|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
MAYIS 2005 |
|
|
|
Türkiye kalkındı, artık dünya kalkınacak;
K. Derviş BM Kalkınma Programı Başkanı!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
03.05.2005
Kariyerinde Dünya Bankası başkan yardımcılığı da bulunan ve üst üste ekonomik krizler yaşadığımız dönemde Başbakan Bülent Ecevit tarafından ‘kurtarıcı’ olarak dâvet edilen CHP İstanbul Milletvekili Kemal Derviş, şimdi de BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığı’na seçildiği, sonunda resmen açıklandı.
Kemal Derviş ve kalkınma!..
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın sözcüsü Stephane Dujarric, UNDP İcra Kurulu Başkanı’na Derviş’in dört yıllık bir süre için BM Kalkınma Programı Başkanlığı’na seçildiğini bildirdi. BM kuruluşu olan UNDP, kalkınmakta olan ülkelerin yardımlara ulaşmasına ve bunları etkin biçimde kullanmalarına destek sağlamak amacıyla kurulmuş. Kemal Derviş, bu göreve seçildiğini öğrendiğinde, bakınız ne demiş: “Yeni görevimde evrensel değerlere dayalı, daha hakça, insanlara daha iyi hizmet eden bir dünya ekonomisinin oluşması için elimden geleni yapacağım…”
Kemal Derviş ve dünyada kalkınma!..
Türkiye’ye bir kurtarıcı(!) edasıyla geldiği günden itibaren, Kemal Derviş’i hep beraber dikkatle izledik... Ülkemizi ekonomik ve sosyal krizlerden kurtarmasını bekledik… Oysa o bir müddet sonra, Türkiye’yi kurtarmak bir yana, bazı partileri ve kendisini kurtarma derdine düştü!..
Önce Bülent Ecevit’in DSP’si!..
Ardından İsmail Cem’in YTP’si!..
Daha sonra Deniz Baykal’ın CHP’si!..
Ve; şimdi de BM kuruluşu olan UNDP!..
Peki; Türkiye ve Türkiye’deki bu partiler bugün ne haldedir?!. Türkiye ve partiler Kemal Derviş sayesinde kurtulup kalkındı mı?!. Yoksa, Türkiye ekonomik açıdan daha da gerileyip çökmeye devam ederken, Kemal Derviş’in kaydolduğu partiler de siyaset sahnesinden silindiler mi?!.
Türkiye kalkınıp kurtuldu, ülke partileri kalkınıp kurtuldu; şimdi BM Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş sayesinde dünya kalkınıp kurtulacak!..
Ne demiştim?
ABD’den bir ‘eyalet valisi’ edasıyla ülkemize geldiği günden beri, kurtarıcımız Kemal Derviş’i hep beraber dikkatle izledik... Ülkemizi ve partilerimizi kurtarıp kalkındırmasını sabırsızlıkla bekledik...
Ne gezer? ‘Kemal Derviş partilerimizi gezer ve sonunda geldiği gibi gider’ durum ile karşılaştık... Nereye gider?.. Tilkinin dönüp dolaşıp gideceği yere yani kürkçü dükkânına gider...
5 Mart 2005 tarihli Zaman gazetesinin birinci sayfasında şu haber başlığını benden önce okuyan arkadaşım, gayri ihtiyari ‘Eyvah!’ diye haykırdı. Çünkü haberin başlığı aynen şöyleydi; ‘Derviş’ten ekonomi politikalarına tam not’!.. Haberin devamında; ‘CHP İstanbul Milletvekili Kemal Derviş, AK Parti hükümetinin ekonomi politikalarını ‘çok başarılı’ buldu’(!) ifadesi yer alıyordu. Bir ekonomi profesörümüzün (Prof. Dr. Osman Altuğ’un) ifadesiyle yazayım, haber başlığının altında ‘büyüklere masallar’ anlatılmaya devam ediyordu…
Bu haberden sadece 15 gün sonra, yine aynı gazetenin 20 Mart 2005 tarihli nüshasında, (önemine binaen olsa gerek), yine birinci sayfadan şu haber geçiliyordu: AK Parti Siyaset Akademisi, öğrencilere ders vermesi için CHP İstanbul Milletvekili Kemal Derviş’e davette bulundu. Dersin başlığı ise ‘Uluslararası Aktörler: Dünya Bankası ve IMF’yle İlişkiler’… Bu durum karşısında bir atasözümüzü hatırlayıp hatırlatmak dışında ne diyelim ki; kılavuzu karga yani Kemal Derviş olanın başı…
Türkiye’nin 2001’deki ‘ekonomik kriz’ vesilesiyle tanıdığı Kemal Derviş, 1970’li yıllarda CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in ekonomi ve uluslararası ilişkilerden sorumlu danışmanlığını yaptı. O yıllardaki 70 sente muhtaç Türkiye hâlâ unutulmuş değildir... Kemal Derviş daha sonra Dünya Bankası’nda görev alıp 1986 yılında Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nden sorumlu baş ekonomistliğe atandı... Daha sonra Kuzey Afrika Departmanı’nda direktör olarak görev aldı... Ardından Dünya Bankası başkan yardımcılığına getirildi... Sonra, yaşanan ‘ekonomik kriz’ sebebiyle, dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından Türkiye’ye davet edilen Kemal Derviş, 3 Mart 2001’de ‘ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı’ görevine getirildi. Ancak, hiçbir başarı gösteremeyince, yaklaşık 1,5 yıl sonra ‘erken seçim’ talebinde bulundu ve Ağustos 2002’de bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. DSP’den ayrılan İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan ile birlikte hareket etti, ancak bir müddet sonra onları YTP’de yalnız bıraktı!.. 3 Kasım 2002 seçimlerinde CHP’den İstanbul milletvekili seçilip CHP genel başkan yardımcılığına getirildi; ama bir müddet sonra bu görevden de istifa etti!..
Türkiye Kemal Derviş sayesinde kalkınıp kurtuldu!..
Kemal Derviş’in yer aldığı DSP, YTP ve CHP partileri de kalkınıp kurtuldu!..
Darısı dünyanın başına; şimdi BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Kemal Derviş sayesinde dünya kalkınıp kurtulacak!..
***
Allah’ın dediklerini ‘dinlemek’,
‘anlamak’ ve gereğini ‘yapmak’… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
04.05.2005
Kur’an okuyorsunuz ve ‘Allah böyle diyor’ diyorsunuz…
Hadisleri okuyorsunuz, Kur’an’ın dediklerini teyid ediyor…
Fıkıh kitaplarına bakıyorsunuz, müçtehitler sizi teyid ediyor…
Müsbet ilme bakıyorsunuz; yukarıdakilerin hepsini teyid ediyor…
Bu çalışma ve araştırmaları yaptıktan sonra; ‘Ben Müslümanım’ diyen kimselere, ‘Ben Mü’minim’ diyen kimselere anlatıyor ve ‘Haydi, hep beraber böyle yapalım’ diyorsunuz… Aval aval bakıyor!.. Dediklerini yalanlayamıyor ama; ‘Gelin Kur’an, sünnet, fıkıh ve müsbet ilim ne diyorsa bakalım ve ona göre amel edelim’ dediğiniz zaman; ‘Bu dediğiniz şimdilik mümkün değil!’ diyor!.. En akıllı olanı bile, mesela; ‘Faiz birden kalkmaz, ekonomi çarkı böyle dönüyor!’ diyor. Biz de cevaben; ‘Kardeşim, biz de faiz birden kalkar demiyoruz, ama kalkması için çaba sarfetmeye başlarsan bir gün kalkar’ diyoruz. ‘Ama; kalkmaz diye kaldırmaya başlamazsan, hiçbir zaman kalkmaz. O zaman Allah başkalarını getirir ve onlar kaldırır.’
Çünkü;
-Faizli bir ekonominin ayakta kalması ve yaşaması mümkün değildir.
-Zinayı serbest bırakan bir toplumun aile yapısı yıkılır, toplum da çöker.
Bunu biz söylemiyoruz; Kur’an söylüyor, Allah söylüyor, müsbet ilim söylüyor…
Allah ile savaş içinde olan faizciler Allah’ı yenemeyecekler; siz de göreceksiniz, yenemeyecekler…
‘Faizci ve zinacılar’ zannediyorlar ki; Allah bizi faiz ve zinadan vuracaktır, o anda biz ekonomik ve sosyal bazı tedbirler alırız, bize bir şey olmaz, yine kurtuluruz diyorlar! Böyle düşünüyorlar, yapacaklarını yapıyorlar ve kurtulacaklarını zannediyorlar! Oysa, Allah başka yerden, beklenmedik yerden vurur; ama faiz sebebiyle, zina sebebiyle vurur. Allah’ın emirlerini dinlersen, mesela zekât (vergi) verirsen veya oruç tutarsan; oruç tuttuğun için ecir vermez, ama hesap edemediğin yerden onun iyiliğini görürsün. Bu durum şuna benzer. Çarşıda bir yerde yüklüce bir alışveriş yaparsın. Alışveriş bittiğinde, alışveriş yaptığın yerin çalışanları, yaptığın alışveriş sebebiyle karşılıksız olarak bir şeyi eklerler ve ‘bu da bizden’ derler. İşte Allah da aynı şeyi söylemekte, yapmakta ve Kur’an’da; “Bizden/ ledunumuzdan büyük mükâfat verirdik.” (Nisâ, 4/67) deyince, karşılıksız olarak vereceğini bildirmektedir.
Allah bu âyetin devamında diyor ki; “Biz onlara doğru yolu hidayet ederdik.” (Kur’an; Nisâ, 4/68)
İnsanlar eğer inandıklarına göre hareket etmezlerse, bildiklerini yapmaz, amellerini ve işlerini ona göre düzenlemezlerse; Allah onları şaşırtır, kolayı zor görmeye, zor olanı da kolay görmeye başlarlar... Zor olanı onlara kolay gösterir ve çıkmaza girerler... Ama eğer doğru bildikleri şeyleri bildikleri gibi amel ederlerse, Allah onlara doğru olanı doğru gösterir, ayrıca onu kolaylaştırır; amel ettikçe doğru yolları da görmeye başlar...
Millî Görüşçüler bu doğru yolu, bu gerçeği bildiler.
Nasıl bildiler?
-Çünkü onlar gerçekten Allah’ın yolunu bulmak için yola çıktılar…
-1969’da bağımsız adaylığında Necmettin Erbakan üç misli oy aldı…
-Yetmedi; dört yıl sonra yapılan seçimde iki yıllık Millî Selâmet Partisi 50 parlamenter çıkardı...
-Yetmedi; ‘Adil Düzen’ söylemini kullanmaya başladığında Refah Partisi oyunu artırarak en çok oy alan birinci parti oldu, Refah-Yol Hükümeti kuruldu ve Cumhuriyet tarihini en başarılı siyasi, sosyal ve ekonomik icraatları yapıldı...
-Cumhuriyet kurulduğundan beri hedef nedir?
-Türkiye’yi muasır medeniyetin fevkine çıkarmaktır.
Yani; ülkemizi çağdaş uygarlığın üstüne yükseltmektir.
Bunun bugün Türkiye için tek yolu “Millî Görüş ve Adil Düzen”dir.
Türkiye bugünkü yöneticilerinin yönetiminde “Millî Görüş ve Adil Ekonomik Düzeni” bırakmış, bu gömleği çıkarmış, faizci ve zinacı AB/ Avrupa Birliği yolunda hedefe ulaşacağını; ekonomisini düzelterek kalkınabileceğini zannediyor!.. İşte; en son AB’ye uyum sağlayacağım diye çıkarılan yeni TCK bunun çok açık örneğidir. Daha uygulamaya geçmeden, TCK ertelendi! Yeni Ceza Kanunu AKP’yi zaten yıkacaktır, ama maalesef Türkiye’yi de yıkabilir… Neden? Çünkü ceza hukuku, Mısır uygarlığından gelen hapishane sistemine dayanan bir düzendir. Hz. Yusuf’un Mısır zindanlarında hapsedildiğini hatırlayın. Batılılar İslâmiyet ile temas ettikten sonra akit serbestliğini ve İslâm hukukunu benimsediler; ama ceza hukukunu bir türlü alamadılar, hukuk sistemlerini buna göre değiştiremediler. Çünkü ceza hukukunu değiştirmek kolay bir iş değildir. Dolayısıyla Batılılar sırat-ı müstakimi yani doğru yolu ve hidayeti bulamamaktadırlar. Bizimkiler de faizci, zinacı ve henüz doğru dürüst bir ceza hukuku ile bir ANAYASASI bile olmayan işte bu Batılıların, işte bu AB/ Avrupa Birliği’nin peşinde koşuyorlar!..
Yarın; bu AB meselesi ve yapılması gerekenler üzerinde duralım.
***
Allah’ın dediklerini ‘dinlemek’,
‘anlamak’ ve gereğini ‘yapmak’… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.05.2005
Avrupa Birliği nedir?
Avrupa iki üç asırdır dünyayı sömürüyor… Geçen yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı Avrupa’yı sarstı... Dünya uyanmaya başladı... Sovyetler dağıldı ama uyandı… Çin gelişiyor ve artık yavaş yavaş dünyayı tehdit eder hâle geliyor... Müslüman ülkeler uyanmakta ve gelişmekte... Afrika bile neredeyse uyanmaya başlayacak... Güney Amerika uyanış emareleri arasında çalkalanıyor... Batı hakimiyetini kaybetme tehlikesinde... Batı dünyası dışındaki dünya uyanıyor, kalkınıyor, ülkeleri gelişiyor, ekonomilerini düzeltiyor...
Avrupa uyanan ve gelişen bu dünya karşısında birleşerek eski Roma imparatorluğunu yeniden ihya etmek istiyor… Avrupa birleşerek iki-üç asır sürdürdüğü eski sömürü zulmünü devam ettirmek istiyor…
Türkiye de işte bu Avrupa Birliği’ne girerken, bugünkü yöneticilerin bakış açısı ve anlayışı ile; ‘Ne olur ben de size katılayım, dünyayı beraber sömürelim!’ diyor!..
Avrupa yani -ABD ile İsrail’i ona kattığımızda- Batı dünyası da bu ‘sömürü pastası’na Türkiye’yi ortak etmek istemiyor… Ama diğer taraftan da Türkiye dışta kalırsa dünyayı sömürme işimiz zor olur diyor… İşte ülkemize karşı uygulanan oyalama politikası buradan kaynaklanıyor. Avrupa; Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almayalım; ama biz güçleninceye kadar da Türkiye Müslümanlarla bir iş yapmasın diyor ve gereğini yapıyor…
İşte bu durum, bu oyalama taktiği Türkiye’yi gelişmekten alıkoyacak ve belki de yıkacaktır.
Yanlışlar peş peşe gelip gidiyor… Ama Türkiye’nin ana sorunları olduğu yerde çözümsüz duruyor; işsizlik, borçlar, yargı ve basın sorunları bütün heybetiyle ayakta!..
Peki, bu gidişatın çare ve çözümü nedir?
-Çare ve çözüm “Millî Görüş” ve “Adil Ekonomik Düzen”dir.
Peki, “Millî Görüş ve Adil Ekonomik Düzen” nedir?
-Herkese aş, iş ve eş sağlayan bir düzendir.
-Bir ülke düşünün ki; sabah kalkıldığı zaman herkesin işi vardır, işten atılma korkusu yoktur, ücretinin kesilmesi korkusu yoktur...
-Bir ülke düşünün ki; ben bugün ne yiyeceğim, hastalanırsam ne yapacağım diye bir endişesi yoktur, ekonomik ve sosyal güvenlik içindedir...
-Bir ülke düşünün ki; insanlar çalışamasa da, çalışmasa da, hiç olmazsa ailece aç kalmayacak ve karınlarını doyuracak kadar gelirleri vardır...
-Bir ülke düşünün ki; erkekler işsizlik veya başka sebeplerle evlenememek derdinde değildir; kadınlar da koca aramakla meşgul değildir, kocasız kadın yoktur...
Böyle bir ülkede kimse kanunları çiğnemiyor, çiğneyemiyor; ne hırsızlık var, ne kapkaç var, ne de kaçakçılık var, ne rüşvet var, ne hortumculuk var... İşte “Millî Görüş ve Adil Ekonomik Düzen” budur. Bu düzen bir bucak içinde bile sağlanabilir. Yeter ki insanlar inansınlar, anlasınlar, gereğini yapsınlar ve böyle bir yerde yaşamaya karar versinler. Önce bir başkan çevresinde Kur’an ve müsbet ilim çalışmaları başlanacak... Mevcut topluluğa karşı gelmeden, onların düzenini bozmadan bir topluluk oluşturulacak. Allah’ın dedikleri ne ise onları öğrenip aralarında uygulayacaklar... Bundan sonra muhaceret olacak; bir yerde, birilerinin bulunduğu yerde toplanacaklar, bir site oluşturacaklar ve sitenin yönetimini ellerine alacaklar... Onlara saldırılar gelecek... Saldırılara karşı kendilerini savunacaklar; ama onlar karşı tarafa saldırmayacaklar... Bu birliktelik bir bucak seviyesinde olacak. Böyle bağımsız bir sitenin kurulmasına neresi izin verirse oraya gidecekler.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı buna müsaittir. Kooperatif kurar ve bin hanelik site oluşturursunuz. Beşbin kişilik nüfusu geçen böyle bir site belediye olur. Bedeni ceza uygulaması dışında her türlü yönetim belediyece yapılabildiği gibi; kooperatif tapuları kişilere vermez. Neden? Bucak yönetimi, hakem kararlarına uymayanları maddî yönden mağdur etmeden site dışına çıkarır. Orada olanlar böylece tamamen topluluğun belirlediği şartlara uygun olarak yaşarlar. Bugünkü cumhuriyet kanunları buna tamamen müsaittir. Mevzuat dışında zulüm yapan yöneticiler olabilir, Allah onları iktidardan kendisi indirir. Mü’minlerin ayrıca onların iktidarı ile uğraşmalarına gerek yoktur.
Tarih boyunca insanlık hep evrimleşmiş, değişimi gerçekleştirmiş, gelişmiş ve ekonomide refahı artırmıştır. Ne var ki, peygamberlerin getirdiği düzeni kabul eden kavimlerde refah başlar ve zenginlik oluşunca, onu istismar eden tekelci düzen ortaya çıkar... İnsanlar Allah’ın nimetine küfranlık etmeye başlar ve bunun sonucu olarak krizler doğar... Ülkemiz ve bugünkü dünya bu krizleri yaşıyor... İşte o zaman Allah’ın uyarısı gelir, insanlar müstakim sırata yani doğru yola dâvet edilir... Genel olarak dinlemezler ve onlar helâk olur...
Yeniden;
Allah’ın dediklerini ‘dinleyen’, ‘anlayan’ ve gereğini ‘yapan’ bir topluluk ortaya çıkar.
Bugün bu yolda olan ve bu hizmeti yüklenmiş olanlar, Millî Görüşçü Adil Düzencilerdir.
***
ABD ADALETİ BOSNA’DA, ‘HAKİM’ DE ‘SAVCI’ DA AMERİKALI;
Hasan Cengiç yargılanıyor!..
11.05.2005
“Reşat! Biz asıl savaşı şimdi veriyoruz ama bunu kimseye anlatamıyoruz!..”
(Hasan Cengiç kardeşim, bu sözü savaş sonrasındaki bir karşılaşmamızda söylemişti.) HASAN CENGİÇ
Osmanlı Devleti sona erip Balkanlar’dan çekildiğinden beri, bu bölgede yaşayanların çekmediği zulüm kalmadı.
Bosna ve Kosova katliamları, son bir yüzyıl içinde gerçekleştirilen ‘dördüncü büyük katliam ve soykırım’ oldu. Asıl ve arkası kesilmeyen zulümler ise; savaşlar ve katliamlar sonrasında kesintiye uğramaksızın sürdürüldü, hâlen de devam ediyor...
Nasıl bir zulüm? Bir-iki örnek ile anlatayım.
Önce BOSNA Örneği: Kendim Kosovalı ve Kosova doğumluyum. Annem Bosnalı. Çocukluğumda, yaz dönemini daima ana memleketim Bosna/ Sancak’ta geçirirdik. Ticaretle iştigal eden Bekir dedemi, en çok hapishanede demir parmaklıklar ardında yaptığımız ziyaretlerden hatırlıyorum. Malum, eski komünist Yugoslavya’da ‘ticaret yasak’! Bekir dedem mesleği sebebiyle sık sık hapse atılır, biz de onu ancak hapishane parmaklıkları ardında görebilirdik! Annemden, şimdiye kadar benden de gizlediği bir gerçeği yeni öğrendim. Meğer sadece hapse atmakla kalmaz, akla gelmeyecek işkenceler yaparlarmış. Ne gibi mesela? Sadece birini yazayım. Sakallarını yolmak!!! Nitekim, biz Türkiye’ye hicret ettikten bir-iki yıl sonra dedemin ölüm haberi geldi!.. Sakallarının yolunduğu yerlerde oluşan yaralar amansız bir hastalığa dönüşmüş ve ölümüne sebebiyet vermiş. Ben dedemin yüzündeki o yaraları hatırlıyor ama bugüne kadar sebebini bilmiyordum. (Allah rahmet eylesin.) Yusuf, Abdullah ve Ahmet (Ahmet dayım yaşça benden küçüktü) dayılarım, komünizm zulmü altındaki çekilmez hayat şartları sebebiyle, yıllarca önce genç sayılabilecek yaşlarda öldüler… Yusuf dayımın kızı ise Saraybosna’da intihar etmek zorunda kaldı!.. Bir tek en büyük İlyas Dayım, ilerlemiş yaşına rağmen, hâlen fahrî imamlık ve müezzinlik yaparak memlekette mücadelesini sürdürüyor…
Ve KOSOVA’dan Bir Örnek: Kosovalı Fatima, Cemile ve Fazilet halalarım; Kosova Savaşı sonrasında birkaç yıldır ülke dışına sadece ‘ziyaret’ için çıkmaya uğraşmalarına rağmen, ancak geçen bayram Türkiye’ye gelebildiler! Yetmiş yaşlarındaki üç kadın, uzun mücadelelerden sonra, ‘sadece bir aylık ziyaret vizesi’ alabildiler!.. Ülkede seyahat hürriyeti bile yoksa, gerisini siz düşünün… Kosova’da da durum işte böyle!.. Kosovalı Halalarım geldiler ve Kosova Savaşı döneminde (ayrıca savaş sonrasında bile) neler çektiklerini tam bir ay durmadan anlattılar, anlattılar, anlattılar… Elbette, hâlen Kosova’da yaşadıkları için neler anlattıklarını ve neler çektiklerini yazamam. Yazıp anlatsam bile, anlamazsınız ki!.. Kimse; ‘hele sen bir anlat, biz anlarız’ demesin. Çünkü, gerçekten anlayamazsınız. Bilesiniz ki; ateş düştüğü yeri yakıyor…
Bu iki örneği neden yazdım?
Bundan sonra yazacaklarımı daha iyi anlamanız için yazdım.
*
Evet, Bosna ve Kosova’da zulmün her çeşidi hâlen devam ediyor…
Her iki ülkenin, Bosna ve Kosova’nın her şehri ayrı bir Batı ülkesi askerleri ve yöneticileri tarafından adeta parsellenmişçesine işgal edilmiş durumda!.. BM, NATO ve AB şemsiyeleri altında, her iki güzel memleketimin her bir şehrinde Amerikan, İngiliz, İspanyol, Alman, Fransız, İtalyan ve daha nice irili-ufaklı Avrupa ülkesinin askerleri ve yöneticileri cirit atıyor!.. Türkiye de, Bosna/ Zenitsa’da ve Kosova/ Prizren’de -adeta ‘sus payı’ kabilinden- bir miktar asker bulunduruyor…
Peki, bu askerler Bosna ve Kosova şehirlerinde ne yapıyorlar?..
Doğrusu, orasını da ne siz sorun, ne de biz anlatıp yazalım!..
Ama siz yine de bir şeyler tahmin etmeye çalışın bakalım…
***
Biz Bosnalı ve Kosovalılar, yapılan katliamlar sonrasında susmayı tercih ettik! Zulüm devam etmesine rağmen, sustuk ve sadece sabretme merhalesine geçtik! Neden? Çünkü, Bosna ve Kosova savaşları sonrasında sesimizi duyurmaya ve asıl savaşın katliamlardan sonra verilmekte olduğunu anlatmaya çalıştık ama sadece üç maymunları oynayanlarla karşılaştık!.. Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş!..
Elbet bir gün dünyadaki ‘zulüm’ son bulur, ‘adalet, huzur, istikrar ve insanlık’ -Osmanlı Devleti zamanında olduğu gibi- Balkanlar’daki bizim memleketlere de gelir, inşaallah…
Aslında Bosnalılar ve Kosovalılar, son derece onurlu insanlardır. Diğer milletlerde pek göremediğim özel hasletlere sahiptirler. Biraz da bu karakterleri sebebiyle olsa gerek; susuyor, şikâyet etmiyor, yazmıyor ve kendi başlarının çaresine bakmaya çabalıyorlar. Sadece rahmetli Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’i hatırlamanız, ne demek istediğimi anlamanıza yardımcı olacaktır... Hayatta olduğu sürece, o bütün başkanlardan farklı bir başkandı. Başkan ile bir araya geldiğimizde, kendi sorunlarımızı değil, daha ziyade dünyanın ve insanlığın durumunu konuşurduk… Bundan dolayı ‘Bilge Kral’ ünvanını hak etmişti ve doğrusu ona çok da yakışıyordu.
İşte, dünyada ‘Bilge Kral’ diye anılan Bilge Başkanımızın, özellikle Bosna Savaşı yıllarında ve sonrasında sağ kolu mesabesinde olan Hasan Cengiç, kendi ülkesinde yani bizzat BOSNA’da, AMERİKALI ‘SAVCI’ VE ‘HAKİM’ TARAFINDAN YARGILANIYOR!.. Neden?
Hasan Cengiç’in ifadesiyle yazayım: “Savaş yıllarında ülkemi savunduğum için ‘siyasî’ olarak cezalandırılmak isteniyorum. Bu, Bosna için ‘tehlikeli’ bir durum!..”
***
Bosna Savaşı başladığında, Bosna-Hersek’in dünyaya açılan tek penceresini, Sacide Slayciç Hanım ile ‘fahrî konsolosluk’ olarak İstanbul’daki mütevazi bir apartman dairesinde açmıştık… Daha sonra Hasan Cengiç başta olmak üzere, Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in en yakın yardımcılarını ve savaş boyunca Başkanımızın Hanımı Halide İzzetbegoviç’i İstanbul’da misafir ettik… Hasan Çengiç kardeşim ile ilk defa o zaman tanıştık ve ülkemizde bulunduğu dönemlerde elimizden geldiğince yardımcı olmaya gayret ettik… İstanbul’da Bosna Konsolosluğu resmen kurulduktan sonra daha rahat çalışma imkânlarına kavuştuk… Ve; ‘Bosna Savaşı’ döneminde herkesin çok iyi bildiği ve hâlen de tazeliğini koruyan büyük mücadeleyi verdik…
Bosna Savaşı bitti, yeni bir mücadele dönemi başladı, derken…
Kosova Savaşı başladı, devam etti ve bitti!..
Ama, aslında her iki ülkede de savaş bitmedi, devam ediyor!..
Evet, Bosna-Hersek ve Kosova’da savaş bitmedi, devam ediyor!..
Devam ediyor ama, bunun böyle olduğunu kimlere nasıl anlatsak, bilemiyoruz???
Hasan Cengiç kardeşimin, savaş sonrasındaki bir karşılaşmamızda söylediği gibi söyleyeyim:
“Reşat! Biz asıl savaşı şimdi veriyoruz ama bunu kimseye anlatamıyoruz!..”
Evet, Bosna-Hersek ve Kosova’da yapılan vahşi katliam ve soykırımlardan sonra, hemen savaşların sonrasında başlamak üzere, bugüne kadar ekonomik, siyasi, sosyal ve özellikle de ahlâkî veya dinî savaş devam ediyor…
Bundan sonra da devam edecektir…
-Nasıl bir savaş? Sadece Hasan Cengiç üzerine oynanan oyun ve ‘yargılama komedisi’ diyebileceğim bir örnek ile Bosna-Hersek’te neler olduğunu; ayrıca bundan sonra neler olabileceğini anlamaya çalışalım. Dikkatinizi çekerim; bu mesele ne kadar da bizim Türkiye’deki ‘Ermeni Meselesi’ne benziyor, değil mi?!. Avrupalılara ve Amerikalılara bak sen! Adamlar hem suçlu, hem güçlü! Ne yaparsınız, Batılıların ‘gerçek yüzü’ işte bu!
Evet; ABD ADALETİ BOSNA’DA, ‘HAKİM’ DE ‘SAVCI’ DA AMERİKALI; ‘Bosna Savaşı’ yıllarında Bosna-Hersek eski Savunma Bakan Yardımcısı ve hâlen de Bosna-Hersek Parlamentosu Dış İlişkiler ve Ticaret Komisyonu Başkanı olan HASAN CENGİÇ, kendi ülkesinde yargılanıyor!.. Hem de ABD’li ‘savcı’ ve ‘hakim’ tarafından!..
Şimdi; Bosna, Kosova ve Balkanlar’da savaşın asıl şimdi devam ettiğini anladınız mı?!.
Anlamayanlar için biraz daha detay anlatmaya devam edeyim…
***
Hasan Cengiç, hâlen Bosna-Hersek Parlamentosu üst kanadı Halk Meclisi üyesi bulunuyor ve Dış İlişkiler ve Ticaret Komisyonu Başkanlığı da yapıyor... Bosna Savaşı yıllarında da Savunma Bakan Yardımcısı görevini deruhte ediyordu…
Hasan Cengiç, savaş yıllarında ve şartlarında, Bosna Yatırım Teşkilâtı (BYT) adlı özel bir kuruluşa silah, patlayıcı ve mühimmat üretme yetkisi vermekle suçlanıyor!.. Yani; Batı adalet anlayışına göre, Sırplar saldıracak, öldürecek, katledecek, ırzına geçecek; ama, sen ülkenin SAVUNMA BAKANI olsan da, ülkeni savunmak için silah, patlayıcı ve mühimmat üretmen veya üretme izni vermen yasak!..
“Ortada hiçbir suç bulunmadığını, ilgili belgelerin düzenli ve kamuya açık olduğunu” ifade eden Hasan Cengiç; bu vesileyle Bosna-Hersek’teki genel siyasî duruma ve özellikle ülkenin geleceği konusuna dikkat çekti...
Hasan Cengiç, savaş yıllarındaki o dönemde, Savunma Bakan Yardımcısı görevi sebebiyle, doğal olarak Bosna-Hersek ordusunun lojistik ihtiyaçları ile ilgilendiğini, İslâm ülkeleri başta olmak üzere, zamanın İran hükümeti ile de çalıştığını, o zamanki ABD yöneticilerinin de İran hükümeti ile işbirliği yapan birisi ile çalışamayacaklarını ifade ettiklerini açıkladı!.. Evet, ABD’nin bütün derdi İslâm ve İran!..
ABD, savaş yıllarında, Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’ten ısrarla Bosna-Hersek Savunma Bakan Yardımcısı Hasan Cengiç’in istifasını istemiş, İslâm ülkeleri ve İran ile ilişkileri bahanesi ileri sürülerek sürdürülen ısrarlar sonunda, o zaman Hasan Cengiç bakan yardımcılığı görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı!.. ABD bu, adamın peşini bırakır mı?!.
ABD, ‘Bosna Savaşı’ döneminde bakanlıktan istifa ettirdiği yetmiyormuş gibi; şimdi de adamı kendi ülkesinde mahkum ettirmeye çalışıyor!.. Hem de mahkeme Bosna-Hersek’te olmasına rağmen, Amerikalı ‘savcı’ ve ‘hakim’ aracılığıyla mahkum edecek!..
Yukarıda yazmıştım. Tekrar hatırlatayım.
Bosna-Hersek sadece yabancı asker ve yöneticilerin işgalinde değil.
Aynı zamanda savcı ve hakimler de yabancı ve de Amerikalı!!!...
Eski Yugoslavya için Lahey’de oluşturulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi yetersiz kaldığı için şimdi savaş dönemi suçlarını değerlendirmek üzere Bosna-Hersek Devlet Mahkemesi oluşturulmuş. İyi, ne güzel diyeceksiniz. Ama Bosna-Hersek ülkesinde oluşturulan bu mahkemelerde yabancılar ve Amerikalılar da görev yapıyor! Eh, mahkemede ‘YABANCILAR’ görev yapınca, elbette ‘saldırgan ve soykırım yapan Sırp kardeşlerini’ yargılayacak değiller ya!.. Onlar da, tıynetleri gereği olsa gerek, ‘saldırıya uğrayan ve ülkelerini savunan Bosnalıları’ YARGILIYORLAR!..
İşte, Batılıların, Avrupalıların ve Amerikalıların ‘adalet ve insanlık anlayışı’ bu!
Bu durumda ne diyebilirim?
Belki çoğunuzun bildiği Boşnakça bir söz söyleyeyim: “ALLAH’U EMANET!”
“Allah’a emanet ol, Hasan Cengiç kardeşim!”
***
Bu yazıyı yazmayı bitirdiğim anda, 05.05.2005 Perşembe akşamı saat 20’de CNN TÜRK 5n 1k programı başladı ve bir saat süreyle, 9 yıl önce sona eren Bosna Savaşı’nın ardından bu ülkede geçenleri ve günümüzü değerlendirdi. Bu arada Hasan Cengiç ile de sözkonusu mahkeme meselesi ile ilgili olarak bir görüşme yapıldı.
Hasan Cengiç kardeşim; iyi bir Müslüman ve özellikle savaş yıllarında Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in ‘sağ kolu’ olduğu için cezalandırılıp mağdur edilmek istendiğini söyledi... Bütün bunların Amerika ve Fransa’daki güçlü Sırp lobisinin eseri olduğunu ifade etti…
Savaştan 9 yıl sonra bile, Batılıların barbarlığı ve Sırpların saldırganlığı sönmüş değil!..
Kosova, Bosna ve Balkanlar’da savaş devam ediyor!..
Hasan Cengiç’in birkaç yıl önce bana söylediği sözü tekrar hatırlatıyorum:
“Reşat! Biz asıl savaşı şimdi veriyoruz ama bunu kimseye anlatamıyoruz!..”
***
Dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
17.05.2005
Bugün anlatacağım konunun iyi kavranması için Türkiye’den bir örnek ile meseleye girizgâh yapalım. Mâlum olduğu üzere, PETKİM satıldı.
Peki, PETKİM’in satılma hikâyesi nedir?
Hatırlanacağı üzere, PETKİM daha önce Türk Milletinden milyarlarca dolar hortumlayan Uzanlar’a adeta bedava denebilecek bir paraya satılmıştı…
Allah’tan, Uzan Ailesi o zaman krize girdi de satış şartlarını yerine getiremedi. Böylece milletin malı yine milletin elinde kaldı…
PETKİM milletin elinde kaldı da ne oldu?
AKP Hükümeti aynı “Satarım, kardeşim!” anlayışı ile hareket etmeye devam etti!..
Evet, devam etti ve; 13-14-15 Nisan 2005 tarihlerinde gerçekleşen kesin talep toplama işlemlerinin ardından, ek satışla birlikte PETKİM’in toplam yüzde 34,5’i satıldı!.. Dev şirketin üçte biri, ‘HALKA ARZ’ adı altında, yok pahasına ‘YABANCILARA’ satıldı!..
YABANCI ALICILAR, dev enerji şirketimiz PETKİM’e yoğun talepte bulundu. 70 milyon lotluk satışın 50 milyon lotu YABANCILARA SATILDI! Sadece 20 milyon lotluk bölüm yurt içindeki alıcılar tarafından satın alındı. Böylece, yüzde 35’i ‘HALKA ARZ’ adıyla ‘ÖZELLEŞTİRİLEN’ dev KİT’imiz PETKİM’in üçte biri 267 milyon dolar gibi komik bir rakama elden çıkarılmış oldu!..
*
Bu vesileyle, PETKİM’in ‘ilk satışı’ günlerinde de inceleyip yazdığımız konuyu, özet olarak da olsa, bir kere daha hatırlayalım.
PETKİM, dünyada süratle diğer mamullerin yerini alan mamuller üretmektedir. Bu alanda ülkemizdeki tek üreticidir. Halkımızın bu alandaki yurt içi tüketiminin ancak üçte birini karşılamaktadır. Petrol rafinerisindeki artıkları değerlendirmektedir. Daha önce bu artıklar yakılıp atılıyor ve çevreyi kirletiyordu.
Şimdi PETKİM satılınca TÜPRAŞ artıkları satamayacak ve zarar edecektir...
Zaten, tâ başından beri bütün ‘özelleştirmeciler’ hep böyle yapıyorlar.
-Önce, bir fabrikayı veya KİT’i satıyorlar…
-Sonra, onun zararlarını başka fabrikaya yükleyip onu da zarar ettiriyorlar…
-Böylece, daha sonra onu da bedava denebilecek bir değerle satıyorlar!..
-Tezgah aynen böyle kurulmuş. Oyun böyle oynanıyor.
*
PETKİM’in gerçek değeri nedir?..
PETKİM 5000 işçi çalıştırmaktadır. Bunun 2500’ü kapanan başka fabrikalardan aktarılan işçilerdir. İstihdam olsun diye bedavadan para almaktadırlar. Buna rağmen PETKİM yine de zarar etmiyor.
PETKİM’in yıllık ortalama 100 milyon dolardan fazla vergi ödemesi ve kârı vardır.
PETKİM, 2003 yılında Uzan Grubu’na blok olarak satıldığında, fabrikada 125 milyon dolar nakit vardı... 75 milyon dolarlık da mamul vardı... O zaman PETKİM blok hâlinde 600 milyon dolara satılmıştı!.. 600 milyon doların içinde bu birikim de satılmıştı!.. Böylece, gerçekte tesisler 400 milyon dolara satılmıştı!..
Bir de gerçek bir incelemenin sonuçlarını sunalım:
-PETKİM’in MALİYETİ VE GERÇEK DEĞERİ 8 (SEKİZ) MİLYAR DOLAR kadardır...
-PETKİM’in 8 bin metrekarelik imar edilmiş arazisi vardır...
-PETKİM’in deniz kenarında iskelesi vardır… Barajı vardır…
-PETKİMin ara buhardan elde ettiği elektrik santralı vardır…
(Bu buhar PETKİM satılınca yakılarak havaya uçurulacaktır!..)
-Bu kadar hayati ehemmiyeti ve stratejik değeri olan, kârla çalışan ve 5000 işçiye yani 25 000 nüfusa iş veren ve istihdam sağlayan dev bir fabrika, niçin haraç-mezat satılıyor?!. Ne yapılmak isteniyor?!. AKP Hükümeti ne yapmak istiyor?!.
Doğrusu; bu işi yapanları ve yapılanları gördükçe, onları anlamakta zorlanıyor ve yapılanlarıı da bir türlü kabullenemiyoruz…
*
Dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesinin aslı nedir?
Aslında, ülkemizde ‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında yapılanları iyi anlayıp kavramak için bütün dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâye ve furyasını bilip kavramak gerekiyor.
Bu vesileyle “DÜNYADAKİ ÖZELLEŞTİRME HİKÂYESİ”ni yeniden gözden geçirelim.
Muharref Tevrat Yahudilere; “Siz seçkin bir milletsiniz: İnsanları yönetmek üzere Allah sizi görevlendirdi. Dünyaya siz hakim olacaksınız. Tek devlet olarak dünyayı siz idare edeceksiniz.” diyor.
Yarın, bu konuyu yazmaya devam edeceğiz…
***
Dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
18.05.2005
Bu amaçlarına ulaşmak için 1500’li yıllardan, yani Amerika’nın keşfinden beri ‘Yahudi sermayesi’ dünyada ‘tek(el) sermaye devleti’ni kurma peşindedir. Engel olarak gördüğü din, mülkiyet, aile ve milliyetçiliği yok edip ‘tek dünya devleti’ni kurma peşindedir. Marx bunun teorisini geliştirmiştir. Derebeylikler ortadan kalkmış, krallıklar yok edilmiş, cumhuriyetler yıkılmış, kilise çökmüştür...
Şimdi yapılmak istenen ulus devletlerin yok edilmesidir. Dünya’daki küçük ve orta sermaye yok edilecek, büyük tekel fabrikalar ‘sömürü sermayesi’nin olacak, bütün insanlar onun işçileri olarak çalışacaklardır. ‘ÖZELLEŞTİRME’nin ardındaki asıl ‘büyük hedef’ budur.
Küçük ve orta sermayeyi ortadan kaldırmak için sömürü sermayesi önce sosyalizmi/ komünizmi icat etti ve devlete halkın elinden mallarını zorla aldırdı. KİT’leri oluşturdu. Şimdi onları orta sermayeye peşkeş çekmektedir. Bu orta sermaye şimdilik sadece paravan firmalardır. Hepsinin arkasında Yahudi sermayesi vardır. Özelleştirmeyi tamamladıktan sonra bu orta sermayeyi de yok edecektir. ‘Sömürü sermayesi’ eskiden derebeylikleri ortadan kaldırmak için krallıkları destekledi… Sonra cumhuriyetlerle krallıkları yıktı… Sermaye şimdi de insanlığa son oyununu oynamaktadır… Ama bu son oyun onun da sonunu getirecektir…
‘Sömürü sermayesi’ bu oyuna yeni başlamadı. 1950’den beri, yani II. Dünya Savaşı sonrasında, Almanya ve Japonya’daki bütün fabrikaları devraldı. Şimdi Almanya ve Japonya’da çalışan fabrikaların tamamı Yahudi sermayesinindir. Görünürde Alman ve Japon adlarını taşıyorlar, ama asıl sahipleri Yahudilerdir.
Şimdi de bu ‘ÖZELLEŞTİRME’ işini bütün dünyada tamamlamak istiyor… İşte dünyadaki ‘ÖZELLEŞTİRME’ hikâyesi budur... Devletin imkânlarını ‘sömürü sermayesi’ne aktarma operasyonundan başka bir şey değildir... İnsanlar onun fabrikalarında onun ırgatı olarak çalışacaklardır…
*
Türkiye için biçilen kader sadece bu da değildir. Başka ülkelerde fabrikalar devralınıyor, birleştiriliyor ve çalıştırılıyor… O ülkelerde fabrikaların sahibi Yahudiler ama, çalışanlar o ülke halkları, dolayısıyla o ülke insanları için istihdam sağlanıyor...
Türkiye’de ise özelleştirildikten sonra bu fabrikalar yani KİT’ler kapatılıyor!..
Türkiye fabrikasız, istihdamsız ve işsiz bırakılıyor,
Türkiye ancak iç ve dış borçlarla yaşatılabiliyor!..
İnsanımız İŞSİZLİK sebebiyle perişan oluyor!..
Böyle giderse;
-Bir gün ‘borç vermeyi’ da keserek ‘iç isyan’ çıkartacak, böylece Türkiye’yi yıkacak, halkı soykırımına uğratacaktır...
-Türkiye’de Bizans ve Pontus imparatorlukları geliştirilecektir... Doğuda Kürt devleti oluşturup İsrail’in sömürgesi yapılacaktır...
-Türk halkı ise Endülüs örneğinde olduğu gibi imha edilecektir...
-Türkiye’deki bütün fabrikalar Yahudi taşeronu firmalara devredilecektir...
Bunun için seçilmiş 10-12 taşeron firmalar vardır. Oyun onlar aracılığıyla oynanmaktadır.
‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında yol bir defa açılmaya görsün.
Türkiye’yi yıkmakla görevlendirilmiş kurumlar teker teker ülkenin varlıklarını yok edecektir...
Sömürü sermayesi daima bir taşla iki kuş vurur.
Zavallı yönetici kardeşlerimiz, bunun böyle olduğunu niye düşünmüyorlar?
*
‘Sömürü sermayesi’nin bu planları devletleri yıkacak, ekonomileri çökertecektir. Çünkü ‘faizli sistem’in yıkılması mukadderdir.
Elbette günü geldiğinde ‘kapitalizm’ de aynen ‘komünizm’ (yani ‘sosyalizm’ ve SSCB/Sovyetler Birliği) gibi yıkılacaktır. Kapitalizm yıkıldığında, onunla birlikte ‘sömürü sermayesi’ de yıkılacaktır…
İşte bundan dolayı, iyi bilsin ki; Yahudi sermayesi dünya tekel devletini kuramayacaktır. Büyük sermaye sonunda tekelleşecektir, ama bu durum aynı zamanda onun sonu olacaktır.
Aslında, bunun böyle olduğunu, onlar da herkesten iyi bir şekilde bilmekte ve görmektedirler.
Türkiye’de ve dünyada, ‘faizsiz ortaklık sistemi’ çerçevesinde ‘halk sermayesi’ ve ‘halk ekonomisi’ gelişmektedir. Yarın Türk halkı PETKİM mamullerini küçük küçük atölyelerde üretirse hiç şaşırmayın.
Türkiye’deki ‘halk ekonomisi’ tekel ekonomiden çok daha büyüktür... Krizler o sebeple Türkiye’yi yıkmıyor... Türkiye ekonomisi onun için iyi gidiyor. Hükümet götürmüyor, halk götürüyor...
Dünyada da ‘halk ekonomisi’ oluşmaktadır. Türkler Almanya’ya ‘halk ekonomisi’ni götürdüler. Almanya’da 100 binlere varan halk teşebbüsleri faaliyettedir... Nitekim Avrupa Birliği de halk ekonomisini ve KOBİ’leri desteklemektedir...
Dünya, her şeye rağmen uyanıyor…
***
IMF ile 19. ‘stand-by’ ya da;
IMF ile Türkiye’nin dansı!.. (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
24.05.2005
Uluslararası Para Fonu/IMF ile yeni üç yıllık stand-by, AKP iktidarı ile yapılan uzun görüşmeler sonrası nihayet tamamlandı. Türkiye ile IMF arasındaki 19. stand-by, uluslararası para kurumunun İcra Direktörleri Kurulu tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiş oldu. Konu, genel tesbitler ve ana hedefler olarak ele alındığında, yeni ve son anlaşmanın bundan öncekilerden elbette bir farkı yok.
Tabiat, tabiî düzen ya da hayat boşluk kabul etmiyor. Siz gerekli beceriyi gösterip devletinizi gerektiği gibi yönetemezseniz, birileri gelip o boşluğu dolduruyor, ya da alternatifçesine doldurmaya çabalıyor.
54. Hükümet öncesinde yaşananlar, bu hükümet sonrasında da aynen yaşanıyor. Türkiye, Refahyol Hükümeti zamanında, adeta mucizevi bir başarı göstererek sadece bir yıl nefes alabildi. Sonrasında, Türkiye yine IMF ve Dünya Bankası kıskacından bir türlü kendini kurtaramadı, kurtaramıyor!.. Necmettin Erbakan dönemi istisna edilirse; Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Tayyip Erdoğan dönemlerinde değişen bir şey yok! Batı cephesinden ‘sand-by’ adındaki yeni saldırılar aynen devam ediyor!.. Nereye kadar?.. Türkiye Cumhuriyeti borçlar sebebiyle Osmanlı Devleti gibi yıkılıncaya kadar!..
IMF ile yapılan yeni niyet mektubunun muhtevasına bakıldığında, Türkiye’nin nasıl yavaş yavaş önce çöküşe, sonra yıkılışa doğru gitmekte olduğu apaçık görülüyor.
*
Vergilerin artırılmasına devam edilecek! Tabii vatandaşta vergi verecek imkân kaldıysa! KDV’de indirim yok! Güya vergiler yüksek olunca devletin gelirlerinin fazla olacağı hesaplanıyor. Halbuki, iktisat ilmi ve ekonomi tarihi, vergi oranları düşük olduğunda vergilerin arttığını yazıyor. Peki, toplanabildiği kadarıyla vergiler toplanacak da ne olacak? Niyet mektubuna bakılırsa, toplanan vergilerin kahir ekseriyeti yani büyük bir bölümü ‘borç faizlerine’ aktarılacak; ana para ödemelerine değil, borç faizlerine ödeme yapmaya devam!..
Yeni niyet mektubunda, personel alımı başta olmak üzere, istihdam sağlanması ve hâlen ülkemizin en büyük problemi olan ‘işsizlik sorununun çözümü’ alanında hiçbir iyi niyet yok! İşsizlik aynen artarak devam edecek! Sosyal güvenlik açığını azaltmak ifadesi var ama nasıl? Çare ve çözüm yok! Bugüne kadar IMF ile imzalanan hangi stand-by sosyal içerikli oldu ki, bu sonuncusu olsun. İşsizlik, istihdam açığı ve sosyal güvensizliğe aynen devam!..
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) alacaklarının satılması adı altında, ülke imkânlarının yurt içinden ve yurt dışından birilerine yani sömürü sermayesi yandaşlarına peşkeş çekilmesine devam!.. Minareyi çalan elbette kılıfını hazırlar. Bundan dolayı ‘özelleştirme’ devam edecek. Ülkenin en zor zamanlarında oluşturduğu 85 yıllık birikimlerini ‘özelleştirme’ adı altında kılıfına uydurarak kelepir fiyatlarla pazarlamaya devam!..
Özel bankalar, önceki hükümetler zamanında özel bir şekilde içi boşaltılıp hortumlandıktan sonra, bu yük kamuya yani halka yüklendi. Halktan daha iyi hamal mı var? Şimdi sıra kamu bankalarında. Yeni niyet mektubuna bakılırsa, kamu bankalarının imtiyazları yeni düzenlemelerle kaldırılıyor! Kamuya ölüm! Yaşasın küreselleşme! Kılıfın çağdaş adı AB’nin ‘Maastrich Kriterleri’ne uygunluk! Kriterlere uygunsa, kılıfına uygundur; devam!..
Bütün bunlar yapılırken, elbette gelirler idaresi de yeni düzenlemeden nasibini alıyor. Bunun gerçekleştirilmesi için Hazine’de yeni yeni yapılanmalara gidilmesi gerekiyor. Yeni niyet mektubunda bunlar da var. Sıkı maliye politikaları aynen sürdürülecek; sıkı maliye politikaları olunca da, kamu yatırımları yok! Kamu çalışanlarına zam yok! Bunlar olmayınca piyasada para yok! Bunun sonucunda MB/Merkez Bankası’nın, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ‘sıkı para politikaları’ ile iç piyasalardaki durgunluk aynen devam edecek!..
Ayrıca ve de en önemlisi, sanki Türkiye’nin dövize ve paraya ihtiyacı varmış gibi; yeni stand-by 10 milyar dolarlık kredi/borç diliminin üç yıllık süre zarfında 12 eşit taksitlerle 837,5 milyon dolar olması kararlaştırılmış. Yine 2006’ya ait 3,8 milyar dolar seviyesindeki geri ödeme, erken ödeme yerine 2007 yılına kaydırılıyor. Ertelemeye, ötelemeye devam!.. Nereye ve ne zamana kadar?!. Türkiye yıkılıncaya kadar, devam!..
*
Yukarıda, IMF ile imzalanan üç yıllık son stand-by anlaşmasının özetini sundum.
IMF ne yapmaktadır? IMF Türkiye’ye ülkeyi yıkacak formüller dayatmaktadır.
IMF Türkiye’ye ne diyor?
Kendi paranızı basmayın! Ülkenizde TL değil de Dolar faaliyete geçsin; sonunda TL kalksın ve piyasayı dolar yönetsin!.. Yani, Türkiye Amerika’nın seçimlere katılmayan bir müstemlekesi olsun!.. Türkiye küreselleşen dünyada küresel kurumlar olan IMF ve Dünya Bankası’nın güdümüne girsin!.. Zaten, Kemal Derviş de artık Türkiye’de değil, orada!.. Kemal Derviş ile Türkiye’den kalkındıramadık; buyurun, buradan kalkındıralım!..
Tabii ki, AKP hükümeti bu haliyle ülkeyi yönetmek ve yaşatmak durumunda değildir.
Yapılan nedir? Necmettin Erbakan gibi bu politikalara karşı gelenler iktidardan indiriliyor… R. Tayyip Erdoğan gibi onların her dediklerini yapanlar iktidara getiriliyor... Ama iyi bilsinler ki, bütün tavizlerine rağmen AKP’yi yine de orada tutmayacaklardır. Bu arada son stand-by, yeni niyet mektubu mayası da tutmayacaktır.
Yarın, konuyu derinlemesine incelemeye devam edeceğiz…
***
IMF ile 19. ‘stand-by’ ya da;
IMF ile Türkiye’nin dansı!.. (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
25.05.2005
Bundan 500 sene öncesinde Avrupa’da yeni bir gelişme başladı.
Amerika’nın keşfi ile Avrupa dünyanın merkezi hâline geldi. Ticaretle meşgul olan Yahudiler, o zamana kadar yaşadıkları toplumlarda en alt sınıfı teşkil ederken, bu dönemde bir anda ticaret sayesinde zenginleşip sınıf atladılar ve dünya ticaretini, dolayısıyla dünya ekonomisini ellerine geçirdiler.
Yahudiler, ellerine geçirdikleri sömürülerini sürdürebilmek amacıyla 500 senedir dünyayı ateist bir düzene ulaştırmak için çaba göstermektedirler. Kapitalizm, komünizm, küreselleşme ve globalleşme gibi şeyler, bu sömürünün amaca ulaştıran araçlarından başka bir şey değildir.
Faiz Tevrat’a göre de haram olduğu halde, haricilere yani Yahudiler dışındaki kavimlere karşı uygulandığında haram sayılmıyor! Onların inancı böyle! O zamanki dünyada İngiltere’de yerleşen Yahudi bankerler sermaye güçleriyle dünyayı istilâ ettiler.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürü sermayesinin patronu olan bankerler, merkezlerini Avrupa’dan Amerika’ya taşıdılar. Yahudi sermayesi ile kurulan ABD Merkez Bankası doları basmakta, dünyayı o sayede sömürmekte ve bu şekilde dolaylı olarak yönetmektedir.
Yahudi bankerler, dünya ekonomisine hakim olmak için önce Masonluk diye bir mekanizma tesis ettiler. Kendi nüfusları az olduğundan dolayı, dünyaya Masonların aracılığı ile hâkim oldular. Sonra ‘karşılıksız kâğıt para’ keşfedilince, dünyaya ‘dolar’ ile hâkim olmaya başladılar. Diğer devletlerin merkez bankaları dolara göre para çıkardı, doları da Amerika Merkez Bankası çıkardı. Bu bankanın (ABD Merkez Bankası) sahipleri, Amerika’da bulunan dünyanın en zengin birkaç aileden oluşan Yahudi patronlarıdır.
ABD Merkez Bankası’nın dünya merkez bankalarına hükmetmesi için dünya devletlerine doları kredi olarak vermekte, sonra da onlardan doları ödemelerini istemektedirler. Doları kredi olarak verirken nakit olarak değil de, mal olarak verilmektedir. Mesela, silah vermekte, makine vermekte, uçak vermektedirler… İsterken ise tam tersini yapmakta ve dolar yani para olarak istemektedir!.. Neden? Çünkü diğer ülkeler bu sayede dünya piyasalarından doları temin etmek için kendi mallarını yarı fiyatla satmakta, kendileri ise alacakları malları iki misli fiyatla almaktadırlar!..
Yahudiler, işte bu kurulu düzen sayesinde dünyanın gelirinin dörtte üçünü sömürmektedirler…
Dünyada başka bir sömürü aracı daha vardır. Kâğıt parçasını yani karşılığı olmayan ‘kâğıt para’yı kredi olarak vermekte; sonra onun faizini ‘emek’ olarak, ‘ham madde’ olarak, ‘ürün’ olarak almaktadırlar... İşte sömürü sermayesinin veya ABD’nin zenginliği bu sömürü çarkına dayanmaktadır.
*
Türkiye’nin, şimdilik 200 milyar dolar dış borcu vardır. Ödediği faiz %15’tir; yani, Türkiye her yıl 30 milyar dolar faiz ödemektedir. Türkiye’de 15 milyon aile vardır. Demek ki her aile senede 2000 dolar faiz ödemektedir. Bir aile senede 4000 dolarlık iş yaparsa, demek ki gelirinin yarısını ABD Merkez Bankası’na faiz olarak ödemektedir!.. Bir ülke bu duruma ne kadar dayanır, ne kadar tahammül edebilir?!.
Böyle giderse çok değil, sadece 10-15 yıl sonra bu borçların faizi bile ödenemez seviyelere çıkacaktır. Şimdi 10 bin dolar olan aile başı borç, ‘faiz sarmalı’ sebebiyle 15 yıl sonra 100 (yüzbin) dolara çıkacaktır! O zaman geldiğinde, Türkiye’yi verseniz bile ülkenin bütün borcunu karşılayamayacaktır! İşte asıl yapılmak istenen budur. Türkiye’nin bu yüzden ve bu yolla yıkılacağı ayan beyan ortadadır.
IMF, batırmak istediği devletlere ‘stand-by’ adı altında ‘batırma formülleri ve programları’ empoze etmektedir. Yaşatmak istediği toplulukları da sömürdüğü kadar sömürüp yaşatmak istemektedir.
Ahırdaki bir inekten süt sağarsın ama ondan o sütü sağmak için onu beslersin. Sağmal ineğin sütü azaldığı zaman da onu kesip etini yersin!..
Karşılıksız kâğıt para yani dolar basan Amerika Merkez Bankası da böyle yapmaktadır. İnsanlar onun için sadece birer sağımlık inektir! Sağılır yani sömürülür ve günü gelip sütü kalmayınca kesilir!..
Zaten Yahudilerin bâtıl inancına göre tüm insanlar birer hayvandır, Yahudilere hizmet versinler diye yaratılmışlardır! Türkiye ve tüm insanlık, yaptıklarıyla onları tasdik mi etmektedir, ne?!.
*
Türkiye; 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde akdedilen Yahudi Kongresi kararı gereği, vakti gelince kesilecek bir inektir! Çünkü sütü iyi olsa da huysuzdur, kolay sağılamamaktadır.
Yahudi Kongresi’nden 100 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en başarılı hükümet olan Refahyol Hükümeti’ne karşı 1997’deki 28 Şubat Müdahalesi bunun için yapılmıştır. Başbakan Erbakan gibi bu oyunları bilen biri iktidardan uzaklaştırılmış, onun yerine Ecevit Hükümetleri getirilmiştir.
Amerika’dan getirtilen Kemal Derviş direktörlüğünde uygulattıkları IMF program ve formülleri ile de Türkiye şimdiye kadar kesilmiş inek olacaktı… Ama olmadı!.. Neden olmadı?!.
Doğrusu, bu başarısızlığın sebeplerini üzerinde ayrıca durmaya değer.
Yarın bunu yapalım.
***
IMF programları neden başarısız?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
26.05.2005
Her şeyden önce, bilinmelidir ki; 1997’den beri uygulanan IMF formülleri ile ‘kayıtlı ekonomi’ ile yönetilen bir ülkenin iki sene içinde işi bitirilir. Mesela, bu devlet Almanya veya Japonya olsa bile, II. Dünya Savaşı’ndan beter olarak dağılırdı. Ama Türkiye’de ‘kayıt dışı ekonomi’ olduğu için Merkez Bankası, hükümet ve dolayısıyla IMF tam olarak etkin olamıyor. Bundan dolayı IMF Türkiye’yi yıkmaya muvaffak olamadı.
İkincisi; Türkiye’nin güçlü millî yapısı ve millî ordusu vardır. Devlet yıkılmaya doğru gidince millet uyanıyor ve dayanışma içine giriyor. Ya da millî ordu mecbur kalırsa duruma müdahale ediyor ve devletin yıkılmasını önlüyor. Bugüne kadar zaman zaman millî ordu değişik taktiklerle ve müdahalelerle Türkiye’nin yıkılmasını önlemiştir. Ayrıca, aile yapısı zor zamanlarda dayanışmaya dönüşmekte ve halk ayakta kalmaktadır.
Üçüncü olarak; dünya piyasalarında son dönemde ‘Dolar’ karşısında ‘Euro’ ortaya çıkmıştır. Başta Çin olmak üzere, bazı Asya ülkelerinin paraları da değer kazanmıştır. Doların bağımsız keyfî dolaşımı bu sayede kısmen de olsa duraklatılmış veya önlenmiştir. Başlangıçta doları dengelemek için Yahudilerin desteği ile Euro ortaya çıkmıştır. Ancak, şimdi Dolar ile Euro arasındaki yarış o durumu almıştır ki, artık Yahudi sermayesi duruma hâkim olamamaktadır. Nitekim sömürü sermayesi sosyalizm ile kapitalizmi de kendisi kurmuş ama sonra hâkim olamamış, dolayısıyla sonunda bunlardan birini dağıtmak zorunda kalmıştır. Acaba bugünkü durum problemi çözebilecek midir? Şimdilik bilinmiyor.
Dördüncü ve son olarak; başta Türkiye olmak üzere, dünyanın her tarafında ‘halk ekonomisi’ oluşmaya başlamıştır. Bu halk ekonominin dünyadaki öncülüğünü de Türkiye yapmaktadır. Halk ekonomisinde Merkez Bankası’nın yanında halkın ürettiği paralar vardır. Bakkal defteri, taksitli satışlar, banka kartları, bankadan geçmeyen bono senetleri ve çekler artık halk ekonomisinin paraları olmuştur.
*
İşte bunlar ve benzeri sebeplerden dolayı, IMF program ve formülleri Türkiye’de sonuç vermemiştir.
IMF’in Türkiye’yi yıkma formülü neydi? IMF programına göre; ülkeden para çekilecek, herkes işsiz kalacak, devlet gelirleri azalacak, böylece halk aç kalacak ve birbirine girecek, ordu dağılacak…
Sonunda komşu ülkelerin müdahalesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılacaktı...
Piyasadan para çekerek piyasayı parasız bırakmak suretiyle devletin yıkılacağı çok eskiden beri bilinmektedir. Devleti ayakta tutmak için piyasaya para sürmek gerekir. Bu sebepledir ki Firavunlar ehramları yani piramitleri yaptırdılar. Devletler mabetleri, kiliseleri, camileri, sarayları hep piyasaya para sürmek için yaptırdılar. Bunun ilmî açıklamasını çok açık ve net olarak İbni Haldun yapmıştır. Sonra Keynes bu formüle dayanarak dünyayı 1930’ların büyük ekonomik krizinden çıkarmıştır.
Avrupa’nın merkez bankaları hep bu formülle çalışırlar. İşsizlik olunca piyasaya para sürerler, enflasyon başlayınca piyasadan para çekerler. Avrupa’daki merkez bankalarının temel işlevi budur.
Türkiye’de ise bunun tam tersi yapılmış ve işsizlik varken piyasadan para çekilmiştir! Böyle bir uygulama ‘kayıtlı ekonomi’ ile çalışan bir ülkeyi kısa zamanda yıkıverir. Ama Türkiye’de ‘kayıt dışı ekonomi’ olduğu için bu oyun tutmadı ve ‘halk ekonomisi’ sayesinde ülke varlığını sürdürmeye devam etti.
*
Türkiye’de ne oldu da ekonomi çökmedi? Piyasadan para çekilince, sömürü sermayesinin uzantısı olan yerli sermaye IMF talimatına uydu ve o da piyasadan parayı çekti. Bu sayede Türkiye birkaç ay içinde yıkılacaktı. Ne oldu? Tam tersi oldu. Türkiye yıkılmadı, her şeye rağmen ayakta kalmaya devam etti.
İstanbul sermayesi eridi; Anadolu sermayesi yani ‘halk sermayesi’ ortaya çıktı.
Anadolu Holdingleri bu gelişme üzerine bizzat devlet eliyle yıkılmak istendi. Bu yöndeki çift yönlü çabaları hatırlayınız. Anadolu aslanları mücadelelerini sürdürdüler ve onlara saldıranlar başarılı olamadı. Anadolu’da halkın kendi sermayesi doğmaya başladı. İstanbul merkez olmaktan çıktı, Anadolu’da ‘halk sermayesi’ doğdu. Beş sene süren ağır krizlerden sonra, Anadolu sermayesi daha da gelişmeye devam etti. İstanbul sermayesi de bu gelişme üzerine artık IMF talimatına uymamaya başladı. AKP zamanındaki ekonomik canlılık böyle başladı. İşte 9,9’luk sözde büyüme, böyle suni besleme ile oluşan hormonlu bir büyümedir.
Henüz inşaat sektörü faaliyette değildir. Bir-iki sene sonra inşaat sektörü de mecburen canlanmaya başlar.
İşte bu beklenmedik olaylar ve gelişmeler karşısında IMF yetkilileri de şaşkın durumdadırlar. Beklenmedik bir gelişme oldu ve öldürmek için verilen zehir hastayı iyileştirdi! Hak yani halk, IMF’nin planına karşı bir plan yaptı ve uyguladı. Türkiye yıkılmadı, ayakta kaldı…
Kim bilir, Millî Görüşe dayalı millî bir şahlanış ile Türkiye neler yapar?..
AKP iktidarı, IMF ile birlikte şimdi şaşkın durumdadır!.. Ekonomiden anlamayan ekonomi uzmanları aval aval olanları seyretmektedirler!.. Henüz bu işin nasıl böyle olduğundan habersizdirler. Bugün gelinen noktada, hem Türk ekonomisini yönettiğini zanneden zavallı yetkililer, hem de IMF yetkilileri ne yapacaklarını bilmez durumdadırlar!.. İşte bugünlerde sunulan ve adeta yılan hikâyesine dönen yeni anlaşma, yeni satnd-by ya da yeni niyet mektubu, aslında anlaşma değil, anlaşmama şeklindedir. Her iki tarafın da; hem IMF hem de AKP’nin olanları seyretme dışında yapacakları bir şey yoktur!.. Zaten onlar da öyle yapıyorlar…
***
“Avrupa çöküyor…”
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.05.2005
“Tam biz girecektik, Avrupa çöküyor…”
Yukarıdaki başlık ve yine sonrasında yazdığım ilk cümle; benim değil, Prof. Dr. Nevval Sevindi’nin bir makalesinin ilk cümleleri. Yazar daha sonra, 24 Mayıs 2005 tarihli yazısında bakınız neler yazıyor: “Almanya’yı, sonbaharda erken seçim isteyen Schröder yönetmiyorsa, kim yönetiyor? Büyük ve güçlü bir Avrupa vizyonu var mı Almanların?.. İzolasyonist ve içe kapanma politikalarını temsil eden CDU (Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi), dar Alman çıkarlarının peşinde. Seçim kampanyasını da ‘Türkiye’yi AB’ye almayalım’ üstüne kuracak. 11-18 Eylül’de seçim isteyenlerin hesabı da; Türkiye müzakere süreci öncesinde seçimi yaparak müzakere sürecini engellemek… Almanya ve Fransa hattında siyasi yönetim kaosu, kurumsal dağılma kaçınılmaz görünüyor. Daha milliyetçi tezler iktidarlara talip durumda… AB hayali soluyor… İtalya ise “Avrupa’nın hasta adamı” diye The Ekonomist dergisine kapak oluyor… İngiltere; zar zor seçimi kazanan Başbakan Blair’in İngiltere’si de 2006’da referanduma gidecek.
Bu tabloya “Evet der mi sizce?..Avrupa’da ekonomik durgunluk ve işsizlik had safhada. Sözünü ettiğimiz ülkelerde nüfus yaşlanıyor…
Avrupa altyapısı, sosyal devlet sistemi çökmüş, binaları eskimiş, boyaları dökülmüş ve huysuz ihtiyarların oturduğu eski bir siteye benziyor…”
*
Avrupa neden çöküyor?
Çünkü Avrupa kendi temel sorunlarını çözememiştir.
Şimdilik çözebilecek gibi görünmüyor.
Nedir bu sorunlar?
Kısaca hatırlayıp değerlendirelim.
Başta ve her şeyden önce gelen birinci sorun; AB/Avrupa henüz ‘anayasa’ hazırlayamamıştır. ‘Anayasa’ diye bir metin hazırlasa bile, bunu henüz kabul ettirememiştir. AB yani Avrupa, iç düzenini nasıl kuracağını bilmiyor. Avrupa ‘milliyetçiliği’ nereye götürecektir? Avrupa ‘lâiklik’ sorununu çözememiştir, çözemez. Çünkü ‘ekseriyet sistemi’ olan yerde lâiklik olmaz. Avrupa kendi ‘ekonomi düzeni’ni kuramamıştır. Faizli sistem içinde öz sermayesiz sorunlarını nasıl çözecektir? Yahudi sermayesinin hakim olduğu ekonomi düzeninde kendisi bağımsızlığını nasıl koruyacaktır? Yahudi sermayesi ona ne gibi bir görev biçmiştir? Küreselleşen ve de globalleşen dünyada AB’nin durumu ve konumu ne olacaktır? Avrupa bunları bilmiyor.
İkincisi; AB/Avrupa ile Amerika arasında ‘denge’ nasıl oluşacaktır? Şimdilik, AB ve ABD’nin Yahudi sermayesinin iki kardeşi olarak varlıklarını sürdürmeleri planlanmış gibidir. Ne var ki, Yahudi sermayesinin ana dayanağı olan ‘faizli sistem’ çöküyor. Karşılıksız ‘kâğıt para’ artık eskisi gibi dünyaya hakim olamıyor. Dolar ile Euro arasında denge nasıl korunacaktır? Bu arada Dolar ha çöktü, ha çökecek. “Kendini yenileme enerjisi düşük Avrupa’nın tek kazancı sayılan “Euro” da prestij kaybedecek gibi.” diyor, Nevval Sevindi. Bütün bu meselelerin nasıl olacağı belli değildir.
Üçüncü olarak; AB/Avrupa’nın sınırları neresidir? AB nereye kadar genişleyecek ve nerede duracaktır? Yahudi sermayesi netlik istemez, sınırlarını belirlemez. Kavgalı topraklar bırakır. Neden? Çünkü istediği ve gerektiği zaman bu sorunlu yerler sayesinde savaşlar çıkarır. Kur’an da Yahudilerin fitne ve savaş çıkarma sanatından bahsetmektedir. Mustafa Kemal bunları bildiği için Misak-ı Millî hudutlarını daralarak kesinleştirdi. Ülkeye çatışmalı toprak bırakmadı. Özellikle AB müzakerelerinde Kıbrıs başımızın belası olmuştur. Yarın Kerkük ve Musul’un durumu da budur. Avrupa’nın sınırları hâlâ çizilmemiştir. Bu belirsiz durumlar ve benzerleri, devamlı savaş sebebi olacaktır.
Dördüncü bir sorun da; Avrupa’nın karşısında üçüncü dünya güçleri vardır. Çin, Hindistan, Güney Doğu Asya, Afrika ve Güney Amerika, Avrupa dışında oluşmuş büyük güçlerdir. Haberleşme, ulaşım, internet, küreselleşme ve globalleşme gibi gelişmeler, her şeyi eski dünyaya nazaran kolaylaştırmıştır. İlmî tercümeler, ekonomik ve sosyal ilişkiler dünyayı uyandırmaktadır. Zaten tarihte hiçbir uygarlık kapalı kalmamış, kalamamıştır. Kısa zamanda çevreye yayılmış, daha ileri giderek doğduğu uygarlığı ortadan kaldırmıştır. Avrupa gelişecek olan bu uygarlıklara karşı durumunu belirlemiş değildir.
*
“Avrupa çöküyor…” dedik.
Avrupa çökerken bizi de çökertmek ve yok etmek istiyor. Nasıl? Bir örnekle anlatayım. Müslümanlar tarihte -ve de Avrupa’da- sadece Endülüs’te yok edildiler. Müslümanlar başka hiçbir yerde bu şekilde soykırım yapılarak yok edilememişlerdir.
Endülüs halkı çöküntüye ve yok oluşa karşı direnemedi. Neden? Kısaca hatırlayalım. Batılılar önce Ahmeriler devletini kurdular. Küçük bir bölgeyi çok ileri ve rahat bir yer hâline getirdiler. Bütün İspanya halkı vatanlarını terk ederek oraya geçti. Eski vatanlarına Hıristiyanlar yerleşti. Sonra Ahmeriler devletini Hıristiyan yaptılar. O da zulüm yaptı, direnmediler. Bu sefer eski vatanlarına dağıldılar. Oysa oralarda artık toprakları kalmamıştı. Böylece imha edildiler.
Müslümanların Endülüs’ten alacağı ders vardır. 1) Birinci olarak, Türk devletinin yönetimini Türk olmayanlara teslim etmemelidirler. 2) İkincisi de, savaşa girdikten sonra ölmeden savunmadan geri kalmamalı; ‘ya istiklâl ya ölüm’ ilkesi unutulmamalıdır. Yoksa yok edilirler. Soyları kırılır, kökleri kalkar.
AB/Avrupa Birliği Türkiye’ye iki şey dayatıyor:
1) Birincisi, Türk ordusunu küçültün, dağıtın!..
2) İkincisi, yönetimlerinize azınlıkları getirin!..
İşte bu, Türkiye’nin Endülüs olması, çökmesi ve yok olması demektir.
***
AB - Türkiye ilişkilerinde ‘son bahar’;
‘DESTEK’ ve ‘ESTEK - KÖSTEK’!..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
29.05.2005
‘Destek’ ne demek, biliyorsunuz.
‘Köstek’ kelimesi de biliniyor.
Peki, bu başlıktaki ‘estek’ ne ola ki?
‘Estek’ ne anlama geliyor biliyor musunuz?
Türkçe sözlükten aynen aktararak yazayım.
Estek: Bu kelime ‘köstek’ kelimesi ile birlikte “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak” anlamlara gelir. “Estek köstek etmek” ya da “estek etmek köstek etmek” biçiminde kullanılır. (Türkçe Sözlük)
AKP’nin AB macerası önce ‘destek’ ile başlamıştı….
Sonra tam da ‘estek’ kelimesinin sözlük anlamıyla ifade edecek olursak, ‘oyalama, yersiz bahaneler bulma, işten kaçma dönemi’ başladı…
Şimdilerde ufukta yani önümüzdeki sonbaharda yeni bir dönem, ‘köstek dönemi’ başlayacak gibi görünüyor…
*
Dün (23.05.2005), bir gazetenin birinci sayfasında okuduğum bir haber, başlığı ile birlikte aynen şöyleydi: “Almanya’da erken seçim göründü. Kuzey Ren Vesfalya eyaletinde yapılan seçimlerde, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) 39 yıllık iktidarı sona erdi. AB konusunda Türkiye’ye (ve AKP’ye) desteğiyle bilinen Başbakan Schöder, dünkü mağlubiyetin ardından sonbaharda erken seçime gitme kararı aldı!.. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan CDU Genel Başkanı Angela Markel, gelişmeyi tarihi bir zafer olarak nitelendirdi… SPD’nin koalisyon ortağı Yeşillerin Eşbaşkanı Cludia Roth da seçim sonuçlarını ‘acı bir yenilgi’ olarak nitelendirdi…” Ertesi gün, yine birinci sayfadan aynı konuda şöyle bir ifade vardı: “‘Seçim olursa Türkiye, AB konusunda en büyük destekçisini kaybedebilir’ endişeleri dile getirilirken…” Yapılan bir yorumda ise şöyle bir ifade vardı: “Başbakan Erdoğan, AB içinde en samimi dostu olan Almanya Başbakanı Schröder’i kaybetmekle karşı karşıya… 3 Ekim’de Başbakan Erdoğan’ın karşısında ‘imtiyazlı ortaklık’ta direnen ve özünde de Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olan bir Hıristiyan Demokrat iktidarla karşılaşabilir. Bu ise dikenli tel ve mayınlarla döşeli AB yoluna aşılması zor bir Alman duvarının eklenmesi demek….” (Süleyman Bağ, Berlin)
Avrupa Parlamentosu SPD Milletvekili Vural Öger de; “Almanya’da hükümetin değişmesi Türkiye ile ilişkileri negatif yönde etkiler.” diyor. Bakınız, Avrupa Siyaset Merkezi’nden Amanda Akçakoca bu konuda neler söylüyor: “Hıristiyan Demokrat iktidarı tabii ki Türkiye için iyi haber değil. İktidar değişikliğinin en hızlı hissedilecek etkisi, Türkiye’nin Almanya gibi büyük bir ülkenin desteğini kaybedecek olmasıdır. Hıristiyan Demokratlar muhtemelen diğer üyeleri de Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesine ikna etmeye çalışacaktır. Fransa’da da bir iktidar değişikliği olursa, Türkiye’nin imtiyazlı ortaklık teklifini kabul etmesi için baskılar artacaktır.” Avrupa Siyaset Çalışmaları Merkezi’nden Daniel Gros diyor ki: “Angela Merkel’in Türkiye’ye çok sıcak olmadığını biliyoruz… Merkel’e göre, 17 Aralık kararlarında tam olmasa da imtiyazlı ortaklığı çağrıştıran ifadeler var. Merkel iktidara gelirse “ben müzakereleri imtiyazlı ortaklık için yürütüyorum” diyebilir...”
AB/Avrupa’da bu gelişmeler olurken, İsrail’den ilginç bir destek geldi. İsrail Başbakan Yardımcısı ve İşçi Partisi lider Şimon Peres, önümüzdeki ‘kırılgan’ dönemde (‘estek-köstek’ döneminde demek istiyor), Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine destek için Avrupalı liderlerle bir araya gelebileceğini belirtti. Peres, “Türkiye’nin AB’ye mutlaka tam üye olması gerekir.” dedi. Acaba neden?!. Sağ olsun, var olsun, Şimon Peres bu kara bulutların dağıtılması için emre amade!..
Bir Yahudi boşuna yarenlik teklif etmez ya!.. Her neyse, zamanla sebebini anlarız...
*
Tam da bu tahlilleri yazdığım sırada, Başbakan R. Tayyip Erdoğan açıklama yaptı ve ‘Türkiye’nin AB Baş Müzakerecisi’ de belli oldu; Hazine’den Sorumlu Devlet Bakanı ALİ BABACAN!..
Ne diyelim?
Vatana, millete, AKP’ye ve de AB’ye hayırlı olsun!..
Bu mesele de önemli ve ayrı bir ‘tahlil’ konusu. Yazar mıyım? Şimdilik, başladığımız konuya devam edelim bakalım…
*
Bahar geldi…
Yaz geliyor…
Ama daha ‘Sonbahar’ yani 3 Ekim’deki ‘ucu açık’ üyelik müzakereleri başlamadan AB semalarında kara bulutlar!.. Sonbahar 2005 geldiğinde, AB müzakereleri açısından gerçekten iki taraf arasında ‘son bahar’ dönemi başlayacak gibi görünüyor. Baksanıza, ‘destek-destek’ derken, hava bir anda ‘estek-köstek’ yani “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak” mevsimi geldi çattı! Sonunda da ‘sonuç’ ve de acı bir ‘son’ olarak sadece ve sadece ‘köstek’ dönemine gireceğe benziyor. Sonbaharda Almanya’da iktidarı devralması beklenen Hıristiyan ağırlıklı CDU-CSU koalisyonu, şimdilik Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’ verilmesini savunuyor. Daha sonra, Almanya’nın ilk kadın başbakanı olacak olan CDU lideri Angela Merkel ile CSU lideri Stoiber, AB yolunda daha ne sürpriz engeller çıkaracaktır, hep beraber bekleyip göreceğiz… Fransa’nın fanatik Türkiye düşmanlığı mâlum… İngiltere, son seçimden sonra kritik merhalede… Velhâsıl-ı kelâm; ‘destek’ ‘destek’ ve ‘estek - köstek’ derken, önümüzdeki Sonbahar, AB - Türkiye ilişkileri açısından gerçekten de ‘son bahar’ olacak gibi görünüyor; gidişat ve gelişmeler bu yönde...
‘Baş müzakereci’ belli oldu ama bu mesele Türkiye’nin başını çok ağrıtacak.
***
AB/Avrupa Birliği ve Türkiye
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
31.05.2005
“Avrupa çöküyor…” başlığı altındaki makalesinin sonunda, Prof. Dr. Nevval Sevindi sözü Türkiye’ye getiriyor ve diyor ki:
“Peki, şimdi Türkiye ne yapacak? Kısa vadede AB hayalinin darbe yiyeceği ortada. Dinamikleri değişen dünyada Türkiye’nin kendi başının çaresine bakması gerek. Avrasya coğrafyasının merkez ülkesi konumuna gelme şansı olan Türkiye, kendi kaynaklarını kullanmayı öğrenmeli. Toplumla bütünleşen, toplumsal dinamiklerini hayata geçirme yeteneğini kullanabilecek politik kararlar ve vizyon gerekiyor. Bölgesini ve dünyayı devamlı izleyen bir Türkiye, 19. yüzyıldan kalma kurumlarında, fikirlerinde ısrar eden Avrupa’dan daha iyisini başarabilir. Çünkü kültürel değerleri, harcanan gençlik enerjisi yapıcı bir dinamik. Kökten reformların aciliyeti ortada… Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir nehir gibi akıtabilirse dünyaya vereceği çok şey var.” (Zaman, 24 Mayıs 2005)
Şimdi AB/Avrupa Birliği için masadayız…
Selâmlaşıyoruz…
‘Ucu açık!’ görüşmeler yapacağız…
Baştan beri Avrupalılar bize hep bizim kaldıramayacağımız yükler yüklemektedirler. Bunun en açık örneği, 1996’dan beri yani tam 9 (dokuz) yıldır Türkiye aleyhine uygulanagelen ‘Gümrük Birliği’ anlaşmasıdır. Bu anlaşma aracılığı ile Türkiye dokuz yıldır Avrupa ülkeleri tarafından sömürülüyor!..
Şimdi de ‘tam üyelik’ değil de, ‘imtiyazlı ortaklık’ gündemde!
Bu imtiyazlı ortaklığın da pek gerçekleşeceği yok ya!
Bir an için gerçekleştiğini kabul etsek bile, bu imtiyazlar sadece ‘AB/Avrupa Birliği için imtiyazlar’ içeren bir anlaşma olacaktır; aynen ‘Gümrük Birliği’ anlaşmasında olduğu gibi!..
*
İstiklâl Savaşı’nı kazanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranlar, Türkiye’ye bir misyon biçmişlerdi. Bunları şöyle açıklayabiliriz.
1. Türkiye devleti millî devlet olacaktır. Millet din, dil, kültür ve inanç birliği olarak anlaşılıyordu. Din İslâm dini idi. Dil Türkçe idi. Kültür millî gelenekler idi. İnanç ise; “Ben Türküm/Müslümanım” deyip Türkiye devletinin yaşaması içini canını vermek anlamındadır. Her ne kadar daha sonra Anayasadan “Devletin dini İslâm’dır.” sözü çıkarılmış ise de, bu lâik bir yönetim gereği olup, hiçbir zaman halkın İslâm dinini bırakması şeklinde anlaşılmamış, dinsizlik hedeflenmemiştir.
2. Türkiye devleti bağımsız olacaktır. Türkiye istiklâl-i tâmme içinde yaşayacak, ‘Ya istiklâl ya ölüm’ her zaman Türklerin ana şiarı olacaktır. Hiçbir başka devletin ve bloğun içinde olmayacaktır. Ne sosyalist ne de kapitalist ülke blokları içinde olmayacaktır. Ne batı bloğunda ne de doğu bloğunda yer almayacaktır. Türkiye millî devlet olmayı bu yolla tamamlayacaktır.
3. Türkiye devleti barışçı devlet olacaktır. Başka ülkelerden toprak istemeyecek, onların iç işlerine karışmayacak, onların savaşlarına yardımcı olmayacaktır. Kimseyi de kendi ülkesine karıştırmayacaktır. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ esastır. Ülkesine iltica edip Müslüman olarak Türklüğü kabul edenleri kabul edecektir. Türkiye’ye gelmeyenlerle genel dış politika ilkeleri çerçevesinde ilgilenecektir.
4. Türkiye devleti Avrupa uygarlığının icaplarını yerine getirecektir. Ancak asıl hedefi muasır medeniyetin üstüne çıkmak, daha doğrusu ‘yeni medeniyet’ kurmak olacaktır. Bunun için temel dayanak ‘müsbet ilim’dir. Her şey müsbet ilmin denetimi içinde olacaktır. Demokrasiyi tartışmamıştır. Demokrasi müsbet ilme uygunsa kabul edilecektir. Müsbet ilme uymuyorsa reddedilecektir. İslâmiyet de tartışılmamıştır. Din eğer müsbet ilme uygunsa kabul edilecek, yoksa reddedilecektir. Bunları siyasiler değil âlimler tartışacaktır. Siyasilerin görevi sonuçları tesbit etmek değil, ilim adamlarının çözüm üretmelerine imkân vermektir. Nitekim Anayasaları askerler kendileri yapmadı, oluşturdukları ilmî şûralara hazırlattılar.
Türkiye işte böyle bir Türkiye’dir.
*
AB/Avrupa Birliği’ne girmekle, devletin bu temel dört direğini dinamitlemekteyiz.
Bir de, kimi şuursuzlar veya budalalar; Avrupa Birliği’ne girmeyi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ideali olarak ortaya koymaktadırlar. Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye’yi Avrupa’ya teslim edeceklerdi de, İstiklal Savaşı’nı niye yaptılar?.. Türkiye’den Hıristiyanları niye tehcir ettiler?.. Mübadelelerle Türkiye’ye Müslümanların göçünü niye kabul ettiler?.. AB/Avrupa birliği’ne girmek için mi?!.
Türkiye’nin ‘olmazsa olmaz’ şartları vardır.
Türkiye için yapılamayacak neler vardır?
1) Türkiye İslâmiyet’ten vazgeçemez.
2) Müslümanlara cephe alamaz, onlar savaşmadıkça Türkiye onlarla savaşamaz.
3) Türk ülkeleri ile ekonomik ve sosyal ilişkilerini kesemez.
4) Türkiye Türk ordusunu küçültemez, etkisiz hâle getiremez.
Avrupalılar bize teklif getirirken bunlara dokunmamalıdırlar. Türkiye ancak kendi temel iç sorunlarını çözdükten sonra, Avrupa ile kuracağı diyalogla insanlığa hizmet edebilir. Bizim Avrupa Birliği’ne girmeden önce Avrupa seviyesine ulaşmamız gerekir. Oyalanmak, onurumuzla oynanmak ve sömürülmek istemiyorsak, belirli alanlarda bazı gelişmeleri başarmak zorundayız. Bu arada temel prensiplerimizi tekrar gözden geçirmeli ve medeniyet eksenimizi de belirlemeliyiz. Ondan sonra AB ile eşit şartlarda masaya oturmalıyız.
İşte, ancak bu durumda “Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir nehir gibi akıtabilirse dünyaya vereceği çok şey var.”
***