazete ile iki yazardan kısa alıntılarla meseleye açıklık kazandırmaya çalışacağım.” (19.07.2005)
Böyle demiş ve daha sonra ayrıntıları yazmıştım… Gelecek hafta onların özetini hatırlatacağım…
***
3. İKTİDAR YILI VESİLESİYLE
AKP politikaları ve… - 1
REŞAT NURİ EROL
AK Parti iktidarı üçüncü yılını da tamamladı. Artık iyi bir muhasebe ve derin bir değerlendirme yapma zamanıdır. Millet adına, halk adına soruyoruz; başta ‘ekonomi ve insan hakları’ açısından bakıldığında, üç yıl öncesine göre değişen nedir?!..
Faizler ve krediler... İhracat ve ithalat… Enflasyon ve para değeri… İşsizlik ve istihdam… Açlık ve fakirlik… İç ve dış borçlar… Yolsuzluklar ve rüşvet… İç ve dış baskılar… Anarşi ve terör… Başörtüsü ve insan hakları…
Ve benzeri daha nice konularda halk için ne değişti?!.
Tarihte “merkezi tekel sistem” ile yönetme taraftarları insanlığı onbinlerce sene meşgul etmiştir. Bu yönetici zihniyet, XX. yüzyıla kadar insanlığı “merkezi tekel sistem” ile yönetme çabası içinde olmuştur. Batı’nın “ekseriyet sistemi” de “merkezi tekel sistem”dir, aldatmacadır.
Yaşlı dünyamız XXI. yüzyıla girerken, insanlık “merkezi tekel sistem”den uzaklaşma gayreti içine girmek üzeredir. Bunun öncülüğünü Türkiye yapmaktadır. Türkiye’de, bütün karşı çabalara karşın, İslâmcıların ve milliyetçilerin direnmeleri sayesinde siyaset merkezi tekel partiye irca edilememiştir, edilemeyecektir. Gerçi bugünkü Meclis oynanan çeşitli oyunlarla iki partiye irca edilmiştir ama bugünlerde üçüncü bir parti grup kurmuştur. İlk seçimde durum daha da değişecektir…
Türkiye Anayasalarını yapanlar hep askerler olmuştur. Onlar da Mustafa Kemal’den beri Vahdet-i Kuvva ilkesine bağlılar. Oysa askerlikte ne kadar Vahdet-i Kuvva (kuvvetler birliği) esas ise, devlet başkanının asker olması ve orduya hakim olması ne kadar gerekli ise; “hukuk düzeni”nde ve “sivil yönetim”de de “çoklu sistem” ve “yerinden yönetim” esastır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında “çoklu sistem” getirilmiş ve çok partili sistem anayasanın teminatı altına alınmıştır. Böyle yapılmış ama ondan sonra Meclis hadım edilmiş ve yetkiler devlet başkanına devredilmiştir.
Kenan Evren kuvvetler birliği ilkesine dayanarak, sivillerin cumhurbaşkanı olmasını hesaba katmadan, cumhurbaşkanına krallar gibi yetkileri olan bürokratları atama yetkisini vermiş, şimdi de devleti yönetenler (YÖK gibi) krallara hakim olamamaktadır. Anayasa kurumlar arası dengeyi kurma görevini devlet başkanına vermiştir. Devlet başkanı bunu bayram mesajlarındaki temennilerle değil, doğrudan çağırarak yapılması gerekenleri onların kulaklarına söylemesi ve sözünü dinlemeyenleri görevden alması gerekirken; onlarla bir olup hükümete karşı cephe almak zorunda kalmıştır…
Güvenoyu almış hükümet, Meclis demektir... Meclis demek millet demektir... Millete cephe alanlar tarihte hiçbir zaman muvaffak olamamıştır... Yalnız kendileri gitmemiş, ulusu da arkalarına takmışlardır… Devletlerin ve ülkelerin yıkılışı böyle gerçekleşmiştir…
Çözüm şunu veya bunu suçlamak değildir.
Bu düzende kim devlet başkanı olsa, bundan başka bir şey yapamaz.
Başbakan olsa, adalet bakanı olsa, bakan olsa, yapabileceği az şey vardır.
Türkiye iki yoldan birisini seçecektir. Türkiye “merkezî tekel sistem”i seçecekse, o zaman devlet başkanı asker olacak, ülke başkanlık sistemi ile yönetilecek, Meclis başkanın sadece danışma kurulu olacaktır. Cumhurbaşkanı askerlerden seçilse bile, eğer halk seçecek olursa “merkezi ekseriyet demokrasisi” devam etmiş olur. Bu çözüm ülkeyi belki en fazla bir asır daha yaşatır, ama bu çözüm geçici çözümdür. Böyle çok krallı bir devlet; kurumlarını yozlaştırmış, kurumlar arası dengeyi yitirmiş, sonunda ülke on veya yirmi yıl içinde harap olup gitmiş olur…
İkinci yol ise gerçek demokratik yoldur, geleceğin yoludur…
Türkiye’yi ve dünyayı kurtaracak olan bu yol nedir?..
Bu yol “Millî Görüş” yoludur, “Adil Düzen” yoludur…
Genel durumu kısaca özetleyelim.
YÖNETİM: Siyasi partilerimiz çokludur. Ancak %20’den fazla oy alan partiler tekel oluşturmaktadır. Seçim barajı %5’e indirilmeli ve Meclis dışında kalan partiler de yönetimdeki yerlerini almalıdır. Yönetimde henüz gerçek demokrasi yoktur.
EKONOMİ: Mesleki kuruluşlarımızda çoklu sistem vardır. Ancak sayıları az, yetkileri de çok fazladır. Siyasi partiler gibi buralarda da seçim olmalıdır. Bir iş yerinde bütün kuruluşlar nisbi sistemle bulunmalı, odaların başkanları da meclis tarafından seçilmelidir. Yetkileri azaltılmalı, bu yetkiler mesleki kuruluşlara ve sendikalara verilmelidir.
İLİM: Üniversitelere çoklu sistem getirilmeli, YÖK kaldırılmalıdır. Bugünkü şartlarda Meclis rektörleri de seçmelidir. Halk istediği üniversitenin öğrencisi olabilmeli ve öğrenci sayısına göre bütçeden pay verilmelidir. Her üniversite bağımsız olmalıdır. Bağımsız yargı dışında müdahale edilmemelidir.
DİN: Tarikatlar dini halk kuruluşları hâline getirilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı sadece Milli Savunma Bakanlığı gibi hizmet görmelidir. Din adamlarının tayin ve terfileri tarikatlara yani halkın dini kuruluşlarına ait olmalıdır.
***
3. İKTİDAR YILI VESİLESİYLE
AKP politikaları ve … - 2
REŞAT NURİ EROL
AK Parti yöneticilerine, bakanlarına ve AKP politikalarını destekleyen medya mensuplarına sorarsanız, ‘istikrar’ adına ortalık güllük gülistanlıktır, ama kime güllük gülistanlık?.. Halka mı; yoksa?!.
Onlara göre bizler ve bizim gibi düşünenler sadece felâket tellallığı yapmaktadırlar.
Oysa, ekonomi ve en basit insan hakları başta olmak üzere, bu sözde istikrardan halka yansıyan pek bir şey yoktur.
Üç yıldır olmadığına göre, bundan sonra da olması mümkün değildir.
Tekrar tekrar soruyoruz. Bundan sonra da sormaya devam edeceğiz…
Faizler ve krediler... Bütçe ve denk bütçe… İhracat ve ithalat… Enflasyon ve para değeri… İşsizlik ve istihdam… Açlık ve fakirlik… İç ve dış borçlar… Yolsuzluklar ve rüşvet… İç ve dış baskılar… Anarşi ve terör… Başörtüsü ve insan hakları…
Komşu ülkelerle münasebetler ile AB ve ABD ile ilişkiler…
Kıbrıs, Kerkük, Karabağ, Kudüs… Afganistan, Irak, İran Suriye…
Ve benzeri daha nice konularda halk adına ve halk için ne değişti?!.
Bugüne kadar bir şey değişmediğine göre;
bundan sonra değişmesi mümkün görünüyor mu?!.
Hayır!..
Mümkün görünmüyor…
Görünmediğine göre; AKP iktidarının sonu yakındır…
*
AK Parti mevcut sistem içinde sorunları çözememiştir, çözemez. Niçin çözemez?
Bugünkü değerlendirmemde kısaca bunun temel sebepleri üzerinde duracağım.
1) AK Parti mevcut sistem içinde uzun süre iktidarda kalamaz; kal(a)mayacaktır. Nitekim bunun emareleri görülmeye başlamıştır. Çünkü devlet tekli sistem içindedir. Çoklu sistemle gelen parti bu tekli sisteme uyum sağlayamaz. AKP de sağlayamamıştır. Dolayısıyla sonunda Demokrat Parti ve demokrasi tarihimizdeki diğer bazı partilerin uğradığı akıbete uğrayacaktır. Neden?
2) AK Parti, Millî Görüş ve Adil Düzen gömleğini çıkarmış olmasına rağmen inanmış kimselerden oluşmuştur. Bu insanlar inançlarını terk etmemişlerdir. Bundan dolayı zulüm yapamazlar. Oysa merkezi tekel sistemde zalim olmadıkça devleti yönetemezsiniz. İnsanlık tarihinde hiç adil diktatör görülmüş müdür? Bu diktatörlerin kendilerinin zalim olmasından dolayı değildir. Merkezi tekel sistem zulüm üzerinde oturmak zorundadır.
3) AK Parti şartların ortaya koyduğu imkânlarla, Millî Görüş mirasından yararlanarak, bu arada kimi iç ve dış mihrakların desteğini de arkasına alarak, emeksiz bir şekilde iktidar olmuştur. Mustafa Kemal de böyle iktidar olmuştu ama o bu iktidar fırsatını çok iyi değerlendirmesini bilmiş ve vakit kaybetmeden inkılâplara girişerek iktidarını korumuştu. Mustafa Kemal eğer inkılâplara girişmeseydi ömrünün sonuna kadar devlet başkanı kalamazdı.
4) AK Parti’nin iktidara gelir gelmez yapacağı iş neydi? AKP eğer anayasa çoğunluğu ile ele geçirdiği iktidarını kullanarak sistemi değiştirip halkın temel meselelerinin çözümünü gerçekleştirebilseydi, o zaman sistem onu ayakta tutardı. Demokrat Parti’nin on yıl iktidarda kalmasının ana sebebi, sistem değiştirmesinden olmuştur. Turgut Özal’ın birkaç yıl iktidarda kalmasının ana dinamiği de yine kısmen sistem değiştirmesinden ileri geldiği gibi; ANAP’ın daha sonra tepe taklak çökmesinin ana sebebi de, Özal’ın başlattığı değişim hamlesini terk etmesidir.
*
AB’liler AKP’yi neden desteklediler?
AK Parti’yi kimi güçler içeriden ve dışarıdan desteklediler. Türk halkını AB/Avrupa Birliği’ne girmeye ikna etmek ancak AK Parti iktidarı ile olabilirdi. Sol partiler veya renksizler Türk halkını AB’ye girmeye ikna edemezlerdi. Ancak, AK Parti’nin bu görevi artık bitmiştir. Bundan sonra AK Parti o malum güçlere sadece engel veya köstek olacaktır; artık gitmelidir…
ABD’nin AKP üzerinden hedefi neydi?
AK Parti’yi çok yönlü kullanmak suretiyle genç yöneticilerinin bilgisizliğinden, acemiliğinden ve saflığından yararlanarak Irak’a saldırtmak, askeri birlikleri ile Türkiye’yi işgal edip İran’la kapıştırmak idi. Ama Allah’ın inayeti ve Meclis’in kıl payı reddetmesi ile bu oyun kısmen sonuç vermedi. ABD şimdilerde AK Parti’yi desteklediğine pişmandır; artık gitmelidir…
AK Parti bu arada genel siyasetini AB’ye üyelik politikalarına ve ABD’ye stratejik ortak olmaya dayandırdığı, bu arada içinden geldiği Millî Görüşü de terk ettiği için desteksiz kalacaktır.
Sonuç olarak; anayasa ekseriyetini elde eden AK Parti, halkın verdiği bu imkânı heder etmiş ve sistemi değiştirme görevini yerine getir(e)memiştir.
Bu durumda ufukta erken seçim görünüyor ve bana göre AK parti gelecek seçimi kazanamaz; kazanamayacaktır...
***
Ramazan, açlık, israf
ve ‘aşevi’ kurma teklifi
REŞAT NURİ EROL
Ramazan ayını hep birlikte idrak ettik ve yaşadık.
Oruçlu insanlar olarak açlık duygusunu tam olarak kavramış bulunduğumuz bu mübarek günler sonrasında önemli bir mesele üzerinde duracağım.
Kur’an israfı haram etmiştir.
Kur’an tebziri yani yiyeceklerde saçıp savurmayı da haram kılmıştır.
Hepimizin evinde kısmen veya yüzde ellilere varan bir israf vardır. Ülkemizde sınırlı ve ölçülü sofra sistemi vardır. Oysa sofrayı kurduğunuz zaman evinize beklenmedik bir misafir gelebilir. Onu sofranıza buyur etmek zorundasınız. Onun için pişirdiğiniz yemeği her zaman iki üç kişiye daha yetecek kadar fazla yaparsınız. Bundan dolayı sofrada mutlaka fazla yemek olmalıdır. Yoksa siz de doyduğunuzu bilemezsiniz. Yani; sonuç olarak her gün bir miktar yemeğimiz artmaktadır.
Bizim bir başka özelliğimiz de meşhurdur. Biz ekmeği çok yiyen bir topluluğuz. Bundan dolayı daima yediğimiz ekmekler de artmaktadır.
Bu durumda ne yapmalıyız? Bu şartlar altında Allah’ın haram kıldığı israf ve tebzirden nasıl kurtulmalıyız? Aç insanları sadece Ramazan’da değil, her zaman hatırlamalı ve gereğini yapmalıyız…
*
1. Mekanı müsait olan camilerde ve mescitlerde buzhaneler, ayrıca aş evleri olmalıdır. Beş vakit namaza giden kadın veya erkek, artan ekmek ve yemekleri kaplara koyup mescide getirip koymalıdır. Böylece evler israf ve tebzirden kurtulmuş olur. 2. Aşevine getirilen yemeklerin kimlere ait olduğu, hangi tarihte pişirildiği, aşevine hangi tarihte konduğu yazılmalıdır. Yemeklerin cinsine göre standart getirilmesi meselesi vardır. Mesela sütlaç bir gün dışarıda, üç gün de buzhanede kalabilir, böylece bozulmadan yenmiş olur. 3. Namazdan çıktıktan sonra aşevinde sofra kurulmalıdır. Aşevine gelen kişiler istedikleri yemekleri seçip yemelidir. Bu uygulama bir taraftan artan yemeklerin tüketilmesini sağlar, diğer taraftan evde fazla yemek pişirmeye gerek kalmaz. Evde doyamayanlar yemek ihtiyaçlarını mescitte tamamlarlar. Böylece yaşanan semtte veya mahallede aç insan kalmaz. 4. Evlerinde yiyecek olmayan yoksullar buradaki yemekleri ve ekmekleri alıp evlerine götürebilirler. Böylece çöp bidonlarında yiyecek aramaktan kurtulmuş olurlar. Yiyecek ekmek ve yemek bulamayanlar da sosyal dayanışma içinde yaşarlar. İsraf olarak attığımız yiyecekler yüzde yirmibeş olsa, demek ki bu uygulama sayesinde ülkede aç kimse kalmayacaktır.
Bu mesele çok çok önemlidir. Çünkü Hazreti Peygamber aleyhisselâm, ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir’ buyurmuşlardır. Herkes ‘bizden değildir’ ifadesinin ne demek olduğu üzerinde biraz düşünürse, meselenin önemini kavramış ve idrak etmiş olur.
*
Yazımı buraya kadar okuyanlara bir önerim daha olacaktır.
Mahalle mescidi veya bulunduğunuz işyeri sitesi mescidi yöneticilerini ziyaret ederek bu projeyi onlara anlatabilirsiniz. Mesela, bu uygulamanın yapılması için mekânı ve çevresi müsait bulunan yakınınızdaki bir cami veya mescitte kolayca uygulamaya başlanabilir. Bir yerde uygulanırsa ondan sonra her yerde uygulanır. Zaman zaman siz de gidip yapılabileceğiniz hizmetlere katılır ve katkıda bulunabilirsiniz.
Bu konuda müftülük, belediyeler, hayırsever iş adamları ve esnaf da önder olabilir… Buzhane ve aş evini oluşturmak için bir proje yapıp maliyeti çıkarılmalıdır… Cami yöneticilerinin de ne masraf yapacaklarını bilmeleri gerekir… Televizyon ve gazeteler de bu kampanyayı desteklemelidirler...
Böylece Allah’ın emrettiği ‘herkese aş’ sorununu da çözmüş oluruz.
*
Her organizasyonun birtakım sorunları olacaktır. Yemekler hangi kaplara konulacaktır?.. Yemekleri kim teslim alıp kim teslim edecektir?.. Sağlık kontrolleri nasıl yapılacaktır?..
Bu hususta uygulama yapmaya başladığımız zaman sorunları o zaman sorabilir ve çözebiliriz? Şimdiden muhtemel sorunları düşünüp de biz bunu yapamayız demek zavallılıktır. Sorunsuz hiçbir iş olmaz. Sorunları olacaktır diye bir şeyden vazgeçmek zavallıların, acizlerin, korkakların ve cahillerin işidir. Cahillerden olmaktan Allah’a sığınmalıyız. Çalışırsak, o zaman beynimiz açılır ve cehaletten kurtuluruz.
Yemekler nerede yenecektir?.. Temizliği kim yapacaktır?.. Bozulan yemekler ne olacaktır?..
Köylerde artık yemekler ayrı iki kaba konur. Etli yemekler bir kaba konur ve bunlar tavuklara, köpeklere, kedilere verilir. Etli olmayan yemekler ise inek, koyun ve keçilerin yiyecekleri olarak hazırlanır.
Aşevinde bozulan yemekleri ikiye ayırmalı; etli yemekleri tavuklara yem olmak üzere yem fabrikasına, etsiz yemekler ise davarların yiyeceklerine dönüşmek üzere yem fabrikalarına gönderilmeli veya evinde hayvan besleyenlere verilmelidir. Karşılığında da kendilerinden yumurta veya süt istenir.
Halkımız cömerttir. Hayır yapmayı sever. Cami ve dernek görevlileri bu aşhanenin kurulması ve işletilmesi için bağış toplar ve bu projeyi gerçekleştirebilirler. Allah hayırlı işlerimizde yardımcımız olsun…
***
Dikkat!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.11.2005
Ufukta yeni bir kriz mi var?
İki haftadan beri AKP iktidarının ekonomi ile ilgili serencâmını ortaya koymaya çalıştım. Bunlar benim görüşlerim, benim yazdıklarım. Şimdi dışarıdan, AKP’lilerin itibar ettiği ABD’den, ekonomik gidişata ve duruma bakarak ‘dikkat’ çeken birilerinin görüşlerine yer vereceğim.
Türk ekonomisi ile ilgili olarak içerden sadece bizim tarafımızdan değil; dışarıdan, hem de tâ ABD’den bile ‘ekonomide fırtına uyarıları’ yapılmaya başlandı. FT/ Financial Times Gazetesi, Johns Hopkins Üniversitesi’nden Prof. Dr. Steve Hanke’nin ‘Türk ekonomisi’ ile ilgili uyarılarını yayımladı: “Türkiye şayet kendi kendinin [ya da dışarıdan müdahalelerin RNE] neden olduğu bir başka finanssal çöküşü yaşayacak olursa, bunun hükümeti götürecek ve ekonomik canlanmayı rayından çıkaracak siyasi bir kriz yaratacağı kesin gibidir.” Profesör Steve Hanke’nin, Türkiye’de ufukta yeni bir kriz belirebileceği görüşüne dikkat çeken Financial Times Gazetesi, Hanke’nin Türkiye’nin ödemeler dengesindeki durumunun 1994 ve 2001 yıllarındakilere benzediğini söylediğine işaret etmiş. ABD’li Profesör Henke, Türkiye’nin Brezilya’dan sonra en yüksek faizleri olan dünyadaki ikinci yükselen piyasa olduğunu da ifade etti. Bu arada YTL’nin belki yüzde 50 fazla değerli olduğunu, Türkiye’nin potansiyel olarak yeni bir ‘ödemeler krizi’ ile karşı karşıya kalabileceğini ifade etmiş.
Aman dikkat!
*
Sıcak para trafiği yüzde 112 artmış!
Ekonomide ‘sıcak para’ olarak da nitelendirilen ve ülkeden ani çıkışında Türkiye ekonomisinde sarsıntılara sebebiyet veren yabancıların Türkiye’deki menkul kıymet alım-satım trafiği, son zamanlarda yüzde 100’den fazla oranlarda hızlanmaya başlamış.
Hayırdır inşaallah!
Ülkemizdeki yabancı yatırımcıların bu yılın ilk dokuz aylık döneminde Türkiye’ye hisse senedi, devlet tahvili ve hazine bonosu almak üzere girdiği döviz miktarı 36.4 milyar dolar, sözkonusu kâğıtları satarak ya da vâdesinde tahsil ederek çıkardıkları döviz de 28 milyar dolar ile rekor kırmış! Bunlar hiç de hayırlı haberler değil.
Aman dikkat!
Yabancı yatırımcılar, bu arada İMKB/ İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yerli yatırımcılardan daha az hisse ile daha fazla piyasa değerini kontrol ediyormuş. Yabancı yatırımcıların portföyündeki yüzde 50’ye yakın hisse, piyasa değerinin yüzde 65.51’ini oluşturuyor.
Yabancı yatırımcıların hisselerinin piyasa değeri 2004 yılı sonunda yüzde 54.94 iken, Haziran 2005’te yüzde 60’ı aşmış; 11 Kasım itibariyle de yüzde 65.51 olarak gerçekleşmiş!
Dikkat oluna!
*
Uzun sözün kısası
TİM/ Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Oğuz Satıcı, MB/ Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin ‘reel faizleri yüksek tutması’ yüzünden millî sanayinin erimeye başladığını savunuyor ve bakın ne diyor: “72 milyar dolardan fazla ihracat yapıyorsak, bu ülkede ithalatın 120 milyar dolara çıkmasını yolunu açanlara iki çift lafımız olmaz mı? Madem öyle, aradaki 50 milyar dolar farkın (yani açığın) izahını bize yapsınlar...”
TİM Başkan Vekili Süleyman Orakçıoğlu da, 2004 yılındaki ihracat artış oranının yüzde 34 iken, 2005 yılında yüzde 16’ya düştüğünü vurgulayarak, Türk ihracatçısının bugün dünyanın en değerli parasıyla ve gümrük duvarlarıyla boğuşarak ihracat yapmaya çalıştığını ifade ediyor…
AKİB/ Akdeniz İhracatçı Birlikleri Başkanlar Kurulu Başkanı Tarık Bozbey de konuya dikkat çekiyor: “Diyorlar ki, ‘İhracatçılar hem ağlıyor, hem de rekor kırıyor! Bu nasıl iştir?’ Bu şöyle bir iştir: Dünyadaki işletmeler bütçelerinde belli bir yıpranma payı ayırır, bir de kâr payı ayırır. Bunları yaparak yıllarca sağlıklı bir şekilde ayakta kalırlar. Biz bunları yapmadan sadece girdi maliyetlerimizin üstüne üç beş puan koyup ayakta kalmaya çalışıyoruz. Böyle giderse bu sistemin ömrü 7-8 yıldır. Ondan sonra işletmelerimizi kilo ile tenekecilere yani hurdacılara satmak zorunda kalacağız!”
Evet, kısaca durum böyle.
Aman dikkat!
***
4. Sanayi Kongresi ya da
‘nasıl sanayileşiriz?’ - 1
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.11.2005
İSO/ İstanbul Sanayi Odası, 25-26 Kasım Cuma-Cumartesi günlerinde “4. Sanayi Kongresi”ni gerçekleştirecek. Kongrenin ana başlığı “Sürdürülebilir Rekabet Gücü ve AB’ye Üyelik Sürecinde Türk Sanayi”. İSO, ilk kongreyi 50. kuruluş yılı sebebiyle 2002’de yapmıştı. İki gün sürecek kongrede toplam 12 oturumda 13’ü yabancı, 53 konuşmacı olacak. Türk sanayici ve üreticisinin, artık küreselleşen dünya sisteminde varlığını gerçek anlamda göstermesi ve sürdürebilmesi, bu arada rekabet gücünü göstermesi gerekiyor.
Bu nasıl olacak?
Meseleye örnekleme ve mukayese metodu ile açıklık getirmeye çalışalım.
Adana’da pamuk üretilir, balyalanır ve mesela Almanya’ya gönderilir. Almanya’da da mesela Malatya ve Sivas’tan gelen işçiler vardır, Almanların ürettiği tezgâhlar vardır. Bu tezgâhların bakım ve ayarlarını Sivaslı işçiler, iplik üretimini ise Malatyalı işçiler yaparlar. Sonunda Türk pamuğundan ve işçiliğinden Alman tezgâhlarında bir numaralı en iyi kalite iplik üretilir.
Pamuğun kalitesi nasıl ölçülür? Bunu bilmek istersiniz. İpliğin en ince yerleri ve en kalın yerleri vardır. İnce ve kalın yerler arasındaki fark çapa oranlanırsa ipliğin kalitesini verir. İpliği boyayabilmek için ağartmak gerekir. Ağartıcı maddeyi az kullanırsan iplik ağarmaz gri kalır, diğer boyalarla boyanmaz. İpliğe ağartıcı maddeyi fazla yaparsanız, bu sefer de iplikteki çekme kuvveti azalır ve esnekliği kaybolur.
Türk işçiler bütün bu inceliklere vâkıf olur ve bir numaralı ipliği, en kaliteli ipliği üretirler.
*
Türkiye’ye mesela Bursa’daki bir fabrikaya gelin. Buraya da Sivas ve Malatya işçileri gelmiştir. Tezgâh Almanya’dan alınmış, pamuk Adana’dan gelmiştir. Hepsi Almanya’dakinin tamamen aynı, ama çıkan iplik üçüncü, hattâ dördüncü kalite; ikinci kalitede bile değildir! Makine aynı, bakıcıları aynı, işleticileri aynı, pamuk aynı; ama Türk mamulü kalitesiz! Acaba neden?
Elinizde çok iyi malzeme olsa bile, eğer o malzemeyi iyi bir şekilde monte edemezseniz, kaliteli üretim olmaz. Sivas’tan gelen işçiler İtalya’daki makinelerde eğitildiler, onun nasıl ayarlanacağını ve bakımının nasıl yapılacağını bilmektedirler. Oysa makine Alman makinesi; onun bakımını ve ayarlarını yapmamışlardır. Ustalıkları o makineler üzerinde değildir. İşletmesini yapan Malatyalılar da Fransız makineleri üzerinde usta olmuşlardır, Alman makinelerini işletmede acemidirler. Böylece işçiler ve makineler arasında uyum olmadığı için ürün dördüncü veya beşinci kalitede olmaktadır.
Demek ki, Almanya’daki makineyi Alman kendisi üretmiş, kendisi oluşturmuş, kendisi çalıştırmaktadır. Almanların başarısı buradan kaynaklanmaktadır.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı ki ülkelerin etkisiyle sanayileşme mümkün değildir.
*
‘İlim’ müsbet bir şeydir, ülkeden ülkeye, âlimden âlime değişmez. Dolayısıyla ilim her nerede ise orada bulup almak gerekir. Çünkü ilim mü’minlerin yitiğidir, bulunduğu yerden alınacaktır.
İlim böyledir ama ‘teknik’ öyle değildir. Teknik ancak yerli olarak üretilebilir. Çünkü “teknik kültürdür”, uygarlık değildir. Bizim ‘irfan’ dediğimiz ‘kültür’ yerli olmak zorundadır.
Bunlar dört tanedir: Sanat, hukuk, dil ve teknik. Buna mukabil din, ilim, yönetim ve ekonomi ise beşerîdir ve ‘umran’ yani ‘uygarlık’ bunlarla oluşturulur.
Türkiye’nin 200 yıldır gerçek anlamda bir türlü sanayileşememesinin ana sebebi işte budur.
Ne yapılacak?
Batı’dan ‘müsbet ilim’ öğrenilecek; fizik, kimya, matematik, geometri...
Sonra bu bilgilere dayanılarak projeler üretilecek ve bu projeler yerli olacaktır.
Biz Türk otomobilini, mesela kendi binlerce yıllık at arabamızı geliştirerek üretmeliyiz. Makinelerin bazı parçalarını biz üretmeyebiliriz ama o “parçaların projesini” mutlaka biz yapmalıyız. Dışarıya sipariş verip üretebiliriz ama üretilen o parça “Türk tipi” olur.
Biz her temel üründe üretime böyle sıfırdan başlayıp, “Türk tipi” olarak kendimize göre üretmezsek, bugüne kadar sanayileşemediğimiz gibi bundan sonra da hiçbir zaman gerçek anlamda sanayileşemeyiz. Bu gerçeğin bilincinde olmalı ve gereğini yapmalıyız.
Yarın, kaldığımız yerden devam edeceğiz…
***
4. Sanayi Kongresi ya da
‘nasıl sanayileşiriz?’ - 2
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
24.11.2005
İSO Başkanı Tanıl Küçük, 25-26 Kasım tarihlerinde iki gün gerçekleştirilecek “4. Sanayi Kongresi” ile ilgili demiş ki: “İlk toplantıda aldığımız karar gereği, kongrelerimiz bugüne kadar bir ağlama, devletten bir şeyler isteme platformu olmadı ve bundan sonra da olmayacak... Burası bir arayış platformu… Katılacak yabancı konukların da katkılarıyla yeni AB üyelerinin yaşadığı tecrübeler konuşulacak... Bir yönüyle, sanayicinin bundan sonra neyi nasıl yapacağı, nelerle karşılaşacağı tartışılacak… Bu süreç bir yapısal dönüşüm fırsatı ve Türkiye bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeli… Her şeyi hükümetten, devletten bekleyemeyiz. O zaman adama sorarlar, siz nesiniz, İSO nedir; şu örgüt, bu kuruluş nedir diye...”
Evet, İSO Başkanı doğru söylüyor ve doğru soruyor, “İSO nedir?..” Ben de soruyorum: “İSO nedir? Kurulduğundan beri yani 50 kusur yıldır ne yapmıştır? Bundan sonra ne yapacaktır?..”
İSO, kongre ile yetinmeyi düşünmüyormuş. Hükümetin AB sürecinde gerçekleştireceği müzakerelerde üzerine düşecek katkıların yanı sıra üyelerini ve kamuoyunu bilgilendirme konusunda da bir dizi çalışma yapmayı planlıyor. Kongrenin ana başlığının “Sürdürülebilir Rekabet Gücü ve AB’ye Üyelik Sürecinde Türk Sanayi” olması da bunu gerektiriyor. İSO bu maksatla meclis üyelerinden bir de “AB Çalışma Grubu” oluşturulmuş. AB ile ilgili bilgilendirme toplantıları farklı şehirlerde periyodik olarak devam ettirecek. Sırada Bursa, Trabzon, Mardin, Hatay ve Konya var...
*
Türk esnafı, Türk sanayicileri, Türk üreticileri, -dünkü yazımda da işaret ettiğim bazı gerçekleri- artık öğrenmelidirler. Sanayileşmeyi başarabilmemiz için bazı çalışmaları hep birlikte oluşturacağız. Halkın ürettiği malları alıp halkımıza satacağız.
Bu mallar belki kalite bakımından başlangıçta Batı veya dünya düzeyinde olmaz, ihraç edilemez; ama kendi ürettiğimiz bu malları önce iç tüketimi için kullanırız, sonra bizden geri olan ülkelere pazarlayabiliriz. Yavaş yavaş kendi ürettiğimiz üretim tezgahları ortaya çıkar, kendi işçilerimiz bizim tezgahlarda çalışırlar. Bu sayede “Türk tipi bir teknik” ortaya çıkar, gelişir ve bir müddet sonra o teknikte dünyanın en kaliteli mallarını biz üretmiş oluruz.
Bu arada Batı’ya ve bütün dünyaya üçüncü, dördüncü, hattâ beşinci derece malları ihraç etmeye devam ederiz. Ülkemizdeki işsizlere de ülke teknolojisinde iş vermiş ve kredileri onlara tanımış oluruz. Bu işsizler önceleri düşük kalitede mal imal edecekledir. Ama bunlar zamanla kendilerini geliştirecek ve daha kaliteli malları üreteceklerdir. Vatandaşlarımız da bilinçlenerek yabancı teknolojiye dayanan malları almaktan vazgeçecek, yerel teknoloji ile üretilen malları almaya başlayacaktır. Böylece “millî sanayimiz” oluşacak ve gelişecektir.
Burada şunu belirterek konuyu kapatabiliriz. Biz bütün malları ülkemizde üretmeyeceğiz. Kendi teknolojimizde üretebildiğimiz malları üretecek ve millî ihtiyacın üstünde olan malları da ihraç edeceğiz. Şimdilik yeteri derecede kaliteli üretemediğimiz malları da dışarıdan alacağız.
*
İşte, İSO/ İstanbul Sanayi Odası’nın “Sürdürülebilir Rekabet Gücü ve AB’ye Üyelik Sürecinde Türk Sanayi” ana başlığı altında düzenlediği “4. Sanayi Kongresi”nde, her şeyden önce, özetlemeye çalıştığım bu temel meselelerin ele alınması gerekir. Kongre vesilesiyle ve kongre sonrasında da İstanbul ve Anadolu esnafına, üreticilerine ve sanayicilerine de bu gerçekleri bütün açıklığı ile anlatmamız gerekir. İstanbul’un ve Türkiye’nin önemli yerlerinde örnek pilot uygulama çalışmaları yapılmalıdır. İstanbul sanayicileri, adeta Anadolu’ya da öncülük edecek şekilde kendi mallarını kendi yerlerinde üretecek ve satacaklardır. Satılmayan malları çekinmeden geri alacaklardır. Bir de oralarda bulundurdukları mallar karşılığında da orada bulunan malları satın alacaklar ve onları pazarlamaya çalışacaklardır. Pazarlayamazlarsa iade edeceklerdir.
Biz Avrupalılardan anlattığım sebeplerden dolayı teknolojiyi ve sanayiyi alamadık, onlar da bizden hukuku (fıkhı) ve yönetimi alamadılar. İşte bugünkü dünyanın perişanlığı böyle tek ayaklı ve tek yönlü oluşundan ileri gelmektedir. İslâm âlemi daha da perişandır. Onların sanayi ve teknolojideki üstünlüğü hukuk ve yönetimde de vardır zannederek kanunları Batı’dan aktarmış ama bu uygulamanın sonu bugüne kadar hep hüsran olmuş.
Böyle devam ederse bundan sonrası da hüsran olacaktır.
***
AKP ne yapıyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
29.11.2005
Kasım ayı bitiyor, Aralık ayı geliyor… Bugün, bir yıl önceki haftalık seminer notlarımdan bir bölümü, -anlaşılması ve ibret alınması ümidiyle- sizlerle paylaşmak istiyorum. 10 Aralık 2004 günü, yani bir yıl önce Süleyman Karagülle Hocam bizlere neler anlatmış? Birlikte okuyalım.
“Millî Görüş Hareketi’ni başlattığımız 1969 yılında, Aydın’da bağımsız milletvekili adaylığımı koyduğum zaman Hacı Emin Özalp bana büyük destek vermişti. Bir ara beni 30 metrekare olarak tahmin edeceğim pulluk imalathanesine götürmüştü. Benden mühendis olarak lisans almaları için yardımcı olmamı talep etmişti. Ben o zaman kendilerine şu soruları sordum:
-Niçin lisans almak istiyorsunuz? Bilginiz mi yok?
-Bilgimiz var. Biz en kaliteli pulluk imal ediyoruz.
-Müşteriniz mi yok?
-Müşterimiz var, biz talepleri yetiştiremiyoruz.
-Sermayeniz mi yok?
-Sermayemiz var, bizim sermaye konusunda sıkıntımız yok.
-O halde niçin lisans istiyorsunuz? Lisans sizin elinizi kolunuzu bağlar, size bir şey yaptırmazlar. Demode modelleri hep size verirler. Dünya piyasasını ikinci el olarak takip edersiniz dedim.
Sonra, belki yirmi yıl sonra, kendilerini ziyaret ettim. Özdemir Çelik Döküm Fabrikamız için bize iştirak etmelerini, ortak olmalarını talep ettim. Sağ olsunlar, iştirakte bulundular.
Bu arada Hacı Emin Beyin Oğlu Tevfik Özalp yukarıda anlattığım bu hikâyeyi bana anlattı ve dedi ki;
“Sizin o zamanki sözünüzü dinlediğimiz için bugün Türkiye’nin %25 pulluk ihtiyacını biz karşılıyoruz. Büyük miktarda da ihracat yapıyoruz.” dedi.
Bu firma geçmişte olduğu gibi günümüzde de hâlâ Aydın’ın vergi birincisidir.
Şimdi Türkiye hızla “Avrupa Biriliği”ne doğru koşmaktadır! Bu arada IMF belâsı ülkemizi ‘işsiz ve borçlu’ hâle getirmiştir. Bu IMF belası yetmedi! Şimdi arkamıza bir de AB/Avrupa Birliği denetimini alacağız!..
Türkiye’yi yıkmayı planlayan düşman ne zamandan beri can ciğer dost oldu?!.
Ben bunlarla yıllarca çalıştım. Bunlar şunu yaparlar. Dinsizlere ve solculara yaptıramadıkları işler için sağcı veya Müslümanları iktidara getirirler, onlara gerekli olanları yaptırırlar, ondan sonra bir tekme vururlar ve kendileri afiyetle sömürürler!
Türk halkını Avrupa Birliği’ne girmek için ne solcular, ne milliyetçiler, ne de merkez partileri ikna edemezdi. Müslüman parti sahte vaatlerle halkı ikna etti! Bu parti halka ‘başörtüsü’ vaat etti... Bu parti halka ‘özgürlükler’ vaat etti... Halk da bu vaatlere kanarak teslim oldu…
Aradan 3-4 yıl geçtikten sonra, artık bu partiyi çok iyi tanıyorsunuz.
Bu partinin adı “AKP/ Adalet ve Kalkınma Partisi”dir. Peki, aradan 3 yıl geçtikten sonra soruyorum; “Siz hiç ‘adalet’ ve ‘kalkınma’ adına yapılmış bir şey biliyor veya hatırlıyor musunuz?”
17 Aralık’ta müzakereler başladı mı AKP’nin işi biter. Ondan sonra ona bir tekme vururlar, yerine Kemal Derviş misali birini getirip Türkiye’yi yıkarlar…
Bunun böyle olduğunu nereden biliyorum? Dikkat ediniz, AKP sadece Avrupa Birliği’nin istediği kanunları okumadan geçirdi. Sadece buna müsaade ettiler. Onun dışında ne yapmak istediyse karşısına dikildiler, bir tek kanun bile geçirtmediler, atamaları yaptırmadılar. Siz zannedersiniz ki, şimdi yapılanları AKP yapıyor. Bunların daha önce hazırlanmış dosyaları vardı. MHP’lileri kırmamak için o atamaları yapmadılar, solcuları kırmamak için o atamaları yapmadılar. Şimdi renksizleri, solcuları ve milliyetçileri AKP atıyor ve onlara karşı kötü yapılıyor!..
Aydın Doğan’ı destekleyen bu iktidar Cem Uzan’ın üzerine yürüyor. Çünkü Cem Uzan’a verdikleri bir görev vardı; ANAP ve DYP’yi barajın altında bırakmak. Böylece bu iki partinin liderlerini tasfiye etmek ve onları tek parti hâline getirmek. O görevi GP yaptı, artık ona gerek yok; onu şimdi AKP’ye tasfiye ettiriyorlar. Böylece merkez ve sol güçlenmiş olacaktır. Devlet Bahçeli de tasfiye edilecektir. CHP’nin başına Kemal Derviş veya ona benzer biri getirilecek ve başbakan yapılacaktır. CIA’ya yapılan ihale budur.
İşte görüyoruz; AKP ne yapmak istese, yaptırmıyorlar! Baykal’ı ortaya çıkarıp din düşmanlığı yaptırıyorlar! AKP’ye hiçbir müsbet iş yaptırmıyorlar, böylece bir taşla iki kuş vuruyorlar. Bir taraftan AKP yıpratılıyor, diğer taraftan Baykal yani CHP düşürülüyor. Aptal particiler de kendilerini yıkacak olanları desteklemeye devam ediyorlar. İşler yolunda gitmiyor. Neden gitmiyor? İşler yolunda giderse sonra AKP nasıl parçalanacak, ülke nasıl yok edilecek? AKP bugünlerde ne yapıyor? Canhıraşâne bir gayretle millî servetimizi yabancılara peşkeş çekiyor ve ‘özelleştirme’ adı altında heba ediyor!..”
***
İşsizlik ve borçlar
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
30.11.2005
İşsizlik sermayeden zarardır.
Zarar iki türlüdür. Kârdan zarar vardır, sermayeden zarar vardır. Toprağınızı ekmezseniz, akan sularınızdan elektrik elde etmezseniz, evinizi kiraya vermezseniz, fabrikanızı çalıştırmayıp kapısına kilit takarsanız kârdan zarar edersiniz. Bunların cari giderleri yoksa sermayeden zararınız olmaz.
Oysa, bir insan işsiz kalırsa sermayeden zarar edersiniz. Çünkü o insan çalışsa da çalışmasa da yaşamaktadır; yaşamak zorundadır. Yani; insanın yeme, giyme, barınma ve gezme giderleri devam edecektir. İnsan hayatını borçlanarak da sürdürebilir! Ama nereye kadar ve ne zamana kadar?!.
*
Bir iktidarın başarı notu borçları ile ölçülür.
Genel muhasebe şöyle yapılır. Bir işletme yıl sonunda gelirlerini ve giderlerini toplar. Sağdaki gelirler soldaki giderlerden fazla ise alacaklı olmuştur; soldaki giderler fazla ise borçludur.
Âhirette de böyle hesaplama vardır. Alacaklılar cennete, borçlular cehenneme gider.
Bir iktidarın başarısı da ‘borç stoku’ ile ölçülür. Borcu azalmışsa o hükümet başarılı hükümettir, borcu artmışsa başarısız hükümettir.
1950’den 1997’ye kadar Türkiye 80 milyar dolar borçlandı; ancak ‘yatırım stoku’ bundan fazla olmuş olduğu için bu 50 yılda başarılı olunmuştur. Başbakan Erbakan’ın 54. Refah-Yol Hükümeti, cumhuriyet tarihimizin en başarılı hükümetidir.
1997’den 2002’ye kadar iktidar olan Ecevit hükümetleri bir tek çivi çakmadıkları halde, Türkiye’yi 70 milyar dolar borçlandırmışlar ve başarısız hükümetler olmuşlardır.
AK Parti iktidarı ise şu ana kadar 100 milyar dolardan fazla borçlanmış, ama buna karşılık ülkede tek bir çivi bile çakmamıştır. Bundan dolayı son derece başarısız bir hükümet ve başarısız bir iktidardır.
*
Türkiye’de 20 milyon işsiz vardır, borçlanma kaynağıdır.
Türkiye’de 30 milyon civarında çalışan insan vardır. Kadınlarımızın yarısı güvenli iş bulamadıkları için çalışamıyor. Erkeklerimiz de 25 yaşına kadar askerlik ve okul sebebiyle, 50 yaşından sonra da erken emeklilik nedeniyle çalışmıyorlar. Bunların toplamı 15 milyon etmektedir. 3 milyon da ‘resmen işsiz’ vardır; toplam 18 milyon eder. Ülkemizde ayrıca bir de ‘gizli işsizlik’ vardır. Gizli işsizliği de 2 milyon sayarsanız, Türkiye’de 20 milyon işsiz vardır. Yani, bir kişi çalışıyor ve üç aileyi yani onbeş kişiyi geçindiriyor!..
*
Türkiye on-onbeş yıl sonra borç içinde boğulup gidecektir.
2003 yılında yaptığımız genel hesaplara göre, yani Türkiye’nin borçlarını aile başına böldüğümüzde, ülkemizdeki her Türk ailesinin 10 000 dolar borcu vardır!
Onbeş sene sonra bu borç aile başına 100 000 dolar olacak, yani her aile her ay en az 1000 dolar ‘faiz’ ödeyecektir? Evet, her aile her ay 1000 dolar ‘sadece faiz’ ödemek zorunda kalacaktır!..
Peki, bu genel duruma ve gidişata bakarak, nereye doğru gittiğimizi veya götürüldüğümüzü hiç düşünen var mı? O günler geldiğinde her aile her ay bu kadar faizi nasıl ödeyecektir?!.
Böyle bir durum Türkiye’nin yıkılması demektir.
Nitekim Osmanlıları böyle yıktılar.
*
“Milleti yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır.”
Türkiye hâlen komadadır. Acilen yoğun bakıma alınmadığı takdirde ölümü kesindir.
-Peki, komadaki Türkiye’yi yoğun bakıma kim alacaktır?
-Devlet almalıdır, ama almıyor!..
-Hükümet almalıdır, ama almıyor!..
-Belediyeler almalıdır, ama almıyor!..
-Siyasi partiler almalıdır, ama almıyor!..
Öyleyse, “halk” duruma el koymak zorundadır…
İstiklâl Savaşı yıllarımızda böyle bir durumla karşı karşıya kalındığında dendiği gibi; “Milleti yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır.” Millet olarak İstiklâl Savaşımızı din adamlarının ve esnafın halka önder olması ile başardık ve kazandık. Kuvva-yı Milliye’yi hep birlikte onlar kurdular. Bugün ekonomik istiklâlimizi kaybetmiş durumdayız. Borçlarımız sebebiyle varlıklarımız ‘özelleştirme’ adı altında bir bir sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor. Özelleştirilecek varlıklarımız bittiğinde, teslim bayrağı çekilmiş olacaktır!..
Bu köşede zaman zaman, başta işsizlik ve borçlar olmak üzere, halkımızın temel sorunlara nasıl ve ne şekilde çare ve çözümler bulması gerektiği üzerinde durduk. Bugün de, işsizlik ve borçlarla ilgili kısaca bir durum değerlendirmesi ve genel bir hatırlatma yapmış olduk. Allah milletimizin yardımcısı olsun…
***