Harun Özdemir yeniden sahalara/sayfalara döndü!
Harun Özdemir, gazete sayfalarından siyasete soyunmaya kalktı, 1 Kasım Seçimi için aday adayı oldu, boyunun ölçüsünü aldı ve yeniden asıl ait olduğu yere yani yazarlığa döndü diyelim!
Doğrusu, geçen seçimde (7 Haziran) Kazım Erten, Arif Ersoy ve Sabri Tekir kardeşlerimizin yaşattığı heyecanı bu sefer Harun kardeşimiz tek başına yaşattı ama hepsi o kadar! Ulu siyasetçilerimizin siyaset radarlarında “AKEVLER ADİL KUR’AN DÜZENİ ÇALIŞANLARI” yok; 15 yıldır zaten hiç olmadılar ki!
Bu sefer Üstad Süleyman KARAGÜLLE bir yazısında bu dört arkadaşımızın ismini anarak/yazarak gerekli uyarıyı yapsa da; Üstad’a kim takar?!.
Ulu siyasetçilerimizin “ERBAKAN HOCAMIZIN MİLLÎ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNE” de, “AKEVLER’İN ADİL KUR’AN DÜZENİ CEKETİNE” de ihtiyaçları yok ya; bakalım böyle gömleksiz ve ceketsiz nereye kadar varabilecekler?!.
Neyse…
Bu kadar siyaset yeter!
Biz asıl konumuza ve asıl işimize dönelim.
Harun’un okuyucusu Sakıp Soyer, 27 Ağustos tarihli yorumunda “İlgiyle takip ettiğimiz İSLAMCILIK yazı dizisi sona erdi mi, devamı var mı?” diye sormuş.
Harun’un son yazısı 20 Ağustos’ta yayımlanmıştı. Yeni yazısı bir ay sonra 22 Eylül’de yayımlanmış oldu, siyaset veya aday adaylığı Harun’u bu kadar engelleyebildi!
Bu arada Harun İstanbul’a kadar da geldi, evimde çayımı da içti, uzunca sohbet edip kendimizce değerlendirmeler de yaptık ama orası ikimizin arasında kalsın!
İyisi mi ben sizi Harun’un bir ay önce ve bir ay sonra yazdığı iki yazısı ile baş başa bırakayım…
İyi okumalar…
Ve de iyi bayramlar…
Kurban Bayramı Mübarek Olsun…
İSTANBUL, Ümraniye, 24.09.2015
Reşad
Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları-12
|

|
Cemaatin diaspora yolculuğu |

|
|

|

|
Bediüzzman’ın gelecek tasavvurunda ateizme karşı Müslüman-Hıristiyan dayanışması vardı. İslâm’ın şartları biliniyordu ama insanlığın ortak paydasını kimse konuşmuyordu. Üstat onu da açıklamıştı: “La ilahe illallah kardeşliği”.
Fethullah Gülen, Bediüzzaman’ın ne demek istediğini biliyor ve bu doğrultuda her kesimle işbirliği yapabileceğini düşünüyordu. ABD, AB, İngiltere, İsrail vs. bunların hepsi olabilirdi. Çok rahattı, dünyaya açılırken önünde hiçbir engel görmüyordu.
Gördüğü ve canını sıkan tek engel vardı, o da dünyaya dar pencereden bakan mağlup Müslümanlardı!
-Gülen, Bediüzzaman hayranıydı ve kendisini onun risalelerini en iyi anlayan ve yorumlayan kişi olarak görüyordu.
-İslâmî ilimleri anlamak ve hayata aktarmak için kendisini iyi yetiştirmişti. Dünyayı yurt edinen geniş düşünceli ne bir âlim ne de bir uygulayıcı tanıyordu. Bu konuda tekti!
-Yetiştirdiği talebeler, talebeden daha donanımlı birer robottu adeta! 3 bin dolara yapılamayan görevleri 500 dolara, hem de 16 saat çalışarak yapabiliyorlardı. Onlar da dünyanın gönüllü vatandaşlarıydı.
-Kurduğu okullar ve dershaneler yurt içinde ve dışında adeta rakipsizdi.
-Özellikle Gülen’in evlenmeden sürdürdüğü münzevi ve fedakarane tempolu hayatı karşısında, benim diyen âlim, şeyh, abi, üstat ve başkan yarışa adeta 3-0 mağlup başlıyordu!
-İslâmcılık oldum olası “devletlu”ydu. Gülen ve cemaati de devlet destekliydi. Lakin devletimiz Osmanlı’dan sonra dini konularda dünyaya açılma hususunda reflekslerini ve belleğini yitirmişti. Dünyayı yurt edinmek için Cenabı Allah’ın yardımına ve ABD’nin desteğine ihtiyaç vardı. Cemaatin uluslar arası bir yapıya dönüşmesi tesadüf değildi. Bunu başarabilecek tek kişi ve oluşum, ne yazık ki rakipsizdi ve tekti.
-Bediüzzaman’dan dolayı Cemaat, çağdaş kavramları son yıllara kadar savunmasa da muhalifi de olmadı. Denebilir ki, Gülen Cemaati, Müslüman beynini enkaza dönüştüren tercüme İslâm’dan en az etkilenen Süleymancılar gibi bir iki cemaatten biri olarak kaldı.
***
-Gülen ve cemaati, 2007’ye kadar Türk Silahlı Kuvvetleri ne yaparsa yapsın tek taraflı bir saygı gösterisi içindeydi. 2007’den sonra ise TSK’dan istediğini almak için amansız bir mücadeleye girdi. Bu beni de şaşırttı!
-Gülen ve cemaati; Erbakan dışında iktidardaki hiçbir siyasetçiye muhalefet etmedi. 2012’de başlayan, 17-25 Aralık 2013’te tavan yapan Erdoğan’a karşı yürütülen benzersiz ve amansız muhalefet, inanılması zor bir gelişmeydi. Sonuçları ağır olacaktı.
-Cemaat finansman ihtiyacını; zekât, himmet, salma, kurban, deri, burs, dershane ve okullardan gelen ayni ve nakdi yardımlarla karşılıyordu. Karşılığında kestiği fatura ve makbuz ise çok azdı.
-Herkesten yardım ve bağış alınıyordu ama çok az kişiye, o da cemaatten ise yardım yapılıyordu!
-Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’nin Müslümanlığı köy dindarlığıydı. Buna Diyanet ve İlahiyat Müslümanlığı da dâhildi. Oysa Cemaat Türkiye sınırlarını aşmış, köyün çok ötesinde fetvalara ihtiyacı olmuştu. Bu noktada Cemaatin tek fetva mercii Fethullah Gülen’di. Ne yazık ki, “La ilahe illallah” Müslümanlığının gerektirdiği fetvaları verecek ondan başka kimse de yoktu. Hayrettin Karaman Hoca’mdan özür dileyerek bir mukayese yapmak istiyorum, izinleri olursa: Karaman Hoca’nın özel görüşmelerinde bir kişiye verdiği 10 numara fetvaları, Gülen Hoca kitlelere veriyordu!
-Din kardeşlerimden de özür dileyerek bir genelleme yapmak istiyorum: Bütün cemaatler ve üstatlar salağa yatırım yaparken, Gülen nitelikli eğitim almış kişilere yatırım yapıyordu!
-Gülen Hoca, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat geleneğine sadıktı. “Başkan fâsık bile olsa itaat edilmeli” görüşündeydi. Fakat ne olduysa artık, bir anda direksiyonu Şia “kıyam”ına kırdı, Başbakan ve Cumhurbaşkanına açık muhalefete girişti.
-Herkesin kulağına küpe olsun isterim: İnsanın ekonomik, sosyal ve siyasal talepleri ve güdüleri istismar edilebilir; bu anlaşılabilirdi. Ama din duygusunun istismarı ise sonuçları itibariyle çok farklı olabileceğinden Osmanlı’dan beri formüle edilen “irtica ile mücadele” önlemleri, asla küçümsenemezdi!
Hiçbir insanî faaliyet şımartılmayı hak etmediği gibi insanların elinde şekilden şekile sokulan din de bu ayrıcalığı hak etmiyordu!
Benden söylemesi!
Bu mukayeseyi uzatabilirim. 1850’lerden beri Osmanlı ve Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı okulların ne anlama geldiğini bilen biriyim. Sanılanın aksine, yurt dışında okul açanların, tek taraflı değil, her iki ülkeye yapabilecekleri olumlu katkıları olduğundan dolayı bu faaliyetleri başarı ile sürdürebildiler. Dünya sömürgeleşme çağını çoktan geride bıraktı. Çağımız “bire bir” ilişkiler çağıdır ve tek taraflı bir çıkar gözetimiyle Edirne’nin dışına çıkılamayacağı da bilinmelidir.
***
Bugün cemaatin Ak Parti hükümetleri ile yaşadığı sorun, parti sorunu olmaktan çok bir “devlet” sorunudur. Bunun nasıl sonuçlanacağına da devlet karar verecektir.
***
Cemaatin yaşadığı sorun nasıl çözülürse çözülsün; bilinmelidir ki, Türkiye’nin AB’deki işçileri gibi ondan çok daha nitelikli dünya çapında “cemaat diasporası” da teşekkül etmek üzeredir.
Bugünlerde yaşanmakta olan sorunlar kimilerinin yüreğini yaksa da, yeni diasporanın yaratacağı sonuçlar, herkesin yararına olacaktır.
Duamız ve dileğimiz her şeyin hayra tebdil olması yönündedir.
Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları-13
|

|
Nurettin Topçu’nun İslâm Sosyalizmi (1909-1975) |

|
|

|

|
Nurettin Topçu kendisini “Anadolucu İslâm Sosyalisti” olarak tanımlamıştır, “İslâmcı” olduğuna ilişkin bir ifadesi yoktur. Çünkü Türkçü-Turancı görüşlere karşı olduğu gibi İslâmcılığa da karşıdır. Buna rağmen onun İslâmcı olduğunu söyleyen biziz, nedeni ise siyasal İslâm konusundaki görüşleridir.
Topçu, Namık Kemal’den Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar “ilk dönem” İslamcıların savunduğu fikirlerden kopuş anlamına gelebilecek bir yerdedir. Modern İslâmcıları da geleneksel dindarları da eleştirir. Bunu tıpkı Necip Fazıl gibi İslâmî eğitim almadan yapar. 40 yaşından sonra İslâm’ı öğrenmeye karar verse de görüşlerinde önemli bir değişiklik olmaz. Necip Fazıl kadar etkili olamamıştır ama Necip Fazıl’dan kaçan az bir okurun bir ara sığındığı baraka gibidir!
Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük-Turancılık akımlarını yetersiz bulan Nurettin Topçu, “Anadolucu İslâm Sosyalizmi”nde karar kılar. Düşüncelerinin temelinde Maurice Blondel’in Hareket Felsefesi vardır. Anadolucu Sosyalizm görüşlerini de büyük ölçüdeRaşit Hatipoğlu ve Nüzhet Sabit’e borçludur.
Topçu; Raşit Hatipoğlu ve Nüzhet Sabit’ten daha ileri giderek “İslâm Sosyalizmi” görüşüne varmıştır. Onun sosyalizmi Marksist ve devrimci sosyalizmden çok farklıdır. O devletin denetimindeki ve köylünün büyük bir ahlâkî iştiyakle sürdürdüğü paylaşmacı naturel yaşama İslam Sosyalizmi der. Tasavvufla donanmış, İslâm’ı gösteriden arındırmış, aklın dine ve yönetime hakim olduğu ahlâkçı bir sistemden yanadır.
İlginç gelebilir diye söylüyorum; demokrasiye ve teknolojiye de karşıdır! Liberal ve kapitalist ekonomileri vahşice bulur. Emeğin sömürüsünü asla kabul etmez. Müslümanları emeğin sömürüsüne ortak olmamaları konusunda sıklıkla uyarır.
Türkiye’ye önerdiği alternatif ekonomik sistem olan İslâm Sosyalizmi, Raşit Hatipoğlu’nun kooperatifçilik ve köylücülük görüşlerinden ibarettir.
***
Her Doğulu aydın gibi o da Paris veya başka bir Batı kentinde, önce şoka girmiş, uyandığında da kendisini ya bir akımın ya da bir filozofun yanı başında bulmuştur.
İslâm Dini’ni merak edişi ve öğrenmeye başlaması ise 40 yaşlarına rastlar.
Batı teknolojisini alma konusunda Batıcılar, İslâmcılar ve Türkçüler hemfikir iken teknolojiyi ilk eleştiren kişi ise Nurettin Topçu’dur. Taklitçi teknolojilerin Türk toplumuna verebileceği zararlara geniş yer verir. Yeni bir teknoloji önermez; o ahlâklı köylülükten yanadır. Topçu bu fikirlerini Batı’da teknolojiyi eleştiren düşünürlere borçludur.
Topçu’nun Müslüman Anadolucu Sosyalizm fikri, teknolojiden olabildiğince uzak, vazife ahlâkı ile donatılmış köylülüğün faziletleri üzerine kuruludur. Mistik imandan yanadır.
Şeriat, İslâm Dini’nin kabuğudur, olabilir, der ama kabuğun yeniden yorumlanmasını elzem görür. İslâm’dan asıl anladığı ise tasavvuftur.
Şunu söylemekte bir beis yok sanırım; Topçu, Hareket Felsefesini sosyolog Maurice Blondel’den, tasavvufa ilişkin ilk ve önemli bilgileri de tasavvuf tarihçisi Louis Massignon’dan almıştır.
1945’te tanıştığı ünlü nakşi şeyhi Abdüaziz Bekkine Efendi ise onu tarikata mürit yapmıştır.
Galatasaray Lisesi, arkasından İzmir Atatürk Lisesi sürgünü, çıkardığı Hareket Dergisi’ndeki bir yazısından dolayı Denizli’ye sürülüşü… Burada Said-i Nursî ile tanışması… Sonra Haydarpaşa, Vefa ve İstanbul Erkek Lisesi’nde öğretmenliği 1974’de yaş haddinden dolayı son bulur.
1975’de vefat ettiğinde geride dikkate değer çok sayıda yazı ve hatıra bırakmıştır.
Yazının sınırları içinde yer veremediğimiz hakikaten önemli makaleleri, kitapları ve eleştirileri… tozlu raflarda meraklısını beklemektedir.
Nurettin Topçu, yaşarken gerekli ilgiyi görmemiştir:
Dünyanın sağ ve sol kamplara bölündüğü dönemde Müslümanları sağcı kamplarda yer almaya hazırlayan dünya sisteminin pişirdiği aşa, İslâm Sosyalizmi görüşü ile soğuk su katmıştır. İlgi görmemesinin ana nedeni budur.
İkinci nedeni ise reel yaşamdan uzak görüşleri ve baş döndürücü teknolojiye olan muhalif tutumudur ki, buna hak verecek kimseyi bulamamıştır. Necip Fazıl gibi “İslâm” deyip, onun önüne ve arkasına bir şey eklememiş olsaydı, halk arasında ciddi bir taraftarı olabilirdi. Bunu yapmayıp İslâm’ın yanına sosyalizmi ekleyerek muhafazakar çevrelerde sevimsizleşmiştir. Topçu’nun Abdülaziz Bekkine vefat ettiğinde postu Mehmet Zait Kotku’ya kaptırmasında da bu görüşlerinin önemli etkisi olmuştur.
Topçu; mevlüthanların ve güzel sesle hafızların sanat mûsikisi tarzında icra ettikleri dini törenleri yazılarında eleştirmesi de onu halk İslâmı’ndan uzaklaştırmıştır.
Gazalî’yi ahlâkî görüşlerinde dolayı onaylayan Topçu, iş felsefeye geldiğinde İbn-i Rüşd’ü desteklemiştir. Osmanlı’daki felsefe tartışmalarında da onun yeri İbn-i Rüştçülerin yanıdır. Felsefeden anlamayan Müslüman halk, sırf Gazalî’yi eleştirdiği için yalnızlaşmasının bir başka nedeni olmuştur.
Topçu’nun hiç bıkmadan ve usanmadan vurguladığı “ahlâklı yaşam” ise diğer görüşlerinin gölgesi altında kaybolup gitmiştir.
Topçu 1975’te vefat ettiğinde onu olumlayan çok az, belki de ikinci bir izleyici bırakmadan terk-i dünya etmiştir.
Nurettin Topçu’nun bazı eserleri arasında Türkiye'nin Maarif Davası, İsyan Ahlâkı, Yarınki Türkiye, Devlet ve Demokrasi, İslâm ve İnsan, Ahlâk Nizamı, İradenin Davası, Mehmed Akif, Felsefe, Büyük Fetih, Bergson, Amerikan Mektupları, Düşünen Adam Aranızda, Ahlâk, Sosyoloji, Millet Mistikleri, Psikoloji, Mantık, Mevlana ve Tasavvuf, Kültür ve Medeniyet, Taşralı, Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi, Var Olmak…’ı sayabiliriz.