İnsanları Yanıltanlar
(Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. İsrafil Balcı)
Bundan otuz sene önce çok düşündüm, en büyük günah, en büyük suç nedir, diye Kur’an’a, Kur’an’ın tefsirlerine ve insan psikolojisine baktım. En zararlı insan eyleminin yalan olduğu bildiriliyordu bu kaynaklarda. Evet, küfür bir yalandır. Sonsuz enerji, yazılım ve güzel gelişmeler ve manalar içeren evren, anlamsız ve absürttür demektir. İkiyüzlülük, varlıkta ve hayatta hiçbir düzen yok demektir. Sahtekârlık, çok çirkin bir yalancılıktır. Sahte, Farsça bir kelimedir, çok sıcak ve seni yakan manası var.
Bununla beraber bütün dinlerde, bu yalancılık, küfür ve sahtekârlıktan daha büyük bir suçtan bahsediliyordu. Deccallık. Deccal, yanıltan demektir. Kâfir ve yalancı demek değildir. Bunun zararı yalandan daha büyüktür. Dicle nehri kelimesi de bu kökten gelir. Dış görünüşte az su görünür, ama debisi insanı sürükler boğar. Maalesef bugün Türkiye’de siyaset, ticaret, reklam, iletişim ve akademik kariyerler yüzde yetmişi bu tarz yanıltmalardan oluşuyor. Çok ilginçtir İslam bilim ekolleri içinde birbirini deccallıkla itham edenler sadece hadisçiler var. Onlar aslı doğru olan rivayetleri alıp, günlük mezheplerine ve siyasete özellikle Emevi siyasetine alet ederek kullanırlardı. İslam dinindeki bilgiler soyut kanunlardır; dinde somut bir şey yoktur diyen Mutezileyi, kâfir bellemişlerdi.
Bu araştırmamdan sonra slogan tarzında şöyle demeye başladım: En büyük suç yanıltmadır, ondan daha da kötüsü insanın kendi kendisini yanıltmasıdır. Evet, Türkiye insanları bugün her açıdan yanılgıları yaşıyor. Bilimlerde ve inançta doğru ile yanlışları ayırt etme yeteneğine ve seviyesine sahip değiller.
Türkiye’deki bütün yanıltmaları, özellikle bilim dünyasındaki yanıltmaları yazmak için 10-15 cilt kitap gerekir. Biz burada sadece, yüzde yüz doğru konuşması gereken iki akademisyenin videolarından beşer kesit yazacağız ki, insanımız onlara bakıp varlık ve hayat anlamsız ve absürt imiş demesin.
Hemen hatırlatalım ki bu İlahiyatçı iki zat (Mustafa Öztürk ve İsrafil Balcı) art niyetli değiller. İyi derece dil bilgisi, iyi derece fen bilgisi ve özgür düşünmeyi bir arada kullanamadıklarından dolayı, ilim yolunda ters şeride geçmişlerdir. Profesörlük unvanı da bırakmıyor ki, geri dönsünler. Onlar da kendilerini, toplumu yanıltmaya veriyorlar. Ne de olsa hem şöhret olarak tatmin oluyorlar. Hem de bol reklam ve para alıyorlar.
Mustafa Öztürk Hoca, dini metinler, özellikle ahkâm konuları tarihseldir, tezini dibine kadar savunuyor. Dolayısıyla, ona cevap olan bütün yorumları dışlıyor. Dinin Ontolojik bilgilerini de tam anlamıyor. İki sene önce, Hz. Muhammed'in ve Arkadaşlarının Allah Algısı isminde bir video yayınladı. Burada tamamen Kur’an’a aykırı bir manzara ortaya çıktı. Çünkü tek kaynağı Arap putperestliğinin nüksetmesi olan hadisleri esas aldı.
Bu muhaddisler istisnasız hepsi, zorunlu kader yazgısını savunuyorlar. İmam Ali ve Ehl-i Beyt yerine, İslam’a karşı darbe yapan Emevileri tutuyorlar. Allah’ı, gökte insan şeklinde sınırlı somut bir varlık olarak görüyorlar.
Ben ona cevaben, Allah’ın Sonsuz Varlığı ve İnsan Özgürlüğü isminde bir makale yayınladım. Sonra kendisi, İbn Arabi ve Spinoza’nın Allah Algısı diye üç video çekti. Hocam doğru yola geldi, diye sevinirken, bu sefer ortaya çıktı; Allah bilinmiyor, ben artık Agnostiğim diye video yayınladı. Orada da durmadı, şimdi işittim, O Muhaddislerin Allah Algısını kitap yapıyormuş. Müslümanların Karın Ağrısı Kadın Konusu kitabından sonra onu yayınlayacakmış. Her ne ise onun bu altı videosuna karşı benim altı makale cevabım İnternette var. İsteyen bakabilir.
Bu arada bir tekstil mühendisi, önce Nurculara takılmış fakat ikna olamamış, ben ona o altı makalemi gönderdim. Bu sefer Mustafa Hocanın “Ben Kur’an’ın Allah Algısını bir türlü anlayamıyorum. Kur’an, Allah intikam alır, intikam demek kanın beyne hücum etmesi demektir. Bu nasıl Allah ki intikam alıyor, ayrıca sınırlı bir günaha karşı insanı ebedi cehenneme atıyor.” sözüne takıldı. Ben burada ona ve onun gibi olanlara cevap olsun, diye hem bu intikam kavramını hem de ebedi cehennemin ne demek olduğunu açıklayacağım.
A- İntikam kelimesinin kökü nıkmet kelimesidir. Nimet kelimesinin zıt karşılığıdır. Nıkmet, insanın, gayr-ı meşru edindiği lezzetin boğazında tıkanması demektir. Nimet, rahat yutulan; nıkmet, boğazda tıkanan şey demektir. Asla kanın beyne hücum etmesi manası yoktur. Kur’an bu kavramı 12 yerde kullanmıştır. Cenab-ı Hakk bunlarla diyor ki, sizin gayr-ı meşru aldığınız lezzetleri ben sizin boğazınızda tıkatacağım, onları yutamayacaksınız. İşte burada bu 12 yerin üçünün tefsirini yapacağız ki bu işin ilahi bir yasa olduğu, şahsi bir duygu olmadığı anlaşılsın.
1- “Allah peygamberleri üzerinden verdiği diriliş vaadinde durmayacağını sanma. Onların dirilişi inkâr edip her türlü azgınlığı yapma zevklerini boğazlarında tıkayacağım. Allah, azizdir, yani sonsuzdur, dolayısıyla dirilişe gücü yeter, Allah o suçluları diriltecek ve o azgınlık zevkini boğazlarında tıkayacaktır.” (14/47)
İşte bu ayetin son cümlesi olan Allah azizdir, intikam sahibidir, cümlesinin sayısal değeri 1558’dir. Kur’an’dan elliden fazla yerde bu tarih çıkıyor. Sosyolojik ve ekolojik bir kıyametin tarihi olduğu anlaşılıyor. Evet, insanoğlu özellikle çevre konusunda böyle tahripkâr giderse elbette aldığı bütün lezzetler aşırı bir kıtlıkla boğazlarında tıkanacaktır.
Mesela Kur’an’ın başka yerine bakalım: 77/9. Ayet: Gök delinince deyimi ekolojik bir kıyamet olan atmosferin delinmesi manasına gelir. Evet, bu çağda atmosfer delindi. Bu delik büyürse, dünyada hayatın sonu olur. Ayrıca bu çağımızda atom bombası patladı, o ise bir nevi göğün yırtılması demektir. Bu 77/9. ayetin tamamı 1554 ederek Hicri o tarihte bir kıyametin kopacağına da bakar. (Bkz. Kastamonu Lahikası.) Ayette geçen Es-Sema kelimesi 132 eder. Bu ise, Muhammed kelimesiyle eşittir. Kıyamette dünya ile beraber din de delinecektir, hurafeleşecektir, diye inceden işaret eder. Bunun da baş sebebi Hz. Muhammed’i yanlış tanıtan hadisçilerdir.
Bir misal daha: 77/46. Ayet: “İşte ey yalanlayanlar, 46 kromozomlu yapınız gereği yiyin. Ve az yaşayın. Sizler gerçekten suçlusunuz; hesaba çekileceksiniz.”
Az yaşayacaksınız manasındaki az= kalilen ifadesi, 171 ediyor. 19’un 9 katı. Yiyin kelimesi ise 57 ediyor; 19’un üç katı. Ve az yaşayacaksınız=we-temetteu kalilen fıtri emri ise, 1323 ediyor. Osmanlının son ömrüne bakıyor, Rumi tarih olarak.
Nitekim 1324’te Hürriyet ilan edildi. Ayetin, Yiyin ve az yaşayacaksınız kısmı, 1551 ediyor. Bütün insanlık için veya İslam dünyası için önemli bir kıyamet tarihine bakıyor.
Bir misal daha: Rahman suresinde (55. Surede) 31 sefer tekrar edilen “Bugün artık Rabbinizin hiçbir yüce nimetini inkâr edemeyeceksiniz” ayeti 1562 ediyor.
2- İkinci Yer: Eğer senin peygamberlik görevin bitmeden seni ölümle alsak, mutlaka o kâfirlerden intikam alırız.” (43/41) Bu ayet de 1904 eder. Bu ise İslam âleminin artık bittiği tarihlerdir. İslam’ı bitiren de Avrupa idi. Fakat Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla yani on ve kırk sene sonra o nimet onların boğazında tıkandı.
3- Üçüncü Yer: “İman öyle lezzetli bir nimettir ki Allah onu kime nasip etse, hiçbir sebep onu saptıramaz. Allah aziz ve intikam sahibi değil mi ki, küfrün verdiği özgürlüğün karanlık lezzetini kâfirlerin boğazında tıkasın.” (39/37)
B- Şimdi Ebedi Azap bahsine geçebiliriz: Cehennem ve Cennet Kavramları
Bugün dünyada dindışı yaşayan Deist, ateist ve agnostik üç milyar insan var. Mesnetsiz ve maneviyatsız yaşamak çekilmediğinden çoğunlukla dinleri araştırıyorlar. İslam, madde-mana, dünya-ahiret, işçi-patron, bilim-din gibi zıtları barıştırmayı ve dengelemeyi vaat ettiğinden, birçok bilim adamına çekici geliyor. Fakat Kur’an’da geçen üç yüz cehennem ve ateş tehditleri, onlara anlamsız geliyor. Ontolojik olarak nükleer bir ateş, insan bedeninin yapısına uygun gelmez, diye düşünüyorlar. Hatta sırf bu noktadan, birçok araştırmacı İslamcı dahi ateist oluyor. İşte bu anlaşılmayan ve üç yüz sefer Kur’an’da geçen gerçeği, yine Kur’an’dan beş-altı anahtar bilgi ile anlatmaya çalışacağım.
a) Kur’an, bilinçdışı, arketip, metafizik alemin literatürüdür. Rüya ve ehl-i keşfin müşahede diline benzer. Dolayısıyla, dünyadaki bütün sıkıntı, acı ve hastalıkları ve benzeri durumları ateş ve cehennem ile ifade ediyor. Çünkü bunlar, bilinçdışı arketip ve metafizik boyutta böyle görünüyor. Mesela Nisa, 10. ayet şöyle diyor: “Yetim malı yiyen karnını ateşle doldurur…” Çünkü bilinçdışında ve metafizik boyutta o mal ateş diye görünür. Ve Hucurat Suresinde ifade edildiği gibi: “Kardeşinin gıybetini yapan, ölmüş kardeşinin etini yemiş gibi olur. Hiç kimse bunu ister mi?!” Çünkü gıybet metafizik alemde ölü eti yemek diye görünür.
b) Araplar, özellikle Medine’deki farklı kabileler, İslam öncesinde anarşizm ve kaos içinde yaşıyorlardı. Her an iç savaş çıkma ihtimali vardı. İslam geldi, onlara bir Anayasa yaptı, her şeyi kaide ve kurala bağladı. Medine’ye medeniyet getirmiş oldu. Şehrin ismi Yesrib iken, hukukun egemen olduğu yer, diye Medine ile değiştirildi. İşte Al-i İmran, ayet 103, bu durumu şöyle anlatır:
“Hepiniz Allah’ın ipine sarılın, dağılmayın, Allah’ın o büyük nimetini hatırlayın ki sizler birbirinize düşmanlar iken Allah sizi kaynaştırdı, birbirinize kardeşler oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz, Allah sizi kurtardı. Allah ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru hedeflere varasınız.”
İşte bakın bu ayette iç savaş, sosyal sıkıntılar ve anarşizm, ateş çukuru olarak görünmüş. Çünkü Gayb Âleminde o üç sosyal hastalık ateş diye görünüyor. “Evet, Kur’an, bu görünen âlemde, gayb (metafizik) âlemin dilidir.” (Said Nursi)
c) Bir anahtar daha, Meryem Suresi, ayet 69-71: “Hepiniz (evet bütün insanlar, peygamberler de dâhil) Cehennemden geçiyorsunuz. Bu, Allah’ın geliştirici rububiyetinin yerine getirilmesi gereken kesin bir hükmüdür. Biz özünü koruyanları ondan kurtarırız. Allah’ın Rahmaniyeti olan kâinattaki diyalektik ve dengeye karşı olan zalimleri orada diz çökmüşler olarak bırakırız.”
İşte iyice bakın bu ayette, başta peygamberlerin çektikleri sıkıntı ve zorluklar olmak üzere bütün acılar, hastalıklar ve fakirlik gibi durumlar, cehennem diye ifade edilmiş. Ve burada cehenneme giriş değil de etrafında diz çökmüşlük kelimesi geçiyor. Evet, insan, açlık, hastalık ve sıkıntı çeker ki gelişsin. Sonra dengeyi bulunca varlık ve tabiata egemen olur, acı ve sıkıntılardan kurtulur.
Evet, bu ayetler dünyadaki cehennemi anlatır ki, dünya gelişme ve terbiye yurdudur. Ve herkes o cehennemin içinden geçer, dengeyi ve takvayı bulanlar kurtulur. Diğerleri alışırlar, o acı ve sıkıntıların yakınında oturur. Çünkü sürekli acı, hastalık ve sıkıntı olsa insan dayanamaz, ölür. Ölmemeleri için Allah alışkanlık verir; yani kenarda tutar.
d) Cehennem ateşinin yakıtı insanlar ve taşlardır. (Bakara, 24) Müfessirler bu ayette taşlardan maksat putlardır, demişler. Evet, bu ayette ahiret bahsi geçmiyor. Demek dünyevi bir ateşten söz ediliyor. Ayet bize der ki: Bir metafizik ruh olan vahiy kanunları ile düzene girmeyen bir toplum, anarşizm ve kargaşa yaşar. Cehennem gibi bir durum sosyal ve psikolojik hayatları yakar.
Evet, sınırlı düşünce ve yanlış bilgi ve bilimlerden kopuk dini anlayış özellikle taşa tapmadan ibaret olan putperestlik, öyle sosyal, bilimsel ve dinî bir cehenneme yakıt olur ki, asla ıslahı mümkün değil. Meğer her şeyi silip yeniden bilimsel verileri esas alsalar ve o bilimsel veriler ışığında dinin öz anlamlarını anlasalar. Evet, sınırlı bir tanrı anlayışı ve bilimden kopuk dinî metinleri metafizik dille değil de sokak diliyle anlamanın putperestlikten hiç farkı yok. Onun için dindarların çoğunda ahlak olmuyor. Ateistler de suçu, dinî (semavi) kitaplarda görüyorlar ve yanılıyorlar. Suç o kitaplarda değildir.
e) “Ahiretteki biyolojik yaratılış dünyadaki ilk yaratılış kanunları ve yapısı gibi olacak. İmam Gazali, farklı olacak demişse de Kur’an’dan anlaşılan, her iki yaratılış birbirine benzeyecek.” (Barla Lahikası). Demek insan vücudu, Karbon monoksit veya Nükleer bir ateşe dayanamaz.
Öyle ise Kur’an’ın üç yüz otuz sefer ateşle ve cehennemle tehdidinin amacı ve gerçeği nedir.?!
Yine Said Nursi kendisi cevap veriyor: “Cennet ve cehennem, varlık ağacının ebede doğru giden iki dalı ve iki damarıdır. Cennet ve Cehennem bu dünyada diğer bütün zıtlar gibi iç içedir. Ve insanın kalbinden tut ta evine kadar ta devlete kadar her yerde dal budak salmışlardır. Ahirette bunlar toplanacak iki havuz olacaktır.” (29. Söz)
Demek bu üç yüz otuz sefer tekrar, yaratılış ağacının en önemli iki dalının ve iki damarının mahiyetlerini ve metafizik âlemdeki görüntülerini anlatmak içindir. İrşat, mesaj ve bilgi için de Taha Suresi, ayet 113, bu ateş bahsini ve tekrarını şöyle gerekçelendiriyor:
“İşte böylelikle biz bu metafizik gerçekleri açık, anlaşılır bir Kur’an yaptık. Ve onda birçok tehdit (vaid) kullandık ki insanlar kendi özlerini (putperestlikten, günahlardan ve yanlıştan) korusunlar. Veya onlara varlığı tanımak için bir mesaj ve bilgi (zikir) olsun.”
Cehennemle ilgili bu on anahtar bilgiyi, canlı Kur’an olan Hz. Muhammed’in hayatında şöyle görüyoruz:
“Bir kadın Hz. Peygambere geldi, biz senin anlattığın gibi bizim çocukların ateşte yanmalarını anlamıyoruz. Bunda bir terslik var, dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed ağladı, ben ne edeyim, bana öyle görünüyor, dedi.”
[İbn Kesir, İsra Suresi tefsirinde; müşrik çocuklarının babalarına bağlı olarak ateşte olacaklarını bildiren birkaç rivayet zikrediyor. Tirmizi, Hadis No: 1430’da ise kadının sorusunu ve Hz. Peygamberin yere kapanıp ağladığını yazıyor. Ama burada, cehenneme gitmeyecekler, azgın putperestlerden başkası cehenneme gitmez, diye hadis bitiyor. Ebu Davud Tayalisi, Hadis No: 1576 ve İmam Ahmed Hadis No: 2/208’de Hz. Peygamber’in Ayşe’ye:
Müşriklerin çocukları cehennemdedirler diye söylediğini; istesem, ya Ayşe, sana çığlıklarını işittiririm, dediği rivayet ediliyor. Fakat bazı âlimler, bu dünya boyutuyla olan cehennem görüntüsünün gerçeğini bilmedikleri için bunlar zayıf hadislerdir, dinin temel ilkelerine aykırıdırlar, demişler. Çok acıdır ki Cebriye mezhebi, bunların sıhhatini bilip fakat işin mahiyetini anlamadan bu gibi rivayetleri kendine delil yapmıştır.]
“Evet, vahiy Peygamberlerin müşahedeleridir, Şeytan bu müşahedelere asla müdahale edemez. Özellikle Hz. Muhammed’in müşahedesine. Ne görseler gerçektir. Fakat yorum ve tefsir ister.” (28. Lem’a)
Önemli Bir Hatırlatma: Nitekim Bediüzzaman’ın Eskişehir Hapishanesinde iken; Lise avlusunda raks eden kızların yandığını görmesi ve onlara ağlaması da bu tür bir müşahededir. Yani keşfen o halet ateş diye görünür, o haletin sahipleri daha sonraki hayatlarında çok acı ve sıkıntılar çekerler. Fakat Nükleer ve Karbon monoksit ateşte yanma yoktur. Sadece öyle görünür.
Kur’an’da Cennet Tarifi: Kur’an’da, insan doğasının çektiği ve arzuladığı bütün ahlaki lezzetler ve maddi nimetler var. Bunların hepsini yazmak, bir makaleyi aşar. Herkes de bunları yaklaşık olarak bilir. Fakat Kur’an’da cennetin asıl ismi el-hüsnadır. Çok çok güzel olan demektir. Bu kip ism-i tafdildir, min harf-i cerri ile kullanılsa her şeyden daha güzel olan manasına gelir. Fakat bu ayetlerde min kullanılmadığı için biz onu, çok çok güzel olan diye tefsir ediyoruz. Evet, cennet manasında geçen on bir hüsna ve bir hasene toplam on iki kelime bu kökten var Kur’an’da. (Mesela: Güzellikler yapanlara Hüsna (Cennet) ve daha fazlası var. Yunus, 26) Bu kelime, etimolojik ve deyimsel manası ile diyor ki: Ne kadar güzellikler varsa onlar cennettir. Bakara, 201’de geçen kullanılışı da şöyledir:
“Ey bizi değişik zıtlarla terbiye eden Rabbimiz, bize dünyada da hasene (güzellik) ver; Ahirette de güzellik (hasene) ver. Bizi (dünyada da ahirette de) ateş (her nevi kötülük) azabından koru.”
Demek nasıl Kur’an’da her nevi kötülük cehennem ve ateş diye geçiyorsa (yukarıda gördüğünüz gibi), her nevi güzellik de cennet demektir. Demek dinî bilgiler evrensel ve kâinat çapındadırlar.
Dinin bu evrenselliğini bilmeyip, mecburi olarak dinî sistemden sadece ahlakı alan Immanuel Kant’ın “Cennet karşılığında yapılan işler ahlaki değildir” demesi, çıkarcılık beklentisi ve eğer hedefte bir sonuç yoksa asla yapılmayan işler için geçerlidir. Yoksa Allah’ın sistemine katkı yapanların elbette bir ücreti olur. Bu ücret ve hak ilkesine girer ve ahlakidir. Ayrıca sonsuz olan Allah’ı sınırlı kullara kıyas yapmamak gerektir. Ve ayrıca Kur’an, Kant’ın dediği o yüksek seviyeyi hedef gösterir:
Allah yolunda cihat (cehd ve gayret) gösterenlere cennetin bütün nimetleri vardır. Fakat Allah’ın hoşnutluğu onlardan daha büyüktür. Asıl büyük kazanç budur. (9/72)
Evet, sonsuz olan Allah, insandan razı olursa, bütün varlık sisteminin o insanı desteklemesi demek olan gerçek saadet olur. O insan için daha ölüm ve diğer kötülükler söz konusu olamaz.
Küçük Bir İlave Altı Not:
1-Varlığın ve evrenin her alanında, en doğru şahitler olan birer fen oluşmuştur. Fen demek, o ilim alanında düzen ve kanunlar olduğu manasına gelir. Kaos denilen kısımlarda dahi, daha mükemmel bir düzen ve daha yüksek bir matematik olduğunu bugün yazılım uzmanları hep bir dilden ikrar ediyorlar. Demek mahiyetini bilsek bilmesek, varlığın, evrenin ve hayatın bir anlamı vardır.
2- Durum böyle olduğu için ilim ehli genellikle Ateist olmuyor. Dindar olmayanlarının çoğu agnostik oluyor. Gerçekten Ateist olanlara da eğer varlığın soyutuyla, somutuyla birliği ve sonsuzluğu anlatılsa ve literal dincilerin anlattığı, ötelerde bilinmez sınırlı bir Teo anlayışı araya girmezse kesinlikle onların da bir kutsalı ve anlam algısı olur. Çünkü, varlık, evren ve hayat absürt ve karanlıktır demek, çok büyük bir vebal ve sorumluluk getirir.
3- Elimizde varlığı anlamlandıran üç temel kitap var: Tevrat, İncil ve Kur’an. Fakat bunlar sokak diliyle okunduğundan, maalesef on bin hurafeye dönüşüyorlar. Onun için bilim ehli bunları iyi bir edebi ve Hermenötik dil ile okumalı. Bağlamlara çok dikkat edilmeli. Mesela: Maide suresi ayet 44-51, mealen diyor ki: Tevrat, bir aydınlanma ve başarı kitabıdır. Tevrat, semavi dinlerin aslıdır. Kim dinin aydınlık ve başarı yönünü inkâr ederse, o, kâfir olur. (44) Dinlerin asıl temel taşı eşitlik ve adalettir. Kim dinlerin bu eşitlik ilkesini reddederse, o, zalim olur. (45) İncil’de de aydınlık, başarı, ahlak ve ruhanilik vardır. Ruhanilik ve ahlak, Tevrat’taki başarı ve aydınlık kanunlarını tasdik edicidir. Kim dinin bu boyutunu inkâr ederse, o, fasık (ahlaksız) olur. (46-47)
Demek Tevrat, daha çok ilim ve kanun yönünü esas almış, İncil, daha çok ruhanilik ve ahlakı esas almış. Kur’an ise ikisini ve iki yönü birleştirmiş. Yani diyalektik yapıda olduğundan bereketli bir kitap olmuş. Bu ayetler bize diyor ki: Dinler, biri diğerini iptal için gelmemişlerdir. Onun için, ey farklı dinlere sahip insanlar, artık iyiliklerde yarışın. (48)
4- İşte kim dinlerin bu özelliğini inkâr ederse ve dini mesajın sonsuzluğuna aykırı olarak din milliyetçiliğini yaparsa, putperestleri dindarlara tercih ederse, sakın böyleler ile dost olmayın. (49-51)
Evet, her dine, zamanı gelir ihtiyaç olur. Mesela Roma ahalisi Hedonistliğe saplandıkları için, sırf lezzet için boşanıyorlardı. Nitekim sırf lezzet için kendilerini kusturup bir daha yemek yiyorlardı. Onun için Hz. İsa boşanmayı yasak etti. Zaten İsa’da sevgi esas olduğu için nefret asla caiz değildir. Düşmanınızı dahi sevmezseniz asla iman etmiş olamazsınız. (İncil)
5- 18. ve 19. asırda Avrupa aydınlanması, dini kitapları bir kenara bırakıp varlığı Fizik, Kimya ve Biyoloji olarak anlamak diye anlaşıldı. Çünkü o kitaplar tarih olarak ele alınmış idi. Sonra, Biyoloji ve Antropoloji bilimleri ile anlaşıldı ki o kitaplarda hiçbir tarihi bilgi yoktur. Her bir cümleleri, önemli bir alimin deyimiyle, birer kanun-u külli-i meşhuttur: Yani evrensel ve gözle görünen birer arketip ve yasadırlar. Ben sırf bu noktada beş kitaplık analizlerde bulundum ve yayınladım.
6- İnanç özellikle eğer soyut sonsuz değerlere dayanıyorsa, insan duygu ve yeteneklerini bire bin geliştirir. İnançsız insanlar, soyut değerleri ve maneviyatı göremediği için kısır ve verimsiz olur. Bu geliştirmede iki temel nokta aktif sebep olur. A) Ahlaklı ve düzenli olmak. B) İnsanın asıl enerjisinin yüzde doksanını oluşturan bilinçdışı tarafını çalıştırmak. Dinin asıl özü budur.
Yoksa tarihsel olan ve çoğunlukla şekillerden ibaret bulunan Şeriatın yargıları değildir. Müslümanlar siyasallaştıkları için, dinin bu temel iki yönünü ihmal ediyorlar. Onun için Dünya, İslam’dan nefret eder duruma girdi. Yoksa İslam, dünya-ahiret, kader-irade, kadın-erkek, fakir-zengin, madde-mana ve özellikle bilim-inanç dengesidir; kelime olarak, bu zıtları barıştıran sistem demektir. Yazılarımda birçok açılımları göreceksiniz.
Hulasa: Bütün ilim dünyasına ilan ediyorum. Her şeyi yapabilirsiniz. Fakat varlığı, evreni ve hayatı, absürt ve karanlık olarak algılamayın. Çağımız gerçek aydınlanma çağıdır. Böyle bir algı başta, varlığın motor gücü olan diyalektik kanununa aykırı olur. Ayrıca varoluş ve hayat bir cennettir (Tevrat, Tekvin, 3); kendinize cehenneme çevirmeyin. Evet, cennet ve cehennem lokal birer yer değiller. Bu dünyada başlayan evrensel birer yasadırlar. Hayatın başlangıcından beri çekilen ve tadılan bütün mutluluklar ve bütün acıların ifadesidirler. Öyle hurilerle dolu yemyeşil bir bahçe ve çok sert kebap edici bir ateş çukuru söz konusu değildir.
Sakın sanmayın yanlış anlaşılan buradaki beş-on kavramdır. Bunlar gibi tam on bin ölü kavram, bugün din diye bize sunuluyor. İntikam kavramı gibi şu üç kavram da Mustafa Öztürk Hocanın anlamadığı şeylerdir. Şöyle ki:
On Bin Ölü Kavram:
İslamiyet’te her birisi bir mucize olan on bin kavram var; ama ümmet onları ölü kavramlar haline getirmiştir. Prof. Dr. Şadi Hoca’nın Muhakemat Dersleri kitabında bunların yaklaşık beş yüz tanesini gözlemleyebiliyoruz. Bunların burada üç tanesine değinmek gerekir.
HİKMET, RAHMET ve SALAVAT
Hikmet, Muhakemat kitabında genellikle bilim ve felsefe manasında iken bu kitapta genellikle fayda diye çevrilmiştir. Rahmet, Allah’ın saf hayır ve nimet olan somut tecellisi ve yaratması dolayısıyla başarılı kılmak ve soyut ruhlara bir beden giydirmek manasında iken, burada Allah’ın peygamberini ve müminleri yüceltmesi ve onlara acıması olarak verilmiştir.
Ahzap 56. ayette şu emir var: Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey inananlar siz de Peygambere salat ve selam edin.” Tevbe, 10’da da yanlış yapan ve savaşa gelmeyen Sahabiler hakkında “Peygamberin onlar için yaptığı salat”tan söz var.
Şadi Hoca bu iki ayeti anlamadığından ve salavat kelimesinin etimolojisini bilmediğinden, Allah’ın Peygambere salat etmesi, ona övgü ve acıması demektir. Meleklerin Peygambere salat etmesi, Peygamberin günahlarının bağışlanmasını istemeleri demektir. Müslümanların Hz. Muhammed’e salat ve selam getirmeleri ise, ona salavat getirmeleri ve ona kayıtsız şartsız teslim olmaları demektir, diyor. Peygamberin Sahabilere salat etmesi ise, onlara hayır duasında bulunması demektir, diyor. Ve zayıf iki hadisle, Hz. Muhammed’in adının anıldığı her seferinde Salallahu Aleyhi ve Sellem duasını okumak farzdır, diye söylüyor. Hâlbuki bir sefer yeterlidir.
İşte başta Salavat olmak üzere bu üç hayati kavramı ve numune olarak on bin ölü kavramımızı kurtarmak için şu beş etimolojik ve yasal bilgiye bakmak gerekir:
1- Salat ve salavat kelimelerinin tam manası, destek vermek demektir. Ahzap, 56 diyor ki: Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar. Ey müminler siz de ona destek verin ve ona selam edin. (Yani onun vazifesine zarar vermeyin.) Demek salavat getirmek, destek vermek demektir. Selam da kuru teslimiyet değil de Peygamber ile barışık olmak ve ona zarar vermemek manasındadır. Nitekim halk arasındaki selamlaşma da bu manadadır. Körü körüne teslimiyet değildir.
2- Rahmet Kavramı: Rahmet kelimesi, yumuşaklık özellikle kalp yumuşaklığı demektir. Allah için maddi bir kalp düşünülemeyeceği için; bu kavramın Allah hakkında kullanılmasının mecaz olduğu anlaşılır. Demek nasıl bir insanın kalbi yumuşadığında iyilik yapar; güzel işler görür. Aynen öyle de Allah’ın (sonsuz soyut varlığın) tenezzül edip hakiki varlığa göre yumuşak ve feminen bir yapı olan maddeyi, sonra hayatı, sonra baharı ve rızkı yaratması, O'na has bir rahmet (yumuşak davranış) biçimidir.
Demek her varoluş bir rahmettir. Varoluş süreci içinde -273 °C ile 10 milyon °C’yi dengeleyip cennet gibi dünya küremizi hayata elverişli yapması da bir rahmettir. O aşkın varlık için bir tenezzüldür; başka benliklere bir şefkattir.
Dünyamızda dahi sonsuz diyalektik yapıları ve olayları dengeleyip dünyayı hayata bir beşik yapması, aileyi bir yuva kılması, hayatı bir huri gibi çalıştırması yine rahmettir. Demek Allah falan kişiye rahmet etsin duasının şu beş manası var:
- Allah ölümden sonra da onu var etsin.
- Allah onun eksiklerini gidersin.
- Allah ona bağış ve iyilik yapsın.
- Allah ona destek çıksın.
- Allah onu başarılı kılsın.
Evet, salat (sala) ve rahmet kelimeleri dua manasında kullanılır. Çünkü dua da önemli bir başarı ve destek çıkma aracıdır. Furkan, 77. ayet “Dua ve çabanız olmazsa hiçbir değeriniz olmaz.” diyor.
3- Hikmet: Osmanlıcada dört manaya geliyor. 1) Allah’ın hikmet ismi yani her şeyi bilimlere uygun ve yararlarla donanmış olarak yaratması. 2) Felsefe. 3) Fen bilimleri. 4) Yarar. Felsefe ve bilimler, varlıkların yararlarını ve bilimsel yönlerini araştırdığı için o ismi almışlardır. Yoksa hikmet direkt olarak fayda manasında değildir. Felsefe kelimesi ise Yunanca olup, bilgi sevgisi demektir. Filo, sevgi demektir. Sofya da bilgi ve felsefe manasına gelir.
[Ayasofya da kutsal bilgelik manasına o ismi almıştır. Aslında orası Cami olmamalı, Bilimler Akademisi olmalıdır.]
İKİNCİ YANILTAN AKADEMİSYENİMİZ
PROF. DR. İSRAFİL BALCI:
İsrafil Balcı Hocanın İnternette 5-10 videosu var. Hepsinin ortak söylemi şudur. “İslam öyle değerli bir din değildir. Çünkü onda orijinal hiçbir şey yoktur. Bütün bilgileri ve uygulamaları Sümer’den, Zerdüşt dininden ve Yahudilerden kopyadır.”
Bütün bunlara cevap vermek bu makalenin hacmini aşar. Onun için, tekrarla öne aldığı ve göze çarpan beş iddiasını cevaplayacağız. Şöyle ki:
A) Sümer’de Temmuz diye bir bereket tanrısı vardı. Bazıları bu Temmuz kelimesini Domuzi diye okuyor. Türkçedeki Domuz kelimesi buradan geliyor. Bundan dolayı Sümer’de domuz eti haram idi. Bu haram Tevrat’a geçti; oradan da Kur’an’a geçti.
İşte bu iddia beş yönden yanlıştır.
1- Türkçedeki domuz kelimesi, toniz kelimesinin evrim geçirmiş şeklidir. Yani Domuz kelimesi Temmuz ile hiç ilgisi yoktur. (Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türki’sine bakabilirsiniz.) Ayrıca Temmuz kelimesi Sümer’de değil de Akadlarda, çok sıcak ve sıkıntılı geçen ay demektir. Muazzez İlmiye Hanımın dediği gibi bereket tanrısı ile alakası yoktur. Bereket tanrısını temsil eden ay Temmuz değil de Mayıs ayıdır. Nitekim bizde bereket sembolü olan Hıdır-ellez Mayıs ayında olur.
2) Tıbben, domuz etinin öldürücü virüs taşıdığı biliniyor. Ancak uzun zaman çok tuzlu suda bekletilirse temizlenebiliyor. Sümerler ve Akadlar akıllı iki millet idiler, domuzun bu zararını bildiklerinden kendilerine yasak etmişlerdi. Ve mitolojik dile geçirip Vahşi Domuz bizim baş tanrımızı öldürdü diye kayıt altına almışlardır. Evet, bu zararlı virüs özellikle çok sıcak olan Orta Doğuda yasak edilmeli.
3) Kur’an’da domuzun haram olmasını bildiren ayetler Mekke’de nazil olmuşlardır. Yani Hz. Muhammed’in Yahudilerle haşir-neşir olmadığı dönemde inmiştir. Hz. Muhammed “Ben bu haramı vahiy ile biliyorum, Allah’ın bir yaratığı olarak değil de pis olduğu için haramdır” dedi.
4) Ayrıca birçok Kur’an ayeti, bu haramın öyle kutsal bir şey olmadığını bildiriyor. Zorda kalan fazla aşırı yemeden insanlar yiyebilir, diyor. (2/173; 16/115)
5) Hz. İsa da bu yasağı öyle kutsal bir şey olarak görmedi. Havarilerine yedirdi. Yahudiler itiraz edince, bizde tok olmak yasak, az yenebilir, siz ağzınıza girene değil de ağzınızdan çıkan çirkin kelimelere bakın, dedi. (Matta, 15/11)
B) Sümerlerde yedili sistemler var. Bu kavram önce Yahudiliğe sonra İslam’a geçmiştir, diyor İsrafil Hoca. Hâlbuki bu sistem, bütün doğada, gökyüzünde, insanda ve insan beyninde var. Mesela Güneş, 28 (7*4) günde ekseninde döner. Mesela psikiyatri ilaçlarının çoğu 4 haftaya göre yani 28 adet olarak ayarlanır. Mesela Galaksimiz, yedi halkadan oluşur. Mesela haftanın yedi günü. Mesela yaratışın yedi devresi. Ayrıca yedi sayısı Sami milletlerde çokluk ifadesidir.
“Altı günde yarattı; yedinci günde onları yönetiyor.” Bilgisi, varlık sistemi içinde bize şu numuneleri hatırlatıyor:
1) İlk patlama, parçacıkların oluşumu, hidrojenin oluşumu, nebulaların oluşumu, güneşlerin oluşumu, gezegenlerin oluşumu ve gezegenlerde canlı sistemlerin oluşumu.
2) Yeryüzünün yedi jeolojik dönem ile beraber; atom, molekül, aminoasit, protein, hücre ve bölünebilir hücre ve beden süreçlerinden oluşan canlılığın yedi dönemi...
3) İnsanlığın Homosapiens oluncaya kadar geçirdiği yedi paleontolojik dönem. Ki her dönem yaklaşık bir milyon sene sürmüştür.
4) İnsanlığın (Homosapiens’in) sosyolojik altı dönemi: Vahşet, bedeviyet, kölelik, feodalite, ecirlik (işçilik) ve malikiyet. Evet, kölelik insanlık âleminde bittiği gibi, bir gün gelecek işçilik de bitecek; herkes çalıştığı yerin ortağı olacaktır.
5) Evet, bütün varlık sistemleri içinde yedili bir takvim ve saatin işlediği görünüyor. Özellikle insan beyni ve metabolizması, 7 günlük haftayı ve 28 günlük ay takvimini kullanıyor. Bu bilgi psikiyatri ilaçlarında daima göz önünde bulunduruluyor. 28’lik aylar, ay takvimine göredir. İbraniler ve Araplar bugün dahi bu takvimi esas alıyorlar. Alfabeleri de 28 basamaklı olan ondalık sistemi gösterecek şekilde sıralanmıştır.
Kur’an, yaradılışın bu ince ve gizli takvimini bize gösterdiği gibi; her birisi evrensel hakikatin ismi ve anlatımı olarak da 28 peygamberi (misyonu) bize anlatır. O 28 misyonu bizim de üstlenmemizi tavsiye eder.
C) İslam, cemaatle namazı Yahudilerden öğrendi. Bu da beş yönden yanlıştır.
1- İslam, Hz. İbrahim’in pratiklerinin devamıdır. Yahudilikten çok önce vardı. ( Hacc, 78)
2) Mekke’de Müslümanlar tehlike altında olduğu için sesli namaz da cemaatle namaz kılmak da yasak idi. (17/111)
3) Hz. Muhammed daha Medine’ye gitmeden önce giden sahabeler Medine’de Cuma namazını kıldırdılar.
4) Yahudi namazında kıyam ve secde var. Ama rükû yanı orta yolu tutma yok. Onun için Kur’an onlara namazı emrettikten sonra ayrıca rükûu da emrediyor. (2/43)
5) Sırf İslam’ın rükûa yani sırat-ı müstakime ve orta yola önem vermesinin bir işareti olan rükû İslam’ın her şeyinin orijinal olduğunu gösteriyor. Şöyle ki:
77/48. Ayet: “Onlara kıyam ve secde (madde ve mana, iman ve bilim, toplum ve birey) ortası olan rükûa gidin, denilince rükû etmezler.”
İşte Hz. Muhammed’in ikinci en büyük mucizesi, başta bu dengeli ahlakıdır. İfrat (aşırılık) ve tefrit (gerilik), inanç ve bilim, yasa ve mucize olmak üzere bütün zıtları, orta yol demek olan sırat-ı müstakimde dengelemesidir.
Nitekim yaratılış da bu dengeden ibarettir. Sağlık da bu denge demektir. Şeriat ve hukuk da bu adalet ve dengedir. Yoksa zıtları inkâr etmek veya aşırılıklarda bulunmak demek değildir. Evet diriliş de yeni bir varoluş da olacak olan dengeler manzumesidir. Maalesef bu denge mucizesi, Hicri 48’de Emeviler eliyle bozuldu.
77/49. Ayet: “İşte o gün o mucizevi dengeyi bozanların, varlıkta ve hayatta adalet ve güzellik yoktur, diyenlerin vay haline!” Nitekim 49 sene sonra yani Hicri 89’da Emevilerin saltanatı yıkıldı, dünyada da ahirette de perişan oldular.
77/50. Ayet: “Artık bu Kur’an’ın mesajından sonra hangi bir söze (Hadise) inanacaklardır?!”
D) İsrafil diyor ki, Muhammed, Cehennem, Sırat Köprüsü ve Miraç kavramlarını Zerdüşt dininden almıştır. Yukarıda Cehennem kavramını gördünüz; İslam’ın nasıl evrensel bir hakikat olarak onu anlattığını. Kaldı ki, Zerdüşt dini de semavi hak bir dindir. Bütün dinlerin ortak noktalarının olması çok doğal bir hakikattir. Sırat ve Miraç kavramlarının evrensel manaları ise, şöyledir:
1-Sırat Köprüsü:
Kur’an’ın, hayatı boyunca yüzlerce yüksek ahlakı yaşayan Hz. Muhammed üzerinden anlattığı ahlaktır. Ona Yasin ve Kalem suresinin başlarında: Sen büyük ahlak üzeresin, diyor. Büyük deyince herhalde kilo veya metre olarak büyüklük kastedilmiyor. Demek burada ifrat ve tefrit, aşırı gitmekle geri kalmak arasında oluşan gerçek ahlak demektir. Büyüklük özellikle azim kelimesi, somut ve gerçekçi yaratılmış şey demektir.
Dolayısıyla büyük ahlak, bu nitelikleri taşıyan ahlak manasında olduğundan eminiz. Evet, somut yaratılış, artı ve eksinin ortası yani dengesi demektir. Bahar, yaz ve kışın ortası olduğu için büyüktür ve güzeldir. Aile, kadın ve erkeğin dengesi olduğu için önemlidir ve hayatın arşıdır.
Hz. Muhammed bütün hayatında hiç uçlara uğramadı, hep denge ve orta yolu seçti. Zaten getirdiği dinin ismi de İslam’dır. İslam, başta ruhanilik ve devlet ile bilim ve imanı barıştırmak olmak üzere bütün zıtları barıştırıp, dengeleyip hayatı bir bahar yapmaktır. Bu ahlak o kadar önemlidir ki, Kur’an'da, Allah dahi sırat-ı müstakim (orta yol) üzeredir, diye ifade ediliyor. (Hud, 56) Evet, Allah için yaratmak çok kolaydır. Çünkü sadece dengelemekle kâinatlar yaratılıyor. Ve onların küçük modelleri olan beyinlerimiz çalıştırılıyor. Hz. Muhammed’in ibadet şekli olan namaz da bu dengeyi pratize ediyor. Kur’an “Namaz, fahşa ve münkerden (ifrat ve tefritten) alıkoyar” diyor. (Ankebut, 45) Kur’an’da, bu evrensel yaratılış formu olan denge ve barışı anlatan yüz küsur ayet var.
Maalesef, bu denge ve barış ahlakı İslam’ın temel ve birinci konusu iken, Müslüman ahlakçılar bunu Kur’an’dan değil de fazilet ve ihlas yerine iyiliği ahlak motivasyon aracı olarak gösteren Aristo’nun İfrat ve Tefrit: (aşırılık ve gerilik) ortasını anlatan Etika’sını esas almışlar. Nihayet 1916'da Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman bunu Kur’an’a dayandırdı: Aşırı zekâ ile ahmaklığın ortası olan hikmet ve anlayışı, saldırganlık ve korkaklık ortası olan cesareti, şehvet düşkünlüğü ile sönüklüğün ortası olan iffeti buldu. İslam Ümmetinin bir ayıbını kapatmış oldu.
Demek sırat köprüsü öyle Hacı-Hocanın bildiği köprü değildir. Bu evrensel denge ve ahlaklı yaşama hakikatidir.
2- Miracın Manası:
Miraç meselesinde ikinci özne, bir insan olan Hz. Muhammed’dir. Bu da insan olarak, böyle sonsuz ve soyut bir varlığı göremez. Ayrıca bütün kozmosu geçmesi için zaman ve hız sınırları yetmez. Ve ayrıca Allah mekândan münezzeh olduğundan O’nu görmek için mesafe kat etmek gerekmez. Peki, bütün bu gerçeklere rağmen rivayetlerin tasvir ettiği miraç hadisesinin manası nedir? Varlığın ve dinin bu bilinmezini anlamamız için kadim geleneklerden gelen bazı şifre sözlerin açılımını anlamamız gerekir; şöyle ki:
Allah, vahidiyet ve letafet itibarı ile görünmez. Fakat külliyet ve kanuniyet üzere sayısız noktalarda farklı çaplarda ehadiyet tecellisiyle görünür, ilgilenir; peygamberle evrensel manada, varlıklarla şahsi manada konuşur. Hz. Muhammed miraçta Allah’ı gördü, sözünün manası bu ehadiyet tecellisiyle Allah’ı gördü demektir.
Nitekim Bediüzzaman Miraç Risalesinde bu meseleyi cilve-i ehadiyet olarak Allah’ın zatıyla görüştü şeklinde izah ediyor. Cilve-i ehadiyetle Zat-ı İlahiyi gördü, diyor. Bu ifade bütün isimlerin ve bütün özelliklerin, bütün ilim ve kudretin en geniş çapta müşahhas bir temsiliyle görüştü, demektir. Yoksa sonsuz soyut boyutuyla Allah görünmez; En’am suresinin açıkça ifade ettiği gibi…
Eğer, insanın bu cilveyi görmesi için bütün kâinatı ve gayb âlemini gezmesi mi gerekiyor gibi bir soru sorulursa, cevap şudur: Hayır, Hz. Muhammed fizik olarak hiçbir yere gitmedi. Belki geçmiş ve geleceğiyle zahir ve batınıyla bütün kâinat ona gösterildi, ona yaşatıldı, bütün kâinatın bütün âlemlerinin mahiyet ve manası ona bildirildi, gösterildi, yaşatıldı. Bunların içinde asıl gerçeklik ve asıl varlık olan Allah’ı ve isimlerini en geniş şekilde gördü, sonsuzluğu anladı, Allah’tan bütün insanlığı kurtaracak emirler getirdi.
Bu meseleyi biraz daha anlamak için şu beş söz üzerinde düşünelim:
-Miracın mahiyeti, velayet demek olan İlahî yakınlıktır.
-Miraç, âlem-i gaybta ruhanilere ve meleklere gösterilen bir Mucize-i Ahmediyedir.
-Miraç gösterdi ki; en büyük velayet (veli olmak) nübüvvettedir.
-Miraç, âlem-i imkândaki (somut kâinattaki) bütün varlık âlemlerini müşahede etmek, onların mahiyetini ve manasını anlamak ve en sonunda âlem-i vücuba (soyut varlığa) varmaktır. (31. Söz) Haliyle bu varmada, yön, mesafe ve mekân söz konusu değildir.
Hz. Peygamber imkân âlemindeki mesafeyi bitirdi, yer kalmadığından bir ayağını öbür ayağının üstüne koydu (Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif). Yani imkân dairesi denilen kâinat, zıtlardan oluşuyor. İnsanın sağ ve sol ayakları, bu zıtların en zirve numunesidir. Zıtlar dünyasında ise, sonsuzluk olmaz.
E) İsrafil Hoca, Sümer Mitolojisini yüzüne gözüne bulaştırdı. Hiçbir Kavramı doğru anlatamadı. Mesela Enki ismine Cebrail dedi. Hâlbuki Enki, Su tanrısı demektir. Melek ve Tanrı kavramları, ikisi de ölümsüz olduklarından aynı kelimelerle ifade edilmişler. Hoca bu farkı göremedi. Tevrat’ın insan (Âdem) yaratılışı aynen biyolojik, sosyolojik ve ontolojik evrim sürecine uyduğu halde onu bir çocuk kadar dahi anlamadı. Tevrat’a ve Kur’an’ a bir ton hakaret yaptı. Bunlara cevap çok uzun olduğundan sadece beş makalenin linkini veriyorum. İsteyen okusun.
1- Arketip Ne Demektir - https://bit.ly/arketip-ne-demektir
2- Dini Bilgilerin Başına Gelenler - https://bit.ly/dini-bilgilerin-basina-gelenler
3- Âdem ve Havva Hakikati - https://bit.ly/adem-ve-havva
4- Cevher Kelimesinin Etimolojisi - https://bit.ly/cevher-kelimesinin-etimolojisi
5- Fen Bilmeyen Bir Mollaya Mektup - https://bit.ly/musa-kazim-hocama-acik-mektup
28.10.2024
Bahaeddin Sağlam