Milli Gazete 2005 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2005 1.Baskı
1287 Okunma
2005 Ağustos

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

AĞUSTOS 2005

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Bir Günlük Hayat’ – 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.07.2005

Millî Gazete, kurulduğu ilk günden beri yani 33 yıldır güzel şeyler yaptı, hâlen de yapmaya devam ediyor… Millî Gazete’nin bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır… Millî Gazete, her şeyden önce “Hak geldi bâtıl zâil oldu” gerçeğinden ve Millî Görüş çizgisinden hiç dönmedi, hiç taviz vermedi; bundan sonra da vermeyecektir… Millî Gazete, geçmişteki bütün güzelliklerinin yanında, günümüzde de çok güzel şeyler yapmaya ve özel güzellikteki hediyeler vermeye devam ediyor… Millî Gazete kitap, kültür ve tebliğ hizmetinin ehemmiyetini müdrik olarak hamlelerini sürdürüyor… Millî Gazete, kuponla verilen dev eserlerin yanında, kuponsuz -kemiyette küçük ama keyfiyette büyük- kitapçıklar da veriyor… Millî Gazete’mizin en son kuponsuz hediyesi ‘Bir Günlük Hayat’ kitapçığı oldu…

Başta ve ilk önce Efser Selamet hanımefendi olmak üzere, bazı Millî Gazete yazarlarımız bu kitapçığın önemi üzerinde durdu. Mehmed Şevket Eygi üstadımız, aslında bir Osmanlı geleneği olan bu tür küçük risalelerin tesir ve ehemmiyetini hep hatırlatır. Geçen Ramazan ayı boyunca gazetemizin her gün verdiği ilavenin etkisini yakın çevremde bizzat yaşayarak biliyorum. Bugünkü yazımda, faydalı olur duâ ve dileklerimle, -diğer yazarlarımız gibi- bu yönde bazı küçük hatırlatmalarda bulunacağım.

‘Bir Günlük Hayat’ aslında hayatımızın özü ve özetidir. Doğru dürüst bir günü olmayanın, verimli ve bereketli bir ömrü olmaz. Böyle bir ömrü olmayanın da âhireti olmaz. Çünkü günlük, haftalık, aylık ve ömürlük olarak yaşadığımız bu dünya hayatı, aynı zamanda âhiretin de tarlasıdır. Dünyamızı düzenleyen dinimize göre; iki günü birbirine müsavi yani eşit olan zarar ve ziyandadır. Bizim gazete ve yazarlar olarak birinci görevimiz, bu hakikatleri her gün ve her vesileyle hatırlatmaktır. Millî Gazete her gün bu hizmeti ifa etmeye çalışıyor…

Kitap, kitapçık, kıraat, ilim ve sünnet bizlere hep hayatımızın bu temel prensiplerini öğretir. Hayatın gerçeklerini hep birlikte toplu olarak öğrenmek, öğretmek ve yaşamak durumundayız. Temel ibadetler; günlük, haftalık, yıllık, ömürlük ibadetler müesseseleşmek suretiyle bu hakikatleri uygulamalı bir şekilde bize öğretir. Bu müesseseler ve teşkilâtlar sayesinde hayatımıza hükmetmeye gayret ederiz. Hayatımızdaki müesseseler arasında sağlam ve sağlıklı işbirliği ve koordinasyon olursa, başarı kendiliğinden gelir.

‘Bir Günlük Hayat’ kitapçığından bin 250 adet SP Adana Merkez Seyhan İlçe Başkanlığı tarafından, bedava dağıtılmak üzere satın alındı. (Millî Gazete haberi; 21.07.2005, s. 11) Ekonomide genel bir kural vardır; pazara ulaştırılamayan ürünün ekonomik değeri sıfırdır. Aynen bunun gibi; okuyucunun ve hayattaki müesseselerin sahiplenmediği çalışmaların faydası yoktur. SP Adana Seyhan teşkilâtı örneğinde olduğu üzere, gazetemize ve gazetemizin çalışmalarına sahip çıkılırsa, Millî Gazete’nin 100 bin, 500 bin, bir milyon tirajlarını yakalamaması için hiçbir sebep yoktur. Marifet iltifata tâbidir. Teşkilâtlar ve Millî Gazete okuyucuları, ilgi ve iltifatlarını esirgememelidirler. Esbâba tevessül edersek, Allah bizleri başarıya ulaştıracaktır…

Millî Görüşçüler! Sadece Türkiye değil, küreselleşen ve küçülen dünya bizi bekliyor…

Ne demek istediğimi bir röportajdaki küçük bir alıntı ile anlatmaya çalışayım.

Soru: -“İslâm’ı kabul ettikten sonra hacca da gittiniz. Orada ne gibi duygular yaşadınız?”

Cevap: -“Evet, çok şanslıydım. Orası harikaydı, inanılmaz güzeldi. İnsanlar orada en çok neyden etkilendiğimi sordular. Kâbe’yi ilk kez görmek mi, yoksa başka bir şey miydi? Bir gün NAMAZA geç kalmıştım. Mekke sokaklarında rüzgar gibi koşuyordum. Haremüşşerif’in kapılarından birinin önüne geldim. Önümde on binlerce hacı vardı ve tam bir kaos yaşanıyordu. Hepimiz Kâbe’nin göründüğü bölüme girmeye çalışıyorduk. Geç kalmıştık. Herkes birbirini itiyordu. Kadın-erkek, uzun-kısa, zayıf-şişman, her çeşit, her renkte, belki 30-40 farklı milletten insan Harem’e girmeye çabalıyorduk… Ve; birden “NAMAZ” başladı!.. Birkaç saniye içinde bütün herkes şeritler (saflar) hâlinde sıraya dizildi… Ben de sokağın ortasında seccademi yere sermiş, ayakta bekliyordum. Yanıma baktım, çizgi kusursuzdu. Onun önündeki de, onun önündeki de… Ve düşündüm; bu ordu kadar hızlı ‘hazır ol’ pozisyonuna girebilecek başka bir ordu yoktur dünyada. Kendi kendime, işte benim ailem bu dedim. Sadece düşünürken duygulanıyorum. Gözyaşları boğazıma dizildi ve ‘biz böyle birlik olduğumuz zaman çok güçlü olabiliriz’ diye düşündüm. Günde beş defa biz böyleyiz Günde 24 saat, haftada 7 gün böyle olsak, hiç kimse bizim topraklarımızı işgal etmeye kalk(a)mazlar... Din kardeşlerimize işkence yapamazlar… Çocuklarımızı katledemezler… Bize hiç kimsenin gücü yetmezdi ve bize saygı duyarlardı… Bizleri terörize edemezler, bizlere zulmedemezlerdi… Guantanamo Üssü’nde insanlarımızı kilitleyemezlerdi… Bizlere daha saygılı davranırlardı… Dünyada iki milyar Müslüman var; eğer ‘NAMAZ’daki gibi birlik olsak, yenilmez olurduk…” (Turkuaz, 15 Mayıs 2005)

[Yvonne Riddley, sorulan soruya böyle cevap veriyor. Bayan Riddley, İngiliz Sunday Express gazetesi muhabiri iken, 28 Eylül 2001 tarihinde Afganistan’a kaçak yollardan girmek isterken yakalanmış ve 10 gün Taliban’ın elinde esir kaldıktan sonra serbest bırakılmış. Taliban’a; kendisini serbest bırakmaları hâlinde Kur’an’ı okuyup İslâm dini üzerine çalışmalar yapacağına dair söz vermiş. Önceleri sadece araştırma amaçlı okuduğu Kur’an’dan etkilenerek Müslüman olmuş, Kur’an’ı hayat kılavuzu olarak benimsemiş ve hacca da gitmiş…]

Yukarıda, sonradan Müslüman olan bir kadının ‘bir günlük hayatından bir kesit’ sundum.

İslâmiyet teoriler üretmez, hemen işe başlatır. Birisi ‘Ben Müslümanım’ derse, ona hemen; ‘Öyleyse NAMAZA başla’ der ve İslâmiyet’in ne olduğunu, hayata nasıl etki ettiğini ‘namaz’la öğretir. Namaz dinin/ düzenin/ bir günlük hayatın/ hayatımızın direğidir. Yarın bu meseleye açıklık getirmeye devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Bir Günlük Hayat’ – 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.08.2005

‘Bir Günlük Hayat’ kitapçığını aldık; dikkatle okuyalım…. İbadetin temeli ‘okuma’dır. Mü’minlere emredilen ana ibadet Kur’an’ın birlikte okunmasıdır. İnsanın vakitlerini düzenleyen ‘namaz’ başta gelen ibadettir. Birlikte çalışma ve yaşama namaz sayesinde mümkün olmaktadır. Namaz bizim tüm hayatımızı içerir. ‘Zekât’ da bizim mal varlığımızı düzenler. Zekât sayesinde altyapı yapılır, sosyal güvenlik sağlanır, ortak işler yürütülür ve savunma gerçekleşir. ‘Oruç’ bizi kötü alışkanlıklara karşı eğiterek irade sahibi yapar, vücudu da hastalıklara karşı dirençli hâle getirir. ‘Hac’ insanların ortak olarak yapacakları işlerin düzenlenmesini sağlar.

Namaz kılmamak mü’minler için irtidat kabul edilmiş ve İmam-ı Şafii katline, İmam-ı Ebu Hanife hapsine hükmetmiştir. Sonuç olarak diyebiliriz ki;

Allah’ın emrettiği gibi beş vakit namazı cemaatle kıl(a)mayışımız nedeniyle dünyamız böyle harap, biz de sıkıntıdayız...

Allah; “Salâtı/namazı ikame ediniz.” diyor.

Acaba neden?

Bugün de bunu düşünelim ve bu mesele üzerinde duralım. “Salât/Namaz” Kur’an’da temel müessese olarak ortaya konmuştur. “Namaz dinin/düzenin direğidir.” Kur’an ibadetleri birer “eğitim ve ortak yaşama müesseseleri” olarak vazetmiştir. İbadetler ile hem “ortak eğitim” yapılır, hem de “ortak hayata ait işler” tedvir edilir. Bunun nasılını kısaca hatırlayalım.

Namaz ‘bir günlük hayatımızı’ nasıl vakitlendirmiştir?

Güneş doğmadan önce ezan okunur, herkes uyanır. Cemaat güneş doğmadan camide toplanmaya başlar. İki rekat sünnetlik vakitten sonra, sabah namazı güneş doğmadan kılınır. Ergin erkekler altı saatlik sabah mesaisine giderler. Kadınlar meskenleri civarında isterlerse çalışırlar. Yaşlılar çocuklarla ve hastalarla birlikte dayanışma içinde olurlar. Öğle vakti olunca işyerinde ezan okunur, dört rekatlık sünnetten sonra öğle namazı kılınır. Normal günlük mesai biter. Diğer taraftan meskenlerin bulunduğu mescitte de ezan okunur. Onlar da dört rekatlık sünnetten sonra öğle namazı kılarlar. Namazdan sonra herkes evlerinde toplanır. Üç saat istirahat edilir, mümkünse kısaca uyunur. Sonra herkes ikindi namazı kılmak için camiye gelir. Bundan sonra akşama kadar herkes serbest iş yapar; kadınlar ve yaşlılar, hattâ çocuklar gibi serbesttirler. Çalışacaklar çalışır, ilim yapacaklar ilim yaparlar. Akşam vaktinde ezan okunur, herkes mescide gelir ve akşam namazı kılındıktan sonra evlerine giderler. Akşam yemeği yendikten sonra yatsıya gelmeye başlarlar. Yatsıdan önce bütün aile fertlerinin katılımıyla hep birlikte ortak sohbet yapılır. Sonra ezan okunur, yatsı namazı kılınır ve herkes yatmaya gider.

‘Bir Günlük Hayat’ böylece “namaz” sayesinde düzenlenmiş olmaktadır.

Burada dikkat edilirse insanın günü yani 24 saati ikiye ayrılır. Yarısı olan 12 saat evinde ailesiyle geçer. 6 saat uykuda, 2 saat sabah vaktinde, 3 saat öğle zamanında, 1 saat de akşamdan sonra.

Diğer 12 saat ise insanlarla birlikte topluluk içinde geçer. 6 saat sabah mesaisi, 3 saat akşam mesaisi veya ilim, 3 saat yatsı sohbeti. İnsan 6 saat mesai ile ailesiyle birlikte geçinebilmelidir. Kalan 6 saatini ister çalışır ve zekât verir, isterse ilim yapar ve ilminin zekâtını verir. Evinde geçirdiği vaktin yarısı uyku ile, diğer yarısı da yemek ve ailede özel hayat ile geçer. Bu erkekler için böyledir. Kadınlar da sohbete katılmak zorundadırlar. Onlar da çalışıp zekât verirler, ilim yaparlar. Resmi işlerde çalışmak zorunda değildirler.

Burada bir iki hususa işaret etmek isterim. Bu saatler yaz ve kışa göre uzar veya kısalır. Kışın yatsı sohbetleri uzun olur. Yazın da çalışma saatleri uzun olur. Farz namazların rekât sayısı 20’dir. Bunun yarısı gece, yarısı gündüzdür. Gündüz namazları 2, 4, 4 şeklinde bölünmüştür. Sünnetler de 20 rekâttır ve gündüzleri 10 rekat kılınır. Sünnetler geceleri de 10 rekâttır. Böylece toplam 40 rekât namaz kılınmış olur.

Günlük namazın dışında haftada bir gün Cuma Namazı kılınır, Cuma kılınmadan önce hutbe okunur ve haftalık tebliğ yapılır... Yılda bir defa Ramazan Bayramı Namazı kılınır… Yılda bir defa da Kurban Bayramı Namazı kılınır… Bir de ömürlük Hac vardır…

Tekrar dinin/düzenin direği olan “namaz”a dönelim.

Namaza niçin devam etmekle mükellefiz?

Çünkü Allah böyle yapmamızı emretmektedir. İbadetin temeli okumadır dedik. Okuma birlikte olmalıdır. Namaz birlikteliğimizi gerçekleştirir. Kur’an’ı okuyalım ve anlayalım, sonra birlikte uygulayalım diye namaza gidiyoruz. İşte bizim sorumluluğumuz orada başlıyor…

Ayrıca; sadece erkekler değil, kadınlar da namaza devam edecekler, çünkü onlar devam etmezlerse çocuklar devam etmezler. Namaza gitmeyenler, cemaate katılmayanlar sonunda (günümüzde olduğu gibi) Kur’an’dan, Kur’an’ın öğrettiği hayattan koparlar ve ondan sonra da başka hidayet bulamazlar…

İnsanda dört meleke vardır: Hisler (duygular) sû’ (kötülük) ile hüsnü (iyiliği) , fikirler kizb (yalan) ile sıdkı (doğruyu), irade zarar ile nef’i (faydayı), ünsiyet (insanın sosyal yönü) zulm (zulüm) ile adli (adalet) birbirinden ayırır. Sû’, kizb, zarar ve zulm “bâtıl”dır; hüsn, sıdk, nef’ ve adl “Hak”tır.

Millî Gazete başlığının üzerinde “Hak geldi bâtıl zâil oldu” diyor. Hak ile bâtılı birbirinden ayıracağız. Hakkı tesis etmek için çalışacağız. Hak gelince bâtıl zâil olur; zaten bâtıl hep yok olmaya mahkumdur.

Millî Gazete bizlere bir kitap hediye etti. ‘Bir Günlük Hayat’ kitabı ve diğer kitaplar ile ilim, namaz ve ibadetler bizlere hayatımızda gerekli olan bu değerleri ve bunları değerlendirmeyi öğretmektedir. İyiyi-kötüden nasıl ayıracağız? Doğruyu-yanlıştan nasıl ayıracağız? Yararlıyı-zararlıdan nasıl ayırt edeceğiz? Adaleti-zulümden nasıl ayıracağız? Bunları öğrenince hayat kolaylaşır. Kitap, namaz ve ibadetler bunu sağlar…

‘Bir Günlük Hayat’ kitabını tekrar tekrar okumaya ve üzerinde tefekkür etmeye devam edelim…

 

 

***

 

 

 

 

 

“EMEK” VE ZENGİNLİK

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.08.2005

Normal bir insan için en önemli değer nedir diye düşünüldüğünde, ilk akla gelmesi gereken ‘emek’ olmalıdır. Nitekim insanı yaratan Allah yani Kur’an da; “İnsan için emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) diyor.

Evet, insan için emeğinden, çalışmasından, gayretinden, alın terinden başka bir şey yoktur.

Tevrat’ı ve İslâmiyet’i iyi bilen Yahudi Karl Marx da kendi felsefesini buna oturtuyor ve “her şey emektir” diyor. Marx devam ediyor ve diyor ki: Bugün elde mevcut yapılar, yollar, ham madde ve bilgi birikimi hep geçmişteki emeğin depolanmış şeklidir diyor... Dolayısıyla emekten başka hiçbir şeyin herhangi bir payı yoktur diyor... İslâmiyet bunu ifrat kabul ediyor.

İslâmiyet ne diyor? İslâmiyet çalışana yani emeğe ‘ücret payı’ verdiği gibi; tesislere ‘kira payı’ verir, sermayeye zarar ihtimaline karşılık ‘kâr payı’ verir, kamu görevlerini ve genel hizmetleri yapan devlete ve diğer kuruluşlara da ‘vergi payı’ ayırır. Faizi de emeksiz ve rizikosuz kazanç olduğu için Marx’ın dediği gibi yasaklar. Marx’ın anlattıklarının en az yarısı İslâmiyet’e göre doğrudur. Hattâ çıkıp ‘İslâmiyet komünizm gibidir’ diyenler oluyor! İslâmiyet’i komünizme benzetenler var! ‘Komünizm bazı yönleriyle İslâmiyet’e benziyor’ demiyorlar da; 1400 seneden daha fazla zaman önce ortaya çıkanı 100 yıl önce ortaya çıkana benzeten zavallılar var!..

Her neyse; şimdi teori kurma değil, iş yapma ve çözüm üretme zamanı.

Emeğini değerlendiremeyen vatandaş ve insanlık çare bekliyor.

Peki, çare ve çözüm var mı?

Biraz düşünelim bakalım.

Belki vardır!

*

Şöyle düşünelim.

‘Taşı toprağı altındır!’ diye İstanbul’a gelen ve iş arayan yüzbinlerce kişi vardır.

İstanbul’un taşı toprağı altın değildir. Ama göç yani ‘emek’ alan topluluk, yer, şehir, ülke zenginleşir; göç veren de fakirleşir. Bu kural ekonominin temel kurallarından biridir. Bu kural bütün dünya için geçerli olduğu gibi; ülkemiz ve İstanbul için de aynen geçerlidir. Anadolu’daki köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz boşalıyor… İstanbul ve Avrupa’daki bazı ülkeler Anadolu Türkleri ile doluyor… İstanbul ve o ülkeler göç aldıkları için gelişiyor, göç veren Anadolu ise geriliyor veya en azından yerinde sayıyor...

İstanbul’un zenginliği nüfusunda yani emek gücündedir. Var olan, çok olan ve iyi veya kötü, çok veya az kazanan emek aynı zamanda harcama da yapar. O insanlar en azından zaruri ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Bunun için alış-veriş yaparlar. Alış-veriş olan yani harcama olan yerde ekonomik hayat da canlanır. Ekonominin canlandığı yerde hayat hareketlenir, dinamikleşir, şenlenir, zenginleşir...

İşte İstanbul’un zenginliğindeki sır burada.

İstanbul insan, nüfus, kalabalık yani emek zengini ama bu zenginliğini bir türlü gerektiği gibi değerlendiremiyor. Neden değerlendiremiyor? Çünkü bütün ülkede olduğu gibi İstanbul’da da iyi, sağlıklı, doğru, dürüst ve dengeli bir yönetim yok da ondan. O da ayrı ve anlatması uzun bir mesele.

*

Bir an için İstanbul’daki bu emek sahiplerinin bir şekilde bir araya geldiklerini ve emeklerini hep birlikte değerlendirmek üzere mesela bir ‘kooperatif’ kurduklarını varsayalım. Bunlar bir araya geldiler, kooperatiflerini kurdular ve şimdi de; ‘kendimize iş bulalım’ diyorlar…

Bu amaçla aralarında bir ‘sözleşme’ yapıyorlar…

Şu anda hepimiz işsiziz ama yıkılmadık, ayaktayız, geçiniyoruz, yaşıyoruz, ölmüyoruz…

Ayakta kalmamızın kaynağı ne olabilir?

-Ya memleketten para getirdik, onu harcayıp bitiriyoruz…

-Ya da eş, dost, tanıdık ve arkadaşlardan borç alarak yaşıyoruz…

-Ya da bir yakınımız, hemşerimiz, arkadaşımız bizi misafir ediyor...

-Ya da ara sıra karın tokluğuna bir iş buluyoruz ve böylece yaşıyoruz…

Önce kurduğumuz kooperatife yük olmadan hayatımızı böylece geçirelim bakalım... Herkes eski asgarî hayatını aynen sürdürsün... Sermaye olarak da emeklerimizi kooperatife koyalım diyoruz… Sonrası ‘Allah kerim!’… Hep birlikte bir çare ve çözüm düşüneceğiz…

Yarın, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

“EMEK” VE BİRLİKTELİK

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.08.2005

Ne diyorduk?

İstanbul’a geldik…

Tanıdıklarımızın yanında kalıyoruz…

Sermaye olarak bir tek ‘emeğimiz’ var…

Bu durumda olan bir grup olarak bir araya geldik ve mesela bir ‘kooperatif’ kurduk…

Bundan sonra ne yapacağız?..

Her şeyden önce; emeklerimizi ortaya koyacağız ama bu arada nasıl geçineceğiz?..

Başlangıçtaki geçinme sorununa şöyle bir çözüm buluyoruz.

Bir insan için normal olarak haftalık mesai 40 saattir. Bunu haftanın yedi gününe bölecek olursak günde 6 saat çalışır demektir. Herkes yine asgari olarak 6 saat şimdi çalıştığı işlerde çalışsın. Oysa insan günde rahatlıkla 10 saat çalışabilir. Bu çalışma sağlığına da zarar vermez, aksine yarar verir. Madem 10 saat çalışabiliyoruz, o halde günde 4 saatimizi de kooperatif ortaklığına verelim.

Bakınız; bu merhalede elimizde sıfır sermaye vardır. İnsan olarak elimizde emeğimizden başka bir şey yoktur. Zaten Allah da “İnsan için emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) demiyor muydu? Bu durumda bizim de biricik sermayemiz ‘emeğimiz’dir. Ama biz bu arada bir şey yaptık; bir araya geldik ve emeklerimizi birleştirdik. Yeni gücümüz ve zenginliğimiz burada.

*

Kooperatifimiz 100 ortaklıdır. Günde 400 saat, haftada 2800 saatlik ‘emek sermayesi’ vardır. Bunun dışında başkaca hiçbir sermayesi yoktur. Kooperatif ortaklarına soruyor: “Hangi saatlerde çalışabilirsiniz?” Herkes hafta içinde uygun olan saatlerini bildiriyor. Bu tesbitten sonra kooperatif ortaklarına iş arıyor. Ancak işverenlere şunları diyor:

-Saatlik işiniz olmayacak. Hafta içinde istediğimiz saatte o işi yapabilmeliyiz.

-Biz sizden ücret istemiyoruz, üretilen üründen daha sonra bize pay vereceksiniz.

-Biz işçilerimizi kendimiz sigortalayacağız, size de işçilik faturasını keseceğiz.

-Kooperatif işinizi garantileyecektir. Taahhüdümüz yerine gelmediği zaman hakem kararı ile onu emeğimizle tazmin edeceğiz. Yani ücret almadan çalışacağız.

Bu ‘emek kooperatifi’ pek çok iş bulabilir. İşverenler bizi tercih eder.

İşverenler neden bizi tercih eder? Çünkü;

-Firma ücreti peşin ödemeyeceği, daha sonra ürün olarak ödeyeceğinden tercih eder.

-İşçiyi sigortalayıp sigorta ödeme sıkıntısına girmeyeceği için tercih eder.

-İş kooperatif tarafından garanti edildiği için işi bize vermeyi tercih eder.

-Nihayet bu işçiler günlük yaşamlarını bu işten temin etmeyecekleri için; bu emeklerini tasarruf ettikleri için işi ucuz yapabileceklerdir. Gerekiyorsa pazarlıkla ücreti yarıya, hattâ daha aşağıya düşürebileceklerdir. Dolayısıyla herkes bunlara iş vermeyi tercih edecektir.

*

İstanbul’a geldik, ‘emek’ kooperatifimizi kurduk... Geriye ne kaldı? İş bulmak! Orası kolay!

Şimdi bu emek kooperatifine sanal olarak iş bulmaya çalışalım bakalım. Mesela, bir sözleşme hazırlıyoruz ve müteahhide diyoruz ki; şu şu şartlar altında işçiliğinizi biz yapacağız…

İnşaat örneğini şunun için veriyorum. İnşaat yaptım, inşaatlarda çalıştım, inşaat yapanlardan biliyorum; hâlen de İstanbul’daki bir konut-yapı kooperatifinin başkanlığını yapıyorum... Bugüne kadarki tecrübelerimizde hep acemi işçileri yetiştirdik ve en kaliteli inşaatları onlarla yaptık. Buradaki işin sırrı şudur. Bir işçiye tek bir iş öğretiyorsun, mesela sadece harç karmayı veya duvar yapmayı öğreniyor. Bunu bir haftada öğreniyor. Bir-iki ay sonra bu işini herkesten daha iyi yapıyor…

Avrupa dünya işçilerini fabrikalarında bu şekilde çalıştırıyor. Almanya’da bizzat çalışarak da bunu yaşadım ve gördüm. Genç bir işçi Avrupa’daki bir otomobil fabrikasında önünden geçen arabanın bir cıvatasını takıp sıkıştırıyor ve emekli oluncaya kadar sadece bu işi yapıyor!..

Biz müteahhit ve inşaat örneğimize dönelim. Sonunda bir sene içinde apartman inşaatı bitiyor. Ve biz de ‘emek kooperatifi ortakları’ olarak artık o apartman içinde dairelere sahip oluyoruz.

Bir işçi günde 4 saat çalışıyor, 350 günde 1400 saat çalışmış oluyor. Saatte 2 YTL’lik iş yaptığını kabul edelim. Ortağımızın 2400 YTL’si olacak; 100 ortağın 240 bin YTL’si olacaktır. Daireyi 20 000 YTL ile almış isek, 12 dairemiz olacak demektir. Bunlar kira getireceği için 100 işçimize beş-altı sene içinde İstanbul’da birer daire yapmış olacağız. Bundan sonra o işçi artık kiradan kurtulacak ve aylık olarak artırdığı 500 YTL’den fazla olacaktır.

Demek ki, beş kuruş sermaye kullanmadan, sadece emeğimiz varsa pekala iş yapabiliriz.

Bu yöntemi başka işlerde ve özellikle köylerde uygulamak çok daha kolaydır. Çünkü köylüler tarlalardaki işleri sayesinde çiftçilikle geçinecekler, tarla işleri dışında kalan saatlerini artırmış olacaklardır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Gafil avlamak ve avlanmak… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.08.2005

“Küfretmiş olan kimseler sizleri GAFİL AVLAMAK isterler.”

(Kur’an; Nisâ, 4/102)

Avrupalılar, bir plan yaparlar ve Balkan Savaşı’ndan önce Osmanlıları gafil avlamak, silahsız ve ordusuz yakalamak isterler… Bunun için bir hile kurarlar... Osmanlılara büyük borç vaadederler…

Ancak derler ki; ‘Sizin kanunlarınız şeriat kanunları, verdiğimiz borcu sonra ödeyemezsiniz, borcu verebilmemiz için kanunları değiştireceksiniz!’ (Cumhuriyet döneminde, özellikle 1950’den sonra, ayrıca Ecevit hükümetleri ve günümüzde uygulanan senaryoların bir benzeri. Demek ki, ibret alınmadığı için tarih tekerrür ediyor! Bilhassa Kemal Derviş dönemini ve sonrasını hatırlayalım…)

Osmanlılar vaadedilen borcu alabilmek için Avrupalıların dediklerini yaparlar…

Avrupa’dan gönderilen ve aslında bir ajan olan hukukçu gelir. Görünürde çok yararlı ama gerçekte çok zararlı bir hukuk ıslahatını yaparlar!.. (Günümüzde, Ecevit hükümetleri veya AKP hükümeti tarafından bir gecede çıkarılan kanunlara ne kadar da benziyor, değil mi?!.)

Her şey inceden inceye incelenir... Durmadan mahkemeler ertelenir... Mahkemelerdeki taraflar mahvolurlar... Seneler geçer, olaylar unutulur, hakimler değişir, usulden bir hata yakalar ve karar verirler... Muhakeme usulünde konan şartlar ne kadar adil dersiniz; oysa tüm adaletsizliğin kaynağı o içinden çıkılmayan bürokrasidir. (Günümüzdeki onlarca yıl devam eden adliyelerdeki davalar da böyle değil midir? Tabii bu durum avukatların da işine gelmektedir.)

İşte Osmanlı Devleti’ndeki bu hukuk kurallarını koyan bu ajan hukukçudur.

Ondan sonra Osmanlılar borçlandırılıyor, borçlandırılıyor… O kadar borç veriliyor ki, (Günümüzde de IMF durmadan borç veriyor!...) Osmanlı imparatorluğu savaşı kazandığı halde Sevr’i dayattılar (Şimdi de II. Sevr’i dayatıyorlar!..) ve imparatorluğu ortadan kaldırdılar… (Günümüzde de Türkiye’yi yıkmak istiyorlar…)

*

Avrupalıların iğfalleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. Osmanlıları (Batılıların bugünkü Türkiye yöneticilerini avlamaya çalıştıkları gibi) gafil avlamaya devam ederler…

İtalya’ya talimat verirler, İtalya Cezayir’e saldırır ve işgal eder... (Günümüzde PKK içten saldırıyor… ABD de Irak’ı işgal ediyor…)

Ajan hukukçu harekete geçer, padişaha akıl verir ve; ‘Avrupalılar Osmanlı topraklarına bu kadar para yatırdılar, yatırımlar yaptılar, artık buraya saldırmazlar, siz askerlerinizi Kuzey Afrika’ya gönderin!’ tavsiyesinde bulunur. Osmanlı yönetimi bunu kabul eder ve Mustafa Kemal dâhil, askerî birlikler Kuzey Afrika’ya sevk edilir... (Irak tezkeresi Meclis’ten geçseydi, Mehmetçik Irak’a sevk edilmiş ve biz de şu anda ABD ve İngiltere ile birlikte Iraklılarla savaşıyor olacaktık!..

Bu sefer kıl payı aldatılmaktan kurtulduk…)

Balkan Savaşı başlar!..

Avrupalılar Osmanlı imparatorluğunu gafil avlamışlardır…

Bulgar askerleri İstanbul yakınlarına Çatalca’ya kadar gelirler…

Bu yapılan nedir? Balkan Savaşı ile I. Dünya Savaşı için test yapılmıştır…

Daha sonra I. Dünya Savaşı çıkarıldı ve Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı!..

(Tarihin tekerrür etmemesi için bugünkü AB veya ABD’yi yani bugünkü Batı dünyasını, bugünkü Türkiye’yi, bugünkü yöneticileri hatırlayalım ve derin derin düşünelim, düşünelim; tekrar düşünelim!..)

*

“Küfretmiş olan kimseler sizleri gafil avlamak isterler.” (Kur’an; Nisâ, 4/102)

İşte, Kur’an bizi uyarıyor ve bize bunu söylüyor.

Bunlar düşmandır. Onların aldatmacasına güvenmeyeceksiniz, gafil avlanmayacaksınız.

Sizi gafil avlamak istediklerini nasıl anlarsınız? Mâkul şeyleri önerdiğiniz halde kabul etmiyor, yanlışta direniyorlarsa, tereddütsüz biliniz ve anlayınız ki, sizi gafil avlamak istemektedirler.

(Türkiye ile yapılan ‘ucu açık’ AB müzakerelerini ve bugünlerdeki Kıbrıs görüşmelerini hatırlayarak yukarıdaki âyeti ve satırları tekrar okuyarak düşünelim…)

-Yatırımları durdurarak işsizlik sorununu kangren hâline getirmek… Sıkı para politikasıyla işsiz insanları daha da çoğaltmak ve sosyal patlama olacak seviyeye çıkarmak…

-Tarım sektörünü çalışmaz hâle getirmek ve tarımda dışa bağımlı hâle gelmek… Tarımı olmaya ülke düşmanlarına karşı bir mücadele verebilir mi?...

-Bir ülkenin can damarları olan ve çağımız dünyasının ana sektörleri KİT’leri ‘özelleştirme’ adı altında yabancılara yani düşmana kaptırmak…

-Borçları borçla ödemek, Türkiye bütçesini borç faizlerini ödemeye tahsis etmek, her gün artan bütçe açığını görmemek veya görmezden gelmek!..

İşte, bütün bunlar ve benzerlerinin hepsi birer tuzaktan ve ‘gafil avlama isteğinden’ ibarettir.

“Küfretmiş olan kimseler sizleri gafil avlamak isterler.” (Kur’an; Nisâ, 4/102)

Gafil avlanmak istemiyorlarsa;

AK Partililer bu âyeti her gün ‘on defa’ okumalıdırlar.

 

 

***

 

 

 

 

 

Gafil avlamak ve avlanmak… - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.08.2005

“O kâfirler arzu ederler ki, siz SİLAHLARINIZDAN ve EMTİANIZDAN (eşyalarınızdan) GAFİL OLASINIZ da üstünüze birden baskın yapsalar.” (Kur’an; Nisâ, 4/102)

Yalta Konferansı’nda dünyayı ikiye bölen Siyonistler bu arada Türkiye’yi silahsız bırakmak istemişlerdir. Başbakan Adnan Menderes’e verdikleri kredi karşılığı dediler ki; ‘Siz silah üretmeyeceksiniz, uçak yapmayacaksınız, biz size vereceğiz!.. Ortak düşmanımız ver, birlikte savaşacağız!..’

Bizimkileri böyle uyuttular…

Oysa Sovyetler onların düşmanı değil, taşeronu idi. Böylece Türk ordusunu silahtan tecrit eder hâle getirdiler. Kıbrıs çıkarmasını yaptığımızda elimizdeki araçları kullanamaz duruma gelmiştik. Ordunun eski hurdaya atılmış araçlarını harekete geçirerek Kıbrıs’ı fethettik. [İlginç bir not: Kıbrıs Harekâtı Gazisi Amcaoğlum İsmail Erol, harekât öncesinde çokça arıza yapan eski araçların harekât boyunca arıza yapmadığını, ama harekât sonrasında yine arızalanmaya başladığını anlatırdı. Rahmetli, bunu Allah’ın yardımı olarak yorumlardı.]

Düşmanlarımız olan kâfirler bizi daima silahtan tecrit etmek isterler. Kendi fabrikalarımızdaki üretimi durdururlar, özelleşttirtirler, kapattırırlar... Üretime devam etsek bile, projeler onların, pazar onların olur...

Daha korkuncunu yaptılar. ‘Lâiklik’ bahanesi altında bin yıllık medreselerimizi kapattırdılar... Zorla şapka örttürdüler... Halk dayatmalara isyan etti… İsyan silahla bastırıldı ve asıl nihaî hedef olan halka silah yasağı getirildi... Böylece Türk ordusunu silahtan tecrit etmediler ama Türk halkını silahtan tecrit ettiler. Oysa bizim İstiklâl Savaşımızı çeteler yani halkımız kazanmıştır. Halkımız çok iyi silah kullanmayı biliyordu, Rum ve Ermeniler bilmiyordu. O sayede onları yenebildik. Bugün askerlikte bile erlere yeteri kadar mermi verilmiyor. Askerlik talimini yat-kalk ile geçiştiriyorlar. Oysa savaş demek atmak, atış yapmak ve vurmak demektir. II. Sevr’i dolaylı yoldan gerçekleştiriyorlar. Görülüyor ki, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri birçok konuda olduğu gibi bu konuda da gaflet içindedir. Millî Görüşçüler “Ağır Sanayi Hamlesi” derken, aynı zamanda silah sanayiini de kastediyorlardı. Ülkemiz hâlâ kendi silahını üretmiyor!..

Millî Görüşçülerin görevi bu gerçekleri anlamak ve anlatmaktır.

*

Hayatî önemi olan mallar vardır. Savaşın sürmesi için buğday, şeker, pirinç, yağ gibi ‘ana gıda maddeleri’ pahalı olsa da ülkede üretilmelidir. Çünkü savaşta bir ambargo olsa yerimizde kalırız. Tren ve vapurları pahalı da olsa kömürle çalıştırmalıyız; çünkü bizim millî metaımız odur.

Düşmanlar bir plan yapar. Türkiye onların sanayi malları ile yaşamaya başlar. Tarım sektörü -şimdi olduğu gibi- iflas eder, çökertilir... Savaşta ise sanayi ürünleri yenmez, savaş ancak tarım ürünleri ile yapılabilir. Yollar elden çıkmıştır, telefonlar elden çıkmıştır, elektrik elden çıkmıştır; şalteri bir indirdi mi yeter!..

Dağınık olan elektrikleri birleştirmek için TEK’i (Türkiye Elektrik Kurumu) kurdular. Tüm elektrik üretimi ve dağıtımını ona verdiler… Şimdi de stratejik olan her şeyi özelleştiriyorlar...

Yani; o zaman toplarken halkın ve belediyelerin elinden devlete gasp ettirerek aldılar... Şimdi ‘ÖZELLEŞTİRME’ adı altında sömürü sermayesine peşkeş çekiyorlar… Ülkeyi hükümetler yönetmiyor, Türkiye’yi yıkıma götüren şuursuz taşeronlar yönetiyor…

Bu âyet yani Kur’an bize bir de bu gerçeği haber vermektedir. Yani, onlar; ‘biz sizin silahlarınızı ve önemli mallarınızı temin ederiz’ deyip üretiminizi çökertirler... Sonra da aç bırakıp savaşsız öldürürler...

Vahşi Batı dünyaya ne yapıyor? Biyolojik silahı, kimyasal silahı, tahrip edici silahı, atom silahını kendisinden başka kimse üretmeyecektir! Sen silahsız olacaksın, o silahlı olacak!.. Neden???

Efendim, sen zayıf devletsin, küçük devletsin, kötüsün, kötü yerlerde kullanırsın!.. O ise büyük devlettir, iyi devlettir, dürüst devlettir; o silahı gerektiği zaman kullanır!.. (Meşhur kurt-kuzu hikâyesi.)

Dolayısıyla senin silahın olmayacak, uçağın olmayacak, petrolün olmayacak, hattâ ekmeğin (tarımın) olmayacak!.. Batı dünyası senin ürettiklerini senden alacak, başkalarına satacak, başkalarından aldığını da sana satacak!.. Gümrüklerle, vizelerle, rüşvetlerle, mafyalarla birbirinizle olan alışverişi önleyecek!.. Dinlemediğin zaman da ‘terörü yok ediyorum’ veya ‘demokrasi getiriyorum’ bahaneleriyle üzerine çullanacak ve seni yok edecek!.. İşte Batılıların planları budur ve bunu yapmaktadırlar... Kur’an da bize bunu haber vermektedir.

Tarihin en büyük haksız saldırılarını ‘Haçlı Seferleri’ ve ‘sömürgeleştirme’ ile Avrupalılar yapmış, dünyayı işgal etmişlerdir... Ama bu zaferleri onları rahatlatmamış, aralarında çıkan çetin dünya savaşları tüm tarihlerini işgal etmiştir… Sonra Sovyetler (SSCB) aynı zulüm düzeni içinde tüm Doğu Avrupa ile Orta Asya’yı işgal etmiş ve 40 milyon insanı öldürmüşler; ama bu arada kendi ömürleri de sadece 70 yıl olmuştur…

Afganistan işgali Sovyetlerin sonu oldu; Afganistan ve Irak işgalleri ABD’nin sonunu getirecektir…

Kur’an aynı âyetin sonunda; “Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.’ (Nisâ, 4/102) diyor. Bu azap hiçbir zaman beklenen yerden gelmez. Allah beklenmedik cihetten zalim kâfirleri vurur. Bunun bize sağladığı ders, ‘kâfirler’ ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, sonları helâktir. Biz kâfirlerin gücünden değil, kendi küfrümüzden korkmalıyız. Nitekim, Cumhuriyet döneminde Türkiye daima ‘adil’ davranmış, hiçbir haksız savaşa katılmamıştır. Tezkere vesilesiyle Irak savaşından kıl payı dönülmüştür. Yoksa şimdi biz de Amerikalılar ve İngilizler gibi Iraklılarla savaş içinde olabilirdik ve sonumuz da hüsran olurdu.

 

 

***

 

 

 

 

 

Milliyet gazetesinin ‘korkunç’ haber-yorumu!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.08.2005

Yoğun çalışmalarım sebebiyle gazetelere ve internete çok vakit ayıramıyorum. Çalışma arkadaşlarım bu alandaki eksikliğimi kısmen gideriyorlar...

28, 29 ve 31 Temmuz 2005 günleri, Millî Gazete’deki köşemde “Londra ve Mısır’daki ‘terör’ – 1-2-3” yazılarım yayımlandı… 30 Temmuz günü yayımlanan Milliyet gazetesi, her zamanki gibi ilmî ve dinî konulardaki bilgisizliklerini ortaya koyan bir şekilde, 28 Temmuz 2005 günü yayımlanan birinci yazımdaki kısa bir bölümü alarak, (sadece o alıntıdaki ifadelerin tamamı bile bana göre ilmî açıdan doğru olmasına rağmen,) -onların ifadesiyle söyleyeyim; bilerek veya bilmeyerek- korkunç’ derecede yanlış anlayarak ve yorumlayarak bir ‘haber-yorum’ yayımladı. Çalışma arkadaşlarım haber verdiler; aynı gün Milliyet’te ve başka internet sitelerinde kullanılan haber-yorum, binlerce internet izleyicisi tarafından okunmuş... Bana ulaştırıldığı kadarıyla, okuyucuların kimileri seviyeli -veya kimileri maalesef seviyesiz- değerlendirmeler yapmış… Bu seviyeli veya seviyesiz değerlendirmelere karşı, ben de şimdilik kısa bir değerlendirme yapıyorum…

Milliyet’teki haber-yorumun iri puntolarla başlığı aynen şöyle:

Bu korkunç yorumu Millî Gazete köşe yazarı Erol yaptı: ‘ALLAH İNSANLARI TERÖRLE UYARIYOR’. Millî Gazete yazarı Erol, Allah’ın adını istismar ederek teröre karıştırdı. Erol, terör olaylarının Allah’ın izniyle yapıldığını ve insanlığı ‘adil düzen’ için uyardığını yazdı…” (Milliyet, 20. Politika sayfası, 30.07.2005)

Böyle bir başlık ve giriş ile haber-yoruma başlayanların, bundan sonra -artık Türk medya klasiği hâline gelen şekilde- neler yazıp nasıl yorum yaptıkları herkesin mâlumu bulunmaktadır. Ben bugünkü kısa değerlendirmemde o detaylara girmeyeceğim.

*

Şimdilik ve bugünlük sadece kısa cevaplar vermekle yetineceğim:

  1. Her şeyden önce “Londra ve Mısır’daki ‘terör’ – 1-2-3” yazılarımın tamamını, meselenin iyi anlaşılması için (internet sitelerine gönderdiğim) bu notlarımın sonuna aynen koyuyorum.
  2. Bu konularda daha geniş bilgi edinmek isteyenlere; “Kur’an ve İlim Seminerleri” ile “Adil Düzen Çalışmaları” başta olmak üzere, bir kısım araştırmalarımızın yayımlandığı www.akevler.org sitemizi ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Başta Üstadım Süleyman Karagülle olmak üzere, bizim çalışma arkadaşlarımızla birlikte 40 (kırk) yıldır bu konularda ürettiğimiz 25 000 (yirmibeşbin) sayfa telif çalışmamız vardır. İlgilenenlerin ilgi ve bilgisine sunuyoruz…
  3. Evrenin oluşumundan bizim dünyaya gelişimize kadar, bırakınız terör ve savaş, bizim parmak oynatmamız bile elbette ‘Allah’ın izniyle’ olmakta ve yapılmaktadır. Allah’ın izni olmadan tabiattaki bir yaprak bile kıpırdamaz… Kıpırdayan her yaprak ve ‘terör’ başta olmak üzere varolan her şey de bizi uyarmak ve ibret almamız için Allah tarafından yaratılmıştır… Kısaca şöyle izah edeyim: İnsan bedeni Allah’ın var ettiği kemik, kas, sinir ve kan damarlarından oluşur. Allah insana ayrıca his (duygu), fikir (düşünce), irade ve ünsiyet (insaniyet yani sosyal yönseme) melekelerini vermiştir. Aklımızla yani ilmimizle birlikte bu dört melekeyi -ama bunlardan bilhassa irade melekesini- kullanarak fiillerimizi oluştururuz. Bunlardan sadece biri eksik olsa, bırakınız terör yapmayı, parmağımızı bile oynatamayız. Tabiattaki bir yaprak bile O’nun izni olmaksızın kıpırdayamaz… Bu ilmî gerçeği reddedecek akıl sahibinin aklına ve bilgisine şaşarım!.. İsteyenlerle, seviyeli olmak şartıyla, bu konuları sonuna kadar tartışabiliriz…
  4. Milliyet gazetesine de acizane tavsiye eder ve derim ki; öncelikle dinî ve derin ilmî konularda haber-yorum yaparken, bilmiyorsanız lütfen bilenlere sorun… Türk medyasındaki korkunç’ bilgisizliğe ve art niyete yapılan bu ‘bilenlere sorun tavsiyesi’ artık iyice klasikleşti ama maalesef hâlâ gereği yapılmıyor… Milliyet gazetesi sahipleri, yayın yöneticileri, sayfa editörleri (ve 20. sayfayı, POLİTİKA sayfasını hazırlayan veya hazırlayanlar her kim ise; çünkü isimlerini yazmamışlar!)! Lütfen, önce bilgisizliğinizi, sonra art niyetinizi ortaya koyan böylesi haber-yorumlara bir son verin! Ama bu bizim görevimizdir, biz görevimizi yapıyoruz diyorsanız, bir şey diyemem! Normal şartlarda yaptıklarınızı size yakıştırmadığım gibi; okuyucularınızı da enayi yerine koyduğunuz görüşündeyim… Sizin ve genel olarak bir kısım medyanın bu tür haber-yorumları, -en hafifinden söyleyeyim,- kabak tadı vermeye başladı!.. Ayrıca; Milliyet’teki meçhul yazar bir şey daha yapmış, haber-yorumda yakın dostum Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş hocam ile Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem hocanın görüşlerine -yönlendirerek veya çarpıtarak- yer vermişsiniz. Hocaların bu konuda benden farklı düşündüklerini zannetmiyorum… Çünkü akıl (ilim) ve nakil (vahiy) için yol birdir… TV5, Yusuf Kaplan’ın programında meçhul yazar ile birlikte bizi bir araya getirsin, tartışalım… TV5 böyle bir programı organize edebilir…

Şimdilik bu kadar… Bazı detayları ayrıca yazacağım…

Allah’ın selâmeti, rahmeti ve hidayeti herkesin üzerine olsun…

Hürmet ve muhabbetlerimle…

İnternet Sitesine Not: Bundan sonrasına “Londra ve Mısır’daki ‘terör’ – 1-2-3” yazılarımın tamamını aynen ekliyorum.

 

 

***

 

 

 

 

 

Milliyet’teki Meçhul Yazar’a!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Milliyet’in 30 Temmuz 2005 Cumartesi günkü sayısında imzasız bir haber-yorum çıktı. “Bu korkunç yorumu Milli Gazete köşe yazarı Erol yaptı…” “ Allah insanları terörle uyarıyor...” “Allah’ın adını istismar ederek teröre karıştırdı…”  “Terör üzerinden politika yapıyor…”

Prof. Dr. Saim Yeprem: “Allah Bush’a mı izin veriyor? Öyleyse görevlidir, suçlu değildir. Tasvip etmem” dedi. Prof. Dr. Süleyman Ateş ise; “Terör olayı uyarı olamaz. Kişisel yargıdır.”dedi.

Her şeyden önce; bir yazı ele alınırken bütünü ele alınır ve cümleler o anlatılış sıra ve silsilesi içinde değerlendirilir. Tasvip edilen ve edilmeyen taraflar gösterilir. Herkes tarafından doğru kabul edilen varsayımlara dayanarak kritik yapılır. İhtilaflı kısımlar ise tartışarak ispatlanır.

Yazar ve düşünür olmanın ötesinde, saldırma heveslileri var, suçlama heveslileri var. Onlar da kendi duygularını herkes tarafından kabul edilmiş varsayım sayarak saldırırlar. Eğer 163. madde kaldırılmış olmasaydı akıllarına göre lâikliğe aykırıdır diye suçlama yapacaklardı.

*

Tarihte sürekli tartışılan bir konu vardır. Bu konu yalnız Müslümanlar arasında değil, Eski Yunanistan’da da tartışılmıştır, Avrupa’da da tartışılmıştır. Tartışma konusu şudur. a) Kötü işlerin faili kimdir? Allah mıdır, yoksa insanın kendisi midir? Mutezileye göre insandır; kötü fiillerin faili Allah değildir. Durkheim ve Marx’a gelinceye kadar Avrupa’da da böyle düşünülüyordu. b) İkinci görüş ise Sünnilerin görüşüdür. Bunlara göre iyiliğin de kötülüğün de faili Allah’tır. İnsan yapmak ister ama ona o yapma gücünü veren Allah’tır. Bu konu Avrupa’da şöyle tartışıldı. Tarihî olayları kişiler mi yapar, yoksa kader mi belirler? Durkheim; olaylar sosyal kanunlara göre gelişir, insan akan sel içinde sağa sola yalpalayarak akış içinde ilerler demiştir. Marx ise ‘tarihî materyalizm’ ile olayların insanların elinden değil, tarihin oluşundan olduğunu ileri sürmüştür.

Sünni Müslümanlara göre; insanlar tabiî ve sosyal kanunları değiştiremezler, ancak o kanunlardan yararlanarak iş yaparlar. İnsanlar hidrolik kanunlarını değiştiremezler ama onlardan yararlanarak pompa yapabilirler. Sosyal olaylar da böyledir. Tabiî ve sosyal kanunları Allah koyduğuna göre güç O’ndadır, Allah yapmaktadır. Mesela, evinizin elektrik şalterini açtığınız zaman ev aydınlanır, ama evi aydınlatan siz değil, Keban’da akan ve elektrik enerjisine dönüşen sudur. İnsanların yaptığı fiiller de böyledir, yapan hep Allah’tır. Ama Allah insana onun gücünü harcama yetkisini vermiştir.

“Allah’ın izniyle olmaktadır” derken, “O’nun tabiî ve sosyal kanunlarına göre olmaktadır” demektir. O kanunu da ‘evrim kanunu’ olarak belirtiyoruz.

20. yüzyıldaki keşifler şunu göstermiştir ki, Kâinat tek varlığın eseridir ve O’nun kanunları işlemektedir. Bunu nereden bilmekteyiz? Kâinatın esası ‘tesir kuantumu’ dediğimiz parçacıklardan ibarettir. Elektron ve pozitron çifti bütün maddeyi oluşturur. Birleşirler ve ışık hızına çıkarlar. Yarışır, aşağı hıza iner ve madde olurlar. Bunların hepsi birbirine benzer, hepsi aynı fabrikadan çıkmadır. Parçacığın kitlesi, azami hızı, elektrik yükü, tesir sabitesi gibi birkaç sabiteler var. Tüm Kâinat bunun üzerinde oluşmuştur.

Yine 20. yüzyıl göstermiştir ki, canlıların hepsi iki çift DNA’larla yirmi çeşit aminoasitlerden oluşur. Hepsinin var edicisi tektir. İnsan da bir canlıdır ve her şey 23 çift kromozom içinde yazılıdır. Artık Allah’ın yanında başka kuvvetlerin olmadığını herkes bilmektedir.

*

Milliyet’in haber-yorumundaki zırvalara gelince, bakalım ‘korkunç’ bir şey var mı?

Özetle diyorum ki; her olay gibi terör olayları da uyarıdır. Sözde gelişmiş bugünkü modern dünya artık günümüzün hukukî sorunlarını çözemiyor. Bu terör olayları aslında daha büyük olayları haber veriyor. Vermiyor mu? Bütün dünya bunu söylemiyor mu? Doğrudur, burada bir korkunçluk var ama söylemede değil, oluşta. Terör gerçekten de korkunç bir şeydir ve böyle giderse daha korkunç oluşların habercisidir.

Allah’ın izni olmadan Bush’un Irak’a saldıracağını iddia etmek katmerli şirktir. Yani; bu sakat mantığa göre Allah ile Bush karşı karşıya geliyor ve Bush Allah’ı yeniyor; yani tanrının tanrısı oluyor! Bu tür masallar Eski Yunanistan’da sözde tanrılar arasında vardı ama bugün bu kadar ilkel inançlardan söz bile edilemiyor. Şeytanı da, Bush’u da Allah yarattı ve onlara da o işleri yapmaları için izin verdi.

Prof . Dr. Süleyman Ateş şunu demişse doğru demiş olabilir. Terör olayı Allah’ın takdiridir. Terörün suçlusu veya mağduru yoktur desek, bu saçmadır. Terör olayları Allah’ın takdiridir ama ona karşı tedbirler alıp bertaraf etmek de O’nun takdiridir. O suçları işleyenlerin cezalandırılması da O’nun takdiridir. Mü’minler olmuş olanları kaderle açıklarlar, olacakların kendi iradeleri ile olacağına inanır ve ona göre çalışırlar. Bu inanç da tamamen doğrudur. Çünkü geçmişi kimse geriye çeviremez ama gelecek ise bizim irademiz ile şekillenir.

‘Korkunç’ ilkel zihniyete sahip olanları biz insan kabul ederiz ve her zaman her yerde onlarla tartışmaya hazırız. Haklı olduklarını anladığımız an onların yanında oluruz. Bazı işlere Allah’ı karıştırmama hastalığı Marx’ın komünizminde vardır. Ona göre tabiat Allah’tır. Tabiat dışında tanrı yoktur. Bir görüştür, tartışılabilir. Ama 21. yüzyılda ‘Allah’ı bazı işlere karıştırmayalım’ demek aklen malullüktür. Biz “Allah” diyoruz, materyalistler “tabiat” diyorlar. Fark etmez; tabiî ve sosyal kanunların olmadığı veya geçersiz olduğu bir yer elbette yoktur.

Şimdilik bu kadar!

Hâlâ tartışmak istiyorlarsa, devam edebiliriz…

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘El Kaide’ diye bir ‘terör örgütü’ yok!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.08.2005

“El Kaide diye bir terör örgütü yok, El Kaide CIA’dır.”

Prof. Dr. Mahir Kaynak

Neşe Düzel, Prof. Dr Mahir Kaynak ile El Kaide ve terör üzerine bir röportaj yapmış. 1 Ağustos 2005 günü Radikal’de yayımlanan bu röportajın bence önemli olan ve benim görüşlerimle örtüşen kısımlarını siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Üniversitede 20 yıl iktisat profesörlüğü yapan ve 10 yıl MİT’te çalışan Prof. Dr Mahir Kaynak, bilinen iddialardan farklı ve değişik görüşler ileri sürüyor. En son TV5’te Prof. Kaynak ile birlikte katıldığımız Perspektif programında, program öncesinde ve sonrasında da fikir teatisinde bulunmuş, birçok konuda aynı paralelde düşündüğümüzü müşahede etmiştik…

 

El Kaide diye bir terör örgütü yok, El Kaide CIA’dır. Küçük bir örgütün dünyaya mağaradan şekil verdiğini kabul etmek çok saçma. Terörü devletler yapıyor. El Kaide, CIA operasyonunun kod adıdır

 

El Kaide diye bir örgüt yok!

Eğer bir örgütten bahsediyorsanız, bu örgütün siyasal bir hedefi olması gerekir.

‘El Kaide’nin hedefi nedir?’ sorusunun daha cevabı yok. Kimse El Kaide’nin hangi somut hedefe ulaşmak istediğini bilmiyor. Oysa İRA, ETA gibi terör örgütlerinin somut hedefleri ve somut coğrafi alanları vardır. Ayrıca bunların bir kadrosu ve bir örgüt yapısı da vardır. El Kaide’de bu unsurların hiçbiri yok. Ne kadrosu var, ne de coğrafi bir alanı. Bütün dünya eylem alanları bunların!..

Bir amaç ile eldeki araçlar arasında uyum olması gerekir. Elinize bir topluiğne alıp ‘ben adam öldüreceğim’ derseniz olmaz. El Kaide’nin kendi gücüyle, İslâm dünyasında öngördüğü rejimi kurması mümkün değil. Ne gücü, ne kadrosu, ne de destekleyicisi var. Aslında El Kaide diye bir örgüt yok.

El Kaide, bir istihbarat servisinin yaptığı operasyonun kod adıdır. Bu yüzden de bizim önce yapılan bu operasyonu deşifre etmemiz gerekir. Çünkü El Kaide operasyonuyla dünyada bir siyasi sonuç yaratılmak isteniyor…

El Kaide eylemlerinden çıkan tek siyasi sonuç, Batı dünyasında bir İslâm aleyhtarlığının doğuşudur ve İslâm’ın terörle özdeşleşmesidir.

‘Böyle bir siyasi sonuç niçin isteniyor ve bunu kim istiyor?’ sorusunun cevabını bulmalıyız. Çünkü El Kaide’nin eylemleri dünyadaki dengeleri değiştiriyor. Küçük bir örgütün dünyaya şekil verdiğini kabul etmek kadar saçma bir şey olamaz. Bu büyük bir operasyondur. Öyle ki, dünyada, halklar nezdinde, İslâm karşıtı bir cephe oluşuyor her şeyden önce…

Küresel sermayenin bir ‘ılımlı İslâm’ politikası var. İslâm’ın kapitalizmle uzlaşmazlıklarının kaldırılması ve piyasa ekonomisine sokulması politikası bu. Küresel sermaye, ‘İslâm dünyasını Batı sisteminin ve pazarının içine sokarız ve böylece sorun biter’ diyor. El Kaide ise küresel sermayenin ılımlı İslâmı’ndan tamamen farklı bir hedefi devreye sokuyor. ‘Müslümanlar dünyadaki düşman, öteki olsun’ diyor. Nitekim El Kaide’nin eylemleri sonucunda dünyada öyle bir İslâm karşıtı cephe oluşuyor ki, ılımlı ya da radikal ayrımı yapılmadan bütün İslâm ‘terörist’ kabul ediliyor. Böyle bir sonucu bir İslâmî odağın yaratmasının mantığı yok. Bunu Batılı bir odak yapıyor. Küresel sermayenin ‘ılımlı İslâm modeli’ni ve siyasal İslâm’ı tasfiye etmek için yapıyor bunu…

Türkiye bugün, ılımlı İslâm modeliyle küresel sermayenin yönetiminde olan en önemli ülkelerden biridir. Hükümetin Amerikan yönetimiyle arası iyi değil. Başbakan Erdoğan ‘Düğmeye bastılar’ diye şikâyet ediyor. Bush ve Putin yönetimleri, küresel sermayenin ılımlı İslam tezini ortadan kaldırmak istiyorlar. ‘Ilımlı İslam yok. İslam bir bütündür, hepsi radikaldir. Ya sekülerleşeceksiniz ya da yok olacaksınız’ diyorlar. Bunlar, İslâm’ı siyasal olmaktan çıkaracaklar. Sonuçta, dünyadaki bugünkü çatışma mağaradaki bir adamla dünya arasında değil. Çatışma, küresel sermaye ile Bush’un Amerikası arasında yaşanıyor. El Kaide de, Bush ve Putin’in temsil ettiği cephe adına bütün provokasyonları yapıyor, küresel sermayenin ılımlı İslâm modelini bitiriyor…

Küresel sermaye, herhangi bir işletmeyi, şirketi, fabrikayı yönetmeyen, bunların da sahibi olmayan, sadece paraya hükmeden ve parayı kullanan gruptur… Soroz, Rochild, Rockefeller küresel sermayenin temsilcileridir…

 

El Kaide operasyonunu CIA yürütür…

Diğer ülkelerin gizli servisleri ise operasyonu sadece anlamakla kalırlar… Zaten devlet operasyonlarında da gerçek hiçbir zaman ortaya çıkmaz. Kennedy’nin devlet tarafından öldürüldüğüne dair neredeyse kesin kanaat var ama bunun kanıtı asla ortaya çıkmaz. Burada da Amerikan istihbaratının kullandığı adamların adına El Kaide demişler. Yapılacak eyleme göre üç-beş kişi temin ediliyor ve o eylem yaptırılıyor. Bunlar örgüt falan değil. CIA tarafından kullanılan adamlar bunlar. Bu terörü devletler yapıyor. Bunları intihar saldırılarına falan sürüyor. Kendi ikiz kulelerini vuruyor. Buna, Amerikan siyaset yapımcıları karar vermiştir. Bush da bilmeyebilir. CIA da büyük bir gücün içerisinde sadece uygulayıcı organdır…

 

11 Eylül'ü CIA neden yapmasın?

Eğer size bunun alternatifinin bir savaş olduğunu söyleseydi, ‘Bunu yapmasaydım savaşacaktım ve bu savaşta 1 milyon kişi ölecekti’ deseydi... İkinci Dünya Savaşı’nda da benzer bir hesaplaşma, bir yerleri ele geçirme kavgası vardı ve sonuçta 50 milyon insan öldü. Şu anda dünyada çok düşük maliyetli bir savaş yaşanıyor. Bize de, çatışmanın tarafı olarak bir tarafta El Kaide, diğer tarafta bütün dünya gösteriliyor. Bunu kabul ederseniz bir sürü mantıksızlığın içine düşersiniz…

Bugün, dünya savaşının sonucuna benzer sonuçlar yaratılıyor. Bunu bir avuç militanın yaptığını kabul etmek mümkün değil. Yani öyle bir güç var ki, yaptıklarıyla dünya yeniden şekilleniyor, ama bu örgütün içinden hiçbir ihanet çıkmıyor, ona para hiç tesir etmiyor, hiçbir bilgi sızmıyor. Niye? Çünkü ‘El Kaide’ diye bir örgüt yok…

Operasyonlarda projeye uygun olarak üç-beş Müslüman kullanılıyor. Ellerinde de zaten Afganistan ve Pakistan’da daha önce Sovyetler’e karşı yetiştirdikleri adamlar var. Militanlar çok kısa süreli istihdam ediliyor ve hatta eylemi yapanlar da ölüyor. Bilgi sızmaması için bütün tedbirleri alırlar. Mesela bazen militanın kendisi bile militan olduğunu bilmeyebilir. Adamı gizli servis için angaje edersiniz, al şu çantayı götür dersiniz. Uzaktan kumandayla çantayı patlatırsınız. Alın size bir intihar bombacısı işte. Bir kamyoncuya şu sütleri götür dersiniz. Yoldan geçerken de patlatırsınız...

El Kaide’nin kendisi gibi bir de hayalet lideri var. O da ne görülüyor, ne bulunuyor. Böyle aranan biri, güçlü bir destek olmadan bu kadar uzun süre gizlenebilir mi?

Gizlenemez, mümkün değil. Gizli servislerce saklanıyor olması lazım...

 

İslâm’la terörün özdeşleşmesi isteniyor

İslâm terörle özdeşleştiği zaman siyasal vasfını kaybetmek zorunda kalır. Amaç, İslâm’la terörün özdeşleşmesi ve böylece İslâm’ın bir düşünce, bir siyasal söylem olmaktan çıkarılmasıdır. Zaten bir siyasal fikri yok etmek istiyorsanız, önce onun içini düşünceden boşaltacaksınız sonra da o hareketi sadece eylemci yapacaksınız. Türkiye’de sol da böyle bertaraf edildi. Solun içi düşünce olarak boşaltıldı ve solcular sadece birer ‘silahlı eylemci’ profiline dönüştürüldü. Kürt hareketi de böyle oldu. Sınıfsal hareket olarak başladı, terörist haline geldi. Bugün de Batı, İslâm için aynı metodu kullanıyor. Amerikan derin devleti, siyasal İslâm’ı böyle tasfiye ediyor...

Siyasal İslâm dünyada solun yerini alıyordu. Batı toplumlarında da, ezilmiş insanlar İslâm’ı bir kurtuluş dini olarak görüyordu. Şimdi hem İslâm’ın içini düşünce olarak boşaltıyorlar hem de küresel sermayenin İslâm ülkelerindeki egemenliğini bitiriyorlar. Yaşanan, ulusal-devletlerle küresel sermayenin kavgasıdır...

PKK'nın kim olduğu belli değil, bölündü. Terör eylemlerini hangi parçası yapıyor ya da PKK mı yapıyor, çok şüpheli. PKK, İran ve Suriye’yle mücadelede. Amerika ve Avrupa terörist ilan etmiş. Barzani ve Talabani’yle geçinemiyor. Böyle bir örgüt, ‘Bu kadar düşman şu anda bana az, ben bir de TSK'yı üzerime çekeyim de, beni iyice ezsinler’ der mi? PKK’nın tasfiyesini isteyen bir güç, adına PKK deyip eylem yapıyor. Mesela ben Barzani olsam böyle bir işi yaparım, PKK derdinden kurtulurum. Bu terör eylemleri sonucu eğer biz Türkiye’dekileri Irak’a doğru sürersek, orada zaten izole edilmiş olduklarından aç ve parasız kalırlar ve siyasi destekleri kalmadığından mecburen Barzani’nin emrine girerler. Bir örgüt silahla değil satın alınarak tasfiye edilir zaten. Şimdi de PKK’nın tasfiyesi isteniyor ve şu anki proje PKK’nın Barzani’nin kontrolüne girmesini sağlamaktır. Yapılan o... PKK’lılar paralı asker hâline gelecekler...”

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Saaatıyoruuuuum!..

Saaatıyoruuum!..

Saaat-tım!..’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.08.2005

Haraç-mezatçıların yaptığı gibi; ‘Saaatıyoruuum!.. Saaatıyoruuum!.. / Saat-tım!..’ zihniyeti ile milletin malı satılıyor, satılıyor, satılıyor!.. Satılmadan önce veya satıldıktan sonra da büyüklere ninni kabilinden ‘özelleştirme masalları’ anlatılıyor…

Değerlerimiz satılıyor da ne oluyor, ya da bugüne kadar ne olmuş?..

Türkiye’deki özelleştirmenin pek fazla eski olmayan 20 yıllık geçmişinde şimdiye kadar 185 adet özelleştirme yapılmış. Bunlar genel olarak KİT, fabrika, arsa ve arazi satışı ile hisse devirlerini kapsıyor. Bu 185 kuruluşun yüzde kırkı ya tamamen kapatılmış veya daha önceki iştigal alanlarının dışına kaymış. Bu kuruluşların varlığının öncelikli sebeplerinden biri ‘istihdam sağlamak’ olmasına rağmen, buralarda daha önce çalışanların yüzde yetmişinin işine son verilmiş.

Türkiye’deki özelleştirme ile 20 yıl boyunca elde edilen gelirin toplamına da bir bakmak gerekiyor. Özelleştirmenin satış hasılatı, faiz gelirleri, temettu gelirleri ve diğerlerinin toplamı 14.3. milyar dolar.

Türkiye’deki özelleştirme mukabili elbette masraflar oluyor. Bu masrafları kim yapıyor? Meşhur Özelleştirme İdaresi yapıyor. Peki, Özelleştirme İdaresi’nin masrafları ne kadarmış dersiniz? Özelleştirme İdaresi’nin kendi bilançolarına göre 13.9 milyar dolar!!!

Aradaki fark sadece 500 milyon dolar gibi komik bir rakam.

Tekrar hesaplıyorum: 14.3 - 13.9 = 0.5 milyar dolar.

Fiyatlarımızın ‘kelepir’ olmasını bir yana bırakalım…

14 milyar dolara karşılık sadece yarım milyar dolar!..

İşte yirmi yıldır bizlere anlatılan ‘özelleştirme masal’ sonunda millet olarak elimize geçen para bu; 500 milyon veya 0.5 milyar dolar.

Seksen yıllık birikimimiz yirmi yılda kaybolup gitmiş, istihdam sağlayan en büyük kuruluşlarımız haraç-mezat elden çıkmış, işsizler ordusuna yeni işsizler katılmış ve çoğu ‘stratejik’ öneme sahip müessese ‘özelleştirme’ -ya da Mete Gündoğan’ın deyimiyle söylersek- ‘gavurlaştırma’ ile yabancıların yani kimi düşmanlarımızın eline geçmiş!.. Kimin umurunda?!.

*

Biz her ne kadar memnun olmasak da, bu arada bizim dışımızda ‘Türkiye’deki özelleştirme’den son derece memnun olanlar da var. Kimler mesela?..

Sadece birini hatırlatayım; İtalyan bankacılık grubu ‘UniCreditto İtaliano’.

18 Temmuz 2005 tarihli DÜNYA ekonomi gazetesinde bir haber okudum. Sizinle haberin sadece başlangıç kısmını paylaşacağım. Haber aynen şöyle başlıyor:

Koç Finansal Hizmetler’in ortağı İtalyan bankacılık grubu UniCredit, Türkiye’de özelleştirmenin “nihayet yolunda gittiğini” bildirdi.

UniCredit tarafından hazırlanan raporda, Türk ekonomisinde uzun süredir önemli özelleştirmelerin gerçekleştirilemediği, ancak Türk Telekom başta olmak üzere, büyük özelleştirme girişimlerinin, gerek ulusal gerekse uluslar arası piyaslar tarafından memnuniyetle izlendiği vurgulandı.(!) Raporda, Türk Telekom ihalesinin başarılı bir girişim olduğunun da altı çizildi.(!)”

Nikâh şahidimizin başbakan olduğu o meşhur ülke İtalya’dan gelen bu ‘Türkiye’deki özelleştirmeden memnuniyet haberi’ bizleri o kadar mutlu etti ki, sormayın gitsin!.. Müşteri memnuniyeti temel prensibimizdir… Daha nice özelleştirme ile daha nice kuruluşumuz İtalyan dostlarımız ve benzerlerinin memnuniyeti için feda olsun!..

*

Aynı DÜNYA ekonomi gazetesinin iki gün sonraki 20 Temmuz 2005 tarihli nüshasında yazar Taylan Erten, o günkü ‘Özelleştirmeye muhalefet (I)’ başlıklı yazısına şöyle başlamış: “Özelleştirme “iktidar” olur mu? Taşeron siyasetçinin “ezberine”, sermayenin “kasasına”, medyanın “diline”, bürokrasinin “mezat tokmağına” dolanırsa, olur! Türkiye’de özelleştirme 20 yıldır iktidarda. Peki, muhalefet nerede? Muhalefet de Türkiye’de… Ciddi bir muhalefet bu… Hesapla, kitapla, mantıkla, hukukla konuşuyor ve medyada, siyaset kürsülerinde, tartışma düzlemlerinde sesi soluğu kesilmek istense de, mücadelesini sürdürüyor…

Özelleştirme (hikâyesi) Türk Telekom ve Erdemir’le birlikte 20 yılın en keskin virajına girdi. Erdemir çok ilginç gelişmelere gebe. İktidar Türk Telekom’u İtalyan-İngiliz destekli Lübnan-Suudi kırması Oger’e blok hâlinde 6.5 milyar dolara devretmeye hazırlanıyor…

Türkiye’de neredeyse cumhuriyet dahil hiçbir kurumu “stratejik” görmeyenlerin aksine, iletişim sektörünün bu niteliğini açıkça ifade eden cümle, eski ABD Başkanı Clinton’un yardımcısı Al Gore’a ait: Eskiden bir ülkenin limanlarına sahip olunarak ona hükmedilirdi, şimdiyse iletişim altyapısına sahip olunarak hükmedilebilir.” Bu cümle ABD yönetiminin küçük bir telekom şirketini 24 milyar dolara satın almak isteyen Alman Telekom’a neden izin vermediğini de çok iyi açıklıyor.

Türk Telekom’un 6.5 milyar dolara tümüyle yabancılara devredilmesinin en kritik boyutu bu…”

Haraç-mezatçıların yaptığı gibi; ‘Saaatıyoruuum!.. Saaatıyoruuum!.. / Saat-tım!..’

Peki, ‘saat-tın’ ama ya sonrası ne olacak?!.

Acaba satanlar ondan sonrasını düşünüyorlar mı?..

 

 

***

 

 

 

 

 

İhracat geriliyor…

Hükümet seyrediyor!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.08.2005

Bir tarafta ‘yüksek girdi maliyetleri’ bellerini büküyor, diğer taraftan ‘Çin faktörü’ bir ejderha gibi geliyor ve ülkenin ekonomide lokomotifi konumunda olan ‘ihracatçılar’ artık denizin bittiğini düşünüyor; “Deniz bitti!..” diyerek feryat ediyor…

Hükümet ise sadece seyrediyor!..

TİM/Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından Temmuz ayı ihracat rakamları açıklandı. Haziran ayı ihracatı ile kıyaslandığında, ihracatta azımsanmayacak bir gerileme var. İhracatın artış hızında dolar cinsinden geçen aya nisbetle Temmuz ayında %-4,45’lik bir gerileme var!. Son dört yılın rakamlarına bakıldığında ise tehlike çanları daha iyi duyuluyor. İhracattaki artış hızı Temmuz 2002’de %29,5, Temmuz 2003’te %34,1, Temmuz 2004’te %33,7, Temmuz 2005’te ise sadece %1,1!..

İhracat geriliyor… Hükümet sadece seyrediyor!..

İhracat son yıllarda rekor üstüne rekor kırıyordu... Artık o günler bitiyor gibi... Neden?..

Çünkü dünya standartlarına göre ülkemizdeki ‘kredi, işçilik, elektrik ve petrol maliyetleri’ çok yüksek. İhracat ile ilgili son rakamlar ortaya çıktıktan sonra ihracatçılar; “Son rakamlar hükümetin acilen tedbirler alması gerektiğini gösteriyor. Hükümet gerekli tedbirleri almazsa, artık bundan sonra bizden rekor beklemesin. Deniz bitti!” diyor… Hükümet seyrediyor!..

Türkiye İhracatçılar Meclisi önceki gün son verileri açıkladı ve Temmuz ayında ihracatta gerileme yaşandığını ortaya koydu. Türkiye İhracatçılar Meclisi, özellikle hazır giyim-konfeksiyon, taşıt araçları-yan sanayi ve demir-demir dışı metallerde düşüş yaşandığına dikkat çekti. Gerileme sadece bu üç sektörle sınırlı değil, tam dokuz sektörde gerileme var. Diğer taraftan düşüş Temmuz ayında değil, Mart ayında başladı; bu durum da düşüşün kalıcı olmaya doğru bir seyir izlediğini gösteriyor. YTL aşırı derecede değerlenmiş durumda. Girdiler lira, gelirler döviz cinsinden olunca, arada büyük bir uçurum oluştu. İhracatçılar Meclis Başkanı Oğuz Satıcı, durumun düzelmesi için taleplerini, “Uygulanan politika ‘faiz merkezli’ olmaktan çıkarılmalı, ‘üretici ve ihracatçı merkezli’ olarak yeniden belirlenmeli.” şeklinde özetliyor…

Hükümet ise sadece seyrediyor!..

İhracat ve istihdam alanında Türkiye’nin lokomotif sektörlerinden olan tekstil, bir taraftan iç piyasadaki daralma, diğer taraftan Çin tehdidi sebebiyle zor günler yaşıyor. İlk 500 sanayi kuruluşu içindeki payı oldukça azalan tekstilciler, suçu yeterince destek bulamadıkları bankalara yüklüyor. Ülkeye 14 milyar dolarlık döviz getirmelerine rağmen, Çin’den daha düşmanca tavır gördüklerini ve bankaların kullandıkları kredilerden sadece yüzde 3 civarında pay alabilmekten şikâyet ediyor… Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Aynur Bektaş, Türkiye Triko Sanayicileri Derneği Başkanı Oktay Eryılmaz ve İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon Birlikleri Başkan Vekili Yaşar Acar ittifak etmişçesine aynı şeyi söylüyor ve diyorlar ki; ‘Bankalar tekstil sektörüne Çin’den daha çok zarar veriyor!..’

Hükümet ise sadece seyrediyor!..

*

İhracattaki gerilemeye genel olarak hükümete destek veren gazeteler ve ekonomi yazarları bile mecburen dikkat çekiyor. Demek ki, sadece bizler değil, insaflı ve gerçekçi kimi yazarlar da durumun vahameti sebebiyle tehlikeye dikkat çekiyorlar. Çünkü tehlike gerçekten büyük! Bugünkü yazımda bu yazarlardan sadece birinin görüşlerine yer vereceğim. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!.. Hükümet ettiklerini zannedenlerin anlamaları ve gereğini yapmaları dileğiyle!..

Ekonomi yazarı İbrahim Kıbrızlı, “İhracat ‘sarı’ sinyal veriyor!..” başlıklı makalesinde, ihracattaki gelişmeyi olumsuz yönde etkileyen gerekçeler olarak altı madde sayıyor. Sadece birinci ve altıncı maddeler şöyle: 1) Getirilen ilave vergi ve benzeri yüklerle işçilik, enerji, ulaştırma, haberleşme ve hammadde gibi girdi fiyatlarının pahalı olmasının ihraç ürünlerinin dış rekabet gücünü azaltması. (Bütün bunları hükümet yapıyor!) 6) Yerli paranın yabancı paralar karşısında gerçeği yansıtmayacak biçimde değerlenmesi. (Bunu da IMF destekli hükümet yapıyor!) Yazar Kıbrızlı, yazısını şu cümleyle bitiriyor: “Bu yapının böyle sürmesine (hükümet tarafından) seyirci kalınması hâlinde, başta Çin olmak üzere ihraç pazarlarının doğrudan rakip olan ülkeler karşısında giderek daha fazla kaybedilmesi kaçınılmaz…” (Zaman, 4 Ağustos 2005)

İhracat geriliyor… IMF destekli hükümet sadece seyrediyor!..

*

Sonuç olarak diyebiliriz ki; tekstil kuruluşlarının yöneticileri ittifak etmişçesine, Bankalar tekstil sektörüne Çin’den daha çok zarar veriyor!..’ diyorlar… İhracatçılar Meclis Başkanı Oğuz Satıcı, durumun düzelmesi için taleplerini, “Uygulanan politika ‘faiz merkezli’ olmaktan çıkarılmalı, ‘üretici ve ihracatçı merkezli’ olarak yeniden belirlenmeli.” şeklinde özetliyor… Böylece bizim her vesileyle ‘Adil Düzen’ çerçevesinde dile getirdiğimiz faizsiz ortaklık sistemi dediğimiz çözüme doğru giden yola işaret ediyorlar…

‘Millî Görüş gömleği’ ve ‘Adil Düzen’ çözüm projesi olmayanlar, tekstilcilerin ve ihracatçıların derdinden anlamaz; bu arada hükümet ettiklerini zanneder ama IMF taşeronu olarak gidişatı sadece seyreder!.. Olan da ülkemize, halkımıza ve ihracatçımıza olur… Allah hidayeti kararanlara hidayet versin…

 

 

***

 

 

 

 

 

Bosna ve terörizm

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.08.2005

‘Bosna’ kökenli bir yazar olarak; genelde ‘dış politika’ ve bugünlerde dünyanın bir numaralı gündemi olan ‘terör’ konusunda, özelde de ‘Bosna’ ile ilgili yazılan her şeyi dikkatle okuyup inceliyorum. Millî Gazete’de ‘terör’ üzerine yazılar yazdığım bugünlere denk gelen şekilde, Nixon Center Uluslararası Güvenlik Programı Yöneticisi Zeyno Baran’ın 25 Temmuz 2005 günü ‘baltimoresun.com’da ‘BOSNA VE TERÖRİZM’ yazısı yayımlandı. Bu önemli yazıyı sizlerle paylaşmak istiyor ve ilginize sunuyorum…

Londra bombalamaları ve yaklaşık 8.000 Müslüman erkeğin kıyıma uğradığı Srebrenitsa katliamının yıldönümü bu ay birbiri ardına beş gün içerisinde gerçekleşen iki farklı olay gibi görünüyordu. Her ne kadar aralarında 10 yıl ve 1.000 mil gibi bir fark olsa da aslında bu olayların ikisi de birbiriyle yakından ilişkili. Bosna’daki savaş özellikle Müslüman nüfusa, Sırplar onları katlederken uygulanan silah ambargosu küresel anlamda Müslüman bilincinin oluşmasında bir dönüm noktası oldu. Laik, apolitik Müslümanlar bile dindaşlarının toplu katliamı karşısında ilgisiz kalan Batı’yı hiddetle algılamaya başlamışlardı. Tüm dünya Müslümanları büyük bir adaletsizlik duygusunu ortaklaşa yaşadılar. Böylelikle Bosna, cihat ideolojisinin ve onun uğruna savaşmakta kararlı olanların Avrupa’ya giriş noktası oldu. Afgan mücahitleri, İran paralı askerleri ve Güney Asya’dan, Türkiye’den, Kuzey Afrika’dan ve Ortadoğu’dan katılanlar Bosna’daki Müslüman kardeşlerinin arkasında birleştiler. Bu kişilerin çoğu evlerine dönse de hâlâ birer saatli bomba gibi işlemekteler. İdeolojik olarak bu kişiler savaş deneyimi ile bir dönüşüm geçirdi ve çoğu İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İslam’ın düşmanı olduğuna inanmaya başladı. Dahası, çoğu ordu ve gerilla taktiklerini ve bu iki düşmana karşı herhangi bir yerde kullanılabilecek tüm teknikleri öğrendi. Şubat 2002’de İstanbul’da yapılan bir toplantının ardından ise Irak’taki el-Kaide’nin lideri Ebu Musab el-Zerkavi’nin Bosna Savaşı esnasında oluşturulan Avrupa merkezli gizli birimleri (sleeper cell) harekete geçirdiğine inanılıyor. Aslında Kasım 2003’te İstanbul’da İngiliz Konsolosluğu ve HSBC şubesine saldırı düzenleyen teröristlerin çoğu Bosna’da da savaşmıştı. Bu kişilerin İngiltere’yi hedef almaları da bir zaman meselesiydi. Üsame bin Ladin, 2001’de yaptığı bir konuşmada Bosna’da yaşanan vahşet için İngilizleri suçluyordu: “Bosnalı Müslümanlara silah ambargosu uygulayan İngilizlerdir. Bu yüzden 2 milyon Müslüman öldürülmüştür.” Atlantik’in iki yakasındaki politika yapıcılar için bu ne demektir? Öncelikle İngilizler (ve genel olarak Avrupalılar) Avrupa’daki terörist saldırılar için ABD’nin başlattığı Irak Savaşı’nı bahane etmemelidir. Avrupa’nın önce gerek sömürü döneminde gerekse 1990’lardaki Balkan savaşları esnasında kendi yaptıklarına dair bir vicdan muhasebesine gitmesi elzemdir.

İkinci olarak, Avrupalılar İslamî radikalizmin yükselmesine kendi Müslüman azınlıklarına karşı uyguladıkları politikaların katkıda bulunduğunu anlamalıdır. Aslında Avrupa çok kültürlülük doktrinine Müslümanları marjinalleştirerek getto haline getirmek için izin verdi. Açıkça ifade etmek gerekirse, Avrupalılar sayıları az olan bazı radikal İslamcıları kendi içlerinde haddinden fazla barındırarak bunların daha geniş Müslüman toplum üzerinde yaratabileceği etkilere gözlerini kapadı. Onlar tavizciliğin kendilerini saldırılardan koruyacağını düşünerek hoşgörüsüzlüğe gereğinden uzun süre hoşgörü gösterdiler. Kulağa tanıdık geliyor mu?

İngilizlerin radikal gruplara karşı takındığı gevşek tutum Müslümanları, Yahudileri, Amerikalıları ve İngilizleri öldürmeye kışkırtan Hizb ut-Tahrir ve Al-Muhacirun gibi grupların Londra’yı karargah olarak benimsemelerine yol açtı. Yakın zamana kadar Almanya bu grupların etkinliğini yasaklayan tek Avrupa ülkesiydi. Hollanda ise ancak radikalleşmiş bir Müslüman’ın yönetmen Theo Van Gogh’u vahşice katletmesinden sonra yasağı getirdi. Üçüncüsü, Amerikalı ve Avrupalı politika yapıcılar düşmanın Irak Savaşı’nı kullanarak onları bölmeye çalıştığını fark etmeliler. Her iki grup da ortak bir strateji çizerek bu varoluşsal ideolojiler savaşında birleşik tek bir cephe oluşturmalılar. İngiltere Başbakanı Tony Blair, bunu “küresel bir mücadele… İslâm’ın içinde ve dışında bir kalpler, zihinler ve fikirler savaşı” olarak nitelendirmekte haklı. Bu strateji Müslümanların radikalliği temelden reddeden ancak gittikçe ona karşı sesini çıkartmaktan daha çok korkan sessiz çoğunluğu ile birlikte çalışmayı içermeli. Batı bu mutedil kitleye ulaşamadıkça (yahut ulaşmak istemediği sürece) radikaller (ki bir kısmı mutedil olduklarını iddia ediyorlar) bunları ortak bir gündeme çekmekte gittikçe daha başarılı oluyor.

Avrupa ve Amerika bu gündemi nasıl kontrolü altına alabilir? Acil bir ilk adım olarak Bosna Sırplarının savaş zamanındaki lideri Radovan Karadziç ve komutanları Ratko Mladiç derhal tutuklanmalıdır. Srebrenitsa’da ve Bosna’nın başka yerlerinde soykırım yapmakla ve insanlık suçu işlemekle suçlanan bu ikisini adaletin karşısına çıkarmakta çok geç kalındı. Dahası Avrupalılar radikalliği besleyen ideolojiye karşı mücadeleye pek dört elle sarılmıyor. Birleşik Devletler Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Atlantik ötesi ortaklığı tekrar canlandırmak için harcadığı övgüye değer çaba ile Amerika, İngiltere ile olan ortaklığını daha da ileri götürmüş oldu. Rice şimdi Blair ile her zamankinden daha iyi bir müttefik haline geldi.

Radikal ideolojinin daha fazla yayılmasını önlemek yolunda Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri sessiz Müslüman çoğunluğun güvenini kazanmak için hatalarını kabul etmeliler. Ancak bunu takiben yeni hataların yapılmasını engellemek için birlikte çalışabilirler. (25 Temmuz 2005)”

 

 

***

 

 

 

 

 

TERÖRE İLMÎ ÇÖZÜM

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

İnsanlık mağaralardan bugünkü kentlere ‘ilim’ sayesinde ulaşmıştır. İlk uygarlık Mezopotamya’da doğmuş ve ‘müsbet ilimler’ orada tedvin edilmeye başlamıştır. Hz. İbrahim peygamberin ‘tümdengelim sistemi’ Yunan felsefesi ile gelişmiştir. ‘Tümevarım metodu’nu Müslümanlar bulmuş ve geliştirmiş, bugünkü Batı uygarlığı bu metot sayesinde doğmuştur. Kristof Kolomb Amerika’ya varınca, Avrupa ülkeleri Kilise’nin direnmesine karşın dünyanın yuvarlaklığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal ‘muasır medeniyetin fevkine (yani üzerine) çıkmanın yolu’ olarak ‘müsbet ilim meşalesi’ni göstermiştir.

Şunu iyice anlamak ve bilmek gerekir ki, peygamberler ‘müsbet ilimleri’ insanlığa öğretmek için gönderilmiştir. Kur’an kendisi için; “onu ilim üzerine tafsil ettik” diyor.

Hiçbir sorunu ne kapitalistlerin söyledikleri gibi ‘para’ çözer, ne de sosyalistlerin söyledikleri gibi ‘silah’ çözer. Bütün sorunlar ancak ve ancak ‘İLİM’ tarafından çözülür. Para gerekiyorsa ona ilim karar verir, silah gerekiyorsa ona ilim karar verir. Silahı da parayı da icad eden ilimdir.

‘Olağanüstü hal’ ilme aykırı bir kuruluştur. Dünyada iki sistem vardır; ‘askerî sistem’ ve ‘hukuk sistemi’. Gayemiz, insanları ‘hukuk sistemi’ ile yönetmektir. Ama hukuk sisteminin başarısızlığı hâlinde askerî sisteme başvurulur, o da ‘örfî idare’dir. Karma sistem başarıya ulaşamaz.

Olağanüstü hal bir bölgeye uygulanmış ve bu bölgeyi fiilen ülkeden ayırmıştır. Hem o bölgeye zulüm olmuştur, hem de diğer bölgelerden farklı ayrıcalıklar tanınarak zulüm yapılmıştır. Olağanüstü hâlin başka bir eksikliği de, askerî yönetimin başına sivil yönetici getirilmiş, yani kasden mağlubiyet hedeflenmiştir. Bu ne demektir, gemi kaptanını uçak pilotu yapmak demektir! Başka büyük bir hata da, iç isyanların askerî metotlarla çözülmek istenmesidir. Asker cephede dıştan gelen düşmanla savaşmak üzere eğitilmiştir, asker ülke içinde kendi halkı ile savaşamaz. İlme aykırı olan bu kuruluş Türkiye’nin 30 000 kişisinin ölümüne sebebiyet vermiş, Türkiye’nin yirmi yılını yemiştir.

Askerler doğru bir şey öneriyorlar: ‘İLMÎ BİR HEYET’ kurulsun, ‘terör sorunu’nu bu ilmî heyet çözsün. İlme aykırı olarak kurulan bir kuruluşu örnek göstererek AK Parti yönetimi öneriye soğuk bakmaktadır. Müsbet ilme karşı gelen bütün kuruluşlar tarih olmuşlardır. Bu direnme çirkin direnmedir ve gericiliktir.

Olağanüstü hal kanunlarına dönüşmemesi için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır.

a) Bir “Terör Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. Buraya %5 oy alan her parti bir ilim adamı atamalıdır. Kurul demokratik olmalıdır. Demokratik olmayan bir kurulun çözümü ne kadar doğru olursa olsun başarıya ulaşamaz. Bu ilim adamları DPT/ Devlet Planlama Teşkilatı içinde yer almalı ve Devlet Planlama Teşkilatı’nın imkânlarından yararlanmalıdırlar. Devlet Planlama Teşkilatı da bütün üniversite ve fakülteleri katkıda bulunmaları için seferber etmelidir. Bu ilim adamlarından vakitli çözüm istenmelidir.

b) İkinci olarak yapılacak iş; ordu içinde de askerî bakımdan bu konuları araştıran bir merkez kurulmalıdır. “Terör Yüksek Kurulu”nda hazırlanan çözüm askerler tarafından değerlendirilmelidir. Ordunun onayı olmadan girişilecek her faaliyet akamete uğrar. Ordu bu çözümü onaylamazsa, Terör Yüksek Kurulu’nun bütün üyelerini partileri değiştirmeli ve yeni çözüm aramalıdır. Ret veya kabul şeklinde olmalı, ‘ilmî çözüm’ karma hâline getirilmemelidir.

c) Terör olaylarının çözümünü sağlayacak kurumlar yeni kurumlar olmalıdır. Mevcut kurumlar bunu çözemez. Jandarma, polis, yargı ve savcı bu sorunu çözemez. Tamamen sadece  ‘terör’ olayını önleyecek yeni bir kurul oluşturulmalıdır. Başarıya ulaştığı zaman, -gereksiz oldukları anlaşılırsa- eski kurumlardan bazılarını tasfiye edebilirsiniz. Mesela, Osmanlı imparatorluğu Yeniçeri veya Sipahi teşkilatı ile değil, ‘yeni ordu’ ile oluşmuştur. Bugünkü iç güvenliği sağlayan kurumlar aciz durumdadır. Onları ıslah ederek bir yere varamayız. Bunun böyle olduğunun baştan ilmen kabul edilmesi zorunluluğu vardır.

d) Dördüncü konu ise; baştan çözümlerin dışlanmaması gerekir. Allah Kâinatı öyle yaratmıştır ki, çoğu kez çözümler tektir. İki nokta arasında en kısa yol tek doğrudur. Bundan başka kısa yol yoktur. Bunu Öklit (Eukleides) bulmuşsa, biz Öklit’in bulduğunu baştan reddedersek sorunu çözemeyiz. Çünkü başka çözüm yoktur. Sorunların çoğu peygamberler tarafından çözülmüştür. Lâiklik iddiası ile onların çözümünü baştan reddederseniz, çözüm bulamazsınız. İdamın olmadığı bir dünyada terörü önlemek şöyle dursun, devleti terörist yaparsınız.

Biz bugünkü müsbet ilimler ile Kur’an’ı yorumlayarak ‘Adil Düzen’de bu sorunu çözmüş bulunuyoruz. Ve size haber evrelim ki bu çözüm de tektir. Bizi de dinleyin; ‘sadece dinleyin’ diyor, ondan kabul edin diyoruz. Başka çözüm bulursanız, o zaman bizim çözümü atın.

Ama başka çözüm bulamazsanız; çözümümüze kulak verin…

Yoksa helâk olup gidersiniz…

Askerlere bir tavsiyemiz vardır. Bilgisiz sivillere dadılık yapacağınıza, kendiniz ordu içinde bir ‘araştırma merkezi’ kurun. Kurmaylarınız çözümü olan herkesi dinlesin. Bize de o listede yer verin, biz sizden bundan başka hiçbir şey istemiyoruz. Terörü yok edecek ‘ilmî çözüm’ü siz önerilerden bulup çıkarınız.

Hazırlıklı olun!.. II. Sevr geliyor!..

Bir gün II. İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kalabilirsiniz…

Bu savaş cephede olmayacak, ‘terör’le olacaktır. Başarıya ulaşmak için hazırlıklı olun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Komünizm çöktü; kapitalizm çöküyor…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.08.2005

Bilinen bir örnek ile bugün anlatacağım konuya açıklık getirmeye çalışacağım. Hani, kimi köylerde hayvan rahatsız olup çırpınmaya başladığında, baytar getirip ilacı ile ameliyatı ile tedavi edeceklerine, hayvanın kulağını keserler ve hayvan güya iyileşir. Üfürükçülüğün ve muskacılığın bir kaynağı da işte budur. Hasatlığa çare bulacaklarına, aldatıcı kandırmaca tedbirlerle oyalanırlar ve böyle saçma uygulamalarla hastalıklar güya tedavi edilmeye çalışılır. İşte şeytana râm olmanın, hurafelerin, üfürükçülüğün, bâtıl anlayışların yaptırdığı bir başka saçmalık da budur. Hastalıklara karşı gerçek tedbirleri almak yerine, üfürükçülükle tedavi etmek!..

İşte AKP’nin nerede kimin hazırladığı belli olmayan IMF reçetelerini ve Batı kanunlarını hiç okuyup tartışmadan Meclis’ten geçirerek ülkenin sorunlarını çözeceğini sanmak, -samimiyetle söylüyorum ki,- kulaklarını kesip hayvanlarını iyileştirdiğini iddia eden köylülerin uygulamalarından daha ahmakçadır…

İmparatorluk bu Avrupa reçeteleri, değişim dayatmaları ve kanun değişmeleri içinde battı... Şimdi de kimi siyasilerin ahmakça hayalleri sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti gemisi su almış, batıyor…

Bu durumda bizim yapacağımız tek şey var; Millî Görüş gömleğine sımsıkı sarılarak “Adil Düzen”i öğrenip uygulamak için hazır olmak. Biz onları kurtaramayız. Çünkü onlar şeytana teslim olmuş veya teslim edilmişlerdir. Biz sadece bir taraftan uyarı yapmak, diğer taraftan yönetim sırası bize geldiğinde her açıdan bilgili ve muktedir olmakla mükellef bulunuyoruz…

Allah sosyal doğal kanunlar koymuştur. İnsanlar o kanunların dışına çıkamaz. Kimse suyun 100 derecede kaynamasını önleyemez… Kimse taşın düşme özelliğini gideremez... Kimse insanlardan mülkiyet hissini kaldıramaz… Kimse hidayeti kararanların mukadderatını değiştiremez… Ama kimi teorisyenler veya siyasiler çıkar ve kendilerini tanrı zanneder, şeytana uyarak insanlığın doğal yaratılışlarını ve doğal sosyal kanunlarını değiştirmeye çalışırlar. Mesela, Karl Marx gibileri.

Marx ne dedi, ne oldu?

*

Karl Marx insanlara dört şey önerdi: 1) ‘Aile uydurmadır’ dedi, hayvanlarda aile yoktur dedi. Oysa ailenin uydurma olmadığı, hattâ bırakınız insanları ve hayvanları, bitkilerin bile aile esasına göre çoğaldıkları biyolojide anlaşıldı. Ama o Allah’ın hilkatini değiştirmeyi şeytanın sözcüsü olarak emretti. 2) ‘Mülkiyet yoktur’ dedi. Örnek olarak da, çünkü hayvanlarda mülkiyet yoktur dedi. Oysa sonra biyolojide öğrenildi ki balıklar bile bir alan çevirirler ve oraya kimseyi sokmazlar. Kurt ve aslanların bile böyle alanları vardır. Marx Allah’ın hilkatini değiştirerek insanlardan mülkiyet hissini kaldırmak istedi. 3) ‘Din yoktur’ dedi. Tanrı inancı zenginlerin fakirleri sömürmek için icad ettikleri bir şeydir dedi. Oysa, Kâinatın sonradan var olduğu, bir zaman sonra kıyamet olacağı, Kâinatın ve bütün canlıların şuurlu bir varlığın kurduğu düzen içinde görevli olduğu anlaşılmıştır. 4) ‘Devlete gerek yoktur’ dedi. Oysa toplu yaşayan karıncaların ve arıların bile çok düzgün devletleri var, başkanları var. Aile ile başlayan insan teşkilatlanmasının zirve kuruluşu devlettir. Çağımızda devlet olmaksızın varolmak ve varlığı sürdürmek mümkün değildir.

Karl Marx gibi şeytandan emir alanlar ya da şeytanın yörüngesinde hareket edenler, ‘komünizm hayali’ ile insanlığın doğal sosyal yapısını değiştirmek istemişler ama başarılı olamamışlardır. 20. yüzyılda işte bu sol düşünce insanın doğal yapısını değiştirmek istemiştir. Bunu gerçekleştirmek için 70 yılda 40-50 milyon insan öldürülmüş ama yine de başarılı olamamış, sonunda komünizm çökmüştür.

*

Komünizm çöktü; şimdi de kapitalizm çöküyor…

Kapitalizm neden çöküyor? Başta ‘faiz’ sebebiyle çöküyor. Ayrıca Batı’da eşcinselliği meşrulaştıran kanunlar var. Kimi Batı ülkelerinde zina takdis edilmeye başlanmıştır. İşte bunların hepsi tağyiri halkullahtır. Buradaki durum, yukarıda verdiğimiz örnekteki köylerde hasta hayvanların kulaklarının kesilmesinden farklıdır. Orada doğal kanunları yanlış kullanma vardır, burada ise doğal kanunları değiştirme vardır. Doğal kanunları bulmak ve uygulamak kolay olmadığı ve onun için çaba gösterilmesi gerektiği artık biliniyor. Yeriden yönetim ilkesiyle demokratik kurallar içinde, yani kimseyi zorlamadan sadece kendilerinin serbest iradeleriyle adil bir düzen kurmak gerekiyor. Ama kimi insanlar bunu yapmıyorlar.

Peki, ya ne yapıyorlar?

“Kim Allah’ı bırakır da şeytanı veli edinirse elbette apaçık hüsrana uğramıştır.” (Kur’an; Nisa, 4/119) Yani; “kim şeytanın teşkilatına, şeytanın düzenine katılırsa” demek, “kim şeytanla işbirliği yapar ve onun yönetimine girerse” demektir. İnsanlar topluluk, aile ve devlet içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Bir insan çok yakın aile içinde yaşayabilir, orada kendisini koruyabilir. Ama bir teşkilatta yaşayan iyi bir insan, eğer o teşkilat şeytan taifesinden ise orada yaşaması mümkün olmaz. Hicret edip ayrılmazsa, orada onlar arasında yaşayamaz, onlarla birlikte yok olup gider... Birbirleriyle anlaşabilen kimseler aynı teşkilatta toplanırlar, iyi düzen kurar ve iyi düzende iyi insan olarak yaşarlar. Kötü insanlar da kendi düzenlerine giderler ve orada şeytanlıklarını daha kolay yapar; günü gelince de yok olurlar.

İyi insanlar var olmak ve varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, adalete dayalı kendi dünya düzenlerini kurmak zorundadırlar. Her topluluk kendi düzenini kurmak zorundadır. Taşıma suyla değirmen dönmez.

Komünizm çöktü; şimdi de kapitalizm çöküyor…

Çökmekte olan kapitalizmin yani Batı reçetelerinin peşinde koşanların, AB ve IMF’nin kurtuluş olduğunu zannedenlerin sonu hüsrandır.

 

 

***

 

 

 

 

 

BOSNA’dan BAĞDAT’a… [1]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.08.2005

BOSNA’dan bir ‘müjdeli haber’ var! Haber, Hasan Cengiç kardeşim ile ilgili. HASAN CENGİÇ ile ilgili hazırladığım bir yazı, Millî Gazete’de 11 Mayıs 2005 günü tam sayfa olarak yayımlandı ve öyle zannediyorum ki, faydası oldu. Hasan Cengiç kardeşim beraat etti.

O yazımın başlığı şöyleydi: “ABD adaleti BOSNA’da, ‘hakim’ de ‘savcı’ da Amerikalı; Hasan Cengiç yargılanıyor!..” Sözkonusu yazıda maruzatımı ve meramımı şöyle anlatmıştım: “Osmanlı Devleti sona erip Balkanlar’dan çekildiğinden beri, bu bölgede yaşayanların çekmediği zulüm kalmadı. Bosna ve Kosova katliamları, son bir yüzyıl içinde gerçekleştirilen ‘dördüncü büyük katliam ve soykırım’ oldu. Asıl ve arkası kesilmeyen zulümler ise; savaşlar ve katliamlar sonrasında kesintiye uğramaksızın sürdürüldü, hâlen de devam ediyor... Evet, Bosna ve Kosova’da zulmün her çeşidi hâlen devam ediyor…

Her iki ülkenin, Bosna ve Kosova’nın her şehri ayrı bir Batı ülkesi askerleri ve yöneticileri tarafından adeta parsellenmişçesine işgal edilmiş durumda!.. BM, NATO ve AB şemsiyeleri altında, her iki güzel memleketimin her bir şehrinde Amerikan, İngiliz, İspanyol, Alman, Fransız, İtalyan ve daha nice irili-ufaklı Avrupa ülkesinin askerleri ve yöneticileri cirit atıyor!.. Türkiye de, Bosna/Zenitsa’da ve Kosova/Prizren’de -adeta ‘sus payı’ kabilinden- bir miktar asker bulunduruyor…

Peki, bu askerler Bosna ve Kosova şehirlerinde ne yapıyorlar?.. Doğrusu, orasını da ne siz sorun, ne de biz anlatıp yazalım!.. Ama siz yine de bir şeyler tahmin etmeye çalışın bakalım…

*

Dünyada ‘Bilge Kral’ diye anılan Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in özellikle Bosna Savaşı yıllarında ve sonrasında sağ kolu mesabesinde olan Hasan Cengiç, kendi ülkesinde yani bizzat BOSNA’da, AMERİKALI ‘SAVCI’ VE ‘HAKİM’ TARAFINDAN YARGILANIYOR!.. Neden? Hasan Cengiç’in ifadesiyle yazayım: “Savaş yıllarında ülkemi savunduğum için ‘siyasî’ olarak cezalandırılmak isteniyorum. Bu, Bosna için ‘tehlikeli’ bir durum!..”

Bosna Savaşı bitti, yeni bir mücadele dönemi başladı, derken…

Kosova Savaşı başladı, devam etti ve bitti!..

Ama, aslında her iki ülkede de savaş bitmedi, devam ediyor!.. Evet, Bosna-Hersek ve Kosova’da savaş bitmedi, devam ediyor!.. Devam ediyor ama, bunun böyle olduğunu kimlere nasıl anlatsak, bilemiyoruz???

Hasan Cengiç kardeşimin, savaş sonrasındaki bir karşılaşmamızda söylediği gibi söyleyeyim: “Reşat! Biz asıl savaşı şimdi veriyoruz ama bunu kimseye anlatamıyoruz!..” Evet, Bosna-Hersek ve Kosova’da yapılan vahşi katliam ve soykırımlardan sonra, hemen savaşların sonrasında başlamak üzere, bugüne kadar ekonomik, siyasi, sosyal ve özellikle de ahlâkî veya dinî savaş devam ediyor… Bundan sonra da devam edecektir… -Nasıl bir savaş? Sadece Hasan Cengiç üzerine oynanan oyun ve ‘yargılama komedisi’ diyebileceğim bir örnek ile Bosna-Hersek’te neler olduğunu; ayrıca bundan sonra neler olabileceğini anlamaya çalışalım. Dikkatinizi çekerim; bu mesele ne kadar da bizim Türkiye’deki ‘Ermeni Meselesi’ne benziyor, değil mi?!. Avrupalılara ve Amerikalılara bak sen! Adamlar hem suçlu, hem güçlü!

Ne yaparsınız, Batılıların ‘gerçek yüzü’ işte bu!

Evet; ABD ADALETİ BOSNA’DA, ‘HAKİM’ DE ‘SAVCI’ DA AMERİKALI; ‘Bosna Savaşı’ yıllarında Bosna-Hersek eski Savunma Bakan Yardımcısı ve hâlen de Bosna-Hersek Parlamentosu Dış İlişkiler ve Ticaret Komisyonu Başkanı olan HASAN CENGİÇ, kendi ülkesinde yargılanıyor!.. Hem de ABD’li ‘savcı’ ve ‘hakim’ tarafından!.. Şimdi; Bosna, Kosova ve Balkanlar’da savaşın devam ettiğini anladınız mı?!.

*

Hasan Cengiç, hâlen Bosna-Hersek Parlamentosu üst kanadı Halk Meclisi üyesi bulunuyor ve Dış İlişkiler ve Ticaret Komisyonu Başkanlığı da yapıyor... Bosna Savaşı yıllarında da Savunma Bakan Yardımcısı görevini deruhte ediyordu… Hasan Cengiç, savaş yıllarında ve şartlarında, Bosna Yatırım Teşkilâtı (BYT) adlı özel bir kuruluşa silah, patlayıcı ve mühimmat üretme yetkisi vermekle suçlanıyor!.. Yani; Batı adalet anlayışına göre, Sırplar saldıracak, öldürecek, katledecek, ırzına geçecek; ama, sen ülkenin SAVUNMA BAKANI olsan da, ülkeni savunmak için silah, patlayıcı ve mühimmat üretmen veya üretme izni vermen yasak!.. “Ortada hiçbir suç bulunmadığını, ilgili belgelerin düzenli ve kamuya açık olduğunu” ifade eden Hasan Cengiç; bu vesileyle Bosna-Hersek’teki genel siyasî duruma ve özellikle ülkenin geleceği konusuna dikkat çekti... Hasan Cengiç, savaş yıllarındaki o dönemde, Savunma Bakan Yardımcısı görevi sebebiyle, doğal olarak Bosna-Hersek ordusunun lojistik ihtiyaçları ile ilgilendiğini, İslâm ülkeleri başta olmak üzere, zamanın İran hükümeti ile de çalıştığını, o zamanki ABD yöneticilerinin de İran hükümeti ile işbirliği yapan birisi ile çalışamayacaklarını ifade ettiklerini açıkladı!.. Evet, ABD’nin bütün derdi İslâm ve İran!.. ABD, savaş yıllarında, Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’ten ısrarla Bosna-Hersek Savunma Bakan Yardımcısı Hasan Cengiç’in istifasını istemiş, İslâm ülkeleri ve İran ile ilişkileri bahanesi ileri sürülerek sürdürülen ısrarlar sonunda, o zaman Hasan Cengiç bakan yardımcılığı görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı!..

ABD bu, adamın peşini bırakır mı?!.

ABD, ‘Bosna Savaşı’ döneminde bakanlıktan istifa ettirdiği yetmiyormuş gibi; şimdi de adamı kendi ülkesinde mahkum ettirmeye çalışıyor!.. Hem de mahkeme Bosna-Hersek’te olmasına rağmen, Amerikalı ‘savcı’ ve ‘hakim’ aracılığıyla mahkum edecek!..

 

 

***

 

 

 

 

 

BOSNA’dan BAĞDAT’a… [2]

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.08.2005

Yukarıda yazmıştım.

Tekrar hatırlatayım.

Bosna-Hersek sadece yabancı asker ve yöneticilerin işgalinde değil. Aynı zamanda savcı ve hakimler de yabancı ve de AMERİKALI!!!...

Eski Yugoslavya için Lahey’de oluşturulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi yetersiz kaldığı için şimdi savaş dönemi suçlarını değerlendirmek üzere Bosna-Hersek Devlet Mahkemesi oluşturulmuş. İyi, ne güzel diyeceksiniz. Ama Bosna-Hersek ülkesinde oluşturulan bu mahkemelerde yabancılar ve Amerikalılar da görev yapıyor! Eh, mahkemede ‘YABANCILAR’ görev yapınca, elbette ‘saldırgan ve soykırım yapan Sırp kardeşlerini’ yargılayacak değiller ya!.. Onlar da, tıynetleri gereği olsa gerek, ‘saldırıya uğrayan ve ülkelerini savunan Bosnalıları’ YARGILIYORLAR!.. İşte, Batılıların, Avrupalıların ve Amerikalıların ‘adalet ve insanlık anlayışı’ bu! Bu durumda ne diyebilirim? Belki çoğunuzun bildiği Boşnakça bir söz söyleyeyim:

“ALLAH’U EMANET! / Allah’a emanet ol, Hasan Cengiç kardeşim!”

Bu yazıyı yazmayı bitirdiğim anda, 05.05.2005 Perşembe akşamı saat 20’de CNN TÜRK 5n 1k programı başladı ve bir saat süreyle, 9 yıl önce sona eren Bosna Savaşı’nın ardından bu ülkede geçenleri ve günümüzü değerlendirdi. [Tevafuka bakın; konu ile ilgili yeni bir yazı yazdığım gün aynı program 17.08.2005 Çarşamba akşamı saat 20’de CNN TÜRK’te ‘tekrar’ yayımlandı.]

Bu arada Hasan Cengiç ile de sözkonusu mahkeme meselesi ile ilgili olarak CNN TÜRK’teki programda bir görüşme yapıldı. Hasan Cengiç kardeşim; iyi bir Müslüman ve özellikle savaş yıllarında Bilge Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in ‘sağ kolu’ olduğu için cezalandırılıp mağdur edilmek istendiğini söyledi... Bütün bunların Amerika ve Fransa’daki güçlü Sırp lobisinin eseri olduğunu ifade etti…

Savaştan 9 yıl sonra bile, Batılıların barbarlığı ve Sırpların saldırganlığı sönmüş değil!.. Kosova, Bosna ve Balkanlar’da savaş devam ediyor!..

Hasan Cengiç’in birkaç yıl önce bana söylediği sözü tekrar hatırlatıyorum:

“Reşat! Biz asıl savaşı şimdi veriyoruz ama bunu kimseye anlatamıyoruz!..”

*

Ve; Bosna’dan beklediğimiz ‘müjdeli haber’ geldi. Aynen -yorumsuz- sunuyorum:

SAYIN REŞAT BEY, SELAMLAR… / BU FIRSATTAN ÇOK ÇOK MEMNUNUM. BEN FAHİRA, HASAN BEY’İN EŞİYİM. ALLAH HASAN BEYİ MAHKEMEDEN KURTARDI. ONU SERBEST BIRAKTILAR. AİLEM, ÇOCUKLARIM, BEYİM DE NE KADAR GÖZÜMÜZ AYDIN (OLDU). ŞİMDİ ALLAH’A HAMD, TEŞEKKÜR EDİYORUZ, HÂLÂ DUA EDİYORUZ… VE DOSTLARIMIZA TESEKKÜR ETMEK ZORUNDAYIZ. O YÜZDEN BU MEKTUBUMU YAZIYORUM, SICAK SELAMLAR VERİYORUM… / EĞER MÜMKÜNSE, LÜTFEN AYNI SICAK SELAMLAR, DOSTLARA, MESLEKTAŞLARA VERİN: “GAZETELERE”, “AJANSLARA”, “ÖZEL TELEVİZYONLARA” VE BÜTÜN DOSTLARIMIZA, TÜRKİYE’DE KALANLARA… SELAMLAR… FAHİRA FEYZİÇ-CENGİÇ / SARAYEVO

*

Aslında bugün ‘BAĞDAT’ ile ilgili bir yazı yazmaya niyetlenmişken, BOSNA’dan yukarıdaki müjdeli haber geldi. Ne diyeyim; darısı Bağdatlıların üzerine olsun! Allah tez zamanda Bağdatlıları ve Iraklıları da ‘Vahşi Batı’nın; Amerika, İngiltere ve onların sözde müttefikleri olan diğer ülke askerlerinin zulüm ve katliamlarından kurtarsın… “BOSNA’dan BAĞDAT’a…” Türkiye dâhil dünyanın her tarafında ‘zulüm’ devam ediyor, insanlık ‘adalet’ özlemleriyle kavruluyor… Çağdaş zalimler sırasıyla önce BOSNA ve KOSOVA’ya; sonra AFGANİSTAN ve BAĞDAT/IRAK’a acımasızca saldırdılar… Hâlen de ‘Vahşi Batı’ya yakışır bir şekilde saldırmaya devam ediyorlar… Ne zamana kadar?.. Biz kıyam edip gereğini yapıncaya kadar… Savaş ve katliamın devam etmekte olduğuna kısaca açıklama getirmek istiyorum.

Malumunuz; ‘Vahşi Batı’nın temsilcisi ABD Afganistan’dan sonra Irak’a saldırdı. ABD Başkanı George W. Bush’un 1 Mayıs 2003’te Abraham Lincoln savaş gemisinde düzenlenen törende ‘Irak Savaşı’nın bittiğini’ ilân ettiği konuşmasının ardından iki yıldan fazla bir zaman geçti…

“Görev tamamlanmıştır. Irak Savaşı, 11 Eylül’de başlayan ve hâlen devam eden teröre karşı bir zafer olmuştur.” George W. Bush/ 1 Mayıs 2003

2003 yılında böyle diyen Bush, 2005 yılı başından itibaren saçmalamaya başladı: “Yeni hükümet istemezse, Irak’tan hemen çekilebiliriz.” George W. Bush/ 28 Ocak 2005

“Şu anda çekilme takvimi vermek ve Irak’tan çekilmek büyük hata olur.” George W. Bush/ 29 Haziran 2005 “Şundan kesinlikle şüphe etmeyin, hâlâ savaştayız…” George W. Bush/ 4 Ağustos 2003

ABD Başkanı George W. Bush, bugüne kadar Irak’la ilgili olarak daima çelişkili açıklamalar yaptı, hâlen de bu saçma çelişkilerine devam ediyor… İlk öce, Irak’taki yeni hükümet istediği takdirde Irak’tan çekilebileceklerini söyledi… Sonra; çekilme takvimi veremeyeceklerini, bunun büyük bir hata olacağını…

ABD Başkanı George W. Bush, içinde bulunduğumuz Ağustos ayının hemen başında bir gün Irak’da 14 Amerikan askerinin öldürülmesinin ardından yaptığı konuşmada ise yine daha önceki konuşmalarına ters düşen bir açıklama yaptı. 1 Mayıs 2003 tarihinde Irak Savaşı’nın bittiğini ilan eden aynı Bush: “Bu saldırı hâlâ savaşta olduğumuzun bir göstergesi. Acımasız bir düşmanla karşı karşıyayız. Kesinlikle şüphe etmeyin, hâlâ savaştayız…” Vietnam’dan dersini al(a)mayan ABD’nin Irak bataklığındaki debelenmesi devam ediyor…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kapitalizm ve özelleştirme

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.08.2005

Komünizmin çökmesi sonrasında meydanı boş bulan ‘kapitalizm’ ve ‘küresel tekelci sermaye’ meseleleri iç içe girmiş girift bir bilmece gibi duruyor. Bundan önceki yazımda “Komünizm çöktü; kapitalizm çöküyor…” dedim ya; bu konu öyle bir tek yazı ile geçiştirilecek gibi değil. Biraz daha devam edelim…

Bu arada ben kapitalizmin nasıl çökeceğini de bir cümleyle özetleyeyim; kapitalizm önce komünizme veya sosyalizme dönüşecek, sonra aynen komünizm gibi çökecektir.

Bugün işte bu önemli meselenin üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Neden duruyorum.

Bunun sebebi ve müsebbibi biraz da Sabah gazetesi yazarı Ömer Lütfi Mete oldu! Yazar, 4 ve 5 Ağustos günlerinde Sabah’taki köşesinde “Kapitalizmin 1984’ü” başlıklı iki yazı yazdı. 1984, malumunuz olduğu üzere, Orwell’in ünlü eseri. Bu kitap ilk yayımlandığı yıllarda solcu komünistlerimizi çok kızdırır, sağcılarımızı da mest ederdi! Ö. L. Mete’nin yazdıkları da bugünkü sağcıları yani kapitalistleri kızdıracak gibi!

*

“Şu anda kapitalizm biraz daha rafine jargon ile komünist sistem macerasının çağdaş uyarlamasını yansıtıyor. Önce sermaye gerçekleri açısından kapitalizm hızlı bir biçimde tekelleşiyor. Komünist sistemde bütün varlıklar gibi sermaye de nasıl sözde ‘kamuya ait’ denerek partinin tekeline alınıyor idiyse, kapitalizmde de sözde ‘bireylere ait’ denerek ‘küresel finans çetesi’nin denetimine girmektedir. Zira birey varlığının değeri hakkında sistem gereği sözü en az geçerli olan unsurdur. Küresel bir finans manevrası, sözgelimi bir devalüasyon bireyin varlığını yutup onu yoksul hâle getirebilir. İster menkul, ister gayr-ı menkul olsun; bir varlık kağıt üzerinde ‘herkese ait’ ise orada mülkiyet soyutlaşmıştır ve fiilen yok hükmündedir. Aynı şekilde bir varlık kağıt üzerinde bireyler ve kurumlar arasında sürekli dolaşıp duran paylar şeklinde ise orada da mülkiyet soyutlaşmıştır ve fiilen yok hükmündedir. Kapitalizm ile komünizm arasındaki zıtlık göstermelik. İkisinde de yozlaşma varlıkların ve sermayenin tekelleşmesi ile doruğa çıkmaktadır.”

Her iki maddeci toplum düzeninin bir başka ortak noktası,…” diye başladıktan sonra, yazar ‘sömürücü tekel sermaye’nin işine geldiği şekilde nasıl fikir değiştirdiğini veciz bir şekilde anlatıyor.

“Mesela; Sovyet sistemi çöktüğü zamanların en parlak kapitalist-liberal değerlerinden biri olarak ‘Küçük Güzeldir’ yargısını hatırlıyoruz. ‘Dünya Düzeni’ güdücülerine ‘odun kesicinin hık deyiciliği’ yapan aydınlardan birilerinin kitaplaştırdığı ‘Küçük Güzeldir’ yargısına göre medya da adeta ‘yeminli tetikleyici’ gibi derhal bu hedefi sarsmaya başlıyordu. Kapitalizmin güncel ideolojik içtihadı en yeni yükseltilen değer olarak küçüğün güzelliği medyanın ördüğü en entel dantellerden biriydi:…

Küçük güzel olduğuna göre kaçınılmaz olarak büyük kötüydü. Artık (Türkiye’de harıl harıl özelleştirilmekte olan) KİT’lerin güzelliğine ve yararına hangi densiz inanabilirdi. Bunlar derhal parçalanmalı veya -kapitalizmin istisna kurallarınca büyük kalmalarında sakınca olmayanlara- peşkeş çekilmeliydi

Medya da parlak örneklerle bu yeni içtihadı cilalama görevine koşar: -Vay canına sayın seyirciler, sayın okurlar; Xraisler ile Yenz birleşti, petrolde Xobil ile YP evlendi, XMV Yaguar’ı aldı.

Hani küçük güzeldi? Küresel tekelcinin işine hangisi gelirse o doğrudur. Dünkü doğrusunun yüzde yüz tersi bile olsa!” (Kapitalizmin 1984’ü [1], Ömer Lütfi Mete, Sabah, 4.8.2005)

Ama kapitalizmin yumuşak karnı ve yıkılış sebebi de, aynen komünizmde olduğu gibi işte bu aşırı büyüme ve hantallaşma olacaktır. Ne demiştim; kapitalizm önce komünizme veya sosyalizme dönüşecek, sonra aynen komünizm gibi çökecektir… Kapitalizm büyüyerek ve küreselleşerek kendi sonunu hazırlıyor.

*

Yazımın başlığı ‘kapitalizm ve özelleştirme’ olduğuna göre, ‘kapitalizm’ ile ilgili bu özet girizgâhtan sonra, artık ‘özelleştirme’ meselesine geçebiliriz. Türkiye’deki ‘özelleştirme’ de acayip pis kokuyor!

Medyanın bir parça ilgilendiği ‘Erdemir’in özelleştirme tarzı’na dair tartışmanın satır aralarında ‘Kapitalizm’in 1984’ünden yeni bir özet bulmak mümkün. Paratanrı, piyasayı da din yerine koyan kapitalizm, bu iki kutsalını bile her zaman için ‘tutarlı bir belirleyici’ olarak da tanımaz! Örnek olarak, Erdemir’e soyunan firmaların hepsine Özelleştirme İdaresi tarafından ‘yeterlilik’ verilmesinin altını çizelim! Bu müşterilerin önemli bir kısmının mal varlıkları konusundaki şüpheler kör gözleri açabilecek kadar çarpıcı! Açıkçası Erdemir’e heveslenenlerin bir kısmı fiilen ‘kara para’ zanlısı. Hani sermayenin ahlâkı? Hani devletlerin ve ‘uluslararası toplum’ denen kapitalist sosyetenin savunduğu değerler, koyduğu ilkeler?

Erdemir özelleştirmesi nereden bakılırsa bakılsın Türkiye için de, hükümet için de tarih önünde hesabı kolay verilebilecek bir konu değil. İstifa eden yöneticilerden birinin Erdoğan’a yaptığı gönderme de anlayana ‘davul zurna’ niteliğinde: -Karadeniz’de bir mülk satılacağı zaman önce komşuya teklif edilir.

… Böylece ‘kamu çıkarı’ terimi fiilen yasadışı kılınmış, ihalenin yerli bir talibe kalması neredeyse suç ilan edilmiştir. Hattâ bu manevra ile ‘halka arz’ bile gündeme gelmeden ihtimal olmaktan çıkarılmıştır…”

Sabah yazarı Ö. L. Mete, önemli detaylara işaret edip vurgular yaptıktan sonra, yazısını şöyle bitiriyor:

-İster gelirken olsun, ister benden çıkarken olsun, ‘yabancı sermaye’ her durumda çıkarıma aracılık etmelidir, o kadar! Lâkin bizimkiler ise aşağılık duygusunun esiridirler: -Batı yabancı sermayeyi kutsarken, ben nasıl yan bakarım? Hâşâ!” (Kapitalizmin 1984’ü [2], Ömer Lütfi Mete, Sabah, 5.8.2005)

 

 

***

 

 

 

 

 

Yine ‘özelleştirme’!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.08.2005

Konu konuyu takip ediyor, yazı yazıyı doğuruyor, bize de yazmak düşüyor… Ben sabırla yazmaya gayret ediyorum, Allah size de okuma sabrı versin!.. Kapitalizm ve özelleştirme konuları üzerinde durdum ya; bunlardan özellikle ‘özelleştirme’ üzerinde biraz daha derine inmemiz gerekiyor. ‘Derin özelleştirme dönemi’ diye isimlendirebileceğimiz bu son dönem, doğrusu gündemde kalmayı hak ediyor. ‘Özelleştirme’ konusu öyle kısa zamanda gündem dışına atılacak gibi değil. Cumhuriyetimizin en zor yıllarında kıt-kanaat imkânlarımızla kurduğumuz seksen yıllık değerlerimiz, ‘haraç-mezat’ küresel tekel sermayeye veya -Sabah yazarı Ö. L. Mete’nin deyimiyle söylersem- ‘küresel finans çetesi’nin denetimine peşkeş çekiliyor…

Türkiye’deki ‘özelleştirme tarihi’ şimdiye kadar 1980’li tek parti iktidarı ‘Turgut Özal dönemi’ ile 1990’lı ‘koalisyonlu hükümetler dönemi’ olmak üzere iki önemli dönem yaşadı… Şimdi de tek başına iktidar olmanın ötesinde, elinde anayasa çoğunluğu olan ‘AKP iktidarı/ Başbakan R. T. Erdoğan dönemi’ olarak üçüncü dönemdeyiz…

KİT’lerimiz tek tek elden çıkarılmaya çalışılıyor… Bu duruma seyirci kalıp haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olamayız, olmayacağız… Bize düşen vatandaşlık ve yazarlık görevi olarak elimizden geldiğince; KİT’lerimiz ya kurucusu ve sahibi olan halkımızın elinde kalıncaya, ya da küresel tekel sermayenin eline geçip tamamen tükeninceye kadar ‘özelleştirme konusu’ gündemimizdeki yerini almaya devam edecektir…

85 yıl önce yedi düvele karşı İstiklâl Savaşımızı yaptık ve ‘siyasi istiklâlimizi’ elde ettik. Bu arada Osmanlı döneminden artakalan borçlarımızı öderken, diğer taraftan ‘ekonomik istiklâl’ sahibi olmamızı sağlayacak olan KİT’lerimizi kurduk. Ülkemiz için kanımızı, KİT’lerimiz için alın terimizi akıttık. Yağma yok! Kanımızın bedeli olan ülkemizi ve emeğimizin, terimizin, alın terimizin bedeli olan KİT’lerimizi kesinlikle ‘haraç-mezat’ peşkeş çektirmeyiz. Neden çektirmeyiz? Çünkü ‘ekonomik istiklâli’ olmayanların ‘siyasi istiklâli’ de olmaz, olamaz. KİT’lerimiz ülkemizin ekonomik istiklâl sembolleridir. Bu gerçeği ve bunun böyle olduğunu küçük çocuklar bile biliyor. Ama bizimkiler bilmiyor, ya da bizim bilmediğimiz başka şeyler mi var?!..

Daha ne diyelim ki?

Erbakan Hocamız doğru söylüyor; gerçekten de “bu işler ‘çoluk-çocuk’ işi değil”miş.

*

Yukarıda haksızlık karşısında susup dilsiz şeytan olmamaktan söz ettim. Ama şeytan boş durmuyor ki! Boş durmuyor da ne yapıyor? Şeytan faizli sistemde, merkezi sistemde sorunların çözüldüğünü vaat etmiş ve gerçek demokrasiyi unutturmuştur.

IMF reçetelerini uygulayacaklar ve kurtulacaklar!.. Avrupa Birliği’ne girecekler ve kurtulacaklar!..

Halbuki Allah Gümrük Birliği denemesi ile gösterdi ki, bu politikalar gerçekçi değildir. Gümrük Birliği’ne girdikten sonra ‘dış ticaret açığı’ artmış ve ‘dış borçlar’ da geometrik bir dizi ile çoğalmıştır. Allah Gümrük Birliği ile uyarısını yapmıştır. Ama bu uyarıyı duyan, anlayan, kavrayan ve gereğini yapan var mı?!.

Yok!.. Yok!.. Yok!..

İşte şeytan aldatmacaları peşinde koşanlar böyle boş şeyler peşinde koşmaktadırlar.

AKP’liler şöyle düşünüyorlar.

Biz Avrupa Birliği’ne girersek insan haklarından yararlanırız; müslümanlığımızı, mütedeyyinliğimizi, muhafazakârlığımızı ve daha bilmem neyimizi rahat yaşarız diyorlar! İşte böylesine ham hayaller kuruyorlar. Sanki Millî Görüş gömleğini çıkardıktan sonra muhafaza edecek bir şeyleri kalmış gibi!..

Oysa Avrupa bize zinacılığını ve faizciliğini dayatmıştır. Allah’ın tabiî ve sosyal kanunları dairesine girersek rahat ederiz demiyorlar da, Avrupa Birliği’ne gireceğiz ve kurtulacağız diyorlar!..

Birçok saf kimseler de AKP’lilerin bu saçmalıklarını onaylıyor, hattâ onaylamanın ötesinde savunuyor! AKP’lileri sevmek başka, onların dalâletteki adımlarını onaylamak ve savunmak başkadır.

İyi bilinmelidir ki; AKP’liler doğru bir iş yapsaydı medya onları desteklemezdi. Bir kısım ‘medya’ adeta ‘küresel sömürü sermayesi’ adına AKP’lilerin aralarında sarmaş-dolaş dolanıp onlara göre iş yapınca alkışlıyor; aksini yapınca da çatıyor!

Bunların hepsi boş vaatlerdir.

*

Her şeyde olduğu gibi ‘özelleştirme’ konusunda da yegâne çözüm yalnız ve yalnız ‘müsbet ilim’dir. Ekonomik, sosyal ve siyasi olaylarda ‘müsbet ilim araştırmaları, denemeleri ve uygulamaları’ yerinden yönetimle, gerçek demokratik yöntemlerle mümkün olacaktır. Bunun dışında çözüm yolu yoktur.

İnsanlar şeytanın boş vaatlerine değil de, ilmin verilerine göre üretilen çözümleri benimseyen partilere kulak vermek zorundadır. Ancak Türkiye siyaset tarihi gösteriyor ki, halk boş vaatlere kulak vermiş, o tür vaatkâr partilere oy vermiş, daha sonra iktidarın yapmamasını da normal görmüş gibidir! Neden? Çünkü halk zaten yapılan vaatlerin boş olduğunu daha baştan biliyordu!

İşte böyle partileri adeta tanrılaştırıp onlara oy vermek şirktir. Bir parti doğru iş yaparsa onu tasvip etmeli, ona oy vermeli; sözünde durmayan ve şeytanın boş aldatmalarına kapılan kimselere de oy verilmemelidir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Hükümet edenlerin ham hayalleri…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Şeytan: ‘Kullarından belli bir pay edineceğim ve onları saptıracağım,

onları boş kuruntulara, boş hayallere yönelteceğim…’ dedi.”

(Kur’an; Nisa, 4/118-119)

Kimi insanlar boş şeylerin, boş hayallerin peşine düşerler ve bütün güçlerini bu gibi serapların peşinde tüketirler. Ne gibi boş hayaller? Avrupa Birliği sayesinde sorunları çözme hayalleri… ABD ile stratejik ortaklık ve Ortadoğu projelerinden pay kapma hayalleri… IMF ile ekonomiyi düzeltme ve kalkınma hayalleri… Ve en önemlisi bu boş hayallere dayanarak Türkiye’de sözde iktidar olma ve hükümet etme hayalleri!..

Oysa o zavallılar bilmezler ki, bu şekilde sözde ve şeklen ‘iktidar’ olurlar ama kesinlikle ‘muktedir’ olamazlar. Peki, muktedir olamayınca ne olurlar? Şuursuzca peşlerinde koştukları devlet, uluslar arası kurum ve kuruluşların sadece birer basit ‘taşeronu’ olurlar.

Bizim açımızdan meseleye bakıldığında acı olan gerçek; bir zamanlar aynı gömleği giydiğimiz ve şimdilerde gömleksiz olan bu zavallıların o boş hayaller peşinde koşarken, -diğer daha önemli vasıfları bir yana bırakıyorum,- kendilerini hâlâ ‘muhafazakâr’ ve ‘demokrat’ zannetmeleridir. Muhafaza ettikleri neleri kaldı? Demokrasi gereği halka neyi soruyorlar? Bana kalırsa, hiçbir şeyi!..

Hayat mücadeledir. İnsanlar dünyaya geldikleri günden beri mücadele ediyorlar. Bu mücadele Adem ve Havva’nın dünyaya gelmesiyle başladı. Habil ve Kabil ile ölümüne kavgaya dönüştü. Mücadele hâlen de devam ediyor, kıyamete kadar da devam edecektir… Tarihte mü’minler de hep mücadele etmişler, savaşmışlar ama bu savaşları ne ganimet ne de hakimiyet için yapmışlardır. Müslümanlar, bizim için birinci derecede örnek asır olan dönemde, Mekke’yi fethettikten sonra bir kuruşluk bile bir yağma yapmamışlardı. Hattâ, daha sekiz-on sene evvel kovuldukları ve ‘hicret’ etmek zorunda bıraktıkları kendi evlerine bile sahip olmamışlar, Mekke fethi sonrasında onları geri almamışlardı. Bu arada Hazreti Peygamberin Mekke’deki evi de geri alınmamıştı. Bu yetmezmiş gibi, fetihten sonra orada Medine’den gelen ve fethi gerçekleştiren bir tek asker bıkmamışlardı. Kendilerinden bir vali tayin ederek Mekke’den ayrılmışlardı. Osmanlılar da altı asır ‘adalet’ üzerine bina edilen ve Viyana kapılarına kadar gitmelerine vesile olan tarihlerinde bundan başka bir usul uygulamadılar.

Oysa; bugün Ortadoğu ülkelerinde, Afganistan ve Irak’ta en vahşi ve acımasız işgallerini gerçekleştiren ABD ve Batılılar neler yapıyorlar ki?!.

Peki, ya ham hayaller peşinde koşarak o Batılılardan ve onların kurumlarından medet uman bizim gömleksizlere ne demeli?!. İnsan söyleyecek söz bulamıyor.

*

Şeytan ne yapıyor? Şeytan hükmedeceği ve ham hayaller peşinde koşturtacağı kimseleri önce topluluklarına, takımlarına alıyor, sonra onları fanatik yapıyor, büyük hayaller kurduruyor ve bir şekilde iktidara getirterek hükmettiğini, hükümet edebildiğini zannettiriyor...

Şeytan bir başka taifeyi de ham hayaller peşinde koştururken, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu hayallerin peşinde dağa çıkartıyor veya intihar bombacısı hâline getiriyor… On binlerce insan bu ham hayaller peşinde telef oluyor… Olan da önce kendilerine, sonra yakınlarına ve ülkeye oluyor…

Şeytan için bu saldırganın silahlı olması da şart değildir. Bülent Ecevit’in Meclis’te Merve Kavakçı’ya saldırması bu kabil saldırılardandır… Bugün de Deniz Baykal ve benzerleri başörtülülere saldırıyor; hükümet ettiklerini zanneden AKP’liler de sadece seyrediyor ve susuyor!.. Neden susuyor? Efendim, mesele ‘aman germeyelim’ meselesi; ‘ince siyaset masalları’ ile mütedeyyin seçmenleri uyutma meselesi!.. Germeyelim ve ham hayaller peşinde hükümet olduğumuzu zannedelim!..

*

Görülüyor ki, şeytan önce çemberine alıyor, birlik oluyor, birlikte hareket ediyor… Sonra bir dizi vaatlerde bulunuyor… Ondan sonra da ham hayaller peşinde koşturuyor... Olabildiğince hayalperest idealist yapıyor... Hattâ bâtıl dâvanın uğrunda ölmeyi vaat ettiriyor... Dağlara çık, insanları öldür diyebiliyor... Çünkü artık emirlerini dinletecek hâle getirmiştir. Kimini dağ başına çıkarıp insan öldürtüyor, kimini de iktidar yapıp orada sosyal cinayetler işletiyor. 20. yüzyıldaki diktatörlerin milyonlarca insanın kanına girmeleri bundandır.

Bugünkü iktidarlar da ‘adalet’ yapmak için iktidar oldular ama, yapılanların ‘zulüm’ olduğunu anlattığımız zaman “aman germeyelim!” diyorlar!.. Hükümet ettiklerini ve hükmettiklerini zannedenler, bir tek ‘hakemlik sistemi’ teklifini bile kabul edemiyorlar ama; okumadıkları, bilmedikleri kanunları meclislerden tartışmadan geçiriyorlar!.. Geçiriyorlar da ne oluyor? Hukuka karşı cinayet işliyorlar. Her şey var demek, hiçbir şey yok demektir. Çok kanun var demek, aslında kanun yok demektir. Ülkemizi hukuk ve ekonomi yönetimi açısından cahiliye dönemine çeviriyorlar. Bütün bunlar ne uğruna yapılıyor? Avrupa Birliği ham hayalleri ve IMF direktifleri uğruna yapılıyor! Öyle ya; şimdi ham hayaller kurma ve bu ham hayallere dayanarak sözde hükümet etme zamanıdır. Ne derlerse onu yaparlar. Ham hayalleri onları her şeye itaat eder hâle getirmiştir. Basınıyla, siyasileriyle bir olup AB hayalleri ile Türkiye’yi hukuk devleti dışına çıkarıyorlar. Eski kanunlar ortadan kalkmış, yeni kanunlar bilinmiyor! İşte bu devir, 21. yüzyılda yaşanan cahiliye devridir.

Şeytan ne demişti? “Şeytan: “Kullarından belli bir pay edineceğim ve onları saptıracağım, onları boş kuruntulara, boş hayallere yönelteceğim…” dedi.” (Kur’an; Nisa, 4/118-119)

 

 

***

 

 

 

 

 

Orman ve yangın

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Yaz ayları gelince, ülkemizde ‘orman’ ve ‘yangın’ yan yana anılmaya başlar… Yangın, insanı en çok korktuğu âfetlerdendir. Allah insanları doğal âfetler ile boğuşmak üzere var etmiştir. Bunlar doğal dengenin gereğidir. Kâinat bu âfetler olmadan olmaz mıydı?! İnsansız Kâinat da olabilirdi! Ama bizi ve Kâinatı var eden Allah böyle yaratmış. Bizim doğa kanunlarını değiştirme gücümüz yoktur. Biz doğanın kanunlarına uyarak yaşarız. Bu bizim kaderimizdir. Memnun olsak da olmasak da, bu böyledir. Zelzele, sel, yangın, hastalık, kazalar ve diğerleri doğal âfetlerdendir. Bunlara karşı; âfetleri önlemek, âfetlerin zararlarından korunmak, âfetlerde dayanışma ve âfetlerden yararlanma olmak üzere dört çeşit davranışlarımız olabilir.

Bugünlük bunlardan sadece orman yangınlarını ele alarak buna karşı alınabilecek tedbirler üzerinde duralım. Orman yangınlarının çıkmasını nasıl önleriz? Bunun için dört tedbirimiz olabilir.

1) Orman yangınları ağaçlardan kopan yaprak ve dalların tutuşması ile olur. Yaş yaprak veya ağaç kolay kolay tutuşmaz. O halde ormanları kırılmış, devrilmiş, hastalanmış dal ve yapraklardan ayıklamamız gerekir. Bu ayıklama ağaçların altını temizleme ve budama şeklinde olmalıdır. Böyle bir çalışma hem yangını önler, hem de ormanların daha gür ve sağlam büyümelerini sağlar, ormanı hastalıklardan korur.

2) Orman yangınlarını önlemek için ormanların altını hayvanların dolaşabilecekleri hâle getirip otlamalarına imkân vermek gerekir. Böylece otlar daha kurumadan bu hayvanlar tarafından otlanacağı için orman yangından korunmuş olur. Ayrıca ormanların otlar arasında boğulması da önlenir. Otlayan bu hayvanların et ve sütleri çok kıymetlidir. Çünkü elde edilen hormonsuz ve ilaçsız et ve süttür. Hayvanlar otlarken ayrıca buralara dışkılarını bırakacaklarından ormanlar gübrelenmiş olur.

3) Orman yangınlarını önlemek için ormanları sulamak da en kesin yoldur. Yaş veya ıslak orman artıkları kolay kolay tutuşup yanmaz. Ülkemizin her yerinde yeraltı suları mevcut olduğu için yangın mevsimlerinde ormanlar sulanabilir. Bu sulama için rüzgâr enerjisinden, güneş enerjisinden, akarsu enerjisinden, hatta orman artıkları enerjisinden yararlanılabilir. Bu sulama ormanların son derece süratli ve sağlıklı gelişmesini sağlar, kendi kendisini daima finanse eder.

4) Orman yangınlarını önlemenin diyebiliriz ki tek çaresi, ormanlarımızın küçük parsellere ayrılıp özelleştirilmesidir. Ormanlık vasfını korumak ve bakımını yapmak şartı ile ormanlar özel kullanıma verilir. Ormanda olanlar ondan yararlanırlar ve aynı zamanda ormanı korurlar.

*

Ormandan nasıl yararlanılır?

a) Ormandaki meyveleri, bitkileri ve çiçekleri toplayıp değerlendirmek. Bunlar doğal ve ormandaki temiz havayı soluyan çeşitli ürünler oldukları için çok kıymetlidir.

b) Ormanlardaki yaş ağaç yapraklarını ve otları toplayıp hayvan yemi yapma veya başka kimyevi ilaçları elde etmede kullanma.

c) Ormanlarda dökülen kuru yaprakları veya yem olmayacak maddeleri toplayıp onlarla gübre üretme. Bu gübre doğal gübre olduğu için doğal ürünlerin yetiştirilmesinde değerlendirilecektir.

d) Ormanların kuruyan dallarından, hastalanmış ağaçlarından, ayıklanmış kısımlardan yararlanarak yakıt yapmak.

e) Ömürlerini doldurmuş ağaçları keserek kereste ve odun olarak yararlanmak, böylece yeni genç ağaçların yetişmesine imkân sağlamak.

f) Bunun dışında; mera olarak, arıların bal toplama alanı olarak, derelerinde balık avlamak, içinde avcılık yapmak gibi ormanların daha pek çok yararları vardır.

*

Orman kullanımında dikkat edilecek hususlar neler olabilir?

Özel kullanıma açılmış ve tahsis edilmiş ormanlarda halkımızdan isteyeceğimiz en önemli şey, ormanlık vasfının korunması, yani ormanların orman mevzuatına uygun olarak değerlendirilmesidir. Dolayısıyla ormanlar sorumlu orman mühendislerinin gözetiminde değerlendirilecektir.

Ormanın içinde ağaçtan ev ve villaların yapılmasına izin verilecek, hattâ istenecektir. Böylece yangında kendi evi veya villası da yanacağı için ormanlar daha dikkatli korunmuş olur.

Ormanlar halka, hattâ yabancılara altın değeri üzerinden satılacaktır. Değer arz ve talebe göre ayarlanır. Bu ormanın arazisini satma değildir, sadece kullanımının devridir. Müşteri istediği zaman parseli iade eder ve parasını alır. Ormana zarar vermişse veya yabancı ülke aleyhinde faaliyet göstermişse, devlet altın değeri üzerinden parasını verir ve yeri elinden alır. Ormanda bir eksilme olmuşsa, kendisinden alınan bedelden tenzil edilir. Projeye uygun bir yatırım yapmışsa bedeli ödenir. Bu sistem çıplak Anadolu arazilerinin ormanlanmasına imkân verecektir. Kişi villasını yapacak, ağaçlandıracak, istediği zaman da devlete satabilecektir.

Bugünlük kısaca sadece ormandan yararlanma ve orman yangınlarını önleme ile ilgili çözümleri ortaya koyduk. Bunların içine ormana girme yasağını koymadık, bunların içine yangın çıkarma cezalarını koymadık, bunların içine terör olayların tedbir almayı koymadık. Bugünkü gibi ormanlara girmeyi yasaklama ve orman köylüsünün bile yararlanmasını yasaklama demek; ormanlara benzin döküp ateşe verme demektir. Konan cezalar ise sadece zavallıları ezer, rüşveti artırır. Suçlara ceza verilir ama cezalar hiçbir zaman orman yangınlarını önlemez.

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2005 Yazıları
1-2005 Ocak
1360 Okunma
2-2005 Şubat
1297 Okunma
3-2005 Mart
1411 Okunma
4-2005 Nisan
1165 Okunma
5-2005 Mayıs
1100 Okunma
6-2005 Haziran
1127 Okunma
7-2005 Temmuz
1352 Okunma
8-2005 Ağustos
1287 Okunma
9-2005 Eylül
1226 Okunma
10-2005 Ekim
1188 Okunma
11-2005 Kasım
1213 Okunma
12-2005 Aralık
1121 Okunma

© 2024 - Akevler