|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
NİSAN 2005 |
|
|
|
ÇANAKKALE TAMAM;
SIRA TALAS, MALAZGİRT, İSTANBUL’UN FETHİ,
SAKARYA VE İSTİKLÂL SAVAŞI KUTLAMALARINDA… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
10.04.2005
YENİ MEDENİYET VE TÜRKLER
Medeniyetlerin 1000 yıllık ömrü vardır.
İlk medeniyet Milattan Önce 3000 yıllarında Mezopotamya’da Sümer Medeniyeti olarak doğdu. İkinci medeniyet yine Mezopotamya’daki Babil Medeniyeti’dir. Üçüncü medeniyet İbrani Medeniyeti, dördüncü medeniyet Hıristiyan Medeniyeti ve beşinci medeniyet İslâm Medeniyeti’dir. Bu medeniyetlerin hepsi ‘Ulu’l-Azm, azimet sahibi peygamberler’ tarafından kurulmuştur. Medeniyet kurulmadan birkaç asır önce peygamber gelir, hazırlık yapar, sonra medeniyet oluşur. Mezopotamya Medeniyeti’nin hazırlığını yapan Hazreti Nuh peygamberdir, medeniyetten 300 yıl önce gelmiştir. İbrani Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Musa yapmış, medeniyetten 200 yıl önce gelmiştir. Hıristiyan Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya yapmıştır. Kur’an Medeniyeti’nin hazırlığını Hazreti Muhammed yapmış ve 400 sene önce gelmiştir. Ayrıca, konunun şu boyutu iyi bilinip anlaşılmalıdır ki, her medeniyet iki medeniyetin sentezi ile doğar. İbrani Medeniyeti, Mısır Medeniyeti ile Mezopotamya Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur. Hıristiyan Medeniyeti ise Roma Medeniyeti ile İbrani Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur. İslâm Medeniyeti, Kur’an’ın getirdikleri ile Yunan Medeniyeti’nin sentezi ile doğmuştur. Şimdi ‘III. Bin Yıl Medeniyeti’nin başındayız. II. Kur’an Medeniyeti doğacaktır. Bu yeni medeniyet, altıncı İslâm Medeniyeti olacak, Batı Medeniyeti ile I. Kur’an Medeniyeti’nin sentezi ile oluşacaktır. Yeni kitap gelmeyecek, Kur’an müsbet ilimlerle tefsir edilerek medeniyet oluşturulacaktır. Yeni peygamber gelmeyecek, âlimler peygamberlerin vârisleri olacaklardır.
Bu yeni medeniyetin hazırlığını Türkler yapmıştır. Türkler iki asırdan beri Batı’yı öğrenmekte, bu arada İslâmiyet’i de yeniden yorumlayıp değerlendirmektedirler. Tarihî tesbitler ve Kur’an’ın bildirdikleri ile öğreniyoruz ki, “III. Bin Yıl Kur’an Medeniyeti”ni Türkler başlatacaklardır.
*
ÇANAKKALE ZAFERİ VE İSTİKLÂL SAVAŞI
Çanakkale Savaşı İslâm tarihinin başlangıcındaki savaşlara benziyor. Müslüman Türkler Çanakkale Boğazı’na dayanan ve asıl hedefleri sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun değil, bütün İslâm âleminin payitahtı İstanbul’u işgal etmek olan yedi düvele karşı Çanakkale’de, tarihte benzeri olmayan çok büyük kahramanlıklar gösterdiler. İslâm âleminin en önemli topraklarının işgal edilmesini engellediler. Her ne kadar bir müddet sonra 1920’de düşman gemileri İstanbul’u işgal etmiş olsalar da; şu gerçek kabul edilmelidir ki, Çanakkale Destanı sayesinde elde ettiğimiz moralimiz olmasaydı, Anadolu’daki mücadelemizi ve İstiklâl Savaşı’nı başlatmakta zorluk çekerdik. Çanakkale Zaferi sayesinde elde edilen manevi motivasyon ve güç ile milletimiz bundan sonra İstiklâl Savaşı’ndaki bütün muharebeleri kazanmıştır. Bu vesileyle Çanakkale Zaferi sonrasındaki savaşlarımızı ve bunların önemini tekrar hatırlayalım. Hattâ, sadece hatırlamakla kalmayıp, aynen Çanakkale’yi kutladığımız gibi bunları da en az aynı seviyede veya daha büyük bir coşku ile kutlayalım. Umulur ki, bu vesileyle ve bu coşku sayesinde, içinde bulunduğumuz II. SEVR günlerini andıran şartları daha iyi anlayıp kavrar, çare ve çözümler üretme yolunda önemli adımlar atarız. Tarihin tekerrür etmemesi için tarihten ibret alınması gerekir. Aksi halde tarih tekerrür etmeye devam eder.
*
İSTİKLÂL SAVAŞI VE İLK İSLÂM SAVAŞLARI
İstiklâl Savaşı muharebeleri, İslâm tarihindeki ilk savaşlara benzemektedir.
I. İnönü Savaşı, adeta Bedir Savaşı karşılığı gibidir. Büyük bir olaydır. I. Kur’an Medeniyeti’nin kaderi Bedir Savaşı’ndan sonra değişmeye başladı. Bedir, İslâm tarihinde dönüm noktasıdır. II. Kur’an Medeniyeti’nin kaderi de I. İnönü’de değişmeye başladı. “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyen şair, bu tesbiti ile bu gerçeğe işaret etmiştir. II. İnönü Savaşı, Uhud Savaşı’na denk gelir. Sakarya Muharebesi, İslâm tarihindeki Hendek Savaşı misalidir. Müşrikler Medine’ye kadar gelip saldırmışlardı. Nitekim İstiklâl Savaşı yıllarındaki Sakarya muharebelerinde de, Sakarya’ya kadar sokulan düşmanlarımızın sesleri Ankara’dan duyulmuştu. Başkomutanlık Meydan Muharebesi ise Mekke’nin Fethi misalidir. Mekke fethedildikten sonradır ki, Mekke başta olmak üzere, bütün Arap Yarımadası müşriklerden tamamen arındırıldı. Anadolu da, İstiklâl Savaşı’nın bütün muharebelerinden sonra, diğer din mensubu azınlıklardan arındırıldı ve hep söylenegeldiği üzere, Türkiye yüzde doksan dokuzu (%99’u) Müslüman olan bir ülkeye dönüştü.
*
ÇANAKKALE ZAFERİ kutlamaları tamamdır; şimdi sıra TALAS, MALAZGİRT, İSTANBUL’UN FETHİ, SAKARYA VE İSTİKLÂL SAVAŞI kutlamalarında… Doğrusu, II. SEVR günlerine benzer sıkıntılar yaşadığımız bu günlerde tarihi, mâziyi, geçmişi ibret alarak ele almak ve geleceğimize ona göre şekil verip çözümler üretmenin tam zamanıdır… Allah milletimizin yardımcısı olsun.
***
ÇANAKKALE TAMAM;
SIRA TALAS, MALAZGİRT, İSTANBUL’UN FETHİ,
SAKARYA VE İSTİKLÂL SAVAŞI KUTLAMALARINDA… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
11.04.2005
Bu yılki Çanakkale Zaferi, önceki yıllara nisbetle fevkalâde ilgi ve kutlamalara mazhar oldu. Bu iyi bir gelişme. Darısı önümüzdeki yıllarda yapılacak kutlamalara... Ancak, Müslüman Türklerin en az Çanakkale kadar, hattâ ondan daha fazla ilgi ve kutlamayı hak eden diğer savaşları da vardır.
Türk tarihinin dönüm noktalarını tekrar hatırlayalım.
751 yılındaki Talas Savaşı, Türklerin İslâm tarihinde Müslüman Arapların yanında ilk olarak yer aldıkları büyük bir savaştır. Bu savaş, bundan sonra kurulacak olan İslâm Medeniyeti ve bu kuruluşta en önemli rolleri üstlenecek olan Türklerin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi büyük bir olaydır, İslâmiyet’in Hıristiyanlığa galip gelmeye başladığı tarihtir. 1453 yılındaki İstanbul’un Fethi de, çağ kapatıp yeni bir çağ açacak kadar çok önemli bir tarihtir. Bugünkü Batı Uygarlığı, İstanbul’un fethi sonrasında Doğu’dan ümitlerini kesen Batı dünyasının yeni arayışları sayesinde doğdu. Viyana bozgunu da bizim aleyhimizde olmakla beraber, bugünkü Batı Uygarlığı bu sayede varlığını sürdürdü. Ondan sonra da genel olarak İstiklâl Savaşı ve bu savaştaki I. ve II. İnönü Savaşları, Sakarya Muharebesi, Başkomutanlık Meydan Muharebesi çok önemli bir dönüm noktasıdır.
Bu yıl ÇANAKKALE ZAFERİ üzerinde önemle duruldu. Ama Çanakkale ile birlikte TALAS, MALAZGİRT, İSTANBUL’UN FETHİ, SAKARYA VE İSTİKLÂL SAVAŞI’nın gölgede bırakılması gibi bir hava oluşmamalı. Tarihî dönüm noktaları olan diğer savaşlarımız da unutulmamalı, en iyi şekilde anılmalı, ama aynı zamanda kutlamalardaki dengenin sağlanması konusunda dikkatli olunmalıdır.
*
TALAS SAVAŞI VE MÜSLÜMAN TÜRKLER
Çanakkale Zaferi ile birlikte, Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Sakarya ve İstiklâl Savaşı alanındaki bilgilerimiz iyi sayılır. Ama Türklerin Müslüman olmaları ile birlikte katıldıkları ilk büyük savaş olan TALAS SAVAŞI ile ilgili bilgi ve ilgimiz adeta yok denecek derecede azdır. Halbuki bu savaş sadece Müslümanlar ve Türkler için değil, bütün insanlık için bir dönüm noktası mesabesinde olan bir savaştır. Bu savaşta mağlup olan Çinliler tekrar Çin Seddi’nin ardına çekilmişler ve bugüne kadar da hem beşerî güç hem de medeniyet anlayışı olarak orada kalmışlardır. Bundan sonra, çağımıza kadar oluşan İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti’ne, Çinliler değil, genel olarak bütün Müslümanlar ve özel olarak da Türkler şekil ve yön vermişlerdir.
TALAS SAVAŞI nedir, nerede olmuştur, kimler arasında gerçekleşmiştir? Kısaca hatırlayalım.
Emeviler döneminde (661-750) Maveraünnehir’e kadar gelip Türklerle ilişki kuran Müslüman Araplar, 750 yılında Abbasiler’in yönetimi ele almasından sonra da Türkistan taraflarındaki fetih hareketlerini devam ettirdiler. Bu durumda kendi egemenlik bölgelerinin tehlikeye düştüğünü gören Çinliler, başkomutanları Gao Hsien-Cı yönetiminde büyük bir ordu hazırlayarak Müslüman Arapları Orta Asya’dan atmak için harekete geçtiler. Müslüman Türkler bütün birlikleriyle İslâm Ordusu saflarında bulunuyordu. Müslümanlar, Balkaş Gölü’nün batısına kadar ilerlemiş bulunan Çin Ordusunu Talas Vadisi’nde karşıladı. Bu dar vadide yayılma imkânı bulamayan ve bu sebeple manevra yapma yeteneğini yitiren Çinliler, TALAS SAVAŞI’nda çok ağır bir yenilgiye uğradılar ve Batı Türkistan’dan çekilmek zorunda kaldılar. 751 yılında gerçekleşen Talas Zaferi sayesinde Müslüman Türkler bölgede üstünlüklerini kabul ettirdiler. Buralara kadar gelen Müslüman fatihlerle yakın dostluk ve kardeşlik ilişkilerini kurarak bütün Türklerin Müslüman olmasını sağladılar. Talas Savaşı sonrasında Çinliler Çin Seddi’nin ardına çekilince, insanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Müslüman Türklerin tarihî Batı’ya yöneliş ve yürüyüşleri başladı…
*
MİLLÎ GÖRÜŞ VE YENİ MEDENİYET
Müslüman Türklerin medeniyet yürüyüşü ve yeni medeniyeti kurma hizmetleri devam ediyor…
İnsanlık tarihi III. milenyumun başını yaşıyor… Yıl 2005, yeni bir medeniyetin tam da kuruluş yıllarını yaşıyoruz… ‘III. Bin Yıl Medeniyeti’ kuruluyor… Müslüman Türkler, iki asırdan beri, bir taraftan Batı’yı öğrenirken, diğer taraftan Doğu’yu yeniden keşfedip yorumlama yolunda ilerlemeye devam ediyor… Daha önce de işaret ettiğim üzere, tarihî tesbitler ve Kur’an’ın bildirdikleri ile öğreniyoruz ki; “III. Bin Yıl Kur’an Medeniyeti”ni Türkler başlatacaklardır... Aslında Millî Görüş Hareketi ile insanlığın bu yeni medeniyet hamlesi başlamıştır bile… Millî Görüş Hareketi ve bu hareketin en önemli meyvesi olan ‘Adil Düzen Projesi’ bu yeni medeniyet hamlesinin en büyük müjdecileri değil midir?..
II. SEVR günlerine denk düşen sıkıntılar yaşadığımız bu günlerde, ÇANAKKALE ZAFERİ kutlamaları tamamdır; şimdi sıra TALAS, MALAZGİRT, İSTANBUL’UN FETHİ, SAKARYA VE İSTİKLÂL SAVAŞI kutlamalarında… Müslüman Türklerin medeniyet yürüyüşü devam ediyor…
Allah bu mübarek yolda yürümekte olan milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…
***
‘Kırgızistan’ ilk değildi;
Ama sonuncu da değil…(1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.04.2005
İnsanlık günümüze gelinceye kadar yönetim alanında, ne merhaleler, ne maceralar yaşamıştır… Tarihte devletler kurulmuş, devletler yıkılmış; medeniyetler kurulmuş, medeniyetler yıkılmıştır... Aynı devlet içinde hanedanlar yıkılmış, yeni hanedanlar gelmiştir... Bir hanedanlıkta krallar tahttan indirilmiş, başka krallar getirilmiştir... Cumhuriyetler döneminde seçimlerle iktidarlar ve hükümetler gelmiş, iktidarlar ve hükümetler gitmiş, güya bunlar ‘demokrasi’ içinde yapılmıştır!..
Çoğu zaman seçimlerde değişik şekillerde baskılar yapılır.
BASKI ARAÇLARI NELERDİR?
a) Basın yoluyla yanıltma ve baskı yapılmaktadır. Sermaye tekelinde olan ülkelerde bu uygulama sayesinde, sermaye adına sonuçlar alınır. Ancak basın zamanla yıpranır ve artık halka etki etmez hâle gelir.
b) İstihbarat teşkilatı ile bu baskı ve provokasyonlar yapılmaktadır. İstenen şeyler söylenti hâline getirilir, ‘fısıltı’ gazetesi ile istenen söylentiler yayılır, sonunda bunlar seçimlerde baskı aracı olur.
c) ‘Devlet desteğinden mahrum bırakma’ tehdidi ile baskı yapılır. Bu durumda halk iktidara gelecek lehine, güçlü lehine oy kullanır. Krediler gibi meşru araçları gayri meşru kullanmakla olur.
d) Asker ve polis aracılığı ile baskı yapılır. Gerektiğinde, polisin ve askerin faaliyetlerine göz yumduğu mafya teşkilatı da baskı unsuru olur. Sözde sivil kuruluşlar baskı aracı olarak kullanılır…
Bütün bu baskı araçlarını kullandığınız halde, yine de sonuç alınamayabilir. Batı’da ve dünyada bugün uygulanan sözde demokrasi(!)lerde çareler tükenmez!
a) En demokratik yönetim iktidarda olsa bile, seçim en adil bir şekilde yapılsa bile, ‘seçimde hile yapıldığına’ halkı inandırırsınız; halktan bir grubu organize eder, harekete geçirir, yürüyüş ve ayaklanma yaptırır, böylece iktidara gelenleri iktidardan düşürürsünüz… b) Meselâ; değişik bir yöntem olarak önce zalim iktidarı desteklersiniz; halk onlardan nefret eder, sonra onu devirirsiniz, halk sizi güllerle karşılar!.. c) Başka bir yöntem olarak da ‘sahte seçim’ yaparsınız ve yine iktidarı indirir, onun yerine istediğinizi iktidara getirirsiniz... d) Bütün bunlara rağmen yine de olmadıysa, ‘askeri darbe’ ne güne duruyor?!.
Bir büyüğümüzün de dediği gibi; demokrasi(!)lerde çareler tükenmez!..
*
Sırasıyla Sırbistan’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da ve Kırgızistan’da yapılan ve olan, değişik versiyonlarıyla sadece budur, başka bir şey değildir. Sırbistan’da olanlar öylesine kanlı geçti ki, Bosna ve Kosova’da yüzbinlerce insan katledildi. Sadece küçücük Bosna’da; Çanakkale Savaşı’nda şehid olan askerimiz kadar sivil insan, tam 250 bin kişi katledildi… Bütün bu katliamlardan sonra Bosna ve Kosova’ya demokrasi, insan hakları, istikrar ve ekonomik başarı geldi mi?!. Nerdeee?!..
Afganistan ve Irak’ta yapılan ise alenen kaba güç kullanmak suretiyle silahlı devrim ve işgaldir...
Osmanlılar gibi yapıp halkı yanınıza alarak ülkeler fethedersiniz. Osmanlılar savaştıkları ülkeleri öyle aldılar, ama aldıktan sonra adil bir düzen kurarak -yıllarca değil- asırlarca orada sorunsuz yerleştiler…
ABD, Osmanlıları taklit etmek istiyor ama hiçbir şekilde beceremiyor; bugüne kadar beceremediği gibi bundan sonra da beceremeyecektir. Çünkü zulüm ile âbâd olunmaz; (bir müddet olunsa bile,) zulümle âbâd olanın sonu berbâd olur. Bundan dolayı, kısa bir zaman zarfında ABD’yi çok kötü bir ‘The End/Son’ bekliyor… Nasıl bir son? Anlatalım. Bir zamanlar, şimdilerde ABD’nin akıl hocası olan bir ‘Büyük Britanya’ yani İngiltere varmış. İşte bu İngilizler, az gitmişler uz gitmişler, dere tepe deniz düz gitmişler, bir gün bütün güçleri ile Çanakkale’ye dayanmışlar ve karşılarında Türkleri bulmuşlar…
Bundan sonrasını İngiltere Başbakanı Churchill’in anlattıklarından okuyalım:
“Yenilmez armadamızın üçte biri sulara gömüldü, üçte biri kullanılamaz hâle geldi. Başarısızlığımız savaşı iki buçuk yıl uzattı; sekiz buçuk milyon Avrupalının ölümüne sebep oldu. Rusya’nın yönetimini komünistler ele geçirdi; bu olayda otuz milyon insan öldü. Rusya, Çin’i komünistleştirirken elli milyon Çinli hayatını kaybetti. Boğazı (Çanakkale’yi) geçemeyince Müslümanların, diğer Asyalıların, Afrikalıların, Avrupa’nın (pek yakında Amerika’nın) ihtişamından şüpheleri başladı. Biz Hindistan’dan, Pakistan’dan, Bangladeş’ten, Arap dünyasından, diğer Avrupalılar da sömürgelerinden çekildi…” Aynen, yakında Amerika ve yandaşlarının çekileceği gibi çekildi… Çünkü ibret almayanlar için tarih tekerrürden ibarettir.
*
Kırgızistan’dan sonra sıra nerede ve kimde? Lübnan’da başladı bile... Sanıyorum sıra Suriye’de; çünkü Suriye’de bu işi başarmak kolay görünüyor… Sonra sıra Türkiye’de olmalıdır; çünkü demokrasi tarihimizde Türkiye’de on yılda bir bu tür iktidardan indirmeler hep kolaylıkla tekrar edildi... AKP’yi halk hareketiyle indirip Kemal Derviş’i iktidara getirme denemelerini yapabilirler... Sonra sıra İran’a gelecektir. İranlılar bu ülkede iyi bir yönetim kuramazlarsa, İran’da bir hareket gerçekleştirebilirler…
***
‘Kırgızistan’ ilk değildi;
Ama sonuncu da değil… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.04.2005
Afganistan, Irak, Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da olanlardan sonra, sırasıyla Lübnan, Suriye ve başka ülkelerde olacakları herkes yaklaşık olarak tahmin ediyor... Peki, bu durumda çare ve çözüm nedir? Aslında, öyle görünüyor ki, şimdilik kimse çare ve çözümü bilmek istemiyor! Herkes teslim olmuş zavallı kurbanlık koyun misalidir. Biz, bir gün lazım olur diye, yine de yazalım. Belki bir gün gerekebilir.
‘Adil Düzen’de bu sorun nasıl hallolur, çözüm yollarını ortaya koyalım.
DEVLET, nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olan ülkenin en üst organizasyonudur. Görevi, ülkeyi dış saldırılara karşı korumak ve işler arasında dengeyi sağlamaktır. Ordu, ülkenin gönüllü vatandaşlarından oluşur. Asker olmak istemeyenlerden sadece bedel alınır. Ordular bölgelere yerleştirilir. Her bölgede, başka bölgelerden kendi istekleri ile katılan birer ordu bulunur. Ordu illerin iç işlerine karışmaz ama illerden isyan gelirse, isyanı bastırmak o orduya aittir. Devlet başkanı askerlerden seçilir ve aynı zamanda bölge merkezinin yöneticisi olan ordu komutanlarını atar ve alır. Ayrı genel kurmay başkanı bulunmaz. Ordulara doğrudan doğruya devlet başkanı komuta eder. Meclisler halk tarafından seçilirler. Devlet başkanını askerlerden seçerler. Hükümeti meclis oluşturur. Ancak ordu komutanları hükümete karışmaz, hükümet de ordu komutanlarına karışmaz. Asker başkan bunların aralarında denge kurar. Devletin iç güvenlikle ve yönetimle hiçbir ilgisi yoktur.
İLLER bağımsızdır. Nüfusları 300 000 ile 1 000 000 arasındadır. Bir ülkede yaklaşık 100 kadar il vardır. Bunlar kendi içlerinde tamamen bağımsızdırlar. Merkezde yapılan kanunlar illerde geçerli değildir. Ordu bu illere giremez. Her il kendi başkanını kendisi seçer. Kendi meclisi ve hükümeti vardır. Kendine özgü dili vardır. Lise öğrenimini her il kendi dili ile yapar. Ayrıca kendi halkından oluşan jandarma teşkilatı vardır. Bunlar ilçelerde bölükler hâlinde teşkilatlanmıştır. Jandarma bir ilçede o ilden, ama başka ilçeden halktan oluşturulur. Oranın iç güvenliğini sağlamak o jandarma teşkilatına aittir. İl bölgeden yardım isterse örfi idare olarak girebilir. Çık dediği zaman da çıkar. Halk askerliğinin bir kısmını orduda, bir kısmını da ilde jandarma olarak yapar. Devlet sadece devlet merkezi ve bölge merkezi illerin güvenliğini orduya sağlatır. Merkez halkı silahsızdır. Onlar bulundukları bölgenin ordusu içinde askerlik yaparlar.
BUCAKLAR da il içinde tamamen bağımsızdır. İller içinde 3 000 ile 10 000 arasında nüfusu olan bucaklar vardır. Ceza hukuku dahil her türlü kanunları kendileri yaparlar. Bucak tamamen bağımsız olarak kendi hukuk düzenini kurar. Hakemlerden oluşan mahkemeleri vardır. Kararları kesindir. Temyizi yoktur.
HAKEMLER: En önemlisi, her türlü ihtilaflar, ister kişiler arasında ister kurumlar arasında çıkacak anlaşmazlıklar ‘HAKEMLER’ yoluyla çözülür. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer, baş hakemi hakemler seçer. Hakemlerin aldıkları kararlara uyulur. Yargı tarafsız ve bağımsız, etkin ve saygındır. Devlet başkanı tasarruflarında yargı denetimindedir. Yasama, yürütme ve yargının hepsi hakemlerin denetimindedir. Böylece kimse ‘ben haksızlığa uğradım’ diyemez. Kimse yalan haberler yayamaz, çünkü bağımsız yargı derhal yakasına yapışır. Böyle bir devlette halkın devlet başkanına karşı hareketinin sözkonusu olmayacağı aşikârdır.
‘Adil Düzen’de daha başka tedbirler de alınmıştır.
Yöneticiler hâkim değil hâdimdirler. Yani yöneticiler halka emretmezler, sadece onlara hizmet verirler. Dolayısıyla yöneticiler halk tarafından suçlanmazlar. Çünkü yöneticiler görevde bir yanlışlık yapsalar yargıya gidilir. Devlet başkanı da olsa, hakemler tarafından görevden alınabilir. Demek ki, bağımsız ve tarafsız yargı iktidarın sigortasıdır.
Kamu adına dava açma hakkı devletin savcısına verilmemiştir. Hakemleri devlet atamadığı, taraflar kendi seçtikleri gibi; kamu haklarını koruma da siyasi parti başkanlarına verilmiştir. Her kademede siyasi parti başkanları vardır. Hakemler onlara giderler. Devlet taraf olmaz. Devlet tarafsızdır. Böylece halk mahkemede haksızlığa uğrasa bile, yöneticilere değil, kendi partilerine ve kendi hakemlerine kusur bulur. Halkı devlete karşı organize etmek için onu suçlandıran bir şey bulunmalıdır.
Hakem kararlarının infazı da devlet kuvvetlerince yapılmaz. Bucaklarda suçlular kendileri gelip teslim olur ve infaz gönüllü olarak yapılır. Teslim olmayanlar jandarma kuvvetleri tarafından infaz edilir. Bunlar da yönetici değil, siyasi parti başkanları demektir. Çünkü ordu komutanları aynı zamanda siyasi parti başkanlarıdır. Bölük komutanları illerde siyasi parti başkanlarıdır. İnfaz onlar tarafından yapılmaktadır.
İcra hükümet tarafından yapılır. Başkanlar işlerle doğrudan ilgilenmezler. Gerekli gördüklerinde, eğer bir kurum halkın nefretini kazanmışsa, başkanlar o kurumu dağıtıp yeni kurum oluşturabilir. Böylece halk hışmını o kurumla tatmin eder. Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedan değişmemiştir. Çünkü halkın hışmı, sultanların sevdikleri vezirlerin başları ile yatıştırılmıştır. Sadrazamlar da devletin selameti için başlarını verdiklerinden, bir askerin cephede ölmesi gibi seve seve başlarını celladın önüne koymuşlardır.
Şimdilik, bu anlattıklarımız hayal gibi gelebilir. Kur’an’ın dediği gibi; insanlar dilsiz, sağır ve kör olarak söylenenleri görmeyip duymaz. İnsanlar gerçekleri görmemezlikten gelip kulak vermiyorsa; o zaman George Soros’u beklesinler; o gelince uyanırlar!..
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİK SORUNU - (1)
İŞSİZLERİN SAYISI
Türk ailesi ortalama beş kişiden oluşur. Bunlardan ikisi çalışır durumdadır. Türkiye’nin nüfusu 70 milyondur, yani 28 milyon işçi vardır. Bunların yarısı kadındır. Kadınların yarısı çalışmamaktadır. Kadınların geri kalan yarısı 25 yaşına kadar 10 yıl öğrencilik sebebiyle, son 10 yıl da erken emeklilik sebebiyle 20 yılını çalışmadan geçirmektedir. Çalışma yaşları 15 - 65 arası kabul edilirse; demek ki 50 yıldır çalışan kadınların da beşte ikisi yani bütün kadınların beşte biri, bütün çalışanların onda biri bu sebepten işsizdir. Çalışan erkeklerin de beşte ikisi yani bütün çalışanların onda ikisi aynı sebeple işsizdir. Bunların toplamı %55 etmektedir. Buna iş bulamayanlar, gizli işsizler, verimsiz çalışanlar, gereksiz yerlerde istihdam edilenler de katılırsa işsizlerin oranı %70’lere varır. Ancak bir toplulukta çalışabildiği halde çalışmayan insanların varlığını da hesaba katarsak, 28 milyon çalışandan 14 milyonu işsizdir. Bunlar iş bulamadıkları için çalışamamaktadırlar.
İŞSİZLİKTEN MİLLÎ SERMAYENİN KAYBI
Bir işçi günde 25 dolarlık iş yapabilmektedir. Bunun 10 doları kendisinindir, 10 doları işveren kârı ve evin kirası karşılığıdır, 5 doları da kamu payıdır. Sağlıklı ekonomide böyle bir bölüşüm vardır. Bir işçi yılda 300 gün çalışmaktadır. Bu hesaba göre yıllık 75 milyar dolarlık kaybımız vardır demektir. Her yıl 75 milyar doları yakıyoruz veya sokağa atıyoruz demektir. Beş yılda 375 milyar dolarlık bir kaybımız olmuştur. Bu emeği harekete geçirdiğimizde iki yıl içinde dış borçlarımızı öderiz. Ya da yarısı ile refahımızı yükseltir, geri kalan yarısını da biriktirip yatırımlar yapar ve dışarıdan emek çekeriz veya başka ülkelerde yatırım yaparız. İşte o zaman, cumhuriyetin ilk yıllarında hedeflediğimiz muasır medeniyetin fevkine yani üstüne çıkmaya başlarız.
İŞSİZLERE KİM İŞ BULACAKTIR?
Kapitalistlerde işsizlere özel sektör iş bulur. Merkez Bankası özel sektöre kredi açar, o da kendi çıkarını düşünerek üretime girişir. Burada çalışanlar da iş bulmuş olur. Banka, kim çok kâr edecekse ona kredi açar. Yani, kapitalist ekonomide en çok kâr etme siyaseti hakimdir. Bu uygulama, büyük sermayenin oluştuğu ve ‘borç veren’ ülkelerde -kötü de olsa- bir çözümdür. Yaşar ama ülkemiz gibi ‘borç alan’ topluluklarda ancak yabancı sermaye gelirse -yine kötü de olsa- faaliyet sürer ve hayat devam eder. Türkiye’ye dış sermaye gelmiyor, çünkü dış sermaye çevreleri Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar. Türkiye’nin yıkılmasını ve halkıyla birlikte imha olmasını hedef aldıkları için yatırım yapmıyorlar. Oysa, dünyanın en kârlı yeri Türkiye’dir. Çünkü ulaşım bakımından dünyanın merkezindedir. Yabancıları konuk etme bakımından Türkiye en uygun yerdir. Almanya veya Japonya ekonomisini 10 senede sağlığa kavuşturdularsa, Türkiye bir yılda aynı sağlığa ulaştırılabilir. Dış sermayenin her zaman bunu yapma gücü vardır ve bu kendisi için de çok kârlıdır. Ama yapmamaktadır. Neden? Çünkü sömürü sermayesinin hedefi başkadır. İç sermaye ise ya dışa bağımlıdır, onun için yap(a)mazlar veya onların sistemi ile çalıştıklarından mefluç hâle gelmişlerdir.
Sosyalistlerde işsizlere işi devlet bulur. Türkiye ‘devletçilik’ politikası ile buna örnek olmuş ülkedir. Sosyalizme gitmeden halkına iş bulmada büyük başarı elde etmiştir. Ne var ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi dış borçları ödeyip dış sermayeyi de millîleştirdikten sonra, tam ekonomik hamle yapacakken, Batı’nın demokrasiye geçiş yönlendirmesi ile CHP iktidardan indirilip ülkemiz yeniden borçlanmaya başlamıştır... Demokrat Parti başarılı ekonomik gelişmeyi sağlamışken, 1960 darbesi Türkiye’nin hızını kesmiştir... Ondan sonra solculara “komünist”, Müslümanlara “gerici”, milliyetçilere “faşist”, liberallere de “hırsız” ithamlarında bulunarak on yılda bir askerî müdahale olmuştur... Böylece devletin işlerini düzeltmek mümkün olmamıştır. Bu imkânsızlığın en önemli unsuru, rüşvetin devlet içine kanser gibi yaygınlaşmasıdır. Hattâ bazı iktidarlar döneminde rüşvet bakanlar seviyesine kadar yükseldiği için devletin işsizlik sorununu çözmesi imkânsız hâle gelmiştir. Rüşveti önleyecek rüşveti alan görevli olacağı için böyle bir çözüm mümkün değildir. Böyle bir çözümü denemek bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olacaktır.
İŞSİZLİK SORUNUNU ANCAK ‘ADİL DÜZEN’ UYGULAMASI ÇÖZER
Adil Düzene göre çözüm; halkın kendi sorununu kendisinin çözmesi ile mümkündür. Yani, bu sorun Kur’an’ın getirdiği içtihat sistemi ile çözülecektir. Her vatandaş, “Ben ne iş yapabilirim?” diyecek ve kendi işini kendisi bulacaktır. Kişi, işsizlik sorununu çözmek için devletten yardım talep edecek, devlet de bu yardımı sağlayacaktır. Devletin her şeyden önce işsizliğin kaynaklarını ortadan kaldırması gerekir. İşsizlik neden olmuştur? Bunu bilmemiz ve görmemiz gerekmektedir. O halde önce bunu tesbit edelim.
İşsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; Türkiye çöküyor!.. Ama hiçbir sorun çözümsüz değildir. Bundan sonraki yazılarımda, işsizlikle ilgili engeller ve çözümler üzerinde duracağım.
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİKLE İLGİLİ ENGELLER - (2)
1) FAİZ ENGELİ
Piyasaya yeteri kadar para sürülmediği için para kısa döngü yapmış ve üretim dışı sahada dolaşmaya başlamıştır. Böylece yüksek faiz üreticilerin maliyetlerini çok yükselttiğinden dolayı üretim olmamıştır. Bu da işsizliğin kaynağıdır. Bunun çözümü kredinin üretime faizsiz olarak verilmesidir. Böylece üretim dışı sektörler devletçe beslenmeyeceğinden onlar da üretime kayacaklardır. Yani, çözüm faizin sıfırlanmasıdır. Faiz yasaklanmayacak, sadece devlet krediyi faizsiz olarak verecektir. Devlet için paranın maliyeti sıfırdır. Enflasyona sebebiyet vermeyecek seviyede piyasaya sürülecek paranın sadece yararı var, zararı yoktur. Adil Düzen bu sorunu çözmüştür.
2) VERGİ VE SİGORTA ENGELİ
İşsizliğin kaynağı olan enflasyonun da vergilendirilmesi sebebiyle işyerleri kapanmak zorunda kalmış, böylece işsizlik ortaya çıkmıştır. Devletin vergisi de çok azalmıştır. Sigortalı işçi kalmadığı için sigorta kurumları da devlete yük olmaya başlamıştır. Faizin sıfıra indirilmesi gibi eski devlet ve sigorta borçları silinecektir. Yeni vergi ve sigorta primlerinin işletmeleri zor durumda bırakmayacak şekilde ayarlanması gerekmektedir. Adil Düzen bunun çözümünü bulmuştur. Adil vergi ve sigorta düzeni kuruluncaya kadar vergi ve sigorta tahsilatı durdurulacaktır. Önce bir iş yapalım ki, sonra devletin ne alacağını hesaplayalım.
3) RÜŞVET ENGELİ
Rüşvetin yaygınlaşması sebebiyle artık devlet tamamen etkisini kaybetmiştir. İnsanların çoğu hakkını aramak için karakola başvurmuyor, mahkemeye gitmiyor. Herkes ancak bir mafya ile anlaşarak iş yapabiliyor. Kaçak ve kayıt dışı iş yapabiliyor. Bu da çağımızın gerektirdiği işletmelerin oluşmasını önlediği için işsizlik yaygınlaşıyor. Herkes iş yapıyor ama yolsuzluk, hile, hırsızlık ve gasp yolları ile yaşamaya çalışıyor. Adil Düzen rüşveti ortadan kaldıramaz; ama işleri bürokratların alanı dışına çıkarmak suretiyle işleri rüşvetin etkisinden kurtaracaktır. İş bulan memurlar da rüşvet almak zorunda kalmayacaktır. İşini yapabilen vatandaş da rüşvet vermeyecektir. Adil Düzen bu sorunu çözmüştür.
4) BÜROKRATİK ENGEL
Kapitalistler devleti bürokrasiye boğarlar. Türk mevzuatı, Tanzimat’tan beri Batı’nın hazırladığı metinlerin Meclis’ten geçirilmesi ile oluşmuştur. Nitekim, bugün de böyle olmuyor mu? Bu mevzuat kapitalizm ve sosyalizm mantığı içinde hazırlanmıştır. Bu mantıkta halkın elinde nesi varsa almak, işsiz bırakarak devlete veya sermayeye muhtaç etmek vardır. Bütün kanunlar böyle hazırlanmıştır. Halkın ve küçük müteşebbislerin yapamayacakları ve kaldıramayacakları birtakım formaliteler geliştirilmiştir. İşçiyi sigorta etme zorunluluğu getirilmiştir. İşçi iş bulamıyor ve aç kalıyor. Bu durumu önleyen kanun yoktur. Ama bir işyerinde çalışırsa sigortalama zorunluluğu vardır. Bu uygulama işçinin lehine bir madde değildir. Tam tersine, işçinin iş bulamayarak devlete veya sermayeye işçi olmasını sağlamak içindir. Kapitalizm ve sosyalizm mantığı içinde uygulanabilir. Ama Türkiye’de devlet iş veremiyor, yeterli özel sermaye yok ki iş versin. O halde, ne maksatla işçinin sigortasız çalışmasını yasaklıyorsunuz? Tam istihdam sağlanıncaya kadar sigortalama zorunluluğu kaldırılmış olacaktır. Bugünkü durumda önce karnımızı doyuralım. Sonra sağlığımız için birikim yapalım. Sonra da yaşlandığımızda ne yapalım diye düşünelim. Çünkü bugün aç kalınca yaşlılığımıza ulaşamayız, ölür gideriz!..
5) ENFLASYON ENGELİ
Enflasyon ücret ve fiyat anarşisini doğurmakta, bu da girişimcileri caydırmakta ve işsizliğe sebep olmaktadır. Enflasyonu birden sıfırlamak mümkün değildir. Ancak kötü etkisi hemen giderilebilir. Bir hastanın önce ateşi düşürülür, tansiyonu düşürülür. Sonra tedaviye geçilir. Adil Düzen bu sorunu da çözmüştür. Bunun basit formülle yapıyoruz. Her türlü ödemeler ‘TL olarak’ ödenecektir. Ama borçlanmalar ‘Altın değeri üzerinden’ olacaktır. Yargı kararları bu ilke üzerinden yürütülecektir. Bu uygulama enflasyonun etkisini sıfıra indirir.
Sonuç olarak demek ki, devlet kişilere iş bulmayacak, kişiler kendi işlerini kendileri bulacaklardır. Devlet sadece vatandaşın bu iş bulma işini başarması için ekonomik ve hukuki ortamı hazırlayacaktır. Vatandaş bu ortamda kendi işini kendisi bulacaktır.
Bir kimsenin kendi başına iş bulabilmesi için dört şeye ihtiyacı vardır. 1) İşsiz insan çalışacak işyeri bulabilmelidir. 2) Çalışacak kimse yapabileceği işi öğrenebilmelidir. 3) Üretim için ham maddenin sağlanması gerekir. 4) Pazar bulma sorunu dördüncü sorundur.
İşsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; Türkiye çöküyor!..
Hiçbir sorun çözümsüz değildir. Gelecek yazıda, işsiz insanın nasıl iş bulabileceği üzerinde duracağım.
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZ NASIL İŞ BULUR? - (3)
Bir kimsenin kendi başına iş bulabilmesi için dört şeye ihtiyacı vardır.
1. İşsiz insan çalışacak işyeri bulabilmelidir.
Bunun için önce Türkiye’de yeter sayıda işyeri olmalıdır. Toprağı, yolları, enerjisi, fabrikası, makinesi ve araçları bulunmalıdır. Türkiye bu imkânlara fazlasıyla sahiptir. 28 milyon çalışabilen nüfusun iki katına bugün bile iş verebilecek imkânlara sahiptir. Sorun nedir? Sorun bu imkânların paylaşılmasındadır. Bunu sağlamak için tedbir alınmalıdır. Bugün işyerleri olduğu halde içinde çalışanların olmaması, mevcut düzenin faizli olmasından ileri gelir. İşyeri sabit kira ile kiralanmaktadır. Kiralayan kirayı vermeyince, işyeri çalışamaz hâle gelmektedir. Bunun zararı yalnız işyeri sahibine ait değildir. İşsizliğin temel kaynaklarından biridir. Önce kira anlaşmaları sabit kira olarak değil, üretimden bir pay olarak belirlenmelidir. Kârdan değil, üretimden bir pay olarak belirlenmelidir. Kiralayan asgari üretimi gerçekleştiremediği zaman işyerini hemen veya kısa bir süre sonra boşaltmalıdır. Böylece bütün işyerleri devreye girecek ve herkes çalışabileceği bir işyeri bulacaktır.
2. Çalışacak kimse yapabileceği işi öğrenebilmelidir.
Bunun için “teminatlı ehliyet” veren serbest bürolar kurulmalıdır. Bu bürolar çalışanların işyerlerine giderek yaptıkları işleri görmeli ve teminatlı ehliyet vermelidir. Yeni işe girenler staj devresinden sonra bu belgeyi almalılar. Belgeyi veren bürolar belgeyi alanın çalışması hâlinde teminat vermelidir. Çalışan iş yaparken bir zarar verirse, yeterlik belgeyi veren kuruluş zararı tazmin etmelidir. Çalışan kimse, bu belgeyi verene kazancından bir pay vermelidir.
3. Ham maddenin sağlanması gerekir.
Türkiye ham madde bakımından çok zengin bir ülkedir. Kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayacak durumdadır. Bir ülke önce kendi ihtiyaçlarını karşılayacak iç pazara yönelik üretim yapar. Bunun üzerinde dengeyi kurar. Bir şey ihraç etmesek, bir şey ithal etmesek bile, biz kendi başımıza yaşayabilmeliyiz. Bu pahalı yaşamadır. Şöyle açıklayalım. Diyelim ki, dışarıdan hiçbir şey ithal etmedik; hiçbir şey de ihraç etmedik. Yaşayabilmemiz için günde 6 saat çalışmak zorunda kalıyor; gelişmeye ve imara ancak 2 saat ayırabiliyoruz. İthalat ve ihracat yaptığımızda dört saat çalışarak geçiniriz. Dört saati de gelişme ve imara ayırırız. Bu çok yararlı bir çalışmadır. Ancak bu bizim elimizde değildir. Karşı devletler buna izin vermelidir. Biz öyle bir uygulamada bulunmalıyız ki, imkân bulursak ithalat ve ihracata dayanan ekonomiyi kurmalıyız. Ama kapılar kapandığı zaman da iç piyasa krize girmemeli, iç piyasa faaliyete devam etmelidir. Türkiye böyle imkâna sahiptir. İdeal ülkedir.
4. Pazar bulma sorunu dördüncü sorundur.
Kapitalist düzende pazar bulma en önemli sorundur. Üreticiler malı satamazsa üretmemiş gibi olur. Pazara ulaşamayan veya ulaşsa bile satılamayan malın ekonomik değeri sıfırdır. İç pazar ve dış Pazar meselesi çözüme kavuşturulmalıdır. Bu pazarı bulma işi tüccara ait olmalıdır. Ülkemiz dünyanın merkezindedir. En kolay pazar bulma imkânına sahibiz. Ayrıca ülkemiz 70 milyonluk nüfusa sahiptir. Büyük bir pazardır. İç pazar da bize yeterlidir. En zor şartlarda bile yaşama imkânına sahibiz.
Bütün bu anlattıklarımız bizi şu sonuca götürmektedir. Türkiye’de herkese iş bulmak için her türlü şartlar mevcuttur. Türkiye’nin dövize ihtiyacı yoktur. Çünkü ülkemizde yeteri kadar makine vardır, yeterli ham madde de vardır. Olmasa bile ihraç eder, ithal ederiz. Sorun sadece bunları organize etmektir. Mesela, inşaat sektörü için arsa var, malzeme var, işçi var, proje var; sadece bu projeyi öğrenip uygulayacak irade yoktur! Bu arsanın sahibi, bu malzemenin sahibi, bu işçilerin patronu yani bugünkü iktidarın elinde proje yok.
Bu proje yalnız bizde var; sadece Millî Görüşçülerde var, sadece Adil Düzencilerde var. Ama Millî Görüş gömleğini çıkaranlarda yoktur. Bilinmez ve anlaşılmaz bir sebeple, böyle bir kurtuluş reçetesini bu ülke insanı için uygulamak istemiyorlar. Aynı gemide olmasaydık, bu projeleri hazırlamak ve sunmak için uğraşmazdık. Allah bize böyle yapmamızı emretmiştir. Bu sebeple, ülkemizin diğer temel sorunları ile birlikte, işsizlik sorunu üzerinde duruyor ve çözüm önerilerinin ipuçlarını veriyoruz. Ancak; biliyoruz ki, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da dilsiz, sağır ve kör olanlar bu teşhis ve tedavilerimizi almayacaklar. Ama, şunu iyi bilsinler ki; Allah bunları götürecek, sonra onlar gibi olmayacak olanları yani Millî Görüşçüleri getirecektir. Bizim şimdilik yapmamız gereken tek şey, sorunların çözümlerini ortaya koyup elimizden geldiğince tebliğ yapmaktır. Şimdi; nasıl yapacağız da, her şeyi olan bu eşsiz güzellik ve zenginlikteki ülkeden işsizlik, açlık ve yokluğu kaldıracağız? Bunun için uzun vadede yapılacak işler vardır. Kalıcı bir dengenin kurulması için buna gerek vardır. Ama şimdi acil olarak üç ay içinde Türkiye’de işsiz kimseyi bırakmamalıyız.
İşsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; Türkiye çöküyor!.. Halbuki hiçbir sorun çözümsüz değildir. Yarın, işsizlikle ilgili kısa çözümler üzerinde duralım.
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİK VE ÇÖZÜM - (4)
İşsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; Türkiye çöküyor!.. Halbuki hiçbir sorun çözümsüz değildir. Bugün, işsizlikle ilgili kısa çözümler üzerinde duralım.
İŞSİZLİK SORUNUNU NASIL ÇÖZECEĞİZ?
Asgari ücret, beş kişilik ailenin mutfak masrafları ile elektrik ve su giderlerini giderecek şekilde tesbit edilmelidir. Ve bu asgari ücret vergi ve sigorta kesintilerinden muaf tutulmalıdır. Aç olan insandan vergi almak ve sigortasını düşünmek kadar saçma ve zalimce bir şey yoktur. Şimdilik sigorta zorunluluğu kaldırılacaktır. Bugün iş bulamayanlar hem aç hem sigortasızdırlar. Biz önce insanların karınlarını doyuralım… Sonra, onların geleceklerini de güvence altına alırız...
Türkiye iki yıl için konkordato ilân edecektir. Bütün cebrî icralar durdurulacaktır. Faizler dondurulacaktır, yani faizler işlemeyecektir. İki yıl kimse kimseden alacağını icra yoluyla isteyemeyecektir; devlet de istemeyecektir. Bu konu ticaret kanununda vardır. Borcunu ödeyemeyen konkordato talep eder. Faizler durdurulur ve mahkemece belli zamana kadar mühlet verilir. Şimdi kimse nasılsa borcunu ödeyemiyor. Ödemeleri iki yıl erteleyelim. Herkes çalışmaya başlasın, ondan sonra ödeme yapılır. Yani, ‘var’dan herkes yararlanır, ‘yok’tan hiçbir şey elde edilemez.
Her çalışana asgari ücret kadar kredi verilmelidir. Çalışan istediği işverenin yanında çalışacak, akşam üstü gelip bankadan asgari ücretini alacaktır. Ücret serbest olacaktır. Fazlasını işveren başka şekilde kendisi ödeyecektir. İşçiye ödenen ücreti altın değeri ile işveren borçlanacaktır. Böylece iş yapan herkes işçi ücretini ödeyemediği için işi yapamayacak durumda olmayacaktır. İşveren bu borcunu ürününü sattığı zaman ödeyecektir. Satamadığı zaman yıllar geçse de icraya tâbi tutulmayacaktır.
İşverenin iş yapabilmesi için ham maddeye ihtiyacı vardır. Ham maddeyi işveren pazarlık yaparak istediği yerden alacaktır. Bedelini banka ödeyecektir. Böylece işveren ham maddeyi de sermaye sıkıntısı çekmeden bulabilecektir. Üretim gerçekleşecektir. Ürün satılmadıkça devlet kredinin kapatılmasını istemeyecektir. Krediye faiz yürütmeyecektir. Böylece pazar bulma derdi de olmayacaktır.
Her malın bir kredi değeri olacaktır. Bu değer piyasa değerinden veya maliyet değerinden tamamen farklıdır. İşverenler, kredi alanlar, ürünlerini ambarda depo edeceklerdir. Bu depoya göre işverenlere kredi verilecektir. Yani, çalıştırdığı işçi ve aldığı ham madde buna göre olacaktır. Ham maddenin de mamul maddenin de kredi değeri olacaktır. Açılan kredi bu değerlerin tutarından fazla olmayacaktır. Devlet böylece bütün malların stok miktarlarını bilecektir. Kredi değerini öyle ayarlayacaktır ki bütün mallarda dengeli üretim olsun. Krediler maliyet değerinin altına düştükçe üreticiler onu üretmekten vazgeçer ve başka şey üretirler. Bu ürettikleri başka şey iç ihtiyacı karşılamıyorsa, yani doyma varsa, o zaman ihracata yönelirler, yahut yatırıma yönelirler.
Üretim yapılabilmesi için elektriğe ihtiyaç vardır. Elektrik bedeli de üründen pay olarak verilmelidir. Mesela, 100 torba çimento üretenden diyelim ki 30 torba çimento devletçe alınacaktır. Bu elektrik bedeli karşılığı olabileceği gibi, bunun içinde bütün vergiler ve sigorta primleri olacak, işletme başka vergi veya sigorta primi veya elektrik bedelini ödemeyecektir. Harcadığı elektrikle üretim miktarını da devlet kontrol edebilecek; kredi alamayacağı ve elektrik kullanamayacağı için vergi kaçırması da sözkonusu olmayacaktır. Devlet bu 30 torbalık çimentoyu ambardan almayacak, sadece kâğıdını alacak ve ihale ile satarak gelirini temin edecektir.
Bankalar kredileri faizsiz vermiş olacaklardır. Banka giderleri vergi içinde karşılanacaktır. Mesela, 30 torba çimento içinde 4 torbası bankanın olmuş olur. Yani; işyerinde ne kadar çok üretim olursa bankanın payı da o kadar çok olur, böylece banka bu kredileri işverenlere açmış olur. Her türlü ipotek ve tapu şerhleri ücretsiz ve vergisiz olacaktır. İşveren herhangi bir bankaya başvurup işveren kredisini isteyecektir. Bir taşınmazı ipotek edecektir. Bedel tesbit edilecek, onunla ipotek etmiş olacaktır. Kredi alan malı sattığı halde krediyi kapatmazsa, o zaman bu taşınmaza el konacak ve baştan kabul ettiği ipotek değeri ile bankaya kalacaktır. Onu açık artırma ile sattırıp ipotek veren zarara uğratılmayacaktır. Haraç mezat satışlar kalkacaktır. Bankalar ayrıca kredileşme sistemi içinde olacaktır. Yani, mevduat olarak kabul ettiği miktar kadar kredi açacaktır. Faiz yerine kredileşme sistemi çalıştırılacaktır.
Cebrî icra kalkacaktır. Borcunu ödeyemeyenlerin kredileri kesilecek, borçlanma ehliyetleri kaldırılacaktır. Kişi, önce para verip sonra mal alabilecektir... Önce mal verip sonra malı alabilecektir... Önce parasını ödeyip ondan sonra çalıştırabilecektir... Önce çalışıp sonra parasını alabilecektir... Hâsılı, böyle bir kimse işveren değil, işçi olacaktır.
İşsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak duruyor; Türkiye çöküyor!..
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİK VE ÇÖZÜM - (5)
Türkiye’nin dört temel sorunu olan işsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; bu sorunlar çözümsüz durdukça da Türkiye çöküyor!.. Daha önce de dediğimiz gibi; hiçbir sorun çözümsüz değildir. Bugün, işsizlikle ilgili kısa çözümler üzerinde durmaya devam edeceğiz.
İŞSİZLİK SORUNUNU NASIL ÇÖZECEĞİZ?
İşletmelere asla dokunulamayacaktır. İşletme sahip değiştirse de işletme çalışmaya devam edecektir. Bir işletme borcunu ödeyemez duruma düşünce onun yöneticileri değiştirilmeli, işletme dağıtılmamalıdır.
Merkez Bankası banka şubelerine -bankalara değil- krediler açmalıdır. Her işletme yalnız bir yerden kredi alabilmelidir. İşletmelerin harcadığı elektrik miktarı ile orantılı kredileri Merkez Bankası banka şubelerine vermelidir. Böylece işletmeye getirdiği gelir nisbetinde kredi verilmiş olur. Vergi ile orantılı kredi verilmiş olur. Bankalar bu kredilerini faizsiz olarak işletmelere verecekler ve üretimden paya ortak olacaklardır.
Elektrik kaçaklarını önlemek için elektrik dağıtımı elektrik satışı şeklinde olmalıdır. Yüksek gerilim şebekesi orta gerilim şebekelerine satmalı, orta gerilim şebekeleri de alçak gerilim şebekelerine satmalıdır. Her trafo ayrı işletme olmalıdır. Her trafo işletmelere elektriği kendisi satmalı, parasını tahsil etmemelidir. Sadece saatle tesbit edip bankaya bildirmeli ve müşterinin imzasını almalıdır. Elektrik ancak mahkemenin kararı ile tesbit edilmelidir. Elektrik trafo işletmeleri dağıtım paylarını kamudan almalıdırlar. Yani, işletmelerin mal olarak ödedikleri vergilerin bedelinden pay olarak verilmelidir.
Elektrik üretimi serbest olmalı, ancak alıp satma ise TEK’e ait olmalıdır. Alış bedeli tek değer olarak talebe göre resmen tesbit edilmelidir.
*
ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA
Burada önemli bir açıklama yapmamız gerekmektedir.
Bundan yüz yıl önce devlet yönetmek çok zordu. Herkese iş ve aş bulma çok zordu. Çünkü o dönemlerde para altın ve gümüş idi. Devletin elinde para yoktu. O zaman dış borç zorunlu olabilirdi. Şimdi ise devlet için para, çöldeki kum veya denizdeki su gibidir. İstediği kadar edinebilir. Günümüz şartlarında bir devletin nakit olarak dış borç alması deliliktir; zavallılıktır; ülkeyi sömürtmektir; ülkeyi satmaktır...
Bütün sorun, kredinin enflasyon yapmayacak şekilde açılmasıdır. Asıl sorun buradadır. Bu da azami kâr esasına göre kredi açmadır; azami faiz esasına göre kredi açmamadır. Sömüren ülkeler için bu yararlıdır. Çünkü bu sayede sömürebilirler. Ama sömürülen ülkelerde ise kredi faizli olursa o ülkenin her yıl borcu artar ve o borçlu ülkeler çökerler. Bu ülkelerin sömürüden kurtulmaları için tek yolları vardır. O da faizsiz sistemi ülkelerine getirmedir. Bunun için kredi azami üretime göre açılmalıdır. Krediler faizsiz verilmelidir. Banka giderleri üretimden pay alma şeklinde olmalıdır.
Bu uygulama enflasyonu sıfır kılar. Bu ülkede üç ay sonra herkese iş verilirse, en çok iki sene içinde enflasyon %5’lerin altına iner. Daha da aşağı iner. Çünkü üretim artacak, piyasada mal artacak, ama mal karşılığı olmayan para piyasaya çıkmayacaktır. Dolayısıyla enflasyon kendiliğinden sıfırlanacaktır.
*
YOLSUZLUKLARA KARŞI ALINACAK TEDBİRLER
İşsizlik sorununu acil olarak asgari ücret karşılığı ‘çalışma kredisi’ verilmesi ile çözebiliriz.
Ancak, başlangıçta çalışmaya başlayan ve üç ay içinde işsizliği geçici olarak çözen bir düzen sürekli olmaz. Her düzeni istismar eden ve onu bozan kimseler ortaya çıkar. Mesela, işçi çalıştırmadan çalıştırıyormuş gibi kredi çekip onu başka yerde kullanan kimseler ortaya çıkacaktır. Sonunda mal olmadan yani üretim yapılmadan kredi verilmiş olacaktır. Bunun için başlangıçta ortaya koyduğumuz acil çözümü gerçekleştiren çözüm zamanla istismar konusu olur. Bu bakımdan sistem temelinden ayarlanmalıdır.
Burada karşılaştığımız en büyük sıkıntı köylülerimizdir, köylülerimizin durumudur. Köylüler köyde kayıt dışı çalışmakta ama resmen kentlerde çalıştırılıyor görünmekte ve sigortalanmaktadırlar. Böylece, insanların istihkak etmediği bir sigorta sistemi geliştirilmiştir. Bu yetmiyormuş gibi şimdi biz çalışana kredi vereceğiz. Kişiler çalışmayacak ama kredisi alınacaktır. Üç ay sonra işte böyle bir tehlikeyle karşılaşmış olacağız. Bu tür yolsuzluklara karşı da tedbirler almalıyız.
Yarın, alınması gereken bu tedbirler üzerinde duracağız.
Evet; işsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; bu sorunlar çözümsüz durdukça da Türkiye çöküyor!.. Bir an önce harekete geçip tedbir alma zamanıdır…
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİK VE ÇÖZÜM - (6)
İşsizlik sorunu çözüme kavuşturulurken, yapılacak yolsuzluklara karşı şu tedbirler alınmalıdır.
Krediler ilçelerde bulunan banka şubelerince dağıtılacak ve banka yöneticileri doğrudan sorumlu olacaktır. İşyerlerinde çalışılıp çalışılmadığı, üretim yapılıp yapılmadığı, mamul ve ham maddelerin ambarlarda mevcut olup olmadığı banka şubelerince denetlenecektir. İlçelerde değişik bankalar bulunacağı, bankalar arasında serbest rekabet olacağından, üreticiler için bir baskı oluşturmayacaktır. Müşteri bulabilmeleri için kolaylık gösterilecek ama sorumluluk sebebiyle dikkatli olacaklardır.
Herkesin sadece bir bankada hesabı olacaktır. Hangi ilçede oturuyorsa ancak o ilçedeki bankalardan birinden kredi alacaktır. Çalışan için de işveren için de durum böyledir. Sigortalama sözkonusu olmadığı ve krediyi yerinde kullanma imkânı sağlandığı için yolsuzluk azalacaktır.
Ülkemizin en büyük sorunu topraklarımızın işlenmez olmasıdır. Köylü ancak kendisine yetecek kadar ekim yaparak yaşamakta, ayrıca satmak üzere üretim yapmamaktadır. Bunun sebebi de, maliyetlerin pahalı olması ve pazar bulamayışıdır. Bu durum tarlalarımızı boş bırakmakta, sonunda kentlimiz yiyeceğini dışarıdan ithal etmek zorunda kalmaktadır. Satacağımız bir şey olmayınca da krizler ortaya çıkmaktadır. Köylümüze mal üretim karşılığı kredi vermeliyiz. Köylümüze devre başında peşin olarak bedeli ödenerek üretim yaptırılmalıdır. Bunlar maliyet üzerinden fazla değer olmalıdır. Piyasa değeri ile satılacaktır. Ancak sübvanse edilecektir. Sanayi üretimindeki kârımızla bu zararı kapatmalıyız.
Köylerde elektrik ucuz olmalıdır. Köylü bunu ister zirai üretimde, ister sanayi üretiminde kullansın, bu elektrik ucuz olmalıdır. Bu ucuzluk sadece elektrik bedeli ucuzluğu olmayacaktır. Vergi ve sigorta bedelleri de az alınmış olacaktır. Bunun sağladığı yarar şudur. Köylerdeki gizli işsizlik ortadan kalkacaktır. Köylüler tarım işleri döneminde tarımda kendi işlerini yapacaklar, diğer boş zamanlarını küçük sanayi yerlerinde geçireceklerdir. Bunlar daha kolay pazar bulacaklardır. Çünkü elektrik, vergi ve sigorta prim payları az olacaktır.
Bundan elli sene önce standartlar oluşmamıştı. Küçük sanayi ile büyük üretim yapılamazdı. Oysa şimdi standartlar ortaya çıkmıştır. Yol, su ve elektrik köylere kadar gitmiştir. Küçük atölyelerde üretilecek parçalar birleştirilerek büyük sanayinin yapabildiği işler yapılabilecektir. Köylerde elektrik, dolayısıyla diğer giderler daha ucuz olacağı için sanayi köylere kaymış olacaktır. Kentleşme yani kentlere göç duracak, tarım da gelişecektir. Boş topraklar kalmayacaktır. Çünkü toprakların boş kalması ülkemiz ve insanlık için bir ziyandır.
Küçük işletmelerin faaliyet yapabilmesi için bunların formalitelerden ve muhasebe mecburiyetinden uzak tutulması gerekir. Vergi, harcadıkları elektrik miktarı ile değerlendirilecektir. Böylece defter tutma mecburiyeti ortadan kaldırılmış olacaktır. İsteyenler resmî defter tutacaklar ama bu defterler sadece lehlerinde kullanılacaktır. Kimsenin defteri kendi aleyhine belge olmayacaktır.
Köylerde küçük sanayinin gelişebilmesi için haberleşme ve nakliye ucuz olmalıdır. Vakıf garajlar kurulmalıdır. Vakıf taşıtlar olmalıdır. Bu sayede, üretici malını nerede üretirse üretsin, bu ürün ülkenin her yerinde aynı bedelle alınacaktır. Yakınlar uzaktakileri sübvanse etmelidir.
İlçe merkezlerinde “Mala-Mal Marketleri” kurulmalıdır. Halk ürettiği malı getirip bu mağazalara serbest pazarlıkla satmalıdır. Ancak karşılığında para değil, o mağazalarda satılan başka mal alabilmelidir. Böylece mübadeledeki sermaye engeli ortadan kaldırılmalıdır.
İŞSİZLİĞİN ÖNLENMESİ İÇİN
YATIRIM DA AYRICA DÜZENLENMELİDİR
Bir ülkede insanlar bir taraftan çalışırlar, geçinirler ve nüfuslarını artırırlar... Diğer taraftan da yatırım yaparlar... Klasik Batı ekonomisinde halk kazanır ve tasarruflarını bankaya mevduat olarak koyar. Müteahhitler bu mevduatları kredi olarak alır ve bununla inşaat yaparlar. Halk bu birikmiş mevduatlarını çekerek taşınmazları alırlar. Bu sistem kapitalist ülkelerde, hattâ sosyalist ülkelerde bile geçerli olmuştur. Bunu ilk defa, 1930’lardaki krize çözüm bulan iktisatçı Keynes keşfetmiştir. Yatırım bu suretle dengelenmektedir.
Gerçekte ise yatırım insanların artırdıkları emek ile yapılır. İnsanlar eğer günde dört saat çalışarak geçinebiliyorlarsa, kalan dört saatlerini de yatırıma yani imara harcayacaklardır. Yaşayanlar geçinecekler. Artırdıkları zaman ile yapılar yapacak, işyerleri kuracak, ülkeyi imar edeceklerdir. Buralarda yaşayacak ve çalışacak, böylece daha fazla çocuk yapacaklardır. Ekonomi işte böyle düzenlenmeli ve gerçek denge kurulmalıdır. Eğer karınlarını doyurmadan inşaat yaparlarsa aç kalırlar. Nüfusları azalır. O yapılar ve o işyerleri hiçbir işe yaramaz. Yahut, karın doyduktan sonra daha fazla üretim yaparlarsa o üretim bir şeye yaramaz, insanları israfa ve sefahate götürür. Bu dengeyi kuracak mekanizma geliştirmemiz gerekmektedir.
Yarın bu mekanizma üzerinde duracağız.
***
İŞSİZLİK - BORÇLAR - MEDYA - YARGI SORUNLARI
ÇÖZÜMSÜZ VARLIKLARINI SÜRDÜRÜYOR;
TÜRKİYE ÇÖKÜYOR!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
İŞSİZLİK VE ÇÖZÜM - (7)
Kapitalistlerde resmî ücret yoktur. İşverenle işçi arasındaki anlaşmalarla ücret belirlenir. Bu ancak birbirini tanıyan kimseler arasında mümkündür. Tekel yönetiminde bu uygulama gerçekleşmektedir. Geçici işçi olarak fabrikaya giren işçi zamanla çalışarak denenir, tanınır ve ücretleri belirlenir. Oysa, halk ekonomisinin olduğu ülkelerde böyle uzun zaman bir yerde çalışma imkânı bulunmaz, kişi sık sık işyerlerini değiştirmek zorunda kalır. Bu sebeple resmî ücretlerin tesbit edilmesi gerekmektedir. İmtihanlar yapılacak, dayanışma ortaklıkları teminatlı ehliyetler vereceklerdir. Herkesin resmî ücretleri olmalıdır. Ben evime gelen sıvacının ustalık derecesini onun resmî ücreti ile anlamalıyım. Sosyalistlerde ise resmî ücret vardır, bu ücretle çalışmak zorunludur. Bu da insanların iradesini ortadan kaldırmaktadır. Bu sebepledir ki “Adil Düzen”de resmî ücretler vardır. Ancak bu ücretlerin uygulanması zorunlu değildir. İşveren ile işçi anlaşarak istediği ücreti belirleyebilirler.
Resmî ücretler ne işe yarayacaktır? 1) Ücret üzerinde anlaşma yapılmamışsa resmî ücret geçerli olacaktır. Böylece küçük işlerde pazarlık külfetinden kurtulmuş olacaklardır. Ortaklıklarda başka bir anlaşma yapılmamış ise resmî ücret nisbetinde çalıştıkları saatleri bölüşeceklerdir. 2) Resmî işlerde çalışmalar yapıldığında resmî ücretle ücretlendirilecektir. Vatandaşlara farklı muameleler yapılamaz. 3) Emeklilik resmî ücret üzerinden yapılacaktır. Kimse prim ödemeden, resmî ücret ve yaşına göre emeklilik aylığı verilecektir. 4) En önemli olarak bizi şimdi ilgilendiren husus ise; inşaat işlerinde ‘resmî ücret’le çalışma zorunluluğu vardır. Üretimde ücretler ürüne yüklenir. Ürün satıldığında işveren kâr veya zarar etmiş olur. Bu sebeple işveren işçiye istediği ücreti verebilir. Ancak inşaatta müteahhit çalıştırır ve ücret inşaata yüklenir. İnşaatı tamamlayıp teslim eden müteahhit borçtan kurtulur. Yapı doğrudan topluluğa geçer. Onu topluluk satar. Dolayısıyla burada kullanılan malzemelerin fiyatları resmî fiyatlar olmalıdır. Ücretler de resmî olmalıdır. Müteahhide inşaattan pay verilebilir veya payı devlet alabilir. O halde, inşaatta resmî ücretle çalışılacak, imalatta da resmî ücret üzerinden kredi verilecektir. İmalatta kredi ücreti ile emek ücreti farklıdır. Oysa inşaatta kredi ücreti ile emek ücreti aynıdır.
-Bu neyi sağlayacaktır? Kişiler resmî ücretten fazla ücretli iş buldukları zaman oralarda çalışacaklar ve üretim yapacaklardır. Ancak üretim çoğalırsa fiyatlar düşecek, dolayısıyla ellerine geçen ücret resmî ücretin altında olacaktır. O zaman üretimi bırakacak, inşaata döneceklerdir. Böylece kendiliğinden bir denge ortaya çıkacaktır. Eğer piyasada yeter derecede mallar yoksa pahalı olacak ve halk inşaatta değil üretimde çalışacak, eğer mallar çoğalmışsa inşaata döneceklerdir. İşte böylece işsiz kimse kalmayacak, pazar sorunu da olmayacaktır. Çünkü eğer mal yeter derecede ise kredi inşaata kaymış olacaktır. Bunu yönlendirmeyi de kârlı olması sağlayacak, yapılan binaları halk satın alacaktır. Yetiştirdikleri fazla çocuklara yani artan nüfusa yeni iş bulunacaktır.
Öyle bir ekonomi sistemi kurulmalıdır ki, ekonomik büyüme artan nüfus ile baş başa gitmelidir. Ekonomik büyüme para ile değil, mal ile ölçülmelidir.
İşsizliğin tamamen dengelenmesi ve üretilen mallar arasında dengenin oluşması için yeni bir sistem geliştirilecektir. Bu ‘çalışana kredi’ yerine ‘halka kredi’ ile mümkün olacaktır. Yılbaşında emeklilere bu kredi, sipariş vermeleri şartı ile peşin ödenir. İşçilere verilecek kredi de, siparişlerde kullanmaları şartı ile peşin verilir. Böylece halk yıllık ihtiyacının siparişlerini mağazalara peşin ödeyerek yaparlar... Onlar da tüccarlara, tüccarlar da fabrikalara sipariş verirler... Fabrikalar ham maddeleri yılbaşında peşin olarak sipariş vermiş olurlar... Böylece, yılbaşında serbest fiyatlarla bütün siparişler yapılmış ve işyerleri de siparişlerini almış olur. Fiyatlar yılbaşında ödendiği için enflasyonun etkisi de yok olmuş olur. Türk halkı o yıl hangi malların ne miktarda kimler tarafından üretileceğine karar vermiş, bir nevi planlama yapılmış olur. Ancak, burada da önümüze çıkan iki sorun vardır.
Birinci sorun, ülkede üretilmeyen malların nasıl temin edileceğidir. İhraç edilecek mallar nasıl üretilecektir. Bu sorun tüccara çözdürülmektedir. Tüccara denmektedir ki; Sen ithal malı sipariş al. Ona mukabil seçeceğin bir malı ihraç etmek üzere ülke fabrikalarına sipariş ver. Sonra bunu al, götür ve sat. Onunla elde ettiğin para ile sipariş aldığın malları satın al, ülkeye getir ve halka eslim et. Böylece dış ticaret dengesi de kendiliğinden sağlanmış olacaktır. Ülkede üretilmeyen mallarda sipariş de yer almış olacaktır. Biz tüketiciye verdiğimiz bu kredi ile kasabalardaki mağazaları, bölgelerdeki tüccarları, bütün üreticileri ve işçileri kredilendirmiş oluyoruz. Önemli olan husus, kimsenin eline nakit vermiyoruz. Halka, sipariş ver, biz ödeyelim; mağazalara, aldığın siparişleri tüccara sipariş ver, biz ödeyelim; tüccara, fabrikalara sipariş ver, bedelini biz ödeyelim; fabrikalara da, işçiyi çalıştır, bedelini biz öreyelim; ham maddeyi sipariş ver, bedelini biz ödeyelim diyoruz. Oysa işçiye kredi vermiştik. Onunla mal satın almıştı. Ona da parayı ödemeyeceğiz. Böylece kredinin geri dönmemesi sözkonusu değildir. Kredi alan işçi çalışmazsa onun siparişini iptal ederiz. Nihayet bu iptal sebebiyle bizim elimizde mal kalmış olur. İkinci sorun ise; kişiler tasarruf yapmak istiyorsa artan emeklerini nasıl harcayacaklardır? Bunun çözümü de inşaat kredisidir. İşçi gider istediği inşaatta çalışır, resmî ücretini gelip bizden alır. Müteahhitler yapacakları inşaatı seçerler. Resmî ücretle eğer işçi bulurlarsa malzeme kredisini de alıp inşaat yaparlar. İnşaatı ne kadar erken bitirirlerse kredileri o kadar yükseltilir. İnşaat maliyetle ne kadar erken satılırsa kredileri o kadar erken çözülmüş olur. Böylece müteahhitler en uygun olan inşaatı yapmayı tercih edeceklerdir.
Bu sistemle işsiz insan kalmayacak, ama serbest rekabet de tamamen korunmuş olacaktır. Şüphesiz işsizlik sorununu çözmek basit değildir. Tüm kamu yapısının sorununu çözmek demektir. Ancak çok kolay başlanabilir. Çalışana asgari ücret kredi olarak verilir. İşveren borçlandırılır. Sonra çıkan olaylar nedeniyle gerekli önlemleri almak için devletin diğer kurumları da ıslah edilir.
Türkiye’nin dört temel sorunu olan işsizlik, borçlar, medya ve yargı sorunları, çözümsüz olarak varlıklarını sürdürüyor; bu sorunlar çözümsüz durdukça da Türkiye çöküyor!.. Daha önce de dediğimiz gibi; hiçbir sorun çözümsüz değildir. Bugünlerde, işsizlik sorunu ile ilgili kısa çözümler üzerinde durduk.
Türkiye’nin temel sorunları ve çözüm önerileri üzerinde durmaya devam edeceğiz…
***