Milli Gazete 2005 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2005 1.Baskı
1189 Okunma
2005 Ekim

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

EKİM 2005

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İyi ve güzel şeyler… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.10.2005

Yazı yazmak için bilgisayarın başına geçince, insan ‘iyi ve güzel şeyler’ yazmak istiyor. Aslında yazılası ‘iyi ve güzel şeyler’ de olmuyor değil, oluyor. Ama öylesine az ki...

Ne dersiniz, ‘iyi ve güzel şeyler’ az oldukları için mi bu kadar kıymetli.

Kâinatta, dünyada, hayatta her şey zıddıyla kaimdir.

Hakkın karşısında bâtıl, imanın karşısında küfür, doğruluğun karşısında yanlışlık, faydanın karşısında zarar, adaletin karşısında zulüm, ‘iyi’nin karşısında ‘kötü’ ve ‘güzel’in karşısında ‘çirkin’ var. Her şey zıddıyla kaim olmasa biz hakkın, imanın, doğruluğun, faydanın, adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve diğer değerlerin kıymetini bilemezdik. Hattâ şöyle bir görüş veya hüküm vardır; ‘kâfirler’ olmasa dünyada tek bir ‘mü’min’ olmazmış. Doğrudur; kâfirler ve küfür ehli olmasa, yani her şey gibi onlar da zıddıyla kaim olmasa, mü’minler ve iman ehli kendilerini ne ile mukayese edip değerlendirecek ve varlık sebeplerini izah edebileceklerdi.

Biz her ne kadar ‘iyi ve güzel şeyler’ yazmak istesek de, olmuyor. Daha ziyade ‘kötü ve çirkin şeyler’ yazmak zorunda kalıyoruz.

Neden?

Nedeni gayet basit.

Çünkü ‘kötü ve çirkin şeyler’ öylesine çok, başta da yazdığım gibi ‘iyi ve güzel şeyler’ öylesine az ki…

*

Ekonomik ve sosyal sorunlar, hattâ hastalıklar nasıl doğuyor? ‘Sosyal Tufan’ seviyesindeki ekonomik ve sosyal musibetler nereden kaynaklanıyor?

Biraz düşünelim bakalım…

Her şeyden önce, eğer bir ülkede ‘faiz’ varsa mutlaka ‘enflasyon’ da vardır ve ‘faiz’ var olduğu müddetçe o ‘enflasyonu önlemeniz’ mümkün değildir.

Bu ekonomik kuralı bilmeyenlere veya bildiği halde ‘enflasyonu düşürdük’ diye övünenlere tekrar hatırlatıyoruz. ‘Faiz’ olan yerde ‘enflasyon’ her zaman hortlamaya hazırdır ve faizlerin yüksekliği oranında normal enflasyon olmanın ötesinde -yakın geçmişte olduğu gibi- her an ‘enflasyon canavarı’na dönüşmek için fırsat kollamaktadır.

Enflasyon var demek, ‘işsizlik’ var demektir…

İşsizlik ise ‘açlığı’ doğuruyor…

Açlık da ‘borçlanmayı’ doğuruyor…

Borçlanma ise ‘yolsuzluğu’ doğuruyor…

Yolsuzluk da ‘rüşveti’ doğuruyor...

Rüşvetin ve bunların hepsinin ardından baskı, isyan, anarşi, terör, savaş, işgal ve diğer musibet mesabesindeki felâketler veya bizim tâbirimizle ‘Ekonomik ve Sosyal Tufanlar’ geliyor…  

Yani; ‘devlet aşaması’ndan yeniden ‘cahiliye dönemi’ne dönüş!..

‘İyi ve güzel şeyler’den ‘kötü ve çirkin şeyler’e dönüş!..

‘Adalet’ten ‘zulüm’e, ‘faydalı’dan ‘zararlı’ya dönüş!..

Neden?

Çünkü her şey zıddıyla kaimdir.

Kâinat ve hayat boşluk kabul etmiyor.

Siz ‘iyi ve güzel bir şeyi’ terk ediyorsanız, onun yerini mutlaka ‘kötü ve çirkin başka bir şey’ yani onun zıddı dolduruyor.

Biz bunun böyle olduğunu ilk defa 1970’lerde yazdığımız yazılarda ve yaptığımız konuşmalarda anlattık. O zaman bugünkü ülke ve dünya ölçeğinde yaygınlaşan ‘terör dönemi’nden de çok uzak görünüyorduk.

İşte şimdi ülkemizde ve bütün dünyada ‘savaş, işgal, terör ve baskı dönemleri’ içindeyiz.

Bu gidişin sonucu devletin de bir terör örgütü hâline dönüşmesidir... Kanun değişiklikleridir… Yetki talepleridir... Yetki demek, devlet görevlilerinin hukuk dışı hareket etmeleri demektir...

Savaş dışında ‘hukuk dışı’ hareket eden devlet artık kendisi ‘terörist’ olmuştur!..

Mesela, bugünkü ABD, İngiltere, İsrail ve onların müttefikleri gibi…

*

Aslında bugünkü yazıma başlarken ‘iyi ve güzel şeyler’ yazmaya niyetlenmiştim. Ama olmadı; yine olmadı!.. Çünkü ‘kötü ve çirkin şeyler’ hayatımızın her yanını öylesine sarıp sarmalamış, ‘salgın hastalık’ veya ‘Sosyal Tufan’ seviyesinde öylesine yaygınlaşmış ki, yazmamak ne mümkün. Hani ‘dervişin fikri neyse zikri de odur’ derler ya; bizimkisi de o hesap. Birileri ve biraderleri hayatımızı öylesine kötüleştirip çirkinleştirdiler ki, insanın hiç aklından çıkmıyor!..

Söz veriyorum; bundan sonraki yazımda bazı ‘iyi ve güzel şeyler’ yazacağım…

 

 

***

 

 

 

 

 

İyi ve güzel şeyler… - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.10.2005

-“İslâmiyet öylesine güzel ki!..”

-“?!..”

-“Bu mübarek gün ve gecelerde, içinde bulunduğumuz mübarek üç ayların da etkisiyle düşünüyor, düşünüyor, düşünüyorum… Gündüzleri ve daha çok da geceleri düşünüyorum, düşünüyorum… İslâmiyet öylesine güzel ki!..”

Yakın çalışma arkadaşlarımdan biri ile bir iş görüşmesine gitmekte olduğumuz sırada, aniden ve adeta kendi kendine söylenircesine bu cümleleri mırıldanmaya başladı…

Ben de gayri ihtiyari ve çok düşünmeden dedim ki:

-“İslâmiyet’ten başka dünyamızda iyi ve güzel olan ne var ki?..”

Bu kadar… Daha fazla konuşmadık...

O anda arabadaydık. Bir iş görüşmesine gidiyorduk. Yine kendi iş dünyamıza, dünya meşgalemize daldık. Randevumuza gidinceye kadar sustuk. Pek konuşmadık. Her birimiz kendi düşünce dünyamızın derinliklerinde düşünmeye devam ettik…

Hepimiz, her birimiz günlük hayatımızda aynı şeyi yapıyoruz… Bu arada ben düşünmeye devam ettim ve bu sefer kendi kendime arkadaşımın cümlesini ben adeta zikredercesine terennüm edip tekrarladım:

-“İslâmiyet öylesine güzel ki!..”

-“İslâmiyet öylesine güzel ki!..”

*

Bir başka gün diğer iş ortağımla yine bir iş görüşmesine giderken, yolumuz üzerindeki bir “huzurevi”ne bir teslimat için uğradık. Arkadaşım işini yaparken ben huzurevi sakinlerini dikkatle izlemeye başladım… Bazılarıyla bire bir görüşmeler yaptım…

Her şeye rağmen hallerine şükredenler de vardı ama kısaca çıkardığım sonuca göre; huzurevi sakinleri huzurevinde huzursuzdular… Mutlu değildiler… Bir şeylerin değil, ‘birçok şeylerin’ eksikliğini hissediyorlardı…

Neyin eksikliğini?..

Özellikle yakın ilginin, yakınlarının ilgi ve sevgisinin eksikliğini… Küçücük yeğenimin bir gün ağlayan bebek kardeşi için söylediği ‘ilgi istiyor ilgi’ sözünü hatırladım… Bilinen şeydir, çocuklar ve yaşlılar hep ‘özel ilgi’ ister ve beklerler…

Bir şey özellikle dikkatimi çekti. Huzurevine vardığımızda çay molası saati idi. Huzurevi çalışanları bahçede bir masanın etrafında toplanmışlar, neşeli kahkahalar arasında konuşuyor ve çaylarını yudumluyorlar... Huzurevi sakinleri ise mahzun mahzun ve gıpta ederek uzaktan onları seyrediyorlar… Bir şey diyemedim, sadece dikkatle izledim… Düşündüm; o çalışanlar gruplar hâlinde ayrılıp huzurevi sakinleri ile çaylarını içemezler miydiler?..

İçemezler!..

Neden?..

Sorunun cevabını iki yönlü vermeye çalışacağım.

Bir taraftan haftalık ‘Kur’an ve İlim Seminerleri’ çalışmalarımız devam ederken, diğer taraftan hayattan kopmamacasına başta gazeteler olmak üzere yazılı ve görsel medyayı takip etmeye çalışıyorum. Önce son seminer çalışmalarımızdaki notlardan birkaç cümle, sonra içinde bazı ‘iyi ve güzel şeyler’ olan haberlerden bölümler aktaracağım.

*

Seminer notlarından sadece bir paragraf: “İslâmiyet’te ‘yetimler yurdu’ da ‘huzurevi’ de yoktur. Yetimler ve yaşlılar bizzat kendi yakınları yani varolan akrabaları tarafından bakılır. İslâmiyet’e göre ‘zekât’ yani ‘vergi’nin sarf yerlerinden biri de yetimler ve yaşlılar faslıdır. Devlet yetim ve yaşlıların bakımına mukabil o yakınlarına ödemede bulunur. Çağımız dünyasında artık ilmen yani psikolojik ve sosyolojik olarak da iyi bilinmektedir ki, bakıma muhtaç insanlar sadece yakınları tarafından iyi bakılmaktadır…”

Bir gazetenin 26. sayfasında ‘iyi ve güzel bir haber’ okudum. Sizinle paylaşmak istiyorum. Haberin başlığı şöyle: “İki bin çocuk ailesine dönüyor…” (Zaman, 19 Eylül 2005)

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK), koruma altına aldığı 2 bin çocuğu ailesine verecek. Aileye Dönüş Projesi kapsamında 14 bin çocuğa ailesinin yanında bakan SCHEK, yıl sonuna kadar kurumdaki 2 bin çocuğu daha ebeveynlerinin yanına gönderecek. Kurum, ailesine teslim ettiği her bir çocuk için aylık 300 YTL (300 milyon lira aynî ve nakdî yardımda bulunuyor… Kurum bünyesinde 34 bin çocuğa hizmet verdiklerini belirten SHÇEK Genel Müdürü İsmail Barış, “Koruma altına aldığımız çocukların yüzde 90’ının ailesi var. Proje kapsamında bu çocuklardan durumu uygun olanları ailesinin yanına gönderiyoruz. Yılsonuna kadar 2 bin çocuğu daha ailesine vermeyi hedefliyoruz.” bilgisini verdi… İnsan fıtratına uygun bir uygulama. [Bu arada yurtlarda olan ‘taciz’ vs gibi ‘kötü ve çirkin şeyleri’ hiç yazmıyorum…]

Aynı gün gazeteler ‘Kaynana Semra’ olarak ünlenen Semra Türk’ün oğlu Ata Türk’ün girdiği uyuşturucu komasında öldüğünü yazdılar… Sağlıklı bir aile ve toplum ortamı olmayınca sonuç böyle oluyor…

Ertesi gün gazetelerde bir başka haber okudum.

“Tıp, yeni bir çocuk hastalığı buldu: ‘Bakıcı Sendromu’”

Kendi ebeveyni tarafından bakılmayan bebek ve çocuklar bu hastalığa yakalanıyor…

Tekrar hatırlayalım; yazımın başında ne demiştim:

-“İslâmiyet [anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa] öylesine iyi ve  güzel ki!..”

 

 

***

 

 

 

 

 

İyi ve güzel şeyler; dünya ve âhiret…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.10.2005

İyi ve güzel şeyler anlatmaya devam ediyorum…

Bir an için güzel bir bahçeye girdiğinizi düşünün. Orada insan yapısı birtakım şeyler göreceksiniz. Elektrik direkleri, lambalar, teller, su boruları, motorlar, pompalar, binalar gibi daha nice şeyler... Traktör, pulluk, irili ufaklı tarım araçları ile âletleri vesaire…

Bu güzel bahçedeki bütün bu âletlerin, cihazların, makinelerin, binaların insanlar tarafından yapıldığını ve icat edildiğini biliyoruz. İnsanoğlu düşündü ve bunları yaptı. Aklını hep devrede tutarak tabiî kanunları ve imkânları kullandı, emeğini harcadı, böylece bu araçlar ortaya çıktı.

Bu güzel bahçede insan yapısı olmayan, ama insan yapısından daha mükemmel varlıklar da göreceksiniz. Ağaçlar, otlar, çiçekler, hayvanlar… Bütün bu varlıklar hücrelerden oluşur. Her hücrenin içinde de genleri taşıyan kromozomlar vardır. Canlı kendi kendilerini işleyen kromozomların faaliyeti ile oluşur ve yaşar. Bu genler atomlardan oluşur. Atomlar Kâinatın yaradılışı ile oluşur. Ama bu maddeleri kromozomlarda genler hâlinde dizen kimdir?

“Allah’tır” denirse doğru söylenmiş olur.

Aslında elektrik direğini, su pompasını ve diğerlerini yapan da Allah’tır. Allah bu dünyadaki insanlar arasında öyle kullar var etmiş ve onlara öyle şeyler ilham etmiş ki onları yaptılar. Çünkü Allah bu Kâinatı onlar ve diğer bütün insanlar için var etmiştir. Yoksa Allah’ın hiçbir işine yaramayan bu Kâinatı yaratması abesle iştigal olurdu. Allah Kâinatı melek, cin, ruh ve insan için var etti; onları da kendisine muhatap olsunlar diye yarattı. Sözü bir yere getirmek istiyorum. O da şudur.

Allah bu Kâinatı yani cansız âlemi hep insanlar için ve onlar aracılığı ile düzenlemektedir.

*

Allah meleklere emreder. Melekler insan genetiğinde değişiklik yaparak başka insan oluşturabilirler. Allah her şeye, dilediği her şeye muktedirdir. Beş boyutlu uzay insanın düşünebildiği her şeyi içermektedir. Bunu anlamak ve idrak etmek için zaman ışıldağını ona çevirmek yeterlidir.

Bir sepete çeşitli renklerde bilyeler doldurunuz. Doldurduktan sonra bir kişiye ‘git o sepetten iki yeşil bir kırmızı bilye çıkart’ deseniz, gider ve iki yeşil bir kırmızı bilyeyi çıkarır. Ancak bunu yapabilmesi için sepette o renkte bilyelerin olması gerekir.

İşte bu şekilde beş boyutlu uzayda her şey vardır. Biz onlardan istediğimizi çıkarıyoruz. O halde yaptıklarımızın hepsi beş boyutlu uzayda varmış ki biz onları oradan çıkarabilmişizdir. Mesela şimdi bu yazdıklarım o beş boyutlu uzayda, arşta mevcuttur. Yani, yapabildiğim her şey orada vardır.

Yapabileceğimi bildiğim halde yapmadıklarım vardır. Demek ki yapsaydım veya yapabilseydim onlar da yapılacaktır, yapılabilecektir. O halde onlar da arşta vardır. Sonuç çok açıktır; tabiî ve sosyal kanunları değerlendirerek beynimizde oluşturacağımız her proje beş boyutlu uzayda her zaman vardır. “Şey” kelimesi düşünülebilen her şey demektir. İnsan neyi düşünebiliyorsa o arşta mevcuttur. İnsan olarak içtihat eder ve ona göre amel ederiz. Topluluk hâlinde yaşayan insanlar, Allah’ın halifesi devletin yetkilisi olarak hareket etmiş olacakları için her şeyi devlet yani topluluk yapmış olur. Bu ifade insanları hem birleştirmekte, hem de herkesi hür hâle getirmektedir.

*

“Dünya” yakın demektir. “Âhiret” de sonra, öte demektir. Nasıl bir çocuk önce anne karnında yaratılır, yetiştirilir, sonra dünya hayatına getirilirse; dünya hayatında insanlar da aynen bu şekilde yetiştirilir, sonra dünya hayatı, sonra âhiret hayatı kurulur. İnsan bu dünyada imtihan geçirir ve sınıfını geçmişse cennete, sınıfını geçememişse yeniden eğitilmek üzere cehenneme gönderilir…

İnsan dünyada iyilikler ve güzellikler yaparsa dünyada da karşılığını görür, kötülük yaparsa dünyada da kötülükler görür. Ne var ki dünyada olanlarda tam adalet teessüs etmez. Dünya bir ‘imtihan dünyası’ olduğu için eşitsizlikler içinde yarışlar vardır. Âhirette ise dünyadaki adaletsizlikler düzenlenecektir. Mazlumların dereceleri yükseltilecek, zalimler de cezalarını çekeceklerdir.

Kâinatın varlık felsefesi en iyi şekilde böyle izah edilmektedir. İlmen Allah’ın sözü olarak sabit olan Kur’an bunun böyle olduğunu bize bildirmektedir. Şimdiye kadar hiçbir filozof bundan daha iyi bir izah getirememiştir. Onlardan getirenler ne diyorlar; “Tanrı yoktur, ruh yoktur, âhiret yoktur!.. Kâinat yaratılmamıştır!..” Görüyorsunuz onların hepsi sadece ‘yok-yok’lara dayanır. Oysa yokluk bir felsefe değildir. Çünkü onlar yok olunca kendisi de yok olur ve o zaman konuşamaz.

Bugünkü ilimler kâinatın ve dünyanın sonradan yaratıldığını kesinlikle ispat etmiştir.

 

 

***

 

 

 

 

 

İyi ve güzel şeyler;

Kâinat, Dünya ve Âhiret…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.10.2005

İyi ve güzel şeyler yazmaya; dünya ve âhiret ile birlikte Kâinat üzerinde düşünmeye ve yazmaya devam ediyoruz…

Kâinat büyümektedir. Büyüme sonsuz olsaydı şimdiye kadar çapı sonsuz olurdu. Oysa çapı 13,4 milyar ışık yılıdır. O halde Kâinatımız bundan 13,4 milyar yıl önce yaratılmıştır.

Kâinat bozulmaktadır. Entropi büyümektedir. Yıldızlar sönmektedir. Bugüne kadar bütün yıldızlar sönmediğine göre, o halde bunların yaratıldığı bir tarih vardır.

Kâinat sonradan yaratılmıştır. Yeryüzünde yaptığımız araştırmalarda bundan 3 milyar yıl önce dünyada hayat olmadığı tesbit edilmiştir. Hayat ondan sonra doğmuş ve gelişmiştir. İnsan yaratılalı 100 bin yıl geçmemiştir. Kâinatın yaratıldığına bu da delâlet etmektedir.

Kâinatın yaratıldığını nereden anlıyoruz? İlmen Allah’ın sözü olduğu sabit olan Kur’an ve diğer din kitapları hep Kâinatın yaratıldığını hikâye etmektedir. İnsan mantığı da kendiliğinden oluşu kabul etmemektedir.

Kâinatı böyle kavradıktan sonra, yeniden küçük dünyamıza ve dünya hayatımıza dönelim.

*

Allah bazı yönlerden insanları eksik yaratmış, ancak kendi çabaları ile şeriata ve dünyadaki şartlara uyarak onlara yaşama imkânı sağlamıştır. Mesela, Allah insanı tüysüz yaratmıştır. İnsanlar elbise ile bu eksiklerini kapatmaktadırlar. Ne var ki insanların elbiseleri kirlenmekte, derileri terlemektedir. Bu sebeplerden dolayı insanlar elbiselerini ve derilerini yıkamakla yükümlüdürler. Allah insanlara elbiselerinizi ve bedeninizi yıkayın, bu arada çevrenizi de temiz tutun demiş.

Bunları yaparsanız dünyadaki eksikliklerinizi giderir, sağlığınızı da korursunuz.

Allah insanı neden tüysüz yaratmıştır? Elbette her şeyin insanın yararına olan sebep ve hikmeti vardır. İnsan bu sayede her iklim ve şarta göre elbise giyerek her yerde yaşamaya muktedir olur. Bu sayede, yaptığı çeşit çeşit elbiseler sayesinde denizin diplerine dalabilir, uzaya çıkabilir…

Böyle olmasaydı, dünya hayatı böyle düzenlenmeseydi, bir hayvan türü gibi insan da sadece belli bir yerde kalmak zorunda olurdu. İşte görülüyor ki elbise ve temizliğin dünyadaki sevapları da bunlardır. “Dünya sevabı Allah’ın indindedir.” (Nisâ, 134) Allah ayrıca insana demiştir ki; giyinir çıplak gezmezseniz, elbiselerinizi temiz tutarsanız, bu dünyada sizlere karşılığını veriyorum, ama asıl bundan sonra âhirette de karşılığını vereceğim. “Âhiretin sevabı da Allah’ın indindedir.” (Nisâ, 134)

*

Allah hiçbir emir vermemiştir ki dünyada yararı olmasın, maslahatı olmasın…

Allah hiçbir nehiy yapmamıştır ki onun dünyada mefsedeti olmasın…

Yani; iyilikler, iyi ve güzel şeyler dünyada sevap ile karşılanmaktadır. Ama Allah’ın emridir diye bunu yapanlara ayrıca âhirette de on misli mükâfat verilmektedir.

Allah’ın nehy ettiklerinden kaçınmayanlar ise misli ile cezalanmaktadır. İçki içeni o içki bu dünyada zehirler ve o kişi siroz olup erkence öbür tarafa gider. Bu ceza onun bu dünyadaki cezasıdır. Ayrıca âhirette de ‘niçin haram ettiğim içkiyi içtin’ diye cehenneme gönderilip ceza çektirilir.

İşte; görülüyor ki yaptıklarına karşılık insana çift sevap ve çift karşılık verilmektedir. Bu karşılıklardan birini bu dünyada görmektedir, diğerini de âhirette.

Meselenin bir başka boyutuna daha işaret etmek istiyorum.

Mü’minlerin bu dünyada çektikleri sıkıntılar âhirette çekecekleri cezalara keffarettir. Sabrederlerse cezalarından mahsup edilecektir. Mü’minler hastalıklara ve yoksulluklara sabrederlerse âhirette cehennemden kurtulacaklar, cennetteki makamları da yükselecektir.

O halde mü’min sıkıntıya girdiği zaman, kendisine bela geldiği zaman, hamd eder. Mü’min böylece âhiretteki azaptan kurtuluyor, cennetteki yerini de bu sayede yükseltiyor…

*

Sonuç olarak; dünya ve âhiretteki karşılıklar hep Allah’ın indindedir.

Bu sebepledir ki imanın şartlarından biri olarak da bu dünyanın hayrı ve şerri, iyiliği ve kötülüğü Allah’tandır şeklindedir.

İnsan gelecek için sâlihâtı amel edip ıslah ederse, iyi ve güzel şeyler yaparsa, hem dünyada hem âhirette sevap yani iyilik ve güzellik almış olur.

Böylece bu yazılarımızda iyi ve güzel şeyler yazmış, iyi ve güzel şeyleri hatırlatmış olduk.

 

 

***

 

 

 

 

 

İhaleler… Özelleştirmeler… Öneriler… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.10.2005

Çağımızda devleti yönetmek çok kolaydır.

Çağımızda devlet yönetmek neden kolaydır?

Kolaydır, çünkü devletin elinde ‘kağıt para gücü’ vardır. Devlet bu gücü yani parası sayesinde ülkede istediği her şeyi yapabilmektedir.

Amerika’daki Yahudi sermayesi, dünyadaki devletlerin elinde bulunan işte bu gücü kendinde toplamak istemektedir. Amerika’daki bu Yahudilere göre dünyada tek merkez bankası olacaktır. Devletler para çıkarsalar bile, bu paralar Yahudi kontrolündeki bu dünya merkez bankasının parası ile desteklenerek çıkarılacaktır. Bu banka desteğini kestiği anda o devletin parası para olmaktan ayrılmalı, gücünü kaybetmeli, geçerliliği olmamalıdır!..

Bu iş kolay olmamakta, bu plan kolay işlememektedir. Zaman zaman gördük ve yaşadık. Bir ülkede yüzde 500, yüzde 1000 enflasyon olsa bile, o ülkenin parası yine de iş görmektedir. Çünkü halk kendi parasına sahip çıkmakta veya en azından ondan vazgeçmemekte, böylece o para tedavülde kalmakta ve her şeye rağmen zamanla eski değerine kavuşmaktadır. Halkın gücü işte budur. Bütün dünyada halkın bu gücünün kadir ve kıymetinin bilinmesi, anlaşılması, kavranması ve en iyi şekilde değerlendirilmesi sorunu vardır. Bu sorun nasıl çözülecektir?

Yahudi sermayesi bu sorunu kendi lehine çözmek için bütün işletmeleri tekel hâline getirmek, DOLAR veya EURO ile dünyayı yönetmek istemekte, üretimi tekelleştirmeye gitmektedir.

Sermaye yakın geçmişte ne yaptı? Önce sosyalizm ya da komünizm rejimiyle yani devletçilikle halkın elinden bütün mallarını zorla toplattı. Şimdi de vahşi kapitalizm uygulamaları güdümünde ve ‘özelleştirme’ adı altında zorla sattırarak kendisi almaktadır. Kendisi doğrudan ihalelere girmemekte, özelleştirme veya ihale yapılan ülkelerdeki taşeronları kullanmaktadır. ‘Sen gir al, ben sana kredi veririm, ödersin’ demektedir. İşletme kâr edecek ve faizi ile borcunu ödeyecek.

Ancak yapılmak istenen veya yapılan bu uygulamaların başarılı olması mümkün değildir. Matematikte çok açık bir şekilde ispatlanmıştır ki, kesin olan kazanç muhtemel olan kazancı her zaman yener. Dolayısıyla bu sistemde sonunda tüm işletmeler sermayenin tekelinde olacaktır.

*

Türkiye Pakistan, Sudan, Malezya ve benzerleri gibi kenarda bir ülke olsa, sömürü sermayesinin güdümünde bugün ülkemizi yönettiklerini zanneden zavallı yöneticilerimizin bu politikalarına aldırmaz, biraz da öyle yaşayalım deriz. Ama Türkiye’miz, ülkemiz, vatanımız; İslâm âlemi, dünyamız ve bütün insanlık için durum böyle değildir. Bu ülke, asırlarca dünyaya ‘adalet’ üzerine nizamat vermiş olan ve geçen yüzyılda darmadağın edilen büyük bir imparatorluğun ardından geriye kalan son kalemizdir. Elbette Allah’ın yeryüzü geniştir ama Türkiye’den öteye vatan yok gibidir! Elbette bu topraklar dışında vatan olabilecek onlarca yer vardır ama böylesi bir tanedir.

Türkiye’nin coğrafî ve stratejik konumu öyle bir yerdedir ki, İstanbul’da oturmayan sermaye dünyaya hâkim olamaz. İşte onların istedikleri şey, hedefledikleri şey, yapmak istedikleri şey Türkiye’nin yıkılmasıdır. Onun içindir ki şimdiye kadar Türkiye’de yatırım yapmadılar; bu arada yatırım yapmak isteyenlere de yaptırmadılar.

Türkiye’nin ekonomisi zayıflayacak, borçlanacak, dinsizleşecek, parçalanacak…

Önce iç savaş olacak… Sonra yakın komşuların saldırısı ve işgali…

Sonra, bu güzel ülkeyi onların elinden de geri almak...

İşte bu sebeple Türkiye’de yatırım yapmadılar…

Şimdi de başka şeyler yapıyorlar…

*

Türkiye’ye sürekli olarak baskı yapılıyor…

Baskıya boyun eğmeyen bir hükmet olursa, bir müddet sonra bizzat kendi ordusunun eliyle iktidardan indiriliyor…

Yani; ya (AKP’nin yaptığı gibi) özelleştireceksin, devletin seksen yıldır biriktirdiğini sermayeye peşkeş çekeceksin; yahut (en son 28 Şubat’ta Refah-Yol Hükümeti’ne yapılanlarda olduğu gibi post modern darbeyle) kendi ordunun müdahalesi ile sen iktidardan gideceksin!..

Kenan Evren’in 12 Eylül’üne kadar bu oyun böyle oynandı…

28 Şubat Müdahalesi de bundan farklı olmadı…

Devran bugüne kadar böyle döndü…

Ve…

Geldik bugünlere…

 

 

***

 

 

 

 

 

İhaleler… Özelleştirmeler… Öneriler… - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.10.2005

İhaleler yapılıyor…

Özelleştirmeler gerçekleştiriliyor…

En stratejik ve en kıymetli değerlerimiz bir bir satılıyor…

Bütün bu yapılanlara sadece seyirci mi kalacağız?..

Bu ihale ve özelleştirmeler olurken sadece seyretmekle mi yetineceğiz?..

Bir şey yapmayacak mıyız?..

Bir şeyler yapacaksak; ne yapabiliriz veya ne yapmalıyız?..

Bir yazının hacmi nisbetinde aşağıda ‘özelleştirme önerileri’ sunuyorum…

*

MECLİS’TEKİ PARTİLERE AÇIK MEKTUP!

AK Parti, Doğru Yol ve ANAP başta olmak üzere Meclis’teki partilere bu açık mektupla öneride bulunuyoruz. Bu arada CHP ve bağımsızları da onlarla sıkı bir işbirliğine dâvet ediyorum.

1- Vakıflar Bankası, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün sermayesi ile kurulmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü gasp ile oluşmuştur. Çünkü yüzlerce yılda oluşmuş vakıfların senedinde değişme yapmak tarihin en büyük zulmüdür. Vakıflar Bankası’nın sermayesi vakıflarındır. Vakıflara dokunan Allah’ın lânetine uğrar. Ama yarın onu da özelleştirecek ve birlerine peşkeş çekeceksiniz. Vakıflar sizin değil ki; hangi hakla bu özelleştirmeyi yapacaksınız?!.

2- Gelin, Vakıf Bank’ı halka özelleştirelim ve özel banka hâline getirelim. Bari ecdadımızın yüzlerce yıllık birikimi ile oluşmuş bu vakıflarımızı sömürü sermayesine peşkeş çekmeyelim. Halkımızın katılımı ile ihtiyacınız olan paraları halk olarak yine size verelim. Bizim malımızı, Müslüman dedelerimizin ‘vakıf’ olarak bizlere bıraktığı ve hepimize emanet ettiği malımızı yine bu ülkenin biz Müslüman halkına satın! Değeri ne ise ödeyelim! Çünkü biz Müslümanlar bugün de devletimize yardım yapmaya hazırız...

3- Vakıf Bank’ın yönetimini şimdilik Diyanet Vakfı’na verin. ‘Hakem Heyeti’ oluşturalım. Bir hakemi siz seçin, bir hakemi Diyanet seçsin, o iki hakem de bir baş hakem seçsin. Hakem heyeti Vakıf Bank’ın değerini takdir etsin ve onun değerini size ödesin. Halkımızın bu gücü vardır. Siz onunla ülkenin dış borcunu kapatın. Hakemlerce belirlenen değeri Diyanet Vakfı beş yılda ödesin; altın değeri ile ödesin…

4- Vakıf Bank için Diyanet Vakfı harekete geçecek, adeta ülkenin sömürü sermayesine peşkeş çekilmemesi için -İstiklâl Savaşı günlerinde olduğu gibi- umumi bir seferberlik ilan edilecek… Camilerde halka Vakıf Bank’ı kurtarmanın manâsı anlatılacak ve onlardan borç alınacaktır. Buna karşılık halkımızın bankada o kadar payları olacaktır. Banka ileride bunları kendilerine ödeyecektir. Ödeyemez iflas ederse, zararına iştirak etmeyi şimdiden kabul etmektedirler…

5- Diyanet Vakfı taksitlerini ödeyemezse, bankaya yatırdığı miktar kadarı ile bankaya ortak olacaktır. Banka satıldığında, bankaya yatırılan para o nisbette paylaşılacak, yani vakıf ve vakfın şahsında halkımız kâr-zarara ortak olacaktır…

6- Banka ‘faiz’ veya ‘kâr’ ile çalışmayacak, ‘kredileşme ilkesi’ ile çalışacaktır. Yani, banka mevduat sahiplerine mevduatları hacminde teminat altına alarak ‘faizsiz kredi’ verecektir. Kredileşme ‘altın değeri’ üzerinden olacaktır…

Aynen bu şartlar altında diğer Emlak ve Ziraat bankları da ileride özelleştirilebilir…

Halkımızın malı yabancılara değil, halkımızın malı yine halkımıza satılır…

*

Tekrar ediyor, tekrar söylüyor ve tekrar tekrar hatırlatıyorum.

Vakıf Bank’ı özel sektöre, hele hele sömürü sermayesine satamazsınız. Böyle bir şey yaparsanız, bu ameliniz sizi çarpar. Hz. Salih’in kardeşleri deveye (devletin, yani kamunun, yani halkın malına) dokundular, deveyi kestiler de gazaba uğradılar… O kavme ne olduğunu Kur’an’dan okuyabilirsiniz…

Arâf Sûresi 73- Semud kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik. Onlara dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mucize olan Allah’ın şu devesidir (kamu malıdır). Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin, sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar. 74- Düşünün ki, Âd kavminden sonra sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarda evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın. 75- Kavmin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: Siz Salih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğine inanıyor musunuz? Onlar da, “Şüphesiz biz O’nunla gönderilene inananlarız.” dediler. 76- Kibirlenenler de dediler ki: Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz. 77- Derken o dişi deveyi (yani kamu malını) keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: “Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen bizi tehdit ettiğin azabı getir.” dediler. 78- Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü donakaldılar. 79- Salih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz. [Daha geniş bilgi için bak: Tevbe 9/70, Hûd 11/61-68 ve 80, İbrahim 14/9, Hac 22/42, 25/Furkan 38, Şuarâ 26/141-159, Neml 27/45-53, Ankebût 29/38, Sâd 38/13, Mü’min 40/31, Fussilet 41/13, 17, Kaf 50/12, Zâriyât 51/43-45, Necm 53/51, Kamer 54/23-31, Hâkka 69/4-5, Burûc 85/18, Şems 91/11-15.]

 

 

***

 

 

 

 

 

“ÖZELLEŞTİRME” saldırıları ve

yapılması gerekenler - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

İnsanın yaşamak için nasıl ‘yeme ve içme’ ihtiyacı varsa, aynı şekilde topluluk da ‘ekonomi’ olmadan yaşayamaz. Toplulukların kurdukları en büyük kuruluş ‘devlet’ dediğimiz müessesedir. Her devlet, yaşamak ve varlığını sürdürebilmek için kendi ekonomisini düzenlemek zorundadır.

Her insanın nasıl ağzı varsa ve kendisini kendi ağzından beslemek zorunda ise; aynı şekilde her devletin de ‘kendi ekonomisi’ vardır ve her devlet o ekonomi ile yaşar. Her devlet, diğer devletler arasında yaşayabilmek ve onlar arasında varlığını sürdürmek için ‘uluslararası ekonomi’ dediğimiz faaliyetlere de açıktır. Uluslararası ekonomide yerini alabilmek için ihracat ve ithalat serbest olmalı, gümrük ve vize işlemleri olabildiğince kolay olmalıdır.

Ancak her devletin ‘iç ekonomi faaliyetleri ve müesseseleri’ bağımsız olmalıdır. İç ekonomisi dışa bağımlı olan ülkeler tam bağımsız değildirler. Devlet, iç ekonomik faaliyetlerin sonucunda ‘ülkesinde üretilen mallardan vergisini alır’ ve bu vergiler sayesinde yaşar. Ondan sonra özellikle ülke içindeki ‘emek ve mal hareketi’ tamamen serbest ve masrafsızdır.

Sağlıklı, sağlam, düzgün ve dengeli bir ‘devlet düzeni’ böyle olmalıdır.

*

Ekonomide üretim ve tüketimin iki yanı vardır. Üretim ve tüketimde denge sağlanmalıdır.

TEKEL değerler, kurumlar, müesseseler, alanlar vardır. Oralarda serbest rekabet geçerli değildir. Mesela; elektrik hatları böyledir, demir yolları ve hava limanları böyledir, mabetler böyledir, ilaç ticareti böyledir... Sağlık ve eğitim gibi hizmetler de serbest rekabet içinde olmaz, olmamalıdır... Bunlar bu özelliklerini kaybederlerse, büründükleri yeni durumun esiri olur ve kişiliklerini kaybederler. O ülkede yaşayan insanların artık ne devletleri, ne insanlıkları kalır...

İSLÂMİYET işte bu gerçeklere dayanarak ‘tekel işletmeler’ için ‘vakıf müesseseler’ tedvin etmiştir. Bu alanlardaki hizmetler bu vakıf müesseseler tarafından deruhte edilecek ve yürütülecektir. Bu anlayış ve uygulamanın dışına çıkılmaya başlanması demek, o devletin kendi kuyusunu kazmaya başlaması ve tarih sahnesinden silinmeye başlaması demektir.

TEKEL işletmeler bağımsız ‘VAKIF’ işletmelerdir. Vakıf işletmeler kâr amacıyla çalışmaz. Gelirleri ve giderleri ile kendisini korur. Vakıflara ek gelirler tahsis edilebilir. Mesela, günümüzde bir fabrikanın kira payı ‘haberleşme vakfı’nın geliri olabilir. Kamu bütçelerinden pay ayrılabilir. İşletilmesi ise vakıf sözleşmesine göre yapılır. Yöneticilerin takdirine bir şey bırakılmaz.

Meselenin bu boyutuna da işaret ettikten sonra, gelelim günümüzde yapılanlara…

*

SÖMÜRÜ SERMAYESİ bütün dünyada ve Türkiye’de yukarıda özet olarak açıkladığımız bu ‘tekel kurumları’ yani “KİT’leri/Kamu İktisadi Kurumları’nı”ele geçirmeyi planlamaktadır. “ÖZELLEŞTİRME” adı altında ülkelerin tekel kurumlarını tekeline alıp kendine göre dünyayı ‘tek devlet’ olarak yönetmeyi hayal etmektedir. Bütün dünyayı ele geçiren hiçbir ‘tekel yönetim’ adil olamaz, dengeli olamaz, bundan dolayı başarılı da olamaz. SSCB/Sovyetler bunun denemesini yaptı ve başarısız oldu. Bu başarısızlık aynı zamanda on milyonlarca insanın hayatına da mâl oldu!..

Karl Marx ailesiz, mülkiyetsiz, dinsiz, devletsiz bir ‘dünya düzeni’ tasavvur etmiştir. Komünizm tek devletli bir düzendir; ama sermayenin yönettiği bir düzen!..

“ÖZELLEŞTİRME” adı altında ‘komünistleştirme’ sözkonusudur. İhaleye girip halkın mallarını satın alan sermayenin arkasında, dünya çapında tekelleşmiş ‘Siyonizmin sermayesi’ vardır. Yerli olsun-yabancı olsun, ihalelere girenler hep bu sermayeden destek almaktadır.

İktidara kim gelirse gelsin, sermaye öylesine bir tezgah kurmuş ki, onun dediğini yapmak zorundasın. Yoksa; müslüman isen ‘mürteci’, milliyetçi isen ‘faşist’, solcu isen ‘komünist’, hiçbir şey değilsen ‘hortumcu’ yapar... Önce basın/medya yoluyla saldırıya geçer… Sonra askerleri harekete geçirir... Arkasından yargı alkışlamaya başlar... Sonunda -Refah-Yol örneğinde olduğu gibi- onun dediğini yapmayan iktidar alaşağı edilir… Ve -AKP örneğinde olduğu gibi- sermayenin dediklerini yerine getirenler iktidara getirilir…

Türkiye’de 1950 den beri her on yılda bir tekrar edilen senaryo budur. Halkımız bu oyunları kavrar da ‘Kuvva-yı Milliye’ ruhu ile harekete geçerse varlığını korur. Aksi halde, sermaye elbette hiçbir zaman böyle tekele ulaşmayabilir. Ama bu arada sermayenin bu saldırılarına maruz kalan Türkiye yok olur. Türkiye İstiklâl Savaşı’nı halkın kıyamı ile kazanmıştır. Sömürü sermayesinin bu saldırısı da ancak halkın kıyamı ile bertaraf edilir. Ülkeyi ancak milletin azmi ve kararı kurtarır...

Yarın, sömürü sermayesinin “ÖZELLEŞTİRME” saldırılarına karşı yapılacaklar üzerinde duralım.

 

 

***

 

 

 

 

 

“ÖZELLEŞTİRME” saldırıları

ve yapılması gerekenler - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Halkımız sömürü sermayesinin “ÖZELLEŞTİRME” saldırısına karşı ne yapacaktır?

I.

Halkımız, her şeyden önce, sermayenin bizi bölmek için uydurduğu irtica, faşist, komünist, hortumcu gibi yaygaralarına kulak vermemelidir. Mesela, ülkemizde bu “ÖZELLEŞTİRME” operasyonları yapılırken Uzanlar ile Aydın Doğan arasında, Koçlar ile Siirtliler arasında veya diğer gruplar arasında hiçbir fark yoktur. Devlet karşısında hepsi eşit olmalıdır.

Hortumcu iseler, herkes hortumcudur; değilseler, hiç kimse hortumcu değildir. Aralarında ayırım yapılmamalıdır. Birilerine saldırılırken, diğerleri korunup kollanmamalıdır.

Bütün bunların hesaplarını, kayıtlarını, belgelerini, delillerini sömürücü sermaye tutmaktadır. Sahtekârlıkları o yaptırmakta, sonra gerektiğinde onlara karşı silah olarak kullanmaktadır. Bütün bunları bilerek birbirimize karşı sabırlı olmalı ve bölünmemeliyiz.

II.

Bu arada zaten teknolojisi eskimiş KİT’lerimizi yağmalamakta ve yok etmektedirler. Halk olarak şimdilik bu kısa dönemde biz bu yapılanları tam olarak önleyemeyiz. Bütün dünyada sermayenin dayatması ile bir “ÖZELLEŞTİRME” modası ve furyası başlamıştır. Türkiye de bu saldırılardan payına düşeni almış, sürüklenip gidiyor…

Türkiye’nin sahipleri olarak ‘halk şirketleri ve kooperatifleri’ kurarak bu yağmadan biz de payımızı alabilir, mallarımızın hiç olmazsa bir kısmını kurtarırız. Mesela, halk olarak OYAK’a ortak olmalı, arkasında sömürü sermayesi olsa bile bu tesislerin ordumuzda kalmasını sağlamalıyız.

Şunu iyi bilelim ki, ordumuz güçlü oldukça hiçbir oyun, operasyon veya saldırı devletimizi yıkamaz. Çünkü sonunda her şeyin muhasebesi yapılabilir.

Asıl tehlikeli olan, satın aldıkları bu tesisleri çalışamaz hâle getirmeleri, yıkmaları ve yok etmeleridir. Ama bir başkasının elinde, bu şirket yabancı olsa da çalışıyorsa, ordunuz da güçlü ise; gerektiğinde bir düdük çalarsın ve bütün fitne-fesat bir anda sona erer.

III.

Tekrar ediyorum; halkımız ‘kooperatif şirketleri ve vakıfları’ kurarak “ÖZELLEŞTİRME” adı altında yağmalanan devletimizin varlıkları yağmacıların elinden kurtarılmalıdır. Şimdilik acilen ve öncelikle yapılması gereken budur.

Ancak bununla yetinilmemelidir.

Yapacağımız bu faaliyet ve organizasyonlar yanında, aynı zamanda ve hiç gecikmeden, hiç ertelemeden ileri teknolojiye -hem de kendi teknolojimize- dayanarak yeni ‘vakıf ortaklıklar’ kurulmalıdır. Adil Düzene, dengeli bir düzene göre kurulacak bu şirketler sadece paraya değil, aynı zamanda aynî mübadeleye -hattâ mümkünse sadece aynî mübadeleye- dayanacaktır. Böylece büyük sermaye bunları ezemeyecektir. Bu çalışmalar da küçük olarak başlar… Sonra büyür ve gelişir...

IV.

Erbakan Hocamızın önderliğinde Millî Görüşçüler tarafından, yukarıda özetlediğim yapılması gereken çalışmaların tohumu mesabesinde faaliyetler 30-40 yıl önce başlatılmış; hâlen de bu çalışmalar devam etmektedir...

Yeniden başlamalısınız…

Yeni bir hamle başlatmalısınız…

Türkiye halkından destek dilenmelisiniz...

Bu sizin için yardım değildir, halkın kendisine yardımıdır...

*

1960’larda faaliyetler başladı… Onlar o zaman başladıklarında yapayalnızdılar… İmkânları yoktu… Ama asla ümitsizliğe düşmediler... Allah ve Allah’a inananlarla bir oldular ve bugün hâlâ varlıklarını sürdüren Millî Görüş müesseselerini kurdular... Bugün Türkiye ve dünya çapında yayılan insanlar ilk eğitimlerini oralarda gördüler… Millî Görüş ve Adil Düzenciler oralarda yetiştiler… Siz de; aynen onlar gibi Allah’a güveneceksiniz... Kendiniz için kimseden bir kuruş istemeyeceksiniz; ama Allah için herkesten destek dileneceksiniz... Size hakaret edecekler, size gülecekler... Utanmayacaksınız... Sıkılmayacaksınız… Sabredeceksiniz… Sebat edeceksiniz… Çünkü bütün bunları halk için yani Allah için yapıyorsunuz...

Bugün -ve her gün- Allah için ne yaptım?” demelisiniz…

Kurtuluş için yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol...

Haydi!..

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Adalet yönetimin temelidir’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

‘El-Adlü Esasu’l-Mülk/ ADALET YÖNETİMİN TEMELİDİR’ esasını duymayan ve bilmeyen yoktur. Osmanlılar bu sözü adliye saraylarının cümle kapısına yazar, buralara işi düşen tebaalarına da ‘adalet’ üzere hükmederlerdi. Osmanlıların asırlarca süren hükümranlıklarının ana sebebini tek kelime ile açıklamak gerekseydi, şüphesiz bu biricik kelime adalet olurdu. Evet; adalet yönetimin temelidir.

Bugün ülkemizde ve dünyada yargılama sisteminin çöktüğünü herkes bilmekte ve itiraf etmektedir. Dünyada ve dünya ülkelerinde ‘adalet’ adına çok az şey kaldı. Her şeyden önce teorik bilgi eksikliği bile had safhadadır. Batı dünyası, adalet mekanizmasının temel ilmi olan fıkıh ve fıkıh usûlü ilmini bilmek bir yana; henüz böyle bir ilmin varlığından bile haberdar değildir! Avrupa Birliği ile Batı işgalindeki Irak henüz bir ‘anayasa’ üzerinde bile anlaşamamaktadır. Anayasa olmayınca ‘adalet’ adına ne yapılabilir ki?!.

Adalet olmayan yerde; ekonomi başta olmak üzere diğer yönetim mekanizmalarının ne halde olacağı bellidir. Çağımız dünyasının temel problemi de işte budur, ‘adalet’tir; yönetimin esası olan adalet. Dünya yönetimin temeli olan ‘adalet’ açısından böylesine perişan durumdayken, Türkiye de aynen bütün dünya gibi adaletsizliğin pençesinde kıvranmaktadır.

*

Ülkemizdeki adalet mekanizması aşağıda sıralayacağım sebeplerden dolayı işlememektedir.

1. Hâkimler merkezden atanmakta ve merkez bütçesinden maaş almaktadır. Onların tayin ve terfileri merkeze ait olmaktadır. Bu şu demektir; ‘Sen merkezin lehine hükmet!’ Genellikle öyle hükmediyorlar.

2. Hâkim adil olsa bile, sık sık yeri değiştirilmekte, tayini yapılmaktadır. Bu tayinler yüzünden halkını tanıyamamaktadır. Kimlerin şehadetlerini kabul edecektir, kimleri bilirkişi yapacaktır; bilememektedir. Bilemediği alanda da adil karar verememektedir.

3. Davalar beş-on, hattâ yirmi sene sürmektedir. Bu kadar uzun zaman sonra olaylar unutulmuş, tanıkların kimi gitmiş... Hakim on senede oluşmuş dosyayı okuyacak, olayı kavrayacak da adil karar verecektir!.. Bunun mümkün olmayacağını herkes bilmektedir.

4. Bir hâkim günde yirmi-otuz davaya bakmaktadır. Olayları kendisi tahkik etmektedir. Beyni ambale olmakta, artık düşünememektedir. Her şeyi en son dosyayı okuyarak kavramaya çalışmaktadır. Ne var ki onu da birkaç saat içinde bitirmek zorundadır. Dosya gereksiz birçok belgelerle doludur. Hâkimin bu dosyaları kavrayıp adil karar vermesi beşer takatinin üstündedir.

5. Soruşturmayı hâkim yapmaktadır. Soruşturma denetimsiz kalmaktadır. Oysa soruşturmayı yapan kurum ayrı olacak, o hakemlerin denetiminde olacaktır.

6. Hâkimin dayandığı bir güç yoktur. Verdiği karar sonrasında kendisini nasıl güvenceye alacaktır? Hâkimin güvencesi sağlanmış değildir. Tam olarak sırtını dayayacağı ve güveneceği bir yer yoktur.

7. Hâkim oluşan dosyaya göre karar verecektir. Dosyayı hâkim oluşturmuyor. Davacı ve davalı avukatları, savcılar, karakol, şahitler ve bilirkişiler oluşturuyor. Bunların sorumlulukları hemen hemen hiç yoktur. Bir de bir ülkede rüşvet hastalığı varsa, hâkimin yapabileceği çok az şey kalmaktadır.

8. Mevzuat o kadar çoğalmış ki, hâkimin onları okuyup bilmesine imkân yoktur. Sadece sayfaları çevirse ömrü yetmez. Bir de buna serbest sözleşme ilkesini de getirdiniz mi, artık hâkim karar veremez hâle gelir. Serbest sözleşme sistemi Kur’an tarafından getirilmiştir. Ama yargıda da hakemlik sistemi getirilmiştir. Hakemler onları hakem yapanların sözleşmesini bilirler. Bilmeyenler hakem yapılmazlar.

9. Hâkimin başına vurulan bu kadar tasma yetmiyormuş gibi; hakimin verdiği karar Yargıtay denetimine tâbi tutulmakta, bir de terfi edebilmesi için onun gönlünü yapmak durumundadır. Olaylardan ve çevreden çok uzak merkezdeki hâkimler sanki taşradakilerden daha âlimmiş gibi hâkimler cendereye alınmaktadır.

*

Eskiler ‘El-Adlü Esasu’l-Mülk/ ADALET YÖNETİMİN TEMELİDİR’ demişler…

Biz de kırk senedir aynı şeyi söylüyoruz: Adil Düzen.

Kimlere söylüyoruz?

Kör, sağır ve dilsiz olmayanlara…

Allah heva ve hevese, modaya -ve bilmem ne müktesebatına- uymayın diyor… Müktesebatları faiz, fuhuş, zina ve zulüm olanlara uymayın diyor…

Kimlere söylüyor?

Kör, sağır ve dilsiz olmayanlara…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Cahiliye dönemi’ne dönüş!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Sömürü sermayesi dünyaya önce ‘KAPİTALİZM’ denen nizamı getirdi... Sonra, bir dönem halkın elindeki mallara el koyabilmek için dünyanın bir bölümüne ‘KOMÜNİZM’ denen musibet rejimi uygulattı… Bugün de yine sadece kendi menfaati için kamu mallarını eline geçirebilmek amacıyla ‘ÖZELLEŞTİRME’ denen modayı getirdi…

İşte bu modalara uymak hevadır…

Hukukta modaya uymak hevadır...

Ekseriyet kararları ile yapılan seçimler ve alınan kararlar hevadır…

Tevrat’ın hükümleri 3000 yıldır, Kur’an’ın hükümleri 1500 yıldır uygulanıyor…

Oysa bugünkü kanunlar ise on senede, yirmi senede modasını kaybetmektedir…

Demek ki heva, heves, moda, müktesebat nedir?

-Avrupa Birliği modası…

-Avrupa müktesebatı modası…

-Faiz, fuhuş, zina ve zulüm modası…

-Ülkeleri haksız yere işgal ve katliam modası…

Bu amaçlarla geçirilen bütün kanunlar modadır, hevadır, hevestir...

Allah insanların adalete, ilme, hakkaniyete değil de; modaya, hevaya, hevese uygun kanun çıkarmalarını nehy ediyor. İsteyenler bunları çıkarabilir. Ama bunu yapanların sonu helâktir; -biz söylesek de söylemesek de- onların sonları ve mukadderatı helâk olmaktır…

Hâsılı; modaya, hevaya, hevese uyarak adaleti bırakmamak gerekiyor. Moda için haktan ayrılmamak gerekiyor. Allah mü’minlere modaya uyarak hükmetmeyi nehy ediyor.

Basın ve yayın modaya göre konuşur. Oysa, mesela bir dava devam ederken basın yayın yasağı vardır. Ama ihtilale hazırlık başladığı yahut iktidarı alaşağı etmek istedikleri zaman bu yasaklar sadece birileri için ortadan kalkar. Ve onlar yapacaklarını yaparlar…

*

İstanbul’un veya bilmediğiniz bir şehrin sokaklarına dalınız… Yeni gelmişsiniz... Gideceğiniz yerin adresini bilmiyorsunuz… Bu durumda ne kadar sıkıntıya girersiniz.

Ya da ormandasınız... Neredesiniz, bilmiyorsunuz... Çevrenizi kurtlar ve diğer vahşi hayvanlar sarmış… Ne yapacağınızı bilemiyorsunuz... Ne kadar büyük bir sıkıntıda olursunuz?..

İşte günümüzde insanlar böylesine şaşkınlıklar içindedirler. Neden?

Çünkü bakıyorsunuz; herkes size saldırmaktadır... Diğer bütün insanlar size düşmandır... Çünkü siz onlara düşmansınız... Hastalıklar sizi çevrelemiştir... Her gün açlık korkusu içindesiniz... Ürettiğiniz mallara sahip değilsiniz... Çünkü onları kimin yağma edeceğinden emin değilsiniz...

Devletle kendinizi güven altına alamadınız, çünkü kamu görevlileriniz ve genel hizmetlileriniz yok!.. Kimse size gerektiği gibi hizmet etmiyor ve sizi korumuyor!.. Karşıdakilerin ve sizin uyacağınız kurallar yok!.. Kimin ne yapacağını bilmiyorsunuz ki, siz de ona göre hareket edesiniz!.. Kimi istediği zaman soldan gider, kimi istediği zaman sağdan gider!.. Bu durumda her an kiminle çarpışacağınızı bilemiyorsunuz!.. Başkanınız yok ki aranızda çıkacak nizaları çözesiniz!.. Hep kaba kuvvetle işinizi hallediyorsunuz!.. Nihayet geleceğinizden emin değilsiniz; aç mı kalacaksınız, işsiz mi kalacaksınız, evsiz mi kalacaksınız!.. Sizi her an kimin çarpacağı belli değil!..

Yani; adeta ‘cahiliye dönemi’ denilen ve artık tarihte kaldığını zannettiğiniz bir dönemdesiniz, hem de bugün eski cahiliye dönemindeki düzen bile yok!..

İşte, olması gereken ‘adil devlet düzeni’ aşamasına gelmemiş, ‘adil devlet düzenini’ kuramamış, adeta eşkıyalık döneminde yaşayan insanlar böylesine derin dalâlet içindedirler…

Peki, biz bugün böyle miyiz?..

Evet, maalesef böyleyiz!..

*

Daha önceleri de defalarca yazdık ve her yerde hep söyledik...

Bıkıp usanmadan tekrar tekrar yazıyor ve yeniden hatırlatıyoruz…

Her şeyden önce, eğer bir ülkede ‘faiz’ varsa mutlaka ‘enflasyon’ da vardır.

Faiz var olduğu müddetçe orada enflasyonu önlemeniz mümkün değildir.

Enflasyon var demek, ‘işsizlik’ var demektir… İşsizlik ‘açlığı’ doğuruyor…

Açlık ‘borçlanmayı’ doğuruyor…

Borçlanma ‘yolsuzluğu’, yolsuzluk ‘rüşveti’ doğuruyor...

Bunların ardından baskı, isyan, anarşi ve savaş...

Yani; ‘devlet aşaması’ndan yeniden ‘cahiliye dönemi’ne dönüş!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Kuş virüsü, karantina ve

asıl yapılması gerekenler

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Canlılar arasında sürekli bir çatışma vardır. Hayvan ve bitkiler varlıklarını korumak için uğraşırlar. Hayvanlar ve kısmen de bitkiler diğer canlıları yerler, ama kendi varlıklarını sona erdirmezler. Oysa bakteri ve virüsler diğer canlıları hasta eder ve öldürürler ama sonunda kendileri de ölürler. Bakteri ve virüslerin görevi yaşlanmış ve hastalanmış canlıları ortadan kaldırmaktır.

İnsanlar olarak biz bitki ve hayvanlarla yaptığımız savaşı kazanmış bulunuyoruz. Onlar bize karşı dayanacak silah geliştirememişlerdir.

Virüs ve bakteriler ise bize karşı silah geliştiriyorlar, biz ilaç buluyoruz, ama onlar da yeni zehir buluyorlar. Aramızdaki savaş devam ediyor… Kıyamete kadar da devam edecektir...

Virüs ve bakterilere karşı verilen mücadelede yapılan önemli bir yanlışlık vardır. Bitki ve hayvanlara musallat olan virüslere karşı ilaç geliştiriyoruz, aşı yapıyoruz. Sonra o besini biz yiyoruz, yani ilaçlı besin yiyoruz! Bu yolla hareket ettiğimiz zaman bitki ve hayvanlar antivirüs ile dolacak ve o canlı bize besin olmaktan çıkacaktır. İnsanları ilaçla tedavi etme sistemi ne kadar yanlışsa, bitki ve hayvanları da ilaçlayarak ve aşılayarak korumak da insanlık için sonunda çöküşe gidiştir.

*

Öyleyse, sağlıklı hayat için ne yapmalıyız?

1) Kitle tarımı, büyük tarım, hattâ orta tarım yerine küçük tarıma, aile tarımına geçmeliyiz. Küçük kümeslerde çıkacak bir hastalık üzerinde yapacağımız tedavi bize ucuza mâl olacaktır. Savaşta en büyük savunma dağınık nizamdır. Virüslere karşı savaşta da dağınık nizama geçmeliyiz.

2) Hastalık ortaya çıktığı zaman hemen karantinaya alınmalıdır. Müdahale etmeden oradakiler kendi hallerine bırakılmalıdır. Canlı kendi ilacını kendisi hazırlar ve bu doğal ilaç olur. Yeni üretim bu muafiyet kazanmış nesilden geliştirilmeli, bunlardan üretim yapılmalıdır. Böylece ‘doğal seleksiyon kanunları’ işler ve bize zarar vermeden bize zararlı olmayan canlı gelişmiş olur.

3) İnsanların sağlığını koruma ‘genel hizmet’ içinde olduğu gibi, hayvan ve bitkilerin sağlığını koruma da genel hizmetten olmalıdır. Dayanışma içinde zararlar karşılanmalı, hastalığın kontrolü kamu tarafından bedelsiz yapılmalıdır. Aile işletmeleri genel hizmeti bedelsiz almalıdırlar.

4) Değişik kümeslerden alınan hayvanlar ortak kümese veya ağıla konarak aralarında hastalığın bulaşması sağlanmalı ve onlar kendi hallerine terk edilmelidir. Burada sağ kalanlar arasından yeni, sağlıklı ve sağlam nesiller geliştirilmelidir.

İlk bakışta kuş yolları üzerinde kümeslerin yapılması hatalı gibi görünür. Ama buralardaki kümesler göçmen kuşların taşıdığı bütün virüs ve mikropları taşımış olur. Bu sayede bu bölgede yaşayan ve dayanabilen tavuklar sağlam ve dayanıklı olurlar. Buradaki yumurtalardan oluşan hayvanlar başka yerlere gönderilerek dayanıklı nesil yetişmiş olur.

*

Hâsılı, korunarak sağlıklı nesil yetiştirme yerine, temas sağlayarak ve ayıklayarak sağlam nesil yetiştirmeliyiz. Bu temel ilkeleri ortaya koyduktan sonra, karantinaya alınan bölgede yapılan bugünkü uygulamayı hatalı buluyoruz. Neden?

1) Önce, karantina içine alınmış yerlerdeki tavukların toplanarak gaz odalarında öldürülmeleri hatalıdır. Yapılacak iş, bu tavukları toplayıp karıştırmak ve üstü telli açık havaya terk etmektir. Üstlerini telle kaplayarak kuşların onlarla teması önlenecektir. Bunlar ölmeye başlayacak, ama bir kısmı belki anti virüsü üretecek ve kendilerini kurtaracaklardır. Böylece çok sağlam bir nesil elde ederdik.

2) İkincisi olarak, kaynatıldığı takdirde artık hiçbir tehlike olmayacağı bildirilmiş, ondan sonra da sağlam tavuklar gaz odalarında imha edilmiştir! Ekonomik olarak yapılacak iş bunların kesilmesi, içinin alınması, sonra yüz derecede pişirilerek kavurma hâline getirilmesi veya başka bir şekilde kullanılmasıdır. İnsanlara verilmese bile, mesela balık yeminde kullanılabilirler. Kaldı ki, insan için de kullanılmalıdır.

Şunu iyi bilmeliyiz ki, fazlaca korunma sanıldığı kadar iyi bir şey değildir. Biz kendimiz grip olduğumuz zaman o gribe karşı ilaç geliştiririz ve o ilaç çoğu zaman başka hastalıklara da ilaç olur. Soğuklardaki nezle veya grip başka hastalıkların önlenmesi için çare olabilir.

3) Çıkan bir yaygara sonucu kümes hayvanlarının satışları durdu. Dolayısıyla ekonominin bu sektöründe damar tıkanıklığı meydana gelmiştir. Bu gibi durumlara karşı teşhis mekanizmasının süratle geliştirilmesi gerekir. Her tavuk diri iken, böyle bir virüsü taşıyıp taşımadığını kontrol eden basit araçlar geliştirilmelidir. Hayvanları toplayacağımız yerde her hayvan kontrol edilir. Zaten sürüden örnek alıp kontrol etmek yeterli olacaktır. Sürüye bulaşmıyorsa bulaşıcı değildir demektir.

4) Bir ülkede bilhassa besin üretimi ve tüketimi ihracat ve ithalata dayanmamalıdır. Kendi besinimizi kendimiz üretmeliyiz. Tavuk ihraç edeceğimize yem ihraç edelim. Hattâ biz orada üretelim. Canlı ihracatı ve ithalatı yerine mamul ihracatı yapılmalıdır. Böylece kontrol edilebilir mallar ihraç edilecektir.

 

 

***

 

 

 

 

 

PETKİM satıldı!.. (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bana ‘TÜPRAŞ’ı Rusya’ya satar mısınız?’ diyorlar.

Satarım kardeşim! Parayı veren herkese satarım!.. !..

Neymiş? Satamazmışız! Stratejikmiş! Ne stratejisi?!.”

Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN

Maliye Bakanımız Sayın Kemal Unakıtan’ın ‘esprili’(!) kişiliği ile örtüşen, 1,5 yıl önce 20 Eylül 2003 tarihli gazetelerden yansıyan bir “KİT satma” haberinde mesele ‘aynen’ şöyle anlatılıyordu:

Yerli ve yabancı sermaye yatırımcılarıyla hükümet yetkililerini bir araya getiren ve Bodrum’da yapılan “YABANCI YATIRIMCILAR TOPLANTISI”nda konuşan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, kamu işletmeleri olan KİT’leri mutlaka satacaklarını ve Maliye Bakanı olarak bunları satmaktan “büyük memnuniyet” duyacağını dile getirdi. “Bana ‘TÜPRAŞ’ı Rusya’ya satar mısınız?’ diyorlar. Satarım kardeşim! Parayı veren herkese satarım! Neymiş? Satamazmışız! Stratejikmiş! Ne stratejisi?!.”…”

Sayın Maliye Bakanı Kemal Unakıtan madem kendisi soru sorup kendisi cevap veriyor, böyle bir üsluba meraklı; öyleyse bir soru da ben sorayım:

-“TÜPRAŞ veya PETKİM milletin malı değil de, şahsının -veya daha önce özel sektörde çalıştığın patronlarının malı- olsa, yine herkese (ve de Ruslara) satar mıydın (‘kardeşim’ değil), efendim?!.”

Bu sorunun devamı olarak bir soru daha:

-“Milletin malını neden MİLLETİN KENDİSİNE, HALKA, HALK SERMAYESİNE, HALK ORTAKLIKLARINA, KİT ÇALIŞANLARINA, PETKİM VE TÜPRAŞ ÇALIŞANLARINA satmıyorsun (‘kardeşim’ değil), efendim?!.”

Sayın Maliye Bakan bu konuları bilir, ama biz kamuoyu nezdinde bir kere daha hatırlatalım:

“Milletin Malı”nın milletin kendisine “Ortaklık Payı” veya “Hisse Senedi” olarak nasıl satılacağını bilmiyorsa, -ki iyi bildiği kanaatindeyiz-; biz bu konudaki bilgi ve birikimimizi ‘hem de satmadan, halkımız için bedava olarak’ istediği zaman kendisine takdim edebiliriz. Yeter ki, sayın bakan ve bürokratları bu konuda yeteri kadar istekli ve samimi olsunlar...

Elbette bu sözlerim sadece Sayın Bakan’a değil; aynı zamanda bir zamanlar Refah Partisi İstanbul İl Yönetimi’nde birkaç yıl birlikte çalıştığım Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile tanıyan-tanımayan bütün Bakanlar Kurulu üyelerine ve AK Parti milletvekillerine de, arz olunur (‘kardeşim’ değil), efendim!..

Bu vesileyle bir hatırlatma daha:

Biraz devlet ciddiyeti ve nezaketi, lütfen.

“Satarım, kardeşim!” gibi bir üslup, ‘devlet ciddiyeti’ ile bağdaşmıyor…

*

İnsanı aklına ister istemez şu mukayese geliyor.

Bu gibi sözleri ve uygulamaları KEMAL UNAKITAN değil de, KEMAL DERVİŞ söyleseydi ve yapsaydı; başta Sayın Başbakan olmak üzere, AK Parti yönetici ve milletvekilleri ile milletin malından sorumlu olanlar nasıl bir tepki gösterirlerdi?.. Bizim diyebileceğimiz medya bu durumu nasıl yorumlarlardı?..

-Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Maliye Bakanı’nın görevi milletin maliyesini ve devletin bütçesini düzeltip düzenlemek mi; yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kurulduğu yıllardan bugüne kadar milletin binbir güçlükle ve kıt kanaat imkânları ile kurduğu ‘KİT’leri (hem de) YABANCILARA satmak’ mıdır?

Maliye Bakanı bana sormuyor ya; ben yine de sade bir vatandaş olarak cevap vereyim:

-“Sen kendi malını veya patronlarının malını istediğine satabilirsin. Ama benim malımı, milletin malını kimseye satamazsın (‘kardeşim’ değil), efendim!..”

*

PETKİM’in satılma hikâyesi nedir?

Hatırlanacağı üzere, PETKİM daha önce Türk Milletinden milyarlarca dolar hortumlayan Uzanlar’a adeta bedava denebilecek bir paraya satılmıştı…

Allah’tan, Uzan Ailesi o zaman krize girdi de satış şartlarını yerine getiremedi. Böylece milletin malı yine milletin elinde kaldı…

PETKİM milletin elinde kaldı da ne oldu?

AKP Hükümeti aynı “Satarım, kardeşim!” anlayışı ve zihniyeti ile hareket etmeye devam etti!..

Evet, devam etti ve; 13-14-15 Nisan 2005 tarihlerinde gerçekleşen kesin talep toplama işlemlerinin ardından, ek satışla birlikte PETKİM’in toplam yüzde 34,5’i satıldı!.. Dev şirketin üçte biri, ‘HALKA ARZ’ adı altında, yok pahasına ‘YABANCILARA’ satıldı!..

YABANCI ALICILAR, dev enerji şirketimiz PETKİM’e yoğun talepte bulundu. 70 milyon lotluk satışın 50 milyon lotu YABANCILARA SATILDI! Sadece 20 milyon lotluk bölüm yurt içindeki alıcılar tarafından satın alındı. Böylece, yüzde 35’i ‘HALKA ARZ’ adıyla ‘ÖZELLEŞTİRİLEN’ dev KİT’imiz PETKİM’in üçte biri 267 milyon dolar gibi komik bir rakama elden çıkarılmış oldu!..

Yarın, PETKİM’in satışı ve dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesine devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

PETKİM satıldı!.. (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bana, ‘TÜPRAŞ’ı Rusya’ya satar mısınız?’ diyorlar.

Satarım kardeşim! Parayı veren herkese satarım!.. !..

Neymiş? Satamazmışız! Stratejikmiş! Ne stratejisi?!.”

Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN

Bu vesileyle, PETKİM’in ‘ilk satışı’ günlerinde de inceleyip yazdığımız konuyu, özet olarak da olsa, bir kere daha hatırlayalım.

PETKİM, dünyada süratle diğer mamullerin yerini alan mamuller üretmektedir. Bu alanda ülkemizdeki tek üreticidir. Halkımızın bu alandaki yurt içi tüketiminin ancak üçte birini karşılamaktadır. Petrol rafinerisindeki artıkları değerlendirmektedir. Daha önce bu artıklar yakılıp atılıyor ve çevreyi kirletiyordu.

Şimdi PETKİM satılınca TÜPRAŞ artıkları satamayacak ve zarar edecektir...

Zaten hep böyle yapıyorlar.

-Önce, bir fabrikayı veya KİT’i satıyorlar…

-Sonra, onun zararlarını başka fabrikaya yükleyip onu da zarar ettiriyorlar…

-Böylece, daha sonra onu da bedava denebilecek bir değerle satıyorlar!..

-Tezgah aynen böyle kurulmuş. Oyun böyle oynanıyor.

*

PETKİM’in gerçek değeri nedir?..

PETKİM 5000 işçi çalıştırmaktadır. Bunun 2500’ü kapanan başka fabrikalardan aktarılan işçilerdir. İstihdam olsun diye bedavadan para almaktadırlar. Buna rağmen PETKİM yine de zarar etmiyor.

-PETKİM’in yıllık 100 milyon dolardan fazla vergi ödemesi ve kârı vardır.

PETKİM, 2003 yılında Uzan Grubu’na blok olarak satıldığında, fabrikada 125 milyon dolar nakit vardı... 75 milyon dolarlık da mamul vardı... O zaman PETKİM blok hâlinde 600 milyon dolara satılmıştı!.. 600 milyon doların içinde bu birikim de satılmıştı!.. Böylece, gerçekte tesisler 400 milyon dolara satılmıştı!..

Bir de gerçek bir incelemenin sonuçlarını sunalım:

-PETKİM’in MALİYETİ VE GERÇEK DEĞERİ 8 (SEKİZ) MİLYAR DOLAR kadardır...

-PETKİM’in 8 bin metrekarelik imar edilmiş arazisi vardır...

-PETKİM’in deniz kenarında iskelesi vardır… Barajı vardır…

-PETKİMin ara buhardan elde ettiği elektrik santralı vardır…

(Ki; bu buhar da şimdi yakılarak havaya uçurulacaktır!..)

-Bu kadar hayati ehemmiyeti ve stratejik değeri olan, kârla çalışan ve 5000 işçiye yani 25 000 nüfusa iş veren ve istihdam sağlayan dev bir fabrika, niçin haraç-mezat satılıyor?!.

-Ne yapılmak isteniyor?!.

-AKP Hükümeti ne yapmak istiyor?!.

-Acaba, günü gelince bu yaptıklarının hesabını verebilecek midir?!.

Doğrusu;

Bu işi yapanları ve yapılanları gördükçe, onları anlayamıyor ve yapılanı da kabullenemiyoruz…

*

Dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesi

Aslında, ülkemizde ‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında yapılanları iyi anlayıp kavramak için bütün dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâye ve furyasını bilip kavramak gerekiyor.

Bu vesileyle “DÜNYADAKİ ÖZELLEŞTİRME HİKÂYESİ”ni yeniden gözden geçirelim.

Muharref Tevrat Yahudilere; “Siz seçkin bir milletsiniz: İnsanları yönetmek üzere Allah sizi görevlendirdi. Dünyaya siz hakim olacaksınız. Tek devlet olarak dünyayı siz idare edeceksiniz.” diyor.

İşte bu amaçlarına ulaşmak için 1500’li yıllardan, yani Amerika’nın keşfinden beri ‘Yahudi Sermayesi’ dünyada ‘tek(el) sermaye devleti’ni kurma peşindedir. Engel olarak gördüğü din, mülkiyet, aile ve milliyetçiliği yok edip ‘tek dünya devleti’ni kurma peşindedir. Marx bunun teorisini geliştirmiştir. Derebeylikler ortadan kalkmış, krallıklar yok edilmiş, cumhuriyetler yıkılmış, kilise çökmüştür...

Şimdi yapılmak istenen ulus devletlerin yok edilmesidir. Dünya’daki küçük ve orta sermaye yok edilecek, büyük tekel fabrikalar ‘Sömürü Sermayesi’nin olacak, bütün insanlar onun işçileri olarak çalışacaklardır. ‘ÖZELLEŞTİRME’nin ardındaki asıl ‘büyük hedef’ budur.

Küçük ve orta sermayeyi ortadan kaldırmak için sömürü sermayesi önce sosyalizmi/ komünizmi icat etti ve devlete halkın elinden mallarını zorla aldırdı. KİT’leri oluşturdu. Şimdi onları orta sermayeye peşkeş çekmektedir. Bu orta sermaye şimdilik sadece paravan firmalardır. Hepsinin arkasında Yahudi sermayesi vardır. Özelleştirmeyi tamamladıktan sonra bu orta sermayeyi de yok edecektir. ‘Sömürü Sermayesi’ eskiden derebeylikleri ortadan kaldırmak için krallıkları destekledi… Sonra cumhuriyetlerle krallıkları yıktı… Sermaye şimdi de insanlığa son oyununu oynamaktadır… Ama bu son oyun onun da sonunu getirecektir…

Yarın, konuya kaldığımız yerden devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

PETKİM satıldı!.. (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bana, ‘TÜPRAŞ’ı Rusya’ya satar mısınız?’ diyorlar.

Satarım kardeşim! Parayı veren herkese satarım!.. !..

Neymiş? Satamazmışız! Stratejikmiş! Ne stratejisi?!.”

Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN

Dünyadaki ve Türkiye’deki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesinin özü nedir?

‘Sömürü Sermayesi’ bu oyuna yeni başlamadı. 1950’den beri, yani II. Dünya Savaşı sonrasında, Almanya ve Japonya’daki bütün fabrikaları devraldı. Şimdi Almanya ve Japonya’da çalışan fabrikaların tamamı Yahudi sermayesinindir. Görünürde Alman ve Japon adlarını taşıyorlar, ama asıl sahipleri Yahudilerdir.

Şimdi de bu ‘ÖZELLEŞTİRME’ işini bütün dünyada tamamlamak istiyor… İşte “ÖZELLEŞTİRME HİKÂYESİ” budur... Devletin imkânlarını ‘Sömürü Sermayesi’ne aktarma operasyonundan başka bir şey değildir... İnsanlar onun fabrikalarında onun ırgatı olarak çalışacaklardır…

*

Türkiye için biçilen kader sadece bu da değildir.

Başka ülkelerde fabrikalar devralınıyor, birleştiriliyor ve çalıştırılıyor… O ülkelerde fabrikaların sahibi Yahudiler ama, çalışanlar o ülke halkları, dolayısıyla o ülke insanları için istihdam sağlanıyor...

Türkiye’de ise özelleştirildikten sonra bu fabrikalar yani KİT’ler kapatılıyor!.. Türkiye fabrikasız ve işsiz bırakılıyor, ülke iç ve dış borçlarla yaşatılıyor!.. İnsanımız İŞSİZLİK sebebiyle perişan oluyor!..

Böyle giderse;

-Bir gün ‘borç vermeyi’ da keserek ‘iç isyan’ çıkartacak, böylece Türkiye’yi yıkacak, halkı soykırımına uğratacaktır...

-Türkiye’de Bizans ve Pontus imparatorlukları geliştirilecektir... Doğuda Kürt devleti oluşturup İsrail’in sömürgesi yapılacaktır...

-Türk halkı ise Endülüs örneğinde olduğu gibi imha edilecektir...

-Türkiye’deki bütün fabrikalar Yahudi taşeronu firmalara devredilecektir...

Bunun için seçilmiş 10-12 taşeron firmalar vardır. Oyun onlar aracılığıyla oynanmaktadır.

*

‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında yol bir defa açılmaya görsün.

Türkiye’yi yıkmakla görevlendirilmiş kurumlar teker teker ülkenin varlıklarını yok edecektir... Böylece zavallı şimdiki Maliye Bakanı, yarın DP Hükümeti Maliye Bakanı Hasan Polatkan gibi hüsrana uğrayacaktır...

Sömürü sermayesi daima bir taşla iki kuş vurur.

Bu zavallı AKP yöneticileri, bunun böyle olduğunu niye düşünmüyorlar? Batılıların her dediğini yapan, hiçbir isteklerini reddetmeyen DP yöneticilerinin akıbetlerini hatırlayıversinler. -Başbakan Adnan Menderes ne oldu?!. -Maliye Bakanı Hasan Polatkan ne oldu?!. -Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ne oldu?!.

Onlar bunlardan daha ‘Batıcı’ değiller miydi?

Bunlar da ‘faizci ve zinacı’ AB ile ABD peşinde koşuyorlar!..

Batı, adamı kullanır, kullanır, kullanır… Sonra, işi bitince paçavra gibi atar!..

*

‘Sömürü Sermayesi’nin bu planları devletleri yıkacak, ekonomileri çökertecektir. Çünkü ‘faizli sistem’in yıkılması mukadderdir. Elbette günü geldiğinde ‘kapitalizm’ de aynen ‘komünizm’ gibi yıkılacaktır. Kapitalizm yıkıldığında, ‘sömürü sermayesi’ de yıkılacaktır…

İşte bundan dolayı, iyi bilsin ki; Yahudi sermayesi dünya tekel devletini kuramayacaktır. Büyük sermaye sonunda tekelleşecektir, ama bu durum aynı zamanda onun sonu olacaktır. Aslında, bunun böyle olduğunu, onlar da herkesten iyi bir şekilde bilmekte ve görmektedirler.

Türkiye’de ve dünyada, ‘faizsiz ortaklık sistemi’ çerçevesinde ‘Halk Sermayesi’ ve ‘Halk Ekonomisi’ gelişmektedir. Yarın Türk halkı PETKİM mamullerini küçük küçük atölyelerde üretirse hiç şaşırmayın.

Türkiye’deki ‘Halk Ekonomisi’ tekel ekonomiden çok daha büyüktür... Krizler o sebeple Türkiye’yi yıkmıyor... Türkiye ekonomisi onun için iyi gidiyor. Hükümet götürmüyor, halk götürüyor...

Dünyada da ‘Halk Ekonomisi’ oluşmaktadır. Türkler Almanya’ya ‘Halk Ekonomisi’ni götürdüler. Almanya’da 100 binlere varan halk teşebbüsleri faaliyettedir... Nitekim Avrupa Birliği de halk ekonomisini ve KOBİ’leri desteklemektedir...

*

PETKİM de satıldı!.. ‘Satarım kardeşim!’ diyen bakan muradına erdi!..

Ne diyelim?

“Anlamıyorlar ama onlar sadece kendilerini helâk ediyorlar.” (En’âm,6/2)

Allah’ım!

“İçimizdeki birtakım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden hepimizi helâk edecek misin?” (A’râf,7/155)

 

 

***

 

 

 

 

 

Yabancılar bizimkileri neden tebrik etti?!. (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.”

ATASÖZÜ

Geçtiğimiz Nisan ayı ortalarında, Hazine’mizden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, -gazetelere yansıyan haberlere göre yazıyorum-; IMF ve Dünya Bankası ilkbahar toplantıları vesilesiyle gittiği “Washington’da” görüştüğü herkesten ‘Türk ekonomisindeki olumlu gidişattan dolayı tebrikler aldığını’ söylemiş! Ve Bakan Babacan, şöyle bir itirafta bulunmuş:

“El sıkıştıktan sonra, herkes sanki ortak karar vermiş gibi beni tebrik etti!

Bu cümledeki ‘gibi kelimesi, bana fazla geldiği gibi, size de fazlaymış gibi gelmedi mi?!.

*

Bakalım, TC Hazine’sinden sorumlu sevgili ve de sempatik sayın bakanımızı kimler tebrik etmiş?

-IMF Başkanı Rodrigo de Rato,

-IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Kruger,

-IMF’nin eski Birinci Başkan Yardımcısı Stanley Fischer…

…ve diğerleri…

-Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn,

-Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Shigeo Katsu…

-ABD Hazine Bakanı John Snow,

ABD Hazine Bakan Yardımcısı John Taylor…

…ve diğerleri…

-Ve; bilmediğimiz -ama kimler olduklarını tahmin ettiğimiz- daha niceleri

‘DAHA NİCELERİ’ dedim. Neden? Çünkü sayın sempatik bakanımız, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile G-8 (Başbakan Erbakan’ın kurduğu D-8 değil) üyelerinden oluşan ‘platform toplantısı’na katılmış, Amerikan-Türk Konseyi’nde kahvaltı sohbetine katılmış ve ‘YATIRIM ÇEVRELERİ’ ile bir araya gelmiş… Kim bilir, bu çevrelerde daha ne ‘tebrikler’ almıştır?!.

*

Haberin başından itibaren, bu bitmeyecek gibi görünen tebrik sırasına girenleri okudukça, ‘Acaba ben Türkiye’de değil de, dünyanın başka bir ülkesinde mi yaşıyorum?!.’ diye düşünmeden edemedim. Yoksa, sevgili yurdum insanı ekonomik sıkıntılar sebebiyle kan kusup ‘kızılcık şerbeti içtim’ derken, ben ve vatan evlatlarının bilmediği bir ‘ekonomik mucize’ mi gerçekleşti de, bizim haberimiz mi olmadı?!.

Nerdeee o günler???

(Hayal kurmak şimdilik bedava! Çünkü, sayın Maliye Bakanımız Kemal Unakıtan henüz hayallere ÖTV getirmeyi düşün(e)medi. Bu yazımı okuyup da aklına getirmese bari!.. Sahi, Türkiye’de öyle bir ‘ekonomik mucize’ gerçekleşebilir mi?.. Başbakan Erbakan’ın yönetiminde Refah-Yol Hükümeti döneminde birkaç günlük ‘mucizevî denk bütçeli bir fasıldı’ ama; 28 Şubat sayesinde çabucak gelip geçti…)

Neyse! Biz eski hayal ve hatıraları bir yana bırakıp, asıl meselemize dönelim. Ne diyorduk?

Evet, ‘bayram değil, seyran değil’, acaba sempatik sayın bakanımızı bu zevât-ı kirâm yani ‘yabancı yatırım çevreleri’ neden tebrik edip öpmüş?!. Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan, Amerika dönüşü ‘basın toplantısı’ düzenledi de, benim ve yurdum insanının merakını giderdi. Böylece hep birlikte kana kana (yoksa ‘kanaya kanaya’ mı deseydim) bilgilendik, bilgi susuzluğumuzu giderdik ve de cehaletimiz sebebiyle utandık!..

*

Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan, ülkemize döner dönmez, düzenlediği ‘basın toplantısı’ sayesinde, “El sıkıştıktan sonra, herkes sanki ortak karar vermiş gibi beni tebrik etti!meselesine açıklık getirdi. Yoksa, biz gerçekleri nereden bilebilecektik ki?!. Bakın, bakanımız neler demiş?

-Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan, düzenlediği basın toplantısında IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun Mayıs ayının ilk yarısında toplanıp Türkiye ile ilgili SAYD-BY’a onay vermesini beklediğini kaydetti!.. (Müjdeler olsun! 2008 yılına kadar 3 yıl daha ekonomimizi IMF fönetecek!..)

-2005 yılıyla Türk ekonomisinde, önceki yıllarla mukayese edilemeyecek bir döneme girildiğini (bu cümleyi sakın unutmayın, bir gün çok lâzım olacak) ifade eden Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan, -baklayı ağzından çıkardı ve- YÜZLERCE ÇOKULUSLU ŞİRKETİN Türkiye’de yoğun araştırma içinde olduğunu kaydetti!.. (Yabancılar niçin tebrik ediyormuş, şimdi anladınız mı?!.)

-Ekonomide moral faktörünün çok önemli olduğuna dikkati çeken Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan, hükümeti aynı anda hem enflasyonu düşürerek, hem faizleri indirerek, hem de İSTİHDAM OLUŞTURARAK (!!!) (Evet, evet, yanlış okumadınız; ‘İSTİHDAM OLUŞTURARAK’!!!) ‘dünya ekonomik literatürüne geçecek bir başarı’ya imza attığını söyledi!!!

‘YABANCILAR’ Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan’ı tebrik ederek öpüyor? Peki, Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanımız Ali Babacan, ‘YERLİ YATIRIMCILAR’ın ve ‘TÜRK HALKI’nın da kendisini tebrik edip öptüğünü söyleyebilir mi?..

Henüz bitmedi; yarın bu konuya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Yabancılar bizimkileri neden tebrik etti?!. (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.”

ATASÖZÜ

Bu yazım, dünkü bölümde şöyle başlıyordu:

Geçtiğimiz Nisan ayı ortalarında, Hazine’mizden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, -gazetelere yansıyan haberlere göre yazıyorum-; IMF ve Dünya Bankası ilkbahar toplantıları vesilesiyle gittiği “Washington’da” görüştüğü herkesten ‘Türk ekonomisindeki olumlu gidişattan dolayı tebrikler aldığını’ söylemiş! Ve Bakan Babacan, şöyle bir itirafta bulunmuş: “El sıkıştıktan sonra, herkes sanki ortak karar vermiş gibi beni tebrik etti!

Bu paragrafla başlayan yazımı şöyle bir soru ile bitirmiştim:

-‘YABANCILAR’ Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanı Ali Babacan’ı tebrik ederek öpüyor?.. Peki, Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanımız Ali Babacan, ‘YERLİ YATIRIMCILAR’ın ve ‘TÜRK HALKI’nın da kendisini tebrik edip öptüğünü söyleyebilir mi?..

*

YASED de hükümeti destekliyor!..

Tam da bu yazıyı yazıyorken, tevafuk bu ya, bir vesileyle ara vermek zorunda kaldım ve gazetelere göz gezdirirken bir de ne göreyim?!.

Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Başkanı Şaban Erdikler açıklamalarda bulunuyor ve diyor ki; bu yıl Türkiye’ye 8 milyar dolar yabancı sermaye girişi olacak!..

Neden ve nasıl?

Açıklamaya çalışayım.

Malumunuz, 29 Nisan’da ‘2. Yatırım Danışma Konseyi Toplantısı’ yapıldı...

YASED Başkanı Şaban Erdikler, geçen yıl ilki 15 Mart’ta yapılan ‘1. Yatırım Danışma Konseyi Toplantısı’ndan bu yana, YABANCI SERMAYE alanında Türkiye’nin çok ciddi şeyler yapan bir ülke konumuna geldiğini ifade ettikten sonra demiş ki; “İkinci toplantıdan sonra bu şimdi daha da kuvvetlenerek devam etti. Dolayısıyla, toplantıya katılan ve katılmayan bir sürü çok uluslu şirket yatırım yeri olarak Türkiye’yi düşüneceklerdir.” (Eh, böyle düşünenler bizimkileri bayram olmasa da niye tebrik etmesinler ki?!.)

Hedefte ‘beşi bir yerde’ var…

YASED Başkanı Şaban Erdikler, 2005 yılı için YABANCI SERMAYE girişi hedeflerini daha önce 3 milyar dolar civarında açıkladıklarını ifade ederek, gündemde BEŞİ BİR YERDE diye nitelenen TURKCELL ve YAPI KREDİ BANKASI satışı ile TÜRK TELEKOM, TÜPRAŞ, ERDEMİR özelleştirmeleri olduğuna dikkat çekti. Böylece bu yıl 8 milyar dolar rakamının aşılacağını vurguladı… YASED Başkanı Şaban Erdikler, bu arada hazırladıkları ‘Yatırım Danışma Konseyi Birinci Yıl Değerlendirme Raporu’nu, toplantıya katılan kuruluşların yetkililerine ve Hazine Müsteşarlığı’na sunduklarını söyledi. (Şimdi ‘tebrik’ sebebi daha net anlaşıldı; ortada ‘bayram-seyran’ yok ama beşi bir yerde var!..)

YASED Başkanı Erdikler, “Hükümetin bir karnesi olsa kaç verirdiniz?” sorusu üzerine;

“10 üzerinden 6 veririm, sınıfı geçer!..” demiş!..

Erdikler, ek bir soru üzerine de:

“Toplantıya katılan CEO’ların notları daha boldu ve 8’den yukarıydı!ifadesini kullanmış…

Demek ki;

YABANCILAR ve CEO’lar nezdinde;

-Sadece HAZİNE’mizden sorumlu Devlet Bakanı Ali BABACAN ‘tebrik ve takdir’ bombardımanına tutulmuyor;

-HÜKÜMET’imiz de YABANCILAR nezdinde 10 üzerinden 8’den yukarı not alıp ‘tebrik ve takdir’ bombardımanından nasibini alıyor!..

Neden?

Elbette sebebi var.

*

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.” hesabı, uluslararası kuruluş yetkililerinin ve yabancı yatırımcıların bizimkileri neden tebrik edip öptükleri, yavaş yavaş anlaşılıyor!..

Evet, BİZ neler olduğunu ve neler döndüğünü anlıyoruz da;

Acaba, BİZİMKİLER anlıyor ve gerçekleri görüyor mu?!.

Milletimizin, İstiklâl Savaşı sonrasında başlatılan ‘Ekonomik İstiklâl Savaşı’ yıllarında, kıt kanaat imkânlarla kurulan Türk milletinin ve halkının KİT’lerini, adeta kelepir fiyatlarla YABANCILARA peşkeş çektiklerini görebiliyorlar mı?!. Hakka ve halka bir gün bu yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacaklarını, yoksa unuttular mı?!. (‘Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına îman ederler.’[En’âm;6/154]) Gerçekleri görüp uyanmalarını, bu arada uyarılarımız karşısında ‘kör, sağır ve dilsiz’ olmamalarını diliyoruz…

Yarın, sadece ERDEMİR örneği ile bu ‘tebrik ve takdir meselesi’ne açıklık getireceğim.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yabancılar bizimkileri neden tebrik etti?!. (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.” ATASÖZÜ

Yazının başlığından ve atasözünden de anlaşılacağı üzere; konumuz ‘tebrik ve takdir meselesi’ üzerinde düğümlenmiş bulunuyor. Geçtiğimiz Nisan ayı ortalarında, Hazine’mizden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF ve Dünya Bankası ilkbahar toplantıları vesilesiyle gittiği “Washington’da” görüştüğü herkesten ‘Türk ekonomisindeki olumlu gidişattan dolayı tebrikler aldığını’ söylemiş! Ve Bakan Babacan, şöyle bir itirafta bulunmuş: “El sıkıştıktan sonra, herkes sanki ortak karar vermiş gibi beni tebrik etti!(?..!..)

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Hazine’sinden sorumlu sevgili ve de sempatik sayın bakanımızı kimler tebrik etmiş? -IMF Başkanı Rodrigo de Rato, -IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Kruger, -IMF’nin eski Birinci Başkan Yardımcısı Stanley Fischer… Ve diğerleri… -Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, -Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Shigeo Katsu… -ABD Hazine Bakanı John Snow, ABD Hazine Bakan Yardımcısı John Taylor… Ve diğerleri…

Daha önce de sormuştuk. Şimdi tekrar soralım:

-Peki, ‘YABANCILARIN’ tebrik ettiği Hazine’mizden sorumlu Sayın Devlet Bakanımız Ali Babacan, ‘YERLİ YATIRIMCILAR’ın ve ‘TÜRK HALKI’nın da kendisini tebrik edip öptüğünü söyleyebilir mi?!.

Bu arada, sadece sayın bakanımız değil, Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Başkanı Şaban Erdikler’in açıklamalarından anlaşıldığına göre; HÜKÜMET’imiz de YABANCILAR nezdinde 10 üzerinden 8’den yukarı not alıp ‘tebrik ve takdir’ bombardımanından nasibini alıyor!..

Hükümetimize de aynı soruyu sormadan geçemiyoruz:

-Acaba, açlık sınırında yaşayan ve milyonlarla ifade edilen HALKIMIZ ile ortalama 15 milyon kişiden oluşan işsizler ordusuna varıncaya kadar MİLLETİMİZ, hükümetimize 10 üzerinden kaç veriyor?!.

Neyse; Cevap veremeyecek olanlara soru sormayı bir yana bırakıp, biz asıl konumuza dönelim.

Ne diyorduk?

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.” hesabı, ULUSLARARASI KURULUŞ YETKİLİLERİ ve YABANCI YATIRIMCILAR bizimkileri neden tebrik edip öpüyor?!. ‘BEŞİ BİR YERDE’ diye anılanlardan sadece ERDEMİR ile meseleyi biraz daha detaylı anlamaya çalışalım bakalım.

*

Ekonomist Dr. Selim Somçağ, konumuzla doğrudan ilgili görünen açıklamalarda bulunarak, ‘global sermaye’nin IMF aracılığı ile Türkiye’yi soymaya devam ettiğini dile getirdikten sonra, bakın ne diyor:

YABANCI SERMAYE Türkiye’ye ERDEMİR, TÜPRAŞ, PETKİM ve TELEKOM gibi KİT’leri çok ucuz fiyata almak için geliyor. Bu KİT’ler YABANCILARIN gözlerini kamaştırıyor. Örneğin, bir ERDEMİR’i ele alacak olursak, yüzde 50’ye yakın bir bölümünün blok olarak 1 veya 1,5 milyar dolara satılacağı söyleniyor. ERDEMİR’i kurmaya kalksanız, ancak 7 milyar dolara kurabilirsiniz. Yarısı bile 3.5 milyar dolar eder. 3.5 milyar dolara ancak kurabileceği bir fabrikayı, madenleri ile birlikte 1.5 milyar dolara neden almasınlar?..” (Millî Gazete, 04.05.2005)

*

Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Başkanı Şaban Erdikler, hazırladıkları ve toplantıya katılan kuruluşların yetkilileri ile Hazine Müsteşarlığı’na sunduklarını ‘Yatırım Danışma Konseyi Birinci Yıl Değerlendirme Raporu’nda, bakınız YABANCI YATIRIMCILAR için neler istiyor?

-Yabancı yatırımcılarla ilgili kamu hizmetlerinin verimliliği ve şeffaflığı artırılmalı. -Her türlü idari ve bürokratik engeller bir an önce asgariye indirilmeli. -Yargı kararlarının geriye dönük uygulamasından kaçınılması gerekir. -Geçmiş haklar ortadan kaldırılmamalı. İhtisas mahkemeleri kurulmalı. -Kurumlar Vergisi’nin rekabet gücü sağlayacak seviyelere indirilmesi. -Kayıt dışı ekonomiyi önlemek için istihdam üzerindeki maliyet azaltılmalı. -Asgari ücret vergi dışı bırakılmalı ve sosyal sigorta primleri azaltılmalı. -Basit, tutarlı ve sonuçları önceden kestirilebilir vergi ve teşvik sistemi gerekli. -Enerji sektörüne özel sektörün de katılımına imkan verilmesi yabancı yatırımı artırır. -Özelleştirme KİT’lerle sınırlı kalmamalı, devletin üretimden çekilmesi gerekiyor. -Yatırımcılara bedelsiz veya düşük bedelle arazi verilmesi yabancı yatırımcıyı teşvik eder.

*

85 yıl önce, İstiklâl Savaşı’mızı yapıp millet olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizi kurduk ve siyasî istiklâlimizi elde ettik… Ardından, Ekonomik İstiklâl Savaşı’mızı başlatıp seksen yılda binbir güçlükle ve çok kıt imkânlarla KİT’lerimizi kurduk...

Şimdi, birileri (ve de maalesef daha dün birlikte olduğumuz ‘bizimkiler’) Türk milletinin malını YABANCILARA adeta peşkeş çekiyorlar!.. Bu anlaşılır ve kabul edilir bir durum değildir… Böyle biline!..

Yukarıda, YASED’in YABANCI YATIRIMCILAR için istediği iyileştirmeleri, biz bu vatanın sahipleri olarak ‘YERLİ YATIRMCILARIMIZ’ ve de özellikle ‘HALK ORTAKLIKLARIMIZ’ için istiyoruz… Haberiniz ola!..

Vesselâm…

Hakka, adalete ve kalkınmaya sözde değil, gerçekten tâbi olanlara selâm olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2005 Yazıları
1-2005 Ocak
1360 Okunma
2-2005 Şubat
1297 Okunma
3-2005 Mart
1412 Okunma
4-2005 Nisan
1165 Okunma
5-2005 Mayıs
1101 Okunma
6-2005 Haziran
1127 Okunma
7-2005 Temmuz
1352 Okunma
8-2005 Ağustos
1287 Okunma
9-2005 Eylül
1226 Okunma
10-2005 Ekim
1189 Okunma
11-2005 Kasım
1214 Okunma
12-2005 Aralık
1121 Okunma

© 2024 - Akevler