İslâmiyet ve Ekonomik Doktrinler
Süleyman Karagülle
1969 1.Baskı
1935 Okunma
5.Faizsiz Banka ve Ticaret

FAİZSİZ BANKA VE TİCARET

 

Pakistanlı E. İkbal Kureşî'nin, Doç. Dr. Salih Tuğ tarafından Türkçeye çevrilmiş Faiz Nazariyesi ve İslâm adlı kitabında, fazlalık faiziyle nesie faizi hakkında uzun malumat verilmiş ise de bazı noktaları müphem kalmış bulunmaktadır.

Fazlalık faizi, zamanla artmayan faizdir. Bin TL’ye mukabil bin elli lira alınırsa ve bu fazla olan elli lira zamanla çoğalmazsa fazlalık faizi olmuş olur. Cahiliye Arapları arasında bu faiz meşru sayılıyordu.

Nesie faizi ise, zamanla artan faizdir. Bin liraya mukabil, birinci sene bin elli, ikinci sene bin yüz, üçüncü sene bin yüzelli TL. Olarak alınırsa buna nesie faizi denir. Bu faiz cahiliye Arapları arasında da gayrı meşru sayılıyordu. Ancak her devre sonunda yeniden fazlalık faizi olarak anlaşma yapıyor ve hile-i şer'iyye ile nesie faizine fiilen devam ediyorlardı. Zamanla bu yol ile nesie faizi de meşru hale gelmişti. Sadece her devre sonunda akit yapma mecburiyeti vardı.

Bugünkü dilde bunun adı basit faizdir. Fazlalık faizinin adı ise komisyondur. Mürekkep faiz ise, bin liraya mukabil, birinci devre sonunda bin elli, ikinci devre sonunda bin yüz elli buçuk, üçüncü devre sonunda bin yüz elli sekiz lira olan faiz olup nesie faizinden daha ağırdır ve nesie faizi içindedir.

Kur'an "faizi kat kat yemeyin" derken nesie faizini yasaklıyor. "Faiz almayın" derken de fazlalık faizi yasaklanmış bulunuyor.

Peygamber meşhur fazlalık faizini menedene hadisinde peşin olmayan alışverişleriyle peşin de olsa aynı cinsten malların mübadelesini yasaklamış bulunuyor. Peşin olmayan alış-verişler, ya veresiye satışıdır veya mal olmadan alıştır. Bunların ikisi de fazlalık faizi esasına dayanır ve yaşar.

Halka veresiye, taksitle mal dağıtılıyor ve sonra faizi ile birlikte kat kat alınıyor. Bu satış, hem bir faizli muameledir, hem de az sermayedarların ticaretten çekilmesini intac eden bir muameledir. Serbest pazarlık usulünü ortadan kaldırmakta ve 'inhisar rejimi'ni doğurmaktadır.

Bir de tüccarlar halka kredi açmakta, mahsul zamanında hasılayı ucuz bir fiyatla satın almaktadır. Bu da faizli muameledir ve satıcıları mecburi satışa zorlamaktadır.

Bu iki hastalık, bugün cemiyetleri kemirmektedir. On dört asır evvel söylenen adı geçen hadisin bugün neleri ifade ettiğini düşünürsek halimize ağlamaktan başka çaremiz kalmaz.

Peşin yapılan mübadelede de fazlalığı yasaklamış olmasının yine böyle derin bir hikmete mebni olduğu şüphesizdir. Bizim bunu tam olarak bilemeyişimiz onun yokluğuna delil değildir.

Faizsiz banka üzerinde düşünenler, faiz yerine kârı ikame etmeye ve buna göre bir iktisadi düzeni bulmaya çalışıyorlar. Biz bu esasa, yani bankaların kâr şeklinde de olsa kazançlı işlere girişmesine şiddetle itiraz ediyor ve bunun faiz kadar zararlı ve haram olduğuna inanıyoruz. Sözlerimi dinledikten sonra Kureşî'nin de kanaatimize katılacağını zannediyorum.

Faizsiz bankaların bizzat ticari teşebbüslere girişmesi iktisadi, hukuki-içtimai ve dini olmak üzere sekiz manası sebebiyle mahzurludur.

I. İktisadi Mania:

a. Bankaların ticari teşebbüslere girişmesi sermaye muvazenesini bozar:

İktisadi nizamda deveranı göz önüne getirelim. Halk iş yerine gider, çalışır, para ile döner. Pazara gider, mal satın alır. Eve döner. Böylece para, ev-pazar-iş yeri-ev olmak üzere, bunun aksine emek ve mal, ev-işyeri-pazar-ev olmak üzere birbirine zıt istikamette deveran ederler. Evde ihtiyaç, iş yerinde kazanç, pazarda kâr bu deveranı besler.

Pazardaki kâr, yavaş yavaş bütün parayı tüccarın elinde toplar, halkın elinde para kalmaz, mal alamaz, siparişler durur ve deveran inkıtaa uğrar. Bu inkıtaın olmaması için azalan verim kanunundan faydalanılarak pazarı "sermaye vergisine" tabi tutmak icab eder ki İslâm'da bunun adı "zekat"tır. Zekât öyle bir vergi sistemidir ki, normal çalışan bir tüccar, kârın tamamı elinden alındığı halde yine son gayretle çalışmaya mecbur eder. Azalan verim kanununa göre sermaye arttıkça kârın yüzdesi düşer. Öyle bir sermaye vardır ki, o miktarda kâr yüzde iki buçuktur. Sermaye daha büyürse sermaye bu kâr yüzde ikiye düşer. Tüccar zekât verince bu meblağda kârın tamamını vermiş olur. Bu kârı yapmış olmasa da yüzde iki buçuğunu vermek mecburiyetinde olduğundan devamlı olarak son gayretle çalışmak zorundadır. Böylece adeta tüccar ücretini aldıktan sonra kârın hepsini zekât olarak verir. Bu suretle azami sermaye sınırlanmış bulunur. Azami sermayenin altındakiler çalışırlarsa azami sermayeye yükselirler. Azami sermayenin üstünde olanlar ise ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar sonunda azami sermayeye düşerler. Biz buna sermaye muvazenesi diyoruz. Bu muvazenenin bozulmasıyla inhisar rejimi doğar. Kapitalizme, sosyalizme, komünizme gidilir.

İşin nevi o işin azami sermayesini tayin eder. Mesela İzmir'de demir ticareti yapanların bu işe ayırdıkları sermaye faraza on milyonu geçerse kâr yüzde iki buçuktan aşağı düşer ve demir ticareti zararlı iş olmaya başlar. Müteşebbisler demir ticaretinden kaçarlar ve sermaye on milyonun üzerinde muvazenesini kurar.

Müteşebbislerin sayısı arttıkça o işte çalışanların çoğalması neticesinde kârın yüzdesi artış kaydeder. Dolayısıyla azamı toplam sermaye de yükseliş görülür. Buna mukabil Şahıs başına düşen kâr azalır. Dolayısıyla müteşebbislerin sayısı da azalır. Böylece müteşebbis sayısı üzerinde de bir muvazene kurulmuş olur. Faraza bu da on tüccar olsun.

Müteşebbisler arasında rekabet vardır. Herkesin azami sermayesi kabiliyetine göre faklıdır. Ortalama azami sermaye bir milyon olduğu halde çalışkan ve kabiliyetle için bu, iki milyon ve kabiliyetsiz için beş yüz bin olabilir. Eğer şahıs kendi kabiliyetine göre olan sermayeden daha fazla sermayeye sahipse zarar edere. Ve kendi sermayesine döner. Böylece sermayenin dağılışı üzerinde de zekât bir muvazene kurmuş olur.

Şimdi bu piyasanın içine bir milyon kredi açtığımız başka bir şahsı demir müteşebbisi olarak soktuğumuzu farz edelim, neticelerini sıralayalım:

Demir piyasasının azami sermayesi on milyon idi, biz bunu on bir milyon yaptık. Diğer tüccarlar zarar ederek piyasa tekrar on milyona düşmek mecburiyetindedir. Bu ise hem hukuken, hem de iktisaden mahzurludur.

Müteşebbislerin muvazenesi on kişi idi, biraz sonra birisi iflas edecek ve on bir kişi tekrar on kişiye dönecektir. Bu da mahzurludur.

Kredi verdiğimiz şahsın kabiliyeti meçhuldür. Ekseriya tecrübesizdir. Verdiğimiz krediyi azami sermaye olarak tutmaya kabiliyeti yoktur. Bu muvazeneli nizamda zarar edecek ve hem kendisini ve hem de bankayı zarara sokacaktır.

Bundan dolayıdır ki, İslâmiyet’te ticari kredi açılamaz. Herkes sermayesi ile ticaret yapmaya mecburdur. Ancak küçük esnaflar için sermaye yardımı yapılır, kabiliyeti varsa yükselir, büyük tüccar olur. Yoksa başka işe girişir. Kur'an'da mevcut -fukara- müessesesi işte bu sermaye yardımını temin eden bir müessesedir.

b. Bankaların ticari teşebbüslere girişmesi yatırım muvazenesini bozar. Ev-iş yeri-pazar-ev arasında deveran eden emek, mal ve ona zıt istikamette deveran eden para sistemine mal deveranı diyoruz. Mal deveranının yanında bir de imar deveranı vardır. Bugünkü dilde buna yatırım deniyor. Bu da şöyle olur; halk eline geçirdiği paranın tamamını pazara götürüp mal satın almaz. Çeşitli sebeplerden dolayı bir kısmını tasarruf eder, biriktirir. Bu biriken paralar yavaş yavaş piyasadan parayı çeker. Alış-verişler durur, mal deveranı inkıtaa uğrar. Bu inkıtaın olmaması için bu parayı tekrar deveranın içine sokmak icap eder. İşte bankalar bu işi görür ve bankasız bundan dolayıdır ki iktisadi nizam kurulamaz. Faizsiz bankaları doğuran da bu ihtiyaçtır. Faizsiz bankaları kurmadığımız müddetçe faizi yasaklamak mümkün değildir. Halk biriktirmiş olduğu parayı bankalara yatırır. Bankalar yatırım kredisini açar ve mal yerine imarda bulunur. Halk, bankaya ne kadar para yatırmışsa o kadar malı az istiyor demektir. Yani halk diyor ki, ben yüzde şu kadarını gelecek için ayırıyorum. Malı ona göre az istihsal ete. Piyasaya fazla malın sürülmesi iktisadi krizler yaratır. Halbuki imarın fazlalığı hiçbir krize sebep olmaz. İşte bundan dolayıdır ki bankalar yalnız yatırım kredisini açmalılar. Ticari kredi açmamalılar. Şimdi ticari kredi açtıklarını düşünelim; tüccar bu kredi ile mal satın alacak, halbuki halkın elinde bu malı satın alacak para olmadığı için fiyat düşecek, fabrikalar duracak, halk çalışmayacak ve iktisadi kriz başlayacaktır.

Tasarruf edilen para bankaya, bankadan iş yerine, iş yerinden tekrar eve döner. Buna zıt istikamette emek iş yerine, iş yerinden borç senedi bankaya, bankadan mevduat senedi eve döner ki, neticede halk çalışarak memleketi imar eder ve mevduat senediyle buna hissedar olur. Böylece hem bir yatırım deveranı doğar, hem de mal deveranı beslenmiş ve muvazenesine hizmet edilmiş olur.

II. Bankaların ticari teşebbüslere girişmeleri hukuken de mahzurludur.

a. Para malın ve emeğin değerini ölçer. Mübadele inkısam ve ikrazda alıp verilen senettir. Amme tarafından hamiline tekeffül edilmiştir. Bu tekeffül paraya nakdiyyet kazandırmıştır. Yani hamili her zaman, her yerde her şey satın alma gücüne sahip kılar.

Şimdi bu tekeffüllerin nasıl karşılandığını teker teker inceleyelim:

Para ücret tekeffülü ise o emekle iş yapılmış mal veya gayrı menkul olarak sermaye karşılığı intikal etmiş bulunmaktadır. Bu itibarla amme bunu tediye etme gücüne sahiptir.

Para bedel tekeffülü ise malın el değiştirmesinden ibaret olup amme için tekeffülde artma veya eksilme mevcut değildir.

Para kâr tekeffülü ise daha evvel yaptığımız izahlardan dolayı amme bunu zekât olarak tahsile selahiyyetli kılınmış olduğundan ammenin karşılıksız bir tekeffülü kalmıyor.

Bankaların onda bir mevduata karşılık bunun on misli bir ikrazatı devlet tekeffül edince karşılıksız bir tekeffül olur. Bu tekeffül bizatihi gayrı meşrudur. Başkalarının gelecek emeklerini şimdiden satmaktan başka bir şey değildir. Bu, borcu artan borçla ödemeye çalışmaktır. Sonu hüsrandır.

Kaldı ki böyle bir tekeffülün bir şahıs ve zümre lehine olması hiçbir hukuki mesnede dayanmaz. Madem ki bu emeksiz ve sermayesiz ammenin tekeffülü ile elde edilen bir kazançtır, bunun ammeye ait olması zaruridir.

Bundan başka bir izahı şöyle yapabiliriz: Mal ve emek hareketi kadar para da hareket ederse fiyat ve ücretler muvazenede kalır. Para, mal ve emekten daha fazla hareket ettiği takdirde, paranın miktarı artmadan da mal ve emeğin değeri yükselir, pahalılık olur, yani muayyen kişilere yaptığımız karşılıksız tekeffül, diğer tekeffüllerimizi hakkıyla yerine getirmeyişimizle haksızlık etmiş oluruz.

b. Sermaye, istihlak ve istihsal arasındaki dengesizlikleri karşılayan bir depodan başka bir şey değildir. Farz edelim ki, cemiyette on ton buğdaya ihtiyaç vardır, bu ihtiyaç her güne müsavaten taksim edilmiştir.Halbuki istihsal senelik olmaktadır. Sermayesiz piyasa olsaydı, hasat zamanı buğdayın değeri sıfıra yaklaşır. Yıl sonuna doğru ise en yüksek değere çıkardı… Halbuki sermayedar bunu normal bir fiyatla satın alır ve yavaş yavaş müşterilere satar, işte bu suretle fiyatları sermaye kararlı kılar. Sermayeye ücretin üstünde bir kârın tanınması sermayenin muhafazası, yani gelecek zararların karşılanması içindir. O halde nerede sermayeye bir kâr tanınmıyorsa o, sermaye zararlarını mütekeffil olduğu içindir. Zararları mütekeffil olmayan bir sermayeye kâr tanınamaz.

Şimdi bankaya verilmiş olan paralar zararı tekeffül edemeyeceklerine göre kâra da iştirak edemezler.

Bankalar da ikrazda bulunurken iki halden birini takip edeceklerdir. Ya teminat alıp ikrazda bulunacaklar, böylece zararı tekeffül etmeyecekler, o takdirde kâra da iştirak edemezler veya zararları tekeffül ederek kâra da iştirak edecekler. Birinci halde bankaların şirket halinden çıkmış olması demektir. İkinci halde ise kendilerinin olmayan ve maliklerinin müsaadesi bulunmayan bir sermayeyi teminat olarak,yani zararı karşılayan bir vasıta haline getirmektedirler ki, bu da doğrudan doğruya hile veya emanete hıyanetten başka bir şey değildir.

Zarar vaki olunca veya ticaretle iştigal eden bir banka iflas edince borçlar kim tarafından ve nasıl karşılanacak?

III. Bankaların ticari teşebbüslere girişmeleri içtimai bakımdan da mahzurludur.

Halk, parayı muhafaza ve tasarruf kolaylığı sebebiyle bankaya yatırır. Ammeye menfaati olduğunu da biliyorsa bunu seve seve yapar. Yatırmış olduğu paranın kendisini sömüren bir zümre tarafından ticaret metaı olarak kullanıldığını öğrendiği takdirde parasını bankaya değil kasasına yatırır. Bunun neticesinde baştan izah ettiğimiz iktisadi kriz doğar.

Parasını on misli değerlendirerek kullanan bir şirket, cemiyeti sömürmeye başlar. Neticede inhisarcılık ve malum rejimler doğar. Neticesi faizden farklı değildir.

Bu nevi banka kurmak daima kârlı olup hiç bir zararı mutazammın olmadığından her müteşebbis böyle bir banka kuracaktır. Paralar dağılacak, emniyet kalkacak, bankaların gördüğü vazife görülmemiş olacak.

Ticari işlerle meşgul olan bir banka mevduatı yalnız kendisi kullanacak, başka kimselere ikrazda bulunmayacaktır. Böylece ticari rekabette hakim olan teşebbüsler diğer küçük ve orta teşebbüsleri ortadan kaldıracak, inhisar rejimini doğuracaktır. Faizli bankaların yaptığı da aynen budur. Daha fazla olarak cüzi de olsa mevduat sahiplerine ödenen karşılıktan da kurtulmuş olacaktır.

Netice, ticaret ile meşgul olan bankaların içtimai zararları, faizli bankalara kadar olup, sadece isim değişikliği vardır. Zaten bugün birçok bankalar faizli ikrazda bulunmayıp, kârı yüzde yüz olan teşebbüslere katılmaktadırlar. Bunlar büyük güç sahibi olduğundan piyasayı inhisarlarına almışlar ve zarar etme ihtimallerini bertaraf etmişlerdir. Hata Avrupa'da birçok mevduatı faizsiz kabul etmektedirler. İlk görünüşte faizsiz banka gerçekleşmiş gibi görünüyor. Halbuki bu, faizin semirmiş ve artık bütün rakipleri bertaraf etmiş olmasından, yani memleketin bütün parasını kendisinde cem etmiş olmasından başka bir şey olmayıp kemali zevaline işaret gibi bir şeydir.

İktisadi, içtimai ve hukuki bakımından, ticari bankaların faizli bankalardan hiç bir farkı olmadığı herhalde tavazzuh etmiş bulunuyor.

 

 



© 2024 - Akevler