Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları-11-12
|

|
Fethullah Gülen İslamcılığı |

|
|

|

|
II. Abdülhamid’in dış dünyaya dönük Hilafet, Türk-İslâm ve İslâm’ı tebliğ gibi üç önemli çalışması vardı. Sultan, bu çalışmalara geç kalındığını ama gelecekte daha fazla ihtiyaç duyulacağını düşünüyordu.
Cumhuriyet döneminde, Osmanlıların hilafet siyaseti İslamcılar – Milli Görüşçüler, Türkçülük de özellikle SSCB’ye yönelik olarak düşük yoğunlukta da olsa Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve arkadaşları ile sürdürüldü.
12 Eylül 1980 darbesi, solcuları ve sağcıları doğduğuna pişman ederken, İslâmcıları yeni dönem için hormonlamaya başladı. 1980’den sonra lafı büyük, cürmü küçük birçok dergi, cemaat, abi, üstat… hızla doğdu, büyür gibi oldu ama kısa sürede sonra ya Milli Görüşe ya da Gülen Cemaatine entegre oldu.
Anlaşılan o ki, sağcılar ve solcular bağlanmış, İslâmcılar serbest bırakılmıştı. Biraz zaman geçecek bir gecede solcuların büyük çoğunluğu Milli Görüşe karşı “Atatürkçü” olacaktı. Geri kalan solcular ise kimsenin umurunda değildi.
Zaman ilerledikçe Milli Görüş de Gülen Cemaati de büyüdü. Ama aralarındaki mesafe de o oranda açıldı. Devletimizin ve müttefiklerimizin aklı her işe ererdi, bu nedenle dengesiz bir gelişmeyi asla kabul edemezlerdi. Erbakan Hoca’dan rahatsız olanlar Gülen’in faaliyetlerini destekliyordu. Her iki hareket de tehlikeli bir şekilde “hormon”lanıyor gibiydi.
Refah Partisi, “Adil Düzen” sloganı ve başörtüsü tartışmalarıyla semirirken, Cemaat de öğrencilerinin yurt içi ve dışındaki sınav ve bilim olimpiyatlarında aldığı madalyalarla gönüllerde taht kuruyordu.
Bütün risk Erbakan’ın üzerindeydi. Siyaset yaptığı için “açık ve net” hedefti. Gülen cemaati siyasetten! veErbakan’dan uzak durduğu için daha fazla destekleniyordu.
Erbakan Hoca, Batı bloğuna hangi uzlaşma formülü ile gittiyse reddedildi.
Bu noktada bir anımı aktarmak istiyorum:
1994 yılında Erbakan Hoca, İzmir’e gelecekti. Hoca ile görüşmek isteyenler İzmir’e gelmiş, benden yardım istiyorlardı. Sonradan farkına vardım ki, benimle de tanışmak istiyorlarmış! Görüşmek isteyen kişiye “Batılı devletler Erbakan’ı neden istemiyor”, diye bir soru sordum.
“Şu anda dünyada ikinci dereceden diferansiyel denklem problemi çözen tek lider Erbakan! Bu dönemin liderlerinin matematik zekâsı ise lise düzeyinde… Batı bu zekâyla anlaşmaya yanaşmaz!” dedi.
“Peki, Erbakan’dan ne öğrenmek istiyorsunuz”, dediğimde de;
“Erbakan iktidar olmak istiyor. İç borcu ne kadar artıracak ve PKK ile nasıl mücadele edecek, bunu öğrenmek istiyoruz!” dediler.
“Sizin merakınızı ben de giderebilirim”, dedim:
“Hoca Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu ödemez! Çünkü IMF’nin yazdığı ekonomik reçeteler Türkiye’ye zarar verdi! PKK ile de mücadele etmeyecek, “Gelin!” diyecek, onlar da silahı bırakıp dağdan inip gelecekler! Çünkü Hoca, PKK’nın devlet işi olduğunu düşünüyor!” dedim.
Gülüştük! Konuğumuz;
“Dış borcu iki misline artırma sözü vermeden Hocayı iktidar yapmazlar. Olsa bile o koltukta oturtmazlar!” dedi. (Erbakan’ın o görüşmeyi kabul etmediğini de belirtmeliyim.)
***
Demem o ki, Erbakan zor günler yaşarken Gülen Cemaati daha çok destekleniyordu. RP – DYP koalisyonu kuruldu, Erbakan için günler ne kadar zor geçiyor idiyse, Gülen Cemaati için de büyümenin sınırları Türkiye’den dünyaya o kadar hızlı açılıyordu.
28 Şubat ciddi bir yol ayrımı oldu. Erbakan’ın malı gibi sahiplendiği İmam Hatip Orta Okulları bir formülle kapanma noktasına geldi, Gülen’in okulları ise yurt içinde ve dışında yanardağ gibi patladı.
Gülen, niyetini gizleyen biri değildi. Bediüzzaman’ın yolundan ama yorumlayarak gidiyordu. O da Bediüzzaman gibi evlenmedi. Bütün zamanını ileride Türkiye’yi yönetmesini istediği talebelerine adamıştı. Çünkü o da İslâmcıydı ve siyasi hedefleri vardı. Erbakan bütün yatırımlarını demokratik siyasal mücadeleye uygun, oyu olan her vatandaşa yaparken; Gülen, bir gecede yönetime el koyacak elit bir kadroya yatırım yapıyordu. Arada böyle bir fark vardı. Bu arada Erbakan’ın Gülen’den, Gülen’in de Erbakan’dan hiç hazzetmediğini söylemekte yarar var!
Erbakan dünyanın takdir ettiği bir mühendisti. Batı standartlarını zorlayan bir zekâya sahipti. İmanı kavî, ibadeti tamdı. Eksiği ise İslâmî ilimler tahsilinin olmamasıydı.
Gülen’in ise ne disiplinli bir din eğitimi vardı ne de modern okullarda okumuştu. Benzer tespitler Bediüzzaman için de yapılmıştı. Fethullah Gülen Hoca’nın düzensiz tedrisatı Bediüzzaman’dan daha kötüydü. Ama okumak ve anlamak için gece gündüz çabalıyordu. Fen bilimlerine olan ilgisi tıpkı Bediüzzaman gibiydi. İmanına diyecek söz yoktu. Evlenmemesi, disiplinsiz tedrisatı, fen bilimlerine olan ilgisi ve özel hayatında ibadete olan düşkünlüğü onu tanıyan herkesi etkiliyordu. Türkçe konusuna gelince, Gülen Hoca, Diyanet camiasında bir numaraydı! Okuduğunu ezberleyecek kadar güçlü bir hafızası vardı, Kur’an’ı ve Hadisleri ezberlediği gibi Türk edebiyatının klasiklerini de ayrım yapmaksızın okumuş, sanki ezberlemişti. Hitabeti mükemmeldi. Duyguluydu, ağlıyor ve ağlatıyordu.
***
Ak Parti kurulmuş, ilk seçimde de 365 milletvekili ile hükümet olmuştu. Her zaman iktidara yakın olan Cemaat, Ak Parti’nin lider kadrosunun buram buram Milli Görüş kokmasını sorun edinmedi. Bu yakınlaşma Ak Partililerin gömlek değiştirmesinden değil, Cemaatin iktidara olan ihtiyacından kaynaklanıyordu.
Şu tespiti yapmakta yarar var:
1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlüklerden olmalıydı, üç Müslüman bir araya gelse çay sohbetinin en önemli konusu “Devleti nasıl ele geçirebiliriz!”di.
Solcuların ve İslâmcıların devleti ele geçirme rüyasının üzerinden yıllar geçti. Solcular rüyadan erken uyandırıldı. Zor oldu ama sonunda uyandılar!
İslâmcılar, öyle bir derin uykuya yatırılmışlardı ki, kimin döşeğinde uyuduklarının ve üzerlerindeki örtünün nerelerini örttüğünün farkında bile değillerdi! Bir türlü uykuya gelmez huysuz az sayıdaki İslâmcı ise, yorganın sadece başlarını örttüğünü; geri kalan kısımlarının hep açık olduğunu söyleyip duruyorlardı ama nafile! Kimsenin bu meczuplara inanmaya niyeti yoktu!
***
1960’ların son yıllarında İzmir’de neşv ü nema bulan küçük bir topluluk, 2001’e gelindiğinde ete kemiğe bürünmüş, uluslararası bir harekete dönüşmüştü:
Açıklamaya devam ederken şu kuralı unutmayalım:
Bu güne kadar adı cemaat, gazete, dergi, dernek, vakıf -buna tarikatları da katmak istiyorum- gibi legal ve illegal ne kadar İslâmcı yapı varsa ya doğrudan ya da yanından ayırmadığı adamları sayesinde devletin kontrolündeydi. 1865’de başlayan İslâmcılığın “devletlu” olma hali, bugün de değişmeden devam etmektedir. Bu konuda kimsenin kimseyi suçlayacak bir durumu yok; kimsede bunu halka anlatacak cesaret de yok!
Bir de devletin İslâmcı mülkünde gecekondu kuranlar var ki, tam bir komedi! Din piyasasında boşluk olduğunu gören kimi fırsatçıların para ve kadınla imtihan edilip tasfiye edilmesi de dindarları korumaya yöneliktir; faydadan hali değildir!
Gayret-i diniye aşkından olmalı, bu yapıya ucundan kenarından bulaşan vatandaşlar, birilerinin tezgâhında ütüldüğünü görünce İslâm’dan vazgeçmemiş ya dolmuş değiştirmiş ya da tezgâh! 1970’den sonra bir bir ortaya çıkan küçük ve Yeniden Milli Mücadele gibi orta büyüklükteki oluşumlar kaybolmamış, ya Milli Görüş’e ya da Gülen hareketine entegre olmuştur.
***
Ak Parti lideri Erdoğan ve arkadaşları, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan Sağcı, Solcu, İslâmcı ve Kürtçü akımların canlı tanığıdır. Hangi grubun neyi hedeflediğini de bilirler. Kendisi Başbakan olduktan sonra bir İslamcı grubun, gerekçesi ne olursa olsun, iktidarının altının oyulmasına izin vermezdi. Öyle izin vermezdi ki, şimdiye kadar hiç kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği kadar cesurane yöntemlerle izin vermezdi!
Bir iktidarın kendini savunması kadar doğal bir refleks olamazdı! Sorun savunma refleksinde değildi!
Asıl sorun, her seçimde ortalama 20 milyon yetişkinden oy alan Ak Parti’nin aklını yitirip Cemaati şımartacak kadar da değil; delirtecek kadar imkân tanımasıydı. Çalışma yaşındaki milyonlarca genç bir kenara itilmiş, varsa yoksa Cemaat denmiş!
Bu noktada ciddi zafiyet görenler, “Cemaat üzerinden” sivil bir darbe girişiminde bulunmaya kalkıştıklarında da kıyamet kopuverdi. Her şeyin çok kolay olacağını düşünen Cemaat, tahayyül edilemeyecek kadar sert bir tepki gördü. Kısa sürede de tarumar oldu! Bir bir biriktirilerek elde edilenler darmadağın oldu! Ak Parti sayesinde üye sayısı 20.000’e çıkan iş adamları örgütü, Türkiye ekonomisine zararı olma pahasına bitirilme noktasına getirildi!
(Devam edecek…)
*
Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları-12
|

|
Cemaatin diaspora yolculuğu |

|
|

|

|
Bediüzzman’ın gelecek tasavvurunda ateizme karşı Müslüman-Hıristiyan dayanışması vardı. İslâm’ın şartları biliniyordu ama insanlığın ortak paydasını kimse konuşmuyordu. Üstat onu da açıklamıştı: “La ilahe illallah kardeşliği”.
Fethullah Gülen, Bediüzzaman’ın ne demek istediğini biliyor ve bu doğrultuda her kesimle işbirliği yapabileceğini düşünüyordu. ABD, AB, İngiltere, İsrail vs. bunların hepsi olabilirdi. Çok rahattı, dünyaya açılırken önünde hiçbir engel görmüyordu.
Gördüğü ve canını sıkan tek engel vardı, o da dünyaya dar pencereden bakan mağlup Müslümanlardı!
-Gülen, Bediüzzaman hayranıydı ve kendisini onun risalelerini en iyi anlayan ve yorumlayan kişi olarak görüyordu.
-İslâmî ilimleri anlamak ve hayata aktarmak için kendisini iyi yetiştirmişti. Dünyayı yurt edinen geniş düşünceli ne bir âlim ne de bir uygulayıcı tanıyordu. Bu konuda tekti!
-Yetiştirdiği talebeler, talebeden daha donanımlı birer robottu adeta! 3 bin dolara yapılamayan görevleri 500 dolara, hem de 16 saat çalışarak yapabiliyorlardı. Onlar da dünyanın gönüllü vatandaşlarıydı.
-Kurduğu okullar ve dershaneler yurt içinde ve dışında adeta rakipsizdi.
-Özellikle Gülen’in evlenmeden sürdürdüğü münzevi ve fedakarane tempolu hayatı karşısında, benim diyen âlim, şeyh, abi, üstat ve başkan yarışa adeta 3-0 mağlup başlıyordu!
-İslâmcılık oldum olası “devletlu”ydu. Gülen ve cemaati de devlet destekliydi. Lakin devletimiz Osmanlı’dan sonra dini konularda dünyaya açılma hususunda reflekslerini ve belleğini yitirmişti. Dünyayı yurt edinmek için Cenabı Allah’ın yardımına ve ABD’nin desteğine ihtiyaç vardı. Cemaatin uluslar arası bir yapıya dönüşmesi tesadüf değildi. Bunu başarabilecek tek kişi ve oluşum, ne yazık ki rakipsizdi ve tekti.
-Bediüzzaman’dan dolayı Cemaat, çağdaş kavramları son yıllara kadar savunmasa da muhalifi de olmadı. Denebilir ki, Gülen Cemaati, Müslüman beynini enkaza dönüştüren tercüme İslâm’dan en az etkilenen Süleymancılar gibi bir iki cemaatten biri olarak kaldı.
***
-Gülen ve cemaati, 2007’ye kadar Türk Silahlı Kuvvetleri ne yaparsa yapsın tek taraflı bir saygı gösterisi içindeydi. 2007’den sonra ise TSK’dan istediğini almak için amansız bir mücadeleye girdi. Bu beni de şaşırttı!
-Gülen ve cemaati; Erbakan dışında iktidardaki hiçbir siyasetçiye muhalefet etmedi. 2012’de başlayan, 17-25 Aralık 2013’te tavan yapan Erdoğan’a karşı yürütülen benzersiz ve amansız muhalefet, inanılması zor bir gelişmeydi. Sonuçları ağır olacaktı.
-Cemaat finansman ihtiyacını; zekât, himmet, salma, kurban, deri, burs, dershane ve okullardan gelen ayni ve nakdi yardımlarla karşılıyordu. Karşılığında kestiği fatura ve makbuz ise çok azdı.
-Herkesten yardım ve bağış alınıyordu ama çok az kişiye, o da cemaatten ise yardım yapılıyordu!
-Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’nin Müslümanlığı köy dindarlığıydı. Buna Diyanet ve İlahiyat Müslümanlığı da dâhildi. Oysa Cemaat Türkiye sınırlarını aşmış, köyün çok ötesinde fetvalara ihtiyacı olmuştu. Bu noktada Cemaatin tek fetva mercii Fethullah Gülen’di. Ne yazık ki, “La ilahe illallah” Müslümanlığının gerektirdiği fetvaları verecek ondan başka kimse de yoktu. Hayrettin Karaman Hoca’mdan özür dileyerek bir mukayese yapmak istiyorum, izinleri olursa: Karaman Hoca’nın özel görüşmelerinde bir kişiye verdiği 10 numara fetvaları, Gülen Hoca kitlelere veriyordu!
-Din kardeşlerimden de özür dileyerek bir genelleme yapmak istiyorum: Bütün cemaatler ve üstatlar salağa yatırım yaparken, Gülen nitelikli eğitim almış kişilere yatırım yapıyordu!
-Gülen Hoca, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat geleneğine sadıktı. “Başkan fâsık bile olsa itaat edilmeli” görüşündeydi. Fakat ne olduysa artık, bir anda direksiyonu Şia “kıyam”ına kırdı, Başbakan ve Cumhurbaşkanına açık muhalefete girişti.
-Herkesin kulağına küpe olsun isterim: İnsanın ekonomik, sosyal ve siyasal talepleri ve güdüleri istismar edilebilir; bu anlaşılabilirdi. Ama din duygusunun istismarı ise sonuçları itibariyle çok farklı olabileceğinden Osmanlı’dan beri formüle edilen “irtica ile mücadele” önlemleri, asla küçümsenemezdi!
Hiçbir insanî faaliyet şımartılmayı hak etmediği gibi insanların elinde şekilden şekile sokulan din de bu ayrıcalığı hak etmiyordu!
Benden söylemesi!
Bu mukayeseyi uzatabilirim. 1850’lerden beri Osmanlı ve Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı okulların ne anlama geldiğini bilen biriyim. Sanılanın aksine, yurt dışında okul açanların, tek taraflı değil, her iki ülkeye yapabilecekleri olumlu katkıları olduğundan dolayı bu faaliyetleri başarı ile sürdürebildiler. Dünya sömürgeleşme çağını çoktan geride bıraktı. Çağımız “bire bir” ilişkiler çağıdır ve tek taraflı bir çıkar gözetimiyle Edirne’nin dışına çıkılamayacağı da bilinmelidir.
***
Bugün cemaatin Ak Parti hükümetleri ile yaşadığı sorun, parti sorunu olmaktan çok bir “devlet” sorunudur. Bunun nasıl sonuçlanacağına da devlet karar verecektir.
***
Cemaatin yaşadığı sorun nasıl çözülürse çözülsün; bilinmelidir ki, Türkiye’nin AB’deki işçileri gibi ondan çok daha nitelikli dünya çapında “cemaat diasporası” da teşekkül etmek üzeredir.
Bugünlerde yaşanmakta olan sorunlar kimilerinin yüreğini yaksa da, yeni diasporanın yaratacağı sonuçlar, herkesin yararına olacaktır.
Duamız ve dileğimiz her şeyin hayra tebdil olması yönündedir.