ADİL
EKONOMİK DÜZEN
GÜNLÜK KÖŞE YAZILARI
2005
İKİNCİ KİTAP
REŞAT NURİ EROL
T A K D İ M
İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.
YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.
İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.
YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.
HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.
İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.
Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:
a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.
b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.
c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.
d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.
Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...
Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.
Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.
Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.
*
1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...
NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...
Açıkça ifade ediyorum;
Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.
İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.
*
REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.
ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.
Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.
OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.
*
REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.
Bu durum sakın sizi yanıltmasın.
YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.
Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.
BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...
MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...
REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…
BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...
KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...
Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...
Süleyman KARAGÜLLE
***
MEDHAL / ÖNSÖZ
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?
Her gün karşılaştığım insanlar soruyorlar, hemen hemen her gün gelen sorularla soruyorlar, gittiğim yerlerde soruyorlar, çeşitli şekillerde soruyorlar:
- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?
Dünkü yazımda ve bundan önce bu köşede yazdığım pek çok yazıda, ayrıca kırk kusur yıldan beri yazdığımız kırk bin sayfada ve kitaplarımızda bu soruya “cevap/lar” verdik…
Dün, bir kere daha “Adil Ekonomik Düzen nedir?” sorusunun cevabını verdik…
Bugün de “ADİL DÜZEN nedir?” sorusunun cevabını -bir kere daha- verelim…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” -her şeyden önce- ilâhi mesajları bugünkü müspet ilmin ışığında yorumlayarak günümüzün sorunlarını çözme çalışmasıdır...
1967 yılında İzmir’de kurulmuş “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”nin ve 2000 yılında İstanbul’da kurulmuş olan “Akevler İstanbul Konut-Yapı” ve “Akevler İstanbul Tüketim” kooperatiflerinin ilmî çalışma sonuçlarının Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından benimsenen ve bütün insanlığa duyurulan siyasi bir programdır...
Bu girizgâh ve tanımlamalardan sonra konuyu biraz daha açıp berraklaştıralım…
1) KUR’AN SON KİTAPTIR. Dille ve yorumlama usulü ile bize ulaşmıştır. Kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu kendisi ispat eder. Sözleri 14 asır öncesinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma gelmiş ve bize mütevatiren ulaşmıştır; manâsı ise Allah tarafından icma ve içtihatlarla kıyamete kadar yeniden inzâl olunmaktadır. Dolayısıyla hiç eskimez, daima yenidir, daima canlıdır, daima sorun çözücüdür. Onda günü geçen hükümler yoktur.
2) AKEVLER’İN “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ÇALIŞMALARI İstanbul’da her gün (her akşam) devam etmektedir:
a) Her hafta yayımlanan “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” yani tefsir çalışmaları (www.akevler.org sitemizin “Seminerler” kısmında) notları…
b) “RÛHU’L-KUR’AN” adı altında Kur’an Arapçasının çok geniş ve detaylı dil, fıkıh, müçtehit yetişme/yetiştirme altyapısı oluşturma vs. çalışmaları…
c) “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve Kur’ânî delilleri… (Çalışmalarımızın bir kısmı “YENİ ANAYASAYA GEÇİŞ ÖNERİSİ / Anayasal Sistemde Ortak Görüş Arayışı” ismiyle kitap olarak 2012 yılında yayımlandı.)
d) “ADİL DÜZEN MUHASEBESİ” üzerinde çalışmalar...
e) Ve 1967 yılından beri sürdürülen İLMÎ VE AMELÎ diğer çalışmalarımız…
3) KUR’AN’A GÖRE; İNSANIN İLMÎ, DİNÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI (EVLİYALARI) VARDIR. Yönetimi bunlar oluşturur. İnsanlıkta “DEVLETLER, İLLER, BUCAKLAR VE OCAKLAR” vardır; hakemlerden oluşmuş yargı vardır, yargı kararlarına uymayanlar mü’min değildir.
4) KUR’AN’DAN BU HÜKÜMLERİ ÇIKARABİLMEMİZ İÇİN KELİMELERİN FIKIHÇILAR TARAFINDAN DA KABUL EDİLEN ISTILAHÎ MANÂLARINI KULLANIYORUZ:
Allah= Topluluk, Resûl= Başkan, Salât= Toplantı, Zekât= Vergi, Velî= Dayanışma sorumlusu, Evliyâ= Dayanışma ortakları (Sosyal Sigorta); Nâs= İnsanlar (bugün yaşayanlar), Âdemoğulları= İnsanlık (Hz. Âdem’den kıyamete kadar), Kavm= Devlet; Şa’b= İl, Kabile= Bucak, Aşiret= Ocak (apartman yönetimi), Mısr= Kıta merkezi (Kıtalar Çin, Hint), Medîne= Bölge, Belde= İlçe, Karye= Semt (köy), Beyt= Ev; Hamd= Rant (emeksiz doğan değer), DİN= DÜZEN; Şir’a= Yasama, Minhac= Yargı, Viche= Yönetim, Mensek= Yürütme; Vezir= Bakan, Ülu’l-emr= Yönetici, Zi’l-kurba= Emekliler, Âmilîn= Görevliler, Garimîn= İflas edenler, Müellefe-i kulûb= Sanatkârlar, Âlimler…
Bunlar (bu örnekler) BİZİM kelimelere verdiğimiz manâ ve tanımlardır...
Siz başka manâ ve tanımlar verebilir, Kur’an’ı baştan sonuna kadar öyle yorumlar, siz de aynen bizim gibi bir “sistem/düzen” oluşturursunuz...
Bu “sistem/düzen” tüm “sosyal sorunları” çözer...
Mezheplerin yaptıkları budur...
Her bucak kendi icma ve içtihatlarını uygular...
Sonunda elenirler ve sadece birkaç mezhep veya ekol kalır...
Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuş, kelimelerin tanımları yapılmamıştır.
Tanımlar içtihatlara bırakılmış, mezhepler oluşmuş; mahallî icmalara bırakılmış, değişik bucaklar oluşmuştur.
Kur’an böylece her asra ve her şarta uymakta ve insanların sorunlarını çözmektedir.
Kur’an’ı bu şekilde sorunları çözen “KİTAP” olarak kabul ettiğimize göre aramızda fark kalmamıştır. Bundan sonra tartışacağımız sadece onu nasıl anlayacağımızdır.
TEMEL PRENSİP ŞUDUR: Kur’an insanların bütün sorunlarını çözer; bunu kabul edenler Kur’an ehlidir. Bunlar Kur’an’ı anlarken birbirlerine yardım ederler.
Ortak çözümlere “İCMA”, anlaşamadıkları çözümlere “İÇTİHAT” diyoruz.
İcmalarda birlikte hareket edilir, içtihatlarda herkes kendi içtihadına göre hareket eder. İçtihatlar ortalama 5000 nüfuslu bucaklar seviyesinde yapılır. Bucağın icmalarına uymak istemeyen o bucaktan ayrılma (Hicret Demokrasisi) durumundadır...
Reşat Nuri EROL
***
OCAK 2005
MERHABA!(*)
REŞAT NURİ EROL
07.12.2003
- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”
- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”
- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”
- Bütün insanlara da; “MERHABA!”
0-08 yaş dönemimde, memleketlerim “Kosova” ve “Sancak”ta(Bosna), şifahi bilgi ve kültürün ana kaynağı büyüklerimi dinlemeye bayılırdım. Küçük çocuklar “oda” denen salona alınmazdı; ama ben fırsatını bulup bir köşeye ilişir, yaşlı komşu ve akrabalarımızın sohbetlerini zevkle dinlerdim. İlginç olan, gerçekten “komşu” gibi komşu olduğumuz “Hıristiyan komşularımız”ın da olmasıydı. Balkanlar’da savaş hiç bitmez. Büyükler sohbetlerde savaş anılarını da anlatırlardı. Mesela, babam 4-5 yıl boyunca II. Dünya Savaşı’nın Almanya, Fransa ve Balkanlar’daki bütün cephelerinde savaşmıştır. Son Bosna ve Kosova katliamları ise zaten hepimiz için tazeliğini koruyor. İşte bu ve benzeri savaşlarda, “iyi komşular” birbirlerini koruyup kollar; hem de Müslüman-Hıristiyan komşusunu veya Hıristiyan-Müslüman komşusunu kollar. Nasıl mı? Anlatayım. Saldıran taraf Hıristiyan ise Müslüman komşular Hıristiyan evinde gizlenir; aksi durumlarda da Hıristiyan komşular Müslüman komşusunun himayesinde onun evinde gizlenir. Böylece “komşuluk” veya “kapı komşuluğu” böylesine zor zamanda “can yoldaşı” seviyesine çıkar. Ben “komşuluk” kelimesini ilk böyle bildim ve tanıdım.
10’lu yaşlarımda, Türkiye’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyüklükteki “Edirne Kara Sınırı Kapısı Kapıkule”den memlekete müteveccihen çıkarken, “Hoş geldin be komşo!” deyişi ile karşılaştım. Garip, ama gerçekti. Bulgar gümrük memurları bizi “komşu” olarak karşılıyordu. Demek ki, ülkeler de “komşu” oluyormuş. Böylece bir yaşıma daha girdim. Sonra ortaokul ve lise yıllarımda, evde ve okulda, “komşuluk hakkı”nı öğrendim. Hazreti Peygamber bile, “komşunun komşuya nerdeyse mirasçı olacağını” belirtmiş. Ama komşulukla ilgili şu hadis bana hep çok daha çarpıcı gelir: “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” “Bizden değildir” yani “Müslüman değildir”!..
20’li yaşlarımın hemen başında, yüksek tahsil için gittiğim Almanya’da Hıristiyan dostlarım ve arkadaşlarım, yani “komşularım” oldu. Tahsil, ticaret, siyaset, sosyal faaliyetler sayesinde, zamanla o kadar çok ve çeşitli insan tanımaya başladım ki; Türkiye’nin içinden ve dışından gelenlerle, ne kadar çok komşularımızın olduğunu anladım. Balkan ülkelerinden ve Kafkaslardan gelenler, mübadeleler, iç ve dış göçlerle bir araya toplananlarla karışan ve kaynaşan insanlar, “o yöre, ülke ve bölgelerin komşuluğunu” da beraberlerinde getiriyorlardı. Nitekim “Türkiye’ye komşu” coğrafyalardan gelen arkadaşlarımla o yıllarda kurduğum dostluklar veya komşuluklar hâlâ devam ediyor…
30’lu yaşlarımın yine hemen başında, Arapça tahsili için Arabistan’a gittim ve tam yedi yıl kaldım. Evet; gittim, kaldım, yıllarca bizzat yaşadım ve gördüm ki; dünya, Türkiye ve çevresinden ibaret değilmiş!.. Riyad Üniversitesi’nde, dünyanın kırk ülkesinden arkadaşlarım oldu. Mekke ve Medine’ye hac veya umre için her gidişimde ise yetmiş-yedi milleti bir arada gördüm ve her seferinde adeta küçük mahşeri yaşadım. Meğer dünya ne kadar geniş, “dünyalı komşularımız” ne kadar da çokmuş…
40’lı yaşlar insanın olgunluk ve kemâl yaşları olur ya; bu yaşlarda edindiğim bilgi ve tecrübeleri sentez etmeye başladım. Her konudaki bilgilerimi Kur’an süzgecinden geçirmeyi öğrendim. Kur’an diyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve TANIŞASINIZ diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” [Hucurât(49);13] Kâinat çok büyük ve bu büyüklükteki âlemde dünyamız, deryada adeta bir damla. İşte bu küçücük dünyada altı/yedi milyar insan yaşıyor. Ayrı aile, kabile ve ülkelerde yaşasak da; bu ayrılık sadece “tanışmak” ve “komşu” olmak için veya komşu olup tanışmak için...
Globalleşen, küreselleşen ve artık bir köy kadar küçülen dünyamızda “komşuluk” daha bir önem kazandı. Mezopotamya dönemi, Nuh Tufanı sonrası dönem ve şimdi yaşamakta olduğumuz dönem insanlık için artık “tarih” oluyor. Yeni bir hayat, yeni bir dünya, yeni bir yaşam şekli, yani “şehir hayatı” yaşar olduk. Peki, bu şehir hayatının şekli, şemali, sistemi, düzeni nasıl olacak? Bunu düşünen, bilen, çözen var mı?..
Büyüyen ve değişen, ama bir o kadar da küçülen “yeni bir dünyamız” var. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. İşte bu yeni dünyada, oturduğumuz apartmandaki “kapı komşularımızı” tanımasak(!) bile; bilgi ve iletişim çağının tv vs iletişim araçları ile evimizin içine kadar soktuğu diğer “dünyalı komşularımızı” her an görüyor, dinliyor ve tanıyoruz!.. Yoksa, tanımıyor muyuz?!.
Her gün haberlerle dünyanın dört bir tarafından evimizin içinde arz-ı endam edip cirit atan işte bu “dünyalı komşularımız” ile artık daha yakından tanışma zamanı gelmedi mi?..
Gelmesine geldi de...
Evet; onları, ülkelerini, bölgelerini ve dünyalarını; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal hayatlarını tanımak, tanışmak, tanış olmak… Dertlerini dinlemek ve derman olmak… Sorunlarına çare ve çözümler üretmek…
Yukarıdaki Kur’an âyeti “Ey İNSANLAR!” hitabı ile başlıyor...
Küçülen, bir köy kadar küçülen dünyamızda, artık “her insan komşumuz” mesabesinde. Hadis; komşusu aç yatarken, onun derdiyle ilgilenmeyenin “Müslüman” olmadığını söylüyor. Dertler de bir değil ki; maddî açlık çekenler var... Maddî sıkıntısı olmadığı halde, manevî açlık çekenler var...
Hz. İsa’nın havarileri ve Hz. Peygamber’in sahabeleri, kendi çağlarındaki şartlarda, dünyanın dört bir tarafında insanların imdadına yetişmişler…
Artık peygamberler de gelmeyecek...
Evet; iş başa kaldı, sorunlarımızı kendimiz çözeceğiz...
Öyleyse kendi sorunlarımızı kendimiz çözmek için daha ne bekliyoruz?!.
***
Yazımın hemen başında “MERHABA!” dedim ya...
Evet; birinci kitabın başında “MERHABA!” dedim ya…
Şimdi de ikinci kitapla yeniden “MERHABA!” diyorum...
Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”
Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”
Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”
Bütün insanlara da; “MERHABA!”
-----------------------------------------
(*) “MERHABA!” yazısını bilgisayarıma arşivlerken “İLK YAZI” demişim ama aslında benim/bizim Millî Gazete ile tanışıklığım/ız yukarıda sözünü ettiğim 20’li yaşlarımın hemen başına yani Millî Gazete’nin yayına başladığı ilk güne kadar dayanıyor. O zaman İzmir’de TEK YOL dergisini yayımlıyorduk ve kendiliğinden kendimizi gazetenin ikinci sayfasındaki günlük “TEK YOL” köşesinde buluverdik! Ayrıca gazetemizin İzmir ve Ege Bölgesi Temsilcisi oluverdik!..
1975 yılında MSP, Millî Görüş ve Millî Gazete çalışanları olarak Ege’yi ve Türkiye’yi taradığımız “Ve Zafer Yakındır” hamlesini 15 günlük tam sayfalık bir dizi yazısı yapmıştım...
Yine 1975 yılındaki bir gazete makalemde geçen “İslâm’ın sosyal adalet ve eşitlik esaslarına dayalı yeni bir düzen kurmak zorundayız.” cümlesi sebebiyle, o zamanki meşhur 163. maddeye istinaden İzmir ve İstanbul ağır ceza mahkemelerinde yargılandım!..
Dikkat edilirse, daha başlangıçta ve o yıllardaki yazılarımızda “YENİ BİR DÜZEN” diyor idiysek, demek ki “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” çalışmalarımızı o zaman başlatmışız demektir; delili ve belgesi de o zamanki Millî Gazete arşivi ve Türkiye Cumhuriyeti İzmir ve İstanbul mahkemeleri!..
Millî Gazete’de yaklaşık iki yıl önce başlayan yeni yayın döneminde köşeme isim vermem istendiğinde hiç tereddütsüz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” deyiverdim!..
İstanbul, 29 Ekim 2012
***
KUR’AN VE AVRUPA BİRLİĞİ (I)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
31.12.2004
Gazetemizde 19 Aralık 2004 tarihinde yayımlanan ve olumlu tepkiler alan “Avrupa Birliği’ne ‘HAYIR!’ Neden?” başlıklı yazımda bu ‘HAYIR’ın gerekçelerini yazmış, ama bu arada alternatif çözümler ve teklifler de yazmıştım.
Geçmiş yıllarda olduğu kadar, bugün ve gelecek yıllarda hep gündemimizde olacak olan bu önemli konu ile ilgili alternatif çözüm ve tekliflerimin sadece birinci maddesini tekrar hatırlayalım:
“Peki, alternatifimiz nedir?
Alternatifimiz, ‘tarafsız’ olmaktır.
Çünkü biz İslâmiyet’i temsil ediyoruz.
Kur’an diyor ki;
“Siz hayırlı ümmetsiniz. Bütün insanlar için çıkarıldınız. Marufu (iyiliği) emreder, münkeri (kötülüğü) nehy edersiniz.” (Kur’an;Âli İmrân[3], 110)
1. Bizim “Avrupa Birliği”ne girebilmemiz için tek şartımız vardır.
Avrupa önce ‘Gerçek Hıristiyanlığı’ kabul edecek. Sonra Hıristiyanlar da şeriat olarak Tevrat’ı bırakıp Kur’an’ı kabul edecekler. Bu kabul dinlerine zarar vermez. Çünkü Tevrat zaten kendi şeriatları değildir, ariyeten yani emaneten kullanmaktadırlar. İncil de Kur’an’a uyulması gerektiğini emretmektedir. Aslında Tevrat ile Kur’an arasında esasta şeriat bakımından fark yoktur, sadece Kur’an içtihat ve icma sistemini kabul etmiştir. Kur’an bu sayede her devre ve zamana uyar. Tevrat ise yalnız İsrail oğullarına o gün için şeriat idi.”
Sonuç olarak alternatif çözüm ve tekliflerimi şu cümlelerle sona erdirmiştim:
“Hâsılı, Avrupa Birliği’ne girebilmemiz için; Avrupa’nın adil düzeni, şeriat düzenini, Kur’an düzenini, İslâm düzenini, Hak düzenini yani gerçek demokrasi ve lâikliği, halkın kendi kendisini yönetmesini ve yerel yönetimleri kabul etmesi gerekir. Bu düzen aynı zamanda (muharref olmayan yani tahrif edilmemiş bulunan) İncil düzenidir, Tevrat düzenidir.”
Sadece bugünlerde değil, önümüzdeki nice uzun yıllarda hep gündemimizde bulunacak olan konuyu biraz daha açmamız ve alternatif tekliflerimizi biraz daha açıklamamız gerekiyor. Çünkü sadece bizler değil, Avrupalılar da bu konuda çıkmaz içindedirler ve çözüm üretememektedirler. Kırk yıldır bizi AB’ye almayıp oyalamalarının ana sebebi de budur. Çare ve çözüm bulamadıkları veya biz onlara alternatif çare ve çözümler sunamadığımız sürece, bir kırk yıl daha bizi Avrupa Birliği’ne almayacak ve sadece oyalayacaklardır.
Avrupalıların kırk yıldır bizleri neden oyaladıklarını ve bundan sonra da neden oyalayacaklarını 23-24-25 Aralık tarihlerinde gazetemizde yayımlanan yazılarımda detaylı olarak izah etmiştim.
Şimdi de Müslümanlar olarak müsbet ilim yanında meseleyi Kur’an açısından anlamaya, açıklık kazandırmaya ve derinleştirmeye çalışalım. Çünkü önümüzdeki yıllarda hem Türkiye’de Müslümanlar, hem de Avrupa’da Hıristiyanlar ülkelerini yönetme konusunda daha etkin olacaklardır. Avrupa Birliği’nin en önemli motor ülkelerinin başında gelen Almanya’da ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde, kamuoyu araştırmalarına dayandırılarak yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, önümüzdeki dönemde kesin olarak Hıristiyanların iktidar olacağı yorumları yapılmaktadır.
Kur’an’da, Hazreti İsa’ya tâbi olanların kıyamete kadar küfretmiş olan kimselerin fevkinde tutulacağı ifade edilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“Allah buyurmuştur ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni kâfirlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” (Kur’an;Âl-i İmrân[3],55)
Buradan şu anlaşılmaktadır; kıyamete kadar yeryüzünün süper gücü devamlı olarak Gerçek Hıristiyanlar ve Müslümanlar olacaklardır. Çünkü dünyada Hazreti İsa aleyhisselâmı peygamber olarak tanıyan yalnız Müslümanlar ve Gerçek Hıristiyanlar vardır.
Kur’an’ın verdiği haber I. Kur’an Uygarlığı döneminde gerçekleşmiştir.
Önce Arap müşrikleri yenilmiş ve tarihten silinmişlerdir…
Sonra İranlılar (Persler) yenilmiş ve tarihten silinmişlerdir…
Daha sonra 751’de insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan Orta Asya’daki Talas Savaşı’nda Çinliler yenilmiş ve sedlerinin arkasına çekilmişlerdir...
Amerika’nın keşfinden sonra dünyanın her tarafı Hıristiyanlar tarafından işgal edilmiş ve 20’inci yüzyılda dünyada Hıristiyanlar hükümran olmuşlardır.
İslâmiyet’in zuhur edip dünyaya yayıldığı asırdaki gelişmeye benzer bir şekilde çağımızda da Komünizm, ya da ateizm yani dinsizlik ancak 70 yıl tutunabilmiş ve artık İslâmiyet’in önü açılmıştır.
“Avrupa Birliği” Müslüman ve Hıristiyanlar tarafından kurulan “İslâm ve Hıristiyan Birliği”, yani Müslüman ve Hıristiyanların işbirliği şeklinde anlaşılıyorsa; “III. Bin Yıl Kur’an Uygarlığı”nın bunlar tarafından yani Müslümanların da içinde olduğu ‘Avrupa Birliği’ tarafından kurulacağında şüphe kalmaz.
‘Hakka Dayalı Uygarlık’ bunlar tarafından yani Müslümanlar ve Gerçek Hıristiyanlar tarafından kurulursa; ‘Kuvvet Uygarlığı’ da ABD ile diğer Çin ve Hint uygarlıklarına kalabilir.
***
KUR’AN VE AVRUPA BİRLİĞİ (II)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.01.2005
Müslümanlar Hıristiyanlardan yani Avrupalılardan sadece tarihte değil, bugün bile birçok yönden üstündürler. Bu üstünlükleri hâlen devam etmektedir. Elbette Kur’an’ın da ifade ettiği üzere Hıristiyanların kâfirlere karşı sadece bugün değil, kıyamete kadar devam edecek olan üstünlükleri vardır. Dünkü yazımda ifade ettiğim bu gerçeği bugün bir kere daha hatırlayalım:
“Allah buyurmuştur ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni kâfirlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” (Kur’an;Âl-i İmrân[3],55)
Ancak, yine Kur’an’dan öğreniyoruz ki, Allah indindeki din yani düzen ‘İslâm’dır.
“Din/ düzen Allah’ın indinde İslâm’dır.” (Kur’an;Âl-i İmrân Sûresi[3],19)
Ey insanlar, siz yanlış biliyor ve yanlış yapıyorsunuz; Allah’ın indinde din yani düzen ‘savaş’ değil ‘silm, barış, İslâm’dır. Savaş barışın korunması içindir. Allah barışın korunması için savaşı meşru yapmıştır.
Diktatörler bunun için din ve İslâm düşmanıdır. Çünkü kendileri dindarlara söz geçiremez olurlar ve hükmedemezler. Sömürü sermayesinin din ve İslâm düşmanlığı da buradan gelir. Allah’a inananlar sadece O’nun azîz ve hakîm olduğunu bilecekleri için sömürücüler onları sömürmeyeceklerdir.
“Din” ‘deyn’ yani ‘borç’ kelimesi ile akrabadır. Hak ve görev anlamına gelir. “Düzen” görevler üzerine kurulduğu için “din” sözü ile ifade edilmiştir. Fıkıh da zaten budur; kişinin görev ve hakları bilmesidir.
“Din” “düzen” demektir. “İslâm” da “barış” demektir. Allah’ın indinde “düzen” “barış”tır.
“Allah’ın indinde” demek, Allah için makbul olan ve istenen demektir. Allah’ın indinde din/ düzen İslâm’dır, barıştır; savaş değildir. Düzen barış düzenidir. Savaş ise sadece barış düzeninin korunması içindir.
Tarihte ve günümüzde devletler vardır ki, onlar için ‘savaş’ asıldır; sadece zaman kazanmak için ‘barış’ yapılır; fırsat bulunca da saldırılır! ABD, Osmanlıları örnek alarak dünyaya fırsat bulunca saldırıyor.
Oysa Osmanlılar Şeyhülislâmdan fetva almadan hiçbir savaş yapmadı… Osmanlılar işgal ettikleri yerlerde asla baskı uygulamadı... Osmanlılar oralara barışı götürmek için hareket etti, sonra da geri çekildi...
Müslümanlar bu ve benzeri sebeplerden dolayı Batılılardan üstündür.
***
Müslümanların üstün taraflarını maddeler hâlinde hatırlayalım.
1. Müslümanlar ‘din’de Avrupalılardan ve Batılılardan üstündürler.
Bunu birçok bakımdan karşılaştırabiliriz. Hıristiyanların şeriatları olmadığı halde, Müslümanların çağımızın ihtiyaçlarına cevap verecek şeriatları vardır.
Kur’an ile İncil karşılaştırıldığı zaman Kur’an’ın üstünlüğü hemen ortaya çıkar.
Kur’an son kitap, İslâm son dindir. Kur’an ve İslâmiyet diğer dinleri de meşru olarak tanımaktadır.
Hıristiyanlar ‘Gerçek Hıristiyan’ olmak istiyorlarsa, kendi dinlerindeki eksikliklerini İslâmiyet’i örnek alarak tamamlayabilirler. Kur’an, İslâmiyet ve Müslümanlar onlara bu konuda yardımcı olacaktır.
Kur’an diyor ki; “Dinde/ düzende zorlama yoktur.” (Kur’an;Bakara[2],256)
2. Müslümanlar Avrupalılardan çok üstün ‘hukuk sistemine ve ilmine’ sahiptirler.
Batılılar ‘ekseriyet sistemi’ içinde körebe oynama dışında hiçbir hukuk bilimine sahip değildirler.
Oysa İslâmiyet’te Fıkıh tamamen müsbet ilmin metotları içinde ele alınmıştır. ‘Usûlü Fıkıh İlmi’ tamamen aklî bir ilimdir.
Batı dünyası bu ilmin sadece çok basit parçalarını ele almış, bu sayede bugünkü Batı medeniyeti oluşmuştur. Ama Batı’nın bilhassa ‘Usûlü Fıkıh İlmi’nden öğreneceği çok şey vardır. Batı henüz Usûlü Fıkıh İlmi’nin ne olduğunu dahi bilmemekte; en büyük ve en önemli eksikliği de buradan kaynaklanmaktadır.
Batı bugün müsbet ilimde ve teknikte Doğu’dan ne kadar üstünse, Doğu de hukukta yani usulde ve yönetim sisteminde Batı dünyasından o derece çok çok ileridedir.
3. Müslümanlar, ‘Müslüman olmayanlarla beraber yaşamada hem felsefe hem de demokrasi’ olarak Avrupalılardan çok ileridirler.
Çünkü Müslümanlar on dört asırdır demokratik (içtihat ve icmaya dayalı şeriat) ve lâik (çoğulculuk ve dinde zorlama olmayan) düzen içinde yaşamaktadırlar.
Batılılar ise ‘ekseriyet sistemi’ içinde ne gerçek demokrasiye yani halk yönetimine, ne de gerçek lâikliğe ulaşamamışlar; hattâ bunları henüz gereği gibi kavrayamamışlardır bile. Bu hususta Batı dünyasının Müslümanlardan öğreneceği pek çok şey vardır. Müslümanların bu alanda Batı’dan üstün olduğunu görmemek için sadece kötü niyetli olmak yeterlidir. Yönetim sistemi hususunda Müslümanların Batı’dan çok çok ileride olduğunu 70 senelik -sonunda iflas edip yıkılan- sosyalizm uygulaması ve şimdi çöküntü yaşayan vahşi ABD işgalleri çok iyi bir şekilde kanıtlamıştır.
4. Müslümanların ‘kişisel ahlâkları’ Hıristiyanlardan üstündür, ‘aile yapıları’ daha sağlamdır.
Kişisel ahlâklarının ve aile yapılarının zayıflaması veya çökmesi sebebiyledir ki, Avrupalı Hıristiyanların nüfusları azalmakta, oysa bütün dünya Müslümanlarının nüfusları çoğalmaktadır. Hıristiyanların Müslümanlardan ‘kişisel ahlâk’ ve ‘aile yapısı’ alanında alıp öğrenecekleri çok şey vardır.
***
KUR’AN VE AVRUPA BİRLİĞİ (III)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
02.01.2005
Dünkü yazımda Müslümanların Avrupalılarda daha üstün oldukları tarafları yazmıştım.
Müslümanların bu üstün taraflarına mukabil, Batılıların da üstün tarafları vardır.
1. Batılılar ‘müsbet ilimler’de Doğululardan daha ileridirler.
Batılılar bunun sonucu olarak teknolojide ve ekonomide de çok üstün bulunmaktadırlar. Bu alanlarda kısa zamanda Doğuluların onlara yetişeceklerini sanmak hatalıdır.
‘Din’de Müslümanlar üstün, ‘ilim’de de Batılılar üstündür.
2. Batı dünyası gerek ‘siyasi güç’ gerekse ‘ekonomik güç’ bakımından Doğululardan ileridedir.
Yani, ‘hukukta ve yönetimde’ Müslümanlar ne kadar ileri iseler; Avrupalılar da günümüzde ‘ekonomide ve siyasette’ daha güçlüdürler.
3. Batılılar ‘sosyal güvenlik’ sorunlarını bizden çok daha ileri bir seviyede çözmüşlerdir.
Batı dünyasında her şeyden önce işsizlik kontrollü olarak var olup, sosyal hastalık şeklinde işsizlik yoktur. Dünyayı sömürmeye dayalı olarak kurdukları düzen sebebiyle dış borçları ve dışa bağımlılıkları yoktur. Genel sigorta müesseselerini oluşturmuşlardır. Batı’da yargı da çok iyi olmamasına rağmen bizden daha iyi çalışmaktadır.
4. Nihayet, ‘sosyal ahlâk’ onlarda bizden çok ileridedir.
Batılılar kurallara uyarlar, rüşvet almazlar, yolsuzluk yapmazlar, polisiye kurallara uyarlar...
Oysa Doğulular arasında ‘kişisel ahlâk’ ne kadar iyi ise ‘sosyal ahlâk’ o derece bozuktur.
Görülüyor ki, her iki tarafın birbirinden daha üstün olan tarafları vardır ve bugüne kadarki varlıklarını sürdürebilmelerini de bu üstün taraflarına borçludurlar.
Her iki ümmette de bünyelerindeki kötü taraflar ve iki taraf arasında oluşturulan fitneler sebebiyle ‘krizler’ vardır. Zaten bu krizler ve sosyal problemler sebebiyledir ki bu ümmetlerin halkları birleşmek istiyorlar. Çünkü birbirlerinden yararlanacak pek çok olumlu taraflar vardır. Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye ile ilgili olumlu kararı Avrupa halklarının kararıdır. Bu karar bir gün Avrupa’nın kurtulacağını gösterir.
***
Şimdi şöyle bir sorunla karşı karşıya bulunmaktayız:
-Ya bu iki uygarlık karışınca birbirini bozarlar, ikisinin de üstün tarafları yok olur, o zaman “sosyal tufan”ı gecikmeksizin beklemek durumunda kalırız; ki Kur’an’ın söylediği de budur.
-Ya da bu iki uygarlık birleşerek eksikliklerini tamamlar ve kötülüklerden uzaklaşmış olarak yeni bir yüksek uygarlığa birlikte ulaşırız. O zaman da “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı insanlığa büyük acılar çektirmeden birlikte getiririz.
Biz yine Kur’an’ın söylediklerini söylüyoruz.
Çözüm yalnız ve yalnız Kur’an’da vardır.
O çözümü biz Millî Görüşçüler “Adil Düzen” olarak ortaya koyduk.
Açık ve net olarak ifademiz şudur;
-Ya “Adil Düzen”i kabul edecek ve bu sayede Avrupa Birliği aziz olacaktır.
-Ya da “Adil Düzen”e cephe alıp ‘zina’ ve ‘faiz’ içinde boğulup gidecektir...
***
Bu durumda bu izdivaç ne zaman ve nasıl başarılı olur?
1. Avrupa ve Türkiye ‘fuhuş’ yani ‘zina’yı terk edecek, zinayı haram yapacak ve ortadan kalkması için savaşacak. Zinayı meşru gören kanunları derhal yürürlükten kaldıracaklar. Kur’an Allah’ın fuhuş yapan kavimleri nasıl yok ettiğini bilhassa Hz. Lut Peygamber’in kıssasında anlatmaktadır.
2. Avrupa ve Türkiye fuhuş kadar, hattâ ondan daha kötü olan ‘faiz’i bırakacak. Böylece Allah’la savaş etmekten uzaklaşacaklardır. ‘Faizsiz adil düzen ekonomi sistemi’ni benimseyeceklerdir. Dış borçlar sebebiyle oluşan sadece ‘faiz sarmalı’ sebebiyle bile Türkiye çöküp yıkılmak üzeredir.
3. Avrupa ve Türkiye tekelciliği yani sömürüyü oluşturan ‘ekseriyet sistemi’ni bırakacaklar, onun yerine ‘ortak vekâlet sistemi olan adil düzen’i getireceklerdir. Yani, ‘kuvveti üstün tutan uygarlık’ yerine, ‘Hakkı üstün tutan uygarlığı’ benimseyip kuracaklardır.
4. Avrupa ve Türkiye ‘merkezî yönetim’i bırakacaklar, ‘yerinden yönetim’i benimseyecekler; bu arada merkez ‘hâkim’ değil ‘hâdim’ olacaktır. Merkezi taşra oluşturacak ve kendisine hizmet ettirecektir. Hüküm yalnız Allah’ın, yani ‘hakemlerden oluşan yargı’nın olacaktır.
İşte bunları yaparsanız hayırda birleşmiş olursunuz, o zaman size ‘mübarek olsun’ denir.
Ama şimdiki hâlde zinada, faizde, tekelde, zulmetmekte birleşiyorsunuz. Size kalsa, siz dünyayı bu gücünüzle ezeceksiniz, ezebileceksiniz, ezebileceğinizi zannedeceksiniz!.. Ama Allah sizden büyük ve güçlüdür. Bundan dolayı Hakkı ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan halkı ezemeyeceksiniz.
Bu hâlinizle sizi tebrik etmiyor, sadece; “Allah’ım, bizi zâlim işbirlikçilerden kurtar.” diye dua ediyor ve şimdilik elimizden geldiğince gereğini yapıyoruz…
Gerisini Allah halledecektir. Mukadder akıbetinizi bekleyiniz…
“De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!..” (Kur’an;En’âm[6],158)
***
KUR’AN VE AVRUPA BİRLİĞİ (IV)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
03.01.2005
Kur’an diyor ki; “Rabbinin nimetini tahdis et./ Rabbinin nimetini hadise yap, değerlendir.” (Kur’an;Duhâ[93],11) AB bir ‘fırsat ve nimet’ ise; bu fırsatı ve nimeti değerlendirmek gerekir.
Avrupa Birliği’ne girme hayır mıdır, şer midir? Şimdi onu tartışamayız, tartışsak da fayda sağlayamayız. Çünkü Avrupa Birliği’ne kısmen girilmiştir; hâlen de girilmeye devam edilmektedir…
Bu durumda onun şerrinden korunmamız, hayrından da yararlanmamız gerekir.
Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?
-Şerrinden korunmamız halkımızın güçlü olması ile sağlanır.
-Hayrından yaralamamız ise ondan doğan nimetten yararlanmaktır.
Avrupa Birliği çabası Türkiye’ye önemli fırsatlar ve kazançlar da getirmiştir.
1. İslâmiyet ve Hıristiyanlık yani Müslüman-Hıristiyan düşmanlığı sona ermiştir.
Bunu 1970’lerde CHP ile Koalisyon yapmakla ilk olarak Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan başlatmıştır. Sonra 1990’larda yine 54. Hükümet Başbakanı Erbakan ‘Çekiç Güç’ün önce müddetini uzatmak, sonra da kaldırmakla ABD Başkanı Clinton’ı İslâm dostu yapmış, Amerika’daki Demokratlarla sömürü sermayesinin arası o sebeple açılmıştır. Bu arada Türkiye’de bir olay daha olmuştur. Millî Görüş gömleğini çıkarmalarına rağmen; eşlerinin ve kızlarının başlarını açmayan, namazlarını kılmaya devam eden, içki içmeyen AK Parti iktidarı AB’ye talip olmuştur. Yani, Türkler İslâmî kimliklerini koruyacak, ama Avrupa Birliği’ne de gireceklerdir. Türk halkı bu güvenceye inanarak AB’ye topyekün karşı çıkmamıştır. Avrupa’daki büyük çatışma da, Türkleri Müslüman olarak kabul edip etmeme şeklinde olmuştur. Papa resmen vize vermiştir. Avrupa Parlamentosu da büyük ekseriyetle ‘EVET’ deyip kabul etmiştir. Böylece Türk müteşebbislerinin eline büyük nimet gelmiştir.
2. Avrupalılar bu sancılı katılım döneminde her gün ‘Müslüman Türkiye’nin adını duymuşlardır.
Dolayısıyla bütün bunlar Türk müteşebbisleri için reklam olmuştur. Milyar dolarlar harcansa bu reklam yapılamazdı. Şimdi Avrupa’da ve bütün dünyada Müslüman Türkler ve Türk malları merak edilecektir. Türkiye mal satmak için herkese satış yeri arayacaktır. Bu heyecan biraz sonra geçer. Bu fırsattan yararlanılmalıdır. Bir defa alış-veriş başladı mı, sonra biraz gerilese de kopma olmaz.
3. Avrupa’da hakim büyük sermaye Yahudi sermayesidir.
O Yahudi firmalar Türkiye’ye gelip yatırım yapmazlar. Çünkü onların hedefi Türkiye’yi parçalamaktır. Bundan vazgeçtiklerini sanmıyoruz. Ancak, Avrupa’da bizim gibi mazlum müteşebbisler vardır. Onlar bizimle şimdi ortak girişimler yapmak isterler. Onlar faizsiz veya enflasyonu karşılayacak krediler bulabilirler. Bu değerlendirmeyi yapmak zorundayız.
4. Avrupa Birliği’ne girince ABD ve Rusya açık veya kapalı şekilde cephe alacaklardır.
Ekonomimizin büyük krize girmesi ihtimali ile karşı karşıyayız. Avrupa bürokrasisi de Yahudilerin elindedir. AB bu durumda istese de bize resmen yardım yap(a)maz. Ancak halklar arası girişimlerle gelecek olan krizi atlatabiliriz.
***
Bu fırsat ve nimeti değerlendirmek için ne yapmamız gerekir?
Çok basit bir örnek verelim. Elimizde imkânlar (nimetler) ve fırsatlar vardır, bunları değerlendirmeliyiz. Köln’de veya Berlin’de bir “Mala-Mal Marketi” açmalıyız. İstanbul’da da bir “Mala-Mal Marketi” açmalıyız. Bunu Köln veya Berlin Belediye Başkanı ile İstanbul Belediye Başkanı rahatlıkla yapabilir... Avrupa Millî Görüş Teşkilâtı (AMGT) da bunu organize edebilir... Bu “Mala-Mal Marketi”ni İstanbul Ticaret Odası da yapabilir... ASKON veya MÜSİAD da yapabilir...
Bu vesileyle bunlara bu hususta her türlü bilgiyi vermeye hazır olduğumuzu duyururuz.
Alman halkının ürettiği mallardan Türkiye’de satılacaklar buradaki markete satılacak, Türkiye’den gelen mallar ile takas yapılacaktır. Türkiye’den Almanya’ya satılacak mallar burada satın alınacak ve Almanya’dan gelen mallarla takas yapılacaktır. Burada ‘serbest fiyat’ korunacaktır. Fiyatı satıcılar tesbit edeceklerdir. Nakliye ve mağaza kârları maktu olacaktır. Muhataplar daima on rakip firma olacaktır. Nakliye de serbest nakliyeciler tarafından yapılacak, ancak nakliye ücretlerini işletme tesbit edecektir. Ortak nakliyecilerden kim boş ise nakliye ona yaptırılacaktır. Hattâ bunun için büyük organizasyona gerek yoktur. Türkiye’de bir bilgisayar merkezi kurulur; Almanya’ya gidilir ve orada da bir bilgisayar merkezi kurulur. Önce bir çeşit ‘standart mal’ Almanya’ya sevk edilir. Oradan da bir çeşit ‘standart mal’ Türkiye’ye getirilir. Oradakiler orada dağıtım yaparlar, Türkiye’dekiler Türkiye’de dağıtım yaparlar. Sonra yavaş yavaş malların çeşitleri artırılarak istediğimiz büyük mala-mal marketlerinin kurulmasını sağlamış oluruz.
“Müslüman Müteşebbisler” bir an önce harekete geçmelidirler. Onlar yapmazsa, sonra yine Türkiye’deki Yahudiler ve Masonlar faaliyete geçer ve yine onlar İslâm düşmanlığı yaparlarsa, bunun sorumlusu uyuyan Müslüman müteşebbisler olur.
Ey Müslüman! Uyan, fırsatları değerlendir, nimetlerden yararlan ve Kur’an’ın emrini yerine getir; “Rabbinin nimetini tahdis et./ Rabbinin nimetini hadise yap, değerlendir.” (Kur’an;Duhâ[93],11)
***
TSUNAMİ VE TUFAN (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
09.01.2005
Dünya Hint Okyanusu’ndaki “tsunami” vesilesiyle “Nuh Tufanı”nı tekrar hatırladı. Ama dünya ve insanlık yaşamakta olduğu “sosyal tufanlar”dan bîhaber görünüyor. Neden? Çünkü tsunami misali bu tufanları ve çarelerini en iyi şekilde anlatan Kur’an’dan haberleri yok!.. Bunun ana müsebbibi de Yahudilerdir.
Yahudiler dünyayı sömürgeleştirerek Avrupalıların emrine vermek istediler. Bu arada Müslümanların da sömürgeleştirilmesi istendi, ama bir türlü başarılamadı. Bir raporda; “Müslümanların elinden Kur’an’ı almadıkça onları yenemeyiz.” diye yazıldı. Bunun üzerine Yahudi sermayesi bir plan hazırladı; Kur’an Müslümanların elinden alınacaktı. Yapılacak iş Hıristiyanlarda olduğu gibi Protestan mezhepler oluşturmak, herkese başka başka Kur’an vermekti. Bunun için birçok çalışma yapıldı. Bunlardan sadece birini hatırlayalım.
1) Önce Kur’an’ın dünya dillerine çevrilmesine gayret edilecek, asıl yerine tercümeler ikame edilecektir. Bugünkü Araplar da Kur’an Arapçasını konuşmadıkları için bugünkü irapsız Arapça yapılacaktır. Böylece zamanla asıl Kur’an raflarda çürüyecektir.
2) Bu arada tercüme yapılırken sûrelerin yerleri uydurma da olsa iniş sırasına göre sıralanacak, Kur’an hayat kitabı olmaktan çıkarılıp masal kitabı hâline getirilecektir. İnsanlar onu sadece geçmişteki bir vaka olarak okuyacaklardır.
3) Bundan sonra âyetlerin yerleri değiştirilecek ve iniş sıralarına göre yerleştirilecektir. Tabii bu sefer sûreler allak bullak olacak, bazı sûreler ortadan kalkacaktır.
4) Sonra da bir işe yaramadığı görüleceği için kendilerinin bozarak ortaya çıkardıkları yanlışları düzelteceğiz derken istedikleri şekle sokacaklardır.
İşte bu faaliyet bir asırdır devam ediyor. İniş sırasına göre metinsiz tercümeler Batı’da yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’de de bundan 20-30 yıl önce “Türkçeciler” ortaya çıktılar ve tercümelerle hem de iniş sırasına göre Kur’an okunmaya başlandı! Hattâ namazları da Türkçe kılmaya başladılar!..
Bu çalışmaları yapanlar Kur’an’ı bozamadı, ama okudukça ve üzerinde çalıştıkça Kur’an onları adam etti. Sonra ne oldu? Türkçe Kur’an okurken, değişik tercümelerle karşılaştılar. Biz de tercüme edelim dediler. Bu sefer Arapça öğrenmeye başladılar. Sonunda ne oldu? Onlar Kur’an’ı bozamadılar ama Kur’an onları sağlam mü’min yaptı. Tabii bunu gören Yahudiler tahribat için verdikleri desteği çektiler.
***
“Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır.” (Asr Sûresi[103],1-2)
“Asr” nasıl gerçek ise insan da öyle gerçekten hüsran içindedir.
İnsan ömrüne “asr” adı verilmiştir. “Muasırdır” demek, aynı olgunluk zamanlarını yaşadılar demek olur. Her insanın asrı başkadır. Yaşdaş olanlar asırdaştırlar. Ortalama ömür 60 ile 70 arasındadır. Ama öldükten sonra da insanın etkinliği sürdüğü için 100 yıla bir asır denmektedir.
Bununla beraber uygarlıkların asrı yani ortalama ömürleri 1000 yıldır. Çağımızda yeni bir İslâm uygarlığının tam da başlangıç dönemini yaşıyoruz. Uygarlık için 100 yıl 10 yıl demektir. İnsan ömrü nasıl 10’ar yıllık devrelere ayrılırsa, 1000 yıl da 100’er yıllık devrelere ayrılır. 100 yıl da üç döneme ayrılır. Çünkü bir neslin yönetime hâkim olması 30 yıl civarında sürer. 33 yıllık dönem de asırdır. Herkesin kendi asrı vardır.
Burada insan ayrı ayrı ele alınıyor. Allah her insanın kendi asrına dikkat etmesini emretmektedir.
“İnsan hüsran içindedir.” (Kur’an;Asr Sûresi[103],2)
“İnsan” cins isimdir. Adem oğlu olarak herkes insandır. Burada herkesin, insan yapısının hüsran olduğu bildirilmiştir. İnsan “zalum ve cehul” yaratılmıştır. Kur’an böyle diyor.
Bütün diğer varlıklara gerekli her şey eksiksiz verilmiştir. İpek böceği çok büyük tekstilcidir. Arı çok büyük kimyagerdir. Karıncalar mimardırlar. Bu canlıların ne bilgi ne de beceri bakımdan bir eksiklikleri yoktur.
“İnsan” bilgisizdir. Kendisine gerekli olan şeylerin çoğunu doğarken bilmemektedir. Sonra uzun çabalar sonunda bilgi sahibi olabilmektedir. Oysa hayvanlarda öğrenme yeteneği yoktur, doğuştan ne biliyorlarsa milyonlarca yıldır hep aynı şeyi biliyorlar. Yapma, korunma ve avlanma bakımından onların pençeleri ve çeneleri yeterli olduğu halde; insan ise bilgisiz olduğu kadar da beceriksizdir. Bunları öğrenerek ve alışarak yapabilmektedir. Böylece insanın “zalum ve cehul” olması öğrenme ve yapma kabiliyetleri ile giderilmiştir.
İnsanlar aksini iddia etmekte iseler de insan “hüsran” içindedir. “Hüsran” “Hasır” kelimesiyle alâkalıdır. Kamışlar yere serilir, onunla hasır yaparlar. “Hasar var” deriz, yani yıkıntı var demektir. Bir kimsenin gerek bedenen gerekse mâlen zarara uğraması hasardır. “Husr” çökme demektir, ziyanda olma demektir. Burada şu sorulur. “Asır” ile “Hasr” arasında kelime benzerliği var da, manâ yakınlığı nedir?
İnsanlık öyle yaratılmıştır ki evrimleşmektedir. İnsanlığın her asrı daha ileri bir asır olmaktadır. Hayvanlarda türden türe evrim varken, insanda tür içinde evrim vardır. Hazreti Adem’in genleri, zekâsı ve çalışkanlığı bugün bizde de vardır. Bir şey değişmiyor. Ama mağara devrinde yaprakla örtünen insan bugün uzaya gidiyor, uzay elbisesi dikebiliyor. Bu değişme bizim elimizde değildir. İnsanlığın yaratılışı insanlığı devamlı ileri götürmektedir. Bu sebepledir ki her insan çağına uyabilmelidir. Çağdaşlaşabilmeli, hattâ çağın ilerisine geçebilmelidir. Yoksa çöker gider. Nasıl havada uçan uçak dursa, düşerse; insan da gayret göstermezse düşer. Yani her insan bir asrın başında dünyaya gelir, asrının sonunda gider. Ama onun asrında dünya değişmiştir. Hayata uyabilmek için onun da bazı şeyleri yapması gerekir. Yapamayanlar tufanlarla yok olurlar.
***
TSUNAMİ VE TUFAN (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
10.01.2005
Mekke’de nâzil olan “Asr Sûresi” Mekke’deki o karanlık günleri hatırlatmıştır. Kur’an o gün ve bugün insanın hüsranını anlatmaktadır. Arabistan’da evrim olmuştur. Bu evrime ayak uyduramayanlar yok olup gitmiştir. Oysa Arabistan’daki bu yeni evrime ve gelişmelere uyanlar ise dünyanın hâkimi olmuşlardır.
Bugün de insanlık aynen Mekke’deki cahiliye döneminde olduğu gibi karanlıklar içindedir. Tsunami bundan dolayı tufanı, “Nuh Tufanı”nı, bugünkü sosyal tufanları hatırlatmıştır. Bin yılda bir gece olur, kış olur. Doğu uygarlıkları Miladi takvimin 1000’li yıllarında çökerler ve yeniden oluşurlar. Batı uygarlıkları 500’lü yıllarda çöker ve yeniden oluşurlar. Günümüz işte böyle gecenin sona erdiği ve fecrin sükûn ettiği gündür. Yeni bin yılın, yeni milenyumun asrını yaşıyoruz. İnsanlık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçiyor…
Ama insanlar bu yeni duruma ve yeni çağa ayak uyduramadıkları için perişandırlar, hüsran içindedirler. “Sosyal Tufanlar” dünyayı yok etmek üzeredir, bundan dolayı bütün insanlar hüsrandadır. 4 ana kategoriye ayrılan ve 16 çeşit olarak tesbit ettiğimiz bu sosyal tufanları insanlık olarak globalleşen ve de küreselleşen dünyanın her yerinde hep birlikte yaşıyoruz. Bu sosyal tufanlar nelerdir?
1. Çevre kirliliği var; a) toprak, b) hava, c) su ve d) canlı kirleniyor. İnsanlık bir bütün olarak topyekün yok olmaya ve ölüme doğru gidiyor.
2. Nesil dejenere oluyor. a) Zina aile müessesesini çökertiyor. b) İlaç tedavisi insanın irsi yapısını, genetik yapısını bozuyor. c) Doğum kontrolü genetik seleksiyonu, neslin seleksiyonunu önlüyor. d) Nihayet sosyal güvenlik de insanları tembelleştirerek çocuk yapmaktan alıkoyuyor.
3. a) Kimyasal, b) biyolojik, c) tahrip edici ve d) atom silahları insanlığı kitle hâlinde imha ediyor. Durmadan artan ve dünyayı patlayıcılar deposu hâline getiren bu silahlar birden patlarsa yeryüzünde kimse kalmaz.
4. a) İş mafyası, b) senet mafyası, c) rüşvet mafyası ve d) terör mafyası hayatı çekilmez hâle getirmiştir. Bu gidişle bir gün insanlar birbirini kıracaklardır.
Bu sosyal tufanlar sebebiyle sekiz sosyal hastalık bütün dünyayı kemiriyor:
1) İşsizlik,
2) Açlık,
3) Borç,
4) Yolsuzluk,
5) Rüşvet,
6) Baskı,
7) İsyan ve
8) İşkence sorunları peş peşe birbirini doğurmaktadır.
Bu sorunların her biri doktora tezi seviyesinde incelenmesi ve çözümler üretilmesi gereken konulardır. Ama ne var ki bu çalışmalar yapılmamaktadır. Bundan dolayı asrımız insanı hüsran içindedir. O günkü Mekke’nin durumu da bizim bu asırdaki hâlimize benzemektedir. Bundan dolayı bugünkü Mekke yani çağımız dünyası da onu fethedecek yani insanlığı bu sosyal tufan ve hastalıklardan kurtaracak mü’minleri bekliyor…
“İman etmiş olan kimseler bunun dışındadır.” (Kur’an;Asr Sûresi[103],3)
Burada istisna yapılmıştır. “İllâ” kelimesi ile ‘bunlar hüsran içinde değildir’ demek değildir.
Ebu Hanife’ye göre mefhumu muhalefet geçerli değildir. Aşağıda sayılan özelliklerin yapılması şarttır, ancak yeterli değildir. Çünkü aşağıda sayılanlar uhrevî kurtuluşu göstermez, ama bu dünya için şarttır. Ayrıca Allah’a ve âhirete de iman etmek gerekir. Yalnız amel-i sâlihi işlemek yetmez; aynı zamanda amel-i hasenatı da işlemek ve amel-i seyyiattan kaçınmak gerekir. Hakkı tavsiyenin yanında; tayyibatı helal, habisatı haram etmek gerekir; emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker yapmak gerekir. Bu sûrede bunlara işaret edilmiştir. Çünkü bu sûrede istisna vardır. İstisna şartı getirir, ama mucibi getirmez. Bu sûrede anlatılanlar bütün insanları ilgilendiren dünyevi hükümleri içermektedir.
Uygarlığın ilerlemesi ile insanlar artık kendi ürettiklerini kendileri tüketmiyor. Sanayi döneminde herkes çalışıyor ve emeğini satıyor. İnsanlar işçidir. Dayanışma sigortası ile sigortalanmak zorundadır. İşsizlik, aşsızlık, hastalık gibi âfetler var; işte zelzele, tsunami ve sel… Bunların dayanışma içinde giderilmesi gerekir.
Hazreti Peygamber sallallahualeyhivesellem Medine’ye gelir gelmez, orada ilk olarak siyasi dayanışma ortaklığı kurdu. Kur’an üç çeşit “dayanışma ortaklığı”ndan daha bahsetmektedir; Vicha siyasî, Şir’a ilmî, Minhac ahlâkî, Mensek meslekî dayanışma ortaklıklarıdır.
-Bilgisizlikten doğan zararlar ilmî; -Beceriksizlikten doğan zararlar meslekî; -İhmalden doğan zararlar dinî; -Kasten iras edilen zararlar siyasî dayanışma ortaklıkları tarafından karşılanır.
Bugün ‘aidatlı sigorta müessesesi’ doğmuştur. Çünkü başka türlü hayat yürümez. Aidatlı sigorta ise insanları hasardan ve hüsrandan kurtaramıyor. Bundan dolayı ‘dayanışmalı sigorta müessesesi’ getirilmelidir. Buna zaruret vardır. Yoksa birbirini tanımayan insanlar aralarında nasıl güvenlik işleri yapacaklardır?
Bu sûre en çok asrımıza hitap etmektedir. Çünkü “sanayi aşaması” gibi önemli bir insanlık dönemine geçme insanlık tarihinde ikinci defa olmaktadır. Birincisinde insanlar “çobanlık dönemi”nden “tarım dönemi”ne yani yerleşik hayata geçtiler. Asrımızda ise “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçiliyor…
Bütün dünya, bütün insanlar hareket hâlindiler.
“Nuh Tufanı” gibi “sosyal tufan” beklenmektedir.
İnsanlığı “sosyal tufan”dan kurtaracak olan da “sosyal gemi”dir; o da “dayanışma ortaklığı”dır.
Hazırlamış olduğumuz “Kur’an’a göre İslâm Anayasası” bu ortaklığa dayanmakta ve bunun hükümlerini beyan etmektedir.
Demek ki bu âyet ve genel olarak Kur’an sosyal tufanlara karşı hazırlık içinde olmayanların hüsran içinde olduğunu ifade ediyor.
Nitekim Hint Okyanusu’ndaki tsunami de bütün dünyaya bunu hatırlatmadı mı?
***
TSUNAMİ VE TUFAN (3)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
11.01.2005
“Sâlih ameller işleyenler de bunun dışındadır.” (Kur’an;Asr Sûresi[103],3)
Onlar uygun olan amelleri yapanlardır.
“İman etme”de hemen “Allah’a iman” akla geldiği gibi; burada da “sâlih amel” demek “hasen amel” olarak akla gelmektedir.
“Hasen amel” iyi ameldir; “Sâlih amel” ise uygun ameldir.
“Uygun amel” demek, işbirliği içinde yapılan amel demektir.
Aramızda işbölümü yaparız, her birimiz ayrı ayrı işler yaparız, ama yaptığımız işler birbirini bütünler. Bunun için yapılan işler kurallı olacak ama ortak kurallı olacaktır. Benim yaptığım iplik senin yaptığın tezgâhta işlenebilmelidir. Benin yaptığım tekerlek senin yaptığın arabalara takılabilmelidir. Bunu insanlığa Davut Peygamber öğretmiştir. “Tekstilde serdi tahdir et.” (Sebe’[34],11) deniyor. Bu İslâm âleminde loncalar tarafından yapılmakta idi. Osmanlılarda pek çok standartlar vardı. Bu mesele Avrupa’da ancak 20. yüzyıl içinde kavrandı. Bunu Almanlar yaptı ve buna ‘norm’ dedi. Sonra İngilizce ‘standart’ kelimesini kullandılar.
“Sâlihât” denmektedir. Kurallı dişi çoğuldur. Kurallı erkek çoğul “toplulukları”, kurallı dişi çoğul ise “sistemleri” ifade eder. Sistem içinde iş yaparlar anlamı çıkar. Görülüyor ki “sâlih” amel” demek “uygun amel” olup iyi amel değildir. Demek ki, aramızda “dayanışma ortaklıkları” kuracağız, bir de “standartlar” yapacağız ve o standartlara göre amel edeceğiz, ona göre üretim yapacağız ki yaşayalım. Dayanışma ortaklığı ile birlikte standartlara göre üretim yapmak, kaliteli üretim yapmak gerekir.
Tarım döneminde herkes kendi ürettiğini tükettiği için böyle bir sorunla karşılaşmamıştır. Herkes zaten birbirini tanıyor, malları da biliyordu. Çağımızdaki sanayi döneminde ise durum tamamen değişmiştir.
Bu sûre adeta asrımız için nâzil olmuştur. Çünkü Kur’an’dan sonra böyle büyük bir inkılâp ilk defa oluyor. Bundan sonra da ancak denizlere taşındığımız veya göklere çıktığımız zaman benzer olaylar olabilir. Bu inkılâp karalardaki hayatta cereyan eden son inkılâptır. Bundan sonra insanlar bu âyetlere uymak zorundadırlar.
“Hakkı tavsiyeleşirler.” (Kur’an;Asr Sûresi[103],3)
“Hak” “Bâtıl” karşılığı kullanılan bir kelimedir. İnsanlar arasında hakları adaletle bölüşme anlamına geldiği gibi; hata olmama, gerçeklere uyma anlamına da gelir. Nitekim hak gelince bâtıl zâil olur.
“Hak” nedir?
Hak bir tanedir. Onun için buradaki “Hak” kelimesi marife ve müfret gelmiştir. Topluluğu ilzam eden iki çeşit hak vardır. Hakemlerin verdiği kararlara herkes uyacaktır. Hakemlerin kararları dışına çıkmayacaklardır. Bir de icma ile sabit olan kararlara uyulacaktır. Her toplulukta ittifakla alınmış kararlar o topluluk için haktır. İnsanlar o topluluk içinde kaldıkları müddetçe ona uymalı; uymayanları uyarmalıdırlar.
Burada çok önemli bir husus olarak “Tavsiye” kelimesini kullanmıştır. Tefaul bâbı çok kimselerin karşılıklı tavsiyede bulunmasıdır.
Bu sistem İslâm devlet sistemini ortaya koyar.
O da nedir?
İslâm düzeninde “başkan” dışında bir ‘memur sınıfı’ yoktur. Herkes başkanın emrinde memurdur. Gerek hakkın ortaya konması, gerek uygulanmasında tamamen topluluk yetkilidir. Herkes polistir, herkes savcıdır, herkesin kamu davasını açma yetkisi vardır. Herkesin silah taşıma yetkisi vardır. Polisin ne yetkileri ve görevleri varsa, halkın da o yetki ve görevleri vardır. Bunlar zorlama değil tavsiye şeklinde olmalıdır. İnsanlığı esareti altına alıp sarsan bugünkü terörü başka türlü önleme imkânı yoktur. Devlet halkın elinden silahını alıyor, ondan sonra toplumu polislerle korumaya çalışıyor! Yapılan saldırılara karşı halka da silahla müdahale hakkını tanımıyor! Bunlar hüsranın alâmetleridir. Adam öldürmek serbest, katili öldürmek yasak!..
İşte burada “Tavsiye” fiilinin tefaul bâbında ve cem’ yani çoğul hâlinde gelmesinin önemi buradadır. Bununla beraber kimse hakka zorlanamaz. Ancak tavsiyede bulunulabilir. “Tavsiye” kelimesi de bu kadar önemlidir. Demek ki; “dayanışma ortaklıkları”nın yanında tavsiyeleşme, hakemler sistemine gitme ve hakkı bulma yani icma yapma da hüsrandan kurtulmak için şarttır.
“Hakemlik sistemi” zorlama sistemi değildir. Sen bir hakem seçersin, o bir hakem seçer; başhakemi de hakemler seçer. Onlar kimin haklı olduğuna karar verirler. Hakemler ondan sonra tarafların kararlara uyup uymadıklarına karışmazlar. Dolayısıyla hakem kararları tavsiye mahiyetindedir.
“Hak” ise icma ile sabit olan şeydir. “Halkın yönetimi” böyle oluşmaktadır; icma ve hakem kararları. Demokrasi budur. Yoksa ‘ekseriyet sistemi’ demokrasi değildir. O ekseriyetin yönetimidir. Oligarşidir.
“Sabrı tavsiyeleşirler.” (Kur’an;Asr Sûresi[103],3)
“Tevasav” kelimesi tekrar edilmiştir. “Hakk”ın karşısına “Sabr” konmuştur. “Hakk” icma ile sabit olan şeylere karşı müdahale hakkının oluşmasıdır. “Sabr” ise eğer icma yapılmamışsa, görüşler farklı ise o hak değildir. Kimse kimseyi ihtilâflı konuda zorlayamaz, hattâ dâvet edemez. “Subre” granit demektir. İnsan kararlarında, içtihat ve icmalarda granit gibi sağlam, sabırlı ve sebatkâr olmalıdır.
“Asr Sûresi”nden sonra gelen sûreler insanın neden hüsranda olduğunu anlatmaktadır. “Kevser Sûresi”nde ise bu istisna edilen kimselerin ne yapmaları gerektiğini, Kur’an’ın gösterdiği yoldan gitmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Ama dünya hayatında yine zorlamanın olmadığını anlatmak için “Kâfirûn Sûresi” gelmekte, yani “Tevasav”ın nasıl uygulanacağını anlatmaktadır. “İzâ Câe Sûresi” yani “Nasr Sûresi” ile İslâmiyet’in zaferini haber vermektedir. “Tebbet Sûresi” ile işte hüsran anlatılmaktadır. Son sûrelerde ise insanın yaratıcı Allah’a dönüp âhirete mü’min olarak, şeytandan kurtulmuş olarak gitmesi emredilmektedir.
Kur’an insanlığa tsunami ve tufanlardan nasıl korunup kurtulacağımızı anlatıyor. Anlayanlara…
***
TSUNAMİ,
SOSYAL TUFANLAR
VE İSTANBUL ÖRNEĞİ (4)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.01.2005
İnsanlık ve dünya tarih boyunca çok değişik dönemler geçirmiştir.
Toplayıcılık döneminde iken halk meyveleri topluyor ve yiyordu. Kış zamanları için de kurutma, turşu, reçel, pekmez, sirke yapma gibi değişik metotları kullanarak sıkıntılı günleri atlatıyordu. Eğer meyveler olmazsa oradan göç edip başka muhitlere gidiyor ve kendisine yiyecek temin ediyordu. Avcılık döneminde işler biraz daha kolaylaştı, yaz-kış av bulunabiliyordu. Çobanlık döneminde hayat tamamen garanti altına alınmıştı. Çünkü ehlileştirilen hayvanlar yaz-kış süt ve et verebiliyordu.
Tarım döneminde ise hayat adeta tam sigortalı hâle gelmişti. Herkes yazın eker ve elde ettiği mahsullerle kışı, hattâ birkaç yılını rahatça yaşardı.
Çağımızdaki ‘sanayi dönemi’nde bu garantilerin hepsi ortadan kalkmıştır. Artık kimse kendi ektiğini biçip yaşa(ya)mıyor. Herkes bir şey yapıyor, üretiyor, onu satıyor, sonra onların karşılığında kendisine gerekli olanları alıyor. Böylece çağımızda insanlık bugüne kadar yaşamadığı bir güvensizlik içinde bulunmaktadır. Herkes yaşamak için almak zorundadır, almak için de satmak zorundadır. Ne var ki, doğal olmayan para ile sömürü sermayesi istediği zaman istediği yerde oyun oynayıp krizler ortaya çıkarmaktadır.
İstanbul’da 12-15 milyon insan yaşıyor, ama hiç kimse kendi işinde güven içinde değildir. Buna rağmen yine de bütün dünyada 10 milyonlara ulaşan veya aşan kentler var olmaya ve yaşamaya devam ediyor.
Bu durumda Millî Görüşçü Adil Düzenciler ne yapmalıdırlar?
Asıl bu mesele üzerinde durup düşünmek ve çözümler üretmek durumundayız.
Geleceğin dünyasında elbette insanlar sosyal güvenliğe kavuşacaklardır. Ancak bu hiçbir zaman “primli sigorta sistemi” olmayacak, “dayanışma ortaklığı” şeklinde olacaktır. Dayanışma ortaklığını “mü’minler” kurarlar; daha doğrusu “iman etmek” demek, “dayanışma ortaklığını kurmak” demektir.
Yaptığımız bütün çabalara ve görüşmelere rağmen; ne devlet ve hükümet kademesinde, ne de belediyeler seviyesinde böyle bir şeyi yaptırmak mümkün olmamıştır. Bu durumda bütün dünyayı ve bu arada ülkemizi de büyük ‘sosyal tufanlar’ bekliyor demektir. Zaten bütün bu tufanları Ha3len yaşamıyor muyuz?
Varsayınız ki tsunami, deprem yahut herhangi bir ‘sosyal tufan’ veya ‘kriz’ sebebiyle İstanbul’a su gelmedi; İstanbul şehri bu duruma kaç gün dayanır?!. Bütün İstanbul’da elektrikler kesildi; İstanbul halkı kaç hafta elektriksiz yaşayabilir?!. İstanbul’a yiyecek gelmedi; İstanbulluların mevcut olan mutfak stokları kaç gün yeter?!. Belki İstanbul’un bir yerlerinde stok edilmiş yiyecekler olacaktır, ama biz bilemeyeceğimiz için onları alamayacağız; yahut bilsek bile paramız olmadığı için alamayacağız.
İşte bunun için Millî Görüşçü Adil Düzenciler “dayanışma ortaklığı içinde ortak bir muhasebe” kuracaklardır. Herkes almak istediği malları oraya bildirecek; satmak istediği malları da oraya bildirecektir. Hayat yine bugün olduğu gibi devam edecektir. Ancak bir kriz olduğu zaman bu “ortak muhasebe” sayesinde nerede ne olduğu bilinecektir. Ayrıca, parası olmayan kimselere kredi ile mal verilecektir. Bunu kişi verdiği zaman karşı taraf ödeyemezse o veren kişi çöker gider. Oysa bu kişiye ortak hesaptan kredi verirsek, kredi borçlarını ödeyemeyenlerin borçları yaygınlaştırılır ve yük bir insanın sırtına binmemiş olur.
Esnaf birlikleri veya kurulacak kooperatifler bankalarda ortak hesaplar açtıracaktır. Herkes eline geçen nakdi bu hesaba yatıracaktır. Kooperatifin vereceği çek ile bu hesaptan parasını çekecektir. Herkes burada kendi parasının durduğu kadar parayı kredi olarak alma hakkına sahip olacaktır. Yani ‘aramızda kredileşme’yi gerçekleştireceğiz. Bir de herkes imkânları nisbetinde kooperatife mamul kadar kredi kullandıracaktır. Ayrıca kooperatifin muhasebesinde bir mal stoku oluşacaktır.
Kredilerin kullandırılması hususunda kurallar getirilecektir.
1) İşçi olsun, esnaf olsun, önce kooperatife kaydolup parasını bu hesaba yatırmayı taahhüt edecektir. Emekli maaşını da bu hesaba yatıranlar ortak olmuş olacaklardır. Kadınlar, gelirleri varsa onlar da ortak olurlar.
2) Kooperatife ortak olmayan ve gelirleri de bulunmayan eşleri ile çocuklarını da kooperatifin güvenliğinden yararlandıracaklardır.
3) Kooperatifin kredisi ile çalışan herkes cirosunun yüzde birini sosyal fona ayıracaktır. Böylece bir yardım fonu oluşacak, %1 ile kredi bulmuş olacaktır.
4) Ortak eğer iş yapıyorsa ona kredi verilecektir. Bu kredinin miktarı bakmakla yükümlü olduğu kimselerin sayısı ile orantılı olacaktır. Ayrıca kooperatif bunlara bir şey ödemeyecektir. Ortak isterse kredi almaktan vazgeçecektir. Yerine sosyal güvenlik fonundan pay alacaktır. Bu pay da bakmakla mükellef olduğu kişiler nisbetinde olacaktır.
5) Gerek kredilerin paylaşımı, gerekse sosyal fonun paylaşımı mevcut imkanlar nisbetinde olacaktır. Yani, kooperatif hiçbir zaman acziyet durumuna düşmeyecektir. Fondan yararlananlar çoğaldıkça pay azalacağı için kredi alarak iş yapmayı tercih edecekler, böylece kendi arasında da denge oluşacaktır.
İşte ‘sosyal tufanlar’a karşı kurulacak bir ‘sosyal gemi’ Nuh’un Gemisi misali “herkese iş ve herkese aş” kuralını hayata geçirecek, çağımızdaki ‘sosyal güvensizlik’ sistemi kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Tsunami, deprem, diğer tabiî âfetler veya çağımızdaki ‘sosyal tufanlar’a karşı hazırlıklı olup tedbirler almalıyız. Tedbirler almazsak neler olacağını yakın geçmişte (Gölcük ile Düzce depremlerinde) ülkemizde ve bütün dünyada gerçekleşen (tsunami gibi) âfetler sonrasında hep birlikte yaşadık; hâlen de yaşamaya devam ediyoruz… Uyanmak ve gereğini yapmak için daha ne bekliyoruz?!.
***
DÜNYADA HALKIN İKTİDARI
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Tarih boyunca insanları halkın kendisi değil de, halka yol gösteren iktidarlar yönetmiştir.
Dünya yönetim olarak çağımızdaki seviyeye gelinceye kadar değişik dönemler geçirmiştir. Bu dönemlerde ne lâiklik, ne de demokrasi olmuş, “halkın iktidarı” gerçekleşmemiştir.
İnsanlığın tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar yaşadığı dönemlerde iktidarda halkı yöneten dört tip güç bulunmuştur.
I.
Din adamları, başlangıçtan itibaren her şeye hâkim olmuşlardır. Halk onların Allah’tan vahiy aldığını ve onlara itaat etmenin Allah’a itaat olduğunu kabul etmiştir. Böylece din adamları insanları on binlerce sene yönetmişlerdir.
II.
Hanedanlar, beşerî yönetme sanatını öğrenmişler ve halkı o sanatla idare etmişlerdir. Halk bunların üstün insan olduklarına inanmış ve onlara itaat etmiştir. Hattâ halk bu hanedan mensuplarından olan küçük çocukları ve akıl hastalarını bile üstün saymıştır! Mantıken izahı olmayan bu inanış 20. yüzyıla kadar gelmiştir. Bugün bile bazı hanedanlar varlıklarını sürdürüyor.
III.
Üstün şahısların yönetimi ise 20. yüzyılda moda olmuştur. Kişinin ne din ne de soy bakımından bir üstünlüğü yoktur. Ancak kendisi kabiliyetlidir, üstün meziyetleri vardır. Dolayısıyla her ne suretle gelirse gelsin, baş olunca ona itaat etmek esas alınmıştır. 20. yüzyılda bunlar ‘devlet başkanları’ olarak ortaya çıkmışlardır.
IV.
Şeriat yönetimi yani gerçek demokratik yönetim her türlü şahsın üstünlüğünü ortadan kaldırır, bütün hamdi ve hâkimiyeti Allah’a yani topluluğa verir. Şeriat yani demokrasi yönetiminde halk kendi kendini yönetmektedir. Başkanlar hâkim değil, kayyumdurlar. Kâhya benzeri hizmetleri vardır. Bu yönetim gerçek demokratik ve lâik yönetimdir.
Ekseriyet sisteminde, merkezî yönetim sisteminde demokrasi de olmaz, lâiklik de olmaz.
İnsanın istediği gibi yaşayabilmesi istediği topluluğa katılabilmesi ile mümkün olur. Bu da çoklu ve yerinden yönetimle sağlanır. Bu sistemi Kur’an getirmiştir. Ne var ki dinî, ilmî ve iktisadî alanlarda devam etmiş olmasına rağmen, yönetimde bu sistem dört halife dönemi sonrasında sona ermiştir.
Çağımız dünyasında henüz böyle bir yönetim tesis edilememiştir. Ancak atık dünyanın her yerinde herkes tarafından arzulanır olmuştur.
Halk yönetimi neden tesis edilemiyor?
1. Halk yönetimi, şeriat yönetimi, gerçek demokrasi yani halkın yönetimi henüz bilinmiyor. Öğrenilmiş değildir. Gerçek demokrasinin dünyaya gelebilmesi için her şeyden önce onun öğrenilmesi gerekir.
2. Şeriat yönetimini öğrenebilmek için de uygulamalar yapılarak içtihatların yapılması gerekir. Türkiye ve dünyada bu konuda ilk hamleler yapılmış ama henüz tam olarak uygulanabilecek seviyeye ulaşılamamıştır. Yeni hamlelerin yapılması ile uygulanabilir seviyeye ulaştırılması gerekmektedir. Şimdilik yeterli derecede teorik bilgiler vardır. Bu bilgiler uygulanarak tashih edilmelidir.
3. Yanlış bir anlayış ve binlerce yıla dayanan alışkanlık olarak halk yönetiminin iktidarda geleceği bekleniyor. Ancak bu bugüne kadar mümkün olmadığı gibi bundan sonra da mümkün olmaz. İktidarlar her zaman halk yönetimine karşı olurlar ve iktidarlarını başkaları ile paylaşmak istemezler.
4. Çare ve çözüm olarak halk yönetimi için halk doğrudan doğruya kendisi teşkilatlanırsa, ancak o zaman başarıya ulaşılır. Yani, devlet değil, halk örgütlenecek; kuracağı parti, kooperatif, şirket, vakıf, dernek ve benzeri teşkilatlarla bu düzeni getirecektir.
Halk bunları organize etmek için parti kurabilir, parti teşkilâtı etrafında bir araya gelerek bu organizasyonları yapabilir.
Her şeyden önce ilim adamları yetişmeli, araştırmalar yapmalı, öğrenmeli ve “halk yönetimi”ni ortaya koymalıdırlar. Kendileri çalışıp yetişmeli ve halkı da yetiştirmelidirler.
Dünyada şimdilik sadece Türkiye’deki Millî Görüşçüler tarafından böyle bir çaba gösterilmiştir, hâlen de gösterilmektedir…
Düşünceler üretilmektedir…
Bu düşünceler tartışılmaktadır…
Bu düşünceler yorumlanmaktadır…
Azimli ve sabırlı bir şekilde uygulama çabası gösterilmektedir...
“Halk yönetimi” 21. yüzyılda gelecek ve “halkın iktidarı” gerçekleşecektir. Çünkü dünyanın tabiî akışı ve insanlık tarihinin gelişimi bu istikamettedir.
Günü gelmediği için bugüne kadar olmamıştır.
Bugüne kadar olanlar ise geleceğe hazırlık mahiyetindedir.
“Halkın iktidarı” yakındır ve bunu “Millî Görüşçüler” gerçekleştireceklerdir.
***
DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SİYASET (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Topluluklar mıknatıs gibidir, mutlaka kutuplaşırlar. Halk iki kutuptan birine yaklaşır. Böylece çok kutupluluk iki kutupluluğa dönüşür. İki kutuplu topluluk dengededir. Hiçbir tarafa hareket etmez. Dışarıdan uygulanacak küçük bir kuvvet topluluğu başka tarafa götürür.
Bunu bilen sömürü sermayesine hükmeden Yahudiler, dünyayı yönetmek için siyasi partileri organize ettiler. Dünyanın birçok ülkesinde iki partili sistem kur(dur)dular. Bu iki partiden hangisini isterlerse veya hangisi daha çok işlerine gelirse onu iktidar etmektedirler. Bunu yapabilmeleri için de (ABD örneğinde olduğu gibi) bu iki partinin güçleri eşit olmalıdır.
Bu iki partili siyaset sistemi birçok ülkede yapılan deneme ve uygulamalardan sonra geliştirilip yaygınlaştırılmıştır. Sermaye bu partilerin her ikisini de kendisi finanse etti. Bu sayede sermayenin güdümünde olan güçlü partiler ortaya çıktı. Kendisi bunlardan hangisini isterse onu iktidar etmekte, diğerini de yedekte bekletmektedir.
Arada istemediği bir parti biraz fazla rey alsa bile; mahkemeler var, o mahkemeler kararları ile yine sermayenin istediğini iktidar yaparlar!.. Ya da daha yüksek mahkemeler o partileri kapatırlar!..
Ayrıca, askerler ne güne duruyor; gerektiğinde darbeler yaparlar!..
***
Sermaye yani Yahudiler başlangıçtan günümüze kadar bu konuda neler yaptılar?
Her şeyden önce Avrupa’daki federal yapıyı ‘krallıklar’ kurarak yıktılar. Bunu gerçekleştirmek amacıyla diğer bütün derebeylerine karşı bir derebeyini destekleyerek ‘ulus devletleri’ ortaya çıkardılar. Protestanlık sayesinde de her devleti ayrı dine, daha doğrusu ayrı mezhebe kavuşturdular. Ayrıca ‘lâiklik’ adı altında dinsizliği yaymaya çalıştılar...
Böylece Avrupa’yı parçaladılar.
Sonra ‘demokrasi’yi icat ettiler ve bu sayede krallıkları ortadan kaldırdılar. Bu sayede bugünkü ulusal devletleri oluşturdular.
Ondan sonraki merhalede halka düşman diktatörleri başa getirerek halkın dinine, namusuna, servetine ve sosyal yapısına saldırttılar; böylece dinsiz, milliyetsiz, mülkiyetsiz ve devletsiz bir dünya oluşturmak istediler. Bu alanda büyük başarılar elde ettiler.
Karl Marx’ı bunun için destekleyip finanse ettiler ve dünyanın başına çöküp çöreklenen ‘komünizm’ denen belayı tam yetmiş yıl boyunca musallat ettiler. Böylece halkın elinden zorla alınan servetler Yahudi sermayesine peşkeş çekilmiştir; hâlen de peşkeş çekilmeye devam edilmektedir…
***
TÜRKİYE’DE NELER OLDU?
I. merhalede neler oldu?
Osmanlı ordusunu dağıtmayı, hukuk düzenini yıkmayı, ekonomisini çökertmeyi ve sonunda altı asırlık koca imparatorluğu ortadan kaldırmayı denediler. 19’uncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın başlarında yaptıkları operasyonlarla bu işi başardılar. Ne var ki, bu arada beklenmedik olaylar da ortaya çıktı.
1) Yeniçeri ocağı ve sipahi teşkilatı ortadan kaldırıldı; ama yerine çok daha güçlü ‘millî ordu’ ortaya çıktı. Sermaye şimdi Türkiye’deki bu millî ordu sorununu çözemiyor.
2) Osmanlı hukuk sitemini berbat ettiler; ama halkta ‘yeni hukuk anlayışı’ gelişmeye başladı. Dolayısıyla düzen devam etti. Sermaye hukuk alanında istenen ve beklenen anarşiyi gerçekleştiremedi.
3) Osmanlı ekonomisini borçlar ve savaşlarla çökerttiler; ama Türkiye’de ‘halkçılık ve devletçilik’ ortaya çıktı ve asrın ekonomik ve idarî inkılâbını yaptı.
4) İmparatorluk yıkıldı; ama onun yerine ‘Cumhuriyet’ kuruldu.
***
II. merhalede neler oldu?
Bütün dünyada uyguladıkları tek parti sistemini, halka düşman dikta rejimini Türkiye’de de uygulamak istediler. Ne var ki bu uygulama diğer ülkelerden çok farklı oldu. Bunun iki sebebi vardır. Biri, yöneticilerin başarılı uygulamaları, ikincisi ise halkın sabırlı olmasıdır. Türkiye’de ateist bir Türk devleti oluşacaktı. Oluştuğu zannedildi. Ama 1950’lere gelindiği zaman Türklerin dinlerinden asla vazgeçmedikleri anlaşıldı.
***
III. merhalede neler oldu?
Bundan sonraki merhalede yeni gelişmeler olmuştur. Sermaye Türkiye’de iki parti bulunduracak, her ikisini de kendisi finanse edecek, istediğini istediği zaman iktidar yapacaktı. Ancak bu konuda beklenen olmadı. CHP’ye karşı kurdurduğu DP kahir ekseriyetle iktidar oldu. Sermaye bu durumdan rahatsız oldu. Çünkü Demokrat Parti kendisinden izin almadan Türkiye’yi kalkındırmaya başladı. Bu arada Millet Partisi’ni kapattırdı. Çünkü sermaye çatlak ses istemiyordu. 1960 darbesini yaptırarak Demokrat Parti’yi parçaladı. Yani, iki parti sistemi tutmayınca sağda çok partili sisteme geçti.
***
DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SİYASET (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
17.01.2005
IV. merhalede neler oldu?
Sermayenin parçalama operasyonu devam etti.
Ne var ki, sağ parti ikiye ayrıldığı halde her ikisi yine Cumhuriyet Halk Partisi’nin önünde oldular. Plan bir türlü tutmuyordu. Bir taraftan sol çöküyordu, artık denge olmaktan çıkmıştı. Diğer taraftan sağda da yeni partiler ortaya çıktı, milliyetçi partiler ile Millî Görüşçü partiler oluştu. Her iki parti her seçimde aldıkları reylerini artırıyordu.
1973 yılında MSP Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in koalisyon yapması, sadece Türkiye’de değil, zamanla bütün dünyada sermayenin oluşturduğu dengeleri alt üst etti. Çünkü dünyada ilk defa sağcılar ile solcular birlikte oldular ve bu birliktelikten de çok başarılı bir hükümet ortaya çıktı.
Daha sonra RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile DYP Genel başkanı Tansu Çiller’in koalisyon yapması ve bu sefer Erbakan’ın 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başbakanı olması dengeleri büsbütün karıştırdı. Çünkü bu hükümet Cumhuriyet tarihindeki en başarılı koalisyon ve en başarılı hükümet (54. Hükümet) olmuştu. Sermaye bu başarılar karşısında önce RP’yi, sonra FP’yi kapattırdı!..
***
V. merhalede neler oldu?
Sermaye 1999 seçimlerinde yeni bir taktik uyguladı.
Ecevit’in DSP’si desteklenecek ve en büyük parti yapılacaktı. Onun araksından ANAP ikinci parti yapılacaktı. Bunların oyları hükümet kurmaya yetmezse MHP yedek olacaktı. DSP %18, ANAP %16, MHP %12, DYP’nin %12 oy alması hesapları yapılmıştı…
Millî Görüş Partisi’nin devre dışı kalması için meşru ve gayri meşru olarak her türlü gayret gösterilecekti. Bunun için Amerika’dan talimat geldi, sermaye ve ülkemizdeki işbirlikçi uzantıları faaliyete geçtiler ve hazırlanan plana göre çalışmaya başladılar...
Sonunda beklenmeyen sonuçlar alındı. Ecevit %23 oy aldı, böylece şımarma psikolojisi içine girdi. MHP ikinci parti oldu. Millî Görüş partisi olan Fazilet Partisi, bütün engellemelere rağmen %16’dan fazla oy aldı. ANAP en az oy alan parti oldu. FP dışındaki partiler zoraki koalisyon kurdular.
***
VI. merhalede neler oldu?
2003 seçiminde ise ordu elinden geldiğince sermayenin siyasete yani seçim sonuçlarına karışmasını önlemeye çalıştı. Türk halkını kendi hâline bırakılması için gayret sarf edildi. Bu durumda sermaye ve onun güdümündeki medya istediği hedefe ulaşamadı.
Sermayenin hedef neydi?
Genç Parti barajı geçecek, ANAP ve DYP barajın altında kalacak... Sonra Çiller, Yılmaz ve Bahçeli tasfiye edilip güçlü CHP ile güçlü ‘merkez parti’ kurulacak… En sonunda Genç Parti, AK Parti ve Saadet Partisi kapatılacak… Sonuç olarak ANAP eridi… DYP de Mehmet Ağar’ın elinde pek güvenilir durumda değil…
***
Sermaye bu dönemde ve sonrasında bocalamaya başlamıştır. Neler olduğunu kısaca hatırlayalım.
Bu arada beklenmedik bir olay cereyan etmiştir. Amerika’da Başkan Clinton Yahudilerin talimatını dinlemeden, Başbakan Necmettin Erbakan’ın tesiriyle Müslümanlarla dostluk kurmaya başladı. Sermaye harekete geçti ve Yahudi Monika sayesinde mahkemelik durumlar icat etti. Böylece sermaye ile Demokratlar arasında bir gerginlik oluştu, hâlen devam etmektedir. İki dönemden beri ABD’de seçimi Demokrat aday kazandığı hâlde, mahkeme kararı ile başkanlık Cumhuriyetçi Bush’a veriliyor.
Bu dert yetmemiş gibi bir de Irak’a asker çıkarmayı Birleşmiş Milletler’e kabul ettiremedi... Fransa ve Almanya Irak işgaline karşı çıktı... Türkiye’de teskere geçmedi... Rusya ve Çin de bu ülkelerin yanında yer aldı... Bu arada son olarak Türkiye de Avrupa Birliği ile müzakerelere başladı…
Şimdiki durumda sermaye şaşkın durumdadır, henüz ne yapacağını planlayamamıştır. Dolayısıyla AK Parti’nin ömrü bir yıl daha uzamış gibi görünüyor. AK Parti’nin mukadder akıbetinden kurtulması için;
- AK Parti Millî Görüş gömleğini yeniden giymeli ve “Adil Düzen”i kabul etmelidir. Zinayı, faizi, merkezî yönetimi ve ekseriyet sistemini terk etmelidir.
- Avrupa Birliği müzakerelerini yürütürken kendisi hem Türkiye için hem Avrupa için iyi olan çözümler üretip sunmalıdır.
- Bu öneriler ışığında Avrupa Birliği’ni desteklerken; ayrıca Çin Birliği, Hint Birliği, Afrika Birliği ve Güney Amerika Birliği gibi birliklerin oluşmasını da desteklemelidir.
- ABD’ye Ortadoğu’dan çekilmesini önermelidir. ABD artık süper devlet değildir. Osmanlı için Viyana bozgunu ne ise ABD için de Irak bozgunu odur. ABD insanlığa hizmet etmeye devam etmelidir. Artık sömürü düzeni ortadan kalkmıştır. Demokrasi bunların hepsini silip süpürmüştür.
AK Parti Avrupa Birliği’ne girdim ve kurtuldum diyorsa, yanlıyor…
***
Dünyada ve Türkiye’de siyasi oyunlar (3)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Her topluluğu yöneten bir arka güç vardır.
ABD’nin arkasında Yahudi sermayesi vardır, ABD’yi o güç yönetir.
İngiltere’nin arkasında Lortlar Kamarası ve krallık vardır, İngiltere’yi onlar yönetir.
Fransa’nın arkasında Fransız devrim ekibi vardır, ateist bir oluşumdur, Fransa’yı o ekip yönetir.
İtalya’nın arkasında Papalık vardır, İtalya’yı orası yönetir.
Türkler asker millettir, Türkiye’nin arkasını dayadığı güç “Türk Ordusu”dur.
Böylesine arkasında kendi millî güçleri olmayan ülkeler dışarıdan yönetilirler.
Mesela, bugün Çin ve Hindistan çok büyük iki güç olmalarına rağmen, arkalarında millî güç olmadığı için büyüklükleriyle orantılı etkinlikleri yoktur.
Türkiye’yi yıkmak isteyenler, Türklerin güçlerini nereden aldıklarını bildikleri için Türk ordusuna düşmandırlar. Tarihte Türk ordusunu zayıflatmak, Türk ordusunu halktan koparmak için çeşitli tertipler ve oyunlar oynanmıştır; hâlen bu oyunlar oynanmaktadır…
İlk merhalede oynan oyun olarak Türk ordusunu Osmanlı Devleti’ne düşman ettiler ve onlara üç kıtaya hükmeden koca Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktırdılar. Ancak vaat ettikleri Misakı Millî sınırları içinde millî devlet kurdurmadılar, Sevr’i dayattılar. Bunun üzerine uyanan Türk generalleri Türk halkı ile birleşerek İstiklâl Savaşı’nı yaptılar ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdular. Sonraki merhalede ne yaptılar? “Lâiklik” adı altında Türk ordusu ile Türk halkının arasını açtılar. Mahallî isyanlar oldu. Halk silahtan tecrit edildi. Zaten onların asıl hedefleri de buydu; Türk halkını silahsızlandırmak. Çünkü İstiklâl Savaşı halkımızın silahlı olması ve çok iyi silah kullanması sayesinde kazanılmıştı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra da bu oyunlar devam etti.
1930’larda kıyafet, içki, kumar, balo gibi İslâmiyet’e aykırı dayatmalarla Müslümanlar devlet yönetiminden ayıklandı… 1940’larda Köy Enstitüleri ile köylü dinden koparılacaktı…
1950’lerde “demokrasi” bahanesiyle Türk ordusu horlanmaya başlandı. Bir albaya limon satan tezgâhtar kadar bile maaş verilmedi. Ondan sonra Türk ordusuna on yılda bir müdahaleler yaptırılarak askerler ile Türk halkının arasının açılması istendi. Kenan Evren’in politikaları sayesinde 1990 darbesi olmadı; ama 54. Refah Yol Hükümeti’ne ve Erbakan’a karşı 28 Şubat 1997 müdahalesi gecikmiş olarak yapıldı.
Türk ordusu darbe yaptıkça, her seferinde halkıyla olan arası daha da açılıyordu.
2002 yılında Batı dünyası Türk ordusunun adeta tasfiye edilmesi kararını aldı. Batı hayranı Mesut Yılmaz Avrupa’ya çağrıldı ve ona; “Biz sizi AB’ye alacağız ama ordu engeldir, orduyu tasfiye edin!” dendi. Mesut Yılmaz “MHP var, tasfiye edemiyoruz!” deyince; “Hükümeti bozun ve Çiller ile hükümet kurun!” dendi. Mesut Yılmaz Türkiye’ye geldi, Tansu Çiller’e bunları öneri olarak anlattı.
Yapılan plana göre Çiller ile hükümet kurulacak ve Türk ordusu tasfiye edilecekti! Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ekibi gidecek, Genel Kurmay Başkanlığı Konya’ya taşınacak ve Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanacak, hattâ müsteşardan sonra gelecek! Millî Güvenlik Kurulu’nda askerlerin etkisi azaltılacak! Yapılan plan böyleydi.
Hâsılı, Türkiye kolay yenen ve yutulan bir lokma durumuna getirilecekti.
Tansu Çiller bu öneriyi kabul etmedi. Askerlere haber verdi.
Tansu Çiller’den bu haberi alan ordu siyasetini değiştirdi. 3 Kasım Seçimleri için Devlet Bahçeli’ye talimat verdi. Özveride bulunarak Bahçeli erken seçimi ortaya koydu. Ecevit’in de bu karara katılmasıyla 3 Kasım Seçimleri oldu. Böylece Türkiye büyük bir imtihanı ve badireyi başarı ile atlattı.
Ordu bu dönemde müdahaleci olmadı. Seçimler serbest olarak yapıldı. Birçok iç ve dış etkiler ordunun tarafsız kalması sonucunda bertaraf edildi. Türkiye böylece ordusunu yeniden kazanma yönünde mesafe aldı, Türk halkı ile Türk ordusu arasındaki çatışma sona ermeye başladı.
Bizim tahminimiz CIA’nin Türkiye’yi rahat bırakmayacağı şeklinde idi. Gerçekten öyle oldu.
Resepsiyon krizi yaratılarak AK Parti ile ordunun arasını açmak istediler. Memnuniyet verici bir gelişme olarak, CHP dışındaki siyasi partiler AK Parti’nin yanında yer aldılar. Devlet Başkanı da CHP’nin yanında yer aldı. Çok tehlikeli bir gerginlik ortaya çıktı. Ne var ki, askerlerin AK Parti’ye tavsiyeleri ve krizin büyümemesi sayesinde bugünlere geldik. Düşmanlarımız Türk halkı ile ordunun arasını açamadılar.
Türkiye en büyük tehlikeyi Irak ile ilgili tezkere meselesinde yaşamıştır.
Eğer tezkere TBMM’den geçseydi; şimdi Türkiye’nin her tarafta ABD askerleri bulunacak, Mustafa Kemal’in dediği gibi; ülkemizin tersaneler işgal edilmiş olacaktı. Bugün ABD ile birlikte Irak’la savaş durumunda bulunacaktık. Avrupa ile müzakere tarihi alma yerine, görüşmeler bile kesilecekti. Allah orada Türk milletini korudu. Yine Allah’ın koruması ve askerler sayesinde kıl payı kurtulduk.
Bu tezkerenin yüzü suyu hürmetine AB müzakere tarihini verdi.
Böylece şimdilik AK Parti Hükümeti başarılı bir dış siyaset içindeymiş gibi görünmektedir. Ama Türkiye’nin gerçekleri hiç de aynı şeyi söylemiyor. Yarın bu gerçekleri anlatmaya devam edeceğim…
***
Dünyada ve Türkiye’de siyasi oyunlar (4)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
25.01.2005
Ekonomiye gelince, AKP de kendisinden önceki partiler gibi ekonomide hiçbir şey yapmamıştır.
Ne var ki, IMF’nin Türkiye’yi batırmak için yıllardan beri uygulattığı program aynen devam etmiş olmakla beraber, hedefine ulaşamamıştır. Türk halkının kendi ekonomisi, kayıt dışı ekonomi, halkın olağanüstü çabaları ve sabırları sayesinde ülkemiz ekonomisinde kısmen başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Batı dünyasının ekonomik formülleri Türkiye’ye uygulanamaz. Bundan dolayı Batı’da hazırlanan Türkiye’yi ekonomi bakımından çökertme programı tam olarak işlememiştir.
Ekonomide AKP Hükümeti başarılı olamamış, iki yıl böyle geçmiştir.
Bizim öteden beri tesbit ve tahminimiz de böyledir. Türkiye’de eğer devlet halkın önünde engel teşkil etme(z)se, Türk halkı kendi sorunlarını kendisi çözer. Geç de olsa ekonomi rayına oturur. Ancak, on yılda bir yap(tır)ılan darbeler sebebiyle Türk ekonomisi bugünkü perişan haldedir.
ABD’nin yani CIA’nın AKP Hükümeti’nin iktidar olmasından iki yıl sonra bir oyun oynayacağını ve Türkiye’nin istikrarını bozacağını hesaplamıştık. Bu tahminimiz şimdilik tutmamıştır. Bunun sebepleri nelerdir?
1) ABD’de güçler arasında iç çatışma başlamıştır. Bu güçler çatışmasında CIA devre dışı edilmek istendiği için CIA şimdilik Türkiye’de önemli bir operasyon yapamamıştır.
2) Irak Savaşı beklendiği ve planlandığı gibi gitmemiş, ABD’nin Birleşmiş Milletler ve dünya ülkeleri üzerindeki etkisi kırılmıştır. Bu gelişmeler adeta ABD’nin ‘süper güç’ olma özelliğinin sonunun başlangıcı olmuştur. Bu süreç hâlen devam etmektedir. ABD, Vietnam örneğinde olduğu gibi Irak bataklığından da kolay kurtulamayacak ve bu vesileyle artık süper güç olmadığı anlaşılacaktır.
3) ABD ile AB arasında, özellikle de Almanya ile Fransa’nın da aralarında olduğu bazı Avrupa ülkeleriyle, Türkiye’deki tezkere meselesinden sonra çekişme su yüzüne çıkmış, Rusya ve Çin de bu Avrupa ülkelerinin yanında yer almışlardır.
4) Dolar beklenmedik bir şekilde Türkiye’de ve bütün dünyada tökezlemeye başlamıştır.
Bu sebeplerden dolayı ABD Türkiye’de yapacağı operasyonu şimdilik yapmamış veya yapamamıştır. Ancak ABD ve onun arkasındaki güçler kolay pes etmeyeceklerdir. Tehlike devam ediyor.
***
Bu anlattıklarımdan sonra kimileri diyebilir ki; AK Parti başarılı olarak iktidarını sürdürecektir!..
Burada yanılma vardır. AK Parti esas sorunları, Türkiye’nin temel meselelerini çözememiştir. Çözmek için herhangi bir çaba da göstermemiştir. Çaba göstermek bir yana, bu yönde en küçük bir niyet emaresi bile görülmemektedir. Bundan dolayı bu temel sorunlar çözümsüz olarak aynen duruyor.
Türkiye’nin bu temel ve esas sorunları nelerdir?
1) Türkiye’de 18 milyon insan işsizdir. Bu işsizler iki yıllık AKP iktidarı döneminde hâlâ iş bulmuş değildirler. İş bulabilecekleri ile ilgili herhangi bir ümit ve emare de yoktur. Çünkü AKP Hükümeti’nin tek başına iktidar olmasına rağmen böyle bir derdi yok gibidir!
2) Türkiye çok ağır dış borç batağı ve yükü içindedir. Osmanlıyı yıktıkları gibi bu borçlarla Türkiye’yi de yakında yıkacaklardır. İki yıllık AKP iktidarı döneminde bu borçların ödenmesi için planlama yapılması ve çaba gösterilmesi bir yana, Türkiye’nin dış borcu katlanarak artmaya devam etmiştir!
3) Türkiye’de bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı yoktur. Yargı yok demek, devlet yok demektir. Bu hususta hiçbir şey yapılamamıştır. Bizzat Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile makamında görüşme yapılarak öneriler götürülmüş olmasına rağmen, maalesef ret cevabı alınmıştır. Göründüğü kadarıyla şimdilik bu önemli sorun konusunda da herhangi bir ümit ışığı yanmamaktadır.
4) Sömürü sermayesine bağlı ve bağımlı basın Türkiye için her an tehlike olmaya devam etmektedir. Medya meselesinin düzelmesi yolunda da AKP iktidarı tarafından en küçük bir adım bile atılmış değildir. Aksine, mevcut medya ile tam bir karşılıklı saadet işbirliğine gidilmiştir.
O halde Türkiye hâlâ komadadır ve ağır bakıma muhtaçtır.
***
Bugünlerde CHP’de oynanmak istenen oyun da Kemal Derviş’i önce genel başkan, sonra başbakan yapma oyunudur. Bu operasyon gerçekleştikten sonra AK Parti bölünecek ve CHP ile Derviş’in başbakanlığında bir koalisyon kurulacaktır. Ondan sonra -baştan beri anlatmaya çalıştığımız üzere- Türk ordusunun tasfiyesinden işe başlanacaktır. Türkiye Avrupa Birliği’ne hemen alınacak, İngiltere ile birleşen Türkiye AB’ni bölecektir.
***
Bütün bu yazdıklarımın hepsi tahmin ve yorumdur.
Ama bunlar ötesinde bir gerçek var ki, işte o tahmin ve yorum değildir. “Faizli düzen” asla başarılı olamayacaktır. Bundan dolayı AKP’nin başarılı olma şansı sıfırdır. Hele bir de zinacılarla bir olup zinanın yasak olmasını kaldırdıktan sonra, artık AKP’ye en küçük bir başarı şansı bile tanımıyorum.
Tabii tevbe etmez ve bugüne kadar olduğu gibi aynen devam ederlerse bu böyle olacaktır.
Ama tevbe eder, yeniden Millî Görüş gömleğini giyer ve Millî Görüşçülerle bir olurlarsa, faizli zalim düzen yerine “Adil Düzen”i uygularlarsa; o zaman sadece AK Parti’nin değil, her partinin başarı şansı vardır.
***
Dünyada ve Türkiye’de siyasi oyunlar (5)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
30.01.2005
Dünya siyaseti son zamanlardaki en önemli değişimi ne zaman yaşamaya başladı? Tekrar hatırlayalım.
Baba Bush, 1991 yılındaki ulusa sesleniş konuşmasında, “Soğuk Savaş”ın bitişiyle ortadan kalkan iki kutuplu dünya düzeninin yerine geçecek olan “Yeni Dünya Düzeni”ni müjdelemişti! Yeni Dünya Düzeni dünyaya neler getirdi? Sırasıyla Yugoslavya, Afganistan, Irak Gürcistan ve Ukrayna’ya bakınca, durum apaçık görülüyor... Oğul Bush geçen gün yeni dönem için yemin etti. Şimdi sırada İran ve diğer ülkeler var…
Sadece Yugoslavya ile ilgili detayları kısaca hatırlayalım. Eski Yugoslavya’nın yerinde yeller esiyor; Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Kosova ve Sırbistan-Karadağ olarak altı parçaya bölünmüş durumda! Yeni siyaset gayet net ve açık; küçük parçalara böl ve kolayca yönet!.. Nasıl?
George Soros gibi -Türkiye dahil- dünyanın elliden fazla ülkesinde güya sivil insani hizmet vakıfları olan Yahudi spekülatör eliyle kitleleri harekete geçir ve istediğini yap(tır)!.. Ama son olarak Gürcistan ve Ukrayna’da yap(tır)ılanlardan sonra, artık mızrak çuvala sığmaz oldu, çuvalı deldi geçti. CIA yönetimindeki bütün bu çalışmalar ayan beyan deşifre oldu. Şimdi de benzer oyunlar ve dümenler Türkiye’de çevriliyor.
Deniz Baykal’ı sevmiyorum. Çünkü o Başbakan Menderes’in yakasından tutmuş, o zamanki Türkiye’nin Başbakanını ABD’nin maşası olarak tahkir etmişti!.. Bu sevmeyişim Menderes’i sevdiğimden değildir. Ben istemesem ve sevmesem de, o zamanki Türkiye Başbakanını tahkir ettiği için Baykal’ı sevmiyorum. Baykal’a sempatim oluşmaya başlamıştı ki, Meclis Başkanı’nın Resepsiyonunda başı çekmiş, “resepsiyon krizi” oluşmasına sebebiyet vermiş, böylece bir çuval inciri berbat etmişti. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu sefer de TBMM’ine saygısızlık etmişti!..
CIA resepsiyon krizinde şunu test etti. Meclis tarafı kim olacak, benim tarafım kim olacak? İleride Meclis’e saldırdığım zaman yanımda kimi bulacağım? Ne yazık ki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın azizliği ile CIA galip gelmiş ve Türkiye’yi ikiye ayırmış, Meclis’i tahkir ve mağlup etmişti. Oysa Meclis bizim Meclisimizdi, onu tahkir demek bizi tahkir etmek demekti. Baykal kendi Meclis’ine karşı caka satmıştı!..
Baykal’a bu oyunları yaptıktan veya yaptırdıktan sonra, CIA şimdi başka bir oyun oynuyor. Hedefi, Baykal’ı indirip kendi adamını atamaktır. Adamının kim olduğunu hepiniz bilirsiniz; Kemal Derviş.
Sarıgül sadece bir maşadır. Livaneli sadece bir maşadır. Bunları Baykal’a karşı kullanıyor. Saçma saçma hatalar yaptırıyor. Sarıgül büyük bir ihtimalle rüşvet almamış, yolsuzluk yapmamıştır. Bunların hepsi CIA oyunudur. Biz bu oyunları 1950’den beri hep seyrediyoruz. Ne yapacaklarını artık ezberledik. Ben bu mücadelede Sarıgül’ü değil, Baykal’ı tutuyorum. Baykal’ın başarısı için dua ediyorum. Niçin? Çünkü bizim en büyük sorunumuz CIA’dir. En büyük sorunumuz bu tür oyunlardır, en büyük sorunumuz bu dış müdahalelerdir… CHP benim ülkemin partisidir. Onu sadece halkım seçebilir, onu indirecekse de sadece halkım indirebilir; CIA değil. Sarıgül’ün zerre kadar vatan sevgisi varsa çekilmelidir. Biz onu Baykal’dan çok severiz. Ama Kur’an bize iyilikte yardımlaşın diyor, iyilerle yardımlaşın demiyor.
Sayın Sarıgül! Biz size acıdığımız için gerçekleri söylüyoruz. Yolsuzluk yapmadığınızı biliyoruz. Yapılmışsa bile, size komplo olsun diye yapılmıştır. Baykal da yanlış karta oynuyor. Ama sizin gerçekten İslâm ile bir ilişkiniz varsa, çekilin. Sayın Sarıgül! Siz zannediyorsunuz ki ben şimdi böyle yaparım, ben başkan olurum, ileride de böyle gider… Sizi kullanırlar, kullanırlar; ondan sonra da aynı oyunlarla paçavra gibi atıverirler!.. Tansu Çiller nerelerdedir?!. Mesut Yılmaz nerelerdedir?!. Cem Uzan nerelerdedir?!. Bülent Ecevit nerelerdedir?!. Sadettin Tantan nerelerdedir?!. Çekil, siyasetten şerefinle çekil! Belediye başkanlığına devam et. Korkma. Siyaset yapacaksan kendin parti kur. Sonra başarıların görüldükçe CHP ile birleşebilirsin.
İstanbul Milletvekili Zülfü Livaneli takdir ettiğim bir solcudur. Gerçekten ona da acıyorum. Kendisi tarafsız olarak tarafları birleştirecekmiş! Bunlar palavra! Baykal başkanlıktan koparıldı mı işi bitecek. Orası artık Kemal Derviş’indir. Nitekim, 19 Ocak tarihli gazete haberlerine yansıdığına göre; Livaneli, parti lideri olması halinde, 57. Hükümet Başbakanı Bülent Ecevit ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ‘a takımı’nda(!) yer alan Kemal Derviş’e kilit görevler vereceğini bildirdi ve dedi ki; “Çalışmalarımızda Derviş’in çok önemli görevleri olacak!..” Doğru, Derviş’in Amerika’dan Türkiye’ye geldiğinden beri çok önemli görevleri var, ama bu görevler hiç de Türkiye’nin hayrına değildir.
Diyebiliriz ki; bize ne, onların iç işleriyle uğraşmaya ne hakkımız var?!. CHP meşru bir partidir. Ona yapılan bir oyun dün bize yapıldı, Millî Görüş partilerine yapıldı… Yarın başkasına yapılacak… O malum günde Başbakan Erbakan CHP Genel başkanıBaykal’a gitti ve yardıma çağırdı. Baykal “Sen yaptın, sen düzelt!” dedi. İşte bundan dolayı onu sevmiyorum. Çünkü o gün de saçma şeyler söylüyordu. Ama bugün bizim onu desteklememiz gerekir. Yoksa biz de onun gibi sevimsiz oluruz.
Bu yazıma son şeklini verdiğim 23 Ocak Pazar günü İzmir delegeleri ile buluşan Deniz Baykal, makalelerimde dile getirdiğim görüşlerimi teyit ederek, 29 Ocak’taki kurultayın dış güçler tarafından yönlendirildiğini, ama kamuoyuna parti içi çekişme olarak yansıtıldığını söyledi. Türkiye’yi zor günlerin beklediğini ve bölgenin yeni bir ateş çemberine dönebileceği uyarısını yaptı. Olağanüstü kurultay gündeminde iki konu bulunduğunu aktarırken, bunların yolsuzlukla mücadele ve dış güçlerin oyunları olduğunu bildirdi.
Sahi; bu senaryo Millî Görüş partilerine oynanan oyunlara ne kadar da benziyor, değil mi?!.
***