Milli Gazete 2005 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2005 1.Baskı
1226 Okunma
2005 Eylül

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

EYLÜL 2005

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayın Başbakan

Recep Tayyip Erdoğan’a

- AÇIK MEKTUP -

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.09.2005

[Önce kısa bir açıklama: 3 Eylül akşamı çok muhterem ve müşterek bir dostumuzun dâvetinde, başta Üstadım Süleyman Karagülle olmak üzere İzmir’den gelen arkadaşların da bulunduğu bir ortamda, İstanbul’da Sayın Başbakan ile birlikte olduk. Tokalaştıktan sonra, hal hatır sorup ‘görüşemiyoruz’ dediğimde, sitemkâr ve yazılarımdan rahatsız olduğunu ifade eder bir şekilde ‘köşendeki yazılarını okuyorum’ dedi. Kısa selamlaşmamız bu minval üzere sürdü… Dâvet sonrasında çalışma arkadaşlarımla Çamlıca’da bir araya geldik ve Sayın Başbakan ile ilgili bir değerlendirme yaptık. Yazacaklarım aynı zamanda tüm arkadaşlarımın görüş ve duygularını da içermektedir.]

 

Sayın Başbakan!

Benim yazılarım AK Parti’yi değil, Siyonizmi rahatsız etmektedir. Millî Gazete’de yazdığım yazılarım Siyonizmi neden rahatsız ediyor? Siyonizmin genel çalışma metodu şudur. Dünyada bütün üniversiteler ve basın hep sadece sorunları ortaya koyacak, ama başkaları asla çözüm üretmeyecek; çözümü sadece kendisi üretecek ve sömürecektir. Siyonizmin çözüm üreten Millî Görüşçü Adil Düzencilere karşı düşmanlığı buradan geliyor. Bin yıl önceki içtihatları istediğin kadar oku, sabaha kadar zikret; ama sakın yeni içtihat yapma, yeni çözüm üretme! Onların istediği budur. İşte Siyonizmin köşemdeki yazılara olan düşmanlığı bundandır.

 

Sayın Başbakan!

Gazetemdeki köşemde Millî Görüş çizgisinde yazılarımı yazıyorum. Size yazılarımın hangilerini gösterdiler, neler söylediler, bilemiyorum. Sorma imkânım da maalesef yok! Çünkü yıllarca birlikte çalıştığımız ve her istediğimde görüştüğümüz halde; bütün çaba ve taleplerimize rağmen ‘başbakan’ olduktan sonra sizinle hiç görüşemedik. Bu arada bilmem verdiğiniz sözleri tekrar hatırlatmama gerek var mı? Daha sonra mezkûr dâvette Üstadım Süleyman Karagülle ile görüşürken içinde ‘susturmak’ kelimesi olan cümleler de kullanmışsınız. Yazdıklarımla aynı zamanda çalışma arkadaşlarımın görüş ve duygularına da tercüman oluyorum. Yardımcılarınız bu yazımı da size ulaştırırlarsa onlara teşekkür ederim.

 

Sayın Başbakan!

İmam-Hatip Lisesi ile Almanya, İzmir ve Arabistan’da üniversitelerde okuduğum yıllarda, ben de sizin gibi değişik takım sporlarını amatörce yaptım. Takım oyununun ne demek olduğunu iyi bilirim. Şimdi profesyonel olarak karşı takımda oynuyorum. Yazılarımda Millî Görüş ve Adil Düzeni anlatıyorum. Millî Gazete takımının bir oyuncusuyum. Ben bu takımda oynuyorum. Bu takımda oynuyorsam, elbette kendi kaleme gol atacak değilim. Ancak şunu biliniz ki, karşımızda sizinkinden başka takımın oynamasını da istemem. Ligden düşmenize asla razı olmam. Ama âcizane gördüğümüz kadarıyla siz daha kendi takımınızı bile kurmuş değilsiniz. Âriyeten yanınızda olan başkalarının oyuncuları ve takımları ile karşımıza çıkıyorsunuz. Millî Gazete’deki köşemde çıkan yazılarımı bile herhangi bir maçta yenme yani cevaplama gücünüz yok. Karşımıza güçlü bir takım ile çıkıp bize verilecek cevaplarla bizi perişan etmeniz gerekirken, sizin takımınız yok diye bizi de ‘saha dışına çıkartmak’ yani ‘susturmak’ istiyorsunuz.

 

Muhterem Hocamız Erbakan Millî Görüşü ve Adil Düzeni anlattı, oyları siz topladınız. Benim de İstanbul’un bir yerinde belediye başkan adayı olduğum son yerel seçimlerde sizin oyunuz arttı; ama Millî Görüşçülerin oyları da arttı. Bu gidiş nereye gidiyor? Çok yakında Meclis’te yalnız Millî Görüş kökenli partiler kalacaktır. Diğer bütün partiler elenip gidecektir. Belki sizi de parçalayacaklar ve üçüncü bir partiyi de kuracaklar ama Meclis sadece Millî Görüş kökenli partilerden oluşacaktır. İşte onların korkuları budur, endişeleri budur. Akılları sıra önce bizi devre dışı yapacaklar, sonra sizi devre dışı edecekler. Şimdi bizden korktukları için size dokunmuyorlar. Biz sizin paratoneriniziz, Sayın Başbakan!

 

Sayın Başbakan!

Bu vesileyle size bazı tavsiyelerimiz olacak. Bu tavsiyelerimiz aynı zamanda ve onlar adına tüm Adil Düzencilerin tavsiyeleridir. Artık kendi as takımınızı kurun, geçici âriyet takımlarıyla karşımıza çıkmayın. Hele hele bizim takımımızı asla saha dışına çıkartma arzusunda bulunmayın. Bunu sizden çok daha güçlüler denedi, ama sonunda hep kendileri sahadan ayrılıp gittiler, hükmen mağlup oldular. Biz her seferinde ve daima daha güçlü olarak geldik. Ben onların hiçbir takımında oynamam. Ama sizin kuracağınız bir AK Parti takımında yer almaya ve transfer olmaya hazır çalışma arkadaşlarım var. Birlikte çalıştığımız her dönemde size hep söylediğim iki kelimecik şartımız var; “Adil Düzen”! Siz bizi susturacağınıza, kendiniz konuşmaya başlayın. Siyonizmin talimat veya tavsiyelerine bu kadar fazla uymanız gerekmez. Onlardan korkmayın, Allah’tan korkun. Susturmak isteyenler çok yakında kendileri susacaklardır. Karşı basına hortumladığınız devlet bütçesinden değil; size oy veren kimselerin, Millî Görüşe oy verenlerin desteğiyle karşı takım oluşturalım. Millî Gazete ile maç yapmaya âriyet takımları ile değil, kendi takımınızla gelin… Vesselâm…

 

Sayın Başbakan!

Bir zamanlar beraber yürümüştük biz o yollarda…

Şimdi ayrı yürüyoruz bu yollarda!..

Acaba neden?..

“O yollar” kimin, “bu yollar” kimin?!.

Aynı yolda yarışmak ne kadar kutsalsa;

Ayrı yollarda çekişmek de o kadar çirkin ve üzücü.

 

 

***

 

 

 

 

 

Millî Gazete ve ABD’deki kasırga

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.09.2005

Millî Gazete misyonunu, yüklenmiş olduğu misyonu en iyi şekilde yerine getiriyor…

Millî Gazete 33 yıl önce kurulduğunda, 1972 yılından itibaren birkaç yıl gazetenin İzmir ve Ege Bölgesi temsilciliğini yaptım. Bir taraftan Ege Üniversitesi’nde öğrencilik; diğer taraftan Millî Gazete temsilciliği, Tek Yol dergisi yayıncılığı, MSP İzmir Gençlik Kolu Başkanlığı ve olmazsa olmazımız ‘Akevler seminer çalışmaları’ ile ‘ilim’ ve ‘amel’ olarak dolu dolu yaşadığımız yıllar… Ve hepsinden önemlisi; başımızda Millî Görüş Lideri Hocamız Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Hocamız Necmettin Erbakan önderliğinde; Millî Gazete, Millî Görüş, Millî Görüş partileri ve Adil Düzen çalışmaları… Millî Gazete’nin kurulduğu 1972’den beri beraber yürüdük biz bu yollarda; hâlen de beraber yürüyoruz bu yollarda… Son nefesimize kadar da Allah sırât-ı müstakîmden yani bu doğru yoldan ayırmasın… Hadis-i şerif öyle diyor ya: “Kişi her yerde -dünya ve âhirette- sevdiğiyle beraber olduğu”na göre; Allah dünyada bizleri beraber eylediği gibi âhiretinde de beraber eylesin, inşaallah…

Geçtiğimiz Cuma akşamı, iş yoğunluğu sebebiyle son haftalarda seminer çalışmalarımıza gelemeyen -Allah için çok sevdiğim- bir dostum sürpriz yaparak seminere geliverdi. Çok sevindim. Seminer sonunda; “Seminerlere gelemedim ama Millî Gazete’deki yazılarını dikkatle okudum.” dedi. Söyledikleri hoşuma gitti… Ertesi gün bu dostumla birlikte -yine Allah için çok sevdiğimiz- yakın bir diğer dostumuzun dâvetindeydik. Dâvette Sayın Başbakan da vardı. Selâmlaşmadan sonra, RP İl Başkanlığı dönemindeki samimi eski çalışma arkadaşlığımıza binaen ve iyi niyetle Sayın Başbakan’a ‘görüşemiyoruz’ diyecek oldum. Sitemkâr bir şekilde; “Millî Gazete’deki yazılarını okuyorum!..” dedi!.. Her iki okuyucum da yazılarımı okuyor; ama hâlâ ‘aynı yolda yürüdüğüm arkadaşım’ ile artık ‘ayrı yolda yürüdüğümüz sayın okuyucum’, okuduklarından farklı şekilde etkileniyorlar!.. Elden ne gelir! “Ameller niyetlere göredir.” (Hadis) Ben değişmedim, 33 yıldır aynı niyetle yazıyorum. Kişi nasılsa veya nasıl değişmişse, okuma amelinden de niyetine göre sonuç çıkarır…

Millî Gazete misyonunu, yüklenmiş olduğu tarihî misyonu en iyi şekilde yerine getiriyor…

Millî Gazete ile birlikte diğer gazeteleri de takip etmeye çalışıyorum. Ama bu satırları yazdığım bugün [6 Eylül 2005 Salı] diğer gazeteleri boş veriyor ve sadece Millî Gazete’yi okuyorum… Millî Gazete’de bugünlük özellikle neler okuduğuma kısaca bakalım.

Millî Gazete, 1. sayfa: Başbakan, Katrina yorumlarına kızdı: “İlâhî ceza demek cehalettir, acziyettir.” Başbakan Erdoğan 6. Avrasya İslâm Şûrâsı açılış konuşmasında [ABD zulmü altındaki] Bağdat’ta yaşanan trajik izdihamda ölenlere rahmet dileyerek başladı ve Amerika’nın güney sahillerini vuran Katrina kasırgasında ölen onbinlerce insanın ölümü ve bazı çevrelerin yaptığı “ilâhî ceza, ilâhî adalet” tanımlamasına itiraz etti… (Bu sözlere benden yorum beklemeyin; ‘YORUM’ yok! Devamı gazetenin 11. sayfasında… RNE)

Millî Gazete, 1. sayfa: ABD kendi halkına da ‘zalim’; “Suda yüzen cesetleri aşağıya itmemiz emredildi!” New Orleans’ı “Tecavüz, talan, söylenti ve karşılıklı suçlama şehri” olarak niteleyen Financial Times gazetesinin muhabirine konuşan bir polis, “Bize, cesetleri toplamamız yolunda bir emir verilmedi. Yüzüyorlarsa, aşağı itilmeleri söylendi…” dedi. (Devamı 9. sayfada…)

Millî Gazete, 1. sayfa: Millî Gazete yazarları Ayhan Demir, Hüseyin Akın ve Osman Toprak ABD’deki Katrina Kasırgası meselesini detaylı bir şekilde tam bir sayfa ele almışlar. Yazarlarımızın sadece yazı başlıklarını sırasıyla tekrar hatırlatıyorum: “Katrina: Küresel imparatorluğa son nokta.” / “Fırtına eken, kasırga biçer.” / “Amerika, millet olamamanın en derin ıstırabını yaşıyor.” (Devamı 13. sayfada…)

Millî Gazete, 4. sayfa (Medya’dan alıntılar): “İçi de kofti çıktı!/ Dünyayı avucunun içine almış, Ay’ı ele geçirmiş, uzayı zapta soyunmuş süper ABD’nin kasırga görmüş kentindeki insan manzaraları, en vahşi kabilelere bile “rahmet okutacak” kadar zıvanasından çıkmışlığı gösteriyordu. Ceset yiyenler! Irza geçenler!.. ABD’nin şını çürük, bozuk, berbat sanıyorduk, içi de “kofti” çıktı… Dünya süperiydi! Bir tayfunla bitti!..” (Necati Doğru/5.9.2005/Vatan’daki yazısına böyle başlıyor ve devam ediyor…) “Dünyanın ruhu/ Irak… Tsunami… İklim felaketleri… New Orleans… Varolan uluslararası düzenin, uluslararası işbirliklerinin, sözde dayanışma kurumlarının, hâkim globalleşme ve piyasa anlayışlarının, bu kadar askerleşmenin, kâğıt üzerindeki demokratikleşmeler ile ekonomik, sosyal adalet ufku olmayan insan hakları zihniyetinin geberik olduğunu kanıtlayıp duruyor…” (Umur Talu/5.9.2005/Sabah)

‘Kur’an ve İlim Seminerleri’ndeki çalışma arkadaşım Mimar Salim Sadıkoğlu, bugünkü Millî Gazete 1. ve 2. sayfada diyor ki: “Formula 1 tahrip edip gitti…” Salim Sadıkoğlu, su havzasında inşa edilen Formula 1 pisti ile tabii dokunun nasıl tahrip olacağını, Formula 1 maskesiyle imara açılan bölgenin nasıl yağmalandığını, Formula 1 inşa edilirken belediye imkânlarının nasıl suiistimal edildiğini açıklıyor… Röportaj 6 Eylül günü yayımlanmaya başladı; devam ediyor… İstanbul Büyükşehir Belediyesi ‘eski’ ve ‘yeni’ yöneticileri ile AKP Hükümet yetkililerinin Formula 1 ile ilgili yaptıklarını, çok çarpıcı açıklamalarla ortaya koyuyor…

Millî Gazete’de bugün -ve elbette 33 yıldır her gün- bunlara benzer daha nice haber, yorum, değerlendirme ve makaleler var… Bundan sonra da var olmaya devam edecek… İki nokta yani dünya ile âhiret arasındaki doğru yol tektir; ne mutlu bu yolda birlikte olup sonuna kadar birlikte yürüyenlere... Millî Gazete misyonunu, yüklenmiş olduğu tarihî misyonu en iyi şekilde yerine getirmeye devam ediyor…

 

 

***

 

 

 

 

 

Felaketler ve ‘halk hareketi’ - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.09.2005

Bir ülkede yaşanabilecek felaket seviyesindeki âfetler çeşit çeşittir.

Savaş, yangın, deprem, fırtına, sel, tsunami, tayfun, kasırga…

Çok değil, ülkemizde sadece 80-100 yüz yıl önce yaşadıklarımızı hatırlayalım.

Savaşlar; Balkan Harbi, Çanakkale Savaşları, İstiklâl Savaşı…

Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, ordular dağıtılmış, ülke yer yer düşman orduları tarafından işgale başlanmış... Asıl vahim olanı; ülkede bulunan %50’lere varan nüfusları ile azınlıklar düşman tarafından silahlandırılmış, Müslümanları soykırıma varan katliamlarla yok etmeye başlamışlar... Halkı camilere dolduruyor, sonra bu camileri ateşe vererek yakıyorlar!.. Bu korkunç durumu dünya sevinçle seyrediyor!.. İstanbul hükümeti ise acziyet, valiler ve kaymakamlar şaşkınlık içinde…

İşte o zaman ve o şartlarda ‘halk hareketi’ ortaya çıkmıştır.

İlk hatırlatmayı biraz geriye giderek yaptım. Oysa çok geriye gitmeye gerek yok. Son yıllarda yaşadığımız ‘deprem’ felaketlerini hatırlamamız yeterli. Ülkemiz ‘deprem kuşağı’ üzerinde bulunuyor. Uzmanlara göre ülkemiz her an yeni deprem felâketleri ile karşı karşıya kalabilir…

Son yüzyılda veya son on yıllarda, hattâ son yıllarda yaşadığımız savaş ve deprem felâketleri bir yanda dursun. Sadece son aylarda değişik bölge ve şehirlerimizde oluşan sel ve yangın felâketleri de ibret nazarlarımızı çekiyor, dikkatli olmamızı gerektiriyor…

Peki; bu arada son zamanlarda dünyanın bize göre doğusunda yaşanan ‘tsunami’ ile batısında yaşanan ‘kasırga’ felaketlerine ne demeli? Felaketlerde o ülkelerdeki insanların ve devletlerin, hattâ kendisinin ‘süper güç’ olduğunu iddia eden ABD’nin zavallılığını hep beraber gördük!..

Bu arada başta ABD’nin kendisi olmak üzere bütün dünya çok önemli bir felaketin daha farkında değilmiş gibi görünüyor. Nedir o felaket? Normal zamanlarda ve şartlarda bile her saniye veya her dakika yaşanan soygun, tecavüz, öldürme ve diğer birçok yaygın suçlar… Her an içinde yaşadığımız bütün bu felaketleri biz kısaca ‘sosyal tufan’ olarak isimlendiriyoruz. Her ülke ve bütün dünya dinî, iktisadî, siyasî, sosyal boyutlarıyla ‘sosyal tufan’ içinde yaşıyor; ama haberleri yok!..

*

Yukarıda ilk hatırlattığım ‘savaş yılları’ örneğini biraz daha genişleterek tekrar hatırlayalım. O yıllarda Türkiye’de henüz kapitalizm oluşmamıştı, ‘esnaf mübadelesi’ vardı.

Esnaf mübadelesi ne demektir?

“Kapitalizm düzeni”nde esnafın sermayesi yoktur. Esnaflar kapitalizm düzeninde tüccarlardan avans alır, onunla ham maddeyi satın alır ve tüccara satar. Tüccardan veresiye alır, halka satar ve parayı öder. Kapitalizm düzeni budur.

“Esnaf düzeni”nde ise esnafın kendi sermayesi vardır. Esnaf kendi sermayesi ile halktan ham maddeyi alır, tüccara satar, peşin para ile mamul malı satın alır, halka satar. Ekonomik hayatta buna ‘esnaf ekonomisi’ diyoruz. Esnaf ekonomisinin olduğu yerde devlet yıkılsa da ekonomi çökmez; bu sayede krizler, âfetler ve her türlü felaketler kolay atlatılır.

İşte İstiklâl Savaşı yıllarında bizim ekonomimiz ‘esnaf ekonomisi’ idi.

Halkın her zaman hürmet edip itibar ettiği ‘din adamları’ yine halkın sevdiği ve sözüne itibar ettiği bu esnaflara başvurdular; onlardan yardım aldılar ve böylece ‘halk hareketi’ gerçekleştirilmiş oldu. Son derece zorlu geçen o yıllarda yedi düvele karşı ülke savunmasının halkası bu şekilde tamamlanmış oldu. Ülke iç ve dış düşmanlara karşı karış karış müdafa edildi…

*

Bir şey eksikti. Ülkenin birliğe ihtiyacı vardı. Buna iki sebeple gerek vardı. Karış karış savunmada ‘birlik ve dayanışma’ olursa, varolan felakete karşı daha kolay başarılı olunur.

Bundan daha önemlisi; savaş kazanılırdı ama sonra savaşı kazananlar birbirine düşer ve ülke bugünkü Afganistan’a veya Irak’a dönerdi. Afganlılar birleşip Sovyetleri yıktılar ama sonra birlik olamadıklarından dolayı ondan daha beterine esir oldular. Çünkü birbirlerine düştüler. Oysa İstiklâl Savaşı yıllarında bu işi ‘askerler’ başardılar. Mustafa Kemal’i pek sevmeseler de diğer komutanlar onu ‘başkomutan’ olarak tanıdılar ve böylece İstiklâl Savaşı yine ‘halk hareketi’ ile kazanıldı.

Bütün bunlara neden ‘halk hareketi’ diyoruz? Çünkü ‘atanmış kişiler’ değil, halkın doğrudan desteklediği ‘din adamları’, ‘esnaflar’ ve ‘askerler’ savaşı kazandılar.

Böylece ülkemiz o yıllarda büyük bir felaketi ‘halk hareketi’ sayesinde atlatmış oldu.

Bu konu üzerinde düşünmeye ve yazmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Felaketler ve ‘halk hareketi’ - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.09.2005

Dünkü yazımda savaş felaketi karşısında ‘halk hareketi’ ve ‘esnaf ekonomisi’ ile neler yapılabileceğini anlatmış oldum. Savaşın temel kuralı dayanmadır. Eski savaşları kısaca hatırlayalım.

Kale kuşatılır… Kuşatanların yiyecekleri bittiği zaman kuşatmayı çözerler ve yenilip giderlerdi. Kale içindekilerin yiyeceği bittiği zaman da kaledekiler teslim olurdu.

Bugün de savaş aynıdır. Ordunun lojistiğini yani ikmalini sürdüren devletler galip gelirler, ikmal yapamayanlar yenilirler. Ordunun ikmalini savaşta sürdürme ancak güçlü ‘halk hareketi’ ve yine güçlü ‘sivil savunma’ ile mümkün olur. Aslında bu işler ‘belediyeler’ ve belediyelerin maddî-manevî desteğinde kurulup organize olacak olan ‘halk kuruluşları’ sayesinde gerçekleşir. Yani, asıl mesele ‘yerel yönetimler’ meselesidir.

Son yerel yönetimlerde İstanbul’un bir yerinde belediye başkan adayı oldum. Aday olunca çalışma arkadaşlarımla mesele üzerinde daha çok düşünmeye ve yoğunlaşmaya başladık. Halk ile sorunları birebir tartıştık. Hattâ 150-200 sayfadan fazla ve kitap boyutunda bir çalışma bile yaptık.

Seçimden sonra bazı AK Partili belediyelere bu hususta yardımcı olmak istedik, ama AKP Genel Merkezi belediye başkanlarının hepsini Antalya’da toplayarak yasak koydu! Halk kuruluşları ile işbirliği yapmak yasak! Halk organizasyonlarına ilgi ve destek yasak! Nedenmiş?..

Efendim; şirketlerde, kooperatiflerde, derneklerde ve diğer halk kuruluşlarında yolsuzluk oluyormuş; o halde halkın yararına kuruluşların faaliyetleri durdurulmalı veya desteklenmemelidir!..

İnsanlar yolsuzluk yapıyorlar; o halde tüm insanları imha edelim!.. Çürük olan elmalar midemizi bozuyor; o halde elma yemeyelim!.. İşte zavallı insanlara musallat olan şeytan mantığı…

Biz hiç kimseye kin beslemeyiz; ama gücümüz olsa bu mantığı savunanı yakalar ve halk adına en uygun şekilde uyarırız... Ama yazmak dışında elden bir şey gelmiyor…

*

Açıkça görülüyor ki; bu durumda ‘tabiî felaketler’ ve ‘ekonomik krizler’ karşısında varolması gereken ‘halk hareketi’ ve ‘sivil savunma’ ha var ha yok gibidir.

Depremlerde, sellerde, karda, yağmurda, yangında ve diğer her türlü âfet boyutundaki felaketlerde bunlar açıkça görülüyor. Bu felaketler başımıza geldiğinde ortaya çıkan genel acziyeti her seferinde hep beraber yaşıyoruz… Sadece biz değil, bütün dünya aciz ve bilgisiz...

Bütün bunları yaşayarak görüyor ve yine de gereğini yapmıyoruz!..

Mesela, itfaiyenin yangın söndürmesi sivil savunma değildir. Sivil savunma, itfaiye gelmeden evvel örgütlenmiş halkın savunmasıdır. Yapılacak iş İstiklâl Savaşı’ndaki deneylerimizden yararlanarak halkımızı sivil savunmaya, halk savunmasına hazırlamaktır. Peki, bu nasıl yapılacaktır?

*

İşte halk hareketi veya halk kuruluşu olarak kooperatifleşme, şirketleşme, holdingleşme, dernekleşme, partileşme, vakıflaşma vs bunun için gereklidir. Bunlar yapılırken bazı noktalara çok dikkat edilmelidir. Ne gibi noktalara dikkat edilmelidir? Kısaca hatırlatayım.

1) Her kuruluş mutlaka legal olarak teşkilatlanmalıdır. Bize göre ‘kooperatif’ şeklinde teşkilatlanma bugünkü şartlarda en uygun olabilir. Parti ve dernek de çok kolay kurulabilmektedir.

2) İstisnasız bütün kararlar ve hareketler kayda geçirilmeli ve bu kayıtlar açık yani şeffaf olmalıdır. Yani; kim kiminle çalışmış ve şimdiye kadar ne yapmış, bu kayıtlarda açıkça görülmelidir. Bu da ‘muhasebe sistemi’ ile mümkün olmaktadır. Her şey muhasebede kayıtlı hâle gelmelidir.

3) Toplantılar ve görüşmeler açık olmalıdır. Kapalı ve gizli toplantılar yapılmamalıdır.

4) Örgütün görevi kendi yerini, bulunduğu yeri koruma ve savunmadır. Merkez bunları sadece desteklemelidir. Merkezî kararlarla yönetilmemeli, merkezi faaliyette bulunulmamalıdır. Merkezî faaliyet yapma görevi belediyelere ve devlete aittir. Onların yaptığını yapmaya kalkışmak bölücülük olur. Yerel halk kuruluşları, belediyelerin ve devletin yapamadığı veya en azından eksik bıraktığı işleri yapmalıdır. Devletin veya belediyenin yaptığı işleri yapmak değildir.

Yukarıda da yazdığım gibi; şeytan mantığı çerçevesinde hareket edenlere göre bunlar istismar edilir diye bürokrasiyi oluşturan yöneticilerin bunlara sempatik bakmayacağını biliyorum. Ancak “hukuk düzeni”nde yöneticilerin değil mevzuatın hükmü geçer; ‘halk’ bunu bilmelidir. Mevzuat hazretlerini yorumlamak görevliler kadar halkın da yetkisindedir. Ülkenin asıl sahibi millet yani halktır. ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin’ yani halkındır. Son karar yargınındır. ‘Hukuk devleti’ demek zaten bu demektir. Anayasamız Türk devletinin ‘hukuk devleti’ olduğunu söylemektedir. Bu haklarına sahip çıkmayan, bu arada gereğini yapmayan ‘halk’ yaşayamaz ve varlığını sürdüremez. Yaşamak ve var olmak istiyorsak, halk olarak hayatın gereklerini yerine getirelim.

 

 

***

 

 

 

 

 

İş, ev, evlilik ve … - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.09.2005

Hayatımızda önemli olaylar olduğu zaman, bunlar üzerinde düşünmek ve değerlendirmeler yapmamız gerekmektedir. Yaz ayları özellikle sünnet, nişan, nikâh, evlilik olaylarının çokça yaşandığı aylardır. Bu yaz da her birimiz böyle hayırlı vesilelerle sevdiklerimizle beraber olduk…

Geçtiğimiz hafta sonunda çok muhterem arkadaşım İstanbul Milletvekili Gürsoy Erol’un oğlunun nikâh merasiminde dostlarla bir araya geldik. Bu nikâh merasimi İstanbul’daki Saadet Partililer ile AK Partilileri bir araya getirmiş, herkesin beyninde ve hatıralarında; “Bir zamanlar beraber yürümüştük biz o yollarda…” söylemini hatırlatmıştır... Meclis Başkanı Bülent Arınç ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şahitlik yapmış; Millî Görüşçüleri temsilen de Süleyman Karagülle şahit olmuştur. Böyle bir buluşmaya sebebiyet verdikleri için her iki aileye birden teşekkür eder, saadetleri için duâ ederiz...

Mezkur hayırlı toplantıda uzun aradan sonra Sayın Başbakan ile bir araya gelmiş, bu vesileyle geçen hafta köşemde Sayın Başbakana hitaben bir yazı ya da ‘açık mektup’ yazmıştım…

*

Yeryüzü yani dünya ve bu dünyadaki hayat insanlar için vardır. İnsanın bu dünyada kurduğu iş, ev, evlilik ve aile müesseseleri de insan için vardır, millet için vardır, devlet için vardır…

Bu müesseselerin sağlam ve sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için de; ‘hâkim devlet’ ve ‘hâkim hükümet’ yerine, ‘hâdim devlet’ ve ‘hâdim hükümet’ anlayışı hükümran olmalıdır. Erbakan Hocamız bunu ilk defa ‘garson devlet’ olarak dile getirmiştir.

Devlet, hükümet, belediye ile diğer bütün sosyal ve ekonomik kuruluşlar, insanların bir araya gelerek kurdukları ‘aile’ müessesesinin ihtiyaçlarını karşılamak içindir.

Kur’an’daki kavramlardan yola çıkarak meseleye bakacak olursak, insanlar ‘aile’den sonra aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il, kavim/devlet ve nâs/insanlık olarak teşkilatlanmışlardır. Bütün bu teşkilatlanmaların tek hedefi ‘aile’yi yaşatmak ve ona hizmet etmektir. Ailenin hedefi de insanın üremesini, çoğalmasını ve saadet içinde yaşamasını sağlamaktır. İnsan için de gaye dünyasını mamur etmek ve âhirette cennete ulaşmaktır… Kâinat, dünya, hayat ve dünya düzeni için bundan daha güzel felsefesi olan varsa; buyursunlar dinleyelim…

Kapitalistlerin felsefesi zenginleri daha çok zengin etmektir…

Sonra?!.

Sonrası yoktur!

Sosyalistlerin felsefesi devleti daha çok güçlü yapmaktır…

Sonra?!.

Sonrası yoktur!

Oysa;

İslâm’ın felsefesi insanı yani ‘aile’yi çoğaltma ve mesut etmedir... Dünyasını mâmur kılmadır… Onu öldükten sonra yani âhiret hayatında da saadete götürmedir...

Aile bunun için vardır...

Devlet bunun için vardır...

Hükümet bunun için vardır…

Belediye bunun için vardır…

Diğer müesseseler bunun için vardır…

İşte Hakk’a yani halka ve adalete dayanan uygarlıklar ile kuvvete yani zulme dayanan uygarlıklar arasındaki ince farklar bunlardır.

*

Hz. Âdem’den itibaren aşiret/ocak ve kabile/bucak topluluklarında birçok şeyler kendiliğinden ‘örf’ olarak gelişmiş ve topluluklara örgütlenmeden yaşama imkânı sağlamıştır. Şehirleşme, kentleşme dönemi başlayınca bu ‘örf hukuku’ yetmez olmuş, eksiği tamamlamak üzere ‘kavimler/devletler’ ve diğer kurumlar oluşmuştur…

Kur’an’a göre çocukları 15 yaşına kadar anne ve babaları yetiştirirler. Buluğ yaşına gelip büyüyen ve gençlik çağına ulaşan insanların iş bulmaları ve evlendirilmeleri anne babaya değil, çevreye yani topluluğa aittir. Kur’an ‘evlendirin’ diyor. Elbette bekâr kimseleri evlendirmek demek; her şeyden önce onlara ‘bir ev’ sağlamak, ikincisi ise ‘erkeğin çalışıp aileyi besleyecek bir işe sahip olması’ demektir. Bunları sağlamak topluluğun ve kurumların görevidir.

Geçmişten günümüze kadar insanlığın yaşadığı dönemlerde bu görev iyi veya kötü yerine getirildi ki, bugün bizler varız. Peki; çağımız dünyasında ve hükümran ‘dünya düzeni’nde insanlık, devletler, hükümetler, belediyeler ve diğer sosyal kurumlar bu görevlerini ne ölçüde yerine getirebiliyorlar; ya da yerine getiriyorlar mı?.. Çağımız toplulukları önce ‘ev’ ve ‘iş’ temin etme, sonra ‘evlendirme’ hizmetlerini ifa edebiliyorlar mı?..

Bu önemli konu üzerinde düşünmeye ve yazmaya devam edeceğiz…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

İş, ev, evlilik ve … - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.09.2005

Dün ve bugün yazdıklarımı, önceki hafta sonunda muhterem bir milletvekili arkadaşımın dâvetinde bulunma vesilesiyle yazıyorum. Meclis Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve TOKİ/Toplu Konut İdaresi Başkanı Erdoğan Bayraktar da mezkur dâvette hazır bulundular. Bu muhterem zevat ile mezkûr toplantıda yan yana oturunca, kendilerini Hocamız Süleyman Karagülle ile görüştürdüm… Fırsattan istifade ederek özellikle , ev, konut, toplu konut ile diğer konularda, ‘Akevler ve Adil Düzen çalışmaları’ vesilesiyle yaklaşık 40 yıllık deneyimlerimize dayanarak elde ettiğimiz birikimleri ‘ekonomik ve sosyal boyutları’ ile kendileriyle paylaşmak istediğimizi hatırlattım…

Her zamanki nezaketleri ile ‘ilgileneceklerini’ söylediler!..

Oysa; bugüne kadar bu önemli meseleler ile gerektiği gibi ilgililer ilgilenselerdi, bugün şu anda bambaşka şeyler yazıyor ve okuyor olacaktık... Hayat devam ediyor… Biz meselelerimizle ilgilenmek, üzerinde düşünmek ve yazmak durumundayız. İlgililer görevlerini yaparlarsa mesele yok. Ama onlar görevlerini yerine getirmezlerse, o zaman iş başa kaldı demektir. Bizler halk olarak gereğini yaparız… Nitekim bugüne kadar yaptık, yapıyoruz; yapmaya da devam edeceğiz…

*

İlgililer biz vatandaşların asıl temel meseleleri ile hiç ilgilenmediğine veya gerektiği gibi ilgilenmediklerine göre; biz halk olarak ne yapabiliriz, ne yapmalıyız? İstanbul’da veya Anadolu’nun her büyükçe şehrinde yaşayan insanlar bir araya gelerek ‘iş, ev ve evlendirme kooperatifi’ kurabilir. Bu kooperatif ‘iş, ev ve evlenme dayanışma ortaklığı’ şeklinde olabilir. Bu ortaklık ‘kooperatif’ statüsünde ama bir ‘vakıf’ şeklinde olmalı. İsterseniz buna ‘vakıf kooperatif’ diyelim. Hayır yapmak isteyen insanlar bu kooperatife bağışta bulunabilir...

Bu ‘iş, ev ve evlilik kooperatifi dayanışma ortaklığı’ içinde ortaklar neler yapacaktır?

1) a) Önce evlenen çiftlere ‘ev’ temin edilecektir. Peşin paraları yoksa ev taksitlendirilir ve çiftler bu evin taksitlerini yatırmaya başlar. Çiftler taksitlerini istedikleri zaman yatırırlar. b) Ev; taksitleri erkek yatırırsa erkeğin, kadın yatırırsa ev kadının olur. Ortak da olabilirler. c) Ev ile ilgili borçtan dolayı asla icraya gidilemez, evden kimse çıkarılamaz. Ölmelerinden önce taksitlerini ödemişlerse ev mirasçılarına kalır. Ödememişlerse; ödedikleri kadarı vârislerine, kalanı kooperatife kalır. d) Evin bakımı kooperatifçe yapılır. Kooperatif bakım bedelini de taksitlere şarj etmiş olur.

2) Ondan sonra ikinci sorun gelir ki, o da ‘iş sahibi olmak’tır. Kooperatif ortakları ayrıca kendi aralarında ‘işsizlik sigortası’ kurabilir. Bu fonda toplanan meblağ işsizlere bölünür. Buraya ortak olanlar gelirlerinin yüzde biriyle kendilerini işsizliğe karşı sigortalamış olurlar. Evlenecek çiftler bu sayede iş olmasa da işlerini bulmuş olurlar.

3) Kooperatif ‘iş merkezleri zinciri’ni kurar ve ortaklar iş yani üretim ile satıştan bir yüzdeyi fona eklerler. Çalışamayacak kimselere oradan pay ayırırlar.

4) Kooperatif ‘Genel Hizmet Ortaklığı’nı oluşturur. Birçok yeni işyerlerinin açılmasına imkan sağlar. Çünkü bugün insanlar ‘genel hizmet’ görmedikleri için işyeri kuramıyorlar; kuranlar da iflas ediyor. Genel Hizmet Ortaklığı küçük ve orta ölçekli müteşebbisleri dayanışma içine sokar ve onların işletmelerini sağlıklı şekilde işletmelerine imkan verir. Kooperatifin ‘Genel Hizmet’ verdiği evli çiftler kooperatifçe güvence içinde oldukları için onlara iş vermek işletmeler için kârlı olacaktır. Böylece evlenecek olan veya evlenen çiftler iş bulmuş olurlar.

*

Kur’an’da mü’minlere ‘evli olmayanları evlendirin’ buyruluyor. Başka yerde de ‘yoksul olanlar evlenmesinler’ diyor. O halde ilk işimiz insanlarımızı yoksulluktan kurtarmak olacaktır. Bu bize yani mü’minlere; Millî Görüşçülere düşen görevdir... İlgililer… Yetkililer… Bürokratlar… Muhafazakârlar… Ve kendilerini ‘bilmem ne’ diye takdim edenler… Gazeteler, dergiler, televizyonlar ve ilgili diğer bütün kurumlar… Asıl görev onlara verilmektedir… Ama onlar ‘çözüm var’ diye ilgilenmemeye, anlamamaya, anlatmamaya ve yapmamaya yemin etmişler!.. Türkiye işsizlikten, borçlardan, yabancı basından, bağımlı yargıdan nasıl kurtulacak? İlgililer neredeler?!.

Yoklar!..

Olamazlar!..

Neden olamazlar?..

Çünkü yapıları ‘Millî Görüşe ve Adil Düzene göre’ değil, ‘zalim düzene göre’ oluşmuştur. Bu sebeple Millî Görüşçü Adil Düzenciler kolları sıvamalı ve işe koyulmalıdırlar. Maalesef işlerin başa kaldığı apaçık görülüyor. Her şeyi Allah’a güvenerek kendileri yapmak zorundadırlar. Başka çare ve çözüm yok. Öyleyse; haydi, hep beraber çalışmaya…

 

 

***

 

 

 

 

 

Özelleştirme ve TÜPRAŞ

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.09.2005

Görücülerin biri geliyor biri gidiyormuş… Hani bizde ‘çocuktan al haberi’ derler ya… Neler olduğunu merak edenler de sonunda evin çocuğuna ‘ne oldu?’ diye sormuşlar…

“Ablamı çok isteyen oldu ama sonunda ablam enişteme nasip oldu” demiş!..

Bizim evin, Millî Görüş evinin eski çocukları evi terk edip gittiler, değiştiler, dönüştüler ve ‘muhafazakar’ oldular ya; artık onlar iktidar yani ‘ev sahibi ve yönetici’ konumundalar…

Peki, bu çocuklar evin malına, mülküne, efradına sahip çıkıyor, ‘muhafaza’ ediyorlar mı?..

*

Milletin malı TÜPRAŞ’a çok kimse, çok kuruluş, çok kartel, çok sermaye göz koydu… Bunlardan sadece dokuz tanesi resmen istemeye cesaret etti… Sonunda Türk milletinin, Anadolu halkının en zor zamanlarında, kıt kanaat birikimleri ile oluşturulan ‘en stratejik’ KİT’lerinin ‘ABLASI’ ya da ‘AMİRAL GEMİSİ’ konumunda olan ‘TÜPRAŞ’ kime nasip oldu?..

Koç-Shell Ortak Girişim Grubu’na… Ve bu arada elbette ‘İsrailli Sami Ofer/Ofer Ailesi’ne… KİT’lerin ‘ABLASI/AMİRAL GEMİSİ’ sonunda birilerine ve biraderlerine nasip oldu!.. Şimdi mahkeme faslı başladı… Son bir engel daha kaldı: DANIŞTAY!..

DANIŞTAY da onaylarsa, operasyon tamamdır!..

*

Hatırlayacaksınız; bu köşede genel olarak ‘özelleştirme’ ve özel olarak ‘Özelleştirelim mi? Özerkleştirelim mi?’ başlıklı birkaç yazı yazdım... Son olarak ‘özelleştirme’ konusunda bu köşede Prof. Dr Arif Ersoy’un 9 Eylül Cuma günü “ERDEMİR’in özelleştirilmesine yönelik bir öneri: Millî Ortaklık Modeli (MOM” başlıklı yazısı yayımlandı...

Geçenlerde Sayın Başbakan ile bir dâvette bir araya geldiğimizde ‘artık görüşemiyoruz’ dediğimde; ‘köşendeki yazıları okuyorum’ demişti… O benim yazılarımı okuduğuna göre, ben de onun yazdığım konularla ilgili beyanatlarını daha dikkatli okumaya özen gösteriyorum. 6 Eylül Salı günü CeBIT Bilişim Fuarı açılışı vesilesiyle, Sayın Başbakan İstanbul’da şu beyanatı vermiş:

“…Ama, ‘özelleştirme’den rahatsız olan, gözü olup da görmeyen bir kesim var... ‘Özelleştirme’ deyince kırmızı görmüş gibi olanlar var… ‘Özelleştirme’yi peşkeş olarak nitelendirenler var… Bunlar ‘hesap-kitap’tan anlamayanlar… Biz hesabımızı kitabımızı iyi yaptık… Dünyada alışveriş yapmamış kişiler bunlar… Global ekonomide alışveriş yapmış olsalar, nasıl ‘kârlı ticaret’ yaptığımızı görürler…” (7 Eylül Çarşamba günkü gazeteler)

‘Özelleştirme’ konusunu zaman zaman yazdığımıza göre; -kendi adıma söyleyeyim- sözkonusu beyanattan payıma düşeni aldım!.. Gözü olup görmemek; ya da görüp de kırmızı görmek… Hesap-kitap bilmemek… Global ekonomide kârlı ticaret yapmak… Ve daha neler?!.

Sadece kısa bir cevap ve ‘hesap-kitap’ ile ‘kârlı ticaret’ faslı niyetine soruyorum:

-TÜPRAŞ bir önceki satışta 1 milyar 300 milyon dolara Zorlu Grubu’na satılmıştı... Bu sefer yüzde 51’i 4 milyar 140 milyon dolara Koç-Shell Grubu’na satıldı... Aradaki fark dört misli!.. Danıştay satışı iptal etmeseydi, bu nasıl bir ‘hesap-kitap bilmek’ ve ‘kârlı ticaret yapmak’ olacaktı?!. Hele ‘petrol’ adeta ‘kriz’ boyutlarında böyle yükselip de varil başına 100-150 dolar seviyelerine çıkarsa, asıl hesap-kitap ile kârlı ticareti o zaman hep birlikte görüp yaşayacağız!..

Peki; TÜPRAŞ başta olmak üzere, ‘özelleştirme’ adı altında yabancılara ikram edilen bu KİT’lerimizin ‘strateji’ ve ‘istihdam’ başta olmak üzere, diğer iktisadî, siyasî ve sosyal boyutlarına ne demeli?!. Kriz, ambargo, savaş veya benzeri bir âfet yaşadığımızda, Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı bu dünyada ne yapacağız?!. Kosova ve Bosna kökenli bir Türk vatandaşı olarak Mehmet Akif Ersoy gibi soruyorum: “İşte perişan ‘Bosna’ ve ‘Kosova’, işte perişan yurtlarım!.. Yoksa vatanımız Türkiye’nin de aynı durumlara getirilmek istendiğini görmüyor musunuz?!.”

*

Sonuç olarak; bir başka yazar, Yiğit Bulut, 8.9.2005 Perşembe günü Radikal’deki köşesinde, “Türkiye’de büyük dönüşüm” başlıklı yazısında bakalım neler yazmış: “Hangi dönüşüm? Bugün yaşadığımız ‘sıcak para eşliğinde, ekonominin ana motorlarının ‘özelleştirme’ adı altında satıldığı’ sahte dinamiği başlatan dönüşüm. Daha açıkçası; temelinin… atıldığı… 1980 askeri darbesi sonrası liberalleşme dönemiyle pekişen ve son olarak da AB’leşme-küreselleşme ile de olgunlaşan dönüşüm. Biraz daha ileri gidersek; Türkiye’nin dönüştürülmesi, bölüştürülmesi…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Kredi Kartı Krizi’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.09.2005

‘Kredi Kartı Krizi’ ‘geliyorum’ diyor!..

Ha geldi, ha gelecek…

Yoksa geldi mi?..

ATO Başkanı Sinan Aygün, “Kartlı alışveriş yüzde 54 artarken, tasfiye olunacak kredi kartı borcu, geçen yılın Temmuz ayına göre yüzde 157, son yedi ayda ise yüzde 67.5 artıyorsa, ‘kriz’ de ‘ben geliyorum’ değil, ‘ben geldim’ demiş oluyor…” şeklinde açıklama yapmış…

ATO/Ankara Ticaret Odası Ankara’da…

Bizim gibi İstanbul’da değil…

Ama; diğer her türlü konuda olduğu gibi ‘Kredi Kartı Krizi’ konusunda da gerekenleri yapmak konumunda olan Ankara’daki hükümet edenler, yöneticiler, ilgililer yine ilgisiz ve duyarsız!..

*

Sizleri duyar ve görür gibi oluyorum. Yoksa siz de; “Sen uyuyorsun! ‘Kredi Kartı Krizi’ çoktan geldi, geçiyor, her tarafı da perişan ediyor…” diyen ‘kartzedeler’den misiniz?..

Kendisi ‘kartzede’ olmasa bile, her birimizin çevresinde birkaç ‘kartzede’ var. Kredi kartı ilk çıktığı yıllarda, yakın çevremden birçok kişi kartzede oldu! Kimilerine ‘haciz’ bile geldi! Hattâ bazen sadece kart sahibi değil, kartzedeye ‘kefil’ olan da perişan oldu!..

Her seferinde tek kelimeyle ‘şok’ olduk!.. Kart sahibine karşı gerçekleşen darbe ve haciz işlemi tanıdıklarımın bulunduğu banka veya finans kurumundan gelse ve araya girmeye çalışıp haczi önlemeye çalışsam bile, bütün çabalarıma rağmen darbeye engel olmak ne mümkün?.. Sadece darbenin şiddetini kısmen hafifletebildim, o kadar!..

‘Kredi Kartı Krizi’ aslında daha uygulanmaya konduğu başlangıçta minik minik başladı ve günümüzde devasa boyutlara ulaştı… 2001 yılında tam bir ‘kredi kartı faciası’ yaşandı…

Bankalar, ilgililer, yetkililer ise bu konuda ‘görmemeye-işitmemeye-konuşmamaya’ yeminliymiş gibi üç maymunları oynamaya devam ediyorlar…

Neden?..

Nedenlerden sadece birini yazayım.

Bankalar asıl büyük gelirlerini adeta ‘tefeci faizi’ denebilecek bu ‘kredi kartı kartzedeleri’nden kazanıyorlarmış da ondan!..

*

“Batık kredi kartı miktarı”, çok değil, sadece 7 ay önce ne kadardı, biliyor musunuz?

592 TRİLYON lira.

Peki, ya bugün ne kadar?

1 KATRİLYON 93 TRİLYON lira!

Evet, evet; yanlış okumadınız: 1 KATRİLYON!..

Yani?

Sadece yedi ay zarfında ‘kredi kartı mağduru’ sayısı yüzde 85 artmış!..

*

‘I. Kredi Kartı Krizi’ ya da ‘I. Kredi Kartı Faciası’ ne zaman yaşandı?

2001 yılında…

Kaç kişi ‘Kredi Kartı Krizi’ yaşadı?

120 bin kişi…

Bugün ‘Kredi Kartı Krizi’ yaşayan kaç kişi?

800 BİN KİŞİ…

Türk aile yapısı ortalama beş kişiden oluştuğuna göre; tamı tamına 4 MİLYON KİŞİ her gün kapıya dayanacak ‘HACİZ’ memurlarını bekliyor… Bu kartzedelere onların yakın çevreleri ile birlikte ‘KEFİL’ olanları da eklerseniz; alın size 10 MİLYONLARCA KİŞİ!..

*

‘Kredi Kartı Krizi’ konusuna Ankara’dan bir ‘feryat’ ile; yani ATO Başkanı Sinan Aygün ile başladım… İstanbul’dan bir ‘feryat’ ile devam edeyim… İstanbul’da oturan iş adamı Cem Boyner demiş ki; “Şoktayız!.. Müşteriler ‘kredi kartı’ kullanmaya korkuyor…”

Ekonominin kriz zilleri her taraftan çalıyor…

Kimlere?..

Duyanlara, görenlere ve …

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Kredi Kartı Krizi’

Ya da ‘yüzde 100 soygun!’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.09.2005

Çok sevdiğim pek muhterem ‘iş adamı’ ve aynı zamanda birçok işyerine ‘danışmanlık’ yapan bir arkadaşım geçenlerde; “Ben her ay bütün kazancımı’ KREDİ KARTI FAİZLERİ’ne yatırıyorum!.. Ailecek nasıl geçindiğimizi ise ne sen sor, ne de ben söyleyeyim!..” demez mi?!.

Donup kalakaldım!..

Ne diyeceğimi şaşırdım…

Sadece “Sen de mi?!.” dediğimi hatırlıyorum…

*

‘Yüzde yüz soygun!’

Geçtiğimiz hafta Pazartesi günü Millî Gazete’nin 7. ekonomi sayfasındaki baş haber bu başlıkla çıktı: ‘Yüzde yüz soygun!’

Aynı haberin 1. sayfadan anons edilen kısmının başlığı ise şöyleydi: ‘Kredi kardı kâbusu’.

Evet; aynen öyle!

Ya ‘soygun’, ya ‘kâbus’ veya ‘kriz’

Ya da her ne derseniz, işte öyle bir şey…

*

Enflasyon ÜFE’de yıllık yüzde 7.91’e düştü…

Tüketici kredilerine aylık yüzde 1.35, yıllık yüzde 16.2 faiz uygulanıyor…

Hazine bonosunda vadeli mevduat faizi getirileri yıllık net yüzde 15-18 arasında…

Gecikme cezası yıllık yüzde 5-10 arasında değişiyor…

Bütün bunlara karşılık;

‘Kredi Kartı Faizleri’ ne kadar derseniz?

Tamı tamına yazıyorum:

Aylık yüzde 5.80 faiz uygulanıyor!..

Bileşik faiz ile yıllık YÜZDE 100 FAİZ anlamına geliyor!..

Yani, aynen Millî Gazete’nin dediği gibi;

‘Yüzde yüz soygun!’

*

Bu ne demek?

‘Kredi Kartı’ ile yaşamaya mahkum edilen ‘memur’a son olarak yıllık “yüzde 5-10 kuruş” zam yapıldı ama, bankalar kanalıyla “100 kuruş” olarak geri alınıyor!..

Ankara’daki ATO Başkanı Sinan Aygün bu konuda bakınız neler söylüyor:

Türkiye’de ‘kredi kartı’nın adı yüzde 100 iflas, yüzde 100 dram, yüzde 100 soygun

‘Kredi Kartı Sorunu’nda ilgili kurumların tümünün ağır ihmali var…

Hükümet işin ciddiyetinin farkında değil…

Meclis tatile çıktı… Tatile giden milletvekilleri Meclis’e ‘kartzede’ olarak geri dönecek…

Vatandaş ise tutunacak bir dal arıyor, icra kapılarında sürünüyor…”

*

Sadece asiller yani vatandaşlar değil, vekiller yani milletvekilleri de ‘kartzede’ ve ‘kredi kartı mağduru’ konumunda.

Önceki yazımda bankaların ‘yüzde 100 soygun’ mesabesindeki ‘kredi kartları’ sayesinde fahiş ‘faiz’ kazançları elde ettiklerini yazmıştım. Bankalar bugüne kadar yaptıkları ve bundan sonra yapmaya devam edecekleri kulislerle, kartzedelerin soyulup sömürülmesini engelleyecek ‘Kredi Kartları Kanunu’ çıkmasına engel olmaya devam edeceklerdir. Çünkü onlar kendileri açısından altın yumurtlayan tavuklarının kesilmesini istemeyeceklerdir.

Meclis mensubu milletvekillerimiz de ‘kredi kartı mağduru’ olduklarına göre, umulur ki bu soyguna ‘dur’ diyecek olan ‘Kredi Kartları Kanunu’ bir an önce çıkarılır… Derhal yürürlüğe girer… Böylece her gün ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yazısı karşısında oturan hükümetimiz ve sayın milletvekillerimiz görevlerini hatırlamış ve gereğini yapmış olurlar.

Ne dersiniz; Meclis, hükümet, milletvekilleri, diğer ilgililer kendilerine ve millete böyle bir iyilik yaparlar mı?.. Hep beraber bekleyip göreceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Kredi Kartı Krizi’

Ya da; [bizdeki]banka’ ile

tefeci’nin farkı [var mı?..]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.09.2005

Bankalar bir taraftan ülke ekonomisine yarar sağlarken, diğer taraftan zarar vermeye devam ediyor. Dün de yazdığım gibi; “Kredi Kartları Krizi” her an patlayabilir; ha patladı, ha patlayacak...

Başta meclis, hükümet, bakanlıklar ve bütün ilgililer ise bu kriz konusunda meşhur üç maymunları oynamaya devam ediyorlar! Ne zamana kadar? Görüldüğü kadarıyla, her halde milletin milyarlarca dolarının hortumlanmasına sebebiyet veren bir önceki “banka krizleri” benzeri krizler gerçekleşinceye kadar!.. Bu gerçeği bizden başkaları da görüyor ve “kral çıplak!” diyor; ama…

Zaman ekonomi yazarı Sami Uslu, bu meseleye “BANKA İLE TEFECİNİN FARKI” başlıklı yazısı ile çok yönlü boyutlarıyla dikkat çekmiş. Yazıyı, sadece vurgular yaparak siz değerli okurlarımın, ilgililerin ve ülkeyi yönettiklerini zanneden zavallıların dikkatine aynen sunuyorum.

“Bankaların ‘kredi kartı’ ve ‘bireysel krediler’de ‘aşırı faiz’ uygulaması beni, Türkiye’de ‘banka’ ile ‘tefeci’ farkını sorgulamaya yöneltiyor.

Tefecilik ilk çağlarda alacaklının kullandırdığı para için borçludan anapara dışında aldığı her miktardaki ücreti ifade ederdi. Faizin oranı ne olursa olsun, yapılan iş tefecilik sayılırdı.

Her türlü faizin tefecilik sayıldığı günler geçmişte kaldı. Bugün kredi işlemleri ticari bankaların inhisarı altında. Fakat dünyada tefecilik hâlâ ölmedi; ülkemizde ise son derece yaygın. Banka halktan para toplayan ve topladığı parayı şahıs ve şirketlere kredi olarak dağıtan kuruluştur. Banka fon toplama ve dağıtma yetkisini devletten alır. İşte bu husus banka ile tefeci arasındaki en büyük farkı oluşturuyor. Çünkü ‘tefeci’ yasadışı para ticareti yapar; ‘banka’ ise para ticaretini alenen ve resmen yapar. Bu durum tefeciliğin tarifini değiştirdi ve ‘tefeci’ aşırı faizle borç veren kimse [yani ‘banka’] demek oldu. Diğer taraftan, tefeci faizi deyimi, kreditör kuruluş tarafından tatbik edilen, makul haddin üzerindeki faiz oranını ifade etmekte. Bu noktada bankalarımızın ‘kredi kartı’ ve ‘bireysel krediler’e uyguladığı faiz oranını “tefeci faizi”nden başka bir şekilde deyimlendirmek için sözlükleri karıştırmak gerekiyor.

Hele, ‘kefil uygulaması’ asla kabul edilebilir gibi değil. Ödeme gücünün ne düzeyde olduğuna bakmaksızın, insanlara ‘kefil’ imzası attırmak ve haciz’ yoluyla onların hayatını karartmak ne bankaya yakışıyor ne de bankacılara. Ayrıca, bankacılık mevzuatına göre, kefil de borçlu gibi kredi kullanmış sayılır. Dolayısıyla, kefil üzerine onun ödeme gücünün üzerinde riske girmek ne derece yasaldır? Bunu banka hukukçularının dikkatine sunuyorum.

Ülkemizde enflasyon büyük fedakârlıklarla yüzde 7 civarına düşürüldü. İşçi zammı yüzde 10, memur zammı yüzde 5’i fazla aşmadı; böyle bir ortamda, kredi kartı bileşik faizleri yüzde 100’ü aşıyor. [!!!] Yani, bankalar halkı fakirleştirerek kazanç sağlıyor. Bankaların bu egoist tutumu ister istemez banka’nın ‘tefeci’den farklı olup olmadığını düşündürtüyor. Hâlbuki bankaya yakışan müşterisini ‘iş ortağı’ olarak görerek, ilişkiyi karşılıklı yarar prensibi esasına göre yürütmektir. Tefecinin çalışmasını yönlendiren faktörler arasında ahlâkın yeri yoktur. Buna mukabil, devletin verdiği fon toplama ve kullandırma izni sayesinde banka, en imtiyazlı kuruluş haline gelir. Bu nedenle, bankanın ahlâk kurallarına uygun şekilde çalışma konusundaki yükümlülüğü tartışmayı bile gerektirmez. Bu arada, bazı bankacıların, “Serbest piyasada mal fiyatları gibi kredi fiyatları da arz-talebe göre oluşur.” şeklindeki yaklaşımına fazla değer atfedemiyorum. Çünkü ‘kapitalist liberal sistem’in kendi haline bırakıldığında önemli haksızlıklar doğurduğu herkesin malumudur. Zaten, piyasanın bu özelliği bilindiği içindir ki, ABD dâhil, her ülkede devlet piyasayı düzenleyici önlemler alır. Bu vesileyle bankacılık sektörünün düzenlenmesinde neredeyse sınırsız yetkiyle donatılan BDDK’nın [yani hükümetin] olaya ağırlığını koyarak sorunu çözümlemesini beklediğimi belirtmek istiyorum. Makro açıdan baktığımızda: Bankaların tefeci mantığına doğru kaydıkları bir ülkede ‘tefeciliği’ önlemek mümkün müdür ve tefeciliğin engellenemediği bir memlekette ‘bankacılık’ ne kadar gelişebilir? Bu soruların olumlu yanıtı bulunmamaktadır.

Öte yandan, kısa vadede sadece azami kâra odaklanan şirketlerin orta-uzun vadede iflasa kadar sürüklendiği istatistikî bir gerçektir. Bugün, “ne olursa olsun kâr edeyim” diyen ‘bankalar’ hem kendilerinin hem de ekonomimizin geleceğini tehlikeye atmış olmuyorlar mı?” (Sami Uslu, Zaman, 7.9.2005)

Demek ki, gerçekleri bizden başka görenler de varmış.

 

 

***

 

 

 

 

 

Özelleştirme ve halk kuruluşları

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.09.2005

Gazetelerde ve dergilerde pek okunacak şey bul(a)mam, bu yüzden onları pek oku(ya)mam; şöyle bir bakar geçerim... Zaten onlar da okunmak için olmaktan ziyade, sadece bakılmak için çıkan mevkuteler değil midir?.. Büyük resimler, uydurma haberler ve sadece tenkitler… Bu yüzden sadece başlıklara bakarım; bazen dünyadan kopmamak için öylesine okurum...

Biz yazı yazamadığımız bir yayın organını okumayız, konuşamadığımız toplantılara da katılmayız... Neden?.. Çünkü okuyunca cevaplamamız lazım; ama cevaplarımızı yayınlamazlar!.. Dinlersek cevaplamamız gerek; ama konuşturmazlar!..

Solcuların elime geçen bir dergisinde “özelleştirme” başlığını okudum... İçeriğini okumaya çalıştım; okuyamadım!.. Çünkü, pek fazla bir şey yok; sadece ‘istemezük’ teraneleri var!.. İsyan ve ihtilal sloganlarından başka bir şey yok… Maksat özelleştirmeyi önlemek veya uygulanabilir sağlıklı çözümler önermek değil de, ülkenin varlıklarının heder olmasına hizmet etmek!.. Eskiden gerçek ‘solcular’ veya gerçek ‘halkçılar’ vardı; artık yoklar!..

Diğerlerini ise hiç sormayın, daha iyi; çünkü onlar hiç yoklar!..

“Millî Görüşçüler”den başka sadra şifa şeyler söyleyen, milletin malını muhafaza reçeteleri sunan ve derdine deva çözüm öneren -maalesef- yok!..

*

Oysa, yapılacak iş veya yapılacak tavsiye çok basittir:

İstanbul esnafı, Anadolu esnafı birleşip “halk kuruluşları/ şirketleri/ kooperatifleri/ ortaklıkları”nı kurmalıdır... “Özelleştirme” adı altında kamu kuruluşlarını yani KİT’leri küresel sermayeye peşkeş çekmek yerine; “özerkleştirmek” veya “halka arz etmek”

Bunu hep söylüyor ve nasıl yapılacağını da yazıyoruz; ama dinleyen yok!..

ERDEMİR özelleştirilecek…

Bir “ortaklık” kuralım, “hisse senedi” çıkaralım... Bir bankada hesap açtıralım... Hisse senedi versin, biz ona pay senedi verelim. 15 milyon İstanbul halkı, 75 milyon Türk halkı vardır...

TÜPRAŞ 4 milyara özelleştirilecek!..

İstanbul halkı olarak bu özelleştirmeye katılacaksak; demek ki TÜPRAŞ’ın 4 milyarını sağlamak için nüfus başına 250 YTL düşmektedir. Her ay nüfus başına 25 lira alsak, bir sene içinde dört milyar lira elde ederiz… Böylece ERDEMİR’i veya TÜPRAŞ’ı İstanbul halkı olarak satın alırız... Bu sayede milletin malı da milletin elinde kalmış olur…

Türk halkı olarak da buna talip olabiliriz… “Özelleştirme”yi 75 milyon Türkiye nüfusuna teşmil edersek, 250 YTL 50 YTL’ye veya daha aşağılara iner; nüfus başına mesela ayda sadece 5 YTL almak durumunda kalırız... Türk halkının bunu ödeyecek gücü vardır...

*

Türk halkı olarak ilk “özelleştirme operasyonu”nu gerçekleştirdikten sonra “hisse senetleri” alıp satmaya başlayacağız; kârsız olarak alacağız ve satacağız... Hisse senetleri arz ve talebe göre çok satılacak veya iade edilecektir... Böylece hisse senetlerini satarak yatırdığımız parayı geri almış oluruz… Onunla başka özelleştirilecek KİT’lere gideriz…

“Özelleştirmeler” bitince, elimizdeki sermaye ile “yeni tesisler” kurar, onların hisse senetlerini halka satarız... Halk tasarrufa alıştığı için gelirleri artacaktır... Dolayısıyla halk artık “yeni tesislerin hisse senetleri”ni alacaktır... Bu sayede ülkemizdeki “imar hareketi” devam edecektir...

İmar için “emek” gerekecektir... Gelir arttığı için “nüfus” da artacaktır... Böylece işyerleri çoğalacak, nüfus artacaktır... İşçi artacak, işyerleri çoğalacaktır... Bunların hepsi peş peşe ve bir arada gerçekleştirildiğinde, ülkemiz dünyanın en kalkınmış ve gelişmiş ülkelerinden biri olacaktır…

İşte gerçek “evrim” budur, gerçek “değişim” budur, gerçek “gelişme” budur, gerçek “adalet” budur, gerçek “kalkınma” budur... Yani; sadece sözde ‘adalet ve kalkınma’, sadece isimde ‘adalet ve kalkınma’ değildir…

*

Peki, neredeyse kırk yıldır bu dediklerimiz ve yazdıklarımız neden yapılmıyor?..

Aslında birileri tarafından da gayet iyi bilinen ve bizim de her vesileyle bıkıp usanmadan hatırlattığımız hakikatler neden uygulanmıyor?...

Bir bilen veya anlayan varsa beri gelsin…

Neden?!. Neden?!. Neden?!.

Allah bunları yapmayıp uygulamayanlara akıl ve insaf, milletimize de sabır ve feraset versin…

Selâm, sevgi, salât, duâ, duâ ile…

 

 

***

 

 

 

 

 

Özelleştirme ve “Rezalet…”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.09.2005

Dünya bugün 10 milyara yakın insanı beslemektedir. Sera tarımına geçersek bu miktar 20-30 milyarlara kadar çoğalır. Daha denizler bomboş... Yarın uzay tarımı başlayacak... Bugünkü teknoloji ile bile Güneş çevresi trilyonlarca nüfusu barındıracak kadar geniş... İleride hidrojen enerjisini kullanabildiğimiz zaman pratikte imkânlar adeta sonsuzlaşır... Allah’ın lütfu ve ikramı öylesine geniş ki…

Türkiye’mize gelelim.

Türkiye’de nüfus yoğunluğu kilometrekare başına 100’den azdır. Oysa Hollanda gibi Türkiye’den çok daha verimsiz olan ülkede nüfus yoğunluğu kilometrekarede 500 civarındadır. Yani, bugünkü şartlarda bile Türkiye 400-500 milyon insan besleyebilir. O halde arazi darlığı sorunu Türkiye için ancak bin sene sonra olabilir… Onu da bin sene sonra yaşayacak olanlar düşünsün…

Türkiye’de “ÖZELLEŞTİRME” konusunda sadece “halkın organizasyonuna” ve organize olmuş Türklerin yapacağı “halk operasyonlarına” gerek vardır. Türkiye bunları yapacak ve gerçekleştirecek her türlü imkâna sahiptir.

Peki, halkı kim organize edecektir?

-Dernekler, vakıflar, kooperatifler…

-Sendikalar, odalar, barolar…

-Siyasi partiler, tarikatlar…

-Belediyeler ve …

Bunların hepsi halkı organize ederler; edebilirler... Peki, bunlar bu organizasyon ve operasyonları neden yapmazlar?.. Bilgisizliklerinden!.. Cahilliklerinden!.. Bir de bizim hâlâ bilemediğimiz ve anlayamadığımız -ya da bilip de burada yazamadığımız- sebeplerden!..

*

“Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler” olarak yıllardır bunları uyarıyor, yapılması gerekenleri gündeme getiriyor; bu arada ve her fırsat verildiğinde de örnek olmak üzere en güzel şekilde yapıyoruz…

Sadece 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yaptıklarını hatırlamak yeter…

Peki, 54. Hükümet sonrasında neler oldu?..

Sadece hortumlama, talan, peşkeş ve …

Bakalım nereye kadar?!..

*

Bekir Coşkun, 17.09.2005 günü Hürriyet’teki köşesinde bakalım neler demiş?

Yazının başlığı: “REZALET…”

MALİYE Bakanı Kemal Abi ‘Soruyorum size, TÜPRAŞ’ı Koç mu daha iyi idare eder, yoksa biz mi?’ diye sordu. ‘Özelleştirme-Güzelleştirme’den yana olanlar hep birlikte ‘Koç daha iyi idare eder... Koç daha iyi idare eder...’ diye zıpladılar. Kemal Abi mutlandı… İşte ucu Yüce Divan’a kadar gidecek olan bir rezalet, tam o saatlerde patladı: Meğer TÜPRAŞ’ın yüzde 14.7’lik bir hissesini kamuoyundan gizli olarak, sessiz sedasız altı ay önce İsrailli işadamı Sami Ofer’e satmışlar. TÜPRAŞ önceki gün özelleştirilince Sami Ofer’in havadan yüzlerce milyon dolar para kazandığı ortaya çıktı. Anladığım kadarıyla Başbakan’ın ‘Yolsuzluklara damardan girdik, artık her şey şeffaf’ dediği günlerde, Sami Ofer ile kapıların arkasında anlaşılmış ve TÜPRAŞ’ın yüzde 14.7’si satılmış. Türkiye’nin haberi yok... Bunda şeffaflık var mı? / *

Kim bu Sami Ofer?.. Bakın İsrail Haaretz Gazetesi ‘Ofer sadece İsrail’de değil, tüm dünyada hükümetleri maymuna çevirmeyi bilirmanşetini attı, bizim daha ‘maymun’ olduğumuzdan haberimiz yokken. Arkadaşımız Çiğdem Toker dünkü Hürriyet’te Sami Ofer’e hisse satışının gizli-kapaklı ve mevzuata aykırı nasıl satıldığının öyküsünü aktardı. Vatan Gazetesi ise dün Sami Ofer’in oğlunun 23 Ocak 2004’te Davos Viktoria Otel’de Kemal Unakıtan ile, aynı gün Rinhaldi Otel’de Başbakan Erdoğan ile görüştüğünü yazdı. Doğru mu?.. / *

Bence Meclis Soruşturması gerekiyor. Er-geç Yüce Divan’a uzanır bu iş. Türkiye’yi yönetmeye kalkan, ama Türkiye’nin milyonda biri TÜPRAŞ’ı ‘Koç bizden daha iyi idare eder’ diyerek, farkında olmadan yeteneksizliklerini ve beceriksizliklerini itiraf eden Maliye Bakanı Kemal Abi aslında haklıydı. Bunlar Türkiye’yi yönetemezler. Yahudi işadamları ile otel odalarında iş bağlamak ile…”

Beyler!

Çok pervasız gidiyorsunuz, çok!..

Bakalım nereye kadar?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

“ERMENİ SOYKIRIMI” mı dediniz?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.09.2005

Tarihte savaşlar olmuş, mağlup olan uluslar çoğu zaman galiplere vergi vererek yaşamışlardır. Bazıları asimile olmuşlar, bazıları ülkelerini terk etmişler, bazıları da öldürülerek yok edilmişlerdir. İşte bu son kısma “soykırım” denir; bir soy öldürülerek yok edilirse “soykırım” olur.

Tarihin yakında tesbit ettiği en büyük soykırımı İspanya’da olmuştur. İspanya Müslüman Araplarının şimdi orada torunları yoktur. Oysa Avrupa’nın uyanmasını sağlayan ve onları bugünkü uygarlığa hazırlayan Endülüs yani İspanya Müslüman Arapları olmuştur.

Son olarak Bosna ve Kosova’da yapılan soykırım, her halde başka bir kıtada, başka bir dünyada, başka bir gezegende değil; Avrupa’nın göbeğinde yapıldı. Avrupalılar ve AP/Avrupa Parlamentosu dünyada soykırım yapanları arıyorsa, aynaya bakmaları yeterlidir!..

Ama herhalde insanlık tarihinde gelmiş geçmiş en büyük soykırımı Amerika’da yapılmıştır. Kuzey ve Güney Amerika kıtaları baştan sona tarih dönemine kadar gelmiş milyarlara varabilecek iki kıta halkı Avrupalılar tarafından öldürülerek yok edilmişlerdir. Aztek ve İnka gibi büyük uygarlıkların şimdi sadece numunelik köyleri kalmıştır…

Soykırımına girişilmiş ama başarılamamış üçüncü büyük soykırım olayı Sovyetler eliyle yapılmıştır. Kırk milyon insan Sovyet ihtilali sonrası öldürülmüş ama soykırımı olmamıştır. Çünkü Sovyet halkları hâlâ yaşıyorlar. Zalim Sovyet yöneticileri Ahıskalı Türkleri hayvan vagonlarına doldurmuş ve Sovyetlerin her tarafına dağıtmış, bunların yarısı yolda ölmüş, cesetleri vagonlardan ata ata gitmişler… Ama şimdi yarım milyon nüfusları ile Ahıskalılar değişik ülkelerde yaşıyorlar…

*

ERMENİLER ve RUMLAR Anadolu’da Müslümanlara karşı soykırımına girişmişler… Savaşılmış ve cephede mağlup olmuşlar… Sonra Anadolu’dan tehcir edilmişlerdir.

Tehcir savaşın en meşru sonucudur. Tehcir hiçbir zaman soykırım değildir.

Bizans İmparatorluğu yıkılmış, ondan fazla devlet kurulmuştur…

Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, ondan fazla devlet kurulmuştur…

İstiklâl Savaşı ile yedi düvele karşı zaferimizi kazandık, iç ve dış düşmanlarımızı yendik, yeni devletimizi kurduk… Lozan’da hesaplaşılmış ve barışa gidilmiştir...

Biz Osmanlıların vârisi olabiliriz ama hiçbir zaman Osmanlı Devleti’nin devamı değiliz. Biz mağlup değil galip devletiz. Osmanlıların yaptıklarından bizim hiçbir sorumluluğumuz kalmamıştır, İstiklâl Savaşı ve Lozan’la hesaplaşmış bulunuyoruz.

O hesap, o günkü hesaplaşma bitti.

*

Şimdi Sovyetler kırk milyon insanı öldürdü diye bunun hesabını Ruslar mı ödeyecek?.. Peki, -bu mantıkla hareket edilecekse- Ruslara kim hesap ödeyecek?!.

Rum/Yunan ve Ermeni devletleri de Osmanlı toprakları üzerinde kuruldu. Onlar da mirasçı oldular. O zaman onlar da hesap versinler!..

Türklerin imparatorluğunu Meşrutiyetçiler yıktılar; sizin yandaşlarınız yıktılar; siz yıktınız. Eğer suçlu varsa, imparatorluğa karşı ayaklandıranlar, yani Avrupalılar, yani Batı’dır… Ve de ayaklananlar yani Ermeniler ve Rumlar yıktılar…

Türkiye Meşrutiyet zamanında toplu tehcir yapmadı, sadece isyan eden halkı tehcir etti…

Bu muhakeme, bu anlayış, bu çatışma çıkar yol olmamaktadır.

*

Yapılan veya yapılmak istenen nedir?

Amerika’daki Yahudilerin sermayesi insanlığın hukukunu çarpıtarak idamı kaldırmaktadır. Hapishaneleri lüks otellere çevirmekte, savaş bittikten sonra savaş suçluları icat etmekte, “tehcir”i de “soykırım” şeklinde kabul ettirerek tüm insanları huzursuz ve gayrimeşru hâle getirmekte, böylece anarşi ve terör içine soktuğu insanlığı sahte para, emeksiz karşılıksız para, özelleştirme palavraları, küreselleşme kandırmacaları ile yönetmek istemektedir…

Zavallı Amerikalıları ve Avrupalılar da Yahudilerin bu fitnelerine âlet olmakta veya en azından âlet edilmek istenmektedir. Osmanlıların sözde soykırımını meclislerinden geçirdiği zaman ABD kendi idam sehpasını kurmuş olur. Çünkü Kızılderililere Amerika’yı teslim etse yine yaptığı soykırımı ödeyemez. Aynı şekilde AP veya AB yani Avrupa ülkeleri de eski hesapları fazla karıştırmasınlar, aksi halde kendileri zararlı çıkarlar…

Çağımızda hangi ülke vardır ki bugün ana yurtlarında oturmaktadır?..

*

Türkiye’nin yapacağı iş nedir?

Türkiye Süleyman Demirel’in dediği gibi; ‘kırmışsa kırmıştır, iyi etmiştir’ deyip geçecek. Uluslararası siyasette hukuk ve hak savunulamaz. Güçlü isen haklısındır. Batı mantığı budur. Sıra bize gelince çarpık hukuk, sıra onlara gelince güç ve silah! Korkunun ecele çaresi yoktur.

Evet, biz yendik ve bu topraklar bizim.

Gözünüz kesiyorsa yine gelin, yenin, sizin olsun!

Onun dışında söylenecek hiçbir söz onları susturamaz.

Ne Yunanlılar yani Rumlar, ne de Ermeniler Türkiye’ye gelemezler…

Belki Yahudi kışkırtmalarına kapılır ve harekete geçme yanılgısına düşerler. O zaman Erivan da bizim olur, Atina da! Biz ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesiyle Türkiye dışında olan topraklardaki haklarımızdan vazgeçmiş bulunuyoruz. Ama eğer savunma durumunda olursak hakkımızı sonuna kadar kullanırız. Sizi kışkırtanlar ve bize karşı isyan etmenize sebebiyet verenler daha sonra sizi elimizden kurtar(a)madılar; şimdi veya daha sonra da kurtarmazlar…

Biz Anadolu’yu masa başında kazanmadık…

Meclislerinizde parmak kaldırarak karar almayın; gücünüz ve cesaretiniz yetiyorsa tekrar gelin, Çanakkale’de, Sakarya’da veya beğendiğiniz yerde gömülün!..

İşte o kadar!

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2005 Yazıları
1-2005 Ocak
1359 Okunma
2-2005 Şubat
1297 Okunma
3-2005 Mart
1410 Okunma
4-2005 Nisan
1165 Okunma
5-2005 Mayıs
1100 Okunma
6-2005 Haziran
1127 Okunma
7-2005 Temmuz
1352 Okunma
8-2005 Ağustos
1286 Okunma
9-2005 Eylül
1226 Okunma
10-2005 Ekim
1188 Okunma
11-2005 Kasım
1212 Okunma
12-2005 Aralık
1121 Okunma