Birlikte Yaşamak ve 'Bir Olmak'
1118 Okunma, 1 Yorum
Ebubekir Sifil - Milli Gazete
Zafer Kafkas

BİRLİKTE YAŞAMAK VE 'BİR OLMAK'

 

İslam'ın diğer din ve inanç sistemleriyle fazlaca ayrışmadığını, ortak yönlerin hayli fazla olduğunu ispatlamak, modernist Müslümanların en fazla hassasiyet gösterdiği konulardan birisi olmuştur hep. Müslümanlar'la gayrimüslimlerin yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış bulunmasını, İslam'ın engin bir hoşgörü anlayışına sahip olduğu tezine dayanak yapan modernistlerimiz, bu anlamda İslam'ın "çoğulcu" ve "kapsayıcı" olduğunu söylemekten ayrı bir haz alır.

Yukarıdaki son cümlede tırnak içinde verdiğim iki kelime aslında iki "kavram"dır ve bilincimize modern zamanlarda musallat olmuştur. Biz farkında olalım ya da olmayalım, modern dönemde bilincimiz, yüklendiği olumlu çağrışımlar sebebiyle zıddını otomatik olarak mahkûm eden bu ve benzeri kavramlar vasıtasıyla bulandırılıyor.

Söz gelimi İslam'ın "çoğulcu" ve "kapsayıcı" bir din olmadığını söylediğiniz zaman, "İslam tekilci (kendinden başkasını kabul etmeyen) ve diğer din ve inanç sistemlerini dışlayıcı bir dindir" demiş oluyorsunuz. Dışlayıcılık ve "benmerkezcilik" ne kadar olumsuz çağrışımlar yapan kelimeler değil mi?!

Oysa hakikatin yalanla, hakkın batılla karıştırılması kadar büyük bir cürüm var mıdır? İstedikleri kadar mürekkep yalamış olsunlar, hak ve hakikati böyle bir anlayışa kurban edenler, gerçekte hak ve hakikat nedir bilmeyenlerdir…

Müslümanlar'ın geçmişte farklı din ve inanç sistemlerinin müntesipleriyle bir arada yaşadığı doğrudur. Ancak işbu "birlikte yaşama"nın mahiyetine baktığımız zaman meselenin öyle "yok aslında birbirimizden farkımız" tarzı söylemlerle çarpıtılamayacak kadar önemli temellere oturduğunu görürüz.

Söz gelimi Müslümanlar'ın diğerleriyle "birlikte" yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle "bir arada" yaşamamak Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanlar'ın değişmez uygulaması olmuştur. Her şeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanlar'ın dinî kimlik ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Özellikle "şiar" özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir "karışma"ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, "kendileri olarak" var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle…

Gayrimüslimlerle "kaynaşma" anlamına gelebilecek her türlü hareket ve uygulama İslam'ın şiddetle men ettiği bir "münker"dir ve Müslümanlar, gayrimüslimlere benzememe konusunda Efendimiz (s.a.v) tarafından hassasiyetle ikaz edilmiştir. Bu anlamda birçok hadisin varit olduğunu biliyoruz. Bu sebeple İslam'ın, gayrimüslimleri "asimile etmek" gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Aslolan ayrışmadır ve herkesin kendi değerlerini yaşamasıdır.

Ancak bütün bunların bilhassa dinle ve dinin belirlediği alanlarla ilgili olduğunun da altını çizelim. Sosyal hayatta, ticarette ve sair alanlarda Müslümanlarla gayrimüslimler elbette "küs" ya da "düşmanca" yaşamamıştır. İslam devletine cizye vergisi ödeyerek "vatandaş" olma statüsü ede eden gayrimüslimler, vatandaşlığın getirdiği her türlü haktan sonuna kadar istifade etmiştir…

Bugünkü ise İslam'ın hakimiyeti temelinde oluşmuş bir durum değildir. Batılılaşma projesi (artık "Avrupa Birliği hedefi") Müslümanlar'ın mümkün olduğunca Batılı gayrimüslimlere benzemesi, değerler, kavramlar, hayat tarzı ve davranış biçimi olarak Batılı gayrimüslimleri örnek alması, onlar gibi olması esasına dayanmaktadır. Adına "küreselleşme" denen şey de Batı'nın kurduğu sistemle entegre olmaktan başka bir şey değildir.

İslam hiçbir zaman "dayatıcı" olmamıştır; ama Batı dayatıyor: "Ya benim istediğim gibi olursun ya da yok olursun!" Biz de kitlelere, Batı'nın istediği/dayattığı gibi olmayı "İslam'ın gereği" diye takdim ediyor, hatta müslümanlığımızı bunun üzerine bina ediyoruz!!..

Yorum:

HAYAT TARZI VE ORTAK YAŞAM

 

İnsan, yaratılış icabı topluluk içinde yaşamak zorundadır. İnsanların tek başlarına maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri  zordur. Bu yüzden bir araya gelinmiş , iş bölümleri yapılmış, dayanışmalara gidilmiş ve hayatın zorlukları olabildiğince aşılmaya çalışılmıştır. Manevi olarak da konuşmaya , dertleşmeye , üzüntülerini , sevinçlerini paylaşmaya ihtiyacı olan insan, topluluk sayesinde bu ihtiyaçlarını da karşılamıştır. Topluluğun sağladığı bu kolaylıklardan ve tatminden faydalanan insanlar diğer taraftan bir arada yaşamanın getirdiği sıkıntı ve problemlerle de karşı karşıya kalmışlardır. Birey olarak özgürlük talepleri , nefsin ve heveslerin etkisinde bir hayatın insanı kendine çeken havası veya inançlarının istediği tarzda bir hayat sürme isteği topluluk içinde  farklı düşünceye,anlayışa ve ideolojilere sahip  olarak yaşayan insanların çatışma alanlarının doğmasına sebebiyet vermiştir.  Bu çatışmanın yaşanması doğaldır çünkü her bir taraf karşı tarafı kendi yaşamı , inancı veya inançsızlığı  için tehlike olarak görmekte ve bu tehlikenin bir gün kendisine, ailesine , arkadaşlarına zarar vereceği endişesini taşımaktadır. Bu korku ve endişeler ise maalesef yeri geldiğinde karşı tarafı  aşağılamaya , hor görmeye , yaralamaya hatta yok etmeye kadar gidebilmektedir. O an gücü kim elinde bulunduruyorsa karşı tarafın haklarına müdahale etmekte, kendi hayat tarzını dayatmakta yada her yönden önünü keserek kendi gibi olmaya zorlamaktadır.

 İstanbul Tophane’de yaşanan son olaylar yukarıda anlattıklarımızın müşahhas bir örneği olarak karşımıza çıkmış ve bu düşüncelerimizi doğrulamıştır. Tophanede açılan sanat galerisini gezmeye gelenler veya orda bulunanlar tarafından yoldan geçen iki tesettürlü bayana  aşağılayıcı laf atılması üzerine mahalle sakinleri buraları basmış ve yıkıp dökerek kendilerince  ihkak-ı hakka kalkışmışlardır. Bu olay esas itibariyle farklı hayat tarzlarının birbirlerine karşı tahammülsüzlüklerinin ve karşılıklı korkunun dışa vurumudur. Buradan hareketle insanlık tarihi boyunca , hem tüm farklı anlayıştaki insanların  özgürlük taleplerini karşılayacak hem de bir arada yaşama imkanı sağlayacak bir düzenin oluşturulması için bir takım yönetim biçimleri geliştirilmeye çalışılmış ve günümüz modern dünyasına gelinmiştir. Tüm bu yönetim biçimleri temel olarak ikiye ayrılır .Güce dayalı ve Hakka dayalı olarak adlandırdığımız bu sistemlerin birinde güçlü olan haklıdır , diğerinde haklı olan güçlüdür. Hakka dayalı düzenler ilahidir ve peygamberler tarafından bir süreklilik arz ederek gelişmiş , son olarak Hz.Peygamber ile en kamil halini almış ve kıyamete kadar tüm insanlığa özgürlük ve adaletin düsturlarını öğretmiştir.  Güce dayalı düzenler de insanlık tarihi boyunca hep peygamberlerin kurduğu bu düzene karşı cephe almış ve iktidarı ele geçirme adına her türlü zulme başvurmuşlardır.

Bugün modern dünyanın bizler için ideal olarak sunduğu demokrasi de maalesef bir kandırmacadan ibaret olup temelinde  güce dayalı sistemler kategorisine girmektedir. Çoğunluğu güç olarak kabul etmiş ve azınlığı ezdirmiştir.Sermaye ve medya gücü ile seçimlerde daha fazla oy  alan parti veya partiler  yönetimi ele geçirerek,  azınlığı kendi anlayışına ve kararlarına uymaya mecbur bırakmakta ve  gücü çoğunluk kararlarına bağlamaktadır. Bu sistemde yeri geldiğinde dörtte birlik bir çoğunluk bile bir  ülkede yaşayan tüm insanlar adına kararlar alabilmekte ve onları istemedikleri şekilde yönetebilmektedir. Kısaca halk yönetimi olan demokrasi halkın yönetimine dönüşmüş durumdadır. Bu eleştirileri artırabilir ve daha bir sürü aksaklık bulabiliriz. Zaten televizyonlarda , sohbetlerde bu aksaklıklardan , sıkıntılardan fazlaca söz edilmekte ancak ortaya çözüm üretecek, yeni bir model konulamamaktadır.Yukarıda bahsettiğimiz demokrasi anlayışı içersinde sorunların çözülmesine uğraşılmaktadır.

 

İslamiyet sadece Müslümanların değil tüm insanlığın sorunlarını çözmek için gelmiştir. İslam Düzeninin yani Barış Düzeninin tesisi için temel kaynağımız Kur’an ‘dır.  Mehmet Akif’in dediği gibi asrın idrakine Kur’an’ı söyletebilmek olmalıdır tüm çabamız. Bu da ancak yeni içtihatlarla gerçekleşecektir. İçtihatın önünün kesilmesi nasıl ki Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olmuşsa bugün de eğer içtihat yapmazsak Müslümanlar olarak maalesef başkalarının biçtiği rolleri oynamaya devam edip sömürünün bir parçası olmaktan kurtulamayacağız.Bugün insanların inandıkları gibi yaşadıkları , giyindikleri , istedikleri kanunlara uyup uymama özgürlüğüne sahip oldukları, kimsenin bir başkasının hayat tarzı dayatmasına maruz kalmayacağı ideal düzen sadece İslam düzeninde mevcuttur. Hz.Peygamber Medine ‘de dünyadaki  ilk anayasayı hazırlayarak Mekkeli Müslümanlarla ,Medineli Müslümanlar arasında uzlaşmaya dayalı bir devlet kurdu. Bu ilk anayasa metninin içine Medine çevresinde yaşayan müşrik kabilelerle Yahudi ve Hristiyan kabilelerinin adlarını sayarak ortak savunmaya katılıp katılmamalarını ve buna göre haklara sahip olup olmayacakları ayırımını da zikrederek hukukunu belirledi ve onları anlaşmaya çağırdı.Hepsinin teker teker ve kendi istekleriyle bu anlaşmaya katılmaları ile Medine Kent Devleti kurulmuş oldu. Bu yeni devlette “özel hukuk” ve   “kamu hukuku” birlikte uygulandı.  İşte daha o zamanlarda İslam Düzeni herkese kendi kanunlarını uygulama hakkı vermiş ve sahte demokrasi yerine gerçek özgürlük ve hürriyet düzenini olan İslam Düzeninin en önemli örneğini sunmuştur.

 

Bu  uygulama ile insanlara , mikroda özgürlük makroda ise anlaşmalara dayalı olarak ortak hareket etme örneği  sunulmuştur. Günümüzde de farklı anlayışa, inanışa , mezhebe , ideolojiye sahip insanlar en az 3000, en fazla 10.000 kişiden oluşan bucaklarda(kanton) kendi kamu hukuklarını uygulayarak mikro düzeyde özgürlüklerini yaşayabilme imkanına sahip olacaklardır. Özel hukukta ise insanlar hangi mezhebe , hangi inanca bağlı ise onun hükümlerine yani kendi seçtiği anlayışa göre hareket edebilecektir. Nikah, boşanma , miras  gibi konuları içeren özel hukukta isteyen Hanefi mezhebine göre hereket eder, isteyen İsviçre medeni kanununa göre. Bundan daha fazla özgürlük olabilir mi? Kamu hukukunda bile insanların seçenekleri o kadar çoktur ki , istediği , benimsediği , beğendiği hukuk sisteminin uygulandığı bucağa(kanton) dahil olarak oranın hukukunu benimser ve o hukuku yaşar. Bir bucak İslam hukukunu uygulayabilir bir diğerinde seküler bir hukuk yürülükte olabilir vs. Bundan daha demokratik bir yaklaşım var mıdır? Merkezi yönetim yerine yerinden yönetim anlayışı ile  merkezin dayatmalarına karşı insanlar korunmuş olmaktadır.Merkezi yönetim insanların bu düzenlerini korumakla mükelleftir ve herhangi bir kanun veya kural koyma hakkına sahip değildir.Merkez hakim değil hadim durumundadır. İnsanlar istedikleri zaman bucaklarını değiştirme hakkına sahiptir. Hatta yeter sayıya ulaşırsa kendisi bile anlayışına uygun bucak kurmayı  hak edebilir. İslam Düzeni bu şekilde yapılanma modellerini emrederek , tavsiye ederek insanların kendi cüzi iradelerini kullanmalarına imkan sağlamıştır. Bu düzen içerisinde istedikleri hayat tarzını yaşama imkanını bulan topluluklar birbirlerini tehlike olarak görmeyecek ve  tamamen hürriyetlerle dolu bu  sistemi korumak için elinden geleni yapacaktır. Yani ekseriyet demokrasisi ile gücü ele geçirmek için ortaya çıkan çıkar çatışması , hicret demokrasisi olarak da adlandırabileceğimiz bucak(kanton) sistemi ile  yerini çıkar paralelliğine bırakacaktır.

 

Her bucak kendi içerisinde huzuru , güveni , adaleti ve refahı tesis ettiği ölçüde tercih edilecek ve gelişecek bu ortamı oluşturamayan bucaklar ise terk edilerek yeter sayının altına düşüp kendiliğinden fesih olacaktır. Bucaklar arasındaki bu olumlu rekabet insanlığın ilim, kültür, sanat ve hukuk alanında ilerlemesini sağlayarak gelecek nesillerin daha mutlu ve güvenli bir dünyada yaşamalarına imkan sağlayacaktır.   

 

İslam düzeni bu şekilde tüm insanların hem haklarını ve özgürlüklerini korumuş hem de bir arada yaşama imkanını sağlamıştır.  Yine bu ilahi düzen, insanlar ve topluluklar arasında ortaya çıkan ihtilafları merkezi yönetim tarafından atanmış hakimler yoluyla değil her bir tarafın kendi seçtiği hakemler aracılığıyla çözmelerini  istemiştir. Ekseriyet demokrasisi ile seçilmiş veya başka şekillerde gücü ele geçiren yönetimlerin ataması ile bir nevi memur statüsünde olan hakimlerin nizaları çözmesi ancak hakim gücün arzuları yönünde kararlar vermesi ile sonuçlanacaktır. Ne de olsa memur amirinin isteklerinin dışında iş yapamaz. Oysaki İslam, ihtilaf yaşayan tarafların her birinin  kendi hakemlerini seçmesini istemiş ve bu iki hakemin seçeceği bir baş hakemin vereceği karara uyulmasını emretmiştir. Verilen kararı beğenmese bile uyması zorunlu kılınmış fakat hakemlere karşı da hakeme gitme yolunu açık bırakmıştır. Bu mükemmeliyete bakın ki insan kendisinin seçtiği  hakem ile mahkeme edilebilmektedir. Kendi seçtiği kişinin vereceği karar mı yoksa atanmış bir memurun vereceği karar mı insanı tatmin eder, adaletin tecelli ettiğine inandırır?

 

Hakemlik müessesinin örnek uygulama biçimi Hz.Peygamber döneminde gerçekleşmiştir. Medine Devleti’nde özgürce yaşayan , inanç ve vicdan hürriyetinden sonuna kadar faydalanan Yahudiler , anlaşma ile ortak savunmaya katılmayı kabul etmişlerdi. Ne var ki savaş esnasında düşmanla işbirliği yaparak Müslümanları arkadan vurmuşlardı. Anlaşmayı bozmaları ve kendi devletlerine ihanetlerinden dolayı yargılanan Yahudilerden bir hakem seçmeleri istendi, onlarda kendileriyle dostluğu bulunan ve ticari ilişkileri olan Sa’d Bin Muaz’ı hakem seçtiler. Hz.Peygamber’de bunu kabul etti. Yahudilere Tevrat’a göre mi karar verilsin yoksa Kur’an ‘a göre mi diye soruldu , onlarda Tevrat’ı seçtiler. Sa’d Bin Muaz tüm bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı: “Ben onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına , mallarının Müslümanlar arasında taksim edilmesine ,çocuklarla kadınların ise esir edilmesine hükmettim.” Görüldüğü üzere savaşta devletine ihanet etmiş bir topluluk bile mahkeme edilmiş üstelik kendi seçtikleri hakem ve kendi istedikleri kanuna göre karar verilerek , adalet sisteminin ulaştığı mükemmeliyet ortaya konmuştur. Bu hususta Hz.Peygamber, kendi başkan olmasına rağmen karar vermemiş, mahkeme usulüne uymuş ve hakem neye dayanarak karar verirse versin ona uymayı taahhüt etmiştir. Çünkü Kur’an hakem kararlarına itaat etmeyi Allah’a itaat etmek olarak görmüştür. Bu sistemi şimdi AİHM ‘nin aldığı kararlarla kıyaslayınız hangisi daha tatmin edici ve adil bir yargılama sürecidir? Karar sizin..

 

Her zaman ve mekana hitap eden Kur’an ‘ın günümüz sorunlarına , sıkıntılarına , problemlerine de çözüm yolları sunmuş olup sadece bizlerin okumasını ve anlamak için çaba sarfetmesini beklemektedir Allah’ın ayetlerinden olan müsbet ilim ve Kur’an sayesinde çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur. İslam barış düzenidir , herkesin cüzi iradesini istediği şekilde kullanmasına olanak sağlayacak barış ortamını, düzenini tesis etmeyi amaçlamıştır. Yoksa bugün anlaşıldığı anlamda  dini bir düzenin diğer insanlara da dayatılması değildir. Bugün yanlış bir laiklik anlayışıyla inancından dolayı, giyiminden dolayı baskı gören Müslümanların yarın iktidarı ele geçirip kendi gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara kendi gibi yaşaması için baskı yapması zulümdür, cüzi iradeye müdahaledir. Bugün yaşadığını başkasına yaşatmak ne kadar doğrudur ve islamidir?

 

Yukarıda Kur’an ‘ın asrın idrakine söyletilmesiyle ortaya çıkan bucak sistemi ve hakemlik müessesesinden genel hatlarıyla, ayrıntıya girmeden bahsettik . Yine Kur’an ile ortaya konan eğitim ve ekonomik sistemden konumuz farklı olduğu için bahsetmedik. Ama emin olun ki ne kapitalizme ne liberalizme ne de komünizmin prensiplerine ihtiyacımız var . Kur’an bir toplumda işsizliğin nasıl giderileceği, faizsiz müesseselerin yani karz-ı hasen müesseselerinin nasıl yapılanacağı , üretimin nasıl destekleneceği , vergi sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda bizleri ziyadesiyle aydınlatmıştır.

 

İslam Dini , Barış Düzeni demektir. Sadece bu düzende insanlar , barış içerisinde , korkularından uzak ve hürriyet içerisinde yaşayabilirler. Biz müminlere düşen görev de herkesin hesabını sadece Allah’a vereceği bu sistemi kurmak için çalışmak. Yoksa şu anki sistem içerisinde sunulacak çözümler hep başka bir zulmün ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Ne AB ne de ABD insanlığın sorunlarına ve korkularına çözüm bulacaktır. Çözüm ancak ve ancak Kur’an ‘dadır.  İslam Düzeninin kaynağı olan  Kur’an’ı okuyup öğrenmek için daha ne bekliyorsunuz?

 

 

Zafer Kafkas


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
15.11.2010
03:49

KURBAN üzerine okuduklarım ve yaşadıklarım ciltler dolusu olur; KURBAN ile ilgili yazdıklarım, çalışma arkadaşlarımla her yıl yazdıklarımız nice makaleler, kitapçıklar, kitaplar olur... Oysa bütün okunanlar, yaşananlar, yazılanlar, yapılanlar tek bir teslimiyete “teslim olmak” makamında; Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’in teslimiyetleri! Hazreti Hacer’den olan biricik oğlu Hazreti İsmail’i “KURBAN ET” emrini yerine getirme teşebbüsü ve Hazreti İsmail’in teslimiyeti: “Babacığım! Emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

Bütün mesele Hazreti İbrahim ile Hazreti İsmail’in bu teslimiyetini anlamak…

Sonra bu teslimiyet ruhu ve şuuru ile kurban kesebilmek; kurban olmak…

İşte bu başarılabiliyorsa, o zaman Fuzûli gibi şöyle demeli, diyebilmeliyiz:

“Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd için

Dem-be-dem sâat-be-sâat ben senin kurbânınam.”

***

“MÜBAREK KURBAN BAYRAMINIZI EN SAMİMİ DUYGULARIMIZLA TEBRİK EDER… BİRLİK, BERABERLİK VE HUZUR İÇERİSİNDE SAADET DOLU NİCE BAYRAMLAR DİLERİM…”





Sayı: 75 | Tarih: 14.11.2010
Ahmet Hakan
Süper demode tutumlar
1795 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Prof. Ali Bardakoğlu’na takdir ve minnet
1255 Okunma
Tayibet Erzen
Mahir Kaynak
Sele karşı tedbîr
1202 Okunma
3 Yorum
Süleyman Karagülle
Ruhat Mengi
'Diyanet'e sormak laikliğe aykırı ise...
1151 Okunma
3 Yorum
Vahap Alma
Zülfü Livaneli
Atatürk’ü sevmek ve anlamak aynı şey değil
1137 Okunma
Ali Bülent Dilek
Fehmi Koru
Yeni medya düzeni
1136 Okunma
Ahmet Kirtekin
Mehmet Şevket Eygi
Bu Ülke Haramla Abâdolmaz
1133 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ebubekir Sifil
Birlikte Yaşamak ve 'Bir Olmak'
1118 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Ruhat Mengi
'Diyanet’e sormak laikliğe aykırı' ise...
1086 Okunma
Vahap Alma


© 2024 - Akevler