Prof. Dr. Sabri TEKİR
ESAM, İstanbul Konuşması
26. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi;
"Küresel Krizlar, İslam Dünyası ve Batı"
14 Kasım 2017, 2. Oturum
Muhterem Saadet Partisi Genel Başkanı, ESAM’ın muhterem Genel Başkanı,
İslam Dünyasının muhtelif ülkelerinden teşrif buyuran çok değerli misafir kardeşlerimiz,
Muhterem konuklar, basınımızın değerli mensupları hepinizi muhabbet ve hürmetle selamlıyorum.
Programımızın, çalışmalarımızın başarılı olmasını C.Hak’dan niyaz ediyorum.
Dünyada 20.yy. ın ikinci yarısında başlayan ve 21. yüzyılda daha da hızlanarak devam eden bir teknolojik devrim sürecindeyiz. Bu aynı zamanda insanlık tarihi için bir gelişim, değişim ve dönüşüm sürecidir. Bu süreç, sadece ekonomik hayatı değil, sosyal hayatı, kültürel değerleri ve düşünce tarzlarını, olayları algılama ve bakış açılarını daha da süratli değiştirmektedir. Bu gelişim, değişim ve dönüşüm sürecinde İslâm dünyası, İslâm’ın evrensel temel hak ve özgürlükler, ekonomik ve sosyal adalet, ekonomik ve beşeri kaynaklarına sahip çıkma ve onları geliştirme, insan haysiyet ve onurunu koruma konularında kendine çeki düzen vermezse, çözümü güç büyük sıkıntılarla karşılaşacabilecektir. Bu noktada Bosna Hersek Devletinin Kurucu Bilge Başkanı merhum Aliya İzzetbegoviç’in 1997 yılında Tahran’da İslâm Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşmayı hatırlamamak mümkün değildir.
Söz konusu konuşmasında Bilge Devlet Başkanı şöyle demişti:
“Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın.
Güzel yalanların yardımı olmaz, ama acı gerçekler bir ilaç olabilir.
Batı çöküntü içinde yada dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizmin “çürümüş batı” propagandası, bunu acı bir şekilde ödedi.
Batı çürümüş değildir. Güçlü, örgütlü ve eğitimlidir.
Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temizdir.
Batıda insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda.
Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler.
Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum.
İslâm en iyisi, ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve biz her zaman onları karıştırıyoruz.
Batıdan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz. Kuran bunu bize emretmiyor mu: “Hayırlı işlerde yarışınız.”
Bu arada Bilge Devlet Başkanının şu sözünü de hatırlamak kadirşinaslık olacaktır: “Müslümanlar, Kur’an hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için, Kur’anın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler”.
İbn Haldun’a göre İslâm toplumlarındaki gerilemenin sebebi, onlara güç sağlayan iki kaynağı ihmal etmeleridir. Bu kaynaklar, İslâm Risaleti ve Toplumsal Birliktelik Duygusu yani Ruhudur. Bu iki güç kaynağı uzun süre ihmal edildi, İslam dünyası za’fiyete düçar oldu. Uzun bir zaman sonra, günümüzde önemli bir güce erişmiş olmasına rağmen Müslümanların sahip olduğu potansiyelini yeterli düzeyde değerlendirebildiği söylenemez.
İslâm dünyasının sorunları İslâmın özünden kaynaklanıyor değildir. Tersine, onların tarihsel geçmişleri, dini, siyasi ve toplumsal önderlerinin kalifikasyonundan kaynaklanmaktadır. Önderlerin dini algılama, ekonomik, siyasi, toplumsal ve kurumsal gelişmeleri kavrama kabiliyetleri yetersizdir. Yöneticilerin bilge kişilerden olmayışı siyasi iktidar ve güvenlik endişeleri ile otoriter, adil olmayan, toleransız, temel hak ve özgürlüklerden uzak politikalar geliştirmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, bilgi, bilişim ve iletişim alanındaki gelişmelerin genç nesil üzerindeki etkilerini yeterince değerlendirememeleri, bu nedenle de göz ardı edişleri ile irtibatlıdır. Bunlara, kullandıkları dil ve uslubun hırçın ve nefret dolu olması, din dilini ideolojik ve ayrıştırıcı olarak kullanmaları da dahil edilebilir. Çünkü bu kesimin dini algılama ve hayata bakış tarzları, genç neslin hayatı algılama tarzına ve hayatın akışına ters düşmektedir. Bu ters düşüş, esasen risâletin iki önemli kaynağına nüfuz etme, anlama, bunu uygulamak için eşyayı kullanma yeteneğindeki zafiyet ve eksikliklerle bağlantılıdır. İşin özü, İslâm toplumu iman ve bilgi toplumudur, bu temel üzerine kuruludur. Bilgi toplumunda toplumu yönlendirme işlevi, geçmişte olduğu gibi, ulemanın olması gerekirken, ulema bu görevini siyasi önderlere terk etmiş bulunmaktadır. Otoriter ve totaliter rejimlerde ve popülizmin öne çıktığı demokratik sistemlerde ise, bu işlevi görecek bilge önderlere nadiren rastlanmaktadır.
İslam Dünyası, geçmişte Milli Görüş Lideri ve 54. TC Hükümeti Başbakanı merhum Prof.Dr. Necmettin ERBAKAN ve Endonezya Devlet Başkanı Prof.Dr. Yusuf el-Habibi başta olmak üzere önde gelen 8 İslam ülkesi liderinin her türlü engeli göğüsleyerek ve nihayetinde aşarak kurdukları D-8’i İslam ülkelerinin yeterince ve verimli şekilde değerlendirebildikleri söylenemez. Daha önce kurulan Ekonomik İşbirliği Örgütü, İSEDAK, İslam Konferansı Örgütü ve İslam Kalkınma Bankası gibi örgütler de buna dahildir. Bu kuruluşların, sağlıklı bir değişim, dönüşüm ve siyasi birlik, ekonomik ve sosyal kalkınma enstrümanları olarak kullanılabilecekleri açıktır. D-8 ise özellik arz eden bir uluslararası organizasyondur. Uluslararası ilişkilere yeni bakış açısı ve buna ilişkin insanlığa huzur, saadet ve adalet getirecek yeni ve evrensel ilkeler getirmektedir. Ayrıca, unutmamak gerekir ki güçlü siyasi birliktelikler ortak değerler yanında güçlü ekonomik işbirliği ve dayanışma zemini üzerine inşa edilebilir.
Savaş değil barış;
Çatışma değil, diyalog;
Çifte standart değil, adalet;
Üstünlük değil, eşitlik;
Sömürü değil, adil düzen;
Baskı ve tahakküm değil, insan hakları, hürriyet ve demokrasi.
Bu temel ilkeler, tüm insanlığın hasretle beklediği, huzur ve saadet için tahakkukunu istediği adil, hakkaniyetli evrensel ilkelerdir. İslâm ülkeleri liderlerinden bu feraseti, bu basireti ve bu konuda yeterli celadeti göstermelerini beklemek, sadece Müslümanların değil tüm insanlığın hakkı olsa gerektir. Unutmamak gerekir ki İslâm toplumu, barış toplumudur. Erdemliliği esas alan bir toplumdur. “Aranızda faziletli kalmayı sakın unutmayın. (Velâ tensevü’l fadla beyneküm) (Bakara 237)
İslâm = Erdemli toplum = Ehliyet, Adalet, Liyakat = Meritokrasi (Erdemliler Yönetimi)
Hz. Peygamber daha 25 yaşlarında iken Mekke’de soygun, haksızlık ve gelen tüccarların hukukunu korumak için bir kısım arkadaşları ile Hılf’ül Fudul adlı bir dernek kurmuşlardır.
İslam Dünyasında, sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa huzur ve mutluluk kazandıracak Kur’an’ın evrensel / cihanşümul prensiplerine göre güçlü bir eğitim sistemi, adil bir ekonomik ve sosyal sistem, temel hak ve özgürlükler üzerine bina edilmiş güçlü bir siyasal organizasyonun kurulması asla imkansız değildir. Kur’an’ın âmir hükmü gereğince Müslümanlar kamu hizmeti, kamu erkinin kullanımı ve adalet konularında insanlığa mükemmel bir kurumsal ahlak modeli sunmak zorundadırlar. Tekrar edelim, bu asla imkansız değildir. İslâm dünyasındaki en büyük aksaklık budur.
Bu huzur ve mutluluk dünyası, bütünün mücevher değerinde kıymetli bir unsuru olarak, küresel sistemle uyum içerisinde olması için ekonomik ve politik stratejiler geliştirilmelidir. Bilinmelidir ki, temel hak ve özgürlüklerde, sosyal hayatta Kur’an-ı Kerim’deki niteleme ile kıvamında, olması gereken en mükemmel şekilde, tüm insanlığa yönetim ahlakında model olmayı başaramayanların, kendileri dışındaki dünyadan adalet beklemeleri anlamsız olacaktır.
Toplumdaki adalet duygusunu rencide eden, yönetim ile yöneticiler arasındaki güveni sarsan, yozlaşmanın ve kötülüğün yaygınlaşmasının temel nedenleri:
Kamu gücünün keyfi, kişisel, ailevi, grup ve yandaş kesimler için kamu vicdanını rahatsız edecek şekilde kötüye kullanımı –
Irk, renk, dil, din, bölge vs. temelli ayrımcılık,
Eş-dost kayırmacılığı
Güçlü olanların kurallara riayetsizliğinin toleransla karşılanması
Kamu kaynaklarının ( kamu mallarının ve kamu gelirlerinin) kişisel, bölgesel vb. bazlı adaletsiz kullanımı.
Bu sosyal ve politik hastalıkların tümünü İslam ülkelerinde görmek mümkündür. Halbuki, İslam ülkeleri adalet, hakkaniyet, güvenilirlik merkezli model ülke olma sorumluluğu altındadırlar.
Şeffaf siyaset, kamu erkini adil kullanma, kamu mallarını ve kamu gelirlerini yerinde harcama, zengin ile yoksul arasındaki uçuruma varan farklılıkları giderme, şeffaflık, denetlenebilirlik, yolsuzluklardan arınmış, sorumluluk ve emanet bilinci içinde yönetme kıstaslarına göre İslam ülkeleri dünya ülkeleri sıralamasında çook gerilere düşmektedir. Batılı ülkelerin tersine, milletin tercihi ile iktidar erkini elde eden Müslümanlar, bu erki Allahın kendilerine tevdi ettiği bir emanet olarak algılamak yerine adeta ganimet olarak düşünmektedirler. Halbuki, kamu görevi, kamunun temsili, kamu erkinin kullanılması bir “EMANET”tir ve emanete ihanet de büyük sorumluluktur.
Nitekim, George Washington Üniversitesinde yine Müslüman bir araştırmacı grup tarafından yapılan, 208 ülkeyi “İslamilik Endeksi” ve “Ekonomisinin İslamiliği” esaslarına göre sıralamaya tabi tutan araştırmanın sonuçları üzerinde İslam ülkelerinin derin derin düşünmeleri gerekmektedir.
Dünya ülkelerini sıralamak için kullanılan, genelde adaletli, Hak ölçütüne göre işleyen bir ekonomik sistemin karakteristik özelliklerinden oluşan 12 temel iktisadi prensip şunlardan oluşmaktadır:
1. Toplumun tüm üyelerine eşit iktisadi fırsatlar
2. İktisadi adalet
3. Sözleşmelerin ve mülkiyet haklarının korunması
4. Çalışmak isteyen herkese istihdam imkânlarının oluşturulması
5. Eğitim imkânlarının eşit sağlanması
6. Yoksulluğun önlenmesi ve temel ihtiyaçların karşılanması (gıda, yiyecek, elbise, sağlık gibi)
7.Vergilerin toplumun diğer ihtiyaçları için kullanılması
8.Tabii kaynakların toplumun bugünkü ve gelecekteki üyeleri düşünülerek yönetilmesi
9. Yolsuzluğun önlenmesi
10. Destekleyici bir finansal sistem oluşturulması
11. Faizin kaldırılması da dahil finansal teamüller
12. Devlet yapısının bu ihtiyaçları karşılayacak verimlilik ve etkinlikte olması
Dünya ülkeleri sıralamasında bu prensiplere uyan ilk 10 ülke arasında İslam ülkesi yoktur.
Ekonomik İslamilik Endeksi (208 Ülke sıralaması)
Her yıl güncellenen verilere göre Kuran'a ve İslami ideallere en uygun olarak yönetilen ilk üç ülke: İrlanda, Danimarka ve Lüksemburg.
- Irlanda
- Danimarka
- Lüksemburg
- % 85'i Ateist Olan İsveç Yolsuzlukta Dünya Sonuncusu...)
- Birleşik Krallık
- Yeni Zelanda
- Singapur
- Finlandiya
- Norveç
- Belçika
- Tüm AB Ülkeleri
- Japonya
- Kore Cumhuriyeti
- İsrail
- ABD
.
.
.
33. Malezya
45. Rusya
42. Kuveyt
54. Kazakistan
55. Bruney
61. Bahreyn
62. Çin
64. BAE
71. Türkiye (%99'u Müslüman Olan Türkiye, Yolsuzlukta Dünya İkincisi...!)
72. Tunus
74. Ürdün
80. Azerbaycan
82. Umman
87. Lübnan
91. Suudi Arabistan
97. Hindistan
104. Endonezya
139. İran
141. Pakistan
145. Bengladeş
İslâm Ülkeleri ve İslâmîlik Endeksi
Ulusal bazda İslami uygulamaları “benimseyen” ülkeler de dahil edilince, İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 ülke kategorize edilmiş:
a) İslâm’ı devletin resmi dini olarak kabul eden ülkeler (Cezayir, Bangladeş, Mısır, Irak, Kuveyt, Libya, Malezya, Maldivler, Fas, Tunus, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri…)
b) İslâm’ı devletin ana dini olarak kabul eden ülkeler
c) dikkate değer bir Müslüman nüfusa sahip olan ülkeler
d) kendilerini İslâm cumhuriyeti olarak ilan eden ülkeler (Afganistan, Bahreyn, İran, Moritanya, Umman, Pakistan ve Yemen.)
“İslâmilik Endeksi” nedir?
Bu şu demek, örneğin; Yeni Zelanda bir İslam ülkesi veya İslam’ın yaygın olduğu bir ülke “olmamasına” rağmen; ekonomi, hukuk, yönetim, siyasi haklar ve insan hakları bakımından İslami kriterlerle ne kadar uyumluluk gösteriyor, ne kadar “İslami” yaşıyor?
Bunun yanında İslam ülkesi ve İslami uygulamaları benimseyen ülkeler ne kadar “İslami” yaşıyor? Araştırma ve sonuçlar oldukça çarpıcı. İslâmilik Endeksi sonuçlarında İlk 10 içerisinde ne bir İslam Ülkesi ne de bir İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülke var.
Müslüman entelektüel kesim, zenginler vb. topluma önderlik yapabilecek kişi, grup ve hatta şirketler batılı ülkelerde yaşamayı, çocuklarını oralarda okutmayı, oralarda çalışmayı bunun için tercih ediyorlar. Bu da İslam ülkelerinin zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının işletilmesi, istikrarlı bir siyasi, ekonomik ve sosyal gelişme ve yapılanma için gerekli yetişmiş insan ve finansman gücünün göçüne neden olmaktadır. Gelişmiş ülkeler de bu maliyetsiz beşeri ve finansal servet transferini memnuniyetle kabul etmektedirler. İslam ülkeleri iki asra yakın bir süredir ekonomik, sosyal kalkınmaları ve siyasal istikrarları konusunda geri kalmışlığın bu kısır döngüsünü yaşamaktadır.
Türkiye başta olmak üzere tüm İslam ülkeleri kendi potansiyellerinin bilincinde olmalı. Hatta bu potansiyellerini birleştirerek çok daha güçlü olmanın yollarını aramalıdırlar. Biz sahip olduğumuz maddi ve manevi değerlerimizin bilincinde olmasak bile olanlar her zaman çıkacaktır. Nitekim Samuel Huntington da, Türkiye’nin kendi potansiyelini keşfetmesiyle birlikte sahte bağlardan kurtulup özgürlüğe kavuşacağını belirterek bu konuda şunları söylemektedir:. “Türkiye kendi varlığını yeniden tanımaya başlarsa ne olur? Batı kulübüne üyelik için aşağılık bir şekilde kendisine biçilen dilenci rolüne son vermeye hazır bir Türkiye, tarihi rolüne geri dönerek İslâm’ın sözcülüğünü üstlenir ve Batının hasmı olur.” (Sayfa 291). Bu değerlendirme fiziki ve beşeri sermaye kaynakları bakımından yeterli zenginliğe sahip diğer İslam ülkeleri için de aynen geçerlidir. Ancak, bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için gerekli ekonomik, askeri, beşeri ve kurumsal güçleri harekete geçirecek bir siyasi irade gerekmektedir.