Milli Gazete 2005 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2005 1.Baskı
1184 Okunma
2005 Haziran

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

HAZİRAN 2005

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan ve ‘çalışma/emek/üretim’

“İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur.”

(Kur’an; 53/Necm, 39)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.06.2005

İnsan, ilk yaratıldığı andan itibaren yaşamak için çalışmak zorunda kalmıştır. Dünya hayatı, kıyamete kadar çalışma üzerine bina edilmiş olarak geçecektir. Toplayıcılık veya avcılık döneminde, insanın yiyeceklerini temin etmek için emek sarfetmeksizin yaşaması mümkün değildi. Tarım döneminde hayat daha da zorlaştı ve insan yiyeceklerini bizzat ekerek üretmek durumunda kaldı. Sanayi döneminde elle yapılan üretimin yerini fabrikada makine kullanılarak yapılan üretim aldı. Sanayi devrimi sayesinde ‘tarım dönemi’ sona ermeye başlamış ve insanlık yavaş yavaş ‘sanayi dönemi’ merhalesine geçmeye başlamıştır.

Sanayi, ‘ham madde’ kullanmak suretiyle ‘mamul madde’ imal etmek amacıyla yapılan faaliyet, bu faaliyet esnasında değişik araç, girdi ve hizmetlerin kullanılması olarak tanımlanabilir. Fabrika, sözkonusu üretim faaliyetlerinin yürütüldüğü mekândır. Sanayi deyince ‘fabrika’ akla gelir. Üretim faaliyeti belli bir düzen ve denge içinde fabrika denen mekânda yürütülür. ‘Fabrika’ dediğimiz üretimin yapılacağı mekân olan ‘bina’, bina içinde üretimi gerçekleştirmek için oluşturulan ‘tesis’, üretimin gerçekleştirileceği her türlü ham ve yarı mamul girdilerden oluşan ‘malzeme’ ve nihayet bunların tamamını değerlendirerek üretimi bizzat gerçekleştirecek olan ‘emek’ yani ‘insan’ belli bir organizasyon çerçevesinde bir araya getirildiğinde ‘üretim’ gerçekleştirilir. Özetlersek; ‘mekân’ (bina ve tesis), ‘imkân’ (malzeme ve sermaye) ve ‘insan’ (yönetici ve işçi) unsurları bir araya getirildiğinde ‘üretim’ mekanizması kurulmuş demektir. Demek ki, üretim pek de basit bir organizasyon değilmiş. Bütün bunların yapılması çalışmayı yani ‘emek’ sarfedilmesini gerektirmektedir.

Nitekim Allah da Kur’an-ı Kerim’de; “İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur.” buyurmuyor mu? Âyette geçen “SEÂ/SA’Y” kelimesi Türkçe’mize “SÂY” şeklinde geçmiştir ve Türkçe Sözlük’te de “çalışma, emek” olarak tanımlanmaktadır. Öyleyse, bu durumda; “İnsan için çalıştığından/ emeğinden/ ürettiğinden başka bir şey yoktur.” (Kur’an; 53/Necm, 39) demektir. “Dünya hayatı âhiret hayatının tarlasıdır.” Dünyada emeklerini değerlendirerek iyi ‘ekim’ yapabilenler, âhirette hasat/ hesap günü geldiğinde iyi bir ‘biçme’ ve mahsulünü/ karşılığını alma ile karşılaşırlar.

*

Yukarıdaki satırları, Öztay (Abbate) Fabrikası Üretim Müdürü Burhan Yağcı arkadaşım yazmama vesile oldu. Öztay deyip geçmeyin. Rakamlarla kısaca özetleyeyim. Öztay, çalışan sayısıyla 2004 yılında istihdam büyüklüğü açısından ülkemizdeki özel sektörde 27’inci, devlet kuruluşlarının da dahil olduğu listede ise 40’ıncı sırada yer almaktadır. İSO’nun ilk 500 sanayi kuruluşu sıralamasında 293. sırada bulunmaktadır. Türkiye’nin en büyük 200 ihracat firmasından biri olan Öztay, konfeksiyon sektöründe ise en büyük ilk on içindedir. Avrupa’nın en büyük gömlek üreticisi olan Öztay, Türkiye’den toplam 1000 dolarlık ihracatın 1 dolarını, 1000 dolarlık konfeksiyon ihracatının ise 7 dolarını gerçekleştirmektedir.

Yukarıda kısaca özetlediğim ‘mekân, imkân, insan’ unsurlarının bir araya getirilmesiyle ‘el emeği ve göz nuru’ de katılarak ‘üretim’ gerçekleştiriliyor. Sözkonusu fabrikada birkaç yıldan beri çalışarak üretim yapan kardeşlerimle haftada en az bir gün bir araya geliyoruz. Zaman zaman Üretim Müdürü Burhan Bey ile bir araya geldiğimizde keyifli ve verimli görüşmeler yapıyoruz. Burhan Bey ile yıllar öncesinde Bosna-Hersek’ten gelen belediye ve iş adamlarından oluşan bir heyeti fabrikada ağırlamamız vesilesiyle ilk defa tanışmış, ertesi gün ‘üretim’ konusunda keyifli uzun bir görüşme yapmıştık... Başlangıç o başlangıç; devam ediyor…

*

İşte o Burhan Bey, geçtiğimiz günlerde Çin ve Japonya’daki ‘üretim’ tesislerinde bir inceleme gezisinde bulundu. Çin’de 2, Japonya’da 2 fabrikayı gezdi. İzlenimlerini kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum.

-“Japonya’da, fabrikalardaki çalışma disiplini ve saygı karşısında hayrete düşüyorsunuz. İnsanlar, sürekli olarak bir işi yaparken, “Nasıl bu işi daha verimli yapabilirim?” sorusuyla çalışıyorlar. Bizde, en verimli 3 çalışanın yaptığı işi, Japonya’da bir kişi, tek başına yapıyor. Makine, eleman sayısından daha fazla. Ancak, insanlar 3 kat daha kalifiye; bir çalışan, birden fazla operasyon yapabiliyor. Böylece grup çalışması daha verimli hâle geliyor. Bantlar, daha küçük ve modüler. Bizdeki gibi, yalnız belirli bir üretim yöntemiyle değil, çok çeşitli yöntemlerle çalışıyorlar. Zamanı, sürekli optimum bir şekilde kullanıyorlar. Bir iş yapıldığı zaman, işin doğrusu yapılıyor. İşi yapmadan, kimse işi yargılamıyor. Kimse işi dinlediği zaman, duygusal, tepkisel yaklaşmıyor. Önce iş üretiliyor, doğrusu yapılıyor, onun üzerinden işin değerlendirilmesi yapılıyor.” (Böylece Japon mucizesinin sebebi anlaşılıyor.)

-“Çin’de üretim, çok sayıda insanın çalışmasıyla sağlanıyor. Japonya’daki gibi makine ağırlıklı değil. Rasyonel üretim ve verimlilik ilkeleri Japonya’yla kıyaslanamaz. Ancak, iş organizasyonunda düzen ve disiplin, yine şaşırtıcı derecede var.”

-“Kültürel anlamda farklılıklar gözlemlediniz mi?”

-“Örneğin, bizler kendimizi misafirperver biliriz. Çin’de de, Japonya’da da, misafir ağırlama ve karşılama gelenekleri o kadar güçlü ki, insan kendini ezik hissediyor… Bütün işletmelerde sabah işe geldiğinde herkes ayakkabılarını çıkarıp terlik giyiyor; patronlar da dâhil...”

Sözün özünü, son söz olarak tekrar hatırlayalım: “İnsan için çalıştığından/ emeğinden/ ürettiğinden başka bir şey yoktur.” (Kur’an; 53/Necm, 39)

***

Not: Arif Abi (Prof. Dr. Arif Ersoy)! Aramıza hoş geldin. Dediğin gibi; Hak ve adalet merkezli ‘Yeni Bir Dünya’ için birlikte olmak çok keyifli ve bereketli olacak, inşaallah… En derin hürmet ve muhabbetlerimle; selâm, sevgi, salât, duâ, duâ…

 

 

***

 

 

 

 

 

AB ülkelerinde halk uyanıyor…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.06.2005

Avrupa Birliği ülkeleri kaynıyor…

Avrupa Birliği ülkelerinde halk uyanıyor…

Almanya’da halk mevcut hükümetin genel ve özel politikalarını onaylamıyor… Halk, başta işsizlik sorununun çözümsüzlüğü bir yana, % 12’ler seviyesine çıkmasını kabul edemiyor... Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde ‘sosyal devlet’ anlayışından vazgeçilmesi yönündeki gelişmeler karşısında halkın ilk fırsatta tepkisi şiddetli oldu… Almanya erken seçime gidiyor…

Almanya’da halk uyanıyor… Darısı Türk halkının başına…

Fransa’da halk, ‘Avrupa Birliği’ aracılığıyla kendi aleyhinde oynanan oyunlara -halk tabiriyle söylersek- ‘Fransız kalmadı’ ve tepkisini adeta deprem etkisi sağlayacak şekilde gösterdi. Fransa, Avrupa Birliği’nin fikir babası ve kurucusu... Cumhurbaşkanı Chirac ‘evet’ çıkması için çok çırpındı ama başarılı olamadı. AB anayasasını kim hazırladı? Türkiye karşıtlığı ile de bilinen bir Fransız yani Giscard; dolayısıyla Fransızlar fikir babası, kurucusu ve anayasa hazırlayıcısı oldukları kendi çalışmalarına ‘hayır’ dediler!.. Sarkozy ile birlikte Le Pen ve aynı kulvarda siyaset yürüten Fransız politikacılara gün doğdu!..

Fransa’da halk harekete geçti…

Türk halkı bu harekete Fransız kalmaz!..

*

Fransa’da halk neden ‘hayır’ dedi?

TNS-SOFRES tarafından yapılan kamuoyu anketinde Fransız seçmene ‘Neden hayır oyu verdiniz?’ diye sorulmuş.

Cevaplar şöyle:

1- Anayasa Fransa’da işsizliği artıracağı için ‘hayır’ %46.

2- Mevcut durumdan bıktığımı göstermek için ‘hayır’ %40.

3- AB Anayasası’nın yeniden müzakere edilmesini sağlamak için ‘hayır’ %35.

4- Anayasa’nın anlaşılması zor olduğu için ‘hayır’ %34.

5-Anayasa çok liberal olduğu için ‘hayır’ %34.

6- Avrupa Birliği ‘Fransız’ kimliğini tehdit ettiği için ‘hayır’ %19.

7- Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemediğim için ‘hayır’ %18.

8- Yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için ‘hayır’ %12. En düşük yüzdenin, “yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için ‘hayır’ dedim” diyenlerde görülmesi; bir bakıma halkın siyasilere güvenmediğini de gösteriyor.

1789’dan sonra halk Fransa’da yeniden ayaklanıyor!.. Fransız halkı, 20 Eylül 1992 günü Maastricht için yapılan referanduma da sadece 0,9 fazla oy vererek ‘evet’ demiş! Fransızlar, 1972 yılında İngilizlerin AB üyeliğinin oylandığı referandumda da sadece %68 oranında ‘evet’ demiş. Burada da dikkat edilirse ‘evet’ oranları giderek düşmüş ve son referandumda da ‘hayır’a dönüşmüş.

‘Ne olacak bu AB’nin hâli?’ diye düşünenlere kısa bir cevap verelim.

Avrupa Birliği, şimdi yetersizliği ilk günden bu yana tartışma konusu olan Nice Antlaşması çerçevesinde tedvir edilmeye çalışılacak. Avrupa ülkelerindeki halk, AB Anayasası diye yutturulmaya çalışılan onbinlerce sayfadan oluşan metinlerin gerçek bir anayasa olmadığını, büyük kısmının şimdiye kadarki anlaşmaların toplamı olduğunu gayet iyi biliyor. İlk fırsatta bu bilgisini izhar etti.

Hollanda, Belçika, İngiltere ile birlikte, diğer Avrupa ülkelerinde bugüne kadar olanlar ve bundan sonra olacaklar gösteriyor ki; Avrupa Birliği karanlık bir döneme girmiş bulunuyor…

Almanya, Fransa ve Hollanda’da halk uyanıyor…

Türkiye’de de halk bu uyanışlara elbette yabancı kalmayacaktır…

*

Türkiye, günümüzdeki adı AB/Avrupa Birliği, geçmişte ilk müracaatını yaptığında adı AET/Avrupa Ekonomik Topluluğu olan işte bu AB ile 3 Ekim’den itibaren ‘ucu açık!’ müzakerelere hazırlanıyor!..

Peki, Türk halkına sorsanız, bir referandum fırsatı sunsanız, acaba bu AB’ye ne der?.. Avrupa Birliği’ne girmek birçok yönden iyi, yararlı, güzel ve en önemlisi meşru mudur?..

Kısaca tekrar hatırlayalım. AB yöneticileri bizim yöneticilere ne diyor? AB’ye girmek için; zinayı meşrulaştıracaksın, faiz batağı içinde kalacaksın; ondan sonra Avrupa Birliği’ne gireceksin ve kurtulacaksın!..

Biz elbette Avrupalıların, Amerikalıların, hattâ Yahudilerin düşmanı değiliz. Biz onları insan oldukları için seviyoruz. Hele İbrahimî dinden oldukları için onların samimi olanlarının en azından insan kardeşleriyiz. Ama biz onların sömürüsüne karşıyız, biz onların zinasına karşıyız, biz onların küfrüne karşıyız, biz onların.... Halk olarak bize soruluyorsa; bu bataklıklarda olanlarla işbirliği yapamayız, onlarla dayanışma ve birlik kuramayız. Biz Avrupa Hıristiyan olduğu için onlara karşı değiliz. Tam tersine, biz Avrupa gerçek Hıristiyan ve dindar olmadığı, yani ateist ve din düşmanı, başörtüsü düşmanı, daha doğrusu İslâm düşmanı olduğu için Avrupa’ya karşıyız. Lâikliği dinsizlik ve ahlâksızlık olarak anladıkları için karşıyız. Karşıyız da ne yapıyoruz? Silahlı teşkilat mı kuruyoruz? Onlara savaş mı açıyoruz? Onlarla beşerî ilişkileri mi kesiyoruz? Hayır.

Peki, ya ne yapıyoruz? Onlara sadece yanlış yolda olduklarını söylüyoruz. Türklerden onlara takılan kimselerin de onlarla beraber uçurma yuvarlandıklarını söylüyoruz. Biz dünya ile birleşmeye hazır olmalıyız. Ama Avrupa’nın sözde Avrupa Birliği, sözde insan hakları müktesebatında değil; insanlığın Hz. Âdem’den beri gelen müktesebatında, ilâhi kitapların müktesebatında, müsbet ilim müktesebatında birleşmeliyiz…

AB ülkelerinde halk uyanıyor… Darısı Türk halkının başına…

 

 

***

 

 

 

 

 

İKÖ ya da ‘İslâm Ülkeleri Birliği’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.06.2005

Geçtiğimiz günlerde Pakistan’ın İslamabad kentinde toplanan ‘Akil Adamlar Komitesi’, yapılan çalışmalar sonunda İKÖ/İslâm Konferansı Örgütü’ne üye ülkelerin liderlerine sunulmak üzere bir değişim ve yeniden yapılanma planı hazırladı. Bugünkü yazımda bu konu üzerinde duracağım.

Ele alıp anlatacağım konunun daha iyi anlaşılması için önce iki bölümlük kısa açıklamalar sunacağım.

I./ Kâinat ve dünya evrim içinde yaratılmıştır. Her şey doğar, gelişir, olgunlaşır, yaşar, yaşlanır ve ölür. Bu durum Kâinat için mukadder bir kanun olduğu gibi; aynı şekilde insanlık ve dünya için de mukadder bir kanundur. İnsanlık için her bin yıl bir yaştır. Bin yılda bir insanlık ileri hamleler yapar ve evrimleşir. 2005 yılında, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun başlangıcında bulunuyoruz.

İnsanlık tarihini kısaca başlıklar hâlinde hatırlayalım. MÖ 3000 yıllarında Nuh Medeniyeti, MÖ 2000 yıllarında İbrahim Medeniyeti, MÖ 1000 yıllarında İbrani Medeniyeti başlamıştır. Miladî yılların başında Hıristiyanlık Medeniyeti doğmuştur. MS 1000 yıllarında Kur’an Medeniyeti oluşmuştur. Şimdi, çağımızda, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun başlangıcında Yeni Kur’an Medeniyeti doğmaktadır…

Bunların hepsine ‘Hak Medeniyetleri’ diyoruz. Hakka dayalı medeniyetler zamanla bozulmuş ve ‘kuvvet uygarlıkları’ oluşmuş; Mısır, Yunan ve Bizans uygarlıkları olarak biner yıl sürmüştür. Kuvvet uygarlıkları 500 yıllık gecikmelerle ‘Hak medeniyetleri’ni takip etmişlerdir. Çağımızdaki Batı kuvvet uygarlığı, yaşlandığı için artık çökmeye başlamıştır…

Hak medeniyetlerihukuk” ve “yönetim”de inkılâp yaparlar, kuvvet uygarlıklarıteknik” ve “ekonomi”de evrim yaparlar. 500 yıl içinde Avrupa uygarlığı sanayi devrimini yapmıştır. Müsbet ilimdeki katkıları ile bundan sonra oluşacak olan Hakka dayalı medeniyete malzeme hazırlamıştır. Şimdi insanlık Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimle anlayarak “III. Bin Yıl Hak Medeniyeti”ni kuracaktır; kurmaya başlamıştır…

*

II./ Yeni medeniyet hareketini ateşleyip harekete geçiren bu yola girmeden önce insanlığa “sosyal tufan” gelmektedir. Nedir bu sosyal tufan veya tufanlar? Bu vesileyle yeniden hatırlayalım.

1- Çevre kirliliği birinci tufan veya âfettir. İnsanlığın henüz Adil Düzene girmemiş olmasından dolayı; a) hava kirlenmekte, b) su kirlenmekte, c) toprak kirlenmekte ve d) canlı kirlenmektedir. 2- İkincisi ise; insanlık silahlanmakta ve dünya barut fıçısına dönmektedir. a) Kimyasal silahlar, b) biyolojik silahlar, c) tahribat silahları ve d) atom bombası ile radyolojik silahlar insanlığı imhaya hazır hâle gelmiştir. 3- Üçüncü âfet olarak; a) doğum kontrolü, b) tedavi tababeti, c) sosyal güvenlik kurumu ve d) imha savaşları nesli dejenere etmekte ve insanlık âlemi sakatlarla dolmaktadır. 4- Son olarak anarşi sosyal tufan veya âfetlerin etkin halkasını oluşturmaktadır. a) Rüşvet mafyası, b) senet mafyası, c) iş mafyası ve d) silahlı mafya insanlığı saran kanser hâlindedir.

İnsanlık Adil Düzen kurarak bu âfetleri temizleyecek ve dünyayı yeniden sağlığına kavuşturacaktır. Allah bu âfetlerden insanları kurtaracaktır. SSCB/Sovyetler Birliği denilen oluşumun şahsında komünizm yani sosyalizm çöktü… Şimdi de ABD ve AB’nin şahsında kapitalizm çöküyor… Dünya, I. ve II. Cihan Savaşları’ndan sonra, çağımızda ‘küreselleşme’ adı altında adeta çok yönlü III. Cihan Savaşını yaşıyor...

O halde, bugünkü savaşlar, sosyal âfet veya tufanlar, aslında insanlığın ‘Adil Bir Düzen’ ile ‘Yeni Bir Dünya’ya kavuşması savaşıdır. İki zalim taife birbirini öldürmekte, bu arada bizi yani İslâm âlemini de savaşlarına ortak etmek istemektedirler. İşte bu savaş onların sonlarının başlangıcıdır…

*

Mâlum olduğu üzere, Müslüman ülkeleri bir araya getiren en üst düzeydeki çatı kuruluş ‘İKÖ/İslâm Konferansı Örgütü’dür. İKÖ bünyesinde bugünlerde yeniden yapılanma planları ve bu planlar çerçevesinde hazırlık toplantıları yapılıyor. Son olarak geçtiğimiz günlerde Pakistan’ın İslamabad kentinde ‘Akil Adamlar Komitesi’ toplandı ve yeniden yapılanma yolunda değerlendirilecek bir çalışma programı hazırladılar. Değişim çalışmalarında genel olarak aşağıda özetini sunacağım konular üzerinde duruluyor.

1) Alınan kararların uygulanabilirliği ve bu konularda teşkilatın yaptırım gücü artırılacak. Teşkilat ile genel sekreterlik arasında, BM Güvenlik Konseyi’ne benzer bir birim kurulacak. Bu birim ara kararlar alabilecek. Daimî temsilciler periyodik olarak toplanacak. 2) Üye ülkelerde demokrasi, sivil toplum ve insan haklarının güçlendirilmesi konularında çalışmalar yapılacak. 3) BM Güvenlik Konseyi’nde İslâm ülkelerinin hak ettiği ölçüde ve biçimde temsil edilmesi için çalışmalar yapılacak. 4) Batı ülkeleri dahil, üye ülkeler dışında yaşayan Müslüman azınlıkların sorunları ile yakından ilgilenilecek. 5) İslâm ülkelerinin sosyoekonomik kalkınması için fonlar oluşturulacak. 6) Kadınların katılımının ve etkinliğinin artırılması için çalışmalar yapılacak. 7) AB ile mevcut ilişkiler daha da geliştirilecek. Çin, Hindistan, Japonya, Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ile ilişkilere önem verilecek ve geliştirilecek. 8) İKÖ Kuruluş Misakı/ Tüzüğü yeniden yazılacak ve kuruluşun ismi değiştirilecek. 9) Genel sekreterliğin personel sayısı ve bütçesi artırılacak. 10) Genel sekreterliğe personel alımında torpile değil liyakate önem verilecek. Bugüne kadar bu konuda yapılan çalışmalarda sadece bazı ülkelere öncelik tanınıyordu.

Yeniden yapılanma çerçevesinde isim değişikliği olarak ‘İslâm Ülkeleri Birliği’, ‘Müslüman Ülkeler Örgütü’ ve ‘İslâm Devletleri Örgütü’ gibi teklifler gündemde. En önemlisi, İKÖ müsbet ilim yoluyla son yıllarda iyice artan İslâm düşmanlığı alanında gerekli çalışmaları başlatacak ve mücadele edecek.

 

 

***

 

 

 

 

 

İslâm’ın genleriyle oynamak istiyorlar!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.06.2005

30 Nisan - 1 Mayıs 2005’te İstanbul Eresin Otel’de bir toplantı yapıldı: “Uluslararası İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Konferansı: Değişen Dünyada Yeni Bir Vizyon Arayışı”.

Toplantı sonunda “İSLÂM DÜNYASI SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI BİRLİĞİ” kuruldu ve TGTV Başkanı Necmi Sadıkoğlu birliğin ‘genel sekreterlik’ görevine getirildi.

Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV), 1990’lı yılların başlarında, başta Birlik Vakfı, Ensar Vakfı ve Hak-İş olmak üzere, İslâmî duyarlığı olan Türkiye’deki belli başlı sivil toplum kuruluşlarının her yıl İstanbul veya Ankara’da bir araya geldiği ‘kongre’ seviyesindeki toplantılardan birkaç yıl sonra kuruldu. İlk yıllardaki toplantıların hepsine yöneticisi veya temsilcisi olduğum kuruluşlar adına katıldım. İlk toplantıda 600 civarında kuruluşun listesi vardı. Zamanla ve her yıl bu sayı düşmeye başladı. Sonra bu çalışmanın TGTV çatısı altında birleştirilmesine karar verildi ve bu aşamada her nedense -başlangıçta 600 olan kuruluş sayısı- birkaç 10 (on) kuruluşa düşürüldü. O yıllarda TGTV’nın kuruluşundaki yanlış ve eksiklikleri yöneticilere ilettik. Gerekli karşılığı göremeyince, onları çalışmalarıyla baş başa bıraktık. Nitekim, geçtiğimiz ay İstanbul’da yapılan ‘İslâm dünyası’ uluslararası toplantısına, meselâ adında bile ‘İslâm’ kelimesi olan kuruluşlar başta olmak üzere, kahir ekseriyetteki (ülkemizde 5000’den fazla olan) sivil toplum kuruluşlarının dâvet edilmediğini tesbit ettim. Elbette konu ile ilgili yazılacak daha pek çok ‘şeyler’ var ama şimdilik sadece bu kadarla iktifa ediyorum.

Yukarıdaki kısa bilgileri şunun için yazdım.

Toplantının cereyan ettiği iki gün, Türkiye ve dünyadan toplantıya katılan bazı dostlarım, sürekli olarak toplantıya neden katılmadığımı telefonla arayıp sordular. Resmen dâvet edilmediğimiz için katılmadığımızı söyledim. Hayret ettiler! Görüşmem gereken dostlarımı da resmî toplantı saatleri dışındaki akşam vakitlerinde ziyaret ettim.

Bir bakıma ‘taraf’ olduğum bir toplantı ile ilgili ‘tahlil’ değerlendirmelerimi doğrudan değil, dolaylı bir şekilde sunacağım. Neden? Dedim ya, duyarlı bir Müslüman ve birçok sivil toplum kuruluşunun yöneticisi olarak taraf olduğumdan dolayı. Bundan dolayı, toplantıyı genel olarak doğrudan ‘tahlil etmek’ yerine, toplantı ile ilgili yapılan değerlendirmeleri farklı bir mizansenle sunuyor ve değerlendirmeyi siz değerli okuyucularıma bırakıyorum.

Toplantı ile ilgili ilk ciddî değerlendirmeye Zaman gazetesinde rastladım. Yazının başlığı da aynen şöyle: ‘Arkasında ABD olmasın!’

Arkasında ABD olmasın!(?)

“Amerika’nın 11 Eylül sonrasında geliştirdiği Ortadoğu politikaları karşısında, bölgede sivil-resmî bütün aktörler büyük bir şaşkınlık yaşıyor. Bir yanda tutarlı bir gerekçesi olmadan yaşanan Irak’taki savaş ve işgal. Diğer yanda özgürlük vadeden ve bölgenin dönüşümünü öngören Büyük Ortadoğu ya da Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Ortadoğu Projesi. Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV)’nın İstanbul’daki toplantısına katılan Ortadoğu aydınlarıyla yaptığımız konuşmalarda da bu şaşkınlık belirgindi. ‘Uluslararası İslâm Dünyası STK’ları Konferansı’na 30’a yakın İslâm ülkesinden gelenler arasında, toplantı sonunda bile istifhamlarına cevap bulamayanlar vardı. Acaba bu bağımsız bir girişim miydi, yoksa arkasında ABD mi vardı?..” (Abdülhamit Bilici, Zaman, 4 Mayıs 2005)

Bakalım, toplantının arkasında ABD var mıymış?

6 Mayıs 2005 günü Gerçek Hayat gazetesinde, ‘BOP’un gölgesinde STK toplantısı’ başlığı altında bir değerlendirme çıktı. Yazı aynen şöyle başlıyor:

Amerikalıların, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın da (TGTV) bulunduğu bazı sivil toplum kuruluşlarıyla görüşmesi ve birlikte çalışma teklifinde bulunmasının üzerinden bir yıl geçti. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın ev sahipliği yaptığı toplantıda bazı STK temsilcileriyle ABD İstanbul Başkonsolosu David L. Arnett, konsolosluk görevlileri Jonathan Henriq ve Walter Douglas bir araya gelmiş, Büyük Ortadoğu Projesi konuşulmuştu. Toplantıda STK’lara proje çerçevesinde Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinden ne beklendiği anlatılmıştı. 90 civarında vakıf ve derneği bünyesinde bulunduran TGTV’nin Yönetim Kurulu Başkanı Necmi Sadıkoğlu ise Amerikalıların teklifini nasıl değerlendirdiklerini soranlara, “Düşüneceğiz.Birkaç seans daha görüşmemiz lazım. O ülkelerde faaliyet yapmak kolay değil. Belki Türkiye’de organizasyon yapılır ve dâvet edilebilirler.” cevabını veriyordu. Yani Sadıkoğlu, BOP’un kapsadığı ülkelerde bulunan STK’larla bu çerçevede Türkiye’de bir toplantı yapılabileceğinden söz ediyordu.

BOP’a dair kuşkular giderilemedi

TGTV ve toplantıya katılan diğer vakıf ve derneklerin niyetleri konusunda herhangi bir şüphemiz olmasa da, ABD’nin BOP’u ortaya attığı, STK’lar eliyle gerçekleştirilen kadife devrimlerin bizleri kuşattığı bir dönemde bazı dernek ve vakıfların sözkonusu toplantıyla ilgili olarak Amerikalılarla görüşmesi, ‘işbirliğine açık oldukları’ görüntüsü vermeleri, doğal olarak kuşku uyandırıyordu. TGTV’nin toplantısı maalesef BOP’un gölgesinde yapılıyordu ve TGTV yöneticilerinden beklenen, kuşkuları giderecek bir çaba içerisinde olmalarıydı. Üstelik, Yeni Çağ gazetesinin yazarı Arslan Bulut, 29 Nisan’daki yazısında, STK buluşmasını “İstanbul’da ‘kadife devrim’ toplantısı” diye nitelendirerek büyük töhmet altında bırakmıştı. Bulut’a göre bu toplantıyı, Dışişleri Bakanlığı Geniş Ortadoğu Girişimi Koordinatörü Ömür Orhun düzenliyordu. Özetle, toplantı STK toplantısı falan da değildi.

Hatırlayacaksınız, geçen yılki G-8 toplantısında, İslâm dünyasındaki ‘reform’ çalışmaları için Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir sekreterya oluşturulmuştu. Ve o tarihten itibaren Türkiye, Müslüman ülkelerde ‘reform’ çağrıları yapmaya başladı. Uluslararası görüşmelerde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bu çağrıları yineliyordu, …” (Nitekim Dışişleri Bakanı Abdullah Gül TGTV’nın sözkonusu bu toplantısına da katıldı ve aynı görüşlerini yineledi. RNE)

Gelelim toplantıya… TGTV yöneticileri kuşkuları gideremedikleri gibi derinleştirdiler… Zaten toplantıda ABD konsolosluğundan bir görevli vardı

Toplantıya katılan STK’ların hangi kriterlere göre seçildiği belirsizdi. Örneğin, Türkiye’de bölge ülkeleriyle ilgili bir organizasyon yapılması durumunda dışarıda bırakılması düşünülemeyecek STK’lar dışarıda kalmıştı. Davetli listesinin hazırlanmasında Dışişleri Bakanlığı’nın belirleyici olduğu iddia ediliyordu. Denildiğine göre, toplantıya katılan bazı STK temsilcileri bakanlığın davetlisiydi. TGTV’nın davetlisi olan bazı STK’larınsa üzeri çizilmişti.

Salonda bulunanlardan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ve İHH Başkanı Bülent Yıldırım toplantıya yönelik kuşkuları hatırlattılar ve bazı eleştirilerde bulundular. Kırbaşoğlu, toplantının BOP’a hizmet etmediği hususunun netleşmesi için sonuç bildirgesinde mutlaka ABD’ye yönelik bazı eleştirilerin yer alması gerektiğini söyledi. Verilen cevap, bildirgenin çok önceden hazırlandığıydı. TGTV’ye alternatif bir sonuç bildirgesi hazırlanması teklifinde bulunuldu. Ama oturum başkanı eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman’a göre toplantının kendisi zaten bir bildirgeydi. Bildirgenin açıklanması da böylece iptal edildi. Birliğin tüzüğüne yönelik birçok yerli ve yabancı delegeden itirazlar vardı. Eleştiri ve itirazların hiçbiri dikkate alınmadı. TGTV Başkanı Necmi Sadıkoğlu’nun birliğin genel sekreterliğine getiriliş biçiminin de “kabul edenler-etmeyenler” şeklinde olması ise toplantıya getirilen bir başka eleştiriydi. Kısaca söylemek gerekirse, İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği kötü başladı. Dileriz bu şekilde devam etmez.” (Gerçek Hayat, 6/12 Mayıs 2005)

Abdullah Gül ve M. Hayri Kırbaşolu’nun görüşleri

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu toplantıya katıldılar. Bakan Gül toplantıda uzunca bir konuşma yaptı. Bu konuşma metni altı gün sonra bir gazetede (Zaman, 6.5.2005) aynen çıktı. Aynı gün Prof. Kırbaşoğlu’nun bir değerlendirmesi (Gerçek Hayat, 6.5.2005) çıktı. Mukayese yapabilmeniz için iki katılımcının görüşlerinin özetini ‘yorumsuz’ sunuyorum.

1.

Çağımızda ‘küreselleşme’ denen olgu…

Abdullah Gül: “Çağımızda küreselleşme denen olgunun önümüze çıkardığı sorunların aşılması ve sunduğu fırsatların değerlendirilmesi için sahip olduğumuz en önemli değer insan kaynaklarımızdır. Devletlerin bu insan kaynaklarımızdan faydalanabilmeleri için hür, açık ve katılımcı yapılar kurmaları ve bunları güçlendirmeleri gerekmektedir. Sivil toplum kuruluşları bize bu konuda yardımcı olmaktadır. İslâm dünyası, zengin kültüründen istifadeyle ve İslâmiyet’in de katkıda bulunduğu evrensel değerler temelinde çağı yakalama kudretine sahiptir. Bu kudret bir yandan hükümetler düzeyinde, diğer yandan toplum düzeyinde hayata geçirilmelidir. Görmekteyiz ki, İslâm dünyasında siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda arzu edilen gelişmelerin arz ettiği aciliyet kamuoyumuzda artan bir şekilde yankı bulmaktadır. Bizler bu talebi görmek ve değişim sürecini bizzat sahiplenmek zorundayız. Müslüman ülkeler kendi sorunlarına kendi çözümlerini bulmak, olumlu değişimin yolunu açmak için sorumluluk ve daha aktif bir çaba içinde olmalıdır… Sivil toplum kuruluşları, bu yolda hükümetlerle halk arasında köprü rolü oynamak suretiyle reform çabalarını kolaylaştırıcı bir potansiyele sahiptir…” (Bakan Gül’ün bu bölümde defalarca ‘küreselleşme’ kelimesini kullanması özellikle dikkatimi çekti.)

Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu: “Bu toplantının en önemli yanı, STK ruhunun yeterli düzeyde kavranmadığını gösteren gelişmelerdir. Bilindiği gibi STK’ların en önemli özelliği gayri resmi olmaları ve genellikle eleştirel ve muhalif tavır takınmaya özen göstermeleridir. Bu açıdan bakıldığında toplantının Dışişleri Bakanlığı kontrolünde ve denetiminde yapıldığı, katılımcıların belirlenmesinde bakanlığın müdahalelerde bulunduğu, üstelik Dışişleri Bakanlığı’nın hangi amaçlara hizmet ettiği açık ve net bir biçimde bilemediğimiz “Geniş Ortadoğu Girişimi Koordinatörlüğü” ile birlikte yapıldığı yönünde katılımcıların ifadeleri meselenin sivil toplum toplantısı mı, yoksa hükümete bağlı bir faaliyet mi olduğu sorularının zihinlerde belirmesine yol açmaktadır. Bu çerçevede, ülkemizin STK’ları başında geldiğine inandığım Doğu Konferansı’nın -en azından gözlemci olarak- dâvet edilmemiş olması, ayrıca duyduğum kadarıyla TGTV’nin Ankara bölgesi kurucularından herhangi bir temsilcinin çağrılmamış olması oldukça manidar olsa gerekir.”

2.

‘İstanbul’da ‘Kadife Devrim’ Toplantısı’ mı?..

Abdullah Gül: “Bu sebeple sorunların doğru teşhis edilmesi için geniş ve gerçekçi bir bakış açısına ihtiyaç vardır… Bu bakımdan problemlerimizin nedenlerini görmek için kendi içimize de bakmalıyız. Bu bağlamda sivil toplum temsilcilerine önemli bir görev düşmektedir… Sivil toplum kuruluşları bireyin ve toplumun haklarının takipçisi olarak zaman zaman devleti eleştirmektedir… Batı’da güçlü konumda bulunan sivil toplum kuruluşları hükümetleri kontrol etme işlevini de görüyor ve çıkar gözetmeden yol gösterici bir rol oynuyorlar. Halkın önceliklerini ön plana çıkaran bir kanaat önderliği görevi yapıyorlar… Uluslararası toplantılarda, etkinliklerde hükümet temsilcilerinin sözlerine bir yere kadar ilgi gösteriliyor. Oysa sivil toplumun girişimleri ve/veya sözleri zaman zaman çok daha inandırıcı ve doğrudan olabiliyor. Gönüllülük, fedakarlık, topluma hizmet gibi meziyetlerin İslâm geleneğinde ve inancında önemli bir yer tutmasına rağmen, Müslüman ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarının modern dönemde yeterince güçlü olmaması büyük bir eksikliktir. Hükümetler, hükümet etmenin gerekleri çerçevesinde görevlerini yerine getirmeli, ancak eleştiri ve tavsiyelere de kulak vermelidir…”

Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu: “Daha önemlisi, böyle bir toplantının ABD’nin artık açıkça ve fütursuzca İslâm ülkelerindeki çeşitli çevrelerle açık pazarlıklara oturduğu BOP sürecinin bir parçası olduğu yönündeki yoğun istihbari bilgi akışıdır. Bu bilgilerin pek çoğu medyaya da yansımış durumdadır. Basına yansıyan bilgiler arasında ABD’li bazı görevlilerin 10 kadar STK temsilcisiyle görüştüğü de bulunuyor. [Bu konuda bkz. Asım Asyalı’nın ‘BOP Temasları’ yazısı (aasyalı@yeniasya.com.tr), Berberoğlu’nun ‘ABD’nin BOP Umudu ve STK’lardan Medet’ başlıklı yazısı (Akşam gazetesi, 21.2.2004), ‘Ankara’ya Pentagon Mesajı: STK’lara İş Düşüyor’ başlıklı yazı (Radikal, 20.2.2005) ve Arslan Bulut’un ‘İstanbul’da ‘Kadife Devrim’ Toplantısı’ yazısı ise (Yeni Çağ, 29.4.2005) konuyla ilgili yer ve isim vererek, birtakım buluşmalardan ve görüşmelerden geniş olarak bahsetmektedir.] Bunlar hemen aklımıza “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözümüzü getirmektedir. ABD İstanbul Başkonsolosu’nun toplantıyı yakından takip ettiğine dair bilgileri ayrı bir ipucu olarak değerlendirenlerin, bu konuda haksız olduklarını söylemek de o kadar kolay olmasa gerektir. Hülasa, ülkemizde ve diğer İslâm ülkelerinde açıkça ve fütursuzca ABD, İngiltere ve İsrail yandaşlığı yapan kişi ve kuruluşların bulunduğu ortadadır. Üstüne üstlük, bunlar içerisinde maalesef İslâmî kimlik taşıyan kişi ve kuruluşların yer aldığı da bir gerçektir. İstanbul’da yapılan bu toplantının bu kervana katılma çabası olarak algılanması mevcut şartlarda çok tabiidir. Şayet ortada gerçek dışı bir durum varsa, bunu aydınlatmak ve şüpheleri izale etmek, elbette herkesten önce bu şaibeli duruma yol açanların görevidir.”

3.

Şaibeli ve şüpheli bir toplantı…

Abdullah Gül: “Son dönemde tüm dünyada İslâm âlemine yönelik uluslararası ilgi artmıştır… Günümüzde özellikle Batı’da İslâm dünyası çeşitli boyutlarıyla incelenmekte, İslâm dünyasına dair öngörüler yapılmaktadır… Batı’yla sürdürdüğümüz entegrasyonu karşılıklı çıkar anlayışı temelinde geliştirmekteyiz… Müslüman toplumların sorunlarına çözüm ararken kendi şartlarına uygun kurallar ve kavramlar oluşturmaları mümkün olabilir. Ancak, insanlığın esenliğini amaçlayan evrensel değerler ve ilkeler bellidir ve bunlar İslâmî inancın da ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, tarih boyunca farklı medeniyetlerin birbiriyle etkileşimi neticesinde insanlığın ortak aklı ve ortak vicdanından beslenen evrensel değerler, Müslüman halklar için de yol gösterici özellik arz etmektedir…”

Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu: “Bu toplantıyı şaibeli kılan ve üzerine şüphe gölgelerini çeken diğer bir husus ise, toplantının işleyişine dair bizatihi müşahede ettiğim aşağıdaki hususlardır: Toplantının son oturumunda TGTV tarafından hazırlanan taslak tüzük tartışmaya açılmış, ancak tüzüğün kabulü son derece şaibeli bir şekilde gerçekleş(tiril)miştir. Zira oturum başkanı tüzüğü kabul edenlerin oylarını saymaya bile tenezzül etmemiş, ayrıca kabul etmeyenler için yapılması gereken oylamayı da yapmamış ve mesele herkesin gözleri önünde bir oldu bittiye getirilmiştir. Oldu bitti bununla da bitmemiş ve tüzük maddeleriyle ilgili yaklaşık on değişiklik teklifi hiçbir oylama yapılmaksızın yok sayılmıştır ki, bunun en azından katılımcılara yapılmış bir saygısızlık olarak algılanabileceği dahi düşünülmemiştir.”

4.

“İslâm dünyasında ‘reform’ zamanı!..”

Abdullah Gül: “Müslüman toplumların paylaştığı zengin ve faydalı olan ortak bir öz de mevcuttur. Bu öz, evrensel değerlerle tamamen uyum içerisindedir… Türkiye, İslâm dünyası içindeki reform ihtiyacına uzun zamandır işaret etmektedir. Ben bu göreve geldiğimden beri, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü) toplantıları dahil olmak üzere, yaptığım çeşitli konuşmalarda toplumlarımızın siyasi, ekonomik ve sosyal eksikliklerine eğilmeleri zamanının çoktan geldiğini vurguladım. Bu bağlamda, evrensel değerlerin önemini vurgulayarak, bunun için demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, iyi yönetişim, şeffaflık, hesap verme sorumluluğu,… gibi gereklere dikkat çektim. Kendi evimizi öncelikle bizim kendimizin düzene sokmamız gerektiğini, bunu bizden kimsenin sağlıklı bir şekilde yapamayacağını ifade ettim. Bunu biz yapmazsak, başkaları bizim için yapacaktır. Kendi evimizi temizlemenin yolu ise sağlıklı bir değişim, yani gerçekçi bir reform sürecini hayata geçirmektir…” (Zaman, 6.5.2005) (Yazının sonuna şöyle bir not düşülmüş: Bu makale, Sayın Abdulah Gül’ün İstanbul’da düzenlenen Uluslararası İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Konferansı’nda 1 Mayıs 2005 tarihinde yaptığı konuşmadan derlenmiştir.)

İslâm’ın genleriyle oynamak istiyorlar!

Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu: “Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir: ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün İslâm dünyası üzerindeki emelleri çok açıktır. Hattâ ABD’nin silahlı askeri işgal ve talan ile ve ekonomik kaynakları kalıcı bir biçimde sömürme planları ile yetinmeyerek bizzat İslâm’ın genleriyle oynamak istediği, kendi çıkarlarına direnmeyen ve küfre karşı cihad etmeyen bir İslâm oluşturmak istediğini gizlememektedir. Önümüzdeki dönemde dikkatimizi bu dış düşman kadar, onların bu projelerine, bilerek veya bilmeyerek (ki ikisi de suçtur) hizmet eden veya edecek olan bazı Müslüman kimlikli kişi ve kuruluşlar üzerinde ve tabii her şeyden önce İslâm ülkelerinin yönetimleri üzerinde odaklaştırmalı, gelişmeleri takip etmeli ve bunlara karşı sivil alternatif çalışmalara yönelmeliyiz. (Bütün bunların ortak adının ‘cihad’ olduğunu da hiçbir zaman unutmamalı, bu kelimeyi lügatimizden çıkarmak, hafızamızdan silmek isteyenlere asla göz açtırmamalıyız.) İstanbul’daki bu toplantının hem bizler, hem de toplantıyı düzenleyen ve bu toplantıya katılanlar için bu hususların ciddi olarak yeniden tartışılmasına, herkesin kendisini nefis muhasebesine tabi tutmasına, pozisyonunu yeniden gözden geçirmesine ve olması gerektiği gibi bütün enerjisini sadece ve sadece İslâm’ın ve İslâm dünyasının geleceğini garantiye alma hedefine vakfetmesine vesile olmasını ümit ediyorum. Müslümanların birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmelerine (Asr Sûresi) hiç bu kadar muhtaç olmadığımızın bilincine varmamızı nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyor, bunu da ‘hatırlatma’nın mutlaka fayda vereceğine dair “Sen hatırlat. Çünkü hatırlatma müminlere mutlaka fayda verir.” (51,ez-Zâriyât,55) şeklindeki Kur’ânî ilkeye olan imanımdan dolayı gerekli görüyorum. Selamlarımla.” (Gerçek Hayat, 6.5.2005)

 

 

***

 

 

 

 

 

Yoksulluk ekonomisi

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Hadis

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.06.2005

Son zamanlarda, yıllarda, hattâ son iki yüzyılda dünyaya yokluk, fakirlik, açlık, ‘yoksulluk ekonomisi’ ya da ‘kölelik ekonomisi’ hâkim.

Dünya ikiye bölünmüş durumda.

Vasatı yok, ortası yok, orta direk yok, yani ‘orta ümmet’ denen Müslümanlar yok!..

Var da, yok!

Kur’an’ın “Biz sizi ‘orta ümmet’ kıldık.” (Bakara, 143) dediği ümmet yok; var da, yok!.. Bir yerlerde, her yerde, yeryüzünün her yerinde var; ama yok!.. Her yerde var, ama hükmeden, hükümran olan, hâkim olan değil de; tek kelimeyle mahkum!..

Bir zamanlar dünyaya adalet ve merhameti ile nizamat veren o ümmet mazlum ve mahkum makamında olunca, meydan zulmedenlere, sömürenlere, yoksul ve aç bırakanlara kalmış! Onlar da ‘fırsat bu fırsattır’ deyip dünyayı ‘yoksulluk ekonomisi, kölelik ekonomisi, açlık ekonomisi’ ile güya yönetiyorlar; ya da yönetemiyorlar, sadece zulmediyorlar! Adına da globalleşme, küreselleşme, ya da ‘yeni dünya düzeni’ deyip bu yoksulluk ekonomisini bütün yeryüzüne yayıyorlar.

Bu durumda, dünya ikiye bölünmüş durumda. Vasatı yok, ortası yok, orta direk yok, yani ‘orta ümmet’ denen Müslümanlar yok!.. Yeryüzünde sadece çok zengin olanlar ile yoksul ya da çok yoksul olan insanlar/ ülkeler/ devletler/ kıtalar var. ‘Yoksul insanlar, ülkeler, devletler, kıtalar’ dedim ya; böyle deyince, bir deri bir kemikten ibaret bir beden ve sineklerin gözlerinin yağını yemek üzere üşüştüğü insanlar diyarı bir yer gelmiyor mu?

Neresi orası?

Öncelikle ‘AFRİKA’ değil mi?

Evet; yoksul insanlar, ülkeler ve devletler kıtası Afrika!..

*

Bir haber okudum. Haberi kısaca sizinle paylaşmak istiyorum. Afrika’da yoksul insanların sayısı son 20 yılda (evet, sadece yirmi yılda) ikiye katlandı. Cape Town Üniversitesi (Güney Afrika’da) Kalkınma Siyaseti Araştırma Birimi’nin yaptığı araştırmaya göre, Sahraaltı Afrika’da 1981 yılında yaklaşık 164 milyon olan yoksul insan sayısı, 2001 yılında 316 milyona yükselmiş. Araştırmaya göre, Afrika’da yaşayanların yüzde 46’sı 1 dolardan daha az gelirle hayatta kalmaya çalışırken, yüzde 21’i 0,50 dolardan daha az gelirle yetinmeye çabalıyor ve yüzde 6’sı da 0,25 dolardan daha az gelir elde ediyor.

Rakamlara bakılırsa, insanlar Afrika’da hayatta kalmaya çalışmıyor, yokluk ve yoksulluk altında ölümle pençeleşiyor. Birkaç yıl önce, Afrika’nın diğerlerine nisbeten iyi durumdaki ülkesi Sudan’ın başkenti Hartum’da kaldığım süre zarfında bu yokluk ve açlık mücadelesini müşahede etme fırsatını bulmuştum. Çalışan insanların bile aldıkları aylık ücretin sadece on beş gün yettiğini bizzat gördüm. ‘Geriye kalan on beş gün ne yapıyorsunuz?’ diye sorduğumda, gayet mütevekkil bir şekilde sadece ‘Allah kerim!’ deyişlerini hatırlıyorum!..

Dünyada günlük geliri bir dolardan az olan kimselere ‘yoksul’ deniyor. Bu tanımlama benim değil, Dünya Bankası’nın tanımlaması. 1986 yılı uluslararası fiyatlarını esas alıp satın alma paritesine göre bir ülkedeki yoksul sayısını ve yoksulluk oranını hesaplıyorlar. François Bourguignon ve Christian Morrison, American Economic Review’de (Eylül 2002) yayımlanan çalışmalarında, yoksulluk araştırmasını 1820 yılına kadar gerisin geriye giderek yapmışlar. Ben de yazımın başında buna dayanarak ‘son zamanlarda, yıllarda, hattâ son iki yüzyılda’ diyerek başladım. İki yüzyıldan beri yeryüzündeki yoksulların sayısı durmadan artıyor. Dünyada bir milyar kişinin yaşadığı 1820 yılında 900 milyon kişi ‘yoksul’ iken; bu sayı 1960 yılında 1,3 milyar kişiye ve hemen 20 yıl sonrasında da 1,4 milyar kişiye ulaşarak adeta zirve yapmış. Dünyaya nizamat verdiğini iddia eden ABD’de bile milyonlarca yoksul var. Gazi Erçel, Dünya gazetesinde 25 Mayıs 2005 tarihinde yayımlanan ‘Dünyada yoksulluk’ başlıklı makalesinin sonunda diyor ki:

“Nereden bakarsak bakalım, yoksul sayısı yüz yıllar boyunca artış göstermiş. Sanayileşmiş ülkeler bu gidişe köklü çözüm bulamamışlar. Şimdi ise küreselleşme çağında, hepimizin karşısına önemli bir sorun olarak çıkmış, duruyor.”

Evet, nereden bakarsak bakalım;

-Son iki yüz yıldır yoksullar artmış…

-Sanayileşmiş ülkeler çözüm bulmamış…

(Sorunun ana müsebbibi onlar değil mi?)

-Küreselleşme çağında sorun orada duruyor…

Birilerini bekliyor. Kimleri bekliyor dersiniz?..

*

Hazreti Peygamber “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diyor.

Hiç düşündünüz mü, ‘bizden değildir’ ne demek. Sakın bu sorunun cevabı ‘Müslüman değildir’ olmasın! Eyvah! Ya gerçekten öyleyse, yandık demektir!.. Meseleyi bir de Kur’an’a soralım bakalım. İslâm’ın beş şartından biri de, ‘zekât’ vermek. Kur’an’ı Kerim de ‘zekât’ın sekiz sarf yerinden biri olarak ‘yoksullar’ dediğine göre; hadis yani Hazreti Peygamber doğru söylüyor demektir.

Küreselleşen yeryüzünde ya da globalleşen günümüz dünyasında, iki yüz yıldan beri ‘yokluk/ yoksulluk/ açlık/ kölelik ekonomisi’ hükümran. Yoksullar nerede? Komşuda değil, evimizin içinde, evimizdeki salonda; salondaki gazete, dergi, radyo ve televizyon haberlerinde!.. Dünya aç, fakir, yoksul ve de mazlum.

Müslümanlar!

Dünya sizi bekliyor…

Nerelerdesiniz?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Bir lokma ekmek’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.06.2005

Önce ‘sonbahar’ ayları… Sonra uzun soğuk ve yağışlı ‘kış’ günleri... Bunların ardından ‘yaz’ mevsimi de geldi… ‘Haziran’ ayındayız… Haziran demek, ‘hasat’ döneminin başlaması demektir. Sonbaharda ekilen tohumlar kış aylarında çimlendi ve büyüdü, yaz gelince olgunlaştı; artık hasat zamanı… Özellikle tahılgillerin ve onların içinde buğdayın ‘biçme’ zamanı… Ülkemizin Çukurova bölgesinde hasat başladı bile…

‘Bir lokma ekmek’ deyip geçeriz. Oysa bir buğday tanesinden oluşan ‘bir lokma ekmek’ soframıza ulaşıncaya kadar ne maceralar yaşar, hiç düşündünüz mü? Sonbahar geldi, tarla sürüldü, ‘bir buğday tanesi’ ya da binlerce/ milyonlarca buğday taneleri toprağa atıldı ve beklenmeye başlandı… Allah uygun hava şartlarını lütfetti ve ‘bir buğday tanesi’nden çıkan nârin filiz, o zorlu kış şartlarında toprağı yararak gün ışığına çıktı… Allah’ın tabiata bahşettiği özellikler sayesinde yağmur yüklü bulutlar o buğday filizlerinin üzerine geldi ve ‘bereket’ olup yağdı, yağdı, yağdı… Uzayın engin derinliklerinden gelen güneş enerjisi nârin buğday filizlerini kış soğuklarında ısıttı, ısıttı, ısıttı… Toprağa salınıp uzayan kökler büyüdükçe, bir buğday tanesinden oluşan filiz güçlü bir gövdeye ve onun başında ‘başak’ hâline dönüşmeye başladı… Tohum, toprak, güneş ve kar-yağmur damlalarından oluşan bereketli yağışlar… Ve sonunda büyüyüp olgunlaşan buğday başakları… Soruyorum: ‘Bu unsurlardan sadece bir tanesi eksik olsaydı; bütün dünya ve insanlar bir araya gelerek bir buğday tanesinin bereketli buğday başaklarına dönüşmesini gerçekleştirebilir veya bu eksiklerden birini bile tamamlayabilir miydi?..’ Hayır!.. Evet; sonbahar, kış ve hasat mevsimi yaz… Bir buğday tanesinin yaşadığı maceralar… Daha sonra değirmen, fırın ve mutfak merhalelerinden sonra soframıza kadar geliveren ‘bir lokma ekmek’...

*

Yaz mevsimi başlayınca hasat mevsimi de başlıyor. Hasat deyince insanın aklına gelenler nedir? Köylü, çiftçi, tarım, tarım çalışanları, tarım bakanlığı, tarım politikaları, tarım ürünleri, ilân edilen tarım taban fiyatları… Ve tarım ürünlerinin tüketicileri, ‘bir lokma ekmek’ yiyicileri biz insanlar… İnsan birçok şeyden fedakârlık yapabilir; elbise, eşya, eğlence, hattâ eğitim masrafları ve daha nice diğerleri… Ama yemek, yiyecek, gıda yani tarım ürünleri tüketiminden fedakârlık yapabilir mi? Azaltabilir ama tamamen yok sayamaz. Çünkü insanoğlu yemeden yaşayamaz. Hz. Âdem’den beri yeryüzüne gelenler yaşamak ve hayatlarını sürdürebilmek için ‘bir lokma ekmek’ dediğimiz şeye muhtaçtır… ‘Ben bir çiftçiyim!’ desem, başım ağrımaz. Her türlü tarımın yabancısı değilim. Çocukluk yıllarımdan itibaren çiftçilik ve bahçecilik yaptım. Çiftçi psikolojisini bilirim. Her yıl mevsimlik yağışları, hasat zamanını, tarım politikalarını takip ederim. Neden? Çünkü sadece çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda değil, bugün bile ‘ben bir çiftçiyim’ desem yalan değil. İzmir’deki 30 dönüm tarlamı yaz ve kış kendim ekip biçmesem bile, ektirip biçtiriyor ve tabii ki takip ediyorum…

Yukarıda anlatmaya çalıştığım vesilelerle, ülkemizde AB, ABD, IMF yani Batı baskılarıyla uygulanagelen tarım politikalarını tekrar hatırlayıverdim. Yaptığınız masrafı bile zor karşılıyorsunuz.

Son yıllarda Türkiye’de ‘tarım’ tek kelimeyle tarumar! Oysa, daha kısa bir zaman öncesine kadar Türkiye, ‘tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten’ dünyanın sayılı birkaç ülkesinden biriydi.

Çok değil, daha on-on beş yıl önce, doğu ve güneydoğu bölgemizden beşer bin başlık partiler hâlinde küçükbaş hayvanları (koyun ve keçi) bizzat yurt dışına ihraç eden bir ekibin içindeydim. Ülkemiz maalesef şimdi her iki alanda, hem tarım ürünleri hem de hayvancılıkta ithalatçı oldu!.. Ne günlere kaldık?!.

Tarım ve hayvan üreticileri, ülkemizdeki tarım politikaları sebebiyle son zamanlarda zor yıllar yaşıyor... Hormonlu gıdalar, ilaçlar, hastalıklar, genleri değiştirilen tohumlar, dünya ile Türkiye tarım politikaları ve düşük taban fiyatları… Her şeye rağmen ‘yine de şükür’ diyoruz ama, tarım alanında dünyadaki ve ülkemizdeki gidişat hiç de iyi değil. Bu işin sonu nereye varacak, şimdilik belli değil...

*

‘Bir lokma ekmek’ yani tarım ve tarım ürünleri konusunda çeşitli problemler yaşıyoruz. Neden?

Her konuda olduğu gibi bu konu üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Nitekim Cenabı Allah da Kur’an-ı Kerim’de “İnsan yiyeceğine bir baksın.” (Abese, 80/24) buyuruyor. ‘Bir lokma ekmek’ dedik ve soframıza gelinceye kadar, bir buğday tanesinin yaşadığı maceraları düşünmeye, hikmetini kavramaya çalıştık. Çağımızda sıkıntılar, ‘sosyal sıkıntılar’ var. Bir buğday tanesinin ürün vermesi için tabiî şartların uygun olması gerekiyor. Ama hayat sadece tabiî şartlardan ibaret değil. Bir de ‘sosyal şartlar’, dolayısıyla çağımız dünyasında ‘sosyal âfetler’ var. Defalarca yazıp hatırlattım, çağımız dünyasında bu sosyal âfetlerin her çeşidini yaşıyoruz. Neden?

Sadece birini hatırlatayım. Ülkemizde bir günde ortalama 120 milyon ekmek üretiliyor ve bunun onda dokuzu tüketiliyor, geri kalan onda biri yani yaklaşık 12 milyon ekmek her gün çöpe atılarak israf ediliyor!.. Oysa, Allah diyor ki; “Yiyin, için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31)

Diğer günahlarımız bir yana, sadece ekmek israfına devam edersek ne olur, biliyor musunuz?

Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Bir gün Allah’ın Resulü odama gelmişti. Yere düşmüş bir ekmek parçası görünce onu aldı ve “Ey Aişe! Nimetin kıymetini bil. Çünkü şu ekmek bir toplumdan nefret edip kaçtı mı bir daha ona dönmez.” buyurdu.

Ne dersiniz? Yaptığımız yanlışlar, hatalı politikalar, israf ve pek çok günahlar sebebiyle, birçok şey gibi ‘bir lokma ekmek’ dediğimiz nimet de elimizden kaçıyor olmasın?!.

Aman dikkat!!!

 

 

***

 

 

 

 

 

Sanayi, tarım ve Türkiye

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.06.2005

Tarım taban fiyatları bir bir ilân ediliyor. Üretici memnun değil. Bu hafta ‘tarım’ üzerinde duralım.

Yeryüzündeki varlıklar insan, hayvan ve nebatat yani bitkilerden oluşur. Dünya yaratıldığı günden bugüne kadar hayvanlar ‘göz kararı ve el yordamı’ ile hareket ederler. İlk insanlar da böyleydi. Göz kararı-el yordamı ile hareket edip yaşayabilme yanında, insana ayrıca ‘ölçme ve hesaplama melekesi’ verilmiştir. İnsanların kurduğu medeniyetler ‘göz kararı el yordamı ile hareket etme’ merhalesinden, ‘ölçerek ve hesaplayarak hareket etme’ merhalesine doğru ilerlemektedir. Müslümanlar başlangıçta namaz vakitlerini ve kıbleyi göz kararı ve el yordamı ile bulurken, zamanla geliştirdikleri ‘ölçme ve hesaplama metotları’ sayesinde, kıble ile birlikte namaz vakitlerini hesaplayarak ve ölçerek buldular. Müslümanlar ibadet ihtiyaçlarını gidermek için çalışırken ‘müsbet ilimleri’ keşfettiler ve geliştirdiler. Batı dünyası Müslümanların bu keşiflerini ve metotlarını deniz seferlerine uyguladılar ve ‘Amerika’nın keşfi’ böyle gerçekleşti. Bu keşif sonrasında Batı’da dünyasında ‘sanayileşme’ oldu. Sanayileşme ‘sermaye terakümü/birikimi’ sayesinde sağlandı.

Sanayileşen Batı’da bir tornacı bir cıvatayı bir dakikada yapar ve Doğu’da bir insanın bir saat çalışsa üretemeyeceği buğday veya herhangi bir tarım ürünü ile takas eder!

Ne var ki, Batı dünyası sanayi üretiminde gerçekleştirdiği başarıyı aynı şekilde tarım alanında sağlayamamıştır. Tarım, Batı’da ve bütün dünyada hâlâ ‘göz kararı ve el yordamı’ ile yapılmaktadır.

*

SANAYİ ve teknoloji sayesinde, çağımız dünyasında Batı uygarlığı hükümran bulunmaktadır. İnsanlığın bir numaralı ihtiyacı olan gıda üretiminde sorunlar vardır. Batı ülkeleri ve dolayısıyla dünya bu alanda önemli problemler yaşamaktadır. Batı dünyasının tarımdaki genel başarısızlığının sebepleri vardır. Şöyle ki;

Bir/ Sanayide insan üreticidir. Tuğlayı nereye koyarsa oraya yerleşir. Oysa, tarım canlı bir organizasyondur. Canlı da mekân ve mevsim şartlarına göre kendisi üretim yapar. Siz ona sadece yardımcı olursunuz. Buradaki üretimde ‘ölçme ve hesaplama’ yapmak zordur.

İki/ Batı tekel ekonomisi modeline sahiptir. İşi kendi ayağına, üretim yerine yani fabrikaya getirir. Sanayide işi mekâna getirmek mümkündür, ama tarımda mümkün değildir. Aksine, bizzat üretim mekânına yani tarımda üretim için tarlaya gitmek gerekir. Tekel sanayinin tarlaya gitmesi mümkün değildir.

Üç/ Sanayide üretim şartlarını siz oluşturursunuz. Tarımda ise gerek yer/ arazi, gerekse zaman/ mevsim itibariyle pek çok değişiklik vardır. Tarım sektörü büyük üretim işletmelerine uygun değildir. Tarımda küçük ‘aile işletmeleri’ olması gerekir. Tekel sektörü buna yani küçük aile işletmelerine izin vermez.

Dört/ Sanayide maliyet hesapları kolaylıkla kesine yakın yapılabilmektedir. Sanayide işçilik sistemi ile üretim yapılabiliyor. Tarımda ise şartlar iyi giderse sadece ürünü hasat etme (yani, mesela tahılgiller ürünlerini biçme) merhalesinde emeğinizi/ işçiliğinizi katabilirsiniz. Dolayısıyla tarım üretiminin şartları tamamen farklı ve kendine özgüdür. Mesela, bazen bir tarım hastalığı bulaşır. Bu hastalıkla mücadele ederken tüm ürünün maliyetinden fazlasını harcarsınız. Dolayısıyla, ‘faizli işçilik sistemi’nde ileri tarım yapılamaz.

*

TARIM alanında yapılacak yeni araştırma ve çalışmalarla çağımızın bu önemli sorununa çareler aranmalıdır. Türkiye bu alanda Batı dünyasından, Avrupa’dan ve Avrupa Birliği ülkelerinden yararlanamaz. Bunun nedenleri üzerinde durarak meseleyi anlamaya çalışalım. Türkiye Batı’dan neden yararlanamaz?

Bir/

Batı düzeni yani AB düzeni ‘faizli sömürü sistemi’ne dayanır.

Ürettiği 1 (bir) yevmiye karşılığı sanayi mamulünü 10 (on), bazen 100 (yüz) tarım mamulü ile değiştirir ve yaşar. Batı ülkelerinin bugünkü şartlarda tarıma ihtiyacı yoktur. Oysa, Türkiye ve benzeri ülkeler borçlu konumundadır. Sanayide Batı ile rekabet etme şansları yoktur. Bundan dolayı yaşamalarını tarıma dayandırmak zorundadırlar.

İki/

Batı dünyası büyük çiftlikleri kurmaya yarayan topraklara mâliktir.

Nitekim bu durumdan yararlanarak büyük üretim çiftlikleri kurulmuş ve verim elde edilmiştir. Dolayısıyla, oralarda sanayi tarımı yapılabilmektedir. Oysa, Türkiye çok değişik iklime, toprak şekillerine, ürün çeşitlerine ve sosyal şartlara sahiptir. Ülkemizde Batı tipi işletmelerle tarım yapılamaz.

Üç/

Türkiye Batı tipi tarıma elverişli olmadığı için aynı işletme tipini uygulamak demek, Türkiye’yi tarım ülkesi olmaktan çıkarmak, Türkiye’yi varolan yoksulluktan açlığa götürmek demektir.

Mesele AB çerçevesinde ele alındığında, böyle bir durum Avrupa için de yük teşkil edecektir. Kara sınırları Avrupa kadar olan Türkiye’yi korumak için AB’nin masrafları iki misline çıkacak ama ondan yararlanamayacaktır.

Dört/

Dördüncü ve en önemli değişim veya gelişme olarak;

Batı dünyası dışında er veya geç, tekel olmayan bir model içinde tarım da ilmîleşecektir. Dünya değişiyor ve gelişiyor. Bir gün mutlaka ‘ölçme ve hesaplama sistemi’ tarıma da gelecektir. Dünyanın bunun dışında başka çare ve çözümü yoktur.

TÜRKİYE, tarım konusunda gerekenleri yapmazsa, değişen ve gelişen geleceğin dünyada sadece Batı’dan değil, Doğu’dan da geri kalacaktır.

Oysa, Türkiye bu işi bizzat kendisi baştan başarırsa, o zaman yeni medeniyetin kurucusu, öncüsü ve önderi olur. Böylece geleceğin dünyasında bu alandaki üstünlüğü Batı’ya veya diğer dünya ülkelerine kaptırmamış olur.

TÜRKİYE, her konuda olduğu gibi tarım alanında da yeni bir yol haritası hazırlamak zorunda.

 

 

***

 

 

 

 

 

Gıda temini ve tarım

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.06.2005

İnsanlar tarihte değişik dönemler geçirdiler. İnsanlık tarihindeki gelişme dönemlerinin tamamı beslenmeye yani yiyecek teminine dayanmaktadır.

Toplayıcılık döneminde insanlar doğal meyveleri topladılar ve yediler. Bir taraftan nüfus artarken, diğer taraftan zaman zaman kuraklıklar baş gösterdi. Varolan meyvelikler yetmemeye başladı. İnsanlar mecburen yeni besin kaynakları aradılar.

Avcılık döneminde doğada yaşayan hayvanları avlayıp onların eti ile beslendiler. Av hayvanları peşinde koşuşan insanlar okyanus adalarına kadar tüm dünyaya yayıldılar. Bu dönemde dünyada havalar eskisine nazaran ısındı, avlanacak hayvan azaldı veya kalmadı.

Çobanlık dönemi yabani hayvanların ehlileştirilmesi ile başladı. İnsanlar ehlileştirdikleri hayvanların etinden, sütünden, derisinden ve yün veya kıllarından yararlanarak hayatlarını idame ettirdiler.

Tarım dönemi, insanların yaşadıkları yörelerde nüfusun artması ve otlakların azalması üzerine başladı. İnsanlar önce orman ve sulama tarımına başladılar. Böylece insanların yerleştiği köyler kurulmaya başlandı ve insanlar ‘göçebe’ hayattan ‘yerleşik’ hayata geçmiş oldular. Yeryüzünde nüfusu artan insanlığın yiyecek ihtiyacının karşılanmasını sağlayan tarım dönemi, başlangıcından günümüze kadar değişik merhaleler geçirmiştir. Bu dönemin önemli merhalelerini kısaca hatırlayalım.

İnsanlığın yeryüzünde nüfus olarak yoğunlaştığı ilk bölge Orta Doğu’dur. Bu merhalede özellikle Mezopotamya’da ‘büyük sulama tarımı’ başladı. Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde baraj yapımı ve sulamada işçilik sistemi gelişti. Yazı icat oldu, kentler oluştu. İpek Yolu başta olmak üzere, ülkeler ve bölgeler arasında yollar yapıldı. Büyük imparatorlukların kurulması sayesinde, insanlığın önemli merhalelerinden biri olan ‘tüccar mübadelesi dönemi’ başladı. Nüfusun iyice yoğunlaştığı yörelerde büyük şehirler oluştu.

Nihayet, müsbet ilim ortaya çıkıp gelişmeyi hızlandırınca, teknoloji ve makinenin icadı sayesinde ‘sanayi inkılâbı’ gerçekleştirildi. Halk taşralardan, kırlardan, köylerden, kentlere taşındı ve büyük ortak üretim organizasyonları sayesinde bugünkü dünyaya ulaştık.

*

Dikkat edilirse, insanlığın her dönemi sonunda oluşan ihtiyaçlar sebebiyle ‘krizler’ ortaya çıktı ve bu krizler yeni bir döneme geçişi zorunlu hâle getirdi. Bu sayede insanlık tarihindeki dönemler ve bu dönemler içinde de değişik merhaleler yaşanmış oldu. Bu tarihî akış seyri içinde çağımız dünyasına geldik…

İnsanlar çağımız dünyasında değişik sorunlar ve krizler yaşamaya başladılar. Çağdaş uygarlığın sebebiyet verdiği çok sıkıntılı sorunlar oluştu. Bunlar zaman zaman dünya çapında krizlere sebebiyet verdi; hâlen de vermeye devam ediyor…

Krizlere sebebiyet veren bu sorunları dört bölüme ayırabiliriz.

1- Kitle imha silahları ortaya çıktı.

Kimyasal silahlar, biyolojik silahlar, tahrip silahları ve atom bombası kentleri tehdit etmektedir. 20. yüzyılda insanlık iki dünya savaşı yaşadı ve milyonlarca insan öldü. Üçüncü dünya savaşının çıkmayacağı garantisi yok. İnsanlık tedirgin.

Suya karıştırılacak zehirli bir madde kent halkını susuz bırakır veya tamamen yok eder. Bundan korunmanın en ucuz ve güvenli yolu tekrar kırlara dönmektir. Bunu tamamen başaramayız. Ancak hiç olmazsa tehlike anlarında; zelzele, sel, savaş ve fitne zamanlarında şehirler dışında kaçıp sığınacak yerimiz olmalıdır.

2- Neslin dejeneresi başladı.

Neden?

İlaç tedavisi, kirli hava, kirli su, hormonlu yiyecekler, çok yönlü biyolojik ve sosyal hastalıklar, başta kanser ve AİDS gibi hastalıklara sebebiyet vermekte, bunların varlığı da insanları çok yönlü bunalımlara götürmektedir.

Senede hiç olmazsa bir ay veya hiç olmazsa zaman zaman hafta sonları şehir dışında temiz havalı, suyu ve yiyecekleri temiz, sakin yerlerde insanlar dinlenebilmelidir. Şehirlerin dışındaki bu kırlarda hayatın sürmesi, kentlilerin zamanla kırlarda dinlenmesini sağlar. Çağdaş şehirler bu uygulamayı zorunlu kılar hâle gelmiştir.

3- Her çeşit mafya ve terör oluştu. Rüşvet mafyası, iş mafyası, senet mafyası, terör mafyası insanları hayatlarından bezdirmekte ve şehirleri yaşanmaz hâle getirmektedir.

Herkes emekli olup dinlenecek ya da zaman zaman kent dışında ferahlayıp nefes alacak bir yer aramaktadır. Yeni bir yapılanma içinde kurulabilecek ‘tarım kentler’ sorunlar çağında yaşayan günümüz insanlarının bu ihtiyaçlarını kısmen karşılayacaktır.

4- En korkuncu, çevrenin bütünüyle kirliliğidir. Bu genel kirlenmenin etkisiyle su kirlenmekte, hava kirlenmekte, toprak kirlenmekte ve canlı kirlenmektedir. Kirlenme bu şekilde ve bu hızla devam ederse, yapılan hesaplamalara göre 150-200 yık sonra yeryüzünde hayat sona erecektir. İnsan başta olmak üzere, bütün canlılar ve bitkiler ölmüş olacaktır!..

Açıkça görülüyor ki, çağımız dünyası sosyal sorunlar ve krizler dünyasına dönüşmüştür.

Yukarıda saydığımız dört temel sorundan her biri veya tamamı her an büyük bir krize dönüşme potansiyeli taşımaktadır. İnsanlık bu sorunlarına çözüm/ler bulmak zorundadır.

Yaz aylarındayız. Yaz ayları demek, tarımın hasat mevsimi demektir. Yiyecek üretimi ve sağlıklı gıda temini ana sorun olarak görünüyor. Yeni tarım modelleri ve bu modeller çerçevesinde oluşturulacak ‘tarım kentler’ sorunların çözümüne giden yolda başlangıç adımları gibi durmaktadır. Böyle bir uygulamaya başlanması, yok oluşa doğru giden dünya için yeni kurtarma ve koruma çarelerini de bulur.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Ne olacak bu dünyanın hâli?..’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.06.2005

Dünya dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal yönleriyle kaynıyor…

İnsanlık dünyanın her tarafını adeta birer tufan gibi istilâ etmiş bulunan ‘sosyal âfetler’ sebebiyle arayış içinde…

Kimileri ‘Medeniyetler Çatışması’ ya da ‘Tarihin Sonu’ tezlerini ortaya atarken; başkaları ‘Medeniyetler Arası Diyalog’ ya da ‘Dinler Arası Diyalog’ diyor…

Diyorlar da; bu dedikleri ne kadar ilmî ve tarihî gelişmelere uygunluk arz ediyor?..

Bu durumda şu mukadder soru sorulur:

Ne olacak bu dünyanın hâli?!.

Medeniyetler çatışması ya da tarihin sonu olur mu?..

Dünya tarihinde böyle bir şey olmuş mu?..

Yine, medeniyetler ya da dinler arası diyalog olur mu?..

İnsanlığın geçmişinde böyle bir şey olmuş mudur?..

Olmamışsa; bundan sonra nasıl olacaktır?..

Ne olacak bu insanlığın hâli?!.

*

AB/Avrupa Birliği çok yönlü olarak kaynıyor…

Almanya erken seçime gidiyor…

Fransa ve Hollanda, AB Anayasası referandumu sebebiyle tam bir şok yaşıyor…

İngiltere her zamanki gibi uyanık davranıp Anayasa oylamasını erteledi…

Avrupa ülkeleri, daha doğrusu Avrupa ülkelerindeki halklar, eski günlerini hasretle arıyor…

Belli başlı AB ülkeleri ciddî olarak EURO’dan vazgeçip kendi eski para birimlerine dönmeyi tartışıyor… Avrupa ülkeleri eski günlerini mumla arıyor…

Ne olacak bu AB’nin hâli?!.

ABD/Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri dünyaya siyasi ve sosyal ya da silah ve kaba kuvvet ile saldırıyor… Akılları sıra kendi beşyüz yıllık eski düzenlerini allayıp pullayıp dünyaya ‘Yeni Dünya Düzeni’ diye yutturma çabasındalar… Küreselleşme ve globalleşme bunun böyle olmasını gerektiriyormuş!..

ABD ve müttefikleri, aslında kendilerinde olmayan demokrasiyi ve dünya düzenini diğer ülkelere ihraç edeceklermiş!.. Eskilerin deyimiyle söyleyelim; kendisi muhtacı himmet bir dede (ABD), nerde kaldı başkalarına himmet ede?!.

Ne olacak bu ABD’nin hâli?!.

ABD ya da spekülatör Soros yani ‘sömürü sermayesi’ dünya ülkelerine durmamacasına saldırıyor…

Eski Yugoslavya, Gürcistan ve Ukrayna bu saldırılardan renkli bir şekilde nasibini aldı…

Lübnan, Kırgızistan ve Özbekistan’da değişik boyutlarıyla tezahür etti…

Afganistan ve Irak savaş değil vahşet denilecek işgallere uğradı…

Şimdi sırada Suriye ve İran var…

Bu ülkeler saldırılardan belli ölçülerde nasiplerini aldıktan sonra, kim bilir şimdi sırada dünyanın neresi, hangi ülkesi veya ülkeleri var?..

Ne olacak bu dünyanın hâli?!.

*

Dünyayı kim kurtarabilir?

Dünya III. bin yılı, III. milenyumu, 20. yüzyıldan sonra 21. yüzyılı yaşıyor… Yeni bir dünya düzeni, yeni bir dünya, yeni bir medeniyet arifesinde bulunuyoruz… Bu yeni dünya düzeni, bu yeni medeniyet, nasıl bir dünya düzeni ve medeniyet olacaktır?.. ‘Hakkı üstün gören dünya düzeni’ dünyanın ve insanlığın beklediği yeni düzen olduğuna göre; ‘kuvveti üstün tutan dünya düzeni’ yerine bu düzeni kim getirecektir?..

Dünyada bilindiği kadarıyla sadece Türkiye ve Türkiye’deki Millî Görüşçüler, Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan önderliğinde yıllardır bu yönde çalışıyorlar… Dünyaya ve Türkiye’ye genel olarak ‘Adil Düzen’ ve özel olarak ‘Adil Ekonomik Düzen’ projesini, insanlığın ‘sosyal tufan’ seviyesine varan sorunlarına karşı alternatif çözüm olarak sundular…

Türkiye, Millî Görüş ve Adil Düzen meselesine yazımızın sonunda bilahare değinmek üzere, şimdi biz tekrar dünyamıza dönelim; dönelim ve soralım:

Dünyayı kim kurtarabilir?

*

1- ‘Dünyayı kurtarmak’ deyince, ilk akla gelen ‘İSLÂM ÜLKELERİ’ olabilir.

Gaybı sadece Allah bilir ama bu en çok muhtemel görülen ve olması beklenen durumdur. Bağımsız Müslüman ülkeler var, Arap Birliği var, İKÖ/İslâm Konferansı Örgütü var, D-8’ler var ve İslâm ülkeleri içinde en son Osmanlı tecrübesi olan Türkiye var… İslâm ülkeleri kendilerini bugünkü duruma duçar eden eski alışkanlıklarından ve düzenlerinden kurtulabilirler mi? Çünkü eskiyi atmak zordur. Yeni bina yapmak kolaydır da, eski binayı yenileştirmek mümkün değildir. Oysa biz Müslümanlar ‘Hakkı üstün gören dünya düzeni’ni yani ‘Adil Düzen’i kurarken, eski binaları yıkmadan kurmak durumundayız. Bu nasıl olacaktır, nerede olacaktır ve kim/ler tarafından gerçekleştirilecektir?..

Dünya Müslümanları bekliyor…

2- Dünyayı kurtaracak ikinci aday ‘AB/AVRUPA BİRLİĞİ’ olabilir mi?

Dünya düzeni meselesi bir yana, Avrupa din olarak Hıristiyan mı kalacaktır? İncil şeriat kitabı olmadığına göre; Hıristiyan Avrupalılar şeriat olarak bugüne kadar olduğu gibi -sadece Yahudilerin kitabı olan- muharref Tevrat’ı mı, yoksa bütün insanlığın muharref olmayan tek ve son kitabı olan Kur’an’ı mı benimseyeceklerdir? Avrupa klasik Eski Yunan, Roma ve Bizans anlayışlarından kurtulabilecek midir? Sistem olarak sosyalizm ve kapitalizm gibi sömürü araçlarını kullanacak mıdır? Hâlen bir anayasası bile olmayan AB/Avrupa Birliği girişimi, bu soruların cevabını verebilecek yönde ilerleyebilir ve insanlığa yeni bir kurtuluş reçetesi sunabilir mi?.. Bekleyip göreceğiz…

3- Dünyadaki üçüncü aday eski ‘SSCB/SOVYETLER BİRLİĞİ’ topluluğudur.

Eski Sovyetler Birliği, genel olarak dünyadaki ve özel olarak kendi bölgelerindeki adil bir düzen ihtiyacı sebebiyle, geçtiğimiz yüzyılın başlarında dünya sömürü sermayesine karşı cephe açan bir topluluktur. SSCB ‘komünizm’ veya ‘sosyalizm’ rejim olarak ateist bir düzeni getirmek istemiş ve yetmiş yıl uğraşmalarına rağmen bunu başaramamışlardır. Şimdi de ateist olmayan bir düzeni getirmeyi deneyebilirler. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Putin’in bu yönde attığı adımlar vardır. Ruslar ve onların önderliğindeki BDT/Birleşik Devletler Topluluğu Tevrat’ı, İncil’i, Kur’an’ı ele alır ve adil bir düzeni bunların öğretileri içinde öğrenebilirler mi? Eski SSCB/Sovyet camiası da üçüncü adaydır.

4- Dünyadaki dördüncü aday ‘AFRİKA BİRLİĞİ’ topluluğudur.

Yüzyıllar boyunca putperest olarak yaşayan Afrikalılar İslâmlaşıyor veya Hıristiyanlaşıyorlar. Afrikalılar yeryüzündeki yeni mü’minlerdir. Yeni mü’minlerin yeni uygarlığı getiren topluluk olması da en çok muhtemel olan bir durumdur. Sessiz sedasız tropikal ormanlarda ve uçsuz bucaksız topraklarda neler olduğunu bilemiyoruz. Ama şu bir gerçek ki, Afrika ülkeleri kendilerini ancak ‘Hakka dayalı yeni bir dünya düzeni’ sayesinde Batı sömürüsünden kurtarabilirler. Afrika ve Afrikalılar için başka bir çare ve çözüm yoktur. Kara Afrika ak talihini bulabilecek midir?..

5- ÇİN tarihin büyük uygarlıkları içinde yoğrulmuştur.

Çin hâlâ sosyalist bir yönetim uygulayan dünyanın en büyük ülkesidir. Din, aile ve mülkiyet düşmanlığını bırakmaktadır. Bunları terk ettikten sonra doğru yola girebilir. ‘Adil Düzen’ din, aile ve mülkiyeti meşru kabul eden sosyal devlet mekanizmasıdır. Liberalliği içeren ama makroda sosyal olan bir düzendir. Çin’de hâlen mevcut ve hükümran olan düzen Budistler tarafından geliştirilmemiştir. Budistlerin düzen anlayışı lâiktir. Çin’de 300 milyon Müslüman yaşıyor. Bundan dolayı Çin’in Kur’an şeriatını alması hiç de zor değildir. Bunu rahatlıkla yapabilir. Gelecek dünyanın dev gücü Çin bunu yapacak mıdır?..

6- HİNDİSTAN da potansiyel olarak adil bir düzen getirebilir.

Hint Yarımadası’nda birlik ancak Kur’an şeriatı ile mümkündür. Hint Birliği böyle kurulabilir. Hindistan’da bütün dinler serbest olursa, düzen Kur’an düzeni olabilir. Yoksa, aksi uygulamalarla Hindistan kanlı boğuşmalara her zaman gebe durumdadır. Pakistan, Bangladeş ve Keşmir ile yaşadığı sorunlar bunun en belli başlı kanıtlarıdır. Hindistan’daki Müslümanların sayısı ekalliyet yani azınlık değildir. Bu ülkede 200 milyon Müslüman var. Hindistan bu Müslümanların ilminden ve nüfusundan adil bir düzen çerçevesinde müsbet yönde yararlanabilir. Hindistan bunu başarabilecek midir?..

7- GÜNEY AMERİKA ÜLKELERİ de adil bir düzen getirebilir.

Güney Amerika’daki ülke halkları, bağımsız olmalarına rağmen geri kalmış ülkelerden oluşan Katoliklerdir. Hıristiyan kalarak, -ama Tevrat’ı bir yana bırakarak- İslâm şeriatını ve Kur’an’ın öğretilerini ele alabilirler. Nitekim bunların bir kilisesinin merkezi Vatikan’da değil, Almanya/Bon’dadır. Bunlar faize karşı faizsiz sistem geliştirmeyi denemişler, bu hususta Müslümanlardan yararlanma kararını almışlar ve bu yönde çalışmalar yapmışlardır. AB’de olabileceği gibi dinleri Hıristiyan, düzenleri Kur’an düzeni olabilir. III. bin yıl uygarlığı kurulurken, Güney Amerika ülkelerinde bu yönde gelişmeler olabilir mi?..

8- Son adayımız ABD/AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’dir!

ABD nasıl aday olabilir? Dünyaya saldıran ve sömüren ABD için bu mümkün müdür? Amerika Birleşik Devletleri’nde Yahudi sömürü sermayesi çıkmazda olduğunu görür, İsrail oğulları için de Adil Düzen’in en iyi çözüm olduğunu anlar, Kur’an düzenini benimser ve faizden uzak bir sistemi uygulama yolunda harekete geçebilirse, olur.

ABD’de ‘sömürü sermayesi sorunu’ vardır. Her gün ve her an çok yönlü tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Amerika’da araştırmaları üniversiteler yapar, devlet finanse eder. Sonra yayımlanıp uygulanır. Ola ki, onlar ihtida eder ve fitne-fesattan vazgeçip ‘Adil Düzen’i kurarlar.

ABD deyince, Irak meselesini hatırlamamak olmaz.

Eski Irak içinde fitne olsaydı, o takdirde ABD’nin müdahale etmesi haklı olurdu. Kosova’da ve Bosna’da Sırplar sebebiyle böyle iç fitne oldu. Ama Irak’ta böyle bir şey olmadı. Şimdi İsrail’e müdahale edilebilir, çünkü orada fitne durmuyor. Şimdi Irak’a müdahale edilebilir, çünkü ABD fitnesiz bir ülkeyi fitneli hâle getirdi. Artık ABD’nin oradan çıkması da çok zor, çünkü battıkça batıyor!..

‘Ne olacak bu dünyanın hâli’ diyorduk.

Dünya ve insanlık bir yana, şu soru akla geliyor:

-Ne olacak bu ABD ve müttefiklerinin hâli?!.

*

Türkiye ve Türklerin görevi

Yukarıda saydıklarımızın olması muhtemeldir. Ama olacakları yani gaybı sadece Allah bilir.

Dünyanın hâli meselesini genel boyutlarıyla kısaca ele aldıktan sonra, bu arada önemli bir hususu hatırlatmakta yarar vardır. Konuyu anlatırken demiştik ki; ‘Türkiye, Millî Görüş ve Adil Düzen meselesine yazımızın sonunda bilahare değinmek üzere, şimdi biz tekrar dünyamıza dönelim; dönelim ve soralım: Dünyayı kim kurtarabilir?’

Böyle dedikten sonra muhtemel kurtarıcıları sıraladık. Şimdi tekrar Türkiye, Millî Görüş ve Adil Düzen konusuna dönelim. Dünya dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal yönleriyle kaynıyor… İnsanlık dünyanın her tarafını adeta birer tufan gibi istilâ etmiş bulunan ‘sosyal âfetler’ sebebiyle arayış içinde…

Dünyayı kurtarmak üzere ‘III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kurma ve oluşturma görevini hangi topluluk yüklenecekse yüklensin; bu arada Türkiye ile ve özellikle Türkiye’deki Millî Görüşçülerle mutlaka işbirliği yapmak zorundadır. Çünkü ‘Adil Düzen’in teorisini oluşturma görevini Allah Millî Görüşçü Adil Düzen Çalışanları Türklere vermiştir. Türkler 200 senedir bunun hazırlığı içindedirler.

 

 

***

 

 

 

 

“ACIMAYIN, YIKIN!..”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.06.2005

AKP üç yıldır güya iktidarda ama Türkiye’nin temel sorunları olan işsizlik, borçlar, adalet ve medya sorunları çözümsüz olarak aynen duruyor.

Bu arada inşaat sektörü de yıllardır çalışıp canlanmadığı ve ‘mesken meselesi’ de çözülmediğinden, sorun adeta patlama noktasına geldi.

Hükümet her konuda olduğu gibi mesken konusunda da morardığı için bu konuyu ‘mortgage’ ile çözecekmiş!?.

Türkiye’de neden mesken ve gecekondu sorunu vardır?

Her şeyden önce, seksen yıldır ‘krediler’ yalnız büyük şehirlere verilmektedir. Halk Anadolu’da iş bulamamakta, büyük şehirlere göç etmekte ve bu şehirlerde devletin mutlu azınlıklara verdiği kredilerle kurulan fabrikalarda çalışmaktadır. Devlet, çarpık bir uygulama olarak İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde ‘fabrika’ kurdurmakta ama bu fabrikalarda çalışanlara ise ‘ev’ değil, ‘arsa’ bile vermemektedir!..

Gariban vatandaş kendi kendine çözüm üretip başını sokacak bir yer yaptığında da engelleme gerekçesi hazırdır; tarihî sit alanı(!), doğal sit alanı(!), orman(!), yeşil alan(!), kamu arazisi(!), hazine arazisi(!)… gibi birtakım uydurmalarla ruhsat verilmemektedir!.. Anadolu’da işsiz ve aç olduğu için halk İstanbul’dadır, Ankara’dadır, İzmir’dedir, Adana’dadır... Bu şehirlerin merkezlerinde değil ama varoşlarında zor ve sağlıksız şartlarda barınmak ve yaşamak için de gecekondu yapmakta, buralarda oturmaya razı olmaktadır… Evet, halk gecekondulardaki sefil hayata razı olmakta, böylece dış borçlarla kurulan fabrikaların çalışmasını sağlamaktadır… Halk olmasa, bu fabrikalar nasıl çalışacak, gereken emeği nereden bulacaktır?!.

Devlet, hükümet ve belediyeler, ülke fabrikalarının emek ihtiyacını karşılamak üzere gecekonduda yaşamaya razı olan vatandaşlarına her gün teşekkür edeceğine, orada ev hanımlığı yapmaya ve çocuk yetiştirmeye razı olan anaların ellerini (memur ve zabıtalar aracılığıyla her gün öpeceğine; acımadan bu mütevazi gecekondu evlerini her fırsatta başlarına yıkıyor!..

*

Türkiye’ye kredi verenler Türkiye’yi borçlandırmak istiyorlar ama borcunu ödeyemez hâle getirmek için o kredilerin verimli şekilde değerlendirilip çalıştırılmasını istemiyorlar. Fabrikalar açtırıyor ama o fabrikaların işçilerinin ‘mesken’ ihtiyacını karşılamayarak adeta buralardan kovuyor ki, Türkiye iflas etsin ve Osmanlılar gibi yıkılsın!.. Hükümetler çıkarttıkları kanunlarla belediyelerin ellerini bağlamış; arsa ürettirmiyor, toplu konut yaptırmıyor, inşaat ruhsatını verdirmiyor, şehrin sağlıklı yapılaşmasını önlüyor!..

R. Tayyip Erdoğan da başbakan olunca, kendisi eski bir belediye başkanı olmasına rağmen, Türkiye’yi -aynen eskisi gibi- böyle yönetiyor, ya da yönettiğini zannediyor... Halbuki, kendisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde, eski belediye başkanlarının yaptığı gibi o da başkanlara ve bürokratlara -eski sistemi devam ettirerek- inşaatlara göz yumdu; ruhsatsız yapılan gecekondu evlere veya apartmanlara elektrik ve su verdi… Bu arada KİPTAŞ, başlangıçta birkaç bin konutu halkın ihtiyacını karşılayacak şekilde ucuzca yaptı. O dönemde Sayın Tayyip Erdoğan ile yaptığım bir görüşmede; ‘Bak, ben kısa zamanda KİPTAŞ’ta binlerce konut yaptım, sen Akevler’de yıllardır kaç tane yapabildin?’ demişti. ‘Bana İstanbul Büyükşehir imkânlarını ver, her gün binlerce konut üreteyim.’ dediğimde, susup kaldı!.. Zaten KİPTAŞ da birkaç yıl sonra ve özellikle günümüzde, halkın ‘mesken’ ihtiyacını karşılayan değil de, sadece zenginlere ‘lüks konut’ üreten bir yapıya büründü!.. Sayın Erdoğan şimdi başbakandır. Eskiden elinde sadece KİPTAŞ vardı; şimdi KİPTAŞ ile birlikte TOKİ/Toplu Konut İdaresi, Türkiye’nin bütün hazine arazileri ve başta hükümet gücü olmak üzere nice kredi imkânları vardır… Aradan bunca zaman geçti… Ülkemizin ‘mesken meselesi’ konusunda karşımıza çıka çıka insana ‘yine mi yabancılar?’ dedirtecek cinsten yabancı menşeli bir ‘mortgage’ çıktı!..

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz yıl sonunda yani sadece birkaç ay önce ‘mesken meselesi’ için, daha doğrusu ‘gecekondu sorunu’ için bir çözüm buldu ve belediye başkanlarına hitaben haykırdı (Eylül 2004/ Gazeteler ve televizyonlar):

“Acımayın, yıkın!..”

‘Acımayın, yıkın!’ Bu iki kelimeyi duyduğumda, eski dostum ve RP İstanbul yönetimindeki yakın çalışma arkadaşım ‘reis’ ile ilgili son ümit kırıntılarım da -aynen o gecekondular gibi- yıkıldı.

*

Evet; çözüm üretmeyip sadece yapılanları ‘acımadan yıkın’ diyen hükümetlere ve belediyelere rağmen, Türk Milleti yani halk, kendine has dayanma, dayanışma, direnç gösterme ve her şeye rağmen çözüm üretme gücüyle, yıllardır ‘gecekondularda’ yaşamaya razı olarak sanayileşmeyi ve kalkınmayı başardı. Şimdilerde sadece İstanbul’un dörtte üçü gecekondudur; yani ruhsatsızdır; yani en az sekiz milyon insan buralarda barınmaktadır…

Sayın Erdoğan’ın birkaç ay önce haykırdığı talimatı belediyeler dinleseler ve bunları yıkmaya başlasalar, -yıkamazlar çünkü mevzuat müsait değildir- sekiz milyon insanı ne yapacaklardır?!.

Marmara Denizi’ne dökemezler, çünkü deniz kirlenir!..

“Acımayın, yıkın!..”

Bu insafsızca söylenmiş saçma bir sözdür…

Biz belediyelerle görüşüp mesken meselesini, gecekondu sorununu, kaçak inşaatları çözme yollarını gösterirken, ANAP’tan transfer başkan yardımcıları talimat veriyor ve diyorlar ki; ‘konut kooperatifleriyle ilgilenmeyin!..’

Sonra da Türkiye’nin yarısını denize dökmeye kalkışıyorlar!..

Kalanların mesken meselesi de onlar mort olmadan ‘mortgage’ ile çözüme kavuşturacaklarmış!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Gecekondu Dayanışma Kooperatifi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.06.2005

Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır, dünya üzerinde herkesin çalışıp yaşama ve ev hakkı vardır.

Bir seyyar satıcıya hiç kimse ‘satış yapma’ diyemez, onu açlığa mahkum edemez. Ederse, o seyyar satıcının savunma hakkı doğar. Sadece ‘şurada sat, burada durma’ diyebilir. Bunun için belediye, halkın sık gelip geçtiği yerlerde, ana caddelerin kenarlarında, parklarda, okul ve cami civarlarında seyyar satıcılar için yerler hazırlar. Seyyar satıcılar oralarda kira ödemeden satış yaparlar, hattâ vergi de vermezler.

Mesken meselesini de bu ‘seyyar satıcı’ gibi düşünürsek, bütün insanların mesken edinme hakları vardır. Gecekondu yapan bir kimseye diğer insanlar mâni olamaz; devlet ve belediye de mâni olamaz. Sadece ‘burada yapma, şurada yap’ diyebilir. Böyle demez ve arsa ile birlikte altyapı üretmezse, görevini yapmamış olur. Hele ‘acımayın, yıkın!’ zihniyetiyle hareket edip gariban vatandaşın gecekondusunu başına yıkarsa, ayrıca suç da işlemiş olur. Yıkılan bina millî servettir. Vatandaş en kötü barınma imkânından da mahrum edilmiştir. Arsa, konut, ruhsat ve hizmet vermekle yükümlü olanlar görevlerini yapmamışlardır…

İstanbul’un yarıdan fazlası kaçak inşaattır. Arsa, konut, ruhsat ve hizmet üretilmemiştir ama; vatandaş kendi kendine çare ve çözüm bularak mütevazi bir gecekondu yapmış, bu arada doğa ve sosyal kanunlara karşı gelinememiş, hepsine su ve elektrik verilmiştir!..

Geçmişte olduğu gibi bugünlerde de bazı belediyeler kendilerine oy vermeyen gecekonduları veya apartmanları yıkıyor ve suç işliyorlar. Çünkü birini veya birkaçını yıkınca bütün gecekonduları yıkmak gerekir. Vatandaşlara karşı kanunları farklı uygulamak da suçtur. Bu arada çare ve çözüm üretmeden gecekondu yapanların gecekondu yapmasını önlemeye çalışmak doğa kanunlarına aykırıdır. Herkesin, vatandaşların, insanların mesken edinme hakkına saldırıdır.

Suçluların ve katillerin hakları korunuyor ama insanların hakları korunmuyor.

İnsanlar ormana gider; ‘burası ormandır’ diye yakalanır!.. Çayıra gider; ‘burası meradır’ diye kovulur!.. Tarlaya gider; ‘burası tarihî SİT alanıdır’ diye süründürülür! Dağ başına gider; ‘burası hazine arazisidir’ diye gecekondusu başına yıkılır!..

İşyerine gider; hizmet götürmesi gereken zabıta ‘burada ne yapıyorsun’ der!

Evine gider; belediye kepçesi gecekondusunu yıkmak üzere kapısına dayanır!..

Bu ülkede insan hakları sadece ve sadece terörist katillere tanınır!

*

Oysa, ‘mesken meselesi’ her mesele gibi devlet, hükümet veya belediyelerce veya hepsinin işbirliği ve koordinasyonu ile çok kolay çözülür. Nasıl? Anlatayım. Önce biner hanelik siteler yapılır. 120 metrekarelik bir inşaatın kabası 10 000 YTL’ye mâl edilir. Bu gecekondu maliyetidir. Su için bir çeşme ve bir elektrik prizi konur. İnsan girip içinde oturabilir. Benzer şekilde 10 000 YTL’lik inşaatla da kişi başına işyeri kurulur. Burada oturmayı, yaşamayı ve çalışmayı kabul eden insanlara bir seyyar satıcı arabası temin edilebilir… Bir torna tezgahı alınabilir… Bir dikiş makinesi verilebilir… Böylece 20 000 YTL ile gecekondu olmayan ama gecekondu konforunda bin hanelik mesken siteleri kurulabilir. Bu mesken sitelerinin yanında işverence iş yerleri de tesis edilebilir. Demek ki, 20 milyon dolarla bu iş yapılabilir.

Sonra ne yaparsınız?

Ruhsatsız gecekondu yapılarında oturan insanların gecekondularını maliyet fiyatlarıyla satın alır, yaptığınız yeni sitede ev verirsiniz, ayrıca bu yakın iş sitesinde de iş verirsiniz…

Bu kimse gecekondusunu, gecekondu apartmanını boşaltamazsa, yine yıkmazsınız. Önce elektriğini kesersiniz… Bir müddet sonra suyunu kesersiniz… Biraz dayansa bile, sonunda orasını kendi rızası ile terk etmek zorunda kalır. İnsanlar içinde yaşıyorken acımasız bir şekilde yıkmaya gerek yoktur. Yapılmış bir binayı yıkmak, millî serveti yıkmak demektir. İlkel mantıktır. Binanın ve eşyanın bir suçu yok; suç insanda. Ceza ancak insana verilir. İlk cezalandırılması gerekenler de; arsa ve konut üretmeyen devlet, hükümet ve belediyelerdir…

Sonra alanı boşaltırsınız. Boş kalan binalar, belediyece satın alınmıştır. Yeniden değerlendirme yapılır, imarı yapılır. Yıkılacaklar yıkılır, tadil edilecekler tadil edilir. Modern bir kent ve yeni bir bucak kurulur. Böylece zamanla İstanbul veya başka bir kent deri değiştirir gibi yenilenmiş olur.

Belediye başkanlarına yıllardır yaptığımız bu tür çözüm önerileri şimdiye kadar işe yaramamıştır!..

Neden?!.

Sonunda mesken meselesini ‘mortgage’ adı altında sömürü sermayesine peşkeş çekmek için mi?!.

Yine iş başa kaldı. Bu durumda Türk halkı kendisi organize olmalı, ‘Gecekondu Dayanışma Kooperatifi’ kurulmalıdır.

İstanbul’da ruhsatsız yapılara sahip olanlar bu kooperatiflere ortak olmalıdırlar. Burada ortak fon oluşturulmalıdır. Bu ortak fon ile 1000 hanelik mesken ve 2000 işçilik bir işyeri sitesini kurmalıdırlar.

Kooperatif isteyenlerin gecekondularını devralacak, karşılığında bu siteden yer verecektir. Kooperatif daha sonra o yerlerin imar durumunu çıkararak ıslah edecektir. Böylece, her konuda olduğu gibi ‘mesken meselesi’nde de halk olarak kendi kendimizi yenileyebiliriz. Bu çözümün cazip tarafı, mesken yanında işyerinin bulunması, işsiz kalma korkusunun olmayışı ve işyerinin evlere yakın bulunmasıdır. Bu çözüm trafik sorununu da çözecektir. Böyle bir çözüm aynı zamanda İstanbul ve benzeri büyük şehirlerde dağınık halde bulunan aileleri de bir araya getirecek; aynen Anadolu’daki memleketlerimizde olduğu gibi aileler, akrabalar, köylüler, hemşeriler ve aynı cemaat mensupları arasında ‘sosyal dayanışma’ yeniden başlamış olacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Mesken meselesine çözüm

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Çağımızda sorunlar çeşit çeşit; , , ve ev. Erkekler için söylüyorum; aşınız, işiniz ve meskeniniz yoksa, kolay kolay eş vermiyorlar! ‘Öyle değil, az da olsa verenler var’ diyorsanız; ‘istisnalar genel kaideyi bozmaz’ derim. Hem ev olmadan evlenilse bile, bir müddet sonra ‘evsizlik’ yani ‘kira’ mesele olmaya başlar. Çağımızda böyle önemli bir mesken meselemiz olduğuna göre, kısaca da olsa çözümü üzerinde duralım.

Bugün asgari ücret 400 YTL’dir. Karı koca çalışsa ve aylık gelirleri 800 YTL olsa bile, bunun en az 300 lirasını kiraya vermektedirler. Yani gelirlerinin %40’ı kiraya gitmektedir. Bir de ebeveynlerden birinin ve zaman zaman da her ikisinin çeşitli sebeplerle, mesela memleketimizin müzmin meselelerinden ‘işsizlik’ sebebiyle çalışamadıkları günleri düşünürsek, o takdirde ‘borçlar’ veya ‘yokluklar’ içinde boğulup gitmektedirler demektir. Ayrıca, arandığında ev de hemen bulunamamaktadır. Son yıllarda ülkemizdeki her şey gibi ‘inşaat sektörü’ de durduğu için özellikle büyük şehirlerimizde ‘mesken meselesi’ gerçekten de ‘mesele’ olmaya başlamıştır. Neden? Çünkü devlet, hükümet ve belediyeler başta olmak üzere, bütün ilgililer ilgisiz ya da bu meseleyle sadece ‘ilgileniyormuş gibi’ yapıyorlar da ondan! O halde iş başa kalmış görünüyor.

Halk, her zaman ve her konuda olduğu gibi kendi meselesini kendisi halletmek zorunda…

‘Mesken meselemizi nasıl halledelim?’ diye düşünenler için hep beraber zihnimizi yoralım bakalım.

*

80 metrekarelik bir ahşap evin maliyeti, işçilik de bunun içine dahil olmak üzere 60 metreküp kerestedir. Bir metreküp keresteyi 200 YTL olarak alırsak, bir evin maliyeti 12 000 YTL’dir. 13 Ocak 1978 tarihinde yayımlanan 23 sayılı Akevler bülteninde bir dairelik evin betonarme maliyeti için de 1200 DÇ (demir-çimento) bulunmuştu. Bugün 1 DÇ (demir-çimento) 10 YTL’dir. O halde betonarme bir evin maliyeti de 12 000 YTL’dir. Bir ahşap ev dahi bir insanın ömrü içinde yeterlidir. Memleketteki babamın ahşap evi 120 senelik olduğu halde hâlâ yıkılmamış olarak duruyor. Demek ki, bir ahşap ev 40 yıl rahatlıkla kullanılabilir. Kârını da ekleyecek olursak, 20 yılda kendisini amorti etmelidir. O halde 12 000 YTL 240 ayda amorti edilecektir. Bu da ayda 50 Yeni Türk Lirası etmektedir. Bu durumda mesken masrafımız bugün ödediğimiz kiraların altıda birine düşer. Betonarme evler için kullanım alanı 100 metrekare; ahşap evler için balkonlar hariç 64 metrekaredir.

15 sene için ayda 45 YTL, 20 sene için 30 YTL, 25 sene için 20 YTL, 30 sene için 15 YTL’yi her ay yatırmak gerekmektedir. (Mortgage sisteminden kat kat daha ucuz.) Mesken meselesini kız ve erkek için ortak olarak düşündüğümüz zaman; 15 yıl sonra evlenip de evlerine geçebilmeleri için her ay onlar adına şirkete veya mesken kooperatifine 22,5 YTL yatırmak gerekmektedir. 20 yıl için de 10’ar YTL yatırmak yeterlidir.

Ne yapmanız gerekir?

Mesela, aranızda bir ‘inşaat ortaklığı’ kurarak işe başlayabilirsiniz. Ortaklık için bankada hesap açtıracaksınız. Herkes her bir çocuğu için ayda 10 ile 20 YTL arasında bir miktarı ortaklık hesabına yatıracak. Ortaklar olarak her ay bir ev alabilmelisiniz. Eğer bir ev 50 000 YTL ise; bu hesaba göre 5000 ortak bulmalısınız. Yani, ayda bir çocuğu için 10 (on) lira verecek 5000 ortak, İstanbul gibi bir yerde rahatlıkla bulunabilir. İşte bu ortaklık organizasyonu gerçekleştirilirse, 15 sene sonra evlenen çocuklara 100 metrekarelik ev verilmiş olur. Çocuklarınıza bunu verebilmeniz için önce inşaat şirketi kurulmalı. İnşaat şirketi kendisi evleri inşa edebilmeli. Şirket kurulup evleri kendisi inşa etmezse, 12 000 (YTL) liraya bir ev inşa edilemez. Bunun için ortakların sayısını çoğaltmanız gerekir. Her sene ortalama 200 ev yapılmalı, ya da asgari olarak her ay 10 (on) daire yapılmalı. Bunun için 50 000 ortak bulmak gerekir. İstanbul’da çocuğu için ayda 10 ile 20 lira arasında bir miktarı verecek elli bin kişi bulunabilir. Demek ki, beş sene içinde bir bin hanelik site kurulabilir. Bunu başarsak bile, bu da yeterli değildir. Çocuklar 15-20 yaşına geldiler ve biz bunları nişanladık. Henüz evlenemedikleri için sadece nişanlıyoruz. Ev verdik, ama veremedik!..

O halde çocuklarımız için bir de iş yeri düşünmemiz gerekir. Bu durumda ebeveynler iş yeri için de 10 ile 20 lira verecekler. 1000 hanelik mesken sitesinin yanında 2000 kişi çalıştıran bir de iş sitesini kurmak gerekir. Bu iş sitesi mesken sitesinden ayrı olacak ama çok uzak ve dağınık olmayacaktır. 1000 metrekarelik bir arsa üzerinde 100’er metrekarelik dört daire yerleşir. Binamızı on katlı yaparsak, bir blokta kırk daire olur. 25 blok bir site eder. O halde 25 bin metrekarelik yer yetecektir.

Demek ki, birbirini tamamlayan iki site için birbirinden ayrı 25 dönümlük iki tarla gerekmektedir. Ondan sonra da on sene sonra teslim etme taahhüdünde bulunarak ortaklardan çocuk başına 25 YTL ödenmek üzere ortak etmeye başlamak gerekiyor.

*

Bu iki yerin arazilerini almadan bu projeye başlamak hatalı olur. Aksi halde arsası bile olmayan bir şey satılmış olur. Her şeyden önce arsalar olmalı. Ondan sonra bu işe başlanabilir. Böyle bir arazi belediyeden, devletten veya şahıslardan istenip temin edilebilir. Bedava vermeyecekler; ortaklar bulundukça, gelen paranın beşte biri taksit taksit arsa parası olarak onların hesabına yatırılacak. Arazi tarla bile olmasa olur. İşyeri ile beraber bir köyde, bir dağda böyle bir site kurulabilecektir.

Başta da dediğim gibi; her meselede olduğu gibi ‘mesken meselesi’ de ilgililerin ilgisizlikleri sebebiyle çözümsüz duruyor!

İş başa kalmış görünüyor.

Herkes yani halkımız meselesini kendisi halletmek zorunda.

Halletmezsek; sömürü sermayesinin leş kargaları ‘mortgage’ adı altında gagalamak için kapıda bekliyor!..

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2005 Yazıları
1-2005 Ocak
1415 Okunma
2-2005 Şubat
1351 Okunma
3-2005 Mart
1472 Okunma
4-2005 Nisan
1216 Okunma
5-2005 Mayıs
1152 Okunma
6-2005 Haziran
1184 Okunma
7-2005 Temmuz
1406 Okunma
8-2005 Ağustos
1337 Okunma
9-2005 Eylül
1282 Okunma
10-2005 Ekim
1243 Okunma
11-2005 Kasım
1268 Okunma
12-2005 Aralık
1176 Okunma

© 2024 - Akevler